-
Nis 16 2012 İNSAN HAKLARI, İNSAN HAKKI İHLALLERİNİN BAŞLICA NEDENİDİR!
İNSAN HAKLARI, İNSAN HAKKI İHLALLERİNİN BAŞLICA NEDENİDİR!
Üzerinde tartışma olmayan, herkesin hep birlikte uzlaşı içinde olduğu konular oldum olası dikkatimi çekmiş, bu “fazla uzlaşı”nın, konuların doğruluğunun tartışılmazlığından mı, yoksa üzerinde kafa yormaya değer bulunmadığından mı olduğunu bir türlü anlayamamışımdır.
“İnsan hakları” kavramı da bu “tartışılmazlar”dan birisidir. Birbirinin her söylediğine karşı çıkıp mutlaka bir yanlışını bulan kişiler dahi, insan hakları denilince seslerini çıkaramıyor, uzlaşmak zorunda kalıyorlar.
Şimdi bu uzlaşıya karşı ortaya şöyle bir sav atmak istiyorum:
“İnsan, “büyük sistem”in bir parçası olarak kuşkusuz çok önemlidir. Onun hakları da, insanın uzantısı olduğu için çok önemlidir. Ancak, insan haklarının hemen her yerde ihlal edilmesinin nedeni de, hakların “insan hakları” ile sınırlı sayılması, bir başka deyişle, “büyük sistem” içinde insanın ayrıcalıklı bir yerinin olduğunun sanılmasıdır.”
Fizik Dünya’da tüm sorunlar, nesnelerin süreksizlik noktalarında doğar. Bir cam -eğer kırılacaksa- içindeki mikro çatlağın bulunduğu yerden kırılır. Camcılar da bunu bildikleri için, kesmek istedikleri cam üzerinde sert bir uçla yapay bir çizik (süreksizlik) yaratırlar ve o çatlak boyunca camı “kırarlar”.
Sosyal oluşumlar da çatlak noktalarında sorun yaratır. Mezhep, dil, kültür farklılığı gibi “sosyal çatlaklar”, sistemlerin süreksizlik noktalarıdır. Sorunlar genellikle buralarda doğar. Bunu bilenler, sistemleri bozmak ve yıkmak için bu “doğal çatlaklar”a yönelir, oraları genişletmeye çalışırlar. Aynen, odun parçalamaya çalışanların, doğal çatlakları baltayla genişletmeye çalışması gibi.
Yasalar da süreksizlik noktalarında sorun yaratırlar. Bu yüzden iyi yasalar, derin olmayan ve az sayıda süreksizlik noktası yaratan -çünkü hiç süreksizlik yaratmayan yasa olamaz-, ilkesel kural koyan yasalardır.
Değer ölçülerimizin süreksizlik noktaları ise, hiç tartışılmayan ama çok derin sorunları içinde barındıran noktalardır.
Bütün bunları birleştirerek denilebilir ki, “nerede bir süreksizlik, bir istisna varsa orada bir yanlış olması olasılığı çok yüksektir” !.
İnsanın, doğanın en yüce yaratığı olduğu, her şeyin ona hizmet için var olduğu anlayışı, yalnız bizim değil çoğu toplumların genel kabul görmüş bir varsayımıdır.
Dikkat edilirse, burada çok belirgin bir süreksizlik yaratılmakta, ancak büyük bir çoğunluğun işine geldiği ve kimse itiraz etmediği için -ki itiraz eden örneğin Kızılderili yerliler yok edilmişlerdir-, bu süreksizlik genel kabul görmekte ve medeniyetin temel ilkesi olarak ilan edilmektedir.
Bu varsayım aslında şunu demektedir: “bütün şeyler büyük sistemin birer parçasıdırlar. Ama insan, bütün o şeylerden farklı bir yere sahiptir. Bu nedenle, eğer insana hizmet edecekse o şeylerden fedakarlık yapılabilir ve de yapılmalıdır.”
Bu öylesine masum görünüşlü bir icazettir ki, buna dayanarak insan dışındaki tüm canlıları sömürebilir, öldürebilir, tüm ormanları kesebilir, doğanın altını üstüne getirebilirsiniz.
Gözümüzün görme, kulağımızın duyma aralığının -ki ne kadar dardır- dışında kalanları, dokunup tadamadıklarımızı ya da kokusunu alamadıklarımızı yok saymaya, ama bu muhteşem zenginlik içinde ki gariban insan türünü, bilmediği görmediği, duymadığı her şeyin hakimi ilan eden insan, bu haliyle hem komik hem acınacak durumda değil midir?
Hak ihlali bir şeyin “yok sayılması” demektir. Değer ölçülerimiz içine, böyle bir yetkimiz bulunmamasına karşın “yok sayma” kavramını dahil ettiğimiz anda, bunun doğal bir uzantısı olarak “hak ihlali”ni de katmış olmaktayız.
“Konut yapma” hakkını kendimize tanıdığımız anda, karınca ya da bir başka hayvan türünün barınaklarını “yok sayma”, yani onların konutlarını yıkma hakkını otomatik olarak edinmiş oluyoruz. Böylece, kendimize ait bir hakkı tesis ederken başka şeylerin haklarını ihlal etme ve de bunu hoş görme süreci başlatılmış olmaktadır.
Ancak yanılıdığımız nokta, bu başlayan sürecin insanlara zarar vermeyeceği, insana gelince sürecin duracağıdır. Bu, sadece başlangıçta böyledir. Süreç insanlar tarafından ahlaki olarak onaylanıp yürürlüğe girince, yeni bir sürecin de önü açılmaya başlıyor. Bu yeni süreç, insanların (bazılarının) hakları için, yine insanların (ama bazılarının) haklarının ihlal edilebilmesinin “normal” karşılanmasıdır.!
İnsan hakları ihlalleri, doğal çevrelerimizin yıkımları ve daha onlarca sorunun kaynağında bu, “insanı ayrıcalıklı saymak” varsayımı yatmaktadır.
İnsanlara tek öğretilmesi gereken -eğer mutlaka bir şey öğretilecekse-, insan, hayvan, bitki, taş, toprak ve de görüp göremediğimiz her ne varsa, bunların bir bütün ve de ayrıcalıksız bir bütün olduğu ve tek ahlak ilkesinin “zarar vermemek” (herhangi bir şeye) olduğudur.
İnsanın en yüce yaratık olup, bütün diğer şeylerin ona hizmet için var edildiğini, bugüne kadar yalnız insanlar söylemiş, milyarlarca tür varlık içinden hiçbirisince de onaylanmamıştır.
Büyük bir olasılıkla pireler, begonya çiçekleri, kuvartz kristalleri ve hidrojen atomları içindeki bazı akılsızlar da benzer iddialar içindedirler.
Tüm sistemlerimizi bu ahlak ilkesine göre gözden geçirmeye başladığımızda, apartmanda köpek beslemenin değil, zarar verecek herhangi bir şeyi yapmanın (çocuk tepinmesi, yüksek sesle müzik dinlenmesi ya da alt kata akacak şekilde çiçek sulanması) olduğu idrak edilecektir.
İnsan hakları, doğal ve sosyal çevreler böyle korunabilir. Aksine, bunları ayrıcalıklı korumaya kalkışmak, önce bizzat bunlara zarar verilmesine yol açacaktır. İnsan hakları gibi..
26 Eylül 2001
-
Nis 16 2012 TAKSİ PLAKALARI SERBEST OLMALI AMA….
TAKSİ PLAKALARI SERBEST OLMALI AMA….
Büyük kentlerin hemen hepsinde uygulanan ve taksi sayılarının, yol kapasitelerinin üstüne çıkması tehlikesine karşı bir önlem olarak kullanılan “taksi plakası sınırlaması” uygulaması, kasdini aşan bir uygulamadır.
İşsizliğin ve herhangi aranan bir beceriye sahip olmayan insan sayısının yüksek olduğu ülkelerde benzer uygulamalar yapıldığı bilinmektedir.
Plaka sınırlamasının boyutları, alternatif taşıma sistemlerinin varlığı, nüfus, gelir düzeyi gibi faktörlere bağlıdır. Bütün bu değişkenlikler saklı kalmak kaydıyla, ülkemizde uygulanan sınırlamaların gereğinden çok fazla olduğu, bunun kabul edilemez bir haksız rekabet oluşturduğu, astronomik fiyatlara satılan plakaların bir “plaka mafyası” yarattığı, bunun, “şoför esnafının geleceklerinin sigortası” vs gibi bir konuyla yakın ya da uzak bir ilgisinin bulunmadığı cümle alem tarafından bilinmektedir.
“Plakalardaki sınırlamalar kaldırılırsa taksi sayısı ne kadar artar?” sorusunun bir- iki ayrı cevabı vardır:
-
Yurt içinde üretilmekte bulunan, dört teker ve bir direksiyondan ibaret, rekabet gücü düşük arabalar, çok sayıdaki işsiz, kuralsız trafik sistemi ve şoförlerden hemen hemen hiçbir bilgi-beceri ve davranış beklenmediği dikkate alınırsa, plakaların serbest bırakıldığı ay içinde taksi sayısının 10-15’e katlanacağını tahmin etmek güç değildir.
-
Taksi olarak kullanılacak arabalardan istenilen özellikler çağdaş düzeye yükseltilir, buna paralel olarak şöforlerden de harita ve plan okumak, 50 kelime civarında yabancı dil bilmek, belirli davranış normlarını benimsemiş olmak gibi bilgi-beceri ve davranışlar istenilirse taksi sayısı yukardaki kadar artmaz.
-
Buna ek olarak trafik şikayet sistemi oluşturulur, puan sistemiyle ehliyet iptaline gidilir, araçların peryodik bakımları izlenir ve bakımsız araçlar da trafikten men edilirse, taksi sayısı, ilk seçeneği göre daha artmak bir yana, bugünkünden daha aza iner. Belki bu koşullara uygun araba ve şoför ithal etmek gerekebilir.
Plakaların bu üç seçenek altında serbestleştirilmesi yalnız yeni iş alanları açmakla kalmayacak, plaka mafyası ortadan kalkacak ve bu mafyanın elinde birikip de nerelere aktığı belli olmayan (ya da pek belli olan) fonlar kesilecektir.
-
-
Nis 16 2012 İNSAN ŞAKASI-EŞEK ŞAKASI !
İNSAN ŞAKASI-EŞEK ŞAKASI !
Dikkatli gazete okuyucuları bilirler, sık sık basınçlı hava ile çalışılan yerlerde bir kısım aklıevvel insanımızın, insanlar üzerinde yaptığı geleneksel bir deney vardır: içi basınçlı hava doldurulan bir insanın ne olacağı, mesela uçup uçmayacağı ya da top gibi olup olmayacağı daima merak edilir ve aynı tür meraka düşmüş bir grup arkadaş(!)ın yardımı (!) ile deneğin uygun bir yerine hortum sokulur ve sonuçları gözlenir.
Bu deneyler bilimsel bir karanlılıkla daima aynı sonucu verir ve deneğin barsağı patlar. Ne kadar zeki olduğu konusunda zaman zaman tartışmalar çıkan ve Atatürk tarafından da işaret edilmek zorunluğu duyulmuş insanımızın içinde bu tür sapık merak sahiplerinin bulunmasını pek yadırgamamak gerekir.
Yadırganması gereken başka iki konu vardır: Birincisi bu tür insanlara verilen cezalar olup TCK’na göre “kasten yaralama” hükümlerine göre kovuşturma yapılır, yasada yazılı 1-2 aylık ve tecil edileceği şüphesiz olan ceza çok yersizdir.
Bence bu insanlara verilen cezanın böyle değil, mesela görünür bir yerlerine çıkmaz boya ya da dövme vs gibi bir teknikle yazılmış ve ömür boyu taşıyacağı, “ben gerizekalıyım, ben ve benim gibilerden uzak durun” şeklinde bir belirtimin markalanması olmalıdır.
İkinci ve daha da garip olan yan, bütün bir toplumu aşağılayan böyle bir gerzekliğin “şaka”, üstelik de “eşek şakası” olarak olarak anlaşılıp topluma benimsetilmeye kalkışılmasıdır.
Buna şaka demek, şaka diyenlere sesini çıkarmamak, “şaka duygusu” denilen yetenekten hiç nasibini almamış olmak demektir. “Şaka duygusu”nun bir toplumun gelişmişliğinin en şaşmaz göstergelerinden birisi olduğu düşünülürse, neyin şaka olduğunun ayırt edilemeyişine ciddi bir toplum sorunu olarak eğilmek gerektiği sonucuna varmak gerekir.
“Eşek şakası” deyimi ise toplumumuz açışından birinciden daha da aşağılayıcı bir mesaj taşımaktadır.
Acaba evren yaratıldığından bu yana hiç bir eşek ya da insan dışı bir yaratık, böyle bir şaka(!) yapmaya kalkışmışmıdır?
Bir canlıya basınçlı hava veya elektrik vererek ne olacağını gözlemlemiş tek bir insandışı yaratık görülmüş, duyulmuş ya da hayal edilmiş midir?
İnsan dışı canlıların tümü şaşmaz biçimde tek amaca yöneliktir: doğayla uyum halinde yaşamını sürdürmek!
En yüce dinlerin dahi eriştirmeyi amaçladığı bu yalın ve güzel amacı tek ilke edinmiş bu yaratıkları böyle bir suçla aşağılamanın anlamı, o varlıkların engin dünyasını hiç ama hiç anlamamış olmak demektir.
Bir insan olarak bu ayrımın farkında olmayan, birbirine hala hayvan adları kullanarak hakaret eden hemcinslerimden utanıyorum. Buna mutlaka bir ad vermek gerekirse, “insan şakası” demek daha yerindedir!
-
Nis 16 2012 MÜŞTERİ -NEREDEN SONRA- KRALDIR?
MÜŞTERİ -NEREDEN SONRA- KRALDIR?
“Kalite ihtiyaca uygunluktur” ve “müşteri kraldır”, Toplam Kalite Yönetimi’nin iki sağlam taşıdır. Geçmişte kalan, “pahalı olan kalitelidir” anlayışı yerini bu çağdaş anlayışa bırakmıştır.
Gerçekten de, ihtiyacı “kaybedildiğinde fazla zarara uğranmayacak herhangi bir yazma aracı” olan kişi için en uygun araç işporta malı bir tükenmez kalemdir ve bu ihtiyaç tanımı için kaliteli olan odur. Müşteri krallığı ise bu ilkenin bir türevidir. Müşterinin ihtiyaçları (yani kalite) ön planda olduğuna göre müşteri kraldır. Hele bunun üzerine bir de, “kaliteli olan pahalı olmak zorunda değildir” , “kalite ucuzlatır” gibi yaklaşımlar binince çağdaş kalite anlayışının toplumlara sunduğu yararlar daha çarpıcı hale gelmektedir.
Peki, bu yaklaşımın geçerlik alanı nereye kadardır? Yoksa sınırsız mıdır?
Örneğin, “tiner koklayarak kafa bulma”ya alışmış sokak çocuklarının ihtiyacı nedir? Toplum açısından ve çocuklar açısından ihtiyaçlar farklıdır. Toplum, çocukların tinersiz bir ortamda rehabilite edilmesini ihtiyaç olarak tanımlarken, çocuklar tiner bulabilmeyi ve de serbestçe koklayabilmeyi ihtiyaç olarak görmektedir.
O halde ilk cevaplanması gereken soru ihtiyacı kimin belirleyeceğidir. Buna şöyle yanıt verilebilir: İhtiyacın, kişinin kendince belirlenmesi esastır. İhtiyacın karşılanmasının ahlaki/yasal yönleri kalite kavramı ile karıştırılmamalıdır. Bir şey hem kaliteli hem de yasaya aykırı olabilir. İkisi ayrı boyutta olgulardır. Örneğin, tiner koklamak sokak çocuğunca ihtiyaç olarak algılanıyorsa, bunu doyuran bir durum “kaliteli”dir. Aynı zaman da ahlaka ve yasalara da aykırıdır.
İlk bakışta doğru gibi görünebilen bu sav doğru değildir.
“Kalite ihtiyaca uygunluktur” denilirken belirtimine gerek duyulmayan bir ön koşul vardır: Kalite, ihtiyacın giderilme yolları ve onun sonuçları konusundaki seçenekler hakkında yeterince bilgilendirilmiş olmak koşuluyla ihtiyaca uygunluktur.
Bu da yetmez, bir ön koşul daha vardır: İhtiyacı karşılama yol(lar)ı konusunda koşullanmamış ve başka seçeneklere kapalı hale gelmemiş olmak kaydıyla kalite ihtiyaca uygunluktur.
Bu iki koşula en iyi uyan örneklerden birisi “sigara”dır. Bir sigara tiryakisinin ihtiyacı bellidir. Temiz havada yürüyüş, müzik dinleme ya da egzersiz yapma gibi seçenekler arasında gözü kapalı seçeceği şey sigaradır.
Ama bu özgür bir seçim değildir. Çünkü koşullanmışlık diğer seçeneklerin seçilme şansını azaltmış belki de yok etmiştir. Ayrıca sigara tercihinin olası sonuçları konusunda yeterince bilgi sahibi olunup olunmadığı da kuşkuludur.
Daha iyi malın örneklerini görmediği için önüne konulanı seçmek zorunda kalan bir müşteri kral değildir. Ayrıca, seçimi kaliteli de değildir.
Bir malın maliyetini etiket değeri olarak zannedegelmiş ve böylece zaman içindeki bakım masraflarını maliyete katmamayı adet edinen bir kişinin rastladığı en düşük fiyatlı mal belki o an için cebindeki paraya uygundur ama kaliteli değildir.
Buna göre çağdaş kalite tanımını yeniden yapmak gerekiyor:
“ Kalite, -çeşitli seçenekler konusunda özgür seçim hakkına sahip, seçenekler konusunda bilgilendirilmiş ve de seçeneklerden biri yönünde koşullanmamış olmak kaydıyla- ihtiyaca uygunluktur”…
-
Nis 16 2012 PREFABRİKE TOPLANTILAR!
PREFABRİKE TOPLANTILAR!
Çokça denilebilecek kadar insanın biraraya gelmesinden oluşan toplantılara yanlış adlar vermek oldukça yaygındır. Panel, konferans, seminer, sempozyum ve benzeri toplantı türlerinin hangisinin nerede kullanılabileceğine aldırmadan adlandırmak usuldendir.
Bir bakarsınız ki, panel denilen bir toplantıda üç kişi sırayla konferans verirler ve panel (!) biter. Ya da sempozyum denilen toplantı bir panel oluvermiştir.
Her aleti yerinde kullanmak evrensel bir `doğru’dur. Toplantı düzenleyenler bu `doğru’ ya uymazlarsa hem istedikleri yararı sağlayamazlar hem de `alet’ler giderek yozlaşır ciddiye alınmaz olur.
İşin bir de `hazırlanma ciddiyeti’ yanı vardır. Bu tür toplantılara çağrılan konuşmacıların bir bölümünün, çağrıldıkları her toplantıda söylemeyi adet edindikleri sözleri söyleyip, “ben bunu satarım, isteyen alır” tavrı içinde bulunmalarını doğrusu bir saygısızlık sayıyorum.
Bir toplantıya çağrılacaklara, işlenecek konunun ve onlardan beklenen katkının ne olduğunu evvelden bildirmek; buna karşılık da katılımcının oturup ev ödevini yapıp toplantıya öyle gelmesi adeti genellikle bulunmadığı için, bir konuda söz söyleyecek olanlar belirli kişiler arasından seçilir. Onlar da boyuna aynı şeyleri söylemekten bıktıkları için takılmış plak gibi aynı şeyleri söylerler.
Her toplantı, ona katılanların ömürlerinden alınmış birer parçadır. O parçaları kimsenin çarçur etmeye, kendi basit hatıralarını anlatarak geçirmeye ya da kendini överek harcamaya hakkı yoktur. Basit de olsa herkes her türlü toplantıya hazırlanarak gelmeli, düzenleyenler de bunun bilincinde olarak katılımcı belirlemelidirler.
Bu tür ömür törpülerine karşı alınabilecek kaba fakat çok etkili bir önlem vardır: Buna hakları olmadığını uyarmak, devam ediyorlarsa toplantıyı terketmek..
-
Nis 16 2012 REENGINEERING
REENGINEERING
Mühendislik (engineering), sözlük tanımı uyarınca, “bir bilginin pratik olarak uygulanması bilimi ve sanatı” dır. Buradaki bilgi, doğa kuvvetlerinin denetim altına alınması ile ilgili olursa, bilinen geleneksel mühendislik dalları ortaya çıkmaktadır.
Bunun yerine, hukuk, kamu yönetimi ve benzeri sosyal alanlara ait “bilgi” lerin uygulanması söz konusu olunca bu defa, “hukuk mühendisliği”, “insan mühendisliği”, “istihdam mühendisliği” gibi dallar anlaşılmaktadır.
Reengineering deyimiyle ifade edilmek istenen, “bilginin pratiğe uygulanması” sürecinin “tamamen yeniden” yapılanmasıdır. Öyle bir yeniden ki, Türkçe’mizdeki “sil baştan” denilen türde bir yaklaşım..
Bu konuda yazılmış bir kitap*, bugünkü A.B.D. kamu bürokrasisinin temel kabullerinin, 1800’lerin başındaki A.B.D. demiryolu şirketlerinin “aynı hat üzerinde hareket eden trenlerin çarpışmasına engel olmak için konulan ilkel kurallar” ile aynı olduğunu anlatmaktadır. Bürokrasideki (bizimki de dahil), “karşılıklı güvensizlik”, “ardışık kontrollar”, “bir defa da yanlışsız yapma yerine yapılan yanlışları düzeltmeye çabalama” gibi yaklaşımların temeli herhalde bu ilkel kurallara dayanmaktadır. A.B.D. yönetimi bu önemli gerçeğin farkına varmış ve reengineering kavramını hayata geçirmeye çalışmaktadır. David Osborne ve Ted Gaebler tarafından yazılan Reinventing the Government yaklaşımı, bu çabanın somut işaretidir.
Ülkemizde ise mevcut kamu yönetimi sistemimizin yamamak, onarmak gibi yöntemlerle düzeltilmesi mümkün değildir. Mümkün olmadığı, hergün ve hemen her konuda uygulanan ve de mevcut sistemi daha da içinden çıkılmaz hale getiren kurcalama operasyonlarının sonuçlarından da görülmektedir.
Mevcut sistemlerin ana ögelerine müdahale edilmeksizin sistemlerin iyileştirilemeyeceğini anlatmak için, İngiliz kalite uzmanı Lloyd Nelson ünlü “Huni Deneyi” ni** yapmış ve şöyle demiştir:
“Kendi içinde kararlı hale gelmiş sistemlerin nasıl işlediğini tam anlamaz ve ana parametrelerini değiştirmezseniz sistem davranışını değiştiremezsiniz. Kurcalama ile sistemler iyileştirilemez, ancak daha çok bozulur!”
Ülkemizin çeşitli sorunlarını çözmek için ilk atmamız gereken adım, bu katı gerçeğin iyice sindirilmesi, ama herkes tarafından iyice anlaşılıp sindirilmesidir. Sonra sıra bunun araçlarına yani nasıl yapılabileceğine gelmektedir.
Sistemleri yeniden tasarlamak için kurcalama yönteminin kullanılamayacağını içlerine sindirmiş kişilerin cevaplaması gereken yeni soru, bu yeniden tasarlama işinin nasıl yapılacağıdır.
Bir sistemin, reengineering uygulanarak sil baştan kurulması için, birisi Depolarizasyon Araçları, diğeri ise Yeniden Tasarlama Araçları olmak üzere iki grup alet kullanılmalıdır.
Depolarizasyon, söz konusu kurumun (şirket veya devlet), o kurumla ilgili herkes üzerinde yarattığı yönlenmiş bakış açılarının tamamen terkedilmesi, yerine de herhangi yeni bir bakış açısı konulmaksızın bir süre öylece kalınmasıdır*.
İkinci bir depolarizasyon aracı, geleneksel Evet-Hayır Mantık Sistemi’nin terkedilmesidir. Geleneksel anlayışımız, birbirine karşıt olduğu varsayılan şeylerin birlikte doğru olamayacağını söyler. Gerçekten de birbirine karşıt olan şeyler için bu doğrudur.
Ancak, zaman içinde bu anlayış sulanmış, neredeyse aynı yöndeki şeyler bile karşıt varsayılarak birlikte var olamayacakları ileri sürülmeye başlanmıştır. Günümüzde artık evet-hayır mantığı çok dikkatle kullanılmalıdır. Bu sulandırmaya meydan vermeyen yeni mantık sistemine Sürekli Mantık Sistemi (Fuzzy Logic) diyebiliriz**.
Yeniden Tasarlama Araçları ise, yansız olarak bakılması sağlanmış sistemi sil baştan kurmaya yarayan aletlerdir. Şöyle ki :
-
Çeşitli işlerin, bir iş içinde toplanması..
Şirket ya da devlet organizasyonlarımızda işler, değişik kişiler tarafından yapılabilecek şekilde parçalanmıştır. Bu yaklaşım, Taylor’un ünlü “işleri, en sıradan insanların yapabileceği basitliğe kadar parçalayın” öğretisinden kaynaklanmıştır.
Bu öğretinin, işin bütünü hakkında hiçbir fikri ve sorumluluğu bulunmayan, tüm hedefi, kendisine verilmiş iş parçasını yapmak -hatta diğer parçaların aksaması pahasına dahi olsa- olan kişiler yarattığı, işin bütününün yapımından sadece en tepedeki 1 kişinin sorumlu oluşuna yol açtığını artık biliyoruz.
Bu nedenle, artık işleri bu şekilde parçalamayıp, ya bir kişi (case worker) ya da bir ekip (case team) tarafından tüm sorumluluğu taşınacak şekilde tasarlama yaklaşımı geçerlidir.
-
Çalışanların, karar vermesi..
Karar vermeyi, işin fiilen yapımından ayıran yaklaşım yerine, kararların işi yapanlarca verilmesini sağlayan `düşey sıkıştırma’ yaklaşımı gündeme gelmiştir. Çeşitli iş parçalarının bir bütün oluşturacak şekilde birleştirilmesi, organizasyon derinliğini azaltmakta yani bir anlamda organizasyonu düşey yönde sıkıştırmaktadır.
-
Bir süreçteki adımların doğal sırada olması..
Geleneksel iş planlaması metodları, işleri çoğu zaman doğal akımın dışına çıkacak şekilde sıralar. Bu, fazladan doğan beklemeler ve dolayısıyla da fazladan doğan maliyetler demektir.
Örneğin, bir devlet dairesine bir iş için başvuran kişinin evrakı üzerindeki işlemler masa sırasına göre yapılır. Halbuki, aynı anda birden fazla masada yapılabilecek işlemler vardır ama sırf usulleri bozmamak için gereksiz olarak her masanın işleminin bitmesi sonuna kadar beklenir.
-
Tek tip süreç yerine çeşitli süreç tipleri..
Geleneksel “her bedene aynı elbise” yaklaşımı terkedilmektedir. Örneğin, mevcut bürokratik sistemlerde, evinin balkonuna küçük bir değişiklik yapmak isteyen bir kişi ile gökdelen inşa etmek isteyenin tabi olduğu muamele aynıdır.
Yeni yaklaşımda işler gruplandırılmakta, birbirine benzeyen işler aynı gruplara koyulmakta ve prosedürler bu gruplara göre ayrı ayrı tarif edilmektedir.
-
İşlerin, en anlamlı olduğu yerlerde yapılması..
Geleneksel organizasyonlara göre işler, o işleri fiilen yapması gereken kişiler yerine o işlerin parçaları (muhasebe, personel, mühendislik gibi) konusunda uzman olan kişilerin çevresinde düzenlenir.
Böylece işler, bütünün yapılması hedefine göre değil, onun parçalarını bilen uzmanların çevresinde ve onların, işlerini en iyi yapabilmelerine göre düzenlenir.
Reengineering sürecinin bu ilkesine göre ise işler, organizasyonel sınır tanımaz. İş, bir bütün olarak ele alındığı için, parçaları konusunda uzman olanların çevrelerinde değil, işi fiilen yapanların çevrelerinde, yani işin en anlamlı olduğu yerlerde yapılacak şekilde tasarlanır.
-
Kontroller enaza indirilir..
Geleneksel sistemlerde kontrollerın maliyeti çoğu zaman kontrol edilenin değerini aşar. Yeni yaklaşımda, kontrollerın sayısı en aza indirilir, kontrol dışı bırakılan ögeler için ise, belirli süreler sonunda sonuçların kontrolu gibi basit ama etkin usuller kullanılır.
-
Mutabakat (uzlaşma) enaza indirilir..
Bilgisayar destekli sistemlerde olumsuz etkileri daha fazla görülen bir işlem mutabakattır. Örneğin, stok kontrolu işlemleri sırasında malzeme fişlerine elle yazılmış bilgilerden doğabilecek yanlışlardan sakınabilmek için defalarca mutabakat sağlanır. Bu tür işlemler sistemlerin işleyişini bozar, maliyetini artırır.
Günümüzün gelişmiş bilgi işlem teknolojileri, mutabakat işlemlerinin enaza indirilmesine imkan tanımaktadır. Bu aracın, depolarizasyon’un ikinci ilkesini kullandığına dikkat edilmelidir.
-
Durum Yöneticisi kanalıyla tek temas noktası sağlamak..
Özellikle kamu bürokrasisinde, karmaşık işlemlerin herbir adımı vatandaşlarla ayrı ayrı muhatap olup hiçbirisi işlemin bütününden sorumlu değildir. Reengineering yoluyla basitleştirilebilecek dahi olsa, bazı işlemler yine de karmaşık olabilir.
İşte, bu gibi hallerde, işin bütününden sorumlu “gibi” hareket edebilen “durum yöneticileri” (case managers) atanarak iş sahipleriyle tek noktada temas sağlanır.
-
Merkezcil ve merkezkaç işlemlerin birlikte kullanılması..
Bilgi işlem teknolojilerinin son durumu, bugüne kadar ikisinden yalnızca birisinin tercih edilmesi gereken bu iki ucun (merkeziyetçilik ve ademi merkeziyetçilik) birlikte kullanımına imkan tanımaktadır.
Örneğin, cep telefonu ve modem aracılığıyla uç noktalara kadar dağıtılmış notebook bilgisayarlar, bir merkezi bilgisayara bağlanabilir ve böylece hem dağılmış bilgi işlem’ in, hem de güçlü bir merkezi bilgisayarın imkanları bir araya getirilmiş olur.
Peki, bu yeni yaklaşımın ülkemiz kamu yönetimi açısından önemi nedir? İhtiyacımız olan radikal değişimleri reengineering yoluyla yapabilir miyiz?
Ülkemiz açısından reengineering yaklaşımının en geçerli olduğu alan kamu yönetimidir. Çünkü, hergün yamama yoluyla aksaklıkları giderilmeye çalışılmış sistem artık işlemez hale gelmiştir.
İlginç olan nokta, bunun yalnızca ülkemizde böyle olmadığı, örneğin A.B.D.’de de çok şikayet konusu olduğudur. Nitekim, Başkan Clinton’a 1993 başında verilen bir raporda*, bir Amerikan Perestroika Yasası’nın (American Perestroika Act) çıkarılması gerektiği vurgulanmaktadır.
Amerikalı’nın ünlü “Rus geliyor!” korkusunu dahi aşabilen öyle bir korku vardır ki işte o korku, kamu yönetiminin verimsizliği ve etkisizliğidir ve işi, yasaya Rusça bir eklenti yapmaya kadar götürmüştür.
Öngörülen bu yasanın adındaki Rusça eklentiden daha da ilginç bir yanı, bütün demokratik ilkeleri bir defalık kenara iterek, bakan düzeyinde bir üst yetkilinin eliyle bu yasayı uygulamayı öngörmesidir.
Öngörülen paket yasanın hükümlerinden birisi de, yürürlükteki yasaların reengineering’e benzer bir yöntemle tek tek elden geçirilmesidir.
Ülkemizdeki durum ise daha trajiktir. İçinde bulunduğumuz sıkıntıların, esası kurcalama olan, yani sistemlerin özünde değişiklik yapmayı öngörmeyen yamalarla giderilmesine imkan yoktur.
Ülkemizde bu katı gerçeğin farkında olan insanlarımız vardır. Ama bu, tüm yaşam alışkanlıklarımızı, hatta değer ölçülerimizi değiştirecek bu tür bir yeniden inşa projesi için yeterli değildir.
Diğer yandan, değişimi hatta köktenci değişimleri savunan ya da öyle görünen birçok insanımız, bu değişimin nasıl olacağı konusunda bir fikir sahibi değildir. Bunların büyük bölümü için değişim, “pasta yeme sırasının bana gelmesi” beklentisinden ibarettir. Değişim’den ne beklendiği, değişim projeleri ile ortaya konulduğunda anlaşılmaktadır.
Bir diğer kesim ise gerçekdışı beklentilere yönelik değişim özlemi içindedirler. Adriyatik-Çin Denizi hülyaları, bütün Türklerin ağabeyi Türkiye rüyaları vbg.
Buna göre yapılması gereken ve de yapılabilecek olan, insanlarımızda bir asgari ortak değerler küme’si yaratmak, sonra bu küme üzerine yeniden inşa’nın neler getireceği ve ne fedakarlıklar isteyeceği gerçeklerini oturtmak ve bunun da üzerine yeniden inşa projelerini oturtmaktır.
Güç görünüyor ama olmaz değil. Gün doğmadan neler doğar!
REENGINEERING (2)
Sistemleri yeniden tasarlamak için kurcalama yönteminin kullanılamayacağını içlerine sindirmiş kişilerin cevaplaması gereken yeni soru, bu yeniden tasarlama işinin nasıl yapılacağıdır.
Bir sistemin, reengineering uygulanarak sil baştan kurulması için, birisi Depolarizasyon Araçları, diğeri ise Yeniden Tasarlama Araçları olmak üzere iki grup alet kullanılmalıdır.
Depolarizasyon, söz konusu kurumun (şirket veya devlet), o kurumla ilgili herkes üzerinde yarattığı yönlenmiş bakış açılarının tamamen terkedilmesi, yerine de herhangi yeni bir bakış açısı konulmaksızın bir süre öylece kalınmasıdır*.
İkinci bir depolarizasyon aracı, geleneksel Evet-Hayır Mantık Sistemi’nin terkedilmesidir. Geleneksel anlayışımız, birbirine karşıt olduğu varsayılan şeylerin birlikte doğru olamayacağını söyler. Gerçekten de birbirine karşıt olan şeyler için bu doğrudur.
Ancak, zaman içinde bu anlayış sulanmış, neredeyse aynı yöndeki şeyler bile karşıt varsayılarak birlikte var olamayacakları ileri sürülmeye başlanmıştır. Günümüzde artık evet-hayır mantığı çok dikkatle kullanılmalıdır. Bu sulandırmaya meydan vermeyen yeni mantık sistemine Sürekli Mantık Sistemi (Fuzzy Logic) diyebiliriz**.
Yeniden Tasarlama Araçları ise, yansız olarak bakılması sağlanmış sistemi sil baştan kurmaya yarayan aletlerdir. Şöyle ki :
-
Çeşitli işlerin, bir iş içinde toplanması..
Şirket ya da devlet organizasyonlarımızda işler, değişik kişiler tarafından yapılabilecek şekilde parçalanmıştır. Bu yaklaşım, Taylor’un ünlü “işleri, en sıradan insanların yapabileceği basitliğe kadar parçalayın” öğretisinden kaynaklanmıştır.
Bu öğretinin, işin bütünü hakkında hiçbir fikri ve sorumluluğu bulunmayan, tüm hedefi, kendisine verilmiş iş parçasını yapmak -hatta diğer parçaların aksaması pahasına dahi olsa- olan kişiler yarattığı, işin bütününün yapımından sadece en tepedeki 1 kişinin sorumlu oluşuna yol açtığını artık biliyoruz.
Bu nedenle, artık işleri bu şekilde parçalamayıp, ya bir kişi (case worker) ya da bir ekip (case team) tarafından tüm sorumluluğu taşınacak şekilde tasarlama yaklaşımı geçerlidir.
-
Çalışanların, karar vermesi..
Karar vermeyi, işin fiilen yapımından ayıran yaklaşım yerine, kararların işi yapanlarca verilmesini sağlayan `düşey sıkıştırma’ yaklaşımı gündeme gelmiştir. Çeşitli iş parçalarının bir bütün oluşturacak şekilde birleştirilmesi, organizasyon derinliğini azaltmakta yani bir anlamda organizasyonu düşey yönde sıkıştırmaktadır.
-
Bir süreçteki adımların doğal sırada olması..
Geleneksel iş planlaması metodları, işleri çoğu zaman doğal akımın dışına çıkacak şekilde sıralar. Bu, fazladan doğan beklemeler ve dolayısıyla da fazladan doğan maliyetler demektir.
Örneğin, bir devlet dairesine bir iş için başvuran kişinin evrakı üzerindeki işlemler masa sırasına göre yapılır. Halbuki, aynı anda birden fazla masada yapılabilecek işlemler vardır ama sırf usulleri bozmamak için gereksiz olarak her masanın işleminin bitmesi sonuna kadar beklenir.
-
Tek tip süreç yerine çeşitli süreç tipleri..
Geleneksel “her bedene aynı elbise” yaklaşımı terkedilmektedir. Örneğin, mevcut bürokratik sistemlerde, evinin balkonuna küçük bir değişiklik yapmak isteyen bir kişi ile gökdelen inşa etmek isteyenin tabi olduğu muamele aynıdır.
Yeni yaklaşımda işler gruplandırılmakta, birbirine benzeyen işler aynı gruplara koyulmakta ve prosedürler bu gruplara göre ayrı ayrı tarif edilmektedir.
-
-
Nis 16 2012 “SECONDMENT”
“SECONDMENT”
Türkçemizin yeni kavramlar açısından giderek geri kalması, teknoloji alanından başka alanlarda da kendini gösteriyor.
“Kendi işini kuran bir kişini ihtiyacı olan bir uzmanlık hizmetini sağlamak üzere, büyük bir kuruluş tarafından bir elemanın geçici bir süreyle tahsis edilmesi şeklindeki yardım” biçiminde Türkçe’ye çevrilebilecek olan bu sözcük için “yardımlama”; bu şekilde görevlendirilen personeli ifade eden “secondee” için de “yardımcı” sözcüklerini -şimdilik- kullanabiliriz. İleride, bizim kamu ve özel sektör kuruluşlarımız da Batı’da olduğu gibi kendi işini kuracak olanlara yaygın olarak bu desteği sağlamaya başladıklarında daha kullanışlı, daha sevimli bir karşılık bulunabilir.
Kendi işini kurma konusunda hükümetin finansal özendiriciler ilan ettiği günümüzde “yardımcı” desteği özel bir önem taşımaktadır.
Ülkemizde özel sektörün personel tabanı genellikle devlettir. Özel sektörümüzün geçmişi, kendi personel tabanını oluşturacak kadar köklü olmadığı ve ayrıca kalabalık kamu kadroları nedeniyle kamu kesimi ücretleri düşük olduğu için özel sektör için en kolay personel temin yolu, biraz yüksek ücret verip kamu kesiminden eleman almaktır.
Bu nedenle kamu kesimindeki bazı virütik rahatsızlıklar aynen özel sektörümüze de geçmiştir. Bunlardan birisi, “her iş için kuruluş içinde eleman istihdam etmek, dışarıdan hizmet almamak” tır. Bu nedenle de hem kamuda, hem özel kesimde, mesaisinden tam yararlanılamayan çok sayıda uzman personel mevcuttur.
Bu kesimler için büyük bir sorun kaynağı olan bu dezavantajı, -kısmen de olsa- bir avantaja çevirmek mümkündür. Yeni iş kuran bir girişimcinin gereksindiği çok sayıda uzmanlık alanı vardır. Muhasebe, vergi, hukuki işler, yerel yönetimler ile ilişkiler, teknik konular gibi onlarca alanda personel ihtiyacı vardır, ama girişimcinin gücü -özellikle başlangıçta- bunları istihdam etmeye yetmez.
Kamu ve özel kesim kuruluşları, bu ihtiyacı karşılamak üzere, mesaisinin tamamını kullanmadıkları personeli, iş kuranlara “yardım” için görevlendirebilirler. Batıda bu, terfi ettirilecek elemanların yeteneklerinin denenmesi amacıyla da kullanılamaktadır.
Para gerektirmeyen bu faydalı aracı yetkililerin değerlendireceği umuduyla…
Şubat 1996
-
Nis 16 2012 SEKTÖREL EZBER !
SEKTÖREL EZBER !
Ezber, nedeni bilinmeyen bir bilginin bellekte tutulmasıdır. İnsan kavrama yeteneğinin sınırlı oluşu nedeniyle herşeyin nedeninin bilinemeyeceği, bazı bilgilerin “inanç” tabanlı olarak akılda tutulacağı bilinen bir gerçektir.
Örneğin, serbest bırakılan cisimlerin yere düşme nedeninin yerçekimi olduğu bilinmektedir. Bu bilgi ezber değildir. Ama yerçekiminin neden varolduğu bilinmediği için o bilgi ezberdir.
Eğitim sistemimizin en belirgin özelliği ezbere dayalı oluşudur. Gelişkin toplumların hiç birisinde rastlanamayacak ölçülerdeki bu eğitsel hastalığın yalnız okul duvarları arasında kalmadığını tahmin etmek güç değildir.
Ezber, çeşitli sektörler içinde mutasyona uğrayarak , tanınmayacak hale gelmiş, ama sorun bununla da kalmamıştır.
Ezber, çeşitli sektörler tarafından öylesine iyi sindirilmiştir ki sosyal bünye onun bir tümör (hem de habis) olduğunu farketmemekte, en değerli besiniyle (insan beyinleri) onu besleyip sürekli olarak semirtmektedir.
Ezber çeşitli kurum ya da sektörlerce bakınız nasıl özümlenmiştir: Ezberin hiç bağdaşamayacağı sanılan “girişimcilik”, bu hastalıktan en çok nasibini alan kurumlardan birisidir.
Bir girişimci bir iş fikri üretip onu yaşama geçirdiğinde, onu gören bir girişimci derhal onu izler ve o da aynı işi yapmaya başlar. Sonuç, kısa bir süre içinde her ikisinin de batmasıdır. Çünkü, o iş fikrine karşı gelen iş hacmi muhtemelen iki girişimciyi besleyecek büyüklükte değildir.
Ülkemizde, ilginç bir iş fikrinin, ezberci girişimcilerce iğdiş edilip nasıl cılkının çıkarıldığını hemen herkes bilir.
Yayıncılık sektörü, yine ezberin iyi kök saldığı alanlardan birisidir. Basılı,görsel ve işitsel medyadaki tüm yapımlar tek elden çıkmışçasına birbirinin aynıdır.
Ezberle taban tabana zıt, yaratıcılığın tam egemenliğinde bulunması gereken bir alan sanat, onun da ezbere hiç tahammülü olmayan dalı olan güldürü sanatı ezberin etkisiyle daralmış, yalnızca geri zekalı taklidi yapmaya indirgenmiştir. Küçük bir kısım sanatçı hariç geri kalanı, bu işi gerçekten de aslından farkı anlaşılamayacak kadar doğal yapmaktadırlar.
Kimi ülkelerde “güzelleşme endüstrisi” denilen ve çoğunlukla kadınlara yönelik olan da ülkemizde ezberin en çok etkisinde kalanlardandır.
Sokakta, gazete resimlerinde, parlamentoda ya da herhangi bir toplantıdaki kadın giyim-kuşam, makyaj ya da saç biçimine dikkat edilirse, kadınlarımızın en az yarısının birbirinin aynı görünüşte olduğu görülecektir.
Ama bütün bunların içinde öyle bir tanesi vardır ki işte o, bu işin kaynağı olan eğtimi dahi geride bırakmıştır. Bu, kamu yönetimi ya da bürokrasidir.
Osmanlı zamanından bu yana değiştirilemeyen usullere üstüne üstlük “devlet geleneği” diye bir de isim takılmıştır. Bir işlemin niçin öyle yapıldığını, başka türlü yapılırsa olup olamayacağını sormak hemen hiç rastlanmamış bir olaydır.
Her yıl yapılan bütçeler, bir yıl evvel yapılmış bütçenin yalnızca rakamlarının değiştirilmesinden ibarettir.
Bu kısa bir iki örnekten yola çıkılarak tüm sektörler gözden geçirilirse, ezberin iliklerimize kadar nasıl işlediği görülecektir.
Bu hastalığa dikkat edilmelidir. Bir toplumu sinsice yok edebilecek eğer iki neden varsa, bunlardan birisi mutlaka ezberdir.
Salı, 02 Nisan 1996
-
Nis 16 2012 TOPLANTI MERAKI VE “TOPLANTI YÖNETİMİ” !
TOPLANTI MERAKI VE “TOPLANTI YÖNETİMİ” !
İster iş hayatı isterse siyasal ya da sosyal amaçlı çalışmalar olsun, insanların zamanlarını en çok harcatan eylem türü, tartışmasız ki toplantı’ lardır.
Ne yazık ki, insanların yaşamlarından sürekli olarak küçük parçalar kopması demek olan toplantı’ ların daha etkin kullanılabilmesi için çaba harcandığı oldukça seyrektir.
Toplantı, bir sorun çözme aracıdır. Her sorun çözme aracı nasıl ki her türlü sorun karşısında kullanılamazsa, toplantı da her soruna iyi gelen bir panzehir değildir. Pratikte ise toplantı’lar tam bir panzehir olarak düşünülür ve hemen her durum karşısında derhal bir toplantı düzenlenir.
Toplantı’larla bu denli içli-dışlı olan insanlarımız, toplantı’ların -ve hele rastgele düzenlenmiş ise- ne kadar yararsız olduğunun bilincindedirler. Kendisine hiçbir fikir danışılmayan ama sırf eksik kalmasın diye toplantılara çağrılmış kişilerin saatlerce nasıl oturtulduğunu ya da tam aksine sadece çağrıldığı için kendisini göstermek gerektiğini düşünüp kimseye söz hakkı bırakmayan insanları hep biliriz.
Ama bu bilince karşın, toplantıların hala bu denli tutulmasının başkaca nedenleri olmalıdır. Akla gelebilecek bazı nedenler; sorun çözümü için sahip olunan alet çantasının fakirliği, tek başına sorumluluğu üstlenilmek istenmeyen bir olay karşısında başkalarını da sorumluluk altına sokma düşüncesi ya da toplantı yapılan konu hakkında ne yapılacağını katılımcılardan sorma niyeti olabilir.
Çeşitli sorun çözme araçlarından hangisinin nerede kullanılacağını bilmek, en değerli bilgidir.
Toplantı’lar, bir kısım insan arasında iletişim sağlamak, yaratıcı fikirler üretmek, dolaylı eğitim yapmak gibi amaçlarla kullanıldığında son derece yararlıdır. Ama, buradaki her amaç için ayrı bir kurgu altında toplantı yapmak kaydıyla ! Örneğin, günün bütün yorgunluğu ve tükenmişliğini taşıyan insanları sigara dumanlı bir odaya sokup onlardan yaratıcı fikir üretmelerini istemek ya da kimin ne bildiğini araştırmadan sadece “bu ilaç sana iyi gelir” gibisinden tüm katılımcılara birşeyler öğretmeye kalkmak abesle iştigalin ta kendisidir ve de bir zaman hırsızlığıdır.
İşte bu nedenler ile Toplantı Yönetimi, bir anlamda insan hayatının boşuna akıp gitmesine engel olabilecek yararlı bir araçtır.
Toplantılara bu denli meraklı bir toplumun, bir araçtan nasıl en büyük etkinliği elde edeceğini merak etmesi ve Toplantı Yönetimi adı verilen tekniğe daha büyük önem vermesi beklenir.
-
Nis 16 2012 VERİMLİ ÇALIŞMA İÇİN ÖZEL TBMM TAKVİMİ
Salı Salı Salı Çarşamba Cuma Cuma Toplanbe
7 6 5 4 3 2 1
15 14 12 11 10 9 8
22 21 20 19 18 17 16
Bu takvim, T.B.M.M.’nin daha verimli çalışmasını teminen özel olarak geliştirilmiştir. Şöyle ki:
- Bu takvim sayesinde ayın yedisinde görüşülmeye başlanan bir konuyu mesela aynı ayın üçünde bitirmek mümkündür.
- Sözlü soruların birikimine engel olabilmek ve ayrıca da üyelerin en devamlı günü olduğu dikkate alınarak, haftaya üç Salı konulması uygun görülmüştür.
- Toplantı yeter sayısı genellikle bulunamadığından Perşembe’ler; zaten toplanılmadığından da Cumartesi ve Pazar’lar kaldırılmış, onun yerine Cuma’ların sayısı artırılmıştır.
- Seçmen ziyaretinden bunalan arkadaşlarımızı düşünerek, en yoğun ziyaret günü olan Pazartesi’leri de iptal ettik.
- Milletvekillerinin komisyon toplantılarına devamını teminen “Toplanbe” tabir edilen bir yeni gün icadettik.
- Batıl inançları olanları düşünerek ayın 13’ünü iptal ettik.
- Daha sık maaş alınabilmesini teminen ayları 10 gün kısaltttık. Aynı gerekçeyle Mart, Haziran, Eylül ve Aralık aylarını da kaldırdık.
- Nihayet, hükümetlere daha rahat bir icraat ortamı sağlayabilmek için, 500ncü güne rastlayan her iki yılda bir Mayıs ayının 15nci günü iptal edilmiştir.
24 Eylül 2001
