• ÖLÜM NEDİR?

    ÖLÜM NEDİR?

    Ölümün çeşitli tanımları olsa gerek. Bir kişinin tıbbi olarak ölmesi için hekimlerin aradığı koşullar herhalde kalbin kalıcı olarak durmuş olmasıdır.

    Bir futbol takımının antrenörüne göre ise ölüm tanımı daha farklıdır. Bir futbolcunun işe yaramaz hale gelişi onun ölümü sayılabilir.

    Buradan hemen görülebilir ki neredeyse uğraş sayısı kadar ölüm türü tanımlanabilir.

    Bu türler birbirinden ne denli farklı olursa olsun ortak özellikleri, sokaktaki insan tarafından dahi kolayca anlaşılabilmeleridir.

    Bir yazarın yazı yazmayı bırakmasının onu ancak geçmiş yazılarıyla hatırlatacağını, ama yeni yazı yazma açısından ölmüş sayılması gerektiğini herkes anlayabilir. Aynı anlayış kolaylığı diğer ölüm türleri için de geçerlidir.

    Ama bütün bunlar içinde öyle bir ölüm çeşidi vardır ki onu kimse kolay kolay anlayamaz, daha doğrusu kabul edemez.

    Kanlı canlı bir kişinin tıbben ölmüş olduğunu bir hekim kabullenemez ya da her maçta gol atan bir yıldız futbolcunun ölmüş olabileceğini, antrenörü kabullenemez. İşte bunlara benzer şekilde oluşan ama gerçekten de ölüm sayılması gereken özel bir durum vardır: Bu, “merak tükenmesi” dir.

    Merak tükenmesi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. En yaygını “dinlememek” tir. Genellikle “susma” ile karıştırılan “dinleme” tamamen farklı bir süreçtir. İnsanlar susabilir ama aynı zamanda da dinlemeyebilirler.

    “Dinlememe”nin çeşitli olası nedenlerinden biri olan “merak tükenmesi” nin yanısıra başka sebebleri de tabii ki olabilir. Ama dinlemeyen bir kişinin merakının tükenmiş olması olasılığı yüksektir.

    Merak tükenmesinin ikinci dışavurum biçimi “ben biliyorum, herkes beni dinlesin” tavrıdır. Herhangi bir yolla edindiği bilgileri doğru ve de mutlak bilgi sanan, yeni ve de bildikleriyle çelişen bilgileri dinlemekten korkan kişilikler, kendilerini bu yolla korurlar.

    Herkes kendisini dinlediği için, onun kimseyi dinlemesi, dolayısıyla da bildiklerini değiştirmek için çaba harcaması tehlikesi yoktur. Bu yolla ölmüş kişiler sanıldığından daha çoktur ve çoğu da toplumun seçkin kesimi içindedir.

    İnsan içiçe geçmiş bedenlerden oluşmuş ve bazıları canlı bazıları ölmüş durumda olabilir. Yukarıdaki iki test, insanların bu bedenlerinden ne kadarının sağlam ne kadarının ölmüş olduğunu saptamak için basit fakat sağlamdır. Bu yolla karşınızdakinin – ve tabii ki kendinizin – ne kadar canlı ne kadar ölmüş olduğunu saptayabilirsiniz.

    Çarşamba, 22 Kasım 1995

  • İNGİLTERE’DEN TEKNOLOJİ TRANSFERİ GERÇEKLEŞMİŞTİR !

    İNGİLTERE’DEN TEKNOLOJİ TRANSFERİ GERÇEKLEŞMİŞTİR !

    Refah ve mutluluğun başlıca parametresinin üretim, onun da önemli bir girdisinin teknoloji üretimi olduğunu ileri süren az sayıda çarpık fikirli insanımıza karşılık, teknoloji üretmenin gereksiz bir çaba olduğunu, teknoloji her neredeyse parayı bastırıp oradan transfer edilebileceğini savunan büyük bir çoğunluk var. Çoğunluk haklı olacağına göre demek ki teknoloji transfer edilebilir bir şey olmaktadır.

    Nitekim, ülkemizin son olarak gerçekleştirdiği bir teknoloji transferi bunun mümkün olabileceğini de göstermiştir. Uydu yayını aracılığıyla ülkemize ulaşan BBC televizyon yayınları yoluyla ve bilabedel olarak bir teknoloji transfer edilmiş ve yaklaşık 10 milyon vatandaşımızın hizmetine sunulmuştur.

    Ayrıca da, “teknoloji transfer edilmez, üretilir” diyen dangalaklar da ağızlarının payını almış biryerlerinin üstüne oturmuş bulunmaktadırlar.

    BBC aracılığı ile ülkemiz sınırlarını aşıp gelen naklen futbol maçı yayınlarında, İngiliz seyircilerinin hep bir ağızdan “oley, oley, oley; we are the champ!” sloganları hiç bir kültürel deformasyona uğramadan Ardahan-Sarıkamış maçında da aynen kullanılır duruma getirilmiştir.

    Her ne kadar bir kısım kendini bilmez çıkıp, “ulan bunun neresi teknoloji transferi. Slogan dahi üretemiyoruz” diyecekse de onlara aldırmamak gerekir. Çünkü onlar azınlıkta, biz ise çoğunluktayız.

  • TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI

    TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI

    Türkiye’de insan haklarının “durumu”na ve bu alandaki “gelişmeler”e farklı açılardan bakıldığında görülen şudur: bir yandan her geçen gün kamuoyu bilinci artmakta, idareler de buna paralel olarak yeni adımlar atmaktadır; diğer yandan ise çeşitli insan hakları sorunları varlıklarını sürdürmektedirler.

    Aslında bu bir çelişki olmayıp, insan haklarının, zaman içine yayılmış bir süreç oluşunun sonucudur. Bir yanda sorunlar olacak diğer yandan da bunlara karşı araçlar geliştirilecek ve böylece sorunların “daha kabul edilebilir” düzeylere inebilecektir.

    Türkiye içinde ve dışında, Türkiye’deki insan hakları sorunlarına karşı bir duyarlık vardır. Bu, anılan sürece olumlu katkıları da olabilecek bir duyarlıktır. Amaç, bu sürecin alacağı süreyi kısaltmak ve bu süre içindeki sorunları azaltmaktır. Bu ise yalnızca “duyarlık göstererek” gerçekleştirilebilecek bir amaç değildir.

    İnsan hakları sorunları başka alanlardaki sorunlardan ayrı, onlardan bağımsız olarak ele alınıp çözülebilecek sorunlar değildir. Hatta denilebilir ki insan hakları sorunları diye ayrı sorunlar da “yok”tur. Bu sorunlara yol açan nedenler, insan haklarıyla doğrudan ilgisi bulunmayan farklı alanlarda da sorunlara yol açmaktadırlar.

    Örneğin, “her toplumda belirli bir oranda bulunduğu kabul edilen ruhsal sağlık sorunlu kişilerin kamu görevlisi olmasını önleyebilecek etkin bir süzme sisteminin ülkemizde bulunmayışı”, kötü muameleyi adet edinmiş kamu görevlilerine, bu ise çeşitli insan hakları ihlallerine yol açacaktır.

    Ama, ruhsal sağlık sorunlu kişileri süzme sisteminin bulunmayışı diğer yandan, görevini tam yap(a)mayan memurlara, bu ise vatandaşlarla devlet ilişkilerinin giderek bozulmasına, işlerini gördürmek isteyen iş sahiplerinin rüşveti bir araç olarak kullanmalarına ve kamu hizmetlerinin yetersizliğine tepki duyan vatandaşların, terör tarafından aranan “reaksiyoner insan” malzemesini oluşturmasına da yol açacaktır. Bunların hiç biri insan hakları ihlalleri ile doğrudan ilgili değildir ya da en azından ilgisi kolay kolay görülemez.

    İnsan hakları sorunlarına yol açtığı kadar başka sorunları da tetikleyen bir başka neden de terördür. Terör, bilinen sonuçlarının yanısıra bir yandan da ülke ekonomisine olumsuz etki yapmakta, uyuşturucu ticaretini bir araç olarak kullandığı için uyuşturucu bağımlılığının artmasına ve buna bağlı olarak da suç oranlarının artmasına yol açmaktadır. Ayrıca da insan hakları konusundaki gelişmeleri yavaşlatma gibi bir olumsuz etkisi daha vardır.

    Bu iki örnekten kolayca çıkarsanabileceği gibi, insan hakları ihlallerinin altında bir dizi neden bulunmaktadır ve bunlar yalnızca insan hakları bağlamında çözülmesi mümkün olmayan sorunlardır.

    Bu durum yalnızca Türkiye için değil, insan hakları açısından sorunları bulunan gelişmiş ya da gelişmekte bulunan toplumların tümü için geçerlidir.

    Buradan çıkan bir önemli sonuç vardır: insan hakları konusunda içtenlikli duyarlık gösterenlerin, bu sorunların “kimyası” hakkında da duyarlı olmaları zorunludur.

    Bu “kimya” tam anlaşılıp, insan hakları sorunlarına girdi oluşturan diğer sorunlar, bunun için ise onların nedenleri ortadan kaldırılmadıkça insan hakları konusunda ancak “kozmetik düzelmeler” sağlanabilir.

    Çıkarsanabilecek ikinci bir sonuç da, bu tür sorunlarla mücadele etmek isteyen ülkelerin, aralarında insan hakları ihlalleri de bulunan bir dizi sorunu çözme konusunda işbirliği yapma, daha doğru deyimle bir “kollektif akıl” oluşturma çabası içine girmeleri zorunluğudur.

    17-21 Nisan tarihleri arasında Manila’da Birleşmiş Milletler’ce düzenlenen insan hakları konulu sempozyumda, çoğunluğunu “gelişmekte bulunan” (ayıp olmasın diye böyle deniliyor) ülkelerin oluşturduğu toplulukta, kozmetik düzenlemeler konusunda neler yapıldığı konuşuldu. Bu ülkeler, kurdukları örgütleri, bu örgütlerin ne denli yaygın olduğunu açıklarken, Türkiye olarak ise biz, burada açıklanan yaklaşımı dile getirdik.

    İnsan hakları sorunlarıyla ilgilenen ve onları gerçekten çözmek isteyen tüm kişi ve kuruluşların ilk yapmaları gereken, “görüntü” ve “kaynak” nedenlerin birbirlerinden ayrılabileceği bir “yeni yaklaşım”ı benimsemektir.

    Şu unutulmamalıdır ki yalnız insan hakları sorunları değil, kaynak sorunlardan türeyen türev sorunların tümü, ulusların enerjilerini emen birer sünger gibidirler.

    Sorunların çözümü için insanlık tarihi boyunca iki genel yaklaşım gelişmiştir: onların yapılarını (kimyasını) anlayıp müdahele etmek ve yaşayarak görmek. Tarih mezarlığı ikincilerle doludur!

    Perşembe, 04 Mayıs 1995

  • İSTANBUL PATENT ARŞİVİ

    İSTANBUL PATENT ARŞİVİ

    Sizlere bu sayıda, İstanbul Sanayi Odası Başkanı Sayın Hüsamettin Kavi’ye yazdığım bir mektubu aynen aktarmak istiyorum. Ayrıca da bir yorum yapmayacağım.

    “Değerli dostum Sayın Kavi,

    İstanbul’da bir Patent Kütüphanesi var. 1987 yılında $400,000 vererek satın almış ve TSE’nin işletimine bırakmıştık. Kütüphaneyi ilk getirttiğimizde, tüm ülkenin buraya akacağını, tüm sanayicilerin, uluslararası yasalarca Türkiye’ye hibe edilmiş sayılan 5.5 milyon patentten yararlanarak bunların tescil ettirilmediği ülkelere yapılacak ihracatta kullanacaklarını ummuştum.

    Gelişme böyle olmadı. Ben de çeşitli kanallara başvurarak kullanımını özendirmeye çalıştım. Bu traji-komik bir hikayedir ve Dünya’nın bir başka yerinde rastlanması mümkün olmayacak bir olaydır. Sanayicinin elinin altına kadar gelen patentlerin, patentler konusundaki “olağanüstü genel cehalet” nedeniyle 10 yıldır hala yeterince kullanılmayışı, kolay açıklanabilir bir olay değildir.

    Geçen hafta, bu kütüphanede çalışan bir tanıdıkla karşılaştım. Eskiye nazaran kullanıcı sayısı biraz artmış. Ama hala kabili ihmal düzeyde.

    Amerika’nın nasıl Amerika olduğu herkes tarafından farklı açıklanıyor. Kimi, “geride gemi bırakmayıp yakan göçmenler”, kimi “zengin kaynaklar” kimi de başka nedenlerle açıklıyor. Tabii ki her birinin ayrı ayrı rolü vardır. Ama, bu ulusun insanlarının buluşçuluğa vermiş oldukları önemle açıklayan çok az kişi vardır.

    ABD başkanlarından Abraham Lincoln bir mucittir. 0066 nolu patent kendine aittir. “Sığ sularda karaya oturan deniz taşıtlarının kurtarılması için bir araç” adlı patent A.Lincoln adına tescillidir. Thomas Jefferson bir diğer mucit başkandır. Buluşlara o denli önem vermiştir ki, Dış İşleri Bakanı olduğu dönemde -bakanlığının konusuyla hiç ilgisi olmamasına rağmen- her akşam, o gün yapılan patent başvurularını bizzat incelemiştir.

    Türkiye’de ise bir tane dahi devlet adamı buluşlarla ilgilenmemiştir. Aramızdaki fark budur.

    Size ekte, 1993’de bu amaçla Rotary klüplerine yazdığım bir yazıyı sunuyorum. Bunu, sizin bu konulara yaklaşımınızı bildiğim için bir ümitle yazıyorum. Patentlerin, sanayinin gelişiminde ne denli önemli olduğunu lütfen bizzat inceleyiniz. Amerika seyahatiniz olduğu zaman lütfen Washington D.C.deki Smithsonian Institute’ü ziyaret ediniz ve ayrıca Kittyhawk denilen yerde, iki bisiklet tamircisi olan Wright kardeşlerin ilk uçağı uçurmak için gösterdikleri olağanüstü çabayı yerinde görünüz.

    Değerli dostum,

    Ne yapıp yapıp, Türkiye’ye bu patent işini anlatabilmeliyiz. Konunun en acı yanı, bu konularda en çok ilgili olması gerekenlerin inanılmaz tutumlarıdır. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuları da “zaten” bilen (!) uzun ünvanlı kişiler, anlaşılmaz bir tutumla bu hayati konuya ilgi göstermemektedir.

    Sanayimizin çıkışı, buluşçuluğu toplumsal değer yargıları kümemizin en başına yerleştirmekle mümkündür. Bunu ancak bir işbirliği ile yapmak mümkün görünüyor. Bir Teknoloji Duyarlık Grubu kurduk. Bu yolla da işbirliği yapabiliriz.

    Bu konuda girişimlerinizi bekleyerek ve görüşmek üzere selam ve sevgiler”

    ek: Saygıdeğer Rotaryen dostlarım,

    03 Şubat 1993

    Çoğunluğunu işadamlarımızın oluşturduğu topluluğunuzu yakından ilgilendireceğini umduğum bir konuyu dikkatinize getirmek üzere bu mektubu sizlere yazmayı düşündüm.

    Bu konu, İstanbul-Taksim’deki Patent Arşivi’nde mikrofişleri bulunan yaklaşık 5 milyon adet patentin, siz girişimcilerimizin önüne açtığı büyük potansiyel ile ilgilidir.

    1987 yılında A.B.D.’den US$ 400,000 karşılığında satın alınan ve halen Taksim’de Türk Standartları Enstitüsü Bölge Müdürlüğü binasının 2nci katında bulunan bu arşivde (patent kütüphanesi de denilebilir), A.B.D.’de bugüne kadar tescil edilmiş olan tüm patentlerin mikrofişleri bulunmaktadır.

    Bu konuda sizlere bazı kısa bilgiler sunmak istiyorum: Ülkemizde yaygın inanç, bir patentin mutlaka “ticari sır” olarak saklanan bazı “püf noktaları”nın bulunduğudur. Dolayısıyla, bu “sır”ları bilmeksizin patent dokümanlarının bir işe yaramayacağı sanılır.

    Gerçek ise böyle değildir. A.B.D. patent yasalarına göre , bir buluşa patent verilebilmesi için, buluşa ait TÜM TEKNİK AYRINTILARIN, o konuda ortalama bilgi sahibi bir uzmanın kolayca anlayabileceği bir detayda açıklanmış ve Patent Ofisi’ne o şekilde tevdi edilmiş olması gerekmektedir.

    Diğer yandan, her patent, ancak tescil edildiği ülkelerde koruma altındadır. İstanbul’daki Patent Arşivi’nde bulunan patentlerin ise yalnızca 22,000 adedi yani %0.5’i ülkemizde tescil edilmiş, geri kalan %99.5’u ise Türkiye’deki girişimcilerimizin serbestçe kullanımına bırakılmıştır. Bunun olası nedeni, “Türkiye’deki girişimcilerin henüz bu patentlerden yararlanabilecek bilinç düzeyine gelmemiş olduğu, dolayısıyla da Türkiye’de tescil için bir masraf yapmaya gerek olmadığı” varsayımıdır. Ancak bugüne kadar -maalesef- bu varsayımın aksi de gerçekleşmemiştir.

    Bu patentlerin içinde, her sektördeki akla gelebilecek hemen her konuda buluş mevcuttur. Bu, yeni ürünler arayışı içinde bulunan siz müteşebbislerimizin kullanımına amade bir kaynakla karşı karşıya bulunduğunuz anlamına gelmektedir.

    1987’de hizmete girmesine, kullanımı için hiç bir ücret talep edilmemesine rağmen, iyi tanıtılamadığı için bugüne kadar gereken ilgiyi görmemiştir.

    Diğer yandan, Asya Kaplanları denilen ülkelerin her birindeki olağanüstü sanayi gelişmesi içinde, aynı patent arşivlerinin büyük etkisi olmuş ve halen de olmaktadır.

    Ülkemizde, patent konusunun ne denli önemli olduğu, patent mekanizmasından yararlanarak ekonomik gelişmenin nasıl harekete geçirilebileceği ve bu gelişmenin kendi kendini tahrik ederek nasıl bir “zincirleme reaksiyon”a yol açtığı maalesef anlaşılamamıştır.

    Bugün A.B.D.’yi Dünya lideri yapan az sayıdaki faktörden birincisi, A.B.D. patent yasası uyarınca oluşmuş bu “icatçılık atmosferi”dir.

    Benzer şekilde, buzlarla kaplı fakir bir ülkeyken endüstri ötesi ülke konumuna gelmiş olan İsveç’i bugünkü haline getiren sebebin, bu ülke insanlarının yaptığı 49 adet temel icat olduğu bilimsel olarak ispatlanmıştır. Siz müteşebbislerimiz ve dolayısıyla da ülkemizin, benzer bir gelişmeden yararlanabilmesi, benzer bir “innovation” ortamının doğmasına bağlıdır.

    Topluluğunuz içinde bu zengin kaynağı keşfetmiş ve onu kullanan müteşebbisler vardır, ancak sayıları son derece azdır.

    Bu arşivin yurdumuza getirilmesinde katkısı olmuş bir kişi olarak sizlere önerim, yabancı dil bilen birer elemanınızı görevlendirerek bu zengin kaynaktan faydalanmanızdır.

    Sizlere ekte, EKONOMİST dergisinde bu konuda yayımlanmış bir makalemi de takdim ediyorum.

    Başarı dileklerimle birlikte saygılarımı sunuyorum.

  • ÜNVANLAR KİREÇLENMEYE YOL AÇAR!

    ÜNVANLAR KİREÇLENMEYE YOL AÇAR!

    Ünvanın her türlüsü, yönetsel, askeri, akademik, dini ünvan, ona sahip olanlarda bir türlü «kireçlenme»ye yol açma eğilimindedir. Bu, o ünvanlarla birlikte bulunan yetki, bilgi ve/ya deneyim birikiminin, «kendini güvende hissetme» doğal arzusunu tatmine pek uygun olmasındandır.

    Diğer yandan ilerleyen yaş da ayrı bir kanaldan ayrı bir kireçlenme türüne yol açma eğilimi taşır. Bu da değişikliklerden usanıp daha durağan bir çevreye kavuşma arzusundan kaynaklanmaktadır.

    Bu iki ayrı olgunun da kaynağında, insanın -ve tüm canlıların- varlığını sürdürebilmesine karşı algıladıkları tehditleri azaltma doğal eğilimleri yatmaktadır.

    Bildiğini zannettiği hatta bundan kesinlikle emin olduğu bilgilerin doğru olmadığını rahatsız olmadan kabul etmeye hazır olmak bir bilgelik düzeyidir. Cehalet ise az bilmek, yanlış bilmek değil bildiklerinin tartışılmaz olduğuna inanmak halidir.

    Çevremizde çeşitli hoşgörüsüzlükleri izledikçe, bunların hemen hepsinin kaynağında bu «kesin inançlılık» halinin bulunduğu görünüyor.

    Bilim tarihine göz atınca, bugün genel doğru haline gelmiş bir çok bilginin, çok değil 100 yıl önce o günün otoriteleri tarafından kesinlikle reddedildiğini görüyoruz. 1910 yılında, «içinde kendi yakıtını taşıyan bir aracın hiç bir suretle yerçekimini yenip Dünya’dan kurtulamayacağı», ünlü bilim adamları tarafından yazılı olarak açıklanıyordu. Daha sonra «kurtulma hızı»na eriştirilebilecek araçların bu «kesin» kurala uymayacakları anlaşıldı.

    Büyümenin enflasyona neden olacağı, yakın zamana kadar yine bu «kesin» doğrulardan biriydi. Bugün büyümenin enflasyona değil «disinflation»a yol açacağına yine «kesin» gözüyle bakılıyor. Ya da yeni işler yaratmanın ancak büyümeyle mümkün olabileceği yakın geçmişin «kesin» doğrularından birisiyken bugün bunun doğru olmadığını biliyoruz.

    Bugün, insanları koşullandırarak toplu yaşamın kuralları yönünde yönlendirmenin, yani eğitimin kutsallığı tartışılmıyor. Muhtemelen yakın gelecekte, her türlü koşullandırmanın -reklamlar, eğitim, hatta bir biçimde sağlanmış bir güvene dayalı olarak ikna etmenin dahi- suç sayıldığını görebileceğiz.

    Bildiklerimizi, ya da daha doğru deyimle bildiğimizi zannetttiklerimizin tümünü terkedip bunların yanlış olduğunu kabul etmeye ve de bunların yerine hiç bir şey koymamaya razı olabilmeliyiz. Doğrular yaşamı kolaylaştırabilir, bizi düşünmek külfetinden kurtarabilir, başkalarını da bu yönde koşullandırarak kendimize bir egemenlik alanı çizip içinde rahat yaşamamızı sağlayabilir. Ünvanlar, bu rüyanın perçinleridir.

    Özgürlük, kendi kendimize çizdiğimiz bu çemberi kırıp dışarı çıkabilmektir. Birlikte, büyük sistemin bir parçası olarak birlikte yaşayabilmenin temeli budur.

    Pazar, 01 Ekim 1995

  • YABAN KIRCI’NIN “DİKKATSİZLİĞİ”!

    YABAN KIRCI’NIN “DİKKATSİZLİĞİ”!

    TV Haberler’inde, Muğla’da anız yakmak isteyen Yaban KIRCI adında bir vatandaşımızın, “dikkatsizlik yüzünden” 10 dekar kızılçam ormanını yaktığı duyuruldu.

    Bu haberin yanıltıcı, olaylar hakkında doğru bilgilenme özgürlüğünü zedeleyici olduğunu, bilgi toplumu oluşturma yolunda uğraş verenlerden birisi olarak ilan ediyor ve ayrıca durumu protesto ediyorum.

    Vatandaş Yaban KIRCI, yanıltıcı bir habere karşı ne yapılması gerektiğini tam bilmediği için bu haberi dinlemiş, ama elinden birşey gelmemiş olabilir.

    Ama biz mürekkep yalamış kişiler olarak gerektiğinde hemen işe müdahale etmeli yanlışları düzeltmeliyiz. Bu tekzip metnini Yaban KIRCI’nın gönüllü avukatı olarak, bilgi toplumu idealine gönül vermiş, ülkemizin dört bir yanını bilgisayarlarla donatmayı bir ülkü edinmiş kesimimize ithaf ediyorum:

    ……tarihinde çeşitli TV’lerde verilen ve müvekkilim Yaban KIRCI’nın anız yakmak isterken dikkatsizlik yüzünden 10 dekar kızılçam ormanını yaktığı haberini, kişilik haklarına ve onuruna saldırı sayıyor ve şiddetle protesto ediyorum.

    Müvekkilim Sayın KIRCI, bu şekilde imaen de olsa dikkatsizlikle suçlanmakta; hatta, “Bu adam yalnızca bu konuda değil her konuda dikkatsizlik yapabilir. Dolayısıyla potansiyel bir felakettir” denilmeye getirilmektedir.

    Konunun yalnızca Sayın KIRCI ile sınırlı olmadığı, her yıl binlerce vatandaşımızın aynı nedenden ötürü ormanlarımızı yaktığı bilgi toplumumuzun malumlarıdır. Buna, sadece anız yakımını değil, piknik yapmak, cam şişe veya sigara atmak gibi nedenleri katar ve benzer nedenlerle benzin istasyonu, likitgaz dolum atölyeleri gibi yerlerde de felaketler olduğunu katarsak, anılan TV, toplumumuzun büyük bir bölümünü suçlamakta, herkese birden “siz hepiniz birer Yaban KIRCI’sınız” demek istemektedir. Bunu kesinlikle kabul etmiyoruz. Her ne kadar insan insana benzerse de, müvekkilim türü içinde nadir örneklerden birisidir. Benzin istasyonunda sigara içen, otoyolda güvenlik şeridinden giden, boş tankerde kaynak yapan ahmaklara benzetilmeyi katiyen haketmemiş, pırıl pırıl saf bir vatan çocuğumuzdur.

    Sayın KIRCI, gerek özel gerek meslek yaşamında son derece dikkatli bir kişidir. Bunu sayısız örneklerle kanıtlayabiliriz. Bu olay, Sayın KIRCI’nın, yanma denilen olay hakkında yeterince bilgisi olmamasından kaynaklanmıştır.

    Buna karşı, “Mağara insanları dahi yanma olayı hakkında bilgi sahibidir. Hatta bütün canlılar genetik belleklerinde yanma ile ilgili gerçekleri nesilden nesile taşırlar. Nasıl olur da Sayın KIRCI böyle bir genetik mirastan mahrum kalmış olabilir?” savı ileri sürülebilir.

    Doğrudur. En eğitilmemiş kişi bile, yaşam sürdürmeye yönelik bu bilgi ve becerilere doğuştan sahiptir. Müvekkilim de doğuşunda bunlara sahipti. Bunu, şu anda hayatta bulunan süt annesi doğrulayacaktır. Yanan sigarayı eline yaklaştırınca daha 2 aylıkken Sayın KIRCI bas bas bağırmıştır.

    Ama, müvekkilim bugün bu beceriye sahip değildir. Çünkü, müvekkilim ilk okulu bitirmiş ve üstelik bütün derslerden pekiyi notlar alarak bitirmiştir.

    İşte bu süreç sırasında, doğuştan sahip olduğu sağduyuyu kaybetmiş, öğretmeninin ders yetiştirme telaşı içinde kenarda kalmış, yalnızca bellemesi istenilenleri geriye kusmuş, işine yarar hiç bir şey öğrenememiştir.

    Bildiğimize göre yalnız ilkokulda değil, orta, lise ve hatta yüksek öğrenimde de aynı şeyler olmakta, bir çok şeyin adını bilen lafazan kişiler, örneğin benzin istasyonunda sigara içilmeyeceğini idrak edememektedirler.

    Açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, müvekkilim suçlu değil mağdurdur ve kitlesel bir olgunun mağdurları arasıdadır.

    Buna dayanarak, söz konusu haberin düzeltilmesini ve;

    • Eğitim sistemimizdeki ezber faciasını yeterince anlamaya çalışmayanların,

    • Öğrenciyi dikkate almadan hala öğretmen merkezli eğitim yapmakta israr edenlerin,

    • Ders programlarını zamanında yetiştirmeyi öğrencilerin öğrenmesinden daha önemli sayanların,

    • Bu yanlışları gören, anlayan, ama “önce başkası yapsın” ilkelliğinden kendini kurtaramayan

    • Eğitim sorununu hala tuğla, sıra, öğretmen maaşı ve bilgisayar sayanların,

    müvekkilim Sayın Yaban KIRCI’ya reva görüldüğü gibi kamuoyuna teşhir edilmelerini arz ediyor, sevgi ve saygılarımın kabulünü bilvesile arz ediyorum.

    Yaban KIRCI avukatı M.Tınaz Titiz

  • BİR GERÇEĞİN YENİDEN KEŞFİ!

    BİR GERÇEĞİN YENİDEN KEŞFİ!

    Çocukken okuduğumuz bir yazıyı yıllar geçtikten sonra tekrar okuyunca, evvelce hiç gözümüze çarpmayan karakterler, yargılar, ilişkiler keşfederiz. Hatta denilebilir ki, bir yazı her yıl tekrar okunsa, her defasında yeni noktalar keşfedilebilir.

    Din kitaplarının sembolik bir dille yazılmış olmasının bir nedeni, geniş bir alanı ilgilendiren yargıların sınırlı bir hacimde ifade edilmek zorunluğudur.

    Ama -bir şekilde aşılabilir olan- bu güçlüğün ötesinde daha önemli bir nedenle sembolik anlatım kullanılmıştır. Bu da, her okuyanın ve de her defasında yeni anlamlar çıkarabilmesine ve böylece de zamanın aşındırıcılığına dayanabilme özelliği kazanmasına imkan yaratmaktır.

    Bu yüzden, “gerçekler her gün, herkes tarafından yeniden keşfedilmelidir” denilebilir.

    İnsan da yeniden keşfedilmeli!

    Fotoğraf teknikleri geliştikçe, insan gözünün fiziksel sınırlamaları ve sınırlamaların yol açtığı anlayış daralmalarını yavaş yavaş aşıyoruz.

    Gözün kolayca izleyebildiği desimetre boyutunun altına inildikçe “yok” sayılan dünyaları yeniden keşfediyoruz. (Micro-cosmos) adlı filmi ya da belgesel yayımlayan TV kanallarını izleyenler, milimetre boyutunda nasıl içiçe geçmiş dünyalar olduğunu gözlemişlerdir.

    Bu teknikler geliştikçe yarınlarda daha küçük -o da ne demekse- evrenlerle içiçe yaşadığımızı algılayabileceğiz. 1/x fonksiyonun artı ve eksi sonusuzu birleştiren ilginçliği, bir anlamda, çok büyükler ve çok küçüklerin olmadığını, bunların aynı ve de “tek” olduğuna işaret ediyor. x değişkeninin sıfıra çok çok yakın pozitif bir değeri 1/x’i artı sonsuz; sıfıra çok çok yakın negatif bir değeri eksi sonsuz yapabiliyorsa, x’in tam sıfırda, artı ve eksi sonsuzu birleştirdiği sanal (gibi) görünen ama müthiş bir gerçekliktir.

    “Göz” dediğimiz organın yetersizliği ve bir yandan da insanoğlunun kendi türüne karşı oluşturduğu türcülük -ırkçılık gibi- nedeniyle düne kadar “önemsiz”, “akılsız”, “insan için yaratılmış” sandığımız canlılar evrenlerinin önünde şaşkınlık ve saygı ile kalakalmış durumdayız.

    Bu resim, diğer canlılar için ne denli şaşırtıcıysa, insanlar için de öyledir. Her ne kadar diğer canlılardan üstün görsek de insan türüne verdiğimiz önem de basit bir “aynıdaşlık”tan öte değildir.

    İnsanın kendi kendinin neresini beğendiği “neremi neremi” diye sorulmaya değer bir sorudur. Kendini “alet yapan hayvan” olarak yücelten insan, diğer canlıların ne tür aletler yapabildiğine, hem de sürdürülebilir yaşam çevresini bozmayacak aletler yapabildiğine dikkat etmemiştir.

    Aslında “alet yapabilirlik”, insanın eksik yanlarından birisi olarak da yorumlanabilir. Çünkü her yaptığı alet, onu varoluş ekolojisinin biraz daha dışına itmektedir. Bu yüzden, diğer canlılara göre çok daha az gelişmiştir. Hatta belki bu huyu, onun sistemden silinmesine yol açabilecektir. Hiç övünülmemesi gereken bir yanıyla şişinen insan, esas şaşkınlık ve hayranlık duyması gereken yanını bugüne kadar gözardı etmiştir. Bu özelliği, “bir amacı benimsemesi halinde, ortaya koyduğu olağanüstü öğrenme yeteneği”dir. Peki, biz bu yeteneği nasıl değerlendiriyoruz.

  • FIKRA ANLATTIRIN!

    FIKRA ANLATTIRIN!

    Bence, cevaplanması istenebilecek en güç soru, cenaze namazı kıldıran hocanın, “ey ahali, rahmetliyi nasıl bilirsiniz?” sorusudur.

    Buna dürüst cevap verebilmek için önce, hocanın “nasıl bilirsiniz?” sorusuyla, meftanın hangi yönü hakkındaki düşüncemizi öğrenmek istediğini bilmemiz, sonra da kişinin o yönü hakkında yeterli bilgi sahibi olmamız gerekmektedir.

    Örneğin, hoca finansal konulara meraklı ve ölenin insider trading yaparak mı para yaptığını öğrenmek istiyorsa durum bir türlü, açığa repo yapıp yapmadığını sorgulamak istiyorsa daha değişiktir.

    Bu zor soruyu daha da güçleştirebilecek bir olasılık, hocanın böyle özel sorulara yanıt aramadığı, “canım, öylesine genel olarak nasıl bilirsiniz?” diye sormuş olmasıdır. Bu takdirde, rahmetlinin tüm yönleri hakkındaki değerlendirmelerin subjektif bir bileşkesini almak gerekir ki bu göründüğü kadar basit bir iş değildir..

    Örneğin, aptal, çalışkan ve ahlaksız ya da zeki, tembel ve namuslu iki ayrı mefta için bu bileşkelerin hesaplanması ne kadar güçtür!

    İşte, bu gibi zor durumlara düşmemek için herkesin, cenaze namazına gidilmesi ihtimali bulunan kişiler hakkında doğru bir kanaat edinmesi şarttır. Ancak bu, söylendiği kadar basit olmayıp ciddi yapılmaya kalkışıldığı takdirde bir istihbarat örgütü gibi çalışmayı gerektirebilir.

    Pratik olarak mümkün olmayabilecek bu tür çözümlere muhtaç olmamak için uygulanması kolay ve güvenilir bir yönteme ihtiyaç vardır. Ben düşüne düşüne böyle bir yöntem geliştirmiş bulunuyorum.

    Bu yöntem, kişilere, en sevdikleri fıkrayı anlattırmaktır. (Bu, tabii ki kişinin sağlığında yapılmalı cenaze namazının telaşına bırakılmamalıdır).

    Dış görünüşü, eğitimi ve bilhassa ünvanı ne olursa olsun, fıkra anlatan kişi kimliğini gizleyemez. Akıl fikir düzeyi, bilinç altına ittiği fantezileri, Dünyaya bakış açısı gibi özellikleri bu yolla ortaya çıkar. İnanmayanlar deneyebilirler!

    Pazartesi, 13 Haziran 1994

  • İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI

    İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI

    Hayvan Sevenler Derneğinde, “hayvanlar üzerinde deney yapma özgürlüğünün artırılması” düşüncesi tartışılamaz mı?

    veya

    Kilisede “müslümanlık propagandası” yapılır ya da camide “hristiyanlığın faziletleri konulu hutbe” okunamaz mı?

    Şöyle sorular da sorulabilir:

    Tıbbi Deneyleri Geliştirme Derneğinde, “hayvanlar üzerinde deney yapma özgürlüğünün artırılması” düşüncesi tartışılamaz mı?

    veya

    Camide “müslümanlık”, kilisede “hristiyanlık” propagandası yapılamaz mı?

    Birinci gruptakilere `hayır’, ikincilere ise `evet’ denilmesi doğrudur. Pekiyi nasıl oluyor da aynı bir eylem hem doğru hem yanlış olabiliyor? Doğru olan, hangi düşünce olursa olsun özgürce ifade edebilmek değil midir?

    Hayır, değildir. Soru’nun cevabı şudur: Düşünceleri ifade edebilme özgürlüğü, üzerinizde hangi elbisenin bulunduğu ile sınırlı bir özgürlüktür (her özgürlüğün sınırları olduğu gibi).

    Temel hak ve özgürlüklerin başında gelen ifade özgürlüğü, “çıplak insan” için, yani üzerinde bir elbise taşımayan insan için geçerlidir. Üzerine bir kurumun elbisesini yani o kurumun hak ve ödevlerini giyen kişi, ancak o kurumun oluşum amaçları çerçevesinde düşünce üretip ifade edebilir. Bu kural, ifade özgürlüğünü sınırlayan değil tam aksine onu kolaylaştıran bir altın kuraldır.

    T.B.M.M., belirli ilkeler çerçevesinde oluşturulmuş bir kurum olup ilkeleri anayasa ile çizilmiştir. Bu ilkelerin başlıcaları da ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü ile laik ve demokratik sosyal hukuk devleti oluşudur. Oraya gelenler bunu kabul ve ilan etmişlerdir. Aslında kabul ve ilan etmiş olmaları dahi pek önemli değildir. Gönülsüz olarak kabul ve ilan etmiş olsalar dahi, o kurumun görevi bu niteliklere sadık kalmaktır. Çünkü o kurumun amacı tek ve bellidir.

    Çerçeve böyle çizilince, o çatı altında, ülkenin veya milletin bölünmesi ya da anti laik bir düzen kurulması düşünceleri ifade edilemez. İfade edilmeye kalkılırsa, aynen yukarıdaki ilk grup örnekte olduğu gibi yanlış yerde yanlış düşünce ifade edilmeye kalkışılmış olur.

    Pekiyi, bu düşünceleri ifade etmek isteyen bir milletvekili ise ne yapmalıdır?

    Çözüm basittir: O çatının dışında ve T.B.M.M. elbisesinin verdiği koruma (dokunulmazlık) zırhı çıkarılarak başka bir elbise giyilir ve ne isteniyorsa ifade edilir. Ancak, bu zırhın dışında olunduğu açıkça ifade edilir, arkasına saklanılmaz ve sonuçlarına razı olunduğu kabul ve ilan edilir. İfade edilenleri sınırlayan başka çerçeveler yok ise özgürce konuşulur, yazılır. İfade özgürlüğü budur.

    Bu “çok elbise” konsepti genellikle unutulmakta ya da görmezlikten gelinmekte, bir elbise altında ifade edilemeyecek düşüncelerin dile getirilmesi fikir özgürlüğü (ifade özgürlüğü denmek isteniyor) sanılmaktadır.

    Bu saptırmayı bilmeden ya da bilerek yapanlar bir yana, birçok aydınımız da düşünce özgürlüğü adı altında bu yanlışı savunabilmektedirler. Acı olan da budur.

    Bazı temel kavramların yeterince açık olarak özümlenmemiş oluşu, birçok sorunumuza kaynaklık etmektedir. İşte bunlardan birisi de genel olarak özgürlükler, özelde ise ifade özgürlüğüdür. Her nerede bir özgürlük varsa mutlaka onun bir sınırı da olmalıdır. O sınır, başkalarının başka özgürlükleridir. Sınırsız olan bir şey için ise zaten özgürlük deyimi kullanılamaz.

    Bölücü ya da anti-laik düşünce sahipleriyle, düşünce özgürlüğü konusunda duyarlığa sahip herkesin oyunu bu kurallar içinde oynamaları gerekir.

    Aksi halde kısa süre içinde oyun oynanamaz hale gelir. Ve mutlak gelir.

  • İFADE ÖZGÜRLÜGÜ YALNIZ YASAKLA MI KISITLANIR?

    İFADE ÖZGÜRLÜGÜ YALNIZ YASAKLA MI KISITLANIR?

    İnsanların düşündüklerini ifade etmeleri tarih boyunca yönetimleri hep rahatsız etmiştir. Önceleri, bütünüyle yasaklama, daha sonraları belirli konulardaki belirtimleri yasaklama derken günümüze kadar gelinmiştir.

    Bugün artık böyle metodlar kullanılmamakta, daha doğrusu kullanılamamaktadır. Bu nedenle daha “ince” yöntemler geliştirilmiştir. İnsanoğlunun yaratıcılığı her engeli aşabilen çözümler geliştiriyor.

    Bu yeni yöntem, ifade edilecekler ile uğraşmayı bir yana bırakıp, daha radikal biçimde meselenin kaynağına inmekte ve “zaman”ı kontrol etmektedir.

    Elli kişiyi biraraya getirir ve dersiniz ki; “arkadaşlar, fişmanca konu hakkındaki görüşlerinizi tam olarak ve hiç çekinmeden söyleyin. Söyleyin ki biz de değerli düşüncelerinizden yararlanalım.”

    Bunu duyanlar da sevinir ve saf saf “oh ne güzel, ifade özgürlüğü ne iyi bir şeymiş” diyebilirler. Halbuki durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Uzun bir açış konuşmasından sonra (uzun konuşmanın da kendine özgü yöntemleri olup sanıldığı gibi allah vergisi değildir) isteyenler söz alır ve iki üç kişi hayat hikayelerini anlatır ve de süre dolacağı için özgür(!) toplantı biter.

    İşin daha da inandırıcı olmasını isterseniz, katılımcılara hafiften tarizde de bulunup, “değerli görüşlerinizden bizi yararlandırmamış bulunuyorsunuz. Neyse bir daha ki sefere mutlaka sizleri de dinlemeliyiz” diyerek insanları bir de suçlu duruma düşürebilirsiniz.

    İnsanımız uzun konuşmasını sevmektedir. Her uzun konuşan -eğer kasıtlı yapmıyorsa-, başkalarının ifade özgürlüğüne tecavüz ettiğini bilmelidir.