-
Nis 16 2012 “Yanılmışım” demek zordur!
“Yanılmışım” demek zordur!
Niçin?
Yargılarımız -genellikle- o denli kesindir ki onların yanlışlanması, “çok bilmiş tavırlarıma bakarak söyleyip yazdıklarımı pek ciddiye almayın; sıklığı ve zamanı belli olmayan şekilde yanılabiliyorum” gibisinden bir saklı içeriği çağrıştırabilme olasılığı nedeniyle utandırır.
Çok laf yalansız çok para haramsız olmaz kadar doğrulanmış başka bir söz var mıdır bilinmez; özellikle laf miktarı arttıkça yalan olmasa da en azından doğru olmayan sözlerin araya karışması olasılığı artar. Kuşkusuz, bu sözü bildiği ve hep de doğruları söylemek istediği için çokhoşboş[1] stil edinmiş olanlar da olabilir.
Bir tarihte, TV’den naklen güneş tutulması anlatan yorumcunun açıklamalarını hatırladıkça birşey söylemeden nasıl uzun uzun konuşulacağının nasıl bir ulusal karakter haline geldiğini daha iyi anlıyorum.
İnternet, olmasaydı birbirinden haberi olamayacak insanların haberdar olabilmelerini sağladı. Böylece de, okur-yazar herkes (gugl denilen çokbilmiş sayesinde) göçmen kuşların yumurtlama sıklıklarından, 550 yıl evvel Fatih Sultan Mehmet’in lalasına nasıl hitap ettiğine varıncaya kadar her şeyden haberi olabilir hale geldi. Ama bu arada -bilgisayarın işleyişindeki hatasızlığa aldanarak- o yolla edindiği bilgilerin de bütünüyle doğru olduğu gibi bir inanca kapıldı.
İnternet ya da medyadaki kuşkusuzluğa baktıkça, insanların bu kadar bilinmezlik içinde nasıl olup da bu denli çok şeyden emin olabildiklerine şaşıp kalmamak güç.
Ağız ya da kalemden çıkan her yargı için, “ben bu yargımdan eminim çünkü…..” açıklaması, gerçekten sağlam bir gerçeğe oturtana kadar (fazla değil birkaç tur) sürdürülse insan konuşup yazacak söz bulamaz. Peki nasıl olup da zincir baklaları gibi …dir’ler peşpeşe dizilebiliyor?
Niels Bohr şöyle diyor: “İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil bir soru olarak anlaşılmalıdır“.
Acaba, bir kimyasal varmıdır ki birkaç büyük kentimizin içme suyuna karıştırılınca akıllara biraz olsun kuşku gelir de bu denli kesin bilgilerimizin kaynakları hakkında biraz olsun düşünme ihtiyacı duyarız?
Cumartesi, Ekim 3, 2009
[1] Çok sayıda -özellikle de söylenmesi hoş olan- sözcüğü yanyana dizip katma değersiz şekilde kullanmak!
… Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
-
Nis 16 2012 Domuz Gribi: Bir Altın fırsat!
Domuz Gribi: Bir Atın fırsat!
“Öğretme”ye dayalı zorunlu eğitim nerede-ne zaman başladı?
1717 yılında ilk defa Prusya’da başlayan, öğretmen-karatahta-tebeşir formatlı zorunlu eğitim, aradan geçen yaklaşık 300 yıla karşın bugün de devam ediyor.
Özgür düşünceli bireylerin ortaya çıkabilmesi karşısındaki en büyük engel, bireylerin ilgi alanlarının, onların öğrenebilme profillerinin, yaşadıkları çevrelerin imkan ve imkansızlıklarının ne olduğuna aldırmadan, yaşamlarının çeşitli alanlarındaki ihtiyaçlarına karşılık gelen öğrenme ihtiyaçlarını belirlemeye kendini yetkili sayan “öğretme” paradigmasıdır. Prusya için ya da o yıllar için bu anlaşılabilir bir model olabilir[1].
Artık yeni bir kavram var: “Zengin Öğrenme Ortamı”
Eğitim konusunda artık neredeyse norm haline gelmekte bulunan bir eğilim var: Ana okulu ya da lise öğreniminde, artık bu kavram çevresinde oluşturulan “Zengin Öğrenme Ortamları” (ZÖO) gündemde.
Tanım olarak ZÖO, bir grup öğrencinin sahip oldukları BİRBİRİNDEN FARKLI ilgi alanları açısından onların ilgilerini çekici ve de o kişilerin konfor alanlarını (comfort zones) genişletmelerine yardımcı olabilecek imkanlar içeren ortamlardır. “Zengin” sıfatı bu çeşitlilik nedeniyle kullanılmaktadır.
Bir ortamın ZÖO sayılabilmesi için şu koşul aranmalıdır: Bireyin konfor alanının genişlemesine imkan verebilecek kadar alışkanlıklarının dışına taşmalı, ama onun kalıcı zarar görmesine neden olmayacak düzeyde de güvenli olmalı. Buna katlanılabilir risk de denilebilir.
Buradaki “riske katlanma” nedeni, her türlü (katlanılabilir ya da katlanılamaz türü) riskin en iyi öğrenme ortamları oluşudur. Hemen herkes, işine yarayan ne varsa risk ortamlarında öğrendiğine, konfor alanlarını her zorladığı fırsatın mutlaka bir risk içerdiğini hatırlayabilir.
Buna göre, bireyler -ana okulundaki minikler ya da lisedeki gençler için ayrı ayrı değerlendirilerek- için çeşitli katlanılabilir risk ortamları tanımlanabilir. Örneğin ülkemizde son yıllarda usul haline gelen kar tatilleri katlanılabilir risk ortamlarına çok iyi bir örnektir. Bir diğer deyişle, kar tatilleri çocuklarımızın en verimli öğrenme ortamlarını ellerinden alan yansıtılmış korkular‘dır.
Deprem riski de bir risk ortamıdır ve üstelik bünyesinde katlanılamaz risk öğelerini de barındırmaktadır. Ama depreme hazırlık süreci mükemmel bir ZÖO’dır. Resmi ya da özel okullarımızın -bildiğim kadarıyla bir tanesi hariç- hiçbirisinde öğrencilerin bizzat riskle karşılaşmalarına yönelik bir ZÖO hazırlanmamıştır. O istisna, Özel Ulus Musevi Lisesi’dir. Bir de bir tarihlerde İzmir’de bir özel kolejde (Özel İzmir Koleji) 900 öğrencinin tamamına rastgele aralıklarla yangın tatbikatı yaptırılması örneği vardır.
Peki ya Domuz Gribi?
Domuz Gribi de mükemmel bir ZÖO’dır. Gerek hastalık öncesi korunma, gerek hastalık sırası gerek sonrası önlemler açısından içinde birçok konfor alanı genişletme imkanını barındırmaktadır. Okullar tatil edilsin ya da edilmesin ZÖO açısından pek fark etmez; hatta tatil olması halinde -çocuklarımızın hiç alışık olmadıkları- birçok yararlı alışkanlığı edinebilmelerine imkan yaratır.
Örneğin nereden çıktığı belli olmayan rasgele öpüşmenin ne büyük bir salgın ajanı olduğu dikkate alınırsa, bundan kurtulmak için -hele erkek erkeğe öpüşmeler ve de bol tükürüklü ve vantuzlu tipi- domuz gribi iyi bir fırsat değil midir?
Her hafta ellerini yıkamayı adet edinmiş çocuklarımız için daha sık el yıkamaları için yine iyi bir fırsattır. Kendi aralarında iletişim ağı kurarak çevrelerine bilinç aşılamak için çalışmak, yarınların sivil toplum çalışmalarına birer hazırlık değil midir?
Başka ülkelerde internet üzerinden kurabilecekleri haber gruplarını kullanarak alternatif korunma ve mücadele yöntemlerini öğrenmeleri öğrenme devriminin üzerine oturduğu “ağ”lardan birisi (Your Global Learning Network) değil midir?
Maksadım bunları sayıp dökmek değil; sadece bir musibetin nasıl bir öğrenme ortamına çevrilerek Sorun Çözme Araçları dağarcığımızı zenginleştirebileceğimize bir ışık tutmak. Yani Sorun Çözme Kabiliyeti‘mizin gelişmesine önemli katkıların gelebileceği alanlara işaret etmek.
15 Ekim 2009
[1] Dün bir münasebetle gittiğim Bogaziçi Üniversitesi’nde tesadüfen önünden geçtiğim dersliklerde sıra sıra oturmuş kara (yeşil) tahtaya sıra sıra formüller yazıp onları belletmeye (muhtemelen de ezbere belletmeye) çalışan öğretim elemanları ve onları “dinleyen” sıra sıra öğrenciler öğretilenler dikkatimi çekti.
… Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
-
Nis 16 2012 “Etik Güvence” aracını keşfetmek..
“Etik Güvence” aracını keşfetmek..
Rüşvet işi bitmez, çünkü!
Okumayı söküp gazete okumaya başladığım yıldan beri en sık rastladığım haber türü rüşvet; hemen onunla bitişik olarak da rüşvete karşı alınacak yeni önlemler‘dir.
Gelişmiş olarak nitelenen toplumlarla bu açıdan büyük fark, oralarda rüşvetin toplumun en üst yönetim katmanlarına özgü hale getirilebildiği, bizde ise daha demokratik biçimde tabana (iyice) yayılmış olmasıdır.
İnsanlar iyi tüfek yaptıkça Tanrı da daha iyi uçan kuş yaparmış sözü sadece kuş ve tüfek için değil, eğrilik yapmaya ve önlem almaya çalışan herkes için doğru olsa gerekir. Bu nedenle de -bugüne kadarki deneyimlerimizden de görüldüğü gibi- rüşvet ya da diğer melanetlerin salt yeni ek kurallarla önlenmesi mümkün değildir. Topluma değer katabilecek herhangi bir alanda AR-GE yapma özürlü insanımız melanet ürünleri üretmede sıralama dışı olacak kadar başarılıdır.
Nitekim son duyduğum bir AR-GE ürünü, tanıdıklar (tercihan akrabalar) arasında araba çarpıştırmak imiş. Arabasını tamir ettirmenin masrafını sigortaya yüklemek amacıyla, birbirini tanıyanlar arabalarını çarpıştırıp sonra da tutanak tutuyorlar, sigorta da ikisine birden ödeme yapıyormuş.
Şimdi sigorta şirketleri tutanakları inceleyip aralarında akrabalık-hısımlık bulunanları saptamaya çalışıyormuş. Bu nedenle de AR-GE’nin GE kısmı devreye girip artık akrabalar değil tanıdıklar arası çarpışma tutanakları yaygınlaşmış.
İşi gücü olmayan birisi oturup hesaplamış ki, ek kural koyarak eğrilikleri önlemeye çalıştıkça kural kirliliği denilen olay oluyor ve mevcut kuralların sayısı (2n-1 +n-1) formulü uyarınca artıyormuş (Burada n, ek kural koyulmadan önceki kural sayısı).
Ve..
Kurallar bu üssel hızda artttıkça, kural kırıcıların işleri kolaylaşıyor, hatta dahası potansiyel melanet pastası büyüyormuş. Bunu öğrenince güzel yurdumuz insanının en çok okuduğu gazetenin niçin Resmi Gazete olduğunu da anlamış oldum; ilkesel olarak RG’nin tüm yazıları yeni kurallar ile ilgilidir.
Buradan birkaç sonuç çıkarılabilir..
Bu komik görünüşlü olaylardan birkaç işe yarar sonuç çıkarılabilir. Birincisi, bir sorunu çözmek için ek kural koymanın yeni sorunlara davetiye çıkarmak anlamına geldiği gerçeğidir. Eminim ki rüşveti önlemek için tümoral biçimde büyüyen kurallar, nice kamu görevlisinin iştahını kabartıyordur. Resmi büyütmek için tıklayınız!
İkinci sonuç, ahlaki bir taban üzerine oturmayan kuralların işe yaramayacağı gerçeğidir; özellikle de -rüşvet gibi- kanıt sağlamanın güç olduğu olaylar için.
Çünkü caydırıcılık, ya -kanıt isteyen- yasal yaptırımlardan ya da toplumca fuzzy kanıtlara göre “ayıplanmaktan” geldiğine, ayıplanma ise bir “etik norma” dayalı olacağına göre, rüşvet ve benzeri olayları önleme araçları içinde mutlaka ahlaki bir bileşen bulunmalıdır.
Nedendir bilinmez, ama rüşvetin toplumumuzun ahlaki değerler içindeki yeri pek öyle belirgin değildir. Bürokraside bir işi çabuklaştırmak için maaşı zaten yetersiz olan bir kişiye bir çeşit sosyal yardım olarak görülür ve “ben memnuniyetimi belirtmek için veriyorum, kime ne” gibisinden de bir ahlak temeli üzerine oturtulur.
Örnek Tavır Ağları
Benzer şekilde günlük yaşamımızın bir bölümünü geçirdiğimiz trafikte de çoğu ihlaller ayıplanmaz, sınavlarda kopya çeken öğrenciler de. Toplumun tuhaf bir hoşgörüyle karşıladığı bu ayıplanası olaylar için kuşkusuz bazı araçlar geliştirilebilir. Bunların en etkililerinden birisi Örnek Tavır Ağları‘dır.
Örnek Tavır’ların neler olabileceği bellidir. Rüşvet almayan kamu görevlisi, vermeyen iş sahibi, kopya çekmeyen öğrenci, gözetimsiz (onur sistemi) sınav yapan öğretim elemanı, çıkar çelişkisine dikkat eden politikacı, elindeki kaynakları seçim bölgesine akıtmayan bakan, güvenlik şeridini kullanmayan sürücü ve benzerleri hep örnek tavırlar sergilemektedirler.
Bu tür örnek tavırlı kişilerin toplumdaki yüzdeleri tahmin edilebileceği gibi küçüktür. Ayrıca da toplumun geri kalan büyük çoğunluğu tarafından daima -örtülü biçimde- aşağılanırlar, en azından naif sayılırlar.
Eğer bu kişiler gevşek bir birliktelikle -yalnız olmadıklarını bilmek için- bir araya gelirler ve hangi tavrın örneğini sergiliyorlarsa onu da kısa ve denetlenebilir biçimde ilan edebilirlerse, toplumun geri kalanı için bir rol model oluşturmak bir yana, bir de ahlaki temel tanımlamış olurlar. Bu temel, yeterince bilinebilir kılınırsa, bir yasa maddesinden çok daha etkili olmaya başlayabilir.
Sabahtan akşama kadar trafik konusunda ahkam kesen, trafik kazalarının ancak neredeyse idam cezasıyla önlenebileceğini savunan insanları gördükçe, nasıl olup da örnek tavırlı insanlardan yararlanmayı düşünemediklerine akıl erdiremiyorum. Bir otomotiv firmasının, bir taşımacılık şirketinin, bir trafik derneğinin bunu akıl etmesi, için acaba ne gerekiyor? Bu tuzağı bize kim kuruyor, dış güçler mi? 🙂
Rüşvet veren ve alanların dışında kalanlar içinde bu tür bir etik güvence oluşturup bunu ilan edecek örnek tavırlı kimseler kuşkusuz tepkiyle karşılaşabilirler. Örneğin, rüşvetin bir tarafı olmayacağını birkaç maddelik bir etik güvenceyle ve bir sembolle (bir rozet, bir kurdele vb) ilan edip, her yıl düzenli olarak mal bildiriminde bulunmayı taahhüt edebilecek babayiğit (veya anayiğitler) yok mudur?
Bunları düşündükçe, toplumumuzun rüşvet ya da diğer eğriliklerden pek de öyle söylendiği kadar rahatsız olmadığını düşünüyorum. Ne dersiniz?
9 Ocak 2011
… Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
-
Nis 16 2012 “Siyasi partiler” kapatılmamalı!
“Siyasi partiler” kapatılmamalı!
Anayasa mahkemesinin Demokratik Toplum Partisi’ni kapatma kararı üzerine, adet olduğu veçhile derhal kapatmaya yandaşlar ve karşıtlar olmak üzere iki kesim oluştu. Hatta AYM başkanı dahi, “anayasa böyle olduğu için kapattık ama keşki onu değiştirseydiniz de kapatmasaydık” gibisinden bir eleştiri yaptı.
Bir yandan da parti kapatmanın çağdışı, anti-demokratik, darbeci bir zihniyet olduğu yolunda bir hava oluştu.
Önce bir tanım lazım!
Çeşitli kaynaklarda “siyasi parti” kavramı için rastlanan tanımlar aşağı yukarı şu birkaç anahtar ilke çevresinde toplanıyor:
– Yazılı bir ideoloji veya vizyona sahip,
– Hedefi, devlet içinde siyasi erke sahip olmak,
– Sonraki hedefi, ülke yönetiminde söz sahibi olmak.
Bunlar yeter mi?
Bu üç ilkenin tanımladığı “siyasi parti” pekala:
– Nihai hedefi ülkeyi parçalara bölmek ve
– Hedefleri yolunda her tür şiddeti kullanabilen silahlı bir örgüt
de olabilir gibi görünüyor.
Eğer bu yolda bir tartışma var ve bir kısım insan siyasi partilerin nihai hedeflerinin “barış ve bütünlük” olması gerektiğini, diğer kesim de bunun aksini, yani “silahlı mücadele de dahil ayrılıkçılığı” savunuyorsa, bu durumda ortada siyasi parti kapatılıp kapatılmamasını aşan başka bir sorun var demektir. O da, “biz ne / nasıl istiyoruz?” sorularıdır.
Nitekim, kimi ülkelerin (örn. İspanya) anayasalarında ayrılıkçılığı savunan siyasi partiler mümkündür. Ama T.C. anayasası ne ayrılıkçı hedeflere ne de bu yolda silah kullanımına izin vermektedir. Nitekim askeri darbeler de bu ikinci nedenle anayasal suç sayılmaktadır.
Diğer yandan konuşan, yazan, çeşitli yollarla fikirlerini ifade eden hemen herkes -eğer yalan söylemiyorlarsa-, anayasanın bu hükümlerine paralel niyetler ifade etmektedirler.
O zaman bu şu mu demektir?
Bu durumda şunu mu anlamak gerekir: Ayrılıkçılığa ve şiddete karşıyız, ama siyasi partiler de kapatılmamalı?
Buna kim itiraz edebilir! Zaten bu iki belirtim “ama” denilmesine gerek bırakmayacak kadar birbiriyle uyum içindedir.
Böylece oluşan çerçeve içine oturan bir siyasi partinin kapatılması savunulamaz. Ama sorun, kapatılmaya konu olan organizasyonun bir “siyasi parti” olup olmadığıdır. Siyasi partiler -yukarıdaki çerçeve ilkelere uygun kurulup işlediği sürece- kapatılmamalı, siyasi parti vasfını kaybettiği anda ise o küme dışına çıkarılmalıdır.
Bu “küme dışına çıkarma” çeşitli yollarla olabilir. Söz konusu organizasyonun siyasi parti vasfını kaybetmesine yol açan kişilerin parti ile ilişikleri kesilebilir, siyaset yasağı getirilebilir ya da başka teknik sınırlamalar bulunabilir. Bu “nasıl”lar ikincil önemde olup aslolan, ayrılıkçılık ve şiddet öğeleridir.
Ayrılıkçılık ve/ya şiddetin (ya da anayasanın izin vermediği başka bir ideolojinin) savunulmasının serbest kılınması yolunda bir anayasal değişikliğin yapılması da bir siyasi partinin ideolojisi olabilir. Buradaki kritik nokta, özgürce savunulabilecek olanın, o an için izin verilmemiş ideoloji değil, o ideolojinin savunulması için özgürlük fiilidir. Voltaire, “fikrinizin zerresine katılmıyorum ama onu özgürce savunabilmeniz için canımı veririm” derken bunu vurgulamıştır.
Ama hiçbir şekilde kabul edilemeyecek olan, siyasi partilerin “söylem” ve “eylem”lerinin -özellikle de eylemlerini gizleyecek şekilde- örtüşmemesidir. İnsanların gözlerinin içlerine baka baka sürekli barış ve bütünlük söylemleri ileri sürüp, aynı anda da ayrılıkçı ve şiddet ideolojilerinin sahibi kişi ve örgütlerin sahiplenilmesi, ileri sürülmesi, kendileri yerine irade sahibi sayılmaları talepleri en basitinden ahlaksızlık değil mi?
Siyasi partiler kesinlikle kapatılmamalıdır. Ama siyasi parti olmayıp da, yalan beyan yoluyla bu sıfatı kullanma hakkı edinmiş organizasyonlara da izin verilemez. En azından yalan beyanda bulundukları için.
Pazar, Aralık 13, 2009
… Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
-
Nis 16 2012 Öğrenme Devrimi
Öğrenme Devrimi
Okulsuz toplum kavraşımı üzerine ilk yazılan kitapların (Ivan Illich, 1971) üzerinden yaklaşık 40 yıl geçti. Zorunlu eğitimin insanları robotlaştırdığı savı çok sayıda düşünür, yazar, eğitimci tarafından dile getirildi.
Karatahta, tebeşir ve öğretmen 300 yıl kadar önce ilk defa Prusya İmparatorluğunda kullanıldığından bu yana, B.F. Skinner’in hayvan deneylerinden yararlanan günümüz eğitimi özünde bir değişiklik geçirmedi. Sadece, öğrencilere “Öğrenci Merkezli Eğitim” adı altında, “öğretilenler üzerinde soru sorma” imkanı tanındı; o da, öğretilenlerin daha iyi bellenip ezberlenmesi amacıyla.
Zorunlu eğitime karşı çıkanların hareket noktası, öğrencilerin ihtiyaçlarıyla öğretilenler arasındaki farklılıktı. Geliştirilen alternatif ise “ev eğitimi” (homeschooling) olup halen yalnız A.B.D.’de 1.5 milyon çocuk ev eğitimi almaktadır (http://en.wikipedia.org/wiki/Homeschooling).
Ev eğtimini savunanların %30 kadarı dini nedenler ileri sürerlerken hemen hiçbiri “kişinin doğuştan gelen yüksek öğrenebilirlik potansiyelini harekete geçirmenin gözardı edilmesi“ni neden olarak ortaya koymamışlardır. Bunun olası nedeni, ailelerin de ideolojik denilebilecek okul amaçları yönünde koşullanmışlığı olabilir.
Diğer yandan son on yılda, İngiltere ve A.B.D.’de misyonu şu şekilde dile getirilen bir hareket başladı: “her öğrenicinin yetenek ve tutkularını harekete geçirecek, mükemmeliyet ve başarma amaçlı öğrenme!”
Bu ifadededen de görüldüğü gibi öğrenme devriminin hareket noktası tamamen farklıdır ve zorunlu eğitimin temel argümanı olan “egemen ideoloji(ler)in benimsetilmesi” olmayıp, kişinin dünyaya beraber getirdiği öğrenebilirlik yeteneğinin harekete geçirilmesine dayanmaktadır.
Bu hareket noktasının benimsenmesi rastgele bir tercih değildir ve ayrıca yeni keşfedilmiş de değildir. İnsanoğlunun -ve de tüm canlıların- temel varlık nedenlerine yönelik risklerle başedebilmeleri için gereken bilgi-beceri-tutum-davranışları edinmedeki olağanüstü yetenekleri en eski devirlerden bu yana bilinmektedir. Bu gerçeği kuramsal olarak ifade eden kişi ise Darwin olmuş, koşullara en iyi uyum sağlayanın hayatta kalacağını ortaya koymuştur.
Her ne kadar, Türlerin Kökeni (On the Origin of Species) eserinin yayımlanması (1859) ile zorunlu eğitimin dayandığı ideolojinin sorgulanmaya başlaması (1971) arasında 110 yıl kadar bir süre varsa da kültür tarihinde bu sürenin “çok kısa” sayılması gerektiği açıktır.
Buna göre, öğrenme devrimi’nin başlangıcı olarak, canlıların türlerini devam ettirebilmeleri yolunda sahip oldukları en güçlü yeteneğin yüksek öğrenebilirlikleri olduğunun bilimsel olarak ortaya konuşu ile eş zamanlı olduğunu ileri sürmek abartı sayılmamalıdır.
Tarım, sanayi ve enformasyon devrimlerinden sonraki bu devrimin, diğerlerinden daha derin etkileri olacağı bellidir. Şimdi mesele, artık içinde bulunduğumuz bu devrimin farkına varanlarla varmayanlar arasındaki mücadelenin neresinde olunacağıdır.
Salı, Ağustos 3, 2010
… Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
-
Nis 16 2012 HastaToplum – 2
Hasta Toplum – 2
Sorun Çözme Kabiliyeti yaşam sürdürmenin temelidir!
https://tinaztitiz.com/2012/04/16/hasta-toplum/ adresindeki “Hasta Toplum” yazısında bir iddia vardı. İddia, toplumumuzun sorunlarını çözemediği, çözülemeyen sorunların giderek birikip, Sorun Kimyası (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=236, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=237) ilkeleri uyarınca yeni sorunlar ürettiği ve böylece toplumumuzun her türlü enerjisini soğuran bir fasit dairenin oluştuğu, bunun da aynen biyolojik organizmalardakine benzer biçimde bir toplumsal hastalanmaya yol açtığı, ama esas hastalığın, toplumun büyük çoğunluğunun hasta olduğumuz yolunda bir kanaat taşımaması, aksine durumu ile sürekli övünür durumda olması idi. bkz. http://bit.ly/1jgCDi7 🙂
Peki bu iddia doğru mudur ya da ne kadar doğrudur?
Daha soru ortaya konulurken belli oluyor ki bu sorunun cevabının evet-hayır biçiminde verilmesi doğru değildir. Her toplum bazı sorunlarını çözebilir, bazılarını uzun vade aleyhine olabilecek kısa vadeli olarak çözer, bazılarını çözemeyip altında ezilir. O halde iyi bir yaklaşım, herhangi bir organizma (birey, aile, kurum, kesim, toplum) için bir SÇK İndeksi (nsçk) tanımlayabilmektir.
Tam olarak ölçmek mümkün olamasa da, bir kişi, kurum, kesim ya da bütünüyle toplumun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni (SÇK) ölçülendirebilecek bir başarım ölçütü (performans göstergesi) tanımlanmadığı sürece her türlü iddia temelsiz kalacaktır.
Peki böyle bir ölçüt tanımlanabilir mi? Örneğin bir kişinin SÇK’nin ne düzeyde olduğu nasıl değerlendirilebilir?
Önce bir norm konulabilmeli!
Kişinin SÇK’nin ne olması gerektiği, onun karşılaşabileceği sorunlarla yakından ilgilidir. Yaşamında hiç depremle karşılaşmamış, karşılaşması olasılığı da bulunmayan bir kişinin deprem sonrası doğabilecek sorunları çözebilme kabiliyeti ya da kazancı ancak karnını doyurmaya yetebilen bir kişinin borsa çökünce servetindeki kayıpları nasıl telafi edeceği sorunlarını çözebilme kabiliyeti pratik bir anlam taşımaz.
SÇK, sorunlar kümesi’nin güçlük düzeyi ile sıkı sıkıya bağlıdır ve bu ikisi de doğrudan ölçülmesi zor, ancak dolaylı ölçütlerle değerlendirilebilecek öğelerdir. Toplumların SÇK arasında farklar, İnsani Gelişmişlik İndeksi (İGİ) adı verilen ve 1/3 (yaşam beklenti indeksi) + 1/3 (eğitim indesi)+ 1/3 (fert başına GSMH indeksi) formülüyle hesaplanan bir ölçütle değerlendirilebiliyor.
1/3 ‘lük bu bileşenlerin her biri daha alt öğelere bölünmekte ve böylece toplum yaşamının en önemli kesitlerindeki başarı (veya başarısızlığı) temsil eder bir resim ortaya çıkmaktadır.
Burada bir adaletsizlik vardır ama!
Türkiye İnsani Gelişme İndeksi (İGİ) açısından
nerededir?İGİ
Sırası
Ülke
Yıllar
1975
2002
1
Norveç
0.870
0.960
6
A.B.D.
0.870
0.940
13
Y.Zelanda
0.850
0.930
19
Singapur
0.720
0.900
34
Kuveyt
0.760
0.840
67
Peru
0.640
0.750
68
Türkiye
0.590
0.750
131
Senegal
0.320
0.440
151
Sierra Leone
?
0.273
ref: http://globalis.gvu.unu.edu/indicator.cfm?IndicatorID=15
İGİ’ni oluşturan bileşenler o toplumları çevreleyen coğrafi, siyasal, ekonomik vd faktörlerden tabii ki etkilenirler. Çevresi benzer kültürdeki dost ülkelerle çevrilmiş, coğrafi koşulları uygun, küçük nüfuslu bir toplumun İGİ ile, Türkiye gibi her öğe bakımdan birer “meydan okuma” sayılabilecek bileşenlere sahip bir ülkenin İGİ arasında karşılaştırma yapmak adil midir?
Üstüne üstlük başlangıç şartları da farklıdır. Osmanlı İmparatorluğu idaresinde yaşayan ve canı Allah’a malı ise padişaha ait olan ve kendisinden sadece dogmaları ezberleyip otoritelere biat etmesi beklenen “kul”llarından, Cumhuriyet idaresinin yurttaşlığına geçirilen insanları ile, bu konulardaki önemli sorunlarını çoktan çözmüş toplumların İGİ yoluyla yarışmaları adil sayılabilir mi?
Söz konusu olan adalet değildir ki!
Mesele yarış koşullarının adil olup olmayışı değil, yarışın bizzat kendisidir. Sürekli olarak durumundan, kendisine haksızlıklar yapıldığından -vırvır ve mırmır düzeyinde- yakınan mazlum ve mağdurların haklarının teslim edileceği bir mahkeme karşısında değiliz.
Mesele, -koşullar ne olursa olsun- çocuk ölümleri oranının düşük, fert başına gelirin yüksek, okul terk oranlarının düşük olması vb’dir. Yarış hem rakibe hem saate karşıdır. Bu yarışta herkes her üstünlüğünü (fiziki ve kültürel) kullanmakta, diğerlerinin her
zafiyetini (fiziksel ve kültürel) kendi lehine bir faktör olarak değerlendirmeye çalışmaktadır (http://tinyurl.com/kl3mgj).
2002 yılı itibariyle 151 ülke içinde 68nci durumda olan Türkiye, 2005’de 94, 2006’da 92, 2007/2008 istatistiklerine göre 84ncü durumdadır.
Şimdi, bu rakamlara bakarak toplumumuzun SÇK’nin, insanlık ailesinin mukayese edilebilir diğer üyelerine göre “düşük” olduğu söylenebilir. Ama bu düşük düzey dahi “hasta toplum” betimlemesi için yeterli sayılamaz.
Başka ölçütlere göre toplumumuzun SÇK’nin düzeyi (nsçk) nedir?
İGİ içine dahil olan çok sayıda bileşenden bazıları -hatta çoğu- yaşam konforu denilebilecek öğelerle ilgilidir. Bu yazıya konu olan SÇK ise, bir toplum varlığının sürdürülebilirliğini tehdit edebilecek sorunlar açısındandır.
Toplumumuzun varlığını tehdit edebilecek sorunlar olarak aşağıdakilerin alınması en azından yanlış sayılmamalıdır:
v Ulusal bütünlük sorunu (Kürt sorunun da içinde bulunduğu, ama onunla sınırlı olmayan sorunlar kümesi),
v Eğitim sorunları (https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/UNDP_icin_hazirlanan_ulke_egitim_raporu/115.Ek-2.pdf[1])
v Ahlaki yozlaşma
v Çölleşme
Bu sorunlar için (nsçk) tanımına girebilecek şu değerlendirme öğeleri ise anlamlı olabilir:
1. Sorunun Tanımlanmışlık Düzeyi (TD),
2. Sorunun nedenlerine ve çözümlerine ilişkin katkıların serbetçe akabileceği Kanalların varlığı ve Kalitesi (KK),
3. Soruna yol açan Kök-Nedenlerin ortaya konulmasındaki Netlik (KNN),
4. Sorunun, diğer sorunlarla Etkileşim Mekanizmasının Anlaşılmışlık Düzeyi (EMAD),
5. Sorunun çözümü için geliştirilmiş ve sorunun paydaşlarının katkılarına açılmış olan bir Politika Belgesinin varlığı ve varsa Kalitesi (PBK),
6. Çözümlerin Sürdürülebilirliği (ÇS),
7. Sorunlarını çözememek nedeniyle uğranılan zarar (UZ).
Bu 8 faktör kullanılarak (nsçk) için bir değer hesaplamak yerine, SÇK resmini tüm boyutlarıyla sergileyebilen bir tablo vermek daha gerçekçi görünüyor (Tablo I).
Beş öğenin her birine yok, yetersiz, orta, iyi, mükemmel gibi notlar verilirse -ki kuşkusuz hepsi kuşkusuz özneldir- şöyle bir resim ortaya çıkar:
Tablo I – SEÇİLEN DÖRT ÖNEMLİ SORUN İÇİN
SORUN ÇÖZME KABİLİYETİ İNDEKSİ (nsçk) BİLEŞENLERİ
Sorun
TD
Tanımlan-
mışlık
KK
Kanal kalitesi
KNN
Kök nedenler
EMAD
Etkileşim mekanizma.
PBK
Politika belgesi
ÇS
Çözümlerin
Sürdürülebil.
ÜG
Ülke
Tarihi (yıl)
UZ
Uğranılan
zarar
Ulusal bütünlük sorunları
yetersiz
orta
orta
yetersiz
yetersiz
yok
86
Eğitim sorunları
yetersiz
orta
yetersiz
yetersiz
yetersiz
yok
86
Ahlaki yozlaşma
yetersiz
yetersiz
yetersiz
yetersiz
yetersiz
yok
86
Çölleşme
iyi
iyi
yetersiz
orta
orta
iyi
86
SÇK indeksi’ni oluşturan bileşenler için verilen notlar tartışılabilir. Hatta not verebilmek için her bileşen için derecelerin karşılıklarını tanımlayan tariflerin yapılması da şart koşulabilir. Ama tabloya hangi eleştirel gözle bakılırsa bakılsın, yetersiz bir SÇK’ne işaret ettiği gerçeği değişmez gibi görünüyor.
Acaba başkalarının durumu nedir?
Bu bağlamda tartışılması gereken son nokta, gelişmiş olarak nitelediğimiz toplumların SÇK’nin ne düzeyde olduğudur. Bu noktada iki farklı sorun çözme yaklaşımını ayırt etmeli, karşılaştırmayı buna göre yapmalıyız:
1. Her bir sorunu, durumu daha karmaşık (complex) hale getirerek çözen ve uzun vade sürdürülebilirliği bu nedenle kuşkulu olan yaklaşım. Bu yaklaşımda sorunların semptomlarını kısa sürede ortadan kaldırmak esastır.
2. Sorunların köklerine inilmesine dayalı yaklaşım. Bu yaklaşım uzun vadelidir ve politik olarak kolay satılabilir çözümler yerine ancak uzun vadede gerçekleşebilecek çözümler ortaya çıkarır; sürdürülebilirliği yüksektir.
Bu yazının amaçları açısından ikinci tür yaklaşımlar söz konusudur. Her ne kadar bütün dünyada birinci tür yaklaşımlar daha gözde ise de, SÇK indeksine konu olması gereken çözümler sürdürülebilir olanlardır. Acaba bu açıdan gelişkin toplumlarla aramızdaki farkı -dolaylı da olsa- ölçebilecek performans gösterge(ler)i tanımlayabilir miyiz?
Tablo I’in son iki değişkeni (ülke tarihi ve SÇK yetmezliği nedeniyle uğranılan zarar), en iyi 2 göstergedir. Çünkü tüm sorun çözme çabalarının amacı toplumun varlığını sürdürebilmesi ve bunu en az maliyetle (her türlü anlamda maliyetle) becerebilmesidir.
Meseleye böyle bakıldığında, ülkelerin SÇK arasında bir mukayese yapmak mümkün olabilir. Örnek olarak, bir toplumun varlığını sürdürmesine karşı en ciddi tehditlerden birisi olan “ayrılıkçı hareketler” ele alınabilir.
Karşılaştırma için bilgilerin bir bölümü http://www.constitution.org/cs_separ.htm adresinden (Separatist, Independence, and Decentralization Movements) alınmıştır.
Tablo II – Çeşitli Ülkelerin SÇK’nin Değerlendirilmesi için Öğeler
Ülke
Ayrılıkçı hareket için
kısa açıklamaÜlke
Tarihi (yıl)
Uğranılan zarar
ABD
Alaskan Independence Party, Free the
Bear – California Secession and Independence, California Secessionist Party,
The Republic of Cascadia, State of Jefferson, Hawai`i, Independent &
Sovereign, New England Confederation Movement, Republic of Texas, United
People’s Party, …..222
Bilinen bir zarar yok
Belçika
Vlaams Belang, New Flemish Alliance
(NVA), Spirit, Lijst Dedecker (LDD)178
Bilinen bir zarar yok
İngiltere
Sinn Féin, Scottish National
Party, Scottish Separatist Group and The Scottish National Liberation Army,
Scots for Independence, Scottish Independence, The Scottish Distributist,
Siol nan Gaidheal, Scots Independence Tour, Mebyon Kernow – the Party for
Cornwall, Welsh Distributist Movement, Campaign for an English Parliament,
Silent Majority302
Kanada
The Western Canada Concept, Alberta
Independence Party, British Columbia Separatist Movement, BC Sovereignty, The
Republic of Alberta, The Newfoundland Patriot — Advocate independence of
Newfoundland and Labrador, Ontario Independence League, Cape Breton
Liberation Army, Mouvement de libération nationale du Québec (MLNQ)142
Bilinen bir zarar yok
Fransa
Corsica Nazione, Partit Occitan,
Union Démocratique Bretonne, Iparretarrak (IK),
Nationalforum Elsaß-Lothringen, National Forum of Alsace, The
Savoy League .220
Bilinen bir zarar yok
İtalya
Lega Nord , The Two Sicilies,
Sardinians in Italy, Sardigna Natzione (Sardinian Nation), Secession
fever in Italy.123
Bilinen bir zarar yok
Türkiye
PKK
86
~30,000 can kaybı + ~$200 milyar maddi kayıp
Bu tablo dolaylı da olsa, bu genç ülkenin bu kadar kısa sürede ne büyük zarara uğradığını gösteriyor. Karşılaştırma yapılan ülekelerdeki ayrılıkçı hareketlerin çokluğuna, buna karşılık çoğunun -örneğin ABD- dünya kamuoyu tarafından bilinmeyişine bakıldığında:
– PKK terörünün tüm dünyaca bilinir olmasının,
– Bu denli büyük kayıplar verilmesinin
Ve bütün bu bilançoya karşın sorunun henüz tanımlamamış dahi olmasının, bu süreçteki hükümetlerden bağımsız olarak derin bir SÇK yetmezliğine işaret ettiğine hükmedilebilir.
Sadece bu konudaki durum dahi “hasta toplum” tanısının reddedilmeden önce daha dikkatle düşünülmesinin yararlı olacağını göstermiyor mu?
Olup biteni hala derin bir hastalığın işaretleri olarak değil de, bireysel ideolojik tercihlerimizden sapmaların sonucu olduğunu mu düşünüyoruz?
25 Temmuz 2009
[1] https://www.tinaztitiz.com/dosyalar.php adresinde “UNDP_icin_hazirlanan_ulke_egitim_raporu” başlığı altında raporun tamamı bulunmaktadır.
[2] Sadece ulusal bütünlük sorunlarından bir tanesi için uğranılan kaybın yaklaşık 30,000 insan ve $200 milyar olduğu hesaplanıyor.
[3] http://en.wikipedia.org/wiki/Provisional_IRA_campaign_1969%E2%80%931997#Casualties kaynağından alınmıştır.
… Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
-
Nis 16 2012 Köpek Hayvanlarının 10 Ricası
Köpek Hayvanlarının 10 Ricası
Akira Kurosawa’nın “Dersu Uzala” filmindeki doğa insanı için tüm ormandaki canlıların -insanlar dahil- adları “adamı” diye bitiyor; ayı adamı, sansar adamı, kuş adamı gibi.
Varlıklar arasında fark görmeyen Dersu’nun bu hitap tarzı, kendi ellerimizle yokettiğimiz evimizin korunması için ne kadar basit ve o denli de işlevsel bir formül veriyor.
Fatih Belediyesinin Yedikule Sokak Hayvanları Barındırma ve Rehabilitasyon Merkezi’ni ziyaret ederseniz, 600 köpek adamı için yapılmış barınağın şimdilerde 2000 tanesini barındırdığını göreceksiniz.
Aşağıda, barınak yöneticisi Meral Olcay’ın hazırladığı bir yaprağın ön ve arka sayfalarını görüyorsunuz. Bir yüzünde sahiplendirme sistemi, ihtiyaçlar, barınak krokisi gibi bilgiler; diğer yüzünde ise köpek hayvanlarının 10 ricası var.
Bunların altında da Meral Olcay’ın yolladığı bir mail var. Kısa ve net. Yorumsuz, hepsini bilginize ve yardımlarınıza sunuyorum.
büyütmek için tıklayınız! büyütmek için tıklayınız!
… Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
-
Nis 16 2012 Bildiklerimizi zannettiklerimizi askıya alabilmek!
Bildiklerimizi zannettiklerimizi askıya alabilmek!
21.yy’ın en önemli “tekrar keşfi”nin öğrenme olacağı görünüyor. Genellikle okul ile birlikte anılan öğrenme kavramı halen şöyle tanımlanıyor[1]:
“Öğrenme daima, -yapabilirlikteki, bilgideki, algılamadaki ve bir kişinin kendisi ve başkaları hakkındaki duygularındaki- değişimi içerir.”
Bu akademik tanım, sessizce gelmekte bulunan öğrenme devrimi[2] süreci açısından biraz daha derinleşerek anlaşılır hale geliyor:
“Canlıların, kendi varlıklarını ve türlerinin sürdürülmesi amacını -az ya da çok- tehdit eder görünen her durumun tehlikesini boşa çıkarmak ve bunu hem gelecekte tekrar kendinin kullanabilmesi hem de dayanışma içinde olduğu diğer canlılara aktarabilmesi için, atlattığı deneyim sürecinin, kendini oluşturan tüm katmanlara (fizyolojik, psikolojik ve diğer) kendiliğinden gömülmesine öğrenme adı verilir.”
Görüldüğü gibi öğrenme, genellikle birlikte anılan öğretme, benimsetme, kafasına sokma, koşullandırarak, tekrarlatarak belleğinden silinemeyecek hale getirme gibi kavramlardan çok farklı bir anlama kavuşmaya doğru gitmektedir; neredeyse kalbin çarpması, hormonların salgılanması, gözlerin kırpılması gibi kendiliğindendir. Kendiliğinden olmak zorundadır çünkü, en temeldeki amacı (türünün, dolayısıyla da varlığının devamını sağlama), ona başka bir seçenek bırakarak amacı riske etmemek zorundadır. Yeter ki öğrenilecek deneyim, onun veya türdeşlerinin bu temel amaçları açısından bir ihtiyaç olsun.
İhtiyaç olmadığında ya da kişi (ya da herhangi bir canlı) tarafından ihtiyaç olarak algılan(a)madığı takdirde ise bu sihirli süreç kendiliğinden olmadığı gibi, diğer ihtiyaçların öğrenilmesini geri bırakabileceği nedenle reddedilir. Ancak bu ret sonunda, öğrenmesini talebedenlerce bir tehdit (insanlarda sınıfta bırakma, diploma vermeme; hayvanlarda dövme; bitkilerde susuz bırakma gibi) üretilirse, canlı bu defa aldatma yolunu seçer. İşte, ezberleyip sonra da unutmak bu aldatma yöntemlerinin başında gelir.
Daha da trajik bir tehdit, kişinin “ihtiyaçlarını kendiliğinden öğrenme” gibi bir doğal yeteneğinin varlığının unutturulmasıdır. Bu, eski Doğu Bloku ülkelerinde uygulanmış, kişilerin önce -herhangi bir konuda- suçlu olduğunu ileri sürüp, daha sonra işkence yöntemleri altında suçluluğun gerçek olduğuna yürekten inandırılması yöntemine pek benzemektedir; öğrenilmiş çaresizlik denilen de budur ve böylece kişi, kendi başına bir şey öğrenemeyeceğine, ancak bir öğreticinin talimatlarıyla öğretilebileceğini “öğrenmekte”dir.
Şimdi geldiğimiz noktada durumun bu olmadığının farkında olanlar, bunu son devrim olarak planlamakta ve bu devrimden gerek ticari gerekse diğer yollardan yararlanma yollarını tasarlamaktadırlar.
Her devrim bir ilke çevresinde örgülenir!
Sanayi devrimi buhar gücünün kol gücünden daha avantajlı olması ilkesine dayanıyordu. Enformasyon devrimi ise bir ürünün katma değerini en çok artıran öğenin bilgi olduğu ilkesini temel almıştı. Öğrenme devrimi de bir ilkeye dayanmaktadır ve bu, yukarda açıklanan “ihtiyaçlar kendiliğinden öğrenilir” ilkesidir.
Ama ilkeler tek başına devrim yapamaz!
Ne sanayi devrimi ne de IT devrimi tek başına sözü edilen ilkelerin ürünüdürler. Buharın gücünü kol gücünün üzerinde bir değere çıkaran nesne buhar makinesi; daha yüksek bilginin daha büyük katma değer üretmesini ise bilgisayar sağlayabilmiştir.
Benzer şekilde ihtiyaçlar kendiliğinden öğrenilir ilkesi de öğrenme devrimini tek başına başlatamamıştır; muhtemelen insanoğlu bu ilkenin çok uzun zamandan beri farkındadır. Burada, buhar makinesi ya da bilgisayar gibi bir nesne yerine bu defa daha soft (bilgisayar buhar makinesine göre çok daha softtur) bir buluş rol oynamıştır. Bu soft buluş, bildiklerimizin, kendiliğinden öğrenme önündeki en büyük engel olduğu düşüncesidir.
Bu nasıl olur?
Buradaki tuhaflığın nedeni, “bildiğimiz” teriminin tanımında gizlidir. Bu terimi, “bildiğimize inandığımız” ya da “bildiğimizi zannettiğimiz” olarak değiştirirsek, bilinenin öğrenmeye nasıl engel olabildiği daha iyi anlaşılabilir.
Öğrenme süreçlerini ihtiyaçlar tetiklese de, öğrenilmiş çaresizlik nedeniyle kişi zorlama yoluyla belleğine yerleştirdiği ve kullanımı yoluyla çevresinden onay aldığı bilgileri de ihtiyaca dayalı olarak öğrenilmiş bilgi olarak sayabilir ve böylece iki bilgi türü birbirine karışmaya başlar. Zamanla, zorlama bilgilerinin hacmi artıp giderek ihtiyaçlarının sesini dinlemez / dinleyemez oldukça da bilginin mutlaka birilerince öğretileceği (artık ona zorlama da demez, diyemez) kalıbını -ister istemez- öğrenir. Öğrenme olgusunun bittiği yer burasıdır.
Bu noktadan sonra, kişi ihtiyaçlarının yol göstericiliğini bırakarak -giderek donmaktadır- belleğine yerleşmiş ve yerleştirilmekte bulunan zorlama bilgilerin güdümüne girer. İşte bu zorlama bilgiler artık öğrenme olgusunun önündeki kilitli kapılardır.
O halde, buradan bir yöntem üretilebilir: Zorlama bilgileri askıya almak!
Kişinin içinde bulunduğu çeşitli çevreler (fiziksel, sosyal, duygusal vd), kişinin öğrenme ihtiyaçlarını tetikleyecek öğelerle doludur. Kişi, belleğine yerleştirdiği çeşitli zorlama bilgilerin oluşturduğu görünmez -ama aşılması güç- bir duvarla bu tetikleyicilerden kendini -güya- korur, onlara direnir; zorlama bilgilerinin esiri olarak onların doğruluğunu, değişmezliğini savunur. Çevremizde, bu tür sokuşturulmuş bilgilerin esiri olarak kendi ömrünü, başkalarının ömrünü tüketen çok sayıda örnek görebiliriz.
Üretilebileceği belirtilen yöntem hakkında bir şeyler demeden önce hemen ifade edilmesi gereken bir nokta, zorlama bilgilerin bir kısmının ihtiyaçlarımıza karşılık geldiğidir. Ama artık zorlama yoluyla öğretilme bir bağımlılık haline geldiği için hangi bilgi zorlamadır hangisi ihtiyaçtır bunu ayıramayız.
İhtiyaca dayalı kendiliğinden öğrenme sürecini donmuşluktan kurtarabilmek için bu noktada yapılması gereken, kişinin kendi karar verebileceği bir süre için belirli bir konuda -daha sonraları tüm konularda- bildiğini zannettiklerini (yani zorlama bilgilerini :-)) askıya almasıdır.
Bir diğer deyişle, çevresini saran ihtiyaca dayalı öğrenme tetikleyicilerinin kendisine erişmesine fırsat vermesidir.
Bunun için şu ifade iyi bir motto olabilir: Bildiklerimin doğru olduğunu nereden biliyorum; belki de hiçbirisi doğru değildir!
Bunu bir zihin egzersizi olarak yapmaya başlayanların kısa süre içinde yepyeni ve çok zengin bir evren keşfedebileceklerini söyleyebilirim.
Doğrularının doğruluğundan ve mutlaklığından kuşkulanmaya başlamak için sadece kendi inatlarımızı kırmamız yetiyor.
Pazartesi, Nisan 5, 2010
[1] Ellis, A.K. & Fouts, J.T., Handbook of Educational Terms and Applications, Eye on Education, 1996, Princeton, A.B.D.
[2] Dryden, G. & Vos, J., The New Learning Revolution, Network Educational Press Ltd., Birleşik Krallık, 2005
… Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
-
Nis 16 2012 BU KADAR ÇOK TVYI BESLEYEBILECEK HABER VAR MI?
BU KADAR ÇOK TVYI BESLEYEBILECEK HABER VAR MI?
“Eğer ise..analizi“, tumturaklı ifadesi bir yana bırakılırsa, gelişmiş dünyanın en çok kullandığı akıl yürütme yöntemidir. ??..yaparsam n’olur? türü bir soru herkesin her an cevap aradığı soru değil midir?
Bir kararının sonuçlarını görmek için onu denemekten başka yol düşün(e)meyenler dışındakiler ise daha akıllıca yollar bulmuşlardır. Örneğin:
ü Bizzat denemiş birisini bulup ona sormak,
ü Başka birilerini denemeye teşvik etmek J,
ü Doğru sorular sorarak denemiş gibi sonuçları tahmine çalışmak,
ü Benzetim (simülasyon) ailesinin çeşitli güçteki tekniklerini kullanmak.
Şimdi, aklımızda şöyle bir soru’nun olduğunu ve yapılırsa ne olacağını varsayalım:
TV kanallarının sayısını şu anda mevcuda göre 10 kat artırmak! Acaba n’olur?
Bir çırpıda ne olacağını tahmin etmeye çalışmak yerine, -mevcut çevre koşullarını sabit tutarak- kısa adımlarla neler olabileceğini tahmine çalışalım:
o Cinsel içerikli programların sayısında patlama olur, haber sunan aklı başında spikerler dahi buna alet edilir (mesela dedik!!),
o Reality show denilen programlarda kavga çıkar, çıkması için önlem alınır, Giderek daha sıradan olaylar “sıcak”, “daha sıcak”, “en sıcak” gibi heyecanlandırıcı vurgularla sunulur,
o Cinayet, hırsızlık, gasp gibi olaylar söylenip geçilmez, en ince ayrıntıya kadar uzun uzun verilir; eğer uzunluk yetmiyorsa teknoloji yardımıyla tekrar tekrar verilir,
o Şehitlerle ilgili haberler, bunları izleyen yakınları yokmuşçasına uzattıkça uzatılır, ağıtlar, iç parçalayıcı görüntüler istismar edilircesine verilir,
o Hayatını bedenini pazarlayarak kazanan, ama bundan da utandığı için başka saygın meslek isimleri (örneğin sanatçı, sohbetçi vb) kullanan erkek, kadın ve diğerlerinin yatak odası hikayeleri çarşaf gibi yayımlanır,
o Her arzı çoğalan mal ve hizmetin fiyatının düşmesi gibi TV birim saatlerinin de fiyatları düşer. Bu durumda, iç ve dış amaç sahibinin kendi amaçlarını gerçekleştirmek üzere yapacağı yayınlar çoğalır,
o Soru sormasını bilmeyen, kendi doğrularını başkalarına ezberletmekten başka ideali olmayan ünvanlı ünvansız insanlar, bilmiş tavırlarla saatlerce tartışırlar,
o Kanallar ve personeli içinde, ellerindeki yayın imkanını görünür-görünmez şantajlara çevirmek isteyenlerin sayıları artar; iletim kanalları ticaretin birer aracı haline gelirler,
o Rekabetin duracağı noktayı belirleyecek olan ahlaki kaygılar giderek azalacağı için yukarda sayılan (ve sayılmayan) nedenler birer çığ etkisiyle daha da azgın hale gelirler,
Başta TV kanalları olmak üzere medya organlarının çoğunun görünür gelir kaynağı reklamlardır.
İşin kritik noktası da buradadır. Reklamverenler, reklamları için ödeyecekleri meblağlar karşılığında en çok izleyiciye erişmek isterler ve bunun için herhangi bir sınır koymazlar ise, bu takdirde en çok izlenen programlar ve bu tür programları en çok yayımlayan kanalları -herhalde bunlar belgesel kanalları olmayacaklardır- tercih edeceklerdir.
En çok izlenen programları belirleyecek olan ise izleyici kitlesinin bilgi ihtiyacı profilidir. (Eğer bu profil yeterince düşük değilse rating ölçme şirketleri aracılığıyla o tür yayınlara “ihtiyaç duyan” kişiler seçilir ve seyirci bunu istiyor denilir).
http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=77 adresinde, Beyaz Nokta® tarafından reklamverenlere yönelik bir çağrı var. 2008 yılında imzaya açılmış ve 2.5 yılda ancak 540 kişi imzalamış. Aylık ortalama 50,000 hit alan bir web sitesinde 2.5 yılda 540 imza aslında, bu işlerden pek de sanıldığı kadar kimsenin (reklamverenin) şikayetçi olmadığının bir göstergesi sayılmaz mı?
… Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
-
Nis 16 2012 D.S.S.M.
D.S.S.M.
Gazetelerden öğrendiğimize göre ÖSYMdeki kopya skandalından sonra düşünülüp taşınılmış ve Devlet Sınav Sistemleri Merkezi adı altında yeni bir merkez oluşturulmasına karar verilmiş (gazete yazdığına göre doğru da olabilir).
Ö.S.Y.M. ve D.S.S.M. arasındaki en büyük fark, birincisinin öğrencilerle uğraştığı izlenimi verirken diğerinin devlet diye başlamasıdır. Böyle bir isim taşıyan kurumun çatısı altında hiç kimse kopya çekmeye cesaret edemeyeceği için sorun kökünden çözülmüş olacaktır.
Alınacağı belirtilen ve daha geniş kapsamlı, daha geniş kadrolu, daha büyük binalı ve daha sıkı önlemlerden sonra kopya çekmeyi planlayanların herhalde yandaki gibi bir düzenek oluşturmaları gerekecektir J.
Bütün bunlar tartışılırken hiç konu edilmeyen, bir Tanrı buyruğu gibi kabul edilen şey kopyanın kendisidir. Ne eğitim sınıfından ne siyasetçilerden (muhalifleri de dahil) ne de yazar-çizer esnafından bir ses var.
Yüksek öğrenimle birlikte 20 milyonu bulan öğrenci nüfusunun haftada 1 sınav hesabıyla 1 yılda girdiği yaklaşık 1 milyar sınav ortada iken, kendisine kopya ahlaksızlığını dert edip incelemiş, bu işin ahlaki temellerini sorgulamış, yüksek seciyeli bir toplumun ancak bu ahlaksızlık yapı taşlarını kırarak başarılabileceğini idrak edebilmiş 1 adet (yazıyla bir) öğretmen, eğitim idarecisi, eğitim akademisyeni , romancı niçin yoktur.
Niçin hiçbir veli bir okul idaresine başvurarak çocuklarının potansiyel hırsız muamelesi görmesine (sınavlardaki gözetim onların potansiyel hırsız olduğunu varsayar) itiraz etmez?
Bir STK uzun yıllardır eğitimdeki kopya ile toplumdaki diğer eğrilikler arasındaki paralelliğe dikkat çekiyor. Başkasının bilgisini kullanarak haketmediği notu alan kişiyle, haketmediği makamı çalan, haketmediği kazancı sağlayan, her işini torpille yaptırmayı (sonra da toplumdaki yozlaşmadan yakınan) bir yaşam stili haline getirenler arasında bir fark var mıdır?
Sınavlarda Onur Sistemini anlattığım bir okulda[1] bir müdür yardımcısı ile aramızda geçen şu kısa konuşma, toplumumuzun bu konuda hangi çağda yaşadığını gösteriyor:
Ø Sayın Titiz, ömrüm boyunca iki defa tokat yedim; birisi çocukluğumda babamdan, diğeri de bugünkü konuşmanız nedeniyle sizden.
Ø ????
Ø Konuşmanızda kopyanın hırsızlık olduğunu alanın da verenin de hırsızlık olgusunu gerçekleştirdiğini söylediniz.
Ø Evet öyle dedim.
Ø Yani ben öğrenci olacağım, arkadaşım benden kopya isteyecek ve ben de vermeyeceğim öyle mi diyorsunuz?
Ø Evet aynen öyle diyorum.
Ø Peki bu delikanlılığa sığar mı? Ben bunu kendime yakıştıramam. Kopya hırsızlık sayılmaz, arkadaşlar arası bir dayanışmadır.
Eminim ki bu kişinin eğitim (ve ülke) sorunları hakkında sıkı eleştirileri vardır; hakettiği yeri bulamadığından tutun da referandumda istediği yönde sonuç çıkmadığına dek her şeyden şikayetçidir, herkesi suçlar ama üzerine düşen en küçük görevi yapmak sorumluluğu da yoktur.
ÖSYM skandalı ile ilgili kafa yoracaklara tavsiyem, yeni binalar, yeni isimler, yeni teknolojik çareler yerine, seküler ahlakın etkili araçlarından birisi olan Onur Sistemini ilkokuldan itibaren başlatsınlar.
En basit ahlak kuralı yerine kurallar ve teknoloji karmaşasını koymaya çalışan insanların sığındıkları gerekçe, onur sistemi uygulanırsa kopya çekmeyenler mağdur olur şeklindedir.
Mağduriyet gidermek için ahlaksızlığı serbest bırakmayı bir çare olarak gören insanlardan kurtulmak için benim bir önerim var: Bu tür öğretmenleri, romancıları, mühendisleri, siyasetçileri toplayıp dost olmayan ülkelere uzman olarak gönderelim.
24 Eylül 2010 Cuma
[1] Okurlar merak edebilirler. Bu konuşma Ankara Eryamandaki bir ilköğretim okulunda 2003 yılında verdiğim bir konferans sırasında geçmiştir.
… Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
