• ARŞİMED VE GÖTÜRÜ VERGİ

    “Bana bir dayanak gösterin Dünya’yı yerinden oynatayım”.

    2250 yıl önce bu sözü söyleyen Arşimed’in niyeti, sonradan kendi adıyla anılacak prensibi vurgulamaktı.

    Arşimed’in zamanında vergi nasıl toplanırdı, kaç çeşit vergi vardı bunları bilemem ama götürü vergi türü için de şöyle bir söz söylemesi pek uygun olurdu; “bana biraz götürü vergi imkanı tanıyın, bütün vergi sisteminizi berbat edeyim!”…

    Vergi yasalarında değişiklik yapmayı öngören tasarıların “vergi reformu” olarak adlandırılması nasıl bir gelenek haline gelmişse, adına götürü vergi denilen ve vergi sistemlerinin bütününü işlemez kılan, ayrıca da siyasal baskılarla giderek genişleme eğiliminde olan acayipliği -öyle veya böyle- genişletmeside gelenek olmuştur.

    Bir kısım insanı rüşvet karşılığında vergi sistemi dışında bırakmak demek olan götürü vergi, bazı kesimleri gereğinden fazla vergilendirerek, bazı-ve çok daha kalabalık-kesimleri de gereğinden az vergilendirerek iki yönlü bir haksızlık mekanizması olarak işler.

    Daha da önemlisi, bir vergi reformunun asıl hedef kitlesi olması gereken “vergi vermeyen kesim” için aranıp da bulunamayacak bir naylon fatura kaynağı yine bu götürü vergidir.

    Siyasetin, popülist yağcılık olarak da anlaşıldığı ülkemizde, götürü vergi acayipliğinin en esaslı gerekçesi, “üç kuruş kazancı olan küçük esnaf ve köylüyü kırtasiyeye boğmamak” ve “bu tür işleri beceremeyecek kesimleri zora sokmamak”tır.

    İnsanları zora sokmamak, kırtasiyeye boğmamak yalnız küçük esnaf ve köylü için değil istisnasız herkes için doğrudur. Bunu sağlamanın yolu ise bir kısım insanı sistem dışında bırakmak değil, basit ve iyi işleyen bir belge düzeni kurmaktır.

    1986 yılında Türkiye’ye davet edilen Prof. Lev Landa adında bir rus kökenli ABD’li bilim adamı, kendi geliştirdiği ve Landamatic adını verdiği algoritmik bir yaklaşımla çeşitli ülkelerin belge düzenlerini yeniden kurmuştur.

    Prof. Landa’nın Hollanda Hükümeti adına yaptığı bir çalışma sırasında Hollanda’lı vergi mükelleflerinin %80’inin vergi beyannamelerinden birşey anlamadığı ortaya çıkmıştır. Bu oran herhalde ülkemizde de aynıdır.

    Sistem Kurma Becerisi olağanüstü düşük olan toplumumuzda vergi reformu adına ilk yapılması gereken, vergi idaremize bu becerinin kazandırılmasıdır. Günümüzün teknolojisi, bu tür sistemlerin kurulmasını kolaylaştırmıştır.

    Trafik kazalarında ençok hasar gören şoförleri, sırf şoförler sıkılmasın diye emniyet kemeri uygulamasının dışında bırakan zihniyet, günlük kazancı götürü vergisinin çok dışına taşabilen ticari taksileri de aynı gerekçeyle gelir kaydedici cihaz kullanımının dışında bırakmıştır.

    “Biz cahiliz, bizi sistem dışında tutun” uyanıklığına pirim veren popülist yağcılığı aşmak ve en küçük gelir ve gideri dahi belgelemek zorundayız.

    Şu unutulmamalıdır; belgesiz kazanç ve harcama, her türlü ahlak ve yasadışı işlerin yakıtıdır.

  • “Asıl Olay”

    Müteşebbisler Klübü’nün Kasım Bülteni GİRİŞİM’de, kamu alımlarıyla ilgili, “başınıza gelenleri yazın” çağrısına uyarak yazılan bir “vaka” yayımlandı. Değerli kardeşimiz Vedat Baydede’nin başına gelen olayın özeti şudur:

    Dikiş makinasi alımı için ihaleye çıkan, ama alımı nereden yapacağına peşinen karar vermiş bir kamu kuruluşu, istediği sonuca ulaşıp niyetlendiği firmaya ihale veremeyince ihaleyi iptal edip tekrarlıyor ve sonunda özlediği marka makineye kavuşuyor !

    Sayın Baydede bu olaydan şu sonuca varıyor;

    “Şeffaf olalım deniyor. Bu olayda kapalı bir yan yok ki. “Asıl Olay” karar verme yeteneğini, yetkisini gereği şekilde kullanabilme olgusu. Geresi boş !”

    Toplumumuzda, sorun çözmede çok kullanılan yöntem, herkesin kendince doğru olan bir “esas mesele” saptayıp, onun dışındaki “neden”lere sırtını dönmesi, onları boş olarak değerlendirmesidir.

    Hal böyle olunca, kişi sayısı kadar “esas mesele” oluşmakta, ama hiçbir “esas mesele” çevresinde de uzlaşılamamaktadır.

    Yukarıda özetlenen Kamu Alımı vakasında net olarak

    görünen şudur;

    1. “Ne”lerin alınacağını tanımlayan, “kimden” alınacağını belirtmeyen bir şartname yerine bunun aksi yapılmıştır,

    2. Haksızlığa uğrayan girişimcinin, bu durumu şikayet edebileceği bir “Kamu Alımları Şikayet Merkezi” (ombudsman) bulunmamaktadır,

    3. İhaleyi kaybeden Firma(lar)a, niçin kaybettikleri, ilgili şartname maddelerine rücu edilerek ve yazılı olarak açıklanmamıştır.

    Bu 3 nokta, Müteşebbisler Klübü tarafından hazırlanan Kamu Alımlarının Ekonomik Etkilerinin İyileştirilmesi adlı raporun 2.11, 1.2 ve 2.4 bölümlerinde dile getirilmiş ve bu rapora dayalı olarak TBMM’ne sunulan aynı adlı bir Yasa Teklifinde de 3 madde olarak yer almıştır.

    Şu çok açıktır ki;

    • “nasıl” yerine “ne” alınacağını tarifleyeni şartname hazırlama zorunluğu olsa,

    • haksızlığa uğrayan girişimcinin, bu durumunu anlatabileceği bir şikayet makamı bulunsa ve

    • Kaybeden firmaya, net ve yazılı bir biçimde kaybetme nedenini açıklama zorunluğu bulunsa,

    yani bunlar birer yasa hükmü ile düzenlenmiş olsa, bu vaka ya hiç olmayacak ya da en azından bu denli “kör kör parmağım gözüne” olmayacaktı.

    Bu nedenle “esas” mesele olarak sunulan “karar verme yetkisini gereği gibi kullanmama” olgusu sorunun nedeni değil, yalnızca sonuçlarından birisidir.

    Geliniz, lütfen, “esas mesele” arayışlarından vazgeçelim ve sorunlara hangi nedenlerin yol açtığını, kızmadan, ilk aklımıza gelen “buğulu sebebler” e kaynak neden olarak sarılmadan düşünüp, önlemleri öylece geliştirelim.

    Salı, 27 Aralık 1994

  • ASIL TEHLİKE !

    Başta medya olmak üzere bir kısım politikacılar bir süredir, “tehlike geliyor” ya da “bana oy vermezseniz sizi öcü kapar” uyarısında bulunarak toplumu olası bir tehlike konusunda önbilgilendiriyorlar.

    Teokratik devlet yandaşı bir diğer bölüm politikacı ise pastayı kendi dışındaki bir partiye kaptırmak istemediği için, “bunlar solcu”, “bunların düzeninin gerçek islami düzenle ilgisi yok” diyerek şecaat arzediyor. Demek ki sorun, vaadedilen düzenin “tam” islami olmamasıymış, yoksa bir problem olmayacakmış.

    Bir gönüllü kuruluşumuz ise mankenleri derneklerine üye yaparak yaklaşan tehlikeye karşı önlem alıyorlar.

    PKK tehlikesine karşı önlem olacağı düşünülen ayyıldız rozetlerin, bu tehlikeye karşı da etkili olacağını düşünen mankenlerimiz bu takılarıyla poz verip düşüncelerini dile getiriyorlar.

    Bir de toplumu panikten korumak isteyenler var: “korkmayın bişey olmaz, elhamdülillah laik devletimiz tehlikelere karşı güçlüdür” gibi..

    Bir kısım vatandaşımız ise, seçimlerden hemen önceki kamuoyu yoklamalarında hangi parti güçlüyse ona yüklenerek tehlikeyi önlemeyi planlıyorlar.

    Bir kısım aydınımızın önlemi ise daha değişik.. Onlar, hoşgörü tavrı içinde tüm eğilimlere yer olduğunu ve bir şeylerden korkmamak gerektiğini, kimsenin laik düşüncelileri kesmek gibi bir düşüncesinin olmadığını savunuyorlar.

    Eh, bir tehlikeye karşı bu denli yoğun önlemler alınmışsa artık hepimiz rahat edebiliriz demektir.

    Türk milletinin zeki olmadığını iddia eden bir yazara doğrusu ben de pek güceniyor, bir toplumun bütününü böylesine mahkum etmenin enazından akıldışı bir genelleme ve haksızlık olduğunu düşünüyordum, hala da biraz böyle düşünüyorum.

    Ama, bir olguya bu denli bir birliktelikle yanlış tanı koymak, bu akıldışı iddiayı ortaya atana pirim kazandırmıyor mu?

    Yukarıda bazı örneklerini verdiğim önlemler (!), gerçekte varolan ve fakat dile getirilmeyen, dile getirilmek bir yana farkına dahi varılmayan bir “gerçek tehlike”yi daha da gizlemekten, hedefi saptırarak vakit kaybettirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Acı gerçek maalesef budur !

    Evet, bir büyük tehlike vardır ve uzun yıllardır adım adım içine yürünmüş ve hala tehlikenin kendisiyle değil, aynen zincire vurulup ışığa bakması önlenmiş insanlar gibi, önlerindeki duvara yansıyan görüntülerinden birisi ile uğraşılmaktadır.

    Diğer bazı görüntüler; gelişmiş toplumlara nimet olurken bize ölümcül bir külfet olan trafik’tir; bir kısım insanımızın sebepsiz yere diğerlerini terör yoluyla katletmesidir; havanın içinde milyon yıldır bulunan oksijeni yok etmemizdir; bütçesinin hepsini memurlarına maaş diye verip yine de yetiremeyeşimizdir ve bunlara benzer, “görüntüsü değişik ama kökleri aynı” belalardır.

    İşte bu köklerden başlıcası, toplumumuzun akılcılık yerine akıldışılığı rehber (mürşit) edinmiş oluşudur.

    Atatürk’ün, önemsiz ayrıntı sayılabilecek tüm yönleriyle uğraşa uğraşa 56 yıl geçirmiş bulunan toplumumuz, örneğin o’nun “en hakiki mürşit ilimdir, fendir…” diye başlayan ünlü sözündeki “en hakiki” nin, bir Türkçe bozukluğu mu yoksa özellikle vurgulanmak istenen birşeylerin mi olduğunu hiç merak etmemiştir.

    Ata’nın, ulusumuza en değerli öğretisi, çeşitli sorunlar karşısında gereksinim duyulabilecek yol göstericilerden bazılarının hakiki; onlar içinde de bir tanesinin en hakiki olduğu ve onun da bilim yani katıksız akılcılık olduğudur.

    İlkokuldan üniversiteye kadar çocuk ve gençlerimize öğretmeye çabaladığımız ağızdan dolma bilgiler içinde, öğretmekten neredeyse bilinçle kaçtığımız tek istisna “doğru soru sorma becerisi” yani akılcılık’tır.

    Bir sorun karşısında, ona yol açan nedenleri belirlemeyi ve sonra da o nedenleri tek tek gidermeyi bir türlü öğrenememiş olan eğitimli (!) insanlarımız, daima birilerinin yardımını, tavassutunu ya da torpilini dilenmeyi adet edinmiş, hep sığınacak babalar, abiler ve bacılar aramış ve de bulmuşlardır.

    Dinci, ırkçı, bölücü ya da diğer türden, ama hepsi birden akıldışılık ürünleri olan akımların kaynağının, işe yarar bilgi-beceriye, bilimsel şüphecilik anlamında meraka ve soru sormaya kapalı bir eğitim-aile-çevre üçgeni olduğunu artık görebilmeliyiz.

    Bütün bu akıldışı ürünler, işe yarar bilgi-beceri, merak ve soru sorma becerisi eksikliğinden doğan bir v a k u m içinde üremektedir. İnsanlar, çeşitli ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sahip olmaları gereken bilgi-beceri ve merak ile donanmadıkları zaman ihtiyaçlarından vazgeçmemekte, bu defa onları giderebilecek alternatifler aramakta ve mutlaka da bulmaktadırlar.

    Bu alternatifler çeşitlidir. Ama hepsinin ortak yanı, gerçek bilgi-beceriye ve bilimsel anlamdaki meraka kapalı olmasıdır. Bu, tanımları gereği böyledir.

    Buradan görüleceği gibi kaynaktaki sorun, çeşitli akıldışılıklara kendisini kaptırmış insanlar ya da onların kurdukları örgütler değil, bu vakum’un doğmuş olmasıdır. Nitekim, medyada hergün birlikte olduğumuz cinci, falcı, büyücü gibi akıldışı uğraş sahiplerine, gariban fanatiklerden çok çağdaş görünümlü (!) insanların düşkünlüğü bunu göstermektedir.

    Sorun’un daha da vahim yanı, sorun yerine onun görüntüleriyle uğraşılması olup, bu da yine akıldışılığın dışavurumlarından birisidir. Böylece sorun giderek ağırlaşmakta, akıldışılık giderek kurumsallaşmaktadır.

    Bu hastalığın nasıl tedavi edilebileceği ayrı bir konudur. Ama ondan çok daha önemlisi, fanatizmin köklerini karasakallarda, kımızda ya da dağlardaki teröristlerde değil, yetiştirdiğimizi sandığımız sözümona çağdaş insan tipinde aramaya başlamaktır.

  • AYDIN KRİZİ

    Ne kaynaklı olursa olsun çalkantılı dönemler, çok sayıda yönün ortaya atıldığı ve bunların savunucularının da -bazen canları pahasına- bu yönleri savundukları dönemlerdir. Akılcılık her zaman iyi bir yol göstericidir, ama işte özellikle bu gibi dönemlerde tek çıkış yoludur.

    İnsan mezarlıkları gibi toplum mezarlıkları da bulunsaydı, orada herhalde yalnız bir tür mezar taşı bulunur ve üzerinde şu yazardı: “Bu toplum, sorunlarını anlamak ve sonra da çözmek için akılcılığı kullanamadı..”

    Gazete ve TV’ler, sanki merkezi bir kaynaktan emir alıyor gibi, birkaç standart kalıp dışına çık(a)mıyorlar. “Filan partinin ağır toplarından fişmanca, memleketin durumu iyiye gitmiyor dedi ve bunu söylerken de sağ işaret parmağını anlamlı biçimde çay bardağına dokundurdu” benzeri yorumlar, saatlerce okutulup dinletilmeye çalışılıyor.

    Her mal satılabildiği sürece vardır. Toplumumuzun sorunlarıyla yakın uzak bir ilgisi bulunmayan bu yorumlar, bunlara konu olan kişiler ve kurumlar, satabildiği için vardırlar. Daha doğrusu, bu saçmalıkları görebilen insanlar, bunları aşabilecek biçimde bir örgütlenme biçimi geliştiremedikleri için meydan bu zırvalıklara kalmıştır.

    Türkiye, bir siyasal veya ekonomik ya da toplumsal kriz değil, bir aydın krizi yaşamaktadır. Eski Yunancada karar anlamına gelen kriz, kendini aydın olarak niteleyen kesimin bir dizi karar verme durumuyla karşı karşıya bulunduğunu söylemektedir.

    Aydınlarımızın önemli bir bölümünün eğitim kökü, yurt içindeki ezbere dayalı eğitim sistemidir. Bu sistem, insanların doğruları, iyileri ve güzelleri kendilerinin bulmalarına değil, nelerin doğru, iyi ve güzel olduğunun onlara yarı-zorla belletilmelerine dayalıdır. Bunun bir doğal sonucu olarak da örgütlenme denilince akla, herkesin kendi düşünce ve eylem özgürlüğünü terkedip, bir liderin kesin buyrultuları altına girilmesi gelmektedir.

    Bu anlayış kalıbı -ki ezber geleneğinin bir doğal sonucudur-, bir amaç çevresinde örgütlenen insanların kısa süre içinde dağılıp parçalanmalarına yol açmaktadır. Çünkü, ya o örgüt liderinin tüm buyrultularına uyulacak ya da oradan ihraç edilip benzer amaca yönelik ikinci, üçüncü, ilh örgütlenmelere gidilecektir. Siyasi partiler bu sürece en iyi örnektir. Siyasi liderlere sık sık çatılmasına, onların diktatörlükle suçlanmalarına karşın, çok sayıda insanın (partililer) nasıl olup da hem bireysel düşünce ve eylem özgürlüklerini koruyacakları ve hem de bir örgüt (parti) olarak hareket edebilecekleri üzerinde durulmamıştır.

    Aydın krizi’nin ikinci dramatik yönü, bir amaç çevresinde ve kendilerini, bireysel özgürlüklerini terketmek zorunda hissederek bir araya gelerek örgütlenen bu kişilerin, örgütler arası bir birlikteliği ise katiyen becerememeleridir. Çünkü böyle bir birlikteliğin ancak, örgütlerden birisinin, yani onun liderinin başkanlığında sağlanabileceği, bunun da her örgütün kendi düşünce ve eylem özgürlüğünden vazgeçip bir boyunduruğa girmekle olabileceğini düşünmektedirler.

    Halbuki örneğin, “Sokak Hayvanlarını Canavar Ruhlu İtlaf Ekiplerinden Koruma Derneği”, “Gözaltında Kaybolanlar Derneği” ve “Ekoloji Vakfı”, amaç kümelerinin ortak alanı için ve hiçbirisi de kendi düşünce ve eylem özgürlüğünden vazgeçmeden, liderlerinin birisinin emrine girmeksizin işbirliği yapabilirler. Bunun için tek gerek ve yeter koşul, her örgütün, örgüt üyelerinin (ve özellikle liderinin) kafalarının arkalarında toplum çıkarlarına aykırı bencil çıkar düşünceleri taşımamalarıdır.

    Bugün içinde yaşamak zorunda kaldığımız ilkel çatışma ortamından, bu ortamın birer parçası durumunda bulunanlar eliyle çıkılamayacağını anlamak zorundayız. Lideri kaşını çatıp tayfaları kanalıyla azıcık gözdağı verince uslu kedi yavruları gibi köşesine sinen ve tüm söylediklerinden geri dönen, kimi zeki, zengin, öğrenimli “ağır toplar”ın peşinde gitmenin sonunu görebilmeliyiz. Bu kriz onların değil, onlar gibi olmayanların, yani aydınlarımızın yol açtığı bir krizdir.

    Türkiye’nin dört bir yanında, yukarıda değinilen türde bir “bağımsız örgütlenme” modelini anlayıp, üstelik bunun gereklerini de yerine getirebilecek ahlaki standartlarda en az yüzlerce insanı vardır. Ama bunlar bir araya gelemez, kendilerinin yaşamlarına hala “delege mühendisleri”nin yön vermesine rıza gösterirlerse, bunun adı siyasal kriz değil “aydın krizi” olmalı ve aydınlar buna müstahak sayılmalıdır.

    Pazartesi, 10 Haziran 1996

  • DOLAR NİYE FIRLADI, NİYE DÜŞMEZ, ZORLA DÜŞÜRÜLÜRSE NE OLUR ?

    İstatistik biliminin peygamberi olarak anılan Robert G. Brown şöyle diyor: “Bir tek gaz molekülünün hareketleri çok düzensiz, hiçbir kanuna bağlı olmayan biçimde görünebilir. Ama bir gaz kitlesinin hareketleri son derece düzenli, önceden tahmin edilebilir ve fizik kanunlarına uygundur..”

    “Kara Çarşamba” olarak adlandırılan ve dolar’ın bir gün içinde yaklaşık % 40 değer kazanması olgusuna bu deyişin ışığında bakılmalıdır.

    Dolar’ın bu ani yükselişini mikro düzeyde açıklayabilecek fetvaları okuyor, dinliyoruz. Bunun üstüne bir de politika esnafının gerçekleri gizleme çabaları ya da cehaleti biniyor: “Dolar, bir kısım spekülatörlerin kötü niyetleri dolayısıyla fırlamış bulunmakta ve birliğimiz bütünlüğümüz ve kararlılığımız vs…”

    Olaya, işin temel kanunları açısından bakılırsa hiç de garipsenecek bir durumun olmadığı görülecektir. Dolar’ın TL cinsinden fiyatı, dolar’ın satınalma gücüne ve TL’nin satınalma gücüne göre serbestçe oluşur.

    Bir paranın satınalma gücü ise başlıca, o paraya bağlı üretim gücüyle belirlenir. Dolar’ın bağlı bulunduğu sistemin üretim gücü yüksektir ve bir Çığ Etkisi altında giderek daha da güçlenmektedir.

    TL’nin satınalma gücünü belirleyen üretim gücü ise düşüktür ve giderek daha da zayıflamaktadır. Türk insanı, bir sürü çok bilmiş görünüşlü cahilin telkiniyle, birşey üretmeden daha çok refahın mümkün olabileceği gibi bir simya formülünün etkisi altındadır.

    Bir tane yeni buluş yapmadan, yeni buluş yapanlarını mahkemelerde yargılamaktan utanmadan, tüketime ve daha çok tüketime özendirilen, üretken demokrasilerin kurumlarının birşey üretmeyen insanlarının da hakkı olduğu yalanıyla dolduruşa getirilen insanlarımız ellerindeki kağıtları (para) artırmanın yollarını aramaktadır.

    Dolar düşmez, daha da yükselir. TL’nin gerçek değerini belirleyen üretim gücü ile Dolar’ın değerini belirleyen dev üretim gücü arasındaki gerçekçi denge oluşana kadar yükselir.

    Pekiyi, zorlamalar, işin aslını değiştiremeyen para operasyonları yoluyla düşürülürse ne olur, yine düşmez mi?

    Evet, kısa bir süre için düşer ve esas felaket de o zaman başlar. İleride daha büyük devalüasyonlarla karşılaşılır ve ekonomi bütünüyle çöker.

    Bu eğilim, parayla oynayarak refah sağlanamayacağı, refahın tek parametresinin üretim ve akıl olduğu gerçeği anlaşılana kadar sürecektir.

  • “BİR TUTKUNUN ÖYKÜSÜ”

    İÇİN BİRKAÇ SÖZ!

    Erbil Serter, az sayıdaki tasarımcımızdan birisidir. Hatta, kendi alanında tektir denilebilir. Uzun yıllardır, tasarımladığı savaş gemileri dünyanın büyük tersaneleri tarafından üretilir.

    Diğer buluşçu insanlarımız kadar kovuşturmaya uğramamış olmasının nedeni, Türkiye’de az yaşamasıdır.

    “Bir Tutkunun Öyküsü”, Erbil Serter’in, tasarımcılığın ilginç dünyasına nasıl girdiğinin ve ne gibi evrelerden geçtiğinin belgesel-hikayesidir. Çok az sayıda basılmış birinci basımı tükenince, şimdi bir prestij yayını olarak, telif haklarını hibe ettiği BEYAZ NOKTA VAKFI tarafından tekrar bastırılmaktadır.

    “Bir Tutkunun Öyküsü”, bilim ve teknolojide gerilerde kalmış tüm toplumlar için sağlam bir reçetedir. Bir çocuğa, onun merak volkanını harekete geçirebilecek bir armağan verilmesinin nelere yol açabileceğinin iyi örneklerinden birisi Erbil Serter’dir.

    Ünlü kemancı Paganini için de benzer bir hikaye anlatılır. Müzikle amatör olarak uğraşan, sıradan bir esnaf olan babasından aldığı ilk dersler ve bir armağan keman, bu büyük ustanın var olan -ve hemen herkeste bir türü var olan- yeteneği ortaya çıkarmıştır.

    Erbil Serter, dedesinin kendisine verdiği bazı planlardan yararlanarak 1947 yılında bir helikopter yapmaya girişir. Kendisinde var olanı ateşleyenin bu planlar olduğu güçlü bir olasılıktır.

    İnsanlık tarihi içinde bir süre, “yetenek” denilen özelliğin herkeste bulunmadığı, bazı insanların doğuştan yetenekli oldukları, onların dışındakilerin ise sıradan ve itaatkar kalabalıkları oluşturmak üzere kuşkusuzluk (ezber) esasına göre eğitilmeleri gerektiği savunuldu ve de uygulandı; bazı toplumlarda hala da uygulanıyor.

    Daha sonraları, bu kadar karmaşık yapılı ve milyon yıllık bir “öğrenme” deneyimine sahip türümüzün, bu denli basit bir yargıyla sınıflandırılamayacağı anlaşılmaya başlanmış ve tek değil ama birçok zeka türünün mevcut olduğu, herkeste bunlardan en az birinin mevcut olduğu tezi ağırlık kazanmıştır. Bunun ne kadar doğru olduğunu deneyimlemeyen kimse pek yoktur.

    Hal böyle olunca mesele, herkeste var olan çeşitli yeteneklerin nasıl ortaya çıkarılabileceği noktasına gelip dayanmaktadır. Bilim zamanla bunun için güvenilir yöntemler bulabilecektir. Ama bugün için en iyi yöntem, çocukların meraklarını çok yönlü tahrik etmek, daha da doğrusu doğuştan sahip oldukları engin merakın önünü kesmemek, mümkünse o merakların akabileceği uygun kanalları oluşturabilmektir. Bu kanal bazen bir keman, bazen bir helikopter planı olabilir.

    Erbil Serter’e, bu değerli deneyimini yazarak toplumla paylaştığı için müteşekkiriz. Umarız ki bu kitap daha nice Serter’lerin ortaya çıkarılmasında bir araç olur.

  • SORUNLARI İNSANLAR ÇÖZEBİLİR !

    Toplumumuz yaklaşık 150 yıldır, doğruluğundan hiç kuşkulanmadığı bir tanı uyarınca müthiş bir çaba harcıyor. Bu, “sorunlarımızın, anayasa ve yasalardaki yetersizliklerden kaynaklandığı, dolayısıyla, mükemmel bir anayasa ve ona uygun yasalar yapılırsa onların çözüleceği” yolundaki inançtır.

    Toplumun seçkin kesimi bu teşhise o denli inanmıştır ki, adeta bir histeri halinde bunun gereğini yerine getirme peşine düşmüş ve bütün başarısızlıklara karşın bu uğraştan vazgeçmemiştir. Otuzbeş yıl boyunca yaşadığımız üç askeri müdahalenin nedenleri ayrı da olsa, üçünün de ilk hedefi yasaları yenilemek olmuştur.

    Bugün sivil bir hükümet ve toplum yine, mevcut sorunların anayasa ve yasalardan kaynaklandığı ve yenilerinin bunları aşabileceği kanısındadır.

    Toplumların refah ve mutlulukları ile yasaları arasında kuşkusuz bir ilişki vardır. Ama acaba bu ilişki, sanıldığı gibi “biri diğerini yaratır” biçiminde midir?

    Her nerede gelişkin bir toplum varsa onun, yasaları da gelişkindir. Ama acaba toplumlar mı yasaları yoksa yasalar mı toplumları yaratmaktadır? Yoksa, gelişmesinin önündeki engelleri yok edebilen toplumlar, bu arada gelişkin yasalar yapıyorlar, o yasalar da toplumların daha da gelişmesine mi yardımcı oluyor? Ya da bir başka soruşla, “gelişmesinin önünde engeller bulunan bir toplum yasalarını değiştirerek refah ve mutluluğa erişebilir mi?”..

    Toplumumuzun yasalara olan bu tutkusu, geleneksel birey – devlet ilişkilerinin bir sonucudur. Geleneksel anlayışımızda birey devlet için vardır. Bireyin neleri yapabileceğine (dikkat! neleri yapamayacağına değil !), devlet karar verir, bireye ise kayıtsız – koşulsuz itaat etmek düşer.

    Bu temel anlayışı, devlet mekanizmasının tüm kurumlarına kadar özümleyen devlet (ve onu onaylayan bireyler), örneğin eğitim sisteminin üzerine oturacağı “öğretme” yönteminin ezber olmasına yol açmıştır. Bugün görünürde herkes eğitim sistemine “ezberci” demekte, fakat ezberi sistem dışına atmaya “en küçük” katkıda bulunmamaktadırlar. Bu, ezberin toplum tarafından benimsendiğinin bir göstergesidir.

    Ezber, belirli kalıpların, nedenleri bilinmeksizin ve de sorulmaksızın bellekte tutulması demektir. Bu, bireylerin karşılaşacağı tahmin edilen sorunların çoğunun yanıtlarının, önceden (okulda) belleklere yerleştirilmesi anlamına gelmektedir.

    Birey, ezberlediği bu kalıpların dışında bir sorunla karşılaştığında derhal bir “öğretmen” (erişkinlikteki adı “kurtarıcı”dır) aramaya başlamaktadır. İşte bu arayış içinde ilk başvurulan çare, “bireylerin ne zaman ne yapacaklarını belirleyen” “yasalar” ve “anayasa” olmaktadır. Anayasa ve yasaların, “bireylerin neleri yapamayacaklarını değil neleri yapabileceklerini sıralaması”nın kökeni, eğitim sistemimizin ana özelliği olan “bireyin neye ihtiyacının varsa onların devlet tarafından belirlenip ona belletilmesi” yani ezber’dir.

    Vatandaşların, her sorununa çözüm bekledikleri yerin meclis olmasının nedeni de yine, “bir başkasının ne yapacağımızı bize öğretmesi -ezberletmesi- alışkanlığımız” dan ötürüdür.

    Anayasa ve yasaları meclis, refah ve mutluluğun kuralları olan hukuku ise toplum üretir. Toplumumuz işte bu hukuku üretememekte, onun yerine sürekli olarak yasa üretmekte, işe yaramadıkça yeniden üretmektedir.

    Her idare, sorunların kaynağını iyi anayasa ve yasaların bulunmayışında görmekte, bütün siyasi partiler, yeni yasalar çıkararak toplumu geliştirmek için iktidar mücadelesi yapmaktadırlar.

    Hukuk bir anlamda üretim ve paylaşım ilişkilerini düzenlediğine göre, gerçek anlamda bir üretim* yapmayan toplumumuz bir çeşit belirsiz denklem takımını çözmeye uğraşmaktadır.

    Devlet, tarım kesimini, belirlediği taban fiyatlarla, özel sektör çalışanlarını ise kamu toplu sözleşmelerine indeksleme yoluyla bir çeşit devlet memuru yapıp, bunun dışında kalanları da memur, sözleşmeli ve kamu işçisi adları altında kendine bağlayıp bütçesinin %80’ini böylece harcarken, kamu personelinin refah sorununun , anayasaya konulacak grev hakkı ile çözülüvereceği sanılmaktadır.

    Doğru soru sorabilme geleneğimiz oluşmuş olsaydı, herhalde sorulabilecek bir soru, “halen var olan yasalarımız niçin yeterince uygulanamıyor? Yeni yasalar yapılarak bunların uygulanması sağlanabilir mi? Yoksa başka nedenler mi vardır, varsa o nedenler nelerdir?” şeklinde olabilecekti.

    Yasalar, toplumun ortak bilinci’nin tanımladığı hukuka oturduğu zaman işlevsel olabilirler. Dünya yüzünde, sorunlarını bu ortak bilinci geliştirmeden, yalnızca yasa ve anayasa yaparak çözebilmiş bir toplum yoktur.

    Eğer herhangi bir yerde bir yasanın ardından olumlu gelişmeler görülmüşse mutlaka o yerde önce bir “ortak bilinç temeli” oluşmuş, yasalar da o temelin üzerine sağlamca oturmuştur. Yazılı anayasası bulunmayan, ama ortak bilinç temeli’ni kurabilmiş toplumlar bunun en somut kanıtıdır.

    Pazar, 25 Haziran 1995

  • GELİNİZ, NELERİ YAPMAK DEĞİL, YAPMAMAK GEREKTİĞİNE BAKALIM!

    Çeşitli ekonomik ve sosyal sorunlar ağırlaşıp etkilemediği çember giderek daraldıkça, sıkıntılar ve onlara karşı önerilen çözümler de giderek daha yoğun biçimde dile getirilmeye başlandı. Sıkıntılar derinleştikçe bu yoğunluğun paralel olarak artması, sonunda da tam bir toplu feryat korosu’na dönüşmesi kaçınılmazdır.

    Çeşitli Dünya görüşüne, bilgi ve deneyimine sahip kişilerce dile getirilen görüşlerin hemen hepsi şu şablona uymaktadır: mevcut bir durumun eleştirisi ve buna karşı çözüm önerisi! Daha düz ifadeyle, insanlar sorunları ortaya koyup sonra da “ne yapılması” gerektiğini ifade etmektedirler.

    Bu davranış şablonu yalnız bizlere özgü değildir. Japon mallarının ABD pazarını istilasından rahatsız olan Amerikalı’lar bir uzman heyetini ABD’ye gönderip, neler “yapılması” gerektiğini araştırmışlardır.

    Yaklaşık 3 ay inceleme yapan heyet dönüşünde, Japon’ların Amerikalılar’la hemen hemen hep aynı şeyleri “yaptıklarını”, yalnız ilaveten her sabah bir de milli marş söylediklerini rapor etmiştir.

    Uzman heyetin incelemediği, incelemek gerektiğini dahi düşünemediği şey ise, Japonlar’ın neler “yaptıkları” değil neleri “yapmadıkları” olup, Japon kalite devriminin nedenleri işte o “yapılmayanlar”dır.

    Giderilmediği için giderek aralarında yeni bileşimler yaparak çeşitlenen sorunlarımızın içinden çıkabilmek için neler “yapılması” gerektiğini bir yana bırakıp, çok daha az sayıdaki “nelerin yapılmaması gerektiği” üzerinde durmayı öneriyorum.

    Çünkü, yapılmaması gerekirken yapılan bir şeyin yaratacağı sorun(lar), bazı başka şeylerin “yapılması” yoluyla giderilemez, sadece giderilmiş gibi görünür. Örneğin, enflasyona yol açan yanlışların “yapılmaması” yerine, onun yol açtığı sorunları mesela paradan sıfır atarak önleyemezsiniz.

    Ayrıca da, bunu öneren, tartışan, benimseyen, yürürlüğe koyan akıllar, enflasyonun ek nedenleri olurlar, bu da cabası!

    Hiçbir önlem, hiç bir ilaç, bir hastalığa yol açan nedenler sürerken etkili olamaz. Eğer oluyor gibi görünürse, mutlaka daha derinde başka başka hastalıkları hazırlıyor demektir.

    Geliniz, neleri “yapmamak” gerektiğini bir düşünmeye başlayalım. Eğer gerçekten cesaretimiz varsa!.

    5 Haziran 2000

  • SORUN KİMYASI

    Toplumumuz sorunların ağırlığı altında kaldıkça, yeni bir kavramın giderek daha çok konuşulur olması beklenmelidir. Bu kavram “Sorun Kimyası” dır.

    “Madde Kimyası”, çeşitli maddelerin hangi elementlerden oluştuğu, bunların aralarında nasıl bileşikler yapıp ayrıştığı, sıcak, soğuk, basınç gibi dış etkenlerin bunları nasıl etkilediği gibi soruları açıklar ve bu yolla da insanoğlunun gereksindiği yeni maddeleri nasıl yapabileceği konusunda ona yol gösterir.

    “Madde Kimyası” bütün bunları, maddeleri oluşturan “elementler” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.

    “Sorun Kimyası”da benzer şekilde sorunların hangi elementlerden oluştuğuna, aralarında nasıl yeni bileşikler yaptığına, mevcut bir sorun bileşiğinin onu oluşturan elementlerine nasıl ayrıştırılabileceğine, bir sorunun bileşik mi yoksa temel element mi olduğuna nasıl karar verileceğine ilişkin konularla uğraşır.

    “Madde Kimyası”nda olduğu gibi o da bütün bu işleri, sorunları oluşturan “sorun elementleri” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.

    Uygulamalı bilimlerde bir alan için geliştirilen tekniklerin bir başka alana uyarlanması pek kullanılan yaygın bir yöntemdir. Örneğin, elektrik akımı için geliştirilen analiz yöntemleri, su ve hava akımlarının tahlili için, hatta trafik akımlarının çözümlenmesi için kullanılır.

    Sosyal bilimlerle uğraşanlar genellikle bu yalınlıktan rahatsız olurlar ve “içine insan ögesi giren olaylar kolay anlaşılmaz” diyerek kendilerine biraz pay çıkarırlar. İçinde insan davranışı bulunan olayların çözümlenmesinin güç olduğu doğru ama o tür olayların da kendine özgü kurallarının bulunmadığı ve bulmaya çalışmanın boş iş olduğu da bir o kadar yanlıştır.

    “Sorun Kimyası” Kimin İşine Yarar?

    Her bilim dalı ve her yeni metot bir ihtiyaçtan doğmuştur.

    “-75 derecede yorgandan dışarı çıkan ayağın nasıl üşümeyeceği” eskimoların sorunudur. Eskimoların yapmaları gereken rasyonel davranış, başka kimseyi ilgilendirmeyen bu sorunu anlamaya ve sonra da çözmeye çalışmaktır.

    “Sorun Kimyası” ise, yukarıdaki gibi bir sorunu bulunan ve çağdaşlaşma konusunda pek bir iddiası bulunmayan toplumların değil, bizim gibi sorunu çok ve özellikle de onları çözmekte yetersiz kalan toplumların meselesidir. O halde diğer bilim dallarının geliştiği ülkelerin değil bizim, sorunlarla ilgilenen bir bilim alanı tanımlamaya çalışmamız gerekmektedir.

    Çağdaş toplumlar, sorunları bulunmayan değil onları çözebilen toplumlardır. Toplumumuz da çağdaş olma arzusundaysa onları çözmek, çözmek için anlamak, anlamak için anladığını sanmaktan vazgeçmek ve bunun için de onları anlayabilmek için bir metotlar dizisi (adına bilim diyemesek de) geliştirmek zorundayız.

    “Sorun Kimyası” ‘nın Temel Kanunları!

    “Madde Kimyası”nın temel yasası Lavoisier Kanunu’dur: “Hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz, ancak şekil değiştirir” biçiminde ifade edilebilecek bu kanunun “Sorun Kimyası” ‘ndaki üç karşılığı şöyledir:

    Kanun 1– Sorunlar yoktan var edilebilir. Her akılsızca davranış en az bir sorun üretir.

    Kanun 2- Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir. Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi yeni sorunların üremesine yol açar.

    Kanun 3- Bir sorun çözülmediği sürece doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir.

    Görüldüğü gibi iki kimya arasındaki başlıca fark “yoktan var etme” konusundadır. O da, işin içine insanın (insanın akılsızca davranışlarının) girmesi nedeniyledir.

    Bu yeni kavramı ve onun kanunlarını öğrenmek zorundayız. Sorunlar ağırlaştıkça, ortaya çok sayıda kurtarıcının çıkması geleneksel bir eğilimdir. Bu yeni kimyayı öğrenmekten ve böylece sorun çözme kabiliyetimizi geliştirerek onlardan kurtulmaktan başka çıkış yolu yoktur.

    Pazar, 22 Ocak 1995

  • HAREKETE GEÇİREN NEDİR ?

    Her “olay” 2 ana vazgeçilmez unsura sahiptir: “Ortam” ve “harekete geçirici etki”.

    Benzin motorunun işlemesi bir “olay” ise ortam, uygun yakıt-hava karışımı, harekete geçirici etki ise bujinin ürettiği kıvılcımdır.

    Kamu arazilerinin işgali bir olay ise, devletin arazi sahibi olması, rüşvet alıp vermeye eğilimli tarafların varlığı ortamı, kanun tanımaz uyanık kişilerin ortaya çıkması ise harekete geçirici etkiyi oluşturur.

    Bütün olgulara bu gözlükle bakılırsa daima bu iki unsurun varlığı teşhis edilebilecektir.

    Ülkemizde mevcut terör olgusu da, bu unsurlara sahiptir. Eğitilmemiş insan dokusu, işsizlik, gerice yörelerin kamu görevlilerini cezalandırmak için kullanılmış oluşu, kalabalık kamu kadroları ve bunun yol açtığı düşük nitelik ve düşük ücret kısır döngüsü, toplumumuzun sorun çözme becerisi yetmezliği gibi bir grup sebep, iki unsurdan birincisini, “ortam”ı oluşturmaktadır.

    Ama aynen benzin motorunda olduğu gibi yakıt-hava karışım ortamı nasıl patlama için tek başına yeterli değilse, yukarıda sayılan olumsuzluklar da tek başına terörün sebebi değildir. İkinci bir unsura, “harekete geçirici etki”ye ihtiyaç vardır.

    İşte mesele burada başlamaktadır. Acaba bu “harekete geçirici etki(ler)” ne(ler)dir? Yeterince berrak olunamayan nokta budur.

    Tek tek herbirinde gerçek payı bulunabilecek “harekete geçirici etki”ler ileri sürülmektedir.

    Bunlar doğru mudur?

    Hepsi bu kadar mıdır?

    Hepsi geçerli midir?

    Ağırlıkları ne kadardır?

    Şöyle bir deney düşününüz.

    Her yanı tam kapalı bir oda içinden bir takım sesler gelmektedir.

    Sesler karışıktır. Köpek havlaması, keman sesi ve boğazlanan insan sesi birlikte duyulmaktadır.

    Oda içinde neler olmaktadır? Çeşitli senaryolar düşünülebilir.

    Evinde köpek besleyen bir adamın evine giren bir zorba, evin sahibini boğazlamakta, duyulmaması için de çalan radyodan yararlanmaktadır. Köpek de sahibi için bağırmaktadır.

    Senaryo böyle olabilir.

    Ama yalnızca TV’de film seyreden bir kişi de aynı ses kompozisyonuna sebep olabilir.

    Daha onlarca senaryo mümkündür. Ama her bir durumda yapılması gereken, birbirinden farklıdır.

    Birincisin de polis çağırmak gerekirken, ikincisin de sadece TV sesinin kısılmasını rica etmek yeterlidir.

    Terör olgusunda durum tam böyle olmasa da oldukça benzerdir.

    İnsanlar öldürülmekte, kaçırılmakta, bir kısım insanlar kimlik tanınması peşinde koşmakta, bir kısım ülkeler de buna sıcak bakmakta ve de desteklemektedir.

    Bu gürültü, yukarıdaki gibi çeşitli senaryolardan doğabilir. Ama tam olarak neyin niçin olduğu bilinmezse buna doğru tedbir geliştirmek de güçtür. Hatta bir senaryoya göre geliştirilen “uygun” tedbirler, eğer senaryo doğru değilse zararlı da olabilir.

    Ortadaki terör olgusu bakımından bilinen çok şey vardır. Ama bilinmeyenler hep bu “harekete geçirici etki”ye ait bilgilerdir.

    Olayın tam senaryosu bilinmeksizin, alınacak tedbirlerin başarılı olması güçtür.

    Ayrıca senaryo zaman zaman değişmekte de olabilir.

    O halde tam bilinmesi gereken iki grup bilgi vardır:

    Teröre ortam hazırlayan tüm unsurlar ve bunların ağırlıkları birinci grup bilgidir.

    İkinci grup ise “harekete geçirici etki” senaryosunun “tam” bilinmesidir.

    Bu “tam” bilinme konusu son derece önemlidir.

    Bu karmaşık ve güçlü melanet mekanizmasını, dişlilerin arasına elimizi sokarak durduramayacağımız bellidir.

    Mekanizma ancak iyice anlaşılırsa, uygun noktalarına müdahale edilerek etkisiz kılınabilir.

    “Tam” bilmekle kastedilen, “sevr yeniden hortlatılıyor”, “bu, haçlı zihniyetinin canlanmasıdır”, “Dünya, büyük Türkiye istemiyor”, “büyük devletler maşa olarak terör örgütünü kullanıyorlar” gibi doğruluk payı olabilecek ama mekanizmanın nasıl işlediğini, hangi küçük dişlinin büyük dişliyi çevirdiğini, onun da hangi vanayı açıp kapadığını açıklayamayan yargılar değildir.

    Melanet mekanizmasını, bir dikiş makinesinin işleyişini bildiğimiz açıklıkta bilmek zorundayız.

    Önlem(ler) buna göre geliştirilebilir.

    Bir yandan da “ortam”ı bütün unsurlarıyla dikkate almak zorundayız.

    İşsizliğin teröre ortam yarattığını herkes bilmektedir.

    Ama aynı açıklık, kalabalık kamu kadroları ya da bir başka deyişle kamu kadrolarının istihdam yaratma amacıyla kullanılmasının nelere yol açtığı konusunda yoktur.

    Ortam yaratıcı etkenler, ardışık sonuçlarıyla birlikte ortaya konulduğu zaman önlemleri de kendiliğinden görülecektir.

    Sonuç olarak terör sorununun çözümü bu iki grup etkenin tam bir analizine, yani olanların görüntülerine değil onların sebeplerine ve o sebeplerin sebeplerinin bilinmesine bağlıdır.