-
May 25 2012 ÇAPRAZLANMIŞ MAYO ASKISI NE ANLAMA GELİYOR?
Geçtiğimiz günlerde yapılan Dünya Güreş Şampiyonasına katılan ülke güreşçileri içinde yalnızca Türk milli takımına özgü bir özellik vardı: Güresçilerimiz -istisnasız hepsi-, mayo askılarını çaprazlıyor, böylece omuzlarından kaymasını önlüyorlardı. Rakiplerinin ise böyle bir sorunu yoktu. Hem, mayo tasarımları, askıları düşmeyecek şekilde yapılmış, hem de herhalde kullandıkları kumaş daha farklı seçilmişti. Bu da bir teknolojidir ve bizim dışımızda herkes bu teknolojiye sahiptir.
1948 Dünya Güreş Olimpiyatlari sırasında, radyodan güreşleri anlatan rahmetli Eşref Şefik`in sürekli olarak yine mayo askılarından yakındığını yaşı uygun olanlar hatırlarlar. Minderlerde fırtına gibi esen Türk Güreşçileri yalnızca mayo askılarıyla başa çıkamazlardı.
O tarihlerde yeterli deneyim birikimi olmadığı için mayo askıları biraz çekilir, fazlası ensede düğümlenirdi. Çaprazlama yöntemi daha sonraları Türkiye`nin gelişimine paralel olarak güreşçilerimiz ve eski güreşçi olan antrenörlerimizce geliştirildi.
Türklerin Dünya yüzünde kimselere benzemeyen biricik ulus olduğu fanatik milliyetçilerimizce dile getirilir ama pek kimse inanmazdı. Askı çaprazlama konusundaki gerçek biricikliğimiz, bu savın doğru olduğunu gösteriyor.
Dünya yüzünde, güreş mayolarının askılarının kaymasını önleyebilecek bir tasarım ve/ya kumaş üretimini ve/ya ithalatını beceremeyip, sorunu “çaprazlama” yoluyla çözen tek milletiz.
Polislerimizin elbiselerinin de benzer biçimde tasarım ve üretim teknolojilerinden nasibini almamış olduğu, yanmaz -daha doğrusu yanmayı sürdürmez- olması gereken bu elbiselerin, birkaç yıl evvel İstanbul Kumkapı’da bir bina yıkımı sırasında nasıl yandığı herhalde hatırlanacaktır.
Maden işçilerimizin, yıllardır kendilerine verilen iş elbiseleri yerine kendi uyduruk pantalon ve gömleklerini giydiği, diğerlerini de yer bezi yaptıklarını hatırlarım.
Bu denli yoğun sorunlar yumağı arasında, “çaprazlanan güreş mayosu askısı” sorunu çok gayri ciddi görünüyor değil mi? Ama lütfen biraz zaman ayırıp, Kızılay çadırları, trafik terörü, laik-müslüman çatışması ve hatta deprem sonrası sorunlarla çaprazlanmış güreş mayosu askıları, polis ve madenci elbiselerinin tasarımsızlığı ve teknolojiye uzaklığı arasındakı ilişkiyi inceleyiniz. Bakın ne ilginç gerçekleri göreceksiniz.
Devletin araştırma geliştirmeye yeterli para ayırmadığı için pırıl pırıl kabiliyetli insanlarımızın harcanıp gittiği palavrası ile beyinlerimiz yıkana gelmiştir. Bilim ve teknolojide niçin geri kaldığımız sorusu yöneltilen herkes, ya devletin daha çok para ayırmasını ya da bilim ve teknoloji konusunda ayrı bir başbakanlık -neredeyse- kurulması gerektiğini dile getirir.
Mayo askılarına dikkatli bakalım. Bu konuyu çok düşünelim. Çok bilmiş tavırlarla herşeye hemencik teşhis koyanların koşullandırıcılığından, paradigmalarımızdan sıyrılarak bu işi düşünelim.
Ne görüleceği herkese göre değişebilir. Ama bir şey bellidir: tembel hizmetçinin herşeyi halı altına süpürmesi gibi tüm eğriliklere koyduğumuz, “benim dışımdakilerin yetersizliği” tanımızın nasıl bir afyon olduğunu görme imkanımız doğacak. Eğer mayo askılarını yeterince önemsersek!
-
May 25 2012 “BİRLİK”, NİÇİN BU DENLİ ÖNEMSENİYOR?
Ülkemizin “birlik” ve bütünlüğünü parçalamaya yönelik eylemler….
Solda “birlik” nihayet gerçekleşti….
Sağda “birlik” ancak ANAYOL ile olur…
Sözcüğün ve ona yüklenen anlamın bu denli yoğun kullanımı sonunda, “birlik” bir çeşit dokunulmazlık kazandı. Artık hiçbir babayiğit çıkıp da mesela “solda birlik bir yarar getirmez” ya da “milli bütünlüğümüz korunduğu sürece birlik önemli değildir” diyemez.
Bu denli meraklı olunan bu “birlik” nedir? Bu konuda bir anket yapıldığı yolunda bir bilgi mevcut değildir. Sözlüklerde ise “birlik”, yine kendisi kullanılarak açıklanmaktadır. Örneğin TDK sözlüğünde birlik, “birleşmiş, bir arada olma durumu, vahdet, Türk milletinin birliği” gibisinden ne olduğu değil nerelerde kullanıldığı belirtilerek açıklanmıştır.
Buralardan zorlamayla da olsa çıkarılan anlam, “farklılıkların bulunmayışı, var ise yok edilmesi” olabilir. Çünkü “bir”in en belirgin özelliği “çokluk” olmayışıdır. Çokluk farklılık demek olduğuna göre, demek ki birbirinden “farksızlık”, “birlik” anlamına gelmektedir.
“Birlik”in ne olduğu zor da olsa böylece ortaya çıkınca ikinci soru, “birlik olmazsa ne olur?” ya da “farklılıklar bulunursa ne olur?” gibisinden bir soru olmalıdır. Çünkü, bu soru’nun yanıtı verilebilir ve mesela “farklılık”ın pek de kötü bir şey olmadığı, hatta iyi yönetilebildiği takdirde büyük imkanları da içerdiği anlaşılırsa, bugüne kadar bir öcü gibi gösterilen “birliksizlik” bu defa saygın bir anlam kazanacaktır.
Hatta daha da düşünülürse, belki, “birlik” denilen bu “farksızlıştırma”nın, insanlarımızı bir sürü olarak kabul eden -ve de bundan pek mutlu olan- uyanıkların icadı bir afyon-kavram olduğu da ortaya çıkacaktır.
Farklılık kavramından korkulmasının olası nedeni, farklılıkların yönetiminin güç olması, beceriye ihtiyaç göstermesidir. Hangi düzeyde bir işi yönetmek olursa olsun, farklılıklar daima ince düşünmeyi, uzlaşmayı, çaba harcamayı gerektirir.
Toplu yemek servisi yapma işini yönetmek durumunda olan bir kişinin hiç hoşlanmayacağı bir tablo herhalde, vejeteryan, musevi, müslüman ve şeker hastalarından ibaret bir topluluğa servis yapma zorunluğudur.
Günümüzde terkedilmeye başlanan ve sanayi üretiminin yıllarca temel felsefesini oluşturmuş bir yaklaşım, müşteri istekleri ne olursa olsun onlara aynı ürünleri sunmak’tır. Bugün artık neredeyse her müşterinin özel isteklerine göre ürün üretme yöntemi geçerlidir. Peki, tek tip ürün üretmek yerine yüzlerce farklı tip ürün üretmek güç değil midir?
Solda üç parti yerine mesela otuzüç parti bulunsa ne olacak, daha büyük curcuna olmayacak mıdır?
Farklı ürün üretmenin ya da otuzüç parçalı bir solu (ya da sağı) yönetmenin güçlüğü parçaların çokluğundan değil, bu iş için gereken yönetim becerisinin eksikliğinden kaynaklanır.
Nitekim tek ürün üretiminin ya da parçalanmamış bir ideolojinin de pekala (ve hatta daha çoklukla) sorunlarla baş edememesi mümkündür.
Farklı parçaların bir “bütün” oluşturması, “networking” denilen yöntemle mümkündür ve bunun en güzel örneklerinden birisi de çok sesli müziktir.
Çok çalgılı-tek sesli müzikle karşılaştırıldığında, az çalgılı-çok sesli müzik daha güzel değil midir? Aslında, tek çalgılı-tek sesli (örneğin bir ney taksimi) ya da çok çalgılı-çok sesli (örneğin rap) müzik de güzel ya da çirkin olabilir. Bunu belirleyecek olan müziğin “bütünlüğü”dür. Senfoni ile kakafoni’yi ayıran bütünlüktür. O halde önemli olan “birlik” değil “bütünlük”tür. Bütünlük, iyi yönetimin işaretidir.
Networking’in araçlarından birisi de “platform teşkili”dir. Bir ulusu oluşturan kimlikler, bir ideolojiyi oluşturan partiler, bunların bir “bütün” teşkil etmesini sağlayabilecek platformlar’a (yani, aralarındaki iletişimi sağlayabilecek ortamlara) sahipseler, bu farklılıklar zarar değil yarar getirir. Bu platformlar yok ise hiçbir “birlik” olma çabası bütünleşmeyi sağlayamaz. Solda da sağda da!
Pazar, 19 Şubat 1995
-
May 25 2012 ÇİN İŞKENCESİ !
Televizyon ve radyolarda zaman zaman terör mücadelesi ile ilgili acı haberler yer alır: “filan yerdeki çatışmada iki er ve bir polisimiz şehit düşmüştür” gibi..
Ondan sonra başka haberlere geçilir.
Acaba bu haberleri medyaya verenler, haberi hazırlayanlar, onaylayanlar, hiç kendilerini o yörelerde görev yapan kişilerin yakınlarının yerlerine koymazlar mı? Bir ölüm haberinin, yakınları oralarda görev yapan onbinlerce insanı birdenbire nasıl bir endişenin içine attığını anlamak için çok yüksek bir izan düzeyine sahip olmak gerekmez.
Lütfen hiç kimse çıkıp da, vatandaşın “zaten” bilgilendirildiği, birliğine başvurursa gerekli bilginin verildiği gibi gerçekle ilgisi olmayan açıklama yapmasın. Bunun böyle olmadığını, başına bu tür iş gelmişler çok iyi bilirler. Resmi makamlara vatandaş ulaşamaz. Ulaşsa da kimse bilgi vermez. İnanmayanlar bizzat deneyebilirler.
Muhtemelen bu yazıyı okuyacak yetkililerin tepkisi, “bu kadar önemli işin içinde bir de bununla mı uğraşalım” olacaktır. Ama unutulmasın ki bu tür basit görünüşlü -ama aslında en önemli konu olan- sorunları çözemeyenler, bunlarla ilgilenmek gereğini duymayanlar, daha karmaşık sorunları hiç çözemezler.
Bunun için yapılacak basittir: Ya bu tür ölüm haberleri, mutlaka adlarla birlikte verilir ya da kolay hatırlanabilir ve parasız çevrilen bir telefon numarası kanalıyla arzu edenlere acı haberin ayrıntıları verilir. Haberin yayımlandığı anda yeterli bilgiler yoksa, bilgi hangi anda gelirse bütün TV kanallarına anında iletilip alt yazı olarak vatandaşın bilgilendirilmesi sağlanabilir.
Buradaki sorun, bunun nasıl yapılabileceği değildir. Daha başka onlarca yol bulunabilir. Sorun, bu ihtiyacı duymayan, vatandaşa bu tür bir eziyeti kamu görevlisinin doğal bir hakkı sayan ya da bunlar değilse bu basit önlemleri düşünemeyecek kadar aklı kıt görevli ve yetkililerle birlikte yaşamak zorunluğumuzdur.
Bu tür basit sorunları çözebilecek sistemleri dahi kuramayan toplumumuzun, az sayıdaki Kaynak Sorunu’ndan birisi de “Sistem Kurma Becerisi Yetmezliği”dir.
-
May 25 2012 DOLAR YÜKSELİRSE İHRACAT ARTAR MI, ARTARSA NE KADAR ARTAR ?
“Tartışmasız doğru” lar daima büyük aşamaların (breakthrough) anahtarı olmuştur.
Newton Fiziği uzun yıllar tartışmasız doğru varsayılmış, neden sonra doğru olmadığı anlaşılmış ve “Görelik Kuramı” böylece ortaya çıkmıştır.
İşlerin olabildiğince parçalanması ve her parça üzerinde olabildiğince uzmanlaşılması da yönetim bilimin “tartışmasız doğrusu” olarak kabul edilmiş ve sonunda onun da doğru olmadığı anlaşılıp bugünün Toplam Kalite, Reengineering gibi kavramlarına varılmıştır.
Bir yerli paranın değerinin düşürülüp ihracatın teşviki de günümüzün “tartışmasız doğru”larından birisidir. 1 dolar 10.000TL iken ihraç edilemeyen 50.000TL yani 5 dolar değerinde bir tişört, dolar 20.000TL ‘na çıkınca 2.5 dolara düşecek ve bu defa ihraç edilebilir hale gelecektir. Tabii ki bu, TL kullananların fakirleşmesi anlamına gelecektir ama ihracat da artacaktır. Bu bir, “tartışmasız doğru”dur.
Acaba gerçekten de öyle mi dir?
Tanesi $5 olduğunda, Taiwan’da üretilen $4 tişörtlerle rekabet edemeyen tişörtler, doların devalüe edilmesi durumunda $2,5’a düşmekte ve Taiwan’a karşı bir üstünlük elde edilmektedir.
Burada birkaç varsayım vardır: Birincisi, Taiwan’lı üreticilerin fiyatlarının esnekliğinin olmadığı, Taiwan’lıların fakirleşmenin alt sınırına gelip dayandıklarıdır.
İkinci varsayım ise, Taiwan’lıların fiyatlarını $2,5 ‘ın altına düşürmelerini sağlıyabilecek yeni geliştirmeler (innovation) yapamayacaklarıdır.
Üçüncü varsayım, Taiwan hükümetinin ekonomik gücünün, belirli bir süre -Türk üreticiler pes edene kadar- gizli ya da açık desteklerle $2.5’ın altına inmeyi finanse edemeyeceğidir.
Dördüncü varsayım ise, Türkiye ekonomisinin, Dünyadaki tüm rakiplerin ekonomilerinin gücünün toplamından daha güçlü olduğu ve bu rekabet savaşını direnerek kazanabileceğidir.
Hemen görülebileceği gibi, ayrıntılarına inilmeden “tartışmasız doğru” kabul edilen bir varsayım, ayrıntılara bakıldığında hiç de öyle değildir.
1980’den sonra dış pazarlara açılan Türkiye’nin ihracatını beş’e katladığı doğrudur. Hatta o açılmaya paralel olarak iç pazardan çekilip ucuzlatılarak (devalüasyonla) dış pazara satılan malların yerine gerçek rekabet gücü olan üretim teşvik edilebilseydi bu gün ihracatımız hala artmaya devam da edecekti.
Ama bu yapılamadığı için bu defa iç pazarda fiyatlar ve ona paralel olarak ücretler artmış (yüksek enflasyon) ve ürünlerin rekabet gücü azalmıştır.
Devalüasyon, kısa dönemde rekabet gücünü artırmakta ama geçek rekabet gücü olan yani teknoloji üretimine dayalı olan üretimle desteklenmeyince ihracat artışı durmakta, ithalat ise aynı hızda azalmadığından bu defa dış ödemeler dengesi bozulmaktadır.
Bu yanlış hesabın nedeni, geçek rekabet gücü olan üretimin ne demek olduğunun bilinmeyişi, anlaşılmaya çalışılmayışı, parasal araçlarla oynayarak ekonomik gelişmenin gerçekleşebileceğinin sanılmasıdır.
“Türk ekonomisinin sorunu üretim değildir!” teşhisinin nasıl bir saatli bomba olduğunu bilmem görebiliyor musunuz?
-
May 25 2012 BİR AKILDIŞILIK ÖRNEĞİ: KALDIRIM KENARI SÜPÜRME MAKİNESİ !
Zaman zaman, caddeyle kaldırımın birleştiği yerlerde biriken tozları süpürmeye çalışan otomatik süpürge kamyonlarını hep görmüşsünüzdür.
Paralarını, otomat süpürgeler yerine başka yerlere çarçur eden belediyelerimizde ise toz emme yerine daha ilkel bir yöntem uygulanır: toz dağıtma!. Bir veya daha fazla sayıda kravatlı temizlik işçisi, ellerindeki süpürgeleri kullanarak birikmiş tozları etrafa dağıtırlar ve büyük bir toz bulutu kaldırırlar.
İlginç olan nokta, hiçbir konuda bir birliktelik sağlayamayan ülkemizde bu acayip konudaki akılalmaz birlikteliktir. Türkiye’nin her yerindeki temizlik işçileri, bu işi aynen böyle yaparlar. Belediye başkanlarımızın temizlik anlayışlarını yansıtan bu olguya dikkat edilmelidir..
Geliri daha fazla olan Belediy’lerimizde kullanılan süpürge makinelerine ise, bir kısım insanımızın hayrınlıkla bakıp ne kadar kısa sürede kalkındığımızı düşünmesi de mümkündür.
Ancak gerçek, bu makinelerin, kronik hastalığımız olan akıldışı toplum yaşamı’nın sayısız örneklerinin en ahmakçalarından birisi olduğudur.
Bu süpürge makinelerinin ya da kravatlı temizlik (!) işçilerince yürütülen toz dağıtma -aslı mikrop dağıtmadır- işlemlerinin alternatifi, “bu tozların kaynakları nerelerdir?” sorusunun sorulmasından ibarettir.
Bu tozların kaynaklarının nereleri olduğunu akıl edemeyecek çok sayıdaki yetkilimize önerim, beş adet ilkokul üçüncü sınıf öğrencisine bir beyin fırtınası yaptırmaları ve ortaya çıkaracakları toz kaynaklarının, nasıl engellenebileceğini yine onlara sormalarıdır.
Hala, en önemli sorunumuzun kaynak yokluğu olduğunu düşünüp para bulmaya çalışanların aklına şaşayım !
-
May 25 2012 BİR PORSİYON NAMUS YETER Mİ?
Yerel seçimler yaklaştıkça hemen tüm adaylar bir temizlik yarışına girdiler. Bu, halka karşı gösterilebilecek bir saygıdır ve ne denli samimi olursa olsun iyi bir gelişmedir.
Ancak, halkımızın özlemini çektiği temizlik yönünde bu sevindirici eğilim, bir gerçeğin de gözden kaçmasına yol açmamalıdır: Belediye yönetimlerinin küçük ve güçlü olacağı ve hatta Başkanlık dışındaki görevlerin tümünün, mal ve hizmet alımı biçiminde gerçekleşeceği günler gelinceye kadar, Başkan’ın namuslu olması hiçbirşey ifade etmeyecektir.
Belediye bütçelerinin neredeyse tamamını içen Belediye kadrolarının da “temiz” olmasının sağlanması ise Başkan’ın temizliğinden çok daha önemlidir.
Hatta, Başkan ve kadrolarının temizliği de, Başkan’ın partisinin “kamu pastasından pay” istekleri yanında fazla önem taşımamaktadır. Dolayısıyla, karşımıza dikilip “ben temizim” diyenlerin, seçildikleri takdirde ilişkide bulunacakları bütün bu kadroların temizliği konusunda da biraz düşünmeleri ve biraz yutkunarak konuşmaları iyi olur.
Bugüne kadar Belediye’lerdeki çeşit çeşit kirlilik iki kaynaktan gelmiştir: Belediye’nin mal ve hizmet alımları ile belediye kadrolarının partililere peşkeş çekilmesi!
Şimdi Başkan adaylarından beklediğimiz, bu iki konuda halka söz vermeleridir. Belediye alımlarının saydam yapılacağı, partililerin kayırılmayacağı ve kadroların kimseye peşkeş çekilmeyeceğine söz verebilen ve bu sözünün arkasında durabilecek cesareti olanları şimdiden kutlamalıyız!
-
May 25 2012 BİR TAVSİYEDE BULUNACAK OLSAM!
Yeni bir hükümet kurulurken herkese, bu arada bana da fikrimi sorsalar -mesela- ve 3ncü bin yıla girecek olan bir hükümetin müstakbel başbakanına birkaç öneride bulunmamı isteseler şunları tavsiye ederdim:
İlk önerim, kendisini toplumun sorunlarını çözmeye memur ve de çözebilecek kişi olarak görmek gibi geleneksel bir yanlışın içine düşmemesidir. Sorunları ancak toplumun kendisi çözebilir. Devlet ise ancak onun önündeki engelleri kaldırabilir. Yani katalitik rol oynar. “Ben sizin sorunlarınızı çözeceğim” demek, hem bir imkansızı vadetmek, hem de insanları bir hiç yerine koymak demektir. Bu nedenle, başbakan olacak olan kişi topluma şunu sormalıdır: “Siz nasıl bir yönetimden yanasınız? Kendi sorunlarınızı çözmek, bunun için örgütlenmek ve devletin de önünüzdeki engelleri kaldırmasını mı istiyorsunuz; yoksa, yetkilerinizi (hak ve özgürlüklerinizin önemli bir bölümünü) devlete devredip, devletin sizin sorunlarınızı çözmeye çalışmasını mı istiyorsunuz? Bunun adı çoğulcu demokrasi değildir, belki yarı-buyurgan bir rejimdir”.
Toplumun çeşitli kesimleri bu soruya muhtemelen değişik biçimde cevap vereceklerdir. Ama ben önemli bir bölümünün ikinci seçenekten yana yanıt vereceğini düşünüyorum. Çünkü, yüzyıllardır devletinin kulu olacak şekilde koşullandırılmış, bunun sonunda da sorun çözme becerisi dumura uğramış olan toplumumuz, çoğulcu demokrasinin gereği olan kendi sorunlarını çözmek yetisini büyük ölçüde kaybetmiştir. Buna göre, bu resmi topluma göstermekten çekinmemeli, sonra da bunun nasıl düzelebileceğine ilişkin acı reçeteyi ortaya koyabilmelidir.
İkinci tavsiyem, partisinin üyeleri ve örgüt mensuplarından oluşan kümeyi, ülkeyi yönetecek kadro olarak görmek gibi yine geleneksel olan bir hastalığa kendini kaptırmamasıdır. Ülkeyi yönetecek kadro, 65 milyonluk nüfusun içinden çıkacak olan bir kadrodur. Hatta daha da ileri giderek, bu kadronun tamamen T.C. vatandaşlarından dahi oluşması gerekmez. Dünya’nın herhangi bir yerindeki bir yetenekli ve erdemli insan, bu kadronun üyesi olabilmelidir. Bir başbakan kadro açısından yalnızca bir şeyle öğünebilir: o da, elinde mevcut olan ve çok sayıda insan arasından en liyakatlileri seçmeye imkan tanıyan bir algoritma olabilir. Aksi halde o Başbakan, yönetim görevini, yalnızca etrafına toplanmış bir grup insanla yapmaya yani partizanlık yapmaya hazırlanıyor demektir.
Üçüncü tavsiyem, Sorun Kimyası olarak adlandırdığım bakış açısını öğrenmesidir. “Ben sorunları da çözümleri de bilirim”, ancak az aklı olanlarla ağır ruhsal sorunu olanların tavrıdır. Sorunların görüntüleri ile onlara yol açan kök nedenler çok farklıdır. Bunu benimsemesi ve de kadrosuna benimsetmesi o çok özlenen değişimi tetikleyecek olan biricik tutumdur.
Ama bütün bunların hepsi, doğrularından kuşkulanabilme gibi soyut görünüşlü, ama son derece somut sonuçlar doğuran bir beceriyle ilgilidir. Devlet adamlarımızdan beklememiz gereken olmazsa olmaz da budur.
-
May 25 2012 AYDIN KRİZİ
Ne kaynaklı olursa olsun çalkantılı dönemler, çok sayıda yönün ortaya atıldığı ve bunların savunucularının da -bazen canları pahasına- bu yönleri savundukları dönemlerdir. Akılcılık her zaman iyi bir yol göstericidir, ama işte özellikle bu gibi dönemlerde tek çıkış yoludur.
İnsan mezarlıkları gibi toplum mezarlıkları da bulunsaydı, orada herhalde yalnız bir tür mezar taşı bulunur ve üzerinde şu yazardı: “Bu toplum, sorunlarını anlamak ve sonra da çözmek için akılcılığı kullanamadı..”
Gazete ve TV’ler, sanki merkezi bir kaynaktan emir alıyor gibi, birkaç standart kalıp dışına çık(a)mıyorlar. “Filan partinin ağır toplarından fişmanca, memleketin durumu iyiye gitmiyor dedi ve bunu söylerken de sağ işaret parmağını anlamlı biçimde çay bardağına dokundurdu” benzeri yorumlar, saatlerce okutulup dinletilmeye çalışılıyor.
Her mal satılabildiği sürece vardır. Toplumumuzun sorunlarıyla yakın uzak bir ilgisi bulunmayan bu yorumlar, bunlara konu olan kişiler ve kurumlar, satabildiği için vardırlar. Daha doğrusu, bu saçmalıkları görebilen insanlar, bunları aşabilecek biçimde bir örgütlenme biçimi geliştiremedikleri için meydan bu zırvalıklara kalmıştır.
Türkiye, bir siyasal veya ekonomik ya da toplumsal kriz değil, bir aydın krizi yaşamaktadır. Eski Yunancada karar anlamına gelen kriz, kendini aydın olarak niteleyen kesimin bir dizi karar verme durumuyla karşı karşıya bulunduğunu söylemektedir.
Aydınlarımızın önemli bir bölümünün eğitim kökü, yurt içindeki ezbere dayalı eğitim sistemidir. Bu sistem, insanların doğruları, iyileri ve güzelleri kendilerinin bulmalarına değil, nelerin doğru, iyi ve güzel olduğunun onlara yarı-zorla belletilmelerine dayalıdır. Bunun bir doğal sonucu olarak da örgütlenme denilince akla, herkesin kendi düşünce ve eylem özgürlüğünü terkedip, bir liderin kesin buyrultuları altına girilmesi gelmektedir.
Bu anlayış kalıbı -ki ezber geleneğinin bir doğal sonucudur-, bir amaç çevresinde örgütlenen insanların kısa süre içinde dağılıp parçalanmalarına yol açmaktadır. Çünkü, ya o örgüt liderinin tüm buyrultularına uyulacak ya da oradan ihraç edilip benzer amaca yönelik ikinci, üçüncü, ilh örgütlenmelere gidilecektir. Siyasi partiler bu sürece en iyi örnektir. Siyasi liderlere sık sık çatılmasına, onların diktatörlükle suçlanmalarına karşın, çok sayıda insanın (partililer) nasıl olup da hem bireysel düşünce ve eylem özgürlüklerini koruyacakları ve hem de bir örgüt (parti) olarak hareket edebilecekleri üzerinde durulmamıştır.
Aydın krizi’nin ikinci dramatik yönü, bir amaç çevresinde ve kendilerini, bireysel özgürlüklerini terketmek zorunda hissederek bir araya gelerek örgütlenen bu kişilerin, örgütler arası bir birlikteliği ise katiyen becerememeleridir. Çünkü böyle bir birlikteliğin ancak, örgütlerden birisinin, yani onun liderinin başkanlığında sağlanabileceği, bunun da her örgütün kendi düşünce ve eylem özgürlüğünden vazgeçip bir boyunduruğa girmekle olabileceğini düşünmektedirler.
Halbuki örneğin, “Sokak Hayvanlarını Canavar Ruhlu İtlaf Ekiplerinden Koruma Derneği”, “Gözaltında Kaybolanlar Derneği” ve “Ekoloji Vakfı”, amaç kümelerinin ortak alanı için ve hiçbirisi de kendi düşünce ve eylem özgürlüğünden vazgeçmeden, liderlerinin birisinin emrine girmeksizin işbirliği yapabilirler. Bunun için tek gerek ve yeter koşul, her örgütün, örgüt üyelerinin (ve özellikle liderinin) kafalarının arkalarında toplum çıkarlarına aykırı bencil çıkar düşünceleri taşımamalarıdır.
Bugün içinde yaşamak zorunda kaldığımız ilkel çatışma ortamından, bu ortamın birer parçası durumunda bulunanlar eliyle çıkılamayacağını anlamak zorundayız. Lideri kaşını çatıp tayfaları kanalıyla azıcık gözdağı verince uslu kedi yavruları gibi köşesine sinen ve tüm söylediklerinden geri dönen, kimi zeki, zengin, öğrenimli “ağır toplar”ın peşinde gitmenin sonunu görebilmeliyiz. Bu kriz onların değil, onlar gibi olmayanların, yani aydınlarımızın yol açtığı bir krizdir.
Türkiye’nin dört bir yanında, yukarıda değinilen türde bir “bağımsız örgütlenme” modelini anlayıp, üstelik bunun gereklerini de yerine getirebilecek ahlaki standartlarda en az yüzlerce insanı vardır. Ama bunlar bir araya gelemez, kendilerinin yaşamlarına hala “delege mühendisleri”nin yön vermesine rıza gösterirlerse, bunun adı siyasal kriz değil “aydın krizi” olmalı ve aydınlar buna müstahak sayılmalıdır.
Pazartesi, 10 Haziran 1996
-
May 25 2012 DOLAR NİYE FIRLADI, NİYE DÜŞMEZ, ZORLA DÜŞÜRÜLÜRSE NE OLUR ?
İstatistik biliminin peygamberi olarak anılan Robert G. Brown şöyle diyor: “Bir tek gaz molekülünün hareketleri çok düzensiz, hiçbir kanuna bağlı olmayan biçimde görünebilir. Ama bir gaz kitlesinin hareketleri son derece düzenli, önceden tahmin edilebilir ve fizik kanunlarına uygundur..”
“Kara Çarşamba” olarak adlandırılan ve dolar’ın bir gün içinde yaklaşık % 40 değer kazanması olgusuna bu deyişin ışığında bakılmalıdır.
Dolar’ın bu ani yükselişini mikro düzeyde açıklayabilecek fetvaları okuyor, dinliyoruz. Bunun üstüne bir de politika esnafının gerçekleri gizleme çabaları ya da cehaleti biniyor: “Dolar, bir kısım spekülatörlerin kötü niyetleri dolayısıyla fırlamış bulunmakta ve birliğimiz bütünlüğümüz ve kararlılığımız vs…”
Olaya, işin temel kanunları açısından bakılırsa hiç de garipsenecek bir durumun olmadığı görülecektir. Dolar’ın TL cinsinden fiyatı, dolar’ın satınalma gücüne ve TL’nin satınalma gücüne göre serbestçe oluşur.
Bir paranın satınalma gücü ise başlıca, o paraya bağlı üretim gücüyle belirlenir. Dolar’ın bağlı bulunduğu sistemin üretim gücü yüksektir ve bir Çığ Etkisi altında giderek daha da güçlenmektedir.
TL’nin satınalma gücünü belirleyen üretim gücü ise düşüktür ve giderek daha da zayıflamaktadır. Türk insanı, bir sürü çok bilmiş görünüşlü cahilin telkiniyle, birşey üretmeden daha çok refahın mümkün olabileceği gibi bir simya formülünün etkisi altındadır.
Bir tane yeni buluş yapmadan, yeni buluş yapanlarını mahkemelerde yargılamaktan utanmadan, tüketime ve daha çok tüketime özendirilen, üretken demokrasilerin kurumlarının birşey üretmeyen insanlarının da hakkı olduğu yalanıyla dolduruşa getirilen insanlarımız ellerindeki kağıtları (para) artırmanın yollarını aramaktadır.
Dolar düşmez, daha da yükselir. TL’nin gerçek değerini belirleyen üretim gücü ile Dolar’ın değerini belirleyen dev üretim gücü arasındaki gerçekçi denge oluşana kadar yükselir.
Pekiyi, zorlamalar, işin aslını değiştiremeyen para operasyonları yoluyla düşürülürse ne olur, yine düşmez mi?
Evet, kısa bir süre için düşer ve esas felaket de o zaman başlar. İleride daha büyük devalüasyonlarla karşılaşılır ve ekonomi bütünüyle çöker.
Bu eğilim, parayla oynayarak refah sağlanamayacağı, refahın tek parametresinin üretim ve akıl olduğu gerçeği anlaşılana kadar sürecektir.
-
May 25 2012 BECERİKSİZLİĞİN BU KADARI!
18 Nisan seçimleri ve sonuçları üzerinde yapılabilecek çeşitli spekülasyonlar olabilir. Bundan önceki çeşitli seçimlerle birçok bakımdan benzerlikler ve farklılıklar bulunabilir. Ama, gelmiş geçmiş bütün bu seçimler arasında öylesine bir ortak yan var ki, o hiç değişmedi : oy pusulalarının kötü tasarımı!
Yüksek Seçim Kurulu adı verilen yüksek kuruluşta, Form Tasarımı denilen ve birkaç saatlik bir eğitimle öğrenilebilecek olan bir becerinin varlığını bilen, bir kişi yok mudur? 21 siyasi partinin adlarının, amblemlerinin ve adaylarının, toplam 2-3 desimetrekarelik -tek yüzlü- bir yere sığması kolaylıkla mümkündür. Halen kullanılan pusulalar ise yaklaşık 5 kat büyüktür ve de ortasından birkaç defa katlandığında verilen zarfa da sığmamaktadır.
Ayrıca, 4 ayrı sandıkta 4 ayrı zarfla kullandırılan ve her defasında neredeyse ayrı bir kişinin oy kullanması kadar zaman israf ettiren yöntem yerine, bir defada tüm pusulaların verilip, gerekli yerlere mühür basıldıktan sonra tek zarf içinde tek sandığa atılması da mümkündür.
Vatandaşa yaşamın bu kesitini kolaylaştırabilecek olan bu basit önlemlerin uygulanmayışının birkaç nedeni vardır: birincisi, bu tür -basit de olsa- akıl yürütme isteyen işlere kafası ermemeyi bir marifet zannedip, bunun yerine anlaşılmaz laflar etmeyi “hukuk”, kendi “ezberden belledikleri” dışındaki bir alandaki becerilerden yararlanmayı afra-tafrasına yedirememeyi ise “hukuk adamlığının ağırlığı” saymaktır.
İkinci neden ise, “bizim vatandaş ufak şeyleri ayırdedemez” anlayışıdır. Siyasi partiler yasasında hiç bir emredici hüküm olmamasına karşın her parti kendine bir amblem edinmiştir. Seçim propagandalarının son günlerinde, mühür basacağı yeri iyice belletmek için, örneğin “önce arıya sonra kalbura bas” gibisinden veciz hatırlatmalarla tek aklının erdiği “kalbura basma” fiiliyle ilişkilendirilmesi, cahil ve ahmak olanların sistemin temel belirleyicisi olarak kabul edildiğini göstermektedir.
Zaman zaman entel toplantılarında dile getirilen bir özlem vardır: herkese bir oy hakkı yerine, entellektüel düzeyi ile orantılı oy hakkı vermek!
Bu ne kadar zırva ise, bir sistemi, o sistemi kullanacak olanların en duyarsız ve en cahiline göre tasarımlamak da o denli zırvadır. ATM makinesini ya da cep telefonu kullanmak, belirli bir asgari beceri gerektirmektedir. Hiç kimse bu cihazları başka türlü yapmayı düşünmemektedir. Toplumsal yaşam, asgari bir “genel okur-yazarlık düzeyi” ister. Köylü standartını -ki köylülerin çoğunun bu konulardaki standartı düşünülenden yüksek olabilir- benimseyerek, bunu demokrasi adına sürdürmek, kamu yönetiminin bu aracının kötüye kullanımıdır.
Bu tür sorunları ortadan kaldırılacağına inanılan bilgisayarlı oy kullanma, bu iki taraflı cehaleti ortadan kaldırmaz, sadece gizler. Bu nedenle, bilgisayarın henüz oy verme amacıyla kullanılamaması, mevcut utandırıcı tabloyu değiştirmek isteyenler için bir imkan sayılmalıdır. Aksi halde, cehalet bu defa bilgisayar destekli olarak sürmeye başlayacaktır.