• AZİZ NESİN HAKLIYDI!

    AZİZ NESİN HAKLIYDI!

    Karayollarındaki vahşet -ki kaza vs demek doğru değildir- karşısında hemen herkes acz beyan ediyor. “Her türlü yasayı çıkardık, cezaları ağırlaştırdık, ama kazalara engel olamıyoruz” yakınması, hemen her ilgili ve yetkilinin ağzındadır.

    Bu vahşetle ilgili yalın gerçekler şunlardır:

    1. İnsanlarımızın -pek büyük çoğunluğu- kıt kaynakları kullanma saygısına sahip değildir ve ilkel bir bencillikle birbirinin haklarını çiğnemektedir. Yollar da -özellikle yoğun trafik halinde- bir kıt kaynak olduğu için, bu “saygısızlığa dayalı hak çiğneme” olgusu sık sık, yaralanma veya ölümle zonuçlanan “fiziki saldırı”lara dönüşmektedir.

    2. Sorunları “anlama” ve buna göre “çözümler geliştirme” durumunda olanlar, ancak basit, somut ve birinci dereceden sorunları kavrayabilmektedirler. Daha da kötüsü, tek doğrulu düşünce biçimleri nedeniyle ortak akla da kapalıdırlar.

    Uzun süre boyunca üremiş bulunan ikinci, üçüncü, ilh. dereceden sorunlar ise ancak, adına “sorun kimyası” denilebilecek bir yaklaşımla anlaşılabilir.

    1. Çok sayıda kuralsız sürücünün hatalarının, sayıca az, nitelikce yetersiz, hem de işini doğru yapma imkanına, bir ölçüde de hevesine sahip olmayan trafik polisince düzeltilmesi gibi imkansız bir çözümde ısrar edilmektedir.

    Halbuki, yaygın kural ihlalleri trafikteki vahşetin bir numaralı nedenidir ve bunu önlemenin en etkin yollarından biri yaygın bir şikayet sistemi’dir.

    Alo 154 gibi gayri ciddi, şikayet takibinin mümkün olmadığı bir göstermelik önlem yerine, doğrudan vatandaş inisiyatifine dayalı, gerektiğinde şikayeti ciddiye almayan kamu görevlisi hakkında suç duyurusu yapıp dava açabilecek imkanlara sahip bir girişim gerekmektedir.

    1. Kural ihlalleri o denli yaygındır ki çoğu kimse nezdinde bu doğal hale gelmiştir. Kural ihlallerini bir “toplumsal ayıp” haline getirmek için “sorumlu sürücü” sistemi denilebilecek ve “tek yanlı olarak kurallara uyma taahhüdü” demek olan bir sistemi, vatandaşlar olarak örgütlüyebilmeliyiz.

    2. Trafik vahşeti olaylarında hukuk sisteminin işletilmesini sağlamak ve bu yolla caydırıcılık sağlamak durumunda olanların büyük çoğunluğu, olayların neredeyse tamamının trafik kazası tanımına girmediğini idrak edememektedir.

    Bu olayların ya taammüden adam öldürme girişimi, ya ruhsal sağlığı bozuk kişilerin araç kullanması ya da basit mekanik ve fizik bilgisinden yoksul cahil insanların eylemleri olduğu yargısına varamamakta, sürekli olarak yasaların yetersizliğinden yakınmaktadırlar.

    Bu basit gerçekleri göremeyip, önlem olarak yol kenarına suntadan kesilme polis otosu maketi koyup, üzerine de fırfırlı lamba takarak bunu etkinleştirmek (!) gibi zavallılıklarla vakit geçirmek yerine;

    • “yurttaş şikayet sistemi” ni ve

    • “tek yanlı taahhütler yoluyla kuralsızlığın bir toplumsal ayıp haline getirilmesi” ni gerçekleştirebilmeliyiz.

    Bunların nasıl gerçekleştirilebilecekleri hakkında onlarca soru üretilebilir ya da uygulanmaları sırasında doğabilecek kimi sorunlar öne sürülebilir.

    Burada mesele, yukardaki 5 noktada tereddüt olup olmadığıdır. Bunlar üzerinde görüş birliğine varıldığında, her sorun için önlemler geliştirilebilir.

    “Kuralları çiğneyenler” kadar cesarete sahip olamayan “kural çiğnemeyenler”in, bu vahşet içinde “çiğnenmeleri” pek kayıp sayılmamalıdır.

  • BU D

    BU DENLİ AZ AKIL YALNIZ TRAFİĞE Mİ ÖZGÜDÜR?

    Son söylenebileceği peşinen söyleyeyim ki hayır. Bu denli az akıl yalnızca trafiğe özgü olmayıp, toplum yaşamımızın hemen her kesimine gayet adaletle dağılmıştır. Ancak ne var ki diğer alanlardaki akıldışılıklar hemen sonuç vermemekte, ayrıca da trafikte olduğu gibi ölümle sonuçlanmamaktadır. Trafik bu bakımdan özel bir alandır ve bu alanda yapılan ahmaklıkların bedeli candır.

    Trafik anarşisi konusunda düşünce beyan eden kimle konuşulsa ilk dile getirilen neden, insanlarımızın eğitim düzeylerinin düşüklüğüdür. En büyük güç olarak köyündeki beygirini görmüş olan insanımızın altına en küçüğü 100 beygir olan kamyonları verdiğinizde olacak olan bellidir.

    Ama ne yazık ki sorun bu denli basit değildir. Şimdi size anlatacağım olay, kasketini eğri giyen, köyünde Cambridge olmadığı için doktora yapamamış vatandaşımız tarafından değil, cakasından yanına yanaşılmayan her lafına eğitimiyle ilgili bir hatırlatma yaparak başlamayı adet edinmiş seçkin aydınlarımızca bilerek, planlanarak yapılmıştır ve belki de her gün bir yerlerde yapılmaktadır.

    Yer: Afyon-Dinar karayolu Tarih: 27-31 Temmuz 1994 arası

    Bu güzergah üzerinde yaklaşık 20 kilometre kadar bir bölüm bütünüyle mıcır kaplanmış ve üzerinde yoğun bir trafik akıyor.

    Yolu bu halde bırakanlar kadar akıl ve izan eksiği olan bir kısım sürücü de birbirlerini sollayarak havada uçuşan çakıl taşlarına yol açıyor ve bu taşlar araçların camlarında patlıyor.

    Yol üzerinde güvenli olarak yapılabilecek azami hız 30-35 kilometre olmasına karşın, her iki yöndeki akımın ortalama hızı 80-90 kilometre. Bu akımın dışında kalanlar, karşıdan ve arkasından gelip geçenler nedeniyle 2-3 katı daha fazla riske muhatap. Yani ölümlerden ölüm beğenin!

    Herhalde Dünya’da karayolları üzerinde inşaat yapılırken alınan bin türlü önlem vardır. Ama kara cahil bir insan dahi en az bir iki tanesini düşünebilir.

    Bu basit görünüşlü olay, trafik katliamı içindeki bileşenlerden birisinin akıl eksiği, diğerinin ise vatandaşa tepeden bakıp “yolunuzu yapıyoruz ya, biraz telefat verseniz ne olacak” şeklindeki düşünce olduğunu göstermektedir.

    Eğittiği insanının bu denli toplumuna ilgisiz, mesleğine ilgisiz olduğu bir başka toplum var mıdır bilmiyorum. Ama bu şunu gösteriyor ki Türkiye’nin sorunu insanının nitelik sorunudur, ama özellikle de okumuş yazmış kesimin nitelik sorunudur.

    Pazar, 07 Ağustos 1994

  • VALİ’NİN NİÇİN SUÇLANDIĞI DAHA ÖNEMLİDİR !

    VALİ’NİN NİÇİN SUÇLANDIĞI DAHA ÖNEMLİDİR !

    Bir perdenin ardında birşeyler oluyor ve kamuoyu neler olduğunu bilemiyor. Kamuoyunun bilgileri yalnızca perde üzerine düşen gölgeler yoluyla oluyor. Bu gölgeler, perdenin arkasında olanların deforme olmuş, yanıltıcı görüntüleridir. Yalnız bunlara bakarak olaylar hakkında doğru sonuçlar çıkarabilmek hemen hemen imkansızdır.

    Son olarak ortaya atılan ve sonra da asılsız olduğu ihtimalinin kuvvetli olduğu ortaya çıkan İstanbul valisi ile ilgili iddialar bu açıdan çok önemlidir. Hele ve hele, iddia konusunun yeni olmayıp, durup dururken ortaya atılması, perde üzerindeki görüntüyle perde arkasındaki nesnenin çok farklı olabileceğini düşündürmektedir,.

    Örneğin, İstanbul valisi, pıtrak gibi açılan kumarhanelerden rahatsız olup, bir kamu görevlisi olarak görevini yapmaya kalksa, bu kumarhaneleri açan ve/ya açtıranlarla ticari çıkar birliği bulunan bir medya organı acaba “iddia stoku” ndan bir malı ortaya süremez mi? Olay mutlaka böyle olmayabilir, ama bu bir olasılıktır ve de en az iddianın kendisi kadar rahatsız edici bir olasılıktır.

    Ortaya atılan iddialara basının ve kamuoyunun duyarlık göstermesi çok yararlı ve temiz siyaset için çok ümit vericidir. Ama bu duyarlığın, madalyonun öbür yüzü için de gösterilmesi zorunludur. Aksi halde bu duyarlık, bir takım kirli ticari işleri gözden kaçırmak için pekala kullanılabilir.

    Medya kuruluşlarının yalnızca “halkın doğru bilgilendirilmesi” işleviyle meşgul olması, ayrıca ticari faaliyette (doğrudan ya da dolaylı) uğraşmaması son derece önemli bir ilkedir.

    Yoksa bakarsınız ki, bir kişi veya aileyi hedef alan bir medya kuruluşu, ticari çıkarlarındaki bir değişiklik nedeniyle aynı kişi ya da aileyi ülkemizin yeni kurtarıcısı olarak lanse etmeye başlamış! Olur mu olur !

  • DEVLET NASIL REZİL EDİLİR?

    DEVLET NASIL REZİL EDİLİR? İŞTE BÖYLE !

    Kamyonların cumartesi günleri trafiğe çıkma yasağı 15 gün uygulandıktan sonra kaldırılıyor.

    Yasağın konulması birinci yanlış, kaldırılması ise ikinci yanlış olmuş ve iki yanlıştan bir doğru çıkmamış, ikisinin toplamı kadar bir “kocaman yanlış” doğmuştur.

    Kamyonların trafikten yasaklanması birkaç yönden yanlıştı. Birincisi, anayasanın seyahat özgürlüğüne karşı bir uygulamaydı.

    İkincisi ise, trafik katliamının kaynaktaki nedeninin kamyonların trafiğe çıkması değil, trafiğe çıkan kamyonların kurallara uymaması olduğunun anlaşılmayışıdır.

    Bu ikisi arasındaki farka dikkat edilmez ve aynı mantık kullanılırsa, bireylerin yüzde doksan dokuz faaliyetlerini yasaklamak gerekir. Çünkü insanımız hemen hiçbir alanda kurallara uymamaktadır.

    Esas yasaklanması gereken “kurallara uymamayı” bir yana bırakıp, kurala uysun ya da uymasın tüm sürücülerin hareketlerini yasaklamak inanılmaz bir aczin ifadesidir. Devlet kuralları uygulatamamakta, bunun yerine işi kökünden halletmekte (!) dir.

    Ancak, koyduğu bu ikinci yasağa da uyanlar yine eskiden olduğu gibi kurallara uyan saygılı sürücülerdir. Kurallara uymayıp trafiği bir katliama dönüştürenler yine yollardadır. İnanmayanlar, trafik polisleriyle adım başı pazarlık yapan sürücüleri görmelidirler.

    İşin bu perdesi bile büyük bir ayıptır. İkinci perde ise daha bir acayiptir.

    Yasağın kaldırılma gerekçesi, yasağın yanlışlığının anlaşılıp geri dönülmesi olsaydı, bu basit bir zavallılık olarak değerlendirilebilirdi. Hayır gerekçe bu değildir. “Şoför esnafından gelen tepkiler” ( Türkçesi oy kaybı korkusudur) üzerine yasak kaldırılıyor.

    Siyasetin bu denli çirkin, devletin bu denli güçsüz hale nasıl geldiğini gösteren bu örnekten alınması gereken çok ders vardır.

  • TÜRKİYE’NİN BAŞKENTİ NERESİDİR?

    TÜRKİYE’NİN BAŞKENTİ NERESİDİR?

    • Alo siz misiniz efendim?

    • Evet benim.

    • Sizi Bil-Kazan programından arıyoruz başlayabilir miyiz?

    • A bi dakka çocuğumu da çağırayım..

    • …………..

    • Tamamım sorabilirsiniz..

    • Hanımefendi, Türkiye’nin başkenti neresidir? Lütfen bir defada cevaplayınız

    • Şey, heyecanlandım. Neydi orası? An, ant, yok Ankara.

    • Bravo, 250 milyon kazandınız.

    • Yaşayın en büyük sizsiniz.

    • Estağfurullah, en büyük sizsiniz efendim, güle güle harcayın..

    Buna benzer programları hergün defalarca izliyoruz. Sınırlı bir TV reklam pastasından pay alma yarışına girmiş TV’lerin (TRT de dahil), izleyici sayısını artırmak için uyguladıkları bu yarışmalar (!) topluma bir çeşit hakarettir.

    Bu tür yarışmalarla verilen üstü örtülü mesaj aslında, “Siz bizi izlerseniz bize reklam verirler. İzlemeniz için de biz size rüşvet veriyoruz. Ama bunu yarışma kılığına soktuk. Zaten siz ancak bu tür soruları yanıtlayabilecek düzeydesiniz”dir.

    İzlenme düzeyini artırmaya çalışmak, serbest rekabetin en doğal -ve de yararlı- bir çabasıdır. Ama bu çabanın topluma da yararlı olması koşuluyla..

    Bu tür yarışmaların en kötü yanlarından birisi de insanlara, “çalışmadan kazanmanın mümkün olduğu” izlenimini vermesi, onları bir çeşit kumara özendirmesidir. Barbut atmakla, sütün rengini bilene yüz milyonlar vermek arasında esaslı bir fark var mıdır?

    İzlemeyi artırmanın, izleyenlere de yararlı çok yolları bulunabilir. İnsanların işlerine yarayan bilgi-becerilerin kazandırılabileceği programlar her zaman büyük ilgi toplamıştır. Girişimcilik konusunda iki sayfa açan bir haftalık derginin tirajı beşe katlanmıştır. Böyle bir program hele TV’de yayınlansa ne kadar izleyiciyi ekran başına toplar. Ama, “onlar pahalı programlardır, biz barbut yöntemiyle aynı işi yapıyoruz” deniliyorsa o başkadır.

    Ama unutulmamalıdır ki iyi tüccar, müşterisinden uzun süre kar sağlayabilendir.

  • İÇİMİZDEKİ CANAVAR!

    İÇİMİZDEKİ CANAVAR!

    Yanlış olarak trafik kazası denilen ve kaza tanımına uymayan olayları tek nedene, onu da içimizdeki canavarlara bağlayan yetkililerimiz, dahiyane bir buluşla caddelere panolar koyup “içinizdeki canavarı durdurun”, “trafik canavarı olmayın” gibi fevkalade yüksek düşünce ürünü sloganlarla canavarları kontrol altına almayı düşünmüş bulunmaktadırlar.

    Bu olayı bir örnek olarak kullanıp, bir toplu hastalığımızı görmek -hatta çaresini de görmek- mümkündür. Bu hastalık, sorunların nedenlerini ve o nedenlerin nedenlerini sormamak, bunun yerine kafalarımıza yerleştirilmiş bulunan kalıplardan en uygun görünen birisini kullanarak sorunu çözmeye kalkışmaktır.

    İşin acı yanı, bu kalıplar o denli hayatı kolaylaştırıcıdır ki, alışmamış insanlara bir işkence gibi gelen “düşünmek” yükünü ortadan kaldırdığı için bu virüsü kapmış bir kişi en iyi okullara girip çıksa dahi bu enfeksiyondan kurtulamamaktadır.

    Bu kalıplar, okul-aile-çevre üçlüsü’nce doğru-iyi-güzel olarak kararlaştırılan her ne varsa onlardır ve zaten olaylarda nedensellik arayamayışımızın nedenlerinden başlıcası da bu yaklaşımdır. “Biz sizin için düşünür, sizin için her ne doğru, iyi ve güzelse ona karar veririz. Siz düşünmemeli, neden sormamalısınız. Sorarsanız aklınıza zararlı şeyler üşüşür” yaklaşımı, “kul vatandaş”ın nasıl üretildiğinin formülüdür.

    Örnek olay olarak alınan “içimizdeki canavar” işine gelince: Trafik anarşisi (en iyi deyim budur) tek nedenli değildir. Ayrıca, hiçbir sorunun da tek nedenli olmadığı, işi sorun çözmek olanların ilk bilmesi gereken bilgidir.

    Bu nedenlerden birisinin de -en önemlisi olup olmadığı tartışmalı olsada-, sürücülerin akıldışı eğilimler içine düşmeleri (canavarlık hali) ve istenmeyen sonuçlara yol açmaları olduğu doğrudur. İşte, yukarıda değinilen toplu hastalığın tipik belirtisi tam bu noktada ortaya çıkmaktadır.

    Sorunlara nedensellik yoluyla yaklaşan bir kişinin bu noktada sorması beklenen soru şudur; “pekiyi, sürücüler bu akıldışı eğilimlere (canavarlık) niçin kapılmaktadır? Tüm Türk’lerin içinde, başka milletlerde bulunmayan birer canavar mı vardır?”

    Bu soru sorulunca, cevaplayacak olan ister istemez belli bir cevaba gelmek zorunda kalacaktır. Bu cevap da şu olacaktır: Yalnız Türklere özgü canavarlar olamaz. Tüm insanlarda öfke, hınç almak, cezalandırmak gibi hisler vardır. Bunu bilen medeni toplumlar, bu hislerin canavara dönüşmemesi için sistemler kurarlar, medeni olmayanlar ise herkesin kendi hıncını almasına, herkesin kendi adalet anlayışını uygulamasına yani birer “canavar” olmasına ses çıkar(a)mazlar.

    Bir Trafik Şikayet Sistemi, insanların ilkel öç alma duygularının medeni bir davranışa dönüşmesini sağlar. Bir başka deyimle bizim başımıza dert olan “canavarlık”, akıllı yöneticilerin elinde bir avantaja dönüşür.

    Otoyolda en sol şeritten seyreden bir kamyona karşı “canavar”ca davranıştan başka yapacak birşeyi bulunmayan insanımız, bir şikayet sistemi bulunsaydı içinden keyifle düşünür ve biraz sonra bu kamyonun hakettiği cezayı göreceğini bilirdi. Böylece , onbinlerce gönüllü trafik denetçisi devreye girmiş olur, kimse kolay kolay hatalı hareket etmeye cesaret edemezdi.

    Tabii ki bu şikayet sisteminin, “154 Alo Trafik” ile yalnız isim benzerliği vardır.(İsteyenler deneyip öyle olduğunu görebilirler.)

    Başedemediği her soruna bir canavar adı takan insanımız (enflasyon canavarı, terör canavarı, kollu canavar (kumar) gibi), aslında kendi beceriksizliği ile karşı karşıyadır ve ona “canavar” demektedir.

    Haksız da değildir, çünkü en korkunç canavar, insanın kendi yetersizlikleridir.

    Pazartesi, 23 Mayıs 1994

  • BİR “ÖNCÜ” ARANIYOR!

    BİR “ÖNCÜ” ARANIYOR!

    Başkalarının ne kadar etkilendiğini bilmiyorum ama medyadaki reklamlar artık beni hiç mi hiç etkilemiyor. Yüzlerce değişik (görünümlü) reklama karşın söylenen ya da yazılan hep aynıdır: “Biz iyiyiz, bizim dışımızdakiler iyi değil!”.

    Reklam firmaları içinden bir “babayiğit” mi çıkar, yoksa Reklamcılar Derneği mi düşünür bilemem, ama birisinin öncülük edip, bu “cana tak ettiren” yaklaşımdan kurtulması, yepyeni bir yaklaşımla ürününü tanıtması gerekiyor.

    “Biz iyiyiz”’in dışında başka ne gibi yaklaşım olabilir? Kartvizitine `yaratıcı direktör’ yazanların mesleklerine karışmak istemem ama çeşitli ve de değişik kavramlar bulunabilir.

    Dev bilgisayar firması CDC’nin kurucusu William Norris, şu tek cümleyle yepyeni bir iş felsefesi kurmuştur; “toplumun tatmin edilmemiş ihtiyaçları bizimi için iş imkanı demektir”.

    Başlangıçta ABD iş dünyasının tepkilerini çeken bu felsefe, “para kazanma” ve “toplum sorunlarının çözümüne katkı”nın, “biri varsa diğeri yok” kavramlar olmadığını, bunların pekala “birlikte var” olabileceğini kanıtlamıştır.

    Her ne kadar, insanların “tatmin edilmemiş ihtiyaçları”nı birer iş imkanı olarak kullanan iş(!) sahipleri yalnız Bangkok’ta değil ülkemizde de varsa da (alo seks hatları), CDC’nin kurucusu bu tür ahlaksızlıkları değil, toplumun çeşitli sorunlarını ele almıştır.

    Ülkemizin önemli sorunlarından birisi olan işsizlik konusunda, “biz x adet yeni iş yaratmak için gençleri destekliyoruz. Bu yaklaşım bizi rakiplerimizden ayırıyor, dolayısıyla bizi seçin” diyebilecek bir öncünün çıkacağını umabilir miyiz?

    Böyle bir yaklaşımın maliyeti, “biz iyiyiz”in maliyetinden daha fazla değildir, hatta daha da azdır. Tek sorun, farklı olduğunu söyleyen değil (çünkü herkes öyle söylüyor), gerçekten farklı olan ilk kuruluşun (aslında kişinin) ortaya çıkmasıdır.

  • KIRMIZI PLAKA VE FIRFIRLI MAVİ LAMBA!

    KIRMIZI PLAKA VE FIRFIRLI MAVİ LAMBA!

    Kırmızı plaka deyip hafife almayın çeşit çeşidi var. Pirinç çerçeveli kırmızı zemin üzerine yine pirinç rakamlısı, beyaz zemin üzerinde kırmızı çerçeveli ve rakamlısı, birincisi gibi olup da rakamların yanında TBMM yazanı, ikincisi gibi olup da başka harfler de bulunanı vs vs.

    Bunların hepsine kırmızı plaka denilmesine rağmen hepsinin prestij puanı aynı değildir. Zemin ne kadar kırmızı, rakamlar ne kadar pirinç ise aracın içinde (sağ arkada) oturan da o denli prestijlidir.

    Bu prestij araç içindeki diğerlerine de (sol arkada okula giden çocuğu, sol öndeki şoföre ve sağ öndeki korunmaya da- yanlışlıkla koruma deniyor-) bulaşır.

    Hatta hanımların misafir günlerinde oturuş sırası, oturanın eşinin plakasının kırmızı ve pirinç içeriğine göre olur. Hal hatır sorarken önce bol kırmızılı ve pirinçli hanım, daha az kırmızılı ve pirinçsiz hanıma babacan pardon anacan tavırla hitap eder. Tersi ayıptır.

    Kırmızı ve pirinç’in çok sayıda kombinezonunu yapmak mümkün olmadığı ve prestij sıralamasına girmek isteyenlerin sayısı da çok olduğundan şoförlerimizin yaratıcı zekası yeni bir çare geliştirmiştir.

    Fırfırlı mavi lamba !. Hatta denilebilir ki fırfırlı mavi lamba, kırmızı plakadan daha etkilidir. Çünkü fırfırlı mavi lambalı aracın içinde ne olduğu belli değildir. Dükkandan fırfırlı mavi lamba alıp aracına takan bir uyanık olabileceği gibi, büyük ama tanınmak istenmeyen bir büyük insan da olabilir.

    Ayrıca kırmızı plaka’nın trafikte görüş sahası dışında bir etkisi olmazken, fırfırlı mavi lambalı aracın “ne olur ne olmaz başıma iş açmayayım” gerekçesiyle etkisi büyüktür.

    Fırfırlı mavi lamba taşımanın bir sonucu, polis vs.nin çevirip niçin fırfırlı mavi lamba taşıdığını sorması ihtimalidir.

    Bir uyanık kişi bunun çaresini bulmuş, ihtiyacı olanlara hemen ileteyim.

    Böyle bir soruyu sorana işaret parmağını “yaklaş, beriye gel, kulağını uzat” anlamında oynatıp kulağına “öğrenmemen senin için daha iyi olur!” deniliyor.

    Kırmızı plaka ve fırfırlı mavi lamba konusunun giderek yaygınlaşması, aile bütünlükleri başta olmak üzere birçok sosyal ve teknik sorunu da beraberinde getirmiştir.

    Yeni evlilerin bile beyaz zemin üzerine kırmızıyla MUTLUYUZ yazdırması, müsteşar ve rektör aileleri arasında bir huzursuzluğa yol açabilir.

    Bence trafik yasasına bir madde ilave ederek olur olmaz kişilerin kırmızı plaka ve fırfırlı mavi lamba takması yasaklanmalı ve aracın ruhsatına da bunları takıp takamayacağı işlenmeli. Böylece toplumumuzun aile bütünlüğü korunmuş olacaktır.

  • İSRAFSIZ ŞİRKET

    İSRAFSIZ ŞİRKET

    Sorun çözme teknikleri içinde yer alan “sorunun yeniden tanımlanması” (redefining the problem) adıyla bilinen bir yöntem, herhangi bir sorunu çözmeye girişmeden önce onu “daha açık, daha kolay anlaşılabilir” bir şekle dönüştürmeyi öneriyor.

    Böyle bir tekniğe niçin ihtiyaç duyulduğu, karmakarışık ifade edilmiş bir sorunla karşılaşan herkesçe kolayca anlaşılabilir. Örneğin, “işsizlik” olarak dile getirilen ve bu haliyle hakkında birçok çözüm geliştirilebilecek gibi görünen sorun gerçekte pek “anlaşılabilir” değildir. Acaba işsizlik deyimiyle, herhangi bir işi olmayan herkes mi, işi olup da yeterli geliri olmayanlar mı, işi olmayıp da yeterli geliri olanlar mı, işgücü piyasasının talep ettiği niteliklere ve de çalışma arzusuna sahip kimselerin iş bulamayışı mı, yoksa niteliği yetersiz ve her işe talip olup gerçekte hiçbir işe tam uygun olmayanların işsizliği mi kastedilmektedir?

    Bunların her biri ayrı birer sorundur ve çözümleri birbirinden oldukça farklıdır. Sorun bu haliyle ortaya atılıp “işsizlik meselesi nasıl çözülmeli?” biçiminde bir tartışma açılsa, bu “sorun içinde sorunlar” yumağı çözülemez, hatta anlaşılamaz dahi.

    Sorunun yeniden tanımlanması tekniği, bir sorun ifadesindeki anahtar kavramları tek tek ele alıp, onlarla nelerin kastedildiği üzerinde uzlaşma arayarak işe başlar. Bunun için o kavramlar iyice didiklenir.

    Yazı başlığı olarak şirketlerde israfın alınmasının nedeni, küçük veya orta ya da büyük ölçekli tüm şirketlerin -özellikle de ekonomik kriz ortamlarında- dikkatlerini yoğunlaştırdıkları ilk konunun (çoğu zaman da batana kadar tek konunun) bu olmasıdır. Mali açıdan güç durumdaki şirketlerde ilk akla gelen, kullanılmayan ampullerin söndürülmesi, kağıtların arkalı önlü kullanılması, otomobillerin bir kısmının satılmasıdır.

    Konu şirketlerle de sınırlı olmayıp daha yaygındır. Hükümetler değiştiğinde ilk yayımlanan, genellikle Tasarruf Genelgesi’dir.

    Görülmektedir ki israf ve tasarruf konusu, toplumumuzun sorun çözme çantasında çok önemli bir yer tutmaktadır. O halde üzerinde durmak, bu kavramların doğru anlaşılıp anlaşılmadığını irdelemek gerekir.

    Kuşkusuz ki, kağıtların iki taraflı kullanımından başlayan tasarruf önlemlerinin hepsi doğrudur ve daha da sıkı tutulması her bakımdan yararlıdır.

    Burada kritik nokta, israf olgusunun kapsamının iyi tanımlanmayışı nedeniyle çok büyük israf kaynaklarının gözden kaçırılması, bunun yerine daha küçükleriyle oyalanılmasıdır.

    İsraf, Arapça seref (gereksiz harcama) anlamına gelmektedir. Bir iş için harcanması gerekli kaynakların makul miktarları belli olduğuna göre, nereden sonra bir israfın doğacağında herhangi bir kuşku yoktur. Peki acaba, sorun bu mudur? Acaba, gereksiz harcamalar belirlense ve bir şekilde giderilse israf durmuş sayılır mı?

    Sorunun yeniden tanımlanması tekniği uyarınca israf kavramı didiklenmeye başlanırsa, bunun harcama değil kullanma ve yararlanma anlamlarında alınmasının daha doğru olacağı; gereksiz kullanım ve yararlanılmayan gereklilik olgularını birlikte kapsadığı; bu son iki kavram içindeki yararlanılmayan gereklilik kavramının ise pek üzerinde durulmayan bir kavram olduğu görülecektir. Bir mal ya da hizmet üreten bir kuruluşta, nihai ürün(ler)e katma değer sağlayan çok sayıda girdi vardır. Bunların içinde, kağıtları birbirine tutturmaya yarayan zımba teli, ofisleri aydınlatmak için kullanılan elektrik enerjisi, ürünlerin hammaddeleri, işçilik, yönetim giderleri, genel giderler gibi kalemler yer almaktadır. Bunlar açısından israf, gereksiz kullanım biçiminde tecelli eder.

    Bir de, soft girdiler denilebilecek olanlar vardır. Bunlar ürünlere en büyük katma değerleri katanlardır.

    Örneğin, çalışan kişilerin yaratıcılıkları, şirketlerine bağlılıkları, buluşçulukları, sorunları yerinde çözebilmeleri, süreçlerin doğru tasarımlanmış olması, politikaların doğru belirlenmiş olması gibi kalemler, ne bilançolarda ve ne de başka raporlarda görünmez. İsraf, bu gibi öğeler açısından ise “yararlanılmayan gereklilik” biçiminde ortaya çıkar.

    Bu iki grup girdi, sağladıkları katma değer bakımından karşılaştırılırsa, yararlanılmayan gereklilik’lerin diğerlerinden kat be kat yüksek olabileceği sonucuna varılacaktır.

    İşte bu nedenle yönetici performanslarının ölçülmesinde artık geleneksel ölçütler yerine, R.O.M. (Return On Management, yani Yönetsel Getiri) adı verilen yeni bir ölçüt kullanılmaktadır. Tanım olarak Yönetsel Getiri, yönetimin harcadığı zaman ve dikkat karşılığında harekete geçirilebilen örgütsel enerji miktarıdır.

    Bu oranı sayısal olarak hesaplamak güçse de, şu 5 asit testi sorusuyla, aranılan yanıt alınabilmektedir:

    1. Çalışanlar, hangi fırsatların, şirketin stratejik misyonuna doğrudan katkıda bulunmadığını biliyorlar mı?
    2. Yöneticiler, şirketi nelerin başarısızlığa götüreceğini biliyorlar mı?
    3. Yöneticiler, başarı ve başarısızlıkları tanımlamak için kolayca kullanabilecekleri anahtarlara sahipler mi?
    4. Örgüt, kırtasiye işlemleri içinde yüzmekten kurtulmuş mudur?
    5. Tüm çalışanlar, patronlarının gözettiği performans ölçütlerini mi gözetmektedirler?

    Bir kuruluşta en büyük israf, Yönetsel Getiri’nin tanımında gizlidir. Eğer yönetim, örgütteki insanların enerjilerini tam olarak ortaya çıkaramıyorsa -yani yararlanılmayan gereklilik- büyük bir israf söz konusudur. Bu yalnız bir şirket için geçerli olmayıp bir ulus için de aynı şekilde geçerlidir.

    Bu kısa akıl yürütmeden, israfı önlemenin altın kuralı da ortaya çıkmaktadır: yöneticilerin bir numaralı hedefi, örgütünde çalışan tüm görevlilerin yaratıcı potansiyellerinin azamisini ortaya çıkarmalarına yardımcı olmaktır. İsraf kaynaklarının belki de en önemlisi, tasarrufun yanlış yerlerde aranılmasıdır.

    İsrafı doğru biçimde algılayan ve çalışanların potansiyellerinin ne denli büyük bir kaynak olduğunu farkeden bir kuruluşta, artık üzerinde durulacak nokta, “tüketim ahlakı”dır. Çeşitli çalışma alanlarının gerektirdiği bireysel yetkinlikleri oluşturan “öz yetkinlikler” içinde, bir yapı taşı gibi yer alan tüketim ahlakı, bir çeşit parmak izi gibi, çalışanların tüm eylemlerine yansımaktadır.

    Tüketim ahlakı -bütün diğer konular gibi- bu konuda düzenlenebilecek eğitimler yoluyla kazandırılamayacak bir yetkinliktir. Kişinin, yaşadığı fiziki ve sosyal çevreyi bir “kaynaklar topluluğu” olarak algılamasına, bunları kullanma konusundaki sorumluluğunu farketmesine ve onlara saygı göstermesine bağlıdır. Bu nedenle, tüketim ahlakını geliştirmek isteyenler, onunla ilgisi hiç yokmuş gibi görünebilecek olan bir başka konuda farkındalık yaratmaya bakmalıdırlar. O da, “ben niçin varım?” sorusudur.

    Bireysel olarak bir misyon edinmemiş bir kişinin, onu çevreleyen kaynaklara saygı göstermesine, yani israftan kaçınmasına imkan yoktur. İsrafsız bir şirket, çalışanlarının, bireysel misyonlarının farkına vardıkları, çalıştıranların da onları birer kaynak olarak görebildikleri bir şirkettir.

    Ağustos 1997