• ZAMANA SAYGI VE İNSAN HAKLARI

    ZAMANA SAYGI VE İNSAN HAKLARI

    Türkiye’de yaklaşık 40 milyon erişkin, hergün ortalama olarak bir yerlere 15’er dakika gecikse, bu ne demektir? Bu, yılda yaklaşık yarım milyar (evet yanlış okumadınız, beşyüz milyon) gün kaybı demektir.

    Bir başka hesapla, ulusal gelirimizin oluşması için mevcut bulunan net zamandan çalınmış yaklaşık %3’lük bir pay demektir. Bunun maddi karşılığı ise yılda 3 milyar dolar civarındadır.

    Hangi sistemde olursa olsun ceza yasalarına dikkat edilirse, cezaların, mağdurların kayıplarını telafiye yönelik olduğu görülür. En büyük cezalar da, «insan ömürlerinden çalma» suçlarına verilmektedir. Örneğin, çoğu ülkede kasıtlı adam öldürmenin cezası yine ölüm olmaktadır. Bu haklı değildir ama günümüzün katı gerçeği budur.

    «Öldürme» eyleminin bir anlamı da kişi ömrünün (yani zamanının) bütünüyle yok edilmesidir. Pekiyi, zamanın (yani ömrün) bütünüyle yok edilmesi yerine mesela 1 dakikası yok edilse ne olur?

    Aslında 1 dakikayla pek de bir şey olmaz. Ama bu bir defa olacak bir «gasp» olgusuysa bir şey olmaz. Her önüne gelen 1 dakikanızı çalarsa ne olur?

    Bu hesap herkes için değişir. İnsanlarla ilişkisini kesip inzivaya çekilmiş bir kişi için bir kayıp söz konusu değildir. Diğer yandan, her gün ortalama 30 kişiyle ilişkisi olan bir insan içinse mesela 40 yıllık bir süre içinde yaklaşık 3.5 yıllık bir kayıp demektir.

    Ümitsiz hastalıklarda bir hastayı 2 ay daha yaşatabilmek için harcanan onca çaba dikkate alınırsa, 3.5 yılın ne demek olacağı daha iyi anlaşılacaktır.

    «Zaman hırsızlığı» olgusu incelendiğinde bunun tek nedenden kaynaklanmadığı, ama önemli nedenlerden birisinin de «bir şey yapmamayı bilmemek» olduğu, en büyük hırsızlıkların da insanların kendileri tarafından gerçekleştirildiği görülecektir. Evet, bir şey yapmayı değil, yapmamayı bilmemek!

    Çoğu insan için düşünmek bir külfettir. Bu nedenle bir an önce ondan kurtulmak için «eylem» içine kendini atar. Ama, karar verdiği eylemin gerçekte yapılması gereken eylem olup olmadığı belli değildir, çoğu zaman da yanlış eylemdir. Yanlış eylem ise zaman kaybı demektir.

    «Bir an önce bir şeyler yapmak», öylesine sinsi bir dürtüdür ki, çoğu kimse, doğru olarak ne yapılması gerektiği konusunda bilgisinin, aklının tek başına yetmeyebileceği gerçeğini bir yana atıp eyleme geçer.

    Tek kişilerin bilgi ve akıllarının yetmediği haller için geliştirilmiş yaklaşım olan «ortak akıl» üretme usulleri genellikle bilinmediği için kişiler, kendi akıllarına geleni ya doğrudan yaparlar ya da birilerine danışırlar.

    Danışma, iyi bir «ortak akıl yaratma» yöntemi değildir. Çünkü tek tek yapılır. Ortak akıl ise, bir araya gelmiş insanların aynı anda düşünmeleriyle gerçekleşir.

    İşte bu süreci bozan en önemli engel, «bir şey yapma eğilimi» ya da bir diğer deyimle «insanın kendini bir şey yapmaktan alıkoyamaması» ya da «bir şey yapmamayı bilmeme» dir.

    İnsanlar bu yetmezlikleri nedeniyle hem kendi hem de başkalarının zamanlarını çalar, yapılabilecek yararlı işlerin yapılamamasına yol açarlar.

    Herhangi bir işi yapmak üzere bir araya gelmiş bulunan insanların ilk (ve belki de tek) yapması gereken şey, benlikleri içindeki bu «ortak akıl eseri olmayan bir şeyleri hemen yapma» eğiliminin farkına varmaları ve onu gemlemeyi yani «bir şey yapmamayı» öğrenmeleridir.

    Bir kavramın iyi özümlenip özümlenmediği için şöyle bir test yararlı olabilir: Eğer o şeyle benzer gibi görünen kavramlarla farklar, ya da aksine, benzemez gibi görünenlerle benzerlikler belirlenebiliyorsa, kavram iyice özümlenmiştir.

    Bu asit testi yardımıyla «insan hakları» kavramına bakılırsa şu görülür: insan haklarından sürekli olarak söz eden onca insan, zaman hırsızlığı konusunda duyarsızdır. Halbuki, bu iki kavram çok yakından ilişkilidir. O halde insan hakları konusunda henüz yeterli duyarlık oluşmamıştır.

    Pazar 27 Ağustos 1995

  • AZ BİLİM !

    AZ BİLİM !

    Herşeyin azı-çoğu olabildiğine göre acaba bilimin de azı çoğu olamaz mı?

    Önce bu abesle iştigal nereden aklıma geldi onu açıklayayım.

    Bilimle ilgili konumumuzun ve de bunun gerçek nedenlerinin sorgulanması, en katı askeri yasaklardan daha da dokunulmazdır. Bu konuda yalnızca bilime ayırdığımız paranın GSMH’ya oranının ülkemizde az olduğu peryodik olarak dile getirilir ve bu kadar paraya bu kadar bilim denmek istenir.

    Halbuki işin aslı farklıdır. Ayrılan paranın az olması sebep değil, sonuçlardan yalnızca birisidir.

    Sadece bu teşhis dahi, sorunun hiç anlaşılmadığını göstermeye yeterlidir. Ama tartışılmak istenen bu değildir.

    Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerinde, bir dahinin harekete geçirebildiği “varlığını sürdürebilme silkinişi” ile kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği, kurumlarımızın göstereceği performansa bağlıdır. Bu kurumların içinde de bilim başta gelmektedir.

    Burada bilim ile yalnızca laboratuvarlarda yapılan deneyleri değil, tüm toplum kurumlarının dokuları içine yerleşmiş bulunan “sorun çözme kaabiliyeti” kastedilmektedir.

    Bir başka deyimle; politikaya, sanata, sanayiye, ticarete, eğitime ve bizzat bilime, bilimsel düşüncenin ne ölçüde hakim kılınabildiği kastedilmektedir.

    Bunu ölçebilmek için ancak dolaylı ölçütlere sahibiz.

    Bu ölçütlerden birisi, bilimsel yaklaşımın neredeyse hakarete varan bir aşağılayıcılıkla kullanılmasıdır.

    “Bu yaklaşım bilimseldir ama işe yaramaz!”

    “Bilimsel olarak iyi ama halk anlamaz!”

    “İşin o tarafı bilim adamlarını ilgilendirir. Biz pratik(!) olmalıyız!” ya da

    “Bilim, öyle adi gündelik sorunlarla ilgilenmez!” vs vs.

    Bir başka dolaylı ölçüt, toplumumuzun çeşitli sorunlarının çözümünde ya da en azından çözümlerinin tartışılmasında bilimsel metodların ne denli kullanıldığıdır.

    Bir sorunu incelemeyi, tartışmayı amaçlayan ortamlarda (kitap, makale, açık oturum, panel vs), o soruna yol açan nedenlerin hepsinin, bilinenlere dayalı olarak (bilimsel anlamda basitlik) ortaya konulduğuna şahit olan pek az kişi vardır.

    İşte bu yüzden, “niçin hızlı çoğaldığımız” yerine köy hanımlarına koruyucu dağıtmak, “çevrenin niçin kirlendiği” yerine fabrika kapatmak, “enflasyonun nerelerden kaynaklandığı” yerine para basımının durdurulmasını temenni etmek gibi yanlış olmayan ama gerçeğin sadece bir bölümünü içeren konular üzerinde konuşulur ve de konuşulur.

    İddiam odur ki, bunların sebebi “az bilim”dir. Ve yine iddiam odur ki “hiç bilim”, “az bilim” den daha iyidir.

    Bu iddiaların dayandığı temel, sorunlarımızın yapısıyla ilgilidir.

    Gündelik hayatta karşı karşıya bulunduğumuz ve hergün yüzyüze olduğumuz için de senli benli hale geldiğimiz sorunların hemen hepsi son derece karmaşık yapılıdır.

    Hiç bir sorun, tek başına o sorun alanıyla ilgili bir bilimsel yöntemin kullanılması suretiyle çözülebilecek kadar yalın (katışıksız) değildir.

    Sorunlar, birbirleriyle süratle birleşmek ve ilk yapılarına hiç benzemeyen yeni sorunlar oluşturmak eğilimindedirler.

    Halbuki, bilimsel yöntemler genellikle yalın sorun alanları için geliştirilirler. Bu metodları kullanarak, karmaşık yapılı sorunların çözümüne uygulanacak hale getirenler teknolojistlerdir. Her teknoloji ise özgün ihtiyaçlar içindir.

    Hindistan’daki ve Türkiye’deki hızlı nüfus artışının sebeplerinin büyük bir bölümü birbirinden farklıdır.

    Bu yüzden, Hindistan için geliştirilmiş nüfus planlaması programı aynen Türkiye’de kullanılamaz, olsa olsa ondan yararlanılabilir.

    Ya da İngiltere veya Kanada’daki yüksek enflasyona karşı uygulanan bir program, Türkiye’de sonuç vermeyebilir, hatta tersine sonuçlar dahi verebilir.

    Sorunların bu karmaşık ve özgün yapıları, bilimin belirli bir yetkinlikle kullanımını zorunlu kılmaktadır.

    Elemanter bir sorun alanı için geliştirilen bir yönteme hakim bir kişi, gündelik sorunların çoğunu çözemeyecek, hatta onları anlayamayacaktır.

    Bu dönerek, bilimin bir işe yaramadığı, sorunların ancak inanç, itikat vb akılcılık dışı yollarla çözümlenebileceği gibi bir noktaya götürür ve de götürmektedir. (Yenilen futbol takımlarımızın yetkililerinin sonucu, sporcuların inançsızlığı ile açıkladığı alışılmış bir çözüm değil midir?)

    Sokaktaki insanların bu yanlış kanısına karşılık bilimle uğraşanlar da, karşılaştıkları sorunların bilimi ilgilendirmeyen meseleler olduğu gibi aynı derecede yanlış bir kanıya varabilirler.

    Bu durumun örnekleri sayılamıyacak kadar çoktur.

    Örneğin, en önemli sorunlardan birisi olan işsizlik için ekonomi teorisinde verilen teşhis, yatırımların azlığının işsizliğe yol açtığı şeklindedir.

    Bu, yanlış değil ama eksiktir. Eğer yenileşme (innovation), beceri kazandırma, iş kurma ortamının gelişmişliği gibi alt-yapılar tamam ise, yapılan her yatırım yeni işlerin doğmasına neden olur.

    Bunların birisinde bir yetersizlik varsa, bu defa yapılan yatırımlar aksine iş kaybına yani işsizliğe yol açarlar.

    Yıllardır işsizlikle ilgilenen bilim adamlarımızın ve onlardan kapma bilgilerle ülke yönetenlerin benimsedikleri “işsizlik yatırımla önlenir” şablonunun yanlışlığının altında, işte bu “az bilim” gerçeği yatmaktadır.

    Benzer şekilde, işsizlikle enflasyonun ters ilişkili olduğu da ekonomi teorisinin öğretilerindendir. Ama bu öğretinin dayandığı bir varsayım, sistemin alt yapısı denilebilecek konularda her hangi bir çarpıklığın bulunmadığı, sistemin kararlı olarak çalışabildiğidir.

    Bir başka deyimle, teorinin tanımladığı işsizlik, enflasyon vb semptomlar, bizim kullanageldiğimiz işsizlik ve enflasyon terimlerinden daha farklıdır.

    Teoride işsizlik denilince, işgücü pazarının gerektirdiği becerilerle donanmış ve pazarın biçtiği ücretten emeğini satmaya hazır bir kişinin iş bulamaması anlaşılır.

    Ülkemizde ise işsizlik denilince, herhangi geçerli bir beceriye sahip olmayan ama bazen elinde bir takım kağıtlar (diploma) bulunduran bir kişinin iş bulamayışı anlaşılmaktadır.

    Birinci durumdaki işsizlik, gerçekten de yatırımla giderilebilirken, bizim durumumuzda sorunun çözümü yatırımda değil beceri kazandırmadadır.

    Aynı çelişkili tanımlama enflasyon için de geçerlidir.

    Ülkemizde enflasyon ve işsizlik adı verilen olguların kaynak nedenlerine yakından bakıldığında, her ikisinde de çok sayıda ortak sebebin bulunduğu görülecektir.

    Yani birisini azaltan nedenler diğerini de azaltacaktır.

    Ünlü siyasi ekonomistlerimizin birisinin katıldığı bir konferansta, enflasyonu hızlı azaltmanın, işsizliği artıracağı şüphecilikten uzak bir tavırla ortaya konulduğunda, bu konferansı izleyenlerin bilime güvenlerinin sarsılacağından endişelenmemek elde değildi.

    İşte bu eksik teşhislerin altında da “az bilim” gizlidir.

    Bu duruma katlanmak söz konusu olamıyacağına göre çare nedir?

    Çare iki bileşenlidir: Birincisi, sorunu bu şekilde anlamak, ikincisi ise sorunlarımıza teşhis koymak durumunda olanları, bilimsel yaklaşımları tam kullanmak yolunda yönlendirmektir.

    Daha da önemlisi, bilimin, sadece bilim adamlarının üniversite ve araştırma kuruluşlarının duvarları içinde meşgul oldukları bir iş değil, sokaktaki insanın dahi günlük yaşamında kullanabileceği “kullanışlı bir araç” olduğu bilincinin geliştirilmesidir.

    Bu ise herkesin, kim tarafından söylenirse söylensin tüm beyanlarına “niçin” sorusunu bıkıp usanmadan sormasına bağlıdır.

    Yasağın her türlüsü sevimsizdir. Ama bir tanesine izin verilmek gerekirse o da, “niçin” sorularının karşılığında verilmesi adet olmuş “bu böyledir, çünkü biz böyle söylüyoruz” cevaplarının yasaklanmasıdır.

  • BİLİM ÇANTASI!

    BİLİM ÇANTASI!

    Merakı, araştırmacılığı uyarıldığı için bilim adamı olan ya da buluş yapan ne kadar çok insan vardır.

    Leonardo DaVinci’nin olağanüstü sanat dehasına kaynaklık eden merakının, iyi bir gözlemci olan dayısı tarafından uyarıldığı söylenir.

    “Bir Tutkunun Öyküsü” kitabının yazarı, çok sayıda uluslararası değerde buluşa imza atan Erbil Serter, buluş tutkusunun, babasının kendisine hediye ettiği bir model helikopter planı ile başladığını söylemektedir.

    Toplumumuzun buluşçuluğa karşı tutumundan, buluşunu ancak yurtdışında hayata geçirerek koruyabilen Dr. Ziya Özel de – medyamızın koyduğu isimle Zakkumcu Ziya-, iyi bir gözlemcidir.

    Toplumların, buluşculuk kabiliyetleri ve bunları yaşama geçirmedeki başarılarına göre – neredeyse kesin çizgilerle- ayrıldığı günümüzde, toplumumuzun buluşçuluğa, dolayısıyla merak duyan insanlara ne denli ihtiyaç duyduğu açıktır.

    Bu noktada bir soru akla gelmektedir: anne-baba ocağından okula, oradan iş hayatına varıncaya dek neyi – nasıl yapacağı kalıplar halinde – ve de tek seçenekli olarak- kendisine belletilmiş olan çocuk, genç ve erişkinlerimizin bu yarı – ölü merakları – ki diğer yarısı dedikodu merakına dönüşmüştür – tekrar nasıl uyarılabilir ?

    Erişkinlerimizin meraklarını televole, şamdan, paşa gibi kültür kaynaklarından bir başka noktaya çevirmek pek kolay görünmüyor. Bu nedenle merakları tam ölmemiş çocuklar hedef kitle olarak alınabilir.

    Merakları bir yolla uyarılacak çocuklar bu defa da, “Nil nehrinin uzunluğunu bize niçin belletiyorsunuz?”, “tüm öğrettiklerinizin tek doğrular olduğuna nasıl güveniyorsunuz ?” gibi rahatsız edici sorular sorabilirlerse de bundan korkmamak gerekir.

    Düşünürlerimiz, insanlarımızın meraklarını uyarmak -ve uyarılmış olanları da öldürmemek- için yollar düşünmelidirler. Okullar ders konularını merak paketleri içine sarmalı, anne ve babalar en kıymetli varlıklarının çocukları değil onların merakları olduğunu, merakı öl(dürül)müş bir çocuğun artık yaşamadığını idrak etmelidirler.

    Merakı aşağılayan, onu cinsellik çağrışımlarıyla birleştirerek değer yargılarımızın “ayıplar” bölümüne yerleştirmiş olan geleneğimizin, eğer sinsice bir tuzak değilse ahmaklığımızın bir ürünü olduğunu artık anlayabilmeliyiz.

    Eğer gelişmenin temelinde bilim ve onun da temelin de merak varsa, içinde merakın bulunmadığı, sadece birbirine ünvan tevzi etmek ve bunu da bilim için bir ehliyet saymak gibi bir sahte bilim anlayışının, bizi nasıl bilimden mahrum bıraktığını artık görebilmeliyiz.

    Sevgili okurlarım,

    Sizlere bu çerçevede bir öneride bulunmak ve bilimi, bu tutsaklığından kurtarabilmek için birlikte hareket etmeye davet ediyorum. Düşünce şu:

    Çocuk ve gençlerimize, küçük ve büyüğü birlikte gözleyebilmeleri, içine sıkıştırdığımız tek doğrulu öğretilerden uzaklaşıp kendilerine daha uzlaşmacı ve de merak ve bilim dolu dünyalar kurabilmeleri için birer mikroskop ve teleskop hediye etmek!

    Eğitime katkıda bulunmak isteyen ve de bulunan yüzbinlerce insanımız var. Bunların önlerine koyabildiğimiz tek doğru, eğitim sorunlarının taş ve tuğlalardan -yani okul binaları- ibaret olduğu, dolayısıyla da eğer yeterli paraları varsa okul inşa ettirmeleri, paraları yetmiyorsa derslik yaptırmaları biçimindedir.

    İnsanlarımız buna inanmışlar, hayırseverler harıl harıl ya okul ya da derslik inşaatı yaptırmaktadırlar.

    Geliniz bunun, eğitim sorunlarımızın içinde son sıralarda yer aldığını, hatta önümüzdeki yıllarda, eğitimin okul duvarlarıyla sınırlı olmaktan giderek kurtulacağını herkese duyuralım. Sorun, okul ya da derslik eksiği değil, bunların içinde ne yapıldığıyla ilgilidir.

    Bir böceğin kanatlarını ve gökyüzünün ne denli dolu olduğunu aynı günde görebilen bir çocuğun merakının nasıl uyarılacağını düşünebiliyor musunuz?

    Uyarılan bu merakın, birçok çocuk ve gençte, disiplinli merak denilebilecek – ve bize tanıtılandan çok farklı- olan bilime nasıl dönüştüğünü hep birlikte görebiliriz. Bu tür insanların artması, merak sahibi insanlarımızı boğan atmosferi rahatlatacak, bilimi ünvan almış olmak sanan bilim sahtekarlarına karşı bir koruyucu olacaktır.

    Mikroskop ve teleskoptan ibaret set, bir anlamda yeni bir “bağış birimi” yaratacaktır. Bugün mevcut olan bağış birimi -ki en küçüğü derslik yaptırmaktır-, yaklaşık 5 milyar lira civarındadır. Adına Bilim Çantası denilebilecek setin fiyatı ise yaklışık 150 milyon lira kadar olacaktır.

    Tanıdığı bir çocuğa, başarısından dolayı ya da başarısını özendirmek için hediye vermek isteyen bir kişi için bu iyi bir seçenektir. Tanımadığı bir yerdeki çocuklara hediye vermek isteyen bir kişi için de, mali gücünün yettiği ölçüde Bilim Çantası yollamak yine iyi bir yoldur.

    Böyle bir set ortada olabilse, Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere tüm ülkedeki okullara Bilim Çantaları hediye etmek isteyen yüzbinlerce kişi ortaya çıkacaktır.

    Projenin finansmanı büyük ölçüde kendi içindedir. Çünkü setlerin masrafı bağışları yapanlarca karşılanacaktır. Ama mekanizmaya ilk hareketi vermek, bu trafiği yönetecek birkaç kişiyi görevlendirmek ve belirli bir asgari stoku tutmak için yaklaşık 20 milyar liralık bir harcama gerekir.

    Cenazelere yollanması adet olmuş çelenkler yerine eğitim vakıflarına bağış yapmak iyi bir fikirdi. Şimdi bir adım daha atıp, çocuk ve gençlerimizin meraklarını uyarmak için de bu toplumsal girişimi başlatalım. Ne dersiniz?

  • BİLİM MERAKTIR!

    BİLİM MERAKTIR!

    Bilim ve/ya teknoloji konusunda yazılıp söylenenlerin, bu alanlardaki gelişmeler, gelecek tahminleri ya da bir gelişme gösterebilmemiz için yapılması gerekenler gibi noktalara yöneltilmesi alıştığımız üsluptur. Bu yaklaşımın yaygınlığı dahi tek başına, bizim bilim ve teknolojiden niçin istenilen düzeyde yararlanamadığımızın bir işaretidir.

    Bir eksikliği, “o eksiklik olmasaydı neler olurdu ?” şeklinde iştah kabartarak gidermeye çalışmak pek ilkel bir çıkmaz yoldur. Refah ya da mutluluk düzeyine erişmeyi özlediğimiz insan topluluklarının sorunlara yaklaşım yolu ise “iştah kabartma” biçiminde değil, “neden arama” şeklindedir. O halde doğru sorular şunlar olabilmeliydi;

    • “Bireysel ve de toplumsal yaşamımıza bilimin yol göstericiliği ne ölçüde egemendir ?”, “bilim yerine egemen olan yaklaşımlar nelerdir ?”

    • “Bilimin yol göstericiliğini saptıran faktör(ler) nelerdir?”

    • “Bu faktör(ler) ortadan kaldırılabilir ya da yönleri değiştirilebilir mi, nasıl ?”

    Bilim ile inancı birbirinden ayıran en önemli fark, hükümlere varmak için kanıt aramak ya da inancı kanıt saymaktır. Kanıt aramadan sahip olunan ya da bir başka deyişle bilimin süzgecinden geçirmeden sahiplenilen inanca “kör inanç” (taklidi iman), bilimle sürekli olarak test edilip, olabildiğince dogmalardan arındırılan inanca da “sağlam inanç” (tahkiki iman) denilmelidir.

    Böylece, bilim ve inancın “özerklik içinde bütünlüğü” gibi, geleneksel “bilim ve inancın bütünleşemezliği” görüşünden farklı bir noktaya varılmaktadır.

    Üçüncü bin yıla girerken dinsel akımlardaki gelişmeyi bu yaklaşım açıklayabilmekte, ayrıca da köktencilik ile “super fundamentalism” adı verilen akımları da net olarak ayırabilmeye yaramaktadır.

    Toplumumuz, bilimin yol göstericiliğini redderek yalnız dünyevi yaşamını ilkelliğe terketmemiş, dinsel inançlarının da “taklidi iman” sınırını aşamamasına yol açmıştır.

    Yukarıdaki doğru soruların hiç olmazsa birincisi nadir de olsa sorulmuyor değildir. Ama, bilimi dahi “kör inançlar”a dayalı hale getirebilen insanımız, yeterli kanıt aramadan, kendine göre kanıt saydığı “kör inanç baklaları”nı birbirine ekleyerek sözde bir “açıklama zinciri” üretmektedir.

    Bilim birçok işe yarayabilir, ama herhalde en vazgeçilmezi, “bilimin yol göstericiliğinden niçin yararlan(a)madığımız” sorusunun cevaplarının verilmesindeki yol göstericiliğidir.

    Bilim, temel olarak “neden ?”, teknoloji ise “nasıl ?” sorularını yanıtlar. Teknolojinin sloganı olan (know-how) deyimi de, “nasıl” ın bilinmesini işaret etmektedir.

    Bugüne kadar, bu soru yeterince ağırlıkla sorulmadığına göre, “bilim”in yapı taşı olan “neden” sorusunun sorulma geleneğimizin zayıflığı, bilimdeki geri kalmışlığımız ile aynı anlama gelmektedir.

    Yıllardır binlerce defa bir araya gelip, bilim ya da teknoloji konuşan insanlarımızın bu soruları sormadığı, her türlü kanıtıyla ortadadır. İnsanlarımız sormamaktadır, çünkü soruların yanıtlarını bildiğine ilişkin “kör inançlar”a sahiptir. Ama bu “kör inançlar”ına bilim adını koyduğu için, herhangi bir bilimsel kuşkuya da düşmemektedir.

    Gerek (neden) gerek (nasıl) sorusunu sorma geleneğimizin zayıflığı ise tek kavrama indirgenebilir: Merak eksikliği ! O halde bilim ve teknolojide arzu ettiğimiz gelişmeyi gösterebilmemizi engelleyen başlıca neden, “insanımızın meraksızlığı” dır.

    Bundan sonra birkaç soru daha sorulmalıdır. Bunlardan birisi, bu merakın doğuştan mı bulunmadığı, sonra dan mı azaldığı, yoksa her iki durumun birden mi var olduğudur.

    Her sorunu, kör inançlarına göre kestirme biçimde tanımlayıp çözmeye meraklı insanımız, merak azlığının nedenini eğitim verme konusundaki yetersizliğimize bağlamaktadır. Bunun nedeninin ise okullarımızın yetersizliği, onun da nedeninin, ayrılan bütçe paylarının azlığı olduğuna “inanmakta”dır.

    Ama bu tanıyı bütünüyle geçersiz kılan acı gerçek, eğitilmiş insanlarımızın da (çoğunun) meraksız oluşudur.

    Bir toplumun meraklılık düzeyini doğrudan ölçen “merakmetre” gibi bir alet olmasa da dolaylı bir çok ölçüt vardır:

    • Acaba kaç anne-baba, çocuklarına aldıkları bir oyuncağı parçalayıp içindekileri görmek isteyen çocuğunu hoş görür, dahası, kırması için özendirir?

    • Acaba, kaç milletvekili veya belediye başkan adayından vaat olarak, bir “Bilim Merkezi” kurması istenmiştir?

    • Acaba kaç kışi Van gölünün niçin yükseldiğini merak etmektedir?

    • Acaba kaç öğrenci, Yeni Çağ’ın niçin İstanbul’un fethi ile başladığını merak etmiştir?

    • Acaba kaç vatandaşımız, niçin herkesin bize düşman olduğunu merak etmektedir ?

    • Ve acaba kaç kişi niçin meraksız olduğumuzu merak etmektedir?

    Bunlar, olası ölçütlerden sadece birkaçıdır. Bilimin popüler hale getirilmesi, özellikle çocuklardaki merakı uyarabilacek güçlü bir yaklaşımdır. Bilim merkezleri- bilim sirki vb adlarla da anılmaktadır- ise yaklaşımın hayata geçirilmesi için iyi yollardır.

    Ama daha da iyi bir yol, meraksızlığımızın nedenini merak etmek, ama onu “kör inaçla” yanıtlamayıp, kanıt arayarak -ve de her an tekrar kuşkulanmaya hazır ve razı olarak- cevaplamaya çalışmaktır. Bu yol ucuz, hızlı ve de güvenlidir !

    Cumartesi, 13 Temmuz 1996

  • ETKİLEŞEBİLME KABİLİYETİ : UYGARLIĞIN ANAHTARI!

    ETKİLEŞEBİLME KABİLİYETİ : UYGARLIĞIN ANAHTARI!

    Semantik olarak bakılırsa teknoloji(1) dokunulabilirler (tangibles) ile uğraşır. Bunun dışında kalan alandakilere ise genelde metodoloji denilmesi uzun süre yeterli olmuştu.

    Iki alanı ayıran çizgi ise sonuçta ortaya çıkanın tek başına işe yarar bir ürün olup olmadığı idi. Metodoloji, ürünlerin dokusu içine yerleşmekle birlikte, uzun süre tek başına alınıp satılan bir değer sayılmamıştır.

    Gerek yerel, gerekse küresel ölçekte rekabet baskın bir parametre olmaya başladıkça, know-how da tek başına alınıp satılır ürün muamelesi görmeye başlamıştır.

    Hele bilişim yazılımlarındaki patlamadan sonra teknoloji kavramına yüklenmiş olan geleneksel `dokunulabilirlik’ (tangibility) tamamen anlam yitirmiştir.

    Soft teknolojiler

    Bugün hala dokunulabilir (tangible) ve dokunulamaz (intangible) ürünlerle ilgili, teknolojileri ayırmak için yer yer soft teknoloji deyimi kullanılıyor ise de artık tümüne birden teknoloji diyebiliyoruz.

    Şimdi bir kaç soruya yanıt aramalıyız örneğin,

    1. Bir insan topluluğunu medeni bir toplumdan ayıran temel özellik(ler) ne(ler)dir?

    Kullandıkları araç gereçlerin çeşitliliği ve kullanım yaygınlığı bir ölçüt olabilir mi?

    1. Çağdaş uygarlık düzeyi ile arasında geniş bir açıklık bulunan bir topluluğun, çağdaş uygarlık düzeyini yakalayabilmesi için hangi teknolojilere -en geniş anlamı ile- ihtiyacı vardır?

    Yetişmek istediği toplumların kullanmakta olduğu son teknolojileri kullanarak yetişebilir mi?

    Bu iki sorudan birincisine verilebilecek yanıt şudur: bir insan topluluğunun kullanmakta olduğu araç gerecin çeşitliliği gelir düzeyinin, yaygınlığı ise gelir dağılımının düzgünlüğünü gösterir.

    Ama bu, gelir düzeyi ve dağılımının sürdürülebilirliğini göstermez. Yani bugün var olan ve belki de düzgün dağılımlı olan bir gelir yarın böyle olmayabilir.

    Uygarlık ölçütlerinin başlıcası ise içinde bulunduğu çevrelere -fizik, toplumsal, spirutual- net katkılarda bulunabilmektir. Topluluğun kullandığı araç-gereçler bununla ilgili değildir. Hatta, kullandığı araç-gereçlerle, çeşitli çevreleri bozacak şekilde dahi davranabilir.

    Ikinci soru ise özellikle Türkiye açısından geçerlidir. Çağdaş uygarlık düzeyi ile arasında önemli bir açıklık bulunan toplulumumuz bunu nasıl kapatabilir?

    Uygarlık, uygar toplumların tüketim kalıplarını benimsemek midir?

    Toplumumuzda genel kabul görmüş yol, uygar toplumların tükettiklerini tüketmek ve onların kullanmakta oldukları son teknolojileri kritiik teknolojiler olarak benimsemektir.

    Bu genel kabul gören yolla bir süre yol alındıktan ve özellikle de bu yöntemi benimsemiş bilim sınıfı belirli bir genişliğe ve sözü dinlenilirliğe eriştikten sonra artık geri dönüş güçleşmektedir.

    Günümüz Türkiye’sinde en son teknolojilerin benimsenmesinin çağdaş uygarlık düzeyine erişmede bir işe yaramayacağı, hatta açıklığın giderek artmasına yol açacağını -ve de açtığını- tartışmak mümkün müdür?

    Çağdaş uygarlık, her an için yeni teknolojiler üretebilen bir olgu olduğuna göre, onun herhangi bir durağan anında kullanılmakta olduğu teknolojileri benimseyerek aynı üretkenliğe erişmek mümkün olabilir mi?

    O halde bu üretkenliğin arkasındaki itici güç, kullanılan ürünler ya da dokunulabilir teknolojiler olamaz.

    Bu itici gücü çok iyi anlamak zorundayız.

    Bunun için de örneğin `eğitim’ gibi içeriği, amaçları, çıktıları herkese göre değişik olabilecek kılıf sözcüklerden ve onlara dayalı tanılardan uzak kalmayı becerebilmeliyiz.

    Bu itici güç tek odaklı bir şey olamaz. Yalnızca sanatçılardan, yalnız üniversite mensuplarından, yalnız askerler, bürokratlar , sanayiciler yqa da politikacılardan kaynaklanan bir güç, toplumun tüm kesimlerini harekete geçirebilir mi? en ceberrut yönetimler en parlak zamanlarında dahi böylesine tek odaklı bir gelişmeyi başaramamışlardır.

    İtici güç nedir?

    Bu itici güç `etkileşebilme kabiliyeti’ denilebilecek bir özelliktir.

    Bir şirketin veye bir derneğin yönetim kurulunda, bir sempozyumda ya da bir TV açık oturumundaki katılımcılar uygar ülkelerde etkileşmek, uygar olmayan ülkelerde ise önceden belirlenmiş bir kişi veya kişilerce, yine onlarca, belirlenen sonuçlara göre etkilenmek üzere bir araya gelirler.

    Etkileşebilme kabiliyeti şu bir kaç konuya bağlıdır:

    1. Herhangi bir amaçla bir araya gelenlerin, etkileşime kapalı olmalarına yol açabilecek özellikler taşımamaları (ünvan, uzmanlık, arogance, yetki sahipliği, vb),

    2. Etkileşimi kolaylaştırıcı yöntem ve araçlar konusunda donanımlı olmaları,

    3. Ortak aklın değerinin farkında olmaları,

    Etkileşime kapalılık çeşitli formlar altında ortaya çıkabilir.

    Bunların hepsinin kökü aynıdır ve bu durumlar içinde bulunabilecek katılımcıların birbirleriyle etkileşmeleri mümkün olmayıp, yalnızca etkilenmeleri ve onaylamaları için katılımcı olarak seçilmişlerdir:

    Örneğin;

    • Soru sormak (her soru yanıtının büyük bölümünü kendi içinde taşır),

    • Üzerinde konuşulacakları kategorize edip sınırlamak,

    • Katılımcıları belirlemek,

    • Sonuç bildirgesi taslağı hazırlamak,

    • Küçük icra grupları oluşturmak,

    • Danışma kurulu oluşturmak,

    • Farklılıkları yönetmenin güçlükleri arkasına saklanmak,

    • Kamu çıkarları argümanı kullanmak

    • Ve benzer formlar

    Ister bir şirket ya da derneğin yönetim kurulunda isterse bir açık oturumda, isterse bilimsel bir toplantıda olsun, bu birliktelikleri düzenleyenler eğer gerçekten işe yarar çıktılar bekliyorlarsa ilk ve de tek göz önünde tutacakları ölçütler şunlar olmalıdır:

    • Ilgilendiğimiz süreç(ler)in tüm paydaşları çağrılı mı?

    • Paydaşlar içinde etkileşimden hoşnut olmayacaklar var mı?

    • Var ise bunlar nasıl kontrol edilecekler?

    • Paydaşlar, etkileşimin öneminin farkındalar mı?

    • Etkileşim kolaylaştırıcı araçlar mevcut mu?

    Etkileşim ne değildir?

    Bir toplantı sırasında ya da bir masa çevresinde oturan, söz alıp konuşan, hattâ itiraz eden insanların varlığı orada bir ortak akıl süreci bulunduğuna, katılımcıların birbirleriyle etkileştiklerine kesinlikle işaret etmez.

    Uygarlık yarışı bir anlamda etkileşimleri kolaylaştırabilme yarışıdır.

    Etkileşime kapanmanın sonuçları nelerdir?

    Etkileşime kapalı olmanın sonuçları tahmin edilemeyecek kadar dramatiktir. Bunlardan en önemlisi ise “süreç parçalanması” denilebilecek olaydır. Öğeleri arasında etkileşim olması gereken süreçlerin bölünüp her birinin ayrı birer amaç haline gelmesi..

    Bunun en yaygın örneği, herhangi bir konudaki “düşünce üretimi” ile “uygulama”nın ayrılmasıdır. Burada zımnen kastedilen, birilerinin düşüneceği, birilerinin de o düşünülenleri uygulayacağıdır. Gerçekte ise böyle olmaz. Düşünenler uygulamadığı için uygulama kabiliyeti düşük düşünceler üretirlerken, uygulayanlar da başkalarından düşünce almayı reddedeceği için sadece görünür sonuçlar peşinde koşmaya başlarlar. Sonuçta her iki süreç adımı içinde yer alanlar da çaba harcarlar, yorulurlar, kaynak harcarlar, çevresindekilere ümit saçarlar ve fakat sonuçta bir şey üretemezler.

    Ülkemizde süreç parçalanması kadar yaygın bir başka hastalık yoktur. Acı olan, herhangi bir sorunu çözmek durumunda olanların ilk aklına gelen, parçalanmışlıkları bütünleştirmek değil, daha da parçalamaktır.

    Bunun en dramatik örneklerinden birisi de, akıl ve inancın parçalanmasıdır. Aracı bilim olan akıl ile, aracı sezgi olan inanç, bir ve parçalanmaması gereken bir bütün iken parçalanmış, her ikisinin de yandaşları -laikler ve dinciler- oluşmuş ve bunlar kıyasıya çatışmaya girişmişlerdir.

    Etkileşime kapanmanın nedenleri nelerdir?

    Peki bu olgunun nedenleri nelerdir? Bu nedenler bulunabilirse, sinerji denilen sihirli ürün elde edilebilir. Bu nedenler çeşitli olabilir. Ama içlerinden biri diğerlerinden daha etkilidir: sorunların kökleri yerine görüntülerine kilitlenmek ve bu yüzden de “çabuk çözüm”lerin çekiciliğine kapılmak.

    Bunda bir miktar haklılık payı da vardır. Sorunların köklerine ilişkin teşhisler, o teşhislere yönelik olarak önerilen çözümlerin geçerliği, o çözümlerin uygulanmasındaki beceriklilik, gözle görülüp elle tutulabilir somutlukta değildir. Teşhisleri, çözümleri, uygulamaları kimlerin önerip üstlendiğine bağlı olarak kuşkuları içerirler.

    Ama sorunları çözmek için maalesef başka yol da yoktur. J.F. Kennedy, bunu şöyle özetliyor: Bir başkana gelen önerilerin içinden işe yarayan azını bulabilmek, iyi ve kötü başkan arasındaki farkı oluşturur. Yoksa bütün başkanlar dış görünüşleriyle benzerlerdir.

    Grekçe tekhnë, el ile çalışma, zenaat anlamına gelmektedir. (Origins, Eric Partridge, Greenwich House, 1983)

    Macintosh HD:Desktop Folder:etkilesebilme_kabiliyeti.dot, M. Tinaz Titiz Page 1 6/10/01

  • BİLİM, TÜM EMİN OLDUKLARIMIZI TERKETMEYE HAZIR OLMA TAVRIDIR!

    BİLİM, TÜM EMİN OLDUKLARIMIZI TERKETMEYE HAZIR OLMA TAVRIDIR!

    Bilim, “bilinmeyenleri bilinir kılma çabasıdır” denilebilir. Bu yalın bir tanımdır. Bu tanım nedeniyle akla gelebilecek bir çok ikincil soruya yanıt vermemektedir. Örneğin, falcılık da aynı amaca yönelik olduğuna göre acaba bilim ve falcılık aynı şeyler midir?

    Bu gibi spekülasyonlar insanlık tarihiyle yaşıttır. Hemen bütün düşünürler, bilgi ve bilim ile ilgili birşeyler söylemişlerdir.

    Hemen her konuda uzmanlaşmanın oluştuğu çağımızda bilim de kendisiyle ilgili bir sınıf yaratmış ve “bilim adamı” (kadınlar ne olacak bilmiyorum), kavram dağarcığımıza girmiştir.

    Herşeyi somutlaştırmak eğiliminde olan halk, bilim adamını da kalın gözlüklü, dalgın bakışlı, hafif göbekli, gülmeyen bir tipe indirgemiştir. Einstein’in objektife dilini çıkararak çektirdiği resim bir istisna sayılmak gerekir. Zaten kendisi de “bilim adamı” değil çok meraklı ve kuşkucu birisi olduğunu söylemektedir.

    Bunlar bilim adamının karikatürize edilmiş özellikleridir ve bilim açısından hiçbir tehlikesi yoktur. Hatta bilimi sevimli hale getirdiği dahi söylenebilir.

    Bilim insanlarının çoğunlukla akademi çevrelerinde çalıştıkları, araştırdıkları ve/ya bildiklerini öğrettikleri düşünülürse, akademik unvanlarla bilim arasında zamanla oluşmuş organik bağın nedeni de anlaşılmış olur. Zamanla akademik unvan, doğrudan bilimi çağrıştırır, hatta onun tartışılmaz bir kanıtı olur hale gelmiştir.

    İşte bilim adına ve dolayısıyla toplum adına tehlike de burada başlamaktadır. Akademik unvan, edinilebilir bir özelliktir. Yani birileri isterse birilerine unvan verebilir. Örneğin, bir okulda çaycılık yaparken -ki çaycılığı ya da diğer uğraş alanlarını çok önemsiyorum-, oradaki müdürün gözüne girip doktora, sonra da daha ileri dereceler alınabilir. Ya da ideolojik nedenlerle birbirine akademik unvan veren bilim kurumları olabilir.

    Bunların hiçbiri, o unvana sahip kişilerin bilimle bir ilişkileri olduğu anlamına gelemez.

    Daha da büyük tehlike, unvanlarını bu yollarla değil doğru yöntemlerle edinmiş olanların zamanla, bildiklerinden (daha doğrusu bildiğini zannetikleri bilgilerden) emin hale gelmeleri, bunu bilmedikleri ya da tam emin olmadıkları alanlara da taşımalarıdır.

    Unvanların halk üzerindeki etkisi belli olduğuna göre, bunun ne denli sahtekarlıklara yol açabileceği kolayca düşünülebilir.

    Bilimin saygı gördüğü toplumlarda akademik unvanların ne kadar az kullanıldığı, insanların, söylediklerine kanıt olarak unvanlarını kullanmayışları ne kadar yüksek bir davranıştır.

    Bilim, tüm bildiklerinin tamamının yanlış olabileceğini içtenlikle kabul edebilme tavrıdır. Bilim insanının tek emin olduğu, hiçbirşeyden çok emin olamadığıdır.

    Yobazlık genellikle -hatta daima-, bilgilerinin mutlak, tartışılmaz ve tek olduğunu düşünenler arasında yaygın bir tavırdır. İrtica, inançlılık, laiklik ve yobazlık konularına bu açıdan bir daha bakılmalı ve bu “mutlak doğru” alışkanlığının nerelerde edinildiğine dikkat edilmelidir. O zaman, sorunlar çok daha kolay anlaşılacak ve de çözülebilecektir.

  • TRAFİK CANAVARI

    TRAFİK CANAVARI

    Medyanın her organında hiç değişmeyen bir haber türü ve bu haberlerin bir veriliş biçimi var: trafik canavarı’nın iş başında olduğu!

    Özellikle TV spikerlerine dikkat edilirse, örneğin trajik bir kitlesel ölüm haberini dahi verirken hafifçe gülen yüzlerinin, bu trafik canavarından söz ederken birdenbire ciddileştiği yakalanacaktır.

    Çok küçük yaşlarda TV izlemeye başlayan milyonlarca çocuğun, günde üç öğün sözü edilen bu “canavar”ın varlığından giderek emin olmaları, bunu yaşamın bir olgusu olarak kabul ettiklerinden kuşku yoktur. Aralarında bu işin bir canavar işi olmadığını anlayabilenler ya da anne babaları tarafından uyarılarak bunun haber organlarının densizliği olduğunu bilenler olsa dahi, başka alanlarda da canavarlar bulunduğunu gözümüze baka baka söyleyen güvenilir kişilerin çokluğu, çocuklardaki bu kuşkuyu giderecektir.

    Küçük yaşlarda bu tür bir beyin yıkamayla yetişen bir genç, ne denli uyanık ne denli iyi eğitim görürse görsün, her istenmeyen olgunun mutlaka “o şeyin canavarı” tarafından meydana getirildiğine inanacaktır. Enflasyon canavarı, terör canavarı, kollu canavar vs gibi.

    Bu canavar merakının pek öyle bir sözgelimi olduğunu sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, bunlar söylenir geçilir, canavarın kolu, bacağının ayrıntılı tanımlarına girişilmezdi.

    Örneğin, “enflasyon, yedi başlı bir canavar olup..” gibisinden bilimsel içerikli tanımlar en yetkili sayılan ağızlardan yapıldığına göre, bu canavar işi pek öyle hafife alınabilecek bir konu değildir.

    Toplum bilimciler bu işin tarihi, kültürel ve sosyolojik nedenlerini incelemeli, hangi bilinç altı korkuların “canavar” biçiminde sembolize edildiğini bulmalı ve sonra da toplu terapi seanslarıyla bunu giderip toplumu rahatlatmanın çaresini bulmalıdırlar.

    Hatta bu işi daha da ciddiye almalı ve mesela “Canavarlar ve Canavarlıkla Mücadele Daire Başkanlığı” -ki ileride ödenek bulunabilirse Bakanlık dahi yapılabilir- kurmak gerekir diye düşünüyorum.

    Benim çok kısıtlı sosyolojik bilgim, bu canavar tutkusunun, birbiriyle ilişkili iki kaynaktan geldiğini göstermektedir. Birinci kaynak, çocukluğumuzda bol bol okuyup büyüyünce de dinleye dinleye yaşlandığımız masallar olup, orada her başa çıkılamaz belanın yedi başlı, on kollu, ateş dilli bir canavara benzetilmesi geleneği vardır.

    Bu masalların çok etkisinde kalan yöneticilerimiz, sorunlarla nasıl başa çıkılabileceğini genellikle bilmedikleri için bu idol’ü icadederek hem kendilerini hem de vatandaşları rahatlatabilecek bir açıklama bulmuşlardır. (Bilindiği gibi, açıklanamayan sorunlar deliliğe yol açmakta olup, insanlar her sorun için mutlaka bir açıklama bulmak eğilimindedirler)..

    İkinci neden ise, bu tür canavarlarla daima olağanüstü güçlere sahip prenslerin (ve prenseslerin) başa çıkabildiği, onun dışındakilerin yapabileceği tek şeyin öyle bir prens (veya prenses) beklemekten ibaret olduğudur.

    Elinde tuttuğu okunup üflenmiş kılıcını, canavarın can alıcı bir noktasına -ama dikkat sadece bir noktasına- batıran masal kahramanlarını bekleyen insanları, kollektif akıl kullanarak belalarla başa çıkmak yerine, kurtarıcılar (babalar, analar, bacılar) beklerler ve de beklerler.

    Bu yolla sorunları açıklamak rahatına alışmış bir toplumda hangi sorunun hangi nedenlerden kaynaklandığını, bunlar arasındaki bağlantıların ne olduğunu, dolayısıyla hangi kaynak sorunlar çözülürse hangi sorunların kısmen ya da tamamen çözüleceğini düşünebilen insanlar çıkmasına, çıksa da dinlenmesine imkan var mıdır?

    İş bununla bitmemektedir. Çünkü toplumun karşılaştığı kaza belanın tümünün o alanlara özgü canavarlara yüklenmesine imkan yoktur. Örneğin trafik, terör, kumar canavarları ile idare edilirken mesela bir sel baskını olsa, bu felaketin bu görevlilere yüklenmesi imkanı yoktur. Hem insanlar inanmaz hem canavarlar itiraz ederler.

    “Enflasyon canavarı dün filanca yeri sel altında bırakmıştır” gibisinden bir haberi kimse ciddiye almaz ve tüm canavarlar hakkında kuşku doğar. Nitekim çok Tanrılı dinlerin iflas etmesinin nedeni de bu gelişi güzel olayların gelişi güzel Tanrılara yüklenmesinden doğmuş, uyanık kişiler bu aldatmacanın farkına varmışlardır.

    İşte bu nedenle, birçok kaza belanın da o alanla ilgili canavara değil, doğrudan doğruya Tanrıya yüklenmesi usulü geliştirilmiştir.

    Böylece açıklamasız kalan bir sorun kalmamakta, her sorun ya o alanla ilgili canavar ya da bizzat Tanrı tarafından yaratılmış olmaktadır. Bu durumda insanlara düşen görev de ya canavara lanet okumak ya da boyun eğmektir.

    İşte canavar merakımızın altında yatan nedenler ve sorunlarımızı, onların nedenlerini arayarak çözemeyişimizin nedeni budur. Yeni canavarlar doğdukça daha çok gözlem yapıp daha iyi açıklamalar bulacağız. Bulacağız yoksa delirebiliriz..

    Pazartesi, 31 Temmuz 1995

  • “KAVRAM TABANI” ÜZERİNDE UZLAŞI GİRİŞİMİNİ KİM ÜSTLENEBİLİR?

    “KAVRAM TABANI” ÜZERİNDE UZLAŞI GİRİŞİMİNİ KİM ÜSTLENEBİLİR?

    Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor.

    Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşısının ve benzer sorunların kökünde az sayıda “kök neden” bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe, bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda –seçkin tavır sahipleri başta olmak üzere- bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyecektir? Ve de söylense kim dinleyecektir?

    İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.

    Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri anahtar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiyenin önünü açacak bir adımdır.

    Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “geciktirilmiş yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını -geçici bir süre için- terkedecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye -ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye- hazır hale geleceklerdir.

    Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb) değil, daha somut -mesela masa, sandalye gibi- deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir.

    Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?

  • TRAFİK CANAVARININ TAM ŞEKLİ!

    TRAFİK CANAVARININ TAM ŞEKLİ!

    Gazetelerin pazar eklerinde ya da çocuk dergilerinde rastlanan, “noktaları birleştirin bakalım ne çıkacak?” türünden bulmacaları bilirsiniz. Bir sürü karışık noktayı, numara sırasına göre birleştirdikçe, baştan hiç tahmin edilemeyecek şekiller ortaya çıkar. Tek yapılması gereken, sırayı şaşırmadan, sıkılıp bırakmadan noktaları birleştirmektir.

    İşte bu yöntemle, yıllardır yüzbinlerce insanımızı öldüren, milyonlarca insanımızı sakat bırakan, onca mal kaybına yol açan “trafik canavarı”nın tam şeklini çıkarmak mümkün olmaktadır. Her ne kadar yol boylarındaki panolarda canavarın resimleri yer alıyorsa da, bu resimlerin söylentilere dayalı birer tasvir olduğu, canavarın gerçek şeklini yansıtmadığı unutulmamalıdır. Bu yeni yöntemle ise neredeyse aslına tam uygun bir görüntü elde edilebilecektir.

    Yıllardır canavar diye bir şeyin olmadığını ve de olamayacağını iddia eden her kim varsa bu şekli çerçeveletip evlerine asmaları, bir daha da diğer canavarlar (enflasyon, terör, gönüllü bağış, medya, kollu canavar ve diğerleri) için ileri geri konuşmamaları tavsiye olunur.

    Şimdi tek yapacağınız, aşağıdaki sayılara karşı gelen noktaları sırayla -bu çok önemlidir, lütfen sıra atlamayınız- birleştirmekten ibarettir. İşte size canavarın gerçek şeklini oluşturan noktalar:

    1. Yollarda meydana geldiği ve taraflardan biri daima bir araç olduğu için, olaylara “trafik kazası” adını vermekte bir sakınca görmeyen, kaza ile cinayet arasında fark gözetmeyen herkes,

    2. Okullarda, nedenini bilmediği binlerce kalıbı kafalara sokmayı eğitim sanan, bunu yıllarca yapmakla övünen, ama yaşam için gereken en basit fizik kurallarının öğrenilmesini sağlayamayan öğretmenler,

    3. Eğitimle ilgisi olmayan bu beyhude işe kafa yormayan ya da yoramayan ama illa ki eğitimi yönlendirme iddiası taşıyan bürokrat ve politikacılar,

    4. Saygının çeşitli türleri olup bunların hepsinin de aynı kökten türediğinin, bunlardan birinin de trafikte araç kullanılırken ortaya çıkan “başkalarının mal ve canına saygı” göstermek olduğunun farkında olmayan yaratıklar,

    5. Bu yaratıklarla başa çıkabilmenin dünyada bilinen en etkin yolunun, herkesin gördüğü eğrilikleri şikayet etmesi ve şikayetinin sonuçlarını izlemesi olduğunun farkında olmayan trafik ilgilileri,

    6. Şikayet etmenin kabadayılığa yakışmadığını savunan, ama gerçekte bunu korktuğu için yapamayan ve demokrasiye layık olmayanlar,

    7. Aracının camına çeşitli kuruluşların amblemlerini yapıştırıp bunları başkalarının haklarını çiğnemek için kullananlar,

    8. Trafikle ilgili örgüt kurup, bunu polislerle içli dışlı olmak için kullanan sahtekarlar,

    9. Karayollarını işaretlemeyen, taşaronlarına güvenlik önlemi aldıramayan TCK ilgilileri,

    10. Sürücü hatalarının trafik teröründeki payının farkında olmayıp hala kavşak tasarımlarıyla açıklamaya çalışan üniversitelerde çalışanlar,

    11. Bu ve benzeri sorunların, mutlaka bir kurtarıcı tarafından çözülmesini bekleye bekleye ömür dolduranlar,

    12. Kendisinin bir hiç olduğunu, bu dünyaya güdülmek üzere geldiğini sananlar,

    13. Bu işlere ayıracak zamanı olmayan, zamanını sadece para kazanmak için harcayıp, kazandığı parasını tekrar para kazanmaya harcayanlar,

    14. Bu konuda yapılan uyarıları kulak arkasına atanlar,

    15. Hurda araçlara rüşvet karşılığında sağlam raporu verenler, bunları görüp bir şey demeyen polisler, bu polisleri bilip sesini çıkarmayan amirler,

    16. Sorunları anlama ve buna göre çözüm geliştirme durumunda olup da “sorun çözme aletleri çantası” bomboş olanlar,

    17. Bilimsel, ticari, yönetsel vs tafrasından yanına yanaşılmayan, koca dağlara doğurta doğurta fare doğurtan, “trafik sorunları çözülmelidir” cinsinden incileri, soruna katkı diye ortaya atanlar,

    18. Değerlerimiz içinde bulunan, “başkası yapmasın ben de yapmam”, “sana ne” gibi virüslerin yok edilmeden de sorunun çözüleceğini uman saflar.

    Bunlar, canavarın resminin ana çizgilerini ortaya çıkarmaya yeterlidir. Ana şekil bir defa belirdi mi sonrası kolaydır. İçini doldurmak için daha onlarca nokta bulunabilir.

    Şimdi bir de canavarın gözünün bulunduğu noktanın işaretlenmesi gerekir. Ondan sonra şekil eksiksiz tamamdır: “Bir sorunu, bütünlüğünü kaybetmeden bileşenleriyle göremeyen, ama görmek zorunda olanlar”.

  • KÖKÜ DERİNDE BİR HASTALIK!

    KÖKÜ DERİNDE BİR HASTALIK!

    Ülkemizde 35 milyon erişkin var. Bunların yalnızca 10 milyonunun, her gün 1 saat Türkiye sorunları üzerinde konuşup kafa yorduğunu varsaysak, harcanan toplam kaynak her yıl 150 milyon adam.gün eder. Bu müthiş bir rakamdır. Bir kişinin yarım milyon yıl, ya da yarım milyon kişinin bir yıllık beyin enerjisine karşılık gelir.

    Ülke sorunlarına kafa patlatan bu insanların bir bölümünün konuşmalarının dedikodu düzeyini aşmadığı varsayılsa dahi mertebe o denli büyüktür ki, yararlanılabilir beyin erejisi yine de muazzamdır.

    Ama, bu büyük potansiyel çeşitli nedenlerle pek işe yaramaz. Çünkü bir defa, bu enerjiyi harcayan akıllar bir “ortak akıl” durumunda değildir. İnsanlar, toplu halde -örneğin toplantı, panel, seminer gibi- bir konu üzerinde çalışsalar dahi, ortak akıl üretemeyebilirler. Herkes tek tek, bir diğerinin ürettiği bir fikri daha ileri götürebilecek biçimde fikir üretmediği sürece iki kişinin ortak çalışmasından, iki kişilik akıldan daha büyük bir “ortak akıl” ortaya çıkmaz.

    Harcanan beyin enerjisinin önemli bir yarar sağlayamamasının bir diğer nedeni ise, düşünme biçimimizin neden-sonuç ilişkilerine değil, evvelce belirlenmiş bulunan kalıplara dayalı oluşudur.

    Ama bütün bunlardan başka bir neden daha vardır ki işte o, üretilen düşüncelerin büyük ölçüde kirlenip işe yaramaz hale gelmesine neden olmaktadır. Düşünceleri enfekte eden bu neden, değer ölçülerimiz içindeki “virütik değerler”dir. Bunlar, ilk anda farkedilmeyen, fakat birlikte kullanıldığı “sağlam” değerleri bozup dejenere eden değer ölçüleridir.

    “Bana ne”, “sana ne”, “hele önce … düzelsin”, “ama o benim hemşehrim – okuldaşım – meslekdaşım – partilim”, “idare ediver”, “bu defalık oluversin”, “esas mesele”, bu tip değer ölçülerine birkaç örnektir.

    Bunların ortak özelliklerinden birisi, düzgün değer ölçüleri kümesine göre imkansız olanı mümkün kılmalarıdır. İkinci ortak özellikleri ise, düzgün değer ölçülerinden, hiçbir yolla türetilemeyişleridir.

    Bu virüsler düşünce sistemimize nasıl girmiştir? Bunları temizlemesi gerekirken bunu yapamayan sistem(ler) hangileridir? Bunların düşünsel kirleticilik yaratma derecesi nedir? Bunlardan nasıl kurtuluruz? Bu ve bunlar gibi bir dizi soru yanıtlanmalıdır.

    Değer ölçülerimiz içine bulaşmış olan bu virüsler yalnızca düşünsel enerjilerimizi emen, onlardan, daha yüksek düşünce ürünleri üremesine engel olan ögeler değildir. Bunlar, gündelik yaşamımızdan devlet idaresine kadar geniş bir alana etkileri olan, çoğu olumsuzluğun içine ana ya da yardımcı madde olarak karışmış unsurlardır.

    Resmi bir bayram tatili ile hafta tatili arasına sıkışmış 1 günlük bir çalışma gününü “idari izin” saymayı makul gören binlerce memur ve idare, “idare et” adlı düşünsel virüsün yaşamı kolaylaştırıcılığından yararlanmaktadır.

    Tüm ülke hizmeti için kullanması gereken kaynakları, seçilmiş olduğu il için kullanan bir bakan ve o ildeki yurttaşlar bu defa “ama o bizim hemşehrimiz” virüsünü kullanmaktadır. Sabancı cinayeti içinde rol alan kızın güvenlik açısından fazla irdelenmeden işe alınmasındaki neden de yine bu “ama o bizim hemşehrimiz” değeridir.

    Sorunlarımızı çözmeye başlamamız, değer ölçülerimizi berraklaştırmaya, sonra da onları kirleten virüsleri farketmeye (ve daha sonra da ayıklamaya) başlamakla mümkündür.

    Salı, 16 Ocak 1996