-
May 25 2012 BEYİN GÖÇÜNÜ TERSİNE ÇEVİRMEK!
“Yurt dışında bulunan ve kendi alanında başarılı olmuş insanlarımızı yurda getirmek ve bu yolla ülkemizde bir gelişme sıçraması yaratmak” düşüncesi, sık sık dile getirilen bir öneridir.
İlk bakışta gerçekten de heyecan verici bu düşünce, diğer yandan bazı gerçekleri açığa çıkarması nedeniyle çok yararlıdır. Şöyle ki;
Halen yurt dışında bulunan ve bulundukları yerlerde temayüz etmiş bulunan `beyin’ler, kısmen sahip oldukları nitelikler, ama büyük ölçüde de içinde bulundukları ortamlar nedeniyle birer `beyin’ durumundadırlar.
`Ortam’ faktörünün dikkate alınmayıp marifetin o insanlarda olduğunun sanılması, nitelikli insanlardan nasıl yararlanılabileceği konusunda yanlış modellere sahip olunduğunun ya da bu konuda fazla düşünülmemiş olmanın bir işaretidir.
Nitekim, yurt dışında sürekli olarak başarılı çalışmalar yapmakta (daha doğrusu o çalışmaların birer parçası olabilmekte) iken herhangi bir nedenle geri dönen insanlarımızın -çoğunun-, umulduğu gibi sıçrama yaratamayışları, aksine, yurt dışına göçmemiş olarlardan daha düşük performans gösterebildiği nadir değildir.
“Tersine beyin göçü” düşüncesinin açığa çıkardığı bir diğer gerçek, `kalkınma’ denilen sürecin yeterince anlaşılmamış olduğudur. `Kalkınma’, bir kısım insanın olduğu yerde oturup, bazı kurtarıcıların ya da “beyin”lerin gelip onları `onlara rağmen’ kalkındırması süreci değildir.
Peki, yurt dışında yaşayan ve yüksek performans göstermekte bulunan insanlarımızdan yararlanmak mümkün değil midir? Mümkündür ve hatta bu zorunludur. Ama bunun için `yapılmaması’ ve `yapılması’ gerekenler vardır.
Yapılmaması gerekenlerin başında, bu insanlarımızın, başarılı oldukları ortamlardan koparılmaması gelmektedir. Yani “tersine beyin göçü” düşüncesinden vazgeçilmelidir. Onlar, ancak oralarda olduğu sürece bulundukları ortamların değerlerini Türkiye’ye aktarabilirler.
Ancak, bu `aktarma’ kendiliğinden olamaz. `Networking’ (ağ oluşturma) yöntemi, bu aktarma için kullanılabilecek mükemmel bir metodtur. Buna göre, nesneleri fiziksel olarak biraraya getirmeye dayalı geleneksel kurumlaşmalar (dernekler, vakıflar, kurullar gibi) yerine, nesneleri yerlerinde muhafaza edip aralarında iletişim kanalları oluşturulur.
Yurt dışında, Dünya’nın önemli bilim, sanat ve ticaret odaklarında yaşamakta bulunan insanlarımız arasında oluşturulabilecek bir “ağ sistemi”, bu değerli insanlarımızın o odaklardan sağlayabilecekleri bilgi ve imkanları Türkiye’ye ulaştırabilirler.
Bunun gerçekleştirilmesi çok kolay değildir. Ancak bunun aksi, yani bütün bu insanlarımızı o verimli ortamlardan koparıp yurda getirmek hem daha güçtür ve üstelik de yararsız ve de zararlıdır.
Bunun gerçekleşebilmesi ise, Türkiye’de yaşayanların, sorunlarını `bilgi dışı’ yollarla değil `bilgi’ ile çözmeye çalışmaları ve böylece bilgiye ihtiyaç duymalarına bağlıdır.
5 Haziran 2000
-
May 25 2012 VİZYON VE PATAVATSIZLIK!
Son yılların dilimize kazandırdığı sözcüklerden birisi olan “vizyon”u, çeşitli kullanımlar içinde hergün duyuyoruz.
“Vizyonu olan adam”, “hayır yaramaz, vizyonu yok”, gibi yargılar, kişileri onduruyor ya da öldürüyor.
Kişilerin vizyonlarının nasıl ölçüldüğüne bilmem dikkat ettiniz mi? Ben ettim. Bazıları, olayların gelişimini iyi izliyor, üzerine sağduyu, yaratıcılık gibi niteliklerini katınca, gelecekte neler olabileceğini oldukça net görebiliyor. Bu, vizyonun iyisi.
Bir de ikinci tür vizyon var. O da habis vizyon. “Bu gidişe göre Amerika ile Çin birleşir, Rusya’da Afrika’ya yerleşince Türkiye Cezayir ve İsyanya’yla tek pazar olur.” gibi . Bu gibi bir hastalığın olası bir nedeni, doğal olarak -az da olsa- her insanda bulunan bilimsel şüphecilikten hiç nasibini almamış olmaktır. Bu tür insanlar, mahalle kahveleri için mutlaka zaruridir. Bir kahvede, bir lojik uzmanı kadar çekilmez başka ne olabilir ki?
Ama bu tür vizyon sahipleri bazen toplumun önde gelen kesimleri içinde yer alabilir. İşte o zaman doğacak sonuçlardan allah saklasın.
Bu hastalığın ilacı var mıdır bilemem, ama koruyucu bir önlem olarak biraz şüphe ile bir tutam yutkunmayı karıştırıp her yemekten önce bir kaşık alınmasını öneririm.
-
May 25 2012 YANLIŞ SORULAR!
Özel TV’lerde liderlerin “bir kısmı” arasında yapılan açık oturumları yöneten “moderatör”ler, aralarında sözleşmişcesine liderlere benzer sorular yönelttiler: “Enflasyonu nasıl düşüreceksiniz?”, “Kürt sorununu nasıl çözeceksiniz?”, “işsizliği nasıl önleyeceksiniz?” vs.
Liderler de dilleri döndükçe bunları yanıtlamaya çalıştılar. Aslında liderlere sorulması gereken soru şuydu:
“Ülkemizde yıllardır çözülemeyen enflasyon, terör, işsizlik gibi sorunlara nasıl yaklaşılması gerektiği, bu sorunları yaşamış başka toplumların da bilimin de malumudur.
Malum olan bu sorunların sizlerce bir türlü çözülemeyişi ise:
- popülizm uğruna doğruları söyle(ye)memek ve de yapmamak,
- belirli baskı gruplarının baskısına direnememek,
- yakınlarınızın, sahip olduğunuz gücü siz adına kullanmasını engelle(ye)memek,
- etrafınızda toplanan ve kendine parti kadrosu yakıştırması yapanları aşıp, esas kadronuz olan tüm toplum içinden liyakatli insanlara ulaş(a)mamak
- sorunların görüntüleriyle boğuşmaktan bir türlü kaynaklarına erişmeyi becerememek gibi yetersizliklerinizin sebepleri nelerdir? Bu yetersizliklerinizi kabul ediyor musunuz? Bu yeni dönemde bu yetersizlikleri nasıl aşmayı planlıyorsunuz? Bunları halkımıza açıklamak ister misiniz?
Bu sorular sorulmadıkça, tartışma adına yapılacak olan, lider koltuklarında oturan kişilerin birbirlerine daha ağır hakaret etmeye çabalamalarından başka birşey değildir.
- Eğer bu sorular sorulabilseydi iki önemli nokta ortaya çıkacaktı:
Bazı liderler, sorunların “görüntü”lerine takılıp kalmış, sorunları anlamamışlardır.
- Sorunları anlamış olanlar ise, “doğruları söyler ve yaparsak halk bize oy vermez” açmazından korkmaktadırlar.
Ortaya çıkan bu sonuçlardan birincisi son derece yararlıdır. Sözlerine kulak verilerek vakit kaybedilmemesi gereken liderler hemen belli olacaktır. “Enflasyon, para arzını kısmakla”, “işsizlik, büyümekle”, “terör, kanun çıkarmakla” çözülür biçiminde teşhis sahipleriyle vakit harcanmamalıdır.
İkinci sonuç ise daha da önemlidir. Bu sorun ise liderler arasında bir “rekabet öncesi işbirliği” ile aşılabilir. Bu sorun yalnız bir liderin değil hepsinin ortak sorunudur. O halde hepsinin uzlaşısıyla aşılabilir. Aralarında birisinin dahi, popülizm uğruna belirli konularda yanıltıcı beyanda bulunmaması üzerinde sözleşmelidirler. Örneğin;
- “Türkiye üretken değildir. Üretken olmadıkça hiçbir sorun çözülemez. Bunun dışındakiler aldatmadır”.
- “Demokrasi, vatandaşın katılımını isteyen güç bir rejimdir. Demokrasi, işlerin bir avuç atanmış ve seçilmiş insana ihalesi değildir”.
- “İnsanlarımızın ortalama niteliği düşüktür. Bu nitelikle çoğulcu demokrasi yürütülemez”.
Bu gibi “acı gerçekler” konusunda halka yalan söylememeyi sağlamış bir TV açık oturumu ne kadar yararlı olurdu!
Ayrıca da, hiç konuşulmayan ortak yetersizliklerin içtenlikle yanıtlanması, halkın bu işlerde ne denli pay sahibi olduğunu, bu sorumluluğunun ne kadarını yapıp ne kadarını üzerinden attığını (ya da öyle zannettiğini) ortaya çıkaracaktır.
Artık bu ömür törpüsü tartışmaları dinlemeyelim. Dinletmekte ısrar edenleri ise TV’mizi kapatıp gazete almayarak cezalandıralım.
Pazar, 17 Aralık 1995
-
May 25 2012 YENİ ARAYIŞLARI “ESKİ” İLE DE SON BULABİLİR!
Son yıllarda giderek yoğunlaşan biçimde bir değişim özlemi filizlenmeye başladı. Bu, ne denli hızlı ve sağlıklı büyürse yeni bir Türkiye özlemi de o denli hızlı gerçekleşecektir. Değişim özlemlerinin “sağlıklı” gelişmesiyle kastedilen şudur: en kolay değişim imaj değişimidir. Bunu meslek edinmiş kişi ve kuruluşlar, şeylerin içine hiç dokunmadan dışını değiştirerek “miş gibi” hale getirebilmektedirler.
Değişim hareketlerinin ilk adımı, değiştirilecek şeyin iyi anlaşılması olmalıdır. Toplumumuzun büyük çoğunluğu, siyasetteki kirlenmeden yakınmaktadır. Üzerinde bu denli uzlaşı bulunan bir sorunun, kök sorun mu, yoksa görüntü sorun mu -yabancıların deyimiyle hayalet sorun mu- olduğuna dikkat edilmelidir. Siyasette kirlenme deyimi , toplum kurumlarının temiz olduğunu, siyasetteki özel nedenler dolayısıyla yerel bir kirlilik olduğunu, bunun da iyi cins bir deterjanla temizlenebileceğini ima etmektedir.
Birkaç yıl evvel Diyarbakır Belediye’since ekmek dağıtımı sırasında meydana gelen izdiham, yabancı yayın organlarında dahi gösterilmiş, insanların nasıl aç olduklarına örnek olarak verilmişti.
Bu defa geçen hafta içinde, ülkenin tam aksi tarafında, Denizli’de bir havlu fabrikası onuncu yılını kutlamak için ucuz havlu dağıtmaya kalkınca, Diyarbakır’dakinden beter bir kargaşa doğdu.
Bu iki olayı karşılaştıranlar, olayın içinde bir yaygın açgözlülük olup olmadığını ve buradan giderek de siyasetteki kirlenmenin yerel mi yoksa genel mi olduğunu değerlendirebilirler.
Aranan temizleyici “yeni” bir kişidir. Bir sistem, bir yaklaşım, bir değer , bir alışkanlık değil de bir “kişi” aranmasının nedeni, her şey eskisi gibi kalmakla birlikte, sonuçların yani görüntülerin -imaj- değişmesinin istenmesidir. Bu imajı değiştirmenin en kolay yolu da -saç boyamaktan sonra-, genç birilerinin ortaya atılmasıdır. İşin sırrının “bilgi+deneyim + dinamizm” olduğunun farkındaki gençlerin dışında kalan epey kalabalık bir genç nüfus da bu işe son derece teşnedir.
Aranılan ve herkesin ağzındaki ortak terim olan “yeni”nin ne olduğu üzerinde biraz düşünülmelidir. Yeni nedir ya da kimdir? Hiç kimseden bir şey istemeden değişim olur mu? Yeniden yapılanma denilen jikleti saydam hale getirebilmek için hangi sorulara yanıt vermek gerekir?
-
May 25 2012 Ajanın mektubu!
Aziz dostum John,
İstihbarat göreviyle Türkiye’ye geleli neredeyse bir yıl oluyor. Sana bu süre içinde yazamayışımın nedeni, Türkiye’yi ve Türkler’i tanımak ve de Türkçe’mi ilerletmek için oldukça yoğun çalışmak zorunluğumdu. Neyse artık daha rahatım, kendime ayırabilecek daha çok zamanım olacak.
Sevgili John, sanırım ki en çok merak ettiğin nokta, Türkiye hakkındaki gözlemlerimdir. Sana bunu kısaca özetleyeceğim, lütfen sen de bunları bizim merkeze iletiver.
Öncelikle kaydetmeliyim ki, bizimkiler buraları karıştırmak için ayırdıkları bütçeyi başka ülkelere kaydırabilirler. Çünkü burayı karıştırmak için para harcamaya, özel kurgular filan üretmeye ihtiyaç yok.
Bilirsin bu güne kadar gezmediğim, karıştırmadığım ülke kalmadı. Hiçbirisinde bu kadar iyi niyetli, fakat o denli de kolay dolduruşa gelen bir toplum görmedim.
Geçenlerde ne olduğu pek belli olmayan bir adam ortaya çıktı. Hatta ben biraz da alındım. Bizimkiler bana güvenmeyip bir kişi daha mı yolladılar diye.. Sonra öğrendim ki bizden değilmiş.
Bu adam, modern Türkiye’nin kurucusu M. Kemal için abuk subuk bazı laflar söyledi. Bütün Türkiye işini gücünü bırakıp bununla uğraşmaya başladı.
Sana bu işin daha da ilginç yanını söyleyeyim: Burada “aydın” tanımı bizdekinden çok farklı. Anlamı üzerinde uzlaşmadıkları bir takım lafları peşpeşe dizip çok bilmiş görüntüsü veren herkese aydın diyorlar.
İşte o aydınlar, hemen harekete geçip olayı kınadılar ve sonra hepsi, görevini yapmış olmanın huzuruyla M. Kemal’in yerleştirmek için çok uğraş verdiği, “bilimin yani akılcılığın yol göstericiliğinde yaşamak” ilkesine taban tabana zıt yaşamlarına döndüler. Çoğu kimse, bu denli tepki gösterdikleri fanatik akımların, bu akıldışılık ortamının bir yan ürünü olduğunun, yani esas sorunlarının bu aydın dedikleri insanların kurdukları sistemin ana ögesinin akıldışılık olduğunun farkında değil. İnanması güç ama buranın aydınları bir alem!
Neyse çok vaktini aldım. Dediklerimi patrona ilet. Bana güvenmeye devam etsinler. Ben tatil yapıyorum. Bunlar kendi kendilerini bitirecekler. Öptüm.
6 Mart 1994
-
May 25 2012 AMERİKAN POLİS DİZİLERİ
Televizyon kanallarının çoğalması, bazı istatistiksel değerlendirmeler yapmamazı da kolaylaştırdı. Uzun yayın sürelerini en kolay doldurma yolu olarak çoğu bir işe yaramaz filmler göstermeyi seçen kanallar çoğunlukta. Dikkat edilirse Amerikan polis dizileri, bu filmler içinde birinci sırayı alıyor.
Bilmem hiç düşündünüz mü, acaba niçin bu filmler bu kadar yaygındır?
İnsanların şiddete olan düşkünlükleri, polisiye filmlerde konu bulma kolaylığı, maliyetlerinin ucuzluğu gibi faktörler acaba ana nedenler midir? Bunların etkisi olabilir ama temel neden bu olamaz, çünkü daha ucuz konular bulmak mümkündür.
Bu filmlerin yaygınlığının ana nedeni, -bütün serbestliğine rağmen- ABD idarelerinin bu yolla toplumlarına vermek istedikleri mesajlarla ilgilidir. Bu mesajlar; “yasalardan kaçılmaz”, “siz ne denli uyanık olursanız olun polis sizden daha uyanıktır” gibi kamu düzeninin kurulup korunmasına yardımcı olan mesajlardır.
Serbest piyasa ekonomisi ve ifade özgürlüğü ortamına rağmen bu ve benzer mesajları işleyen yayınların bir biçimde teşvik edilip desteklendiği de şüphesizdir.
Amerikan polis örgütlerinin, filmlerde gösterildiği kadar becerikli olmadığı kuşkusuzdur. Ama bu filmler yoluyla insanlarda oluşturulan imaj, o güvenlik görevlilerinin neredeyse insanüstü yetenek, cesaret ve erdem sahibi olduklarıdır.
Bu açıdan bakıldığında hem toplumda polise güven yaratmak ve hem de poliste özgüven yaratmak için son derece faydalı işlevleri yerine getirdiği de muhakkaktır.
Bundan alınacak dersler vardır. Türk polisini konu alan yerli filmlerde ise polis genellikle komik, disiplinsiz, pek becerikli olmayan, kırtasiyecilikten başka işi olmayan ve herşey olup bittikten sonra yetişen ya da tam aksine inandırıcılıktan uzak (süperman)lar olarak gösterilir.
İnsanlarımızın polise güvenleri yalnız filmler yoluyla sağlanamaz ama filmlerin etkisi de inkar edilmemelidir.
Yeşilçam’cılara ve polis örgütümüze duyurulur.
-
May 25 2012 RADYASYON KOMEDİSİNİN BİR PERDESİ
Tarih denilen bilim dalına ait herhalde bazı kalıp tanımlar olsa da ona, “geçmişteki çeşitli süreçleri ve bunların etkileşimlerini aydınlatma bilimi” denilebileceğini düşünüyorum.
Bu açıdan bakıldığında, toplumumuzun tarihinde bazı aydınlatılmamış süreçler bulunduğunu, bunlar tam olarak ortaya çıkmadan da “çağdaş uygarlığa erişme” savaşımımızın asla başarılı olamayacağını söyleyebilirim.
Bu süreçlerden birisi “icatçılık”tır. Toplumumuz geleneksel olarak icat yapana kötü gözle bakmış, onu öyle veya böyle bir punduna getirip cezalandırmış ya da onu yapamamışsa aşağılamış (ya da çalışmış)tır.
I Hezarfen Ahmet Çelebi olayı (evet şaşırmayın birden fazla vardır) denilen utanç verici olay bunların en yaygın olarak bilinenidir ama en basitidir. Galata Kulesi’nden kanat takıp uçan ve bugünkü hang-glider’lerin büyükbabasını yapan bu “bin ilimler ustası” Ahmet Çelebi, zamanın padişahı üzerinde panik yaratmış, bu adamın olası icatlarının toplumu -allah korusun- uyandıracağı korkusuyla derhal Cezayir’e sürülmüştür.
Matbaanın 300 yıl kadar yurda sokulmayışı bundan da önemli bir olaydır ve ardışık sonuçlarının neler olduğunu, sosyal bilim ulemamız henüz merak etmemiştir.
Bu olaylar zannedilebileceği gibi tarihte kalmamış halen de devam etmektedir.
1986 yılında, kanser konusundaki gözlemleri üzerinde bilimsel araştırma yapılmasını isteyen bir hekimimiz mahkemeye verilmiş, meslekten menedilmeye çalışılmış ve kendisi basınımız tarafından “Zakkumcu Ziya” olarak aşağılanmaya çalışılmıştır. 1992 yılında A.B.D. ve Kanada’da buluşuna patent verilen bu hekimimize o zaman yöneltilen eleştiri, “senin doktoran yok ve böyle bir ilaç olabilseydi yabancılar bulurdu!” olmuştur. O günlerde, buluşu için yaptığı patent başvurusuna uzun ünvanlı yetkililerin “patent bir şey ifade etmez, her başvurana patent verilir” diyerek bu konudaki olağanüstü bilgisizliklerini göstermişlerdi. (Bilindiği gibi patent, bir konuya ancak bir yenilik yani katkı getiriyorsa verilebilir).
1992 yılında başlayıp hala süren II Hezarfen Olayı’nda ise, bir araştırma denizaltısı yapan bir mühendisimiz ağır cezaya verilmiş olup, Muğla valimizin çabalarıyla kendisine hukukun üstünlüğü “gösterilmeye” (ben sana gösteririm anlamında göstermek) çalışılmaktadır.
Tarihimizde aydınlığa kavuşmamış süreçlerden bir diğeri ise “akılcı düşüncenin toplum yaşamımızdaki egemenliği” dir.
Çağdaş uygarlığı oluşturmuş ve halen de ona katkıda bulunan toplumların temel niteliklerinden birisi olan akılcı düşünce’nin, toplum yaşamımıza egemen olamayışı, her soruna üstünkörü yaklaşıp bir “esas mesele” ile açıklamaya çalışan yarı-aydınlarımızca “islamiyetin kaderci yaklaşımı” ile izah edilirse de durum bunun tam tersidir. Bu akıldışılık, olsa olsa islamiyetin de yanlış anlaşılmasına yol açmış ve bir ahlak öğretisi olarak toplumun en yüce değerlerinden birisi olmak gereken din kurumu bir dejenere politik ideoloji haline getirilmiştir.
Akıldışı yaklaşım örneklerimizin sonuncusu 1993 tarihlidir. Bir gün, toplumumuzun “akılcı düşünce süreci” ni inceleyecek toplum bilimcilerin,
I ve II Hezarfen Olayları’nın yanısıra hatırlayacakları bu olay Radyasyon Komedisi’dir.
Bir gazete haberinin güvenilirlik sınırları içinde şu ifadelere bakınız:
“Burada vazifeyi ihmal var, ama nereden nereye yükselir belirlemek zor. …………………. Radyoaktif maddeler Türkiye’yi ne kadar etkilemiştir? Kesin ölçümler yapılmış mıdır? Halkın sağlığı ne denli riskle karşı karşıya kalmıştır? Böyle bir risk varsa kanser hastalığı yapar mı? Bunları bilemiyoruz. Bilim adamları bir şey saptadılarsa açıklamalı. Bugünkü ceza kanunumuz sorumluları cezalandırmak açısından çok yetersiz. Tazminat davaları açıldı. Ama sebep-sonuç bağı bulunmadığı için bu davalar reddedilmeye mahkum.”
Bunu söyleyenin, her konudan bir politik çıkar uman bir kişi ya da sokaktaki bir adam olduğunu sanabilirsiniz. Ama öyle değildir. Bunu bir hukuk profesörü söylemektedir. Daha doğrusu gazete, öyle söylediğini yazmaktadır. Umarım durumumuz bu kadar vahim değildir.
Yani kısacası söylenen şudur: Ortada bir sebep-sonuç ilişkisi yok, ama bunlar suçludur(!).
Akıldışılık, akılcılığa dönüştürülemediği sürece toplumumuz hiç bir sorununu çözemeyecektir. Mesele bununla da bitmeyecek, toplumumzun her kurumu, sorun çözmek bir yana sürekli sorun üretecektir. Başka ülkeleri yücelten kurumların nasıl olup da bizim elimizde birer “sorun üreteci” olduğunun nedeni bu akıldışılık’tır.
İşimizi gücümüzü bırakarak bu noktaya bakmalıyız. Türk toplumunun bundan daha öncelikli bir meselesi olamaz.
-
May 25 2012 ŞAPKADAN TAVŞAN NASIL ÇIKARILIR?
Herşeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki şapkadan tavşan çıkarmak güçtür. Tabii, tavşandan daha büyük ve daha hareketli hayvanları çıkarmak çok daha zordur. Çühkü bir defa şapkaya sığmazlar, haydi bir an için sığdığı kabul edilse dahi bu defa da şapka içinde kıpır kıpır hareket edecekleri için iş daha da zorlaşır.
Bu güçlüklerin dışında, olmayan birşeyi var etmek ya da olan birşeyi yok etmenin imkansızlığı meselesiyle karşı karşıya gelinir. Bu, öyle yaptım oldu demekle çözülemez.
Ancak çok dikkatli olmak ve bu konuda epeyce tecrübeli olmak lazımdır, yani birdenbire tavşan çıkarmak yerine önce, sinek, böcek, kertenkele, kuş, sıçan gibi hayvanları çıkarmaya çalışmak gerekir.
Buna genel olarak hokus pokus denilebilir. Hokus pokus, halk arasında sirk hokkabazlarının göz boyama seansları sırasında seyredenlerin dikkatini başka yere çekmek için kullandıkları bir araç olarak addedilirse de aslında bu katiyen böyle anlaşılmamalıdır. Hokus pokus, imkansızı imkanlı yapmak için kullanılması gereken bilimsel bir metoddur.
Görüldüğü gibi, şapkadan tavşan çıkarmak için önce inançlı olmak, sonra da bir hamlede kulaklarından tutup tavşanı çekip çıkarmak yeterlidir.
Çevreden itiraz edenler, bunun seyircileri ahmak yerine koymak olduğunu iddia edenler bitabi olacaktır. Zaten her şapkadan herkesin tavşan filan çıkaramayışının nedeni de budur. Yoksa herkes her fırsatta tavşan çıkarır etraf tavşandan geçilmez olurdu. Hele demokrasilerde, konuşan toplumlarda bu daha da zordur. Alimallah adamı rezil ederler.
Anlaşılacağı gibi bu tür operasyonlar için seyircilerinde biraz şey, yani hoşgörülü olması gerekir.
Bu faydalı metodu, çeşitli meseleleri çözebilmek için kullanmak, tavşan çıkaran kadar seyredenlerin de istekli olmasına bağlıdır. Yoksa evvelce olduğu gibi ne tavşan çıkar ne başka birşey.
Şimdi durup dururken bu şapka-tavşan muhabbeti nereden çıktı denilebilir. Herhangi özel bir neden yok. Zaman zaman önemli bilimsel ilkeleri gözden geçirmek, unutmamak için de tekrarlamak lazım olduğu için aklıma geldi.
17 Ağustos sonrasında birşeyler yapıp eski günleri geride bırakmak, eski sorunların bulunmadığı yepyeni ortamlara varmayı -ama bizden de birşeyler istemeden- arzu ve temenni edenleri gördükçe şapkadan tavşan çıkarmak aklıma geliyor.
Herkes, kendi alanındaki alışkanlıklarını değiştirmek için zorlu çabalara girmeden birşeylerin değişeceğini ummak, şapkadan tavşan çıkarmak daha da imkansızdır.
-
May 25 2012 SIKINTISIZ YAŞAM!
Hemen her insanın genel hedefi “sıkıntısız” bir yaşam değil midir? Kişiler, toplumlar ve idarenin amacı sorunları enaza indirmek, mümkünse yoketmek değil midir?
Ama , “her dokunduğum altın olsa” diye yakaran kişinin dileği kabul olduğunda nasıl bir cehennem hayatı başladıysa, “Tanrım bana acı verme” diye dua eden birisinin de aynı cehennemle karşılaşacağından şüphe yoktur.
Acılar, sıkıntılar hatta felaketler, aslında Tanrı’nın insanlara verdiği en değerli yol göstericilerdir. İnsana verilen en büyük ceza, en büyük felaket ise onlardan yararlanmayı, ders almayı bilmemek, öğrenmemeye çalışmaktır. Doğru yorumladığınız takdirde neleri yapmamanız gerektiğini şaşmaz bir doğrulukla gösteren sıkıntı kaynaklarından daha sağlam bir dost bulunabilir mi? Ya da aksine, her türlü uyarıya karşın onlardan öğrenmeyen bir kişi için , kendisinden daha tehlikeli bir düşman var mıdır?
Ama ne gariptir ki insanlar, binlerce yıldır putlara va Tanrı’ya hep bu gerçek dostu kendilerinden ayırması için yakarmaktadırlar.
Toplum yaşamımızdaki çeşitli sorunlara bu gözlükle bakınca, ne kadar çok ve yol gösterici işaretle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Yapılacak şey bunları doğru yorumlayıp, gereğini yapmak; yapılmaması gereken ise, sorunun kaynaklarını kurutmak yerine o işaretleri yani sorunun neden olduğu sıkıntıları gidermeğe çalışmaktır.
İşte gündelik ve köklü politikalar arasındaki ayrım buradadır. Her nerede”bu sorun nerelerden kaynaklanıyor?” diye soruluyorsa orada köklü politikalara yönelim vardır. Her nerede “sıkıntıları giderelim” diye bir eğilim varsa orada ise gündelik politika vardır.
“Çöp patlaması”, “hava kirliliği”, “trafik terörü”, “köktenci eğilimler”, ya da “adalet personelinin ücretleri” sorunlarına bu yaklaşımla bakıldığında son derece yararlı işaretler görülecektir. Yeter ki bu işaretlerin ne anlama geldiklerini merak edip,”bunlar niçin oluyor” diye sorabilelim.
-
May 25 2012 SORULMAYAN SORULAR!
Üzerinde ambargo bulunmasa da düşünülmesi bir yolla caydırılmış olabilecek kavramlar ve o kavramlarla ilgili kesimler var. Bu kavramlardan birisi eğitim, bununla ilgili kesim de eğitim sınıfıdır. Eğitim ve sınıfı “kutsal” ilan edildiği için kimse eğitimin içeriği konusunda konuşamaz, eğitim sınıfının ne yaptığı konusunda soru soramaz, ama eğitime az ödenek ayrıldığı, eğitim sınıfının mağdur olduğu daima gündemde tutulur.
Eğer bir gün gelirse..
Türkiye bir gün eğitimde bir atılım yapabilecekse bunun, eğitimin içeriğinin ve de bu içeriği bunca yıl sorgulamayan eğitim sınıfının sorgulanmasından geçeceği neredeyse kesindir.
Benzer bir kavram da bilim ve teknolojidir. Bununla ilgili sınıf daha bir okumuş-yazmış olduğu için, bir gün gelip bilim-teknoloji kavramının ve onunla ilgili sınıfın sorgulanabileceğini öngörmüş ve buna bir önlem olarak da araya bir başka kavramı yerleştirmiş, böylece oluşan sütrenin gerisinde rahatsız edilmeden yaşamıştır. Bu kavram, araştırma-geliştirme‘dir.
Bilimi hayatımıza sokamadık!..
Ekonomik ve toplumsal alanlarda gelişmenin anahtarlarının en güçlülerinden olan bilim ve teknolojiyi kendine rehber edinmiş toplumlara oranla, yaşamının hemen hiç bir alanına bilimi sokamamış olan toplumumuz, bu garipliğin nasıl mümkün olabildiğini henüz sorgulamaya başlamamıştır. Çünkü ortada o denli açık (gibi) görünen bir yanıt vardır ki, ona rağmen soru sormak neredeyse bilimin yararlarını sorgulamakla eşdeğer sayılabilir.
Bu yanıt da, “ulusal gelirimiz içinden araştırma-geliştirmeye yeterli payın ayrılmamakta olduğu”dur.
Doğru ama tam doğru değil, yani yanıltıcı! .
Bu yanıtın hiç sorgulanmayışının nedeni doğru oluşu, ama tam doğru olmayışıdır. Doğru’dur çünkü gerçekte de ulusal gelirimizden araştırma-geliştirmeye ayrılan pay, kendimizi karşılaştırabileceğimiz ülkelere oranla 10 ila 40 kat daha düşüktür.
Devlet yücedir, o halde işler onundur..
Soru sorma konusunda çocukluğundan beri susturulmuş ve her ne yapılması gereken iş varsa bunları devletin yapması gerektiğine, kendisinin ise yalnızca talep etmek ve yakınmak gibi iki görevi bulunduğuna inandırılmış bulunan insanlarımız, ulusal pay içinden araştırma-geliştirmeye kimin para ayıracağını da sormamış, bunun olsa olsa devletin bir görevi olduğunu düşünegelmiştir.
Sloganlar afyondur..
Sokaktaki insanı ile aydınının düşünme biçimi arasında pek fark bulunmayan, her ikisinin de sloganlarla düşünmeye yatkın olduğu toplumumuzda, genelde aydın kesim, özelde ise bilim sınıfı da bunu böyle yorumlamıştır. Yani devlet, bütçe içinden araştırmaya pay ayıracak, bununla araştırma kurumları kuracak, üniversitelere para dağıtacak, bilimsel ünvan sahiplerini, gelişmiş ülkelerde benzer ünvan taşıyanlarla benzer yaşam ve tatmin standartlarına çıkaracaktır.
İşi para kazanmak olanlar ile sorunlarla ilgilenmek olanlar: iki kesimli toplum!
Bu süreç bu şekilde işlerken, toplumu oluşturan diğer kesimlerin ise bu bağlamda bir yükümlülükleri yoktur. Onlar yaşayacaklar, para kazanacaklar, eğlenecekler, devlet ise araştırma-geliştirmeye pay ayırıp, bu kişilerin daha çok para kazanmaları için gerekenleri -onlar her ne ise- yapacaktır. İnsanların tek görevi ise, devletin kendilerine ilgi göstermediğini, yanıp bittiklerini, araştırma-geliştirmeye yeterli pay ayrılmadığı için gerekli rekabet gücüne erişemediklerinden yakınmaktan ibarettir.
Bu toplumsal iş-bölümü içinde yanlış birşeyler bulunduğu bellidir. İlk kuşkulanmamız gereken, bu araştırma-geliştirme denilen işin kimlerin işi olduğu ve bu konuda zihnimizi berraklaştırmaktır.
Araştırma denilen nedir?
Araştırma, işlerin daha iyi, daha hızlı, daha ucuz ve paydaşlarına daha yüksek tatmin sağlayacak biçimde nasıl yapılabileceğinin mümkün olan her yolla ve bu süreçlere dahil olan kimler varsa onların tamamınca araştırılması; geliştirme de, bu işlere konu olan mal ve hizmetlerin, mevcut durumlarından, hedeflenen bu durumlara erişilebilmesi için bir plan uyarınca hareket edilmesi eylemidir.
Bu tanıma göre yapılması gerekenler, toplum yaşamının tamamını kapsamaktadır.
Yani araştırma herkesin vazgeçilmez işidir!
Yolların daha iyi, daha ucuz nasıl süpürülebileceği, trafik cezasının daha az zahmetle nasıl kesileceği, seçimlerde boyanmadan ve kuyruklarda beklemeden nasıl oy kullanılabileceği, tekstil ya da otomotiv ürünlerimizin katma değerlerinin nasıl yükseltilebileceği, maliyetlerimizi nasıl doğru hesaplayıp kar ettiğimizi sanarken batmaktan nasıl korunacağımız, parlamentoda daha az sorunun nasıl biriktirilebileceği, on-onbeş kişilik bakanlar kurulunun, ellişer kişilik bakanlıkların nasıl mümkün olacağı, insanların beyinlerini yıkamaya kalkışıp her türlü fanatizme çanak tutmadan nasıl eğitim yapılıp sonra da yobazlıkla karşılaşmayacağımız ve daha yüzlerce alanda araştırma -geliştirmeye ihtiyaç vardır. Ve bu araştırma-geliştirmeyi yapacak olanlar bizzat bu işleri yapanlar, bu kişileri yetiştirenler, bunlarla ilgili usulleri koyanlar ve bu işlerin bilimini yaptığını söyleyenlerdir.
Devletin rolü ise yalındır: toplumun verdiği katkılardan -vergiler- bir bölümünü, bu çabaları özendirecek şekilde ve de başka alanlardaki ihtiyaçları da dikkate alarak kullanmaktır. Devletin yapmaması gereken ise son derece nettir: Devlet hiç bir şekilde, vatandaşların yapmaları gereken işleri onlar adına ya da onlar yerine yapmamalıdır.
Şimdi, ulusal gelirden araştırma-geliştirmeye az pay ayrıldığı yargısının niçin tam-doğru olmadığı anlaşılmalıdır. Pay ayırması gerekenler, bizzat bu işten yakınanlardır.
Şimdi bu soruya yanıt bulmalıyız!
Ve yine şimdi, artık sorulabilmelidir: bilim sınıfı bu gerçeği niçin saklamaktadır. Farkında olmadığı için mi, kendisini çaba harcamaktan korumak için mi, yoksa devlet eliyle yapılacak araştırma-geliştirme, bu sınıfa daha büyük avantajlar sağladığı için mi?
Bu sorular yanıtlanmalıdır. Suçlu bulmak için değil, karabasanı yırtabilmek için!