• BİR TAVSİYEDE BULUNACAK OLSAM!

    Yeni bir hükümet kurulurken herkese, bu arada bana da fikrimi sorsalar -mesela- ve 3ncü bin yıla girecek olan bir hükümetin müstakbel başbakanına birkaç öneride bulunmamı isteseler şunları tavsiye ederdim:

    İlk önerim, kendisini toplumun sorunlarını çözmeye memur ve de çözebilecek kişi olarak görmek gibi geleneksel bir yanlışın içine düşmemesidir. Sorunları ancak toplumun kendisi çözebilir. Devlet ise ancak onun önündeki engelleri kaldırabilir. Yani katalitik rol oynar. “Ben sizin sorunlarınızı çözeceğim” demek, hem bir imkansızı vadetmek, hem de insanları bir hiç yerine koymak demektir. Bu nedenle, başbakan olacak olan kişi topluma şunu sormalıdır: “Siz nasıl bir yönetimden yanasınız? Kendi sorunlarınızı çözmek, bunun için örgütlenmek ve devletin de önünüzdeki engelleri kaldırmasını mı istiyorsunuz; yoksa, yetkilerinizi (hak ve özgürlüklerinizin önemli bir bölümünü) devlete devredip, devletin sizin sorunlarınızı çözmeye çalışmasını mı istiyorsunuz? Bunun adı çoğulcu demokrasi değildir, belki yarı-buyurgan bir rejimdir”.

    Toplumun çeşitli kesimleri bu soruya muhtemelen değişik biçimde cevap vereceklerdir. Ama ben önemli bir bölümünün ikinci seçenekten yana yanıt vereceğini düşünüyorum. Çünkü, yüzyıllardır devletinin kulu olacak şekilde koşullandırılmış, bunun sonunda da sorun çözme becerisi dumura uğramış olan toplumumuz, çoğulcu demokrasinin gereği olan kendi sorunlarını çözmek yetisini büyük ölçüde kaybetmiştir. Buna göre, bu resmi topluma göstermekten çekinmemeli, sonra da bunun nasıl düzelebileceğine ilişkin acı reçeteyi ortaya koyabilmelidir.

    İkinci tavsiyem, partisinin üyeleri ve örgüt mensuplarından oluşan kümeyi, ülkeyi yönetecek kadro olarak görmek gibi yine geleneksel olan bir hastalığa kendini kaptırmamasıdır. Ülkeyi yönetecek kadro, 65 milyonluk nüfusun içinden çıkacak olan bir kadrodur. Hatta daha da ileri giderek, bu kadronun tamamen T.C. vatandaşlarından dahi oluşması gerekmez. Dünya’nın herhangi bir yerindeki bir yetenekli ve erdemli insan, bu kadronun üyesi olabilmelidir. Bir başbakan kadro açısından yalnızca bir şeyle öğünebilir: o da, elinde mevcut olan ve çok sayıda insan arasından en liyakatlileri seçmeye imkan tanıyan bir algoritma olabilir. Aksi halde o Başbakan, yönetim görevini, yalnızca etrafına toplanmış bir grup insanla yapmaya yani partizanlık yapmaya hazırlanıyor demektir.

    Üçüncü tavsiyem, Sorun Kimyası olarak adlandırdığım bakış açısını öğrenmesidir. “Ben sorunları da çözümleri de bilirim”, ancak az aklı olanlarla ağır ruhsal sorunu olanların tavrıdır. Sorunların görüntüleri ile onlara yol açan kök nedenler çok farklıdır. Bunu benimsemesi ve de kadrosuna benimsetmesi o çok özlenen değişimi tetikleyecek olan biricik tutumdur.

    Ama bütün bunların hepsi, doğrularından kuşkulanabilme gibi soyut görünüşlü, ama son derece somut sonuçlar doğuran bir beceriyle ilgilidir. Devlet adamlarımızdan beklememiz gereken olmazsa olmaz da budur.

  • “BİZ SİZİN SORUNLARINIZI ÇÖZECEĞİZ!”

    Seçimler yaklaştıkça partiler de seçmenlerine yönelik çalışmalarını yoğunlaştırıyorlar. Eskilerde adet, vaatte bulunmaktı. İş, ev, araba vs gibi vaatlerde bulunulması, sonra da tutulmaması gibi bir gelenek vardı. Nasıl ki misafirlikte tutulan şekerden fazla almak ayıpsa, tutulmayan vaadin arkasından da “bizim ev ya da araba ne oldu?” gibisinden soru sormak ayıp sayılırdı.

    Son birkaç yıldır vaat “out” oldu. Şimdiler de, “biz sizin sorunlarınızı çözeceğiz!” modası var. Her parti broşür, pankart ya da kahve konuşmaları yoluyla vatandaşa bu mesajı veriyor.

    Bu “ben senin sorununu çözerim” modası durup dururken ortaya çıkmadı. Partileri eleştirenler, “bunlar sürekli vaatte bulunurlar, halbuki biz çözüm üreten parti istiyoruz” diye tutturdukça partiler de zamanla bu yola düştüler.

    Şaka bir yana, ülkemiz sorunlarının bir türlü çözülemeyişinin, çözülmek bir yana giderek içinden çıkılmaz hale gelişinin altında yatan neden, işte bu “ben senin sorununu çözerim” ve bunun bütünleyicisi durumundaki “benim sorunumu kim çözecek?” hastalığıdır.

    Sokaktaki düz insanımız, “Benim sorunumu çözmeye kalkışmaya sizin ne hakkınız var? Bunun yapılamayacağını, yapılmaması gerektiğini bilmiyor musunuz? Benim sorunumu benim adıma çözmeye kalkarken, benim o sorunu çözmek için sahip olmam gereken haklarımı siz kullanacaksınız. Bu hakkı ben size devretmiyorum!” demelidir.

    Bu, “birisi adına sorun çözmek”, “birisine rağmen onu kalkındırmak” gibi yaklaşımlar halk-devlet ilişkilerimizin temel mantığı olmuştur. Bugün, siyasi partilerimizin büyük çoğunluğunun bunu devam ettirmeye niyetli olduğunu gözlüyoruz. Sorunların kaynağında, insanlarımızın kendi sorunlarını çözebilecek donatıya sahip olmadığının görülemeyişinin bulunduğunu görüyoruz.

    İnsanımızın sorun çözme kabiliyetinin sınırlı oluşu, onun nedenlerini anlayıp onları gidermek yerine, insanların sorunlarını onlar adına (ve çoğu zaman onlara rağmen) çözmeye kalkışmanın gerekçesi olabilir mi? İki yanlış bir doğru etmez daha büyük bir yanlış eder.

    Demokrasi ile diktatörlük arasındaki önemli bir fark işte budur. Birisinde insanlar, sorunlarının çevresinde örgütlenip ortak akıl yaratarak onları çözerler; diğerinde ise bir kişi (ya da kurum) sorunları onlar adına çözer (çoğu zaman da yeni sorunlar yaratır).

    “Biz sizin sorunlarınızı çözeriz” diyen partiler bilmeden (belki de bilerek) diktatörlüğe soyunuyorlar. İhtiyacımız olan partiler ise, “biz sizin sorunlarınızı çözmeyeceğiz. Biz, sizin, kendi sorunlarınızı çözebilmenizin karşısında devletin yaratmış olduğu engelleri kaldıracağız” diyebilen, bunu idrak etmiş partilerdir.

    Pazar, 03 Aralık 1995

  • BULUŞÇULUK TEMELLİ ÜRETİM

    Bu yazıda “buluşçuluk”, icat-invention ve yenilik-innovation terimlerine birlikte karşı gelmek üzere kullanılacak ve Buluşçuluk Temelli Üretim adını verdiğim -ve bizim toplumumuz için yeni- bir kavram, bu terime dayalı olarak açıklanmaya çalışılacaktır.

    Açıklamaların amacı, çeşitli üretim faaliyetinde bulunagelmiş olan toplumumuzun üretkenliğinin, çağın geçerli ölçüleri karşısında tekrar değerlendirilmesi ve resme farklı bir gözlükle bakabilmenin sağlanmasıdır.

    Uzun yıllar boyunca yabancıların mal ve hizmet ürünlerini satın almaya ekonomik gücü yetmediği için doğal bir ithalat korumasına sahip olan toplumumuz, zamanla bir yandan geliri, bir yandan da borçlanma kaabiliyeti arttığı için yabancı orijinli ürünler için cazip bir pazar haline gelmiş ve bu defa da kotalar, gümrük vergileri gibi araçlarla kendini korumuş, daha doğrusu koruduğunu zannetmiştir.

    1980’den sonra alçaltılan gümrük duvarları yoluyla toplumumuz ilk defa yabancı mal ve hizmetlerle geniş ölçüde tanışmış ve kendi ürettiği ürünlerin fiyat ve kalitelerinin yetersizliğini acı acı görmüştür.

    Toplumumuz bugün yavaş yavaş, “üretim” olarak adlandırageldiği çabalarını gözden geçirmek, bunun, çağdaş anlamda “üretim” olup olmadığını, değilse nedenlerini sorgulamak ve mümkünse o nedenleri ortadan kaldırmak durumu ile karşılaşmaya başlamıştır.

    Bu, Türk insanı için acı bir sürprizdir. Uzun yıllar bir şeyler üretip bunları ihraç ettiğini “zanneden” insanımızın karşısına, gerçek anlamda bir üretim yapmadığı, çağdaş üretim kavramının olmazsa olmaz koşulu durumunda olan rekabet edebilirlik açısından çok güçsüz olduğu, çünkü rekabet edebilirliğin kaynağının buluşçuluk olduğu, onunsa Türkiye’de neredeyse yasak olduğu, yalnızca ucuz işçilik ihraç edebildiği ya da başkalarının girmek istemediği pazarları doldurabildiği gibi hiç aklına gelmeyen bir resim çıkmaktadır.

    “Endüstri Tasarımı”ndan, aletlerin üzerine renkli yazı yazmayı, AR-GE’den ise farklı kaynaklardan satın alınan malzemelerin kullanılabilirliğinin sağlanmasını anlayan; ucuz işçi ile ucuz işçilik farkını henüz kavramamış; işçi verimliliğini artırarak maliyet azaltılabileceğini sanan; “Değer Analizi”, “Lojistik Mühendisliği” gibi mesleklerle henüz tanışmamış, bir tane dahi patent alamadan, üretimini yabancı patentlere lisans ücreti ödeyerek, ihracatını ise lisansörünün kendisi için karsız gördüğü pazarlara ancak izinle yapabilen üreticilerimiz, bir yandan da buluşçuluğa düşman bir aydın (!) kesimle boğuşarak bugünlere gelmiştir.

    Buluşçuluk düşmanlığı, birçok kimse tarafından abartılı hatta saldırgan bir deyim olarak görülebilir. Halbuki bu deyim gerçeği ifade etmekten uzak bir yumuşaklıktadır.

    XVII yy.da Hezarfen Ahmet Çelebi’yi cezalandıran IV Murat’ın anlayışı, 1989’da Dr. Ziya Özel’i, 1992’de Erkan Ayral’ı, 1994’de Yusuf Kahvecioğlu’nu, buluşçuluklarından ötürü cezalandıran anlayışla tıpatıp aynıdır. 1989 yılında Prof. Mehmet Pala’yı, buluşuna -ki buluşu, benzer bir buluşun iddia alanı (claim area) dışındaydı- patent aldığı için gazetelerde hırpalayan anlayış da yine buluşçuluk düşmanlığı ile anlatılmak istenen tavırdır.

    Bu düşmanca tavırları kimlerin sergilediği ise, sergilenen tavırdan daha da elem vericidir. Dış görünüşleri ile aydın kategorisine soktuğumuz insanlar, bu buluşçuluk düşmanlığının icra organı durumundadırlar.

    Diğer yandan, Türkiye sanayisini sabote etmek isteyebilecek bir yabancı güç, küçük bir firması kanalıyla aşırı bir ücret zammı uygulayıp, o daldaki tüm kuruluşların bunu takip edeceklerini tahmin ederek o sektörün rekabet gücünü azaltmak istese, ne işçisi, ne sendikası bunun bir sabotaj olabileceğini anlamamakta, “biz bu ücret zammını kabul edersek rekabet gücümüz azalır, işsiz kalırız” diyememektedir.

    “Biz işçimizi memurumuzu enflasyona ezdirmeyeceğiz” diyen politikacı ise, enflasyonla mücadelede etkin bir araç olması gereken “enflasyondan zarar gören insanların, onunla mücadele gücü”nü anlamayıp, bu saadet zincirini sürdüren talihsiz bir rol oynamaktadır.

    Osmanlı İmparatorluğu fütühatla meşgulken, kendi dışında yavaş yavaş oluşan Aydınlanma Çağı ve müteakip Sanayi Devrimi’ni “ıskalamış”, olayların somut sonuçları yaşanmaya başlandığında ise parçalanma süreci artık fiilen işlemeye başlamıştı.

    Parçalanan İmparatorluğun enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise bu “makus talihi” tersine çevirebilecek mekanizmanın “buluşçuluk” temeline dayandığını ya farkedememiş ya da başetmek zorunda olduğu belalardan başını kurtaramadığı için yeni sistemi “Buluşçuluk Temelli Üretim” olarak kuramamıştır.

    Çok partili siyasi yaşama geçtikten sonra her 10 yılda bir ekonomik, bilahare de siyasal krizlere düşen Türkiye bugün geldiği 4ncü 10 yıl sonunda yine ekonomik kriz içine düşmüş durumdadır.

    Ekonomik ve siyasal yaşamını düzenli olarak krize sürükleyen sorunların kaynaklarını nedensellik yoluyla açıklamayı başaramayan ülkemiz, anayasa, demokrasi, özgürlükler gibi herbiri neden değil fakat birer sonuç olan unsurlarla boyuna uğraşmış, her defasında yaptığı anayasalarını bir süre sonra anlamaz, ona itaat etmez duruma gelmiştir.

    Ekonomik düzenini, kamu kaynaklarının çeşitli yollarla talan edilmesine dayayan ülkemiz, bunca eğittiği insanına rağmen bu mekanizmanın akılcı biçimde analizini bir türlü becerememiştir.

    Bu gün gelinen noktada yine anayasa tartışmaları yapılmakta, yine demokrasiden dem vurulmakta, yine çağdaş sloganlar atılmaktadır.

    Ama bütün bunların temelinin, rekabet gücü yüksek üretim olduğu, bu olmadan ancak sınırlı üretimin kurnazlık yoluyla talan edilmesine dayalı bir mekanizmanın varolabileceği anlaşılamamıştır.

    Uluslararası alanda etkinliğin ancak tek yolla, ekonomik güçle olabileceği anlaşılmamış, ancak her olaydan sonra daha çok bağırarak hıncını alma gibi zavallı bir yol seçilmiştir.

    Yanlışa koşullandırılan kitleler ise tatmin olabilmek için daha çok daha çok bağrılmasını, yumruklarının masalara vurulmasını, hatta askeri güç kullanılarak her dost olmayanın kafasının ezilmesini istemektedir.

    Türkiye gündemini belirleyenler, bu mekanizmanın nasıl işlemesi gerektiğini araştırabilecek durumda değillerdir. Mevcut sorunların birer görüntü olduğunu, bunların kaynağında “üretimsizlik” onun da kaynağında “buluşçuluk eksiği” olduğunu anlayamamaktadırlar.

    T.C Başbakanı “Türkiye’nin sorunu üretim değildir, devlet borçlarıdır” derken, IMF yetkilisi, “Türkiye üretim-tüketim dengesini kuramamıştır” demektedir ve doğru teşhis maalesef yabancınınkidir.

    Türkiye, tuttuğu yolun çıkar yol olmadığını, bu denli rekabet gücü düşük ve de giderek daha düşük üretim yaparak; ve giderek daha fazla tüketim eğilimi içine girerek varlığını sürdüremeyeceğini anlamalıdır.

    Sanayide, tarımda, hizmetler sektöründe, kamu yönetiminde, politikada buluşçuluğa dayalı yepyeni bir tavıra ihtiyacımız vardır. Bu kolay değildir ama başka da yol yoktur. Bunun ilk adımı,Türkiye gündeminin değiştirilip, geleneksel çürütmeci yaklaşımların bir yana bırakılıp, “buluşçuluk” ve ona dayalı üretimin, yani Buluşçuluk Temelli Üretim’in tartışılmaya başlanmasıdır.

    İnsanımız ne üretiyor? Kimler üretiyor, ne kalitede, hangi maliyetle üretiyor?

    Buluşçuluğumuz niçin gelişmemiştir?

    Aklımızda zekamızda bir eksiklik mi var? Yoksa işin içinde başka faktörler mi var?

    Bu çıkmazdan, bu üretimsizlikten nasıl kurtulunur?

    Türkiye’nin az sayıdaki Kaynak Sorunları nelerdir? Bunlar hangi ardışık sorunları yaratıyor?

    Bu yazıyla yapmaya çalıştığım, bu tartışmayı başlatmaktır. Engeller büyüktür ama tehlike ve fırsat da büyüktür. Tercihlerimiz kaderimizi belirleyecektir.

    Perşembe, 26 Mayıs 1994

  • BÜROKRATİK ENGELLER KALKAMAZ

    İş başına gelen hemen tüm hükümetlerin programlarında, “Kırtasiyeciliğin Azaltılması”, “Bürokrasi ile Mücadele” (bürokrasinin kötü kullanımı ile mücadele olarak anlaşılmalıdır), “İşlerin Basitleştirilmesi” ve bu gibi adlar altında bir konu yer alır.

    Yer alır ve çok küçük iyileştirmeler dışında pek birşey yapılamaz. Yeni bir hükümet gelir, bu defa aynı sözler (samimidir) tekrarlanır ve yine birşey yapılamaz.

    Birşey yapılamadığı bir yana, mevzuat daha karmaşıklaşır, vatandaşın önündeki bürokrasi dağına yeni tepecikler eklenir.

    İş hayatı başta olmak üzere tüm vatandaşları yakından ilgilendiren bu sorunlar yumağı, üzerinde durulmaya değer bir konudur.

    Acaba, kırtasiyeciliği azaltmak, vatandaşın, canından bezmeden işini görmesini sağlamak için hükümetlerin gösterdikleri bu çabalar niçin amacına ulaşamaz?

    Samimi olarak arzu etmezler mi?

    Yoksa güçleri mi yetmez?

    Her ikisi de değildir. Sebep, bu sorunun aslında bir “Görüntü Sorun” olmasındandır.

    “Görüntü Sorun” tanım olarak, aslen var olmayan, ama var olan başka sorun(lar)un yansıması (reflection) şeklinde ortaya çıkan sorunlara verilen addır.

    Örneğin, geceyarısı, sonuna kadar açılmış bir müzik setinin gürültüsü bir “sorun” olabilir. Ama bu tanıma göre bu sorun bir “Görüntü Sorun”dur.

    Sorun aslında, müzik setinin çıkardığı gürültü değil onun o saatte bu denli açılmaması gerektiğini akıl edemeyen ya da akıl ederek açan “sahibinin densizliği” dir.

    Bu sahip kenara bırakılır ve müzik seti mesela parçalanarak gürültü durdurulursa sorun çözülmüş gibi görünebilir. Ama ertesi akşam aynı gürültü bu densiz adamın televizyonundan ya da gırtlağından yükselebilecektir.

    İşte bu gibi “Görüntü Sorun” yaratan sebeplere “Kaynak Sebep” ya da “Kaynak Sorun” adı verilmektedir.

    Bürokrasi dolayısıyla edilen şikayetler de benzer şekilde birer “Görüntü Sorun”dur. “Görüntü Sorun” ‘u yaratan “kaynak(lar)” ise farklıdır. Bundan dolayı da bir türlü başa çıkılamaz.

    Pekiyi acaba bu “Görüntü Sorun”u yaratan “Kaynak Sebep(ler)” nelerdir?

    Çok sayıdaki olası sebepten bir tanesi, rahatsızlığın %90’ını oluşturur ağırlıktadır: Bu da, “insanımızın nitelik dokusunun yetersizliği”dir.

    “Nitelik” deyimiyle kişinin yalnız bilgi-beceri düzeyi değil, onunla birlikte zekası, ahlakı ve ruh sağlığı da kastedilmektedir.

    “Nitelik”, burada bu dört öğenin bir “bileşke”si olarak kullanılmaktadır. (Merak edenler, bu 4 öğenin çeşitli kombinezonlarını yapıp ilginç tiplemeler yaratıp, onları da günlük hayatta rastladıklarıyla karşılaştırabilirler).

    “Nitelik Dokusu” ise, toplumu oluşturan bireylerin “nitelik”lerinin oluşturduğu dokuya denilmiştir.

    İnsanlarımızın zekası, ahlakı vs si yetersiz mi? gibi kasdi aşan tartışmalar bir yana bırakılarak bu “Nitelik Dokusu Yetmezliği” meselesini biraz açmakta yarar vardır.

    Sorun, insanlarımız içinde bilgi-becerisi tam, zeki, yüksek ahlaklı ve ruh sağlığı tam yerinde kişilerin oranı ve dağılımı meselesidir.

    Zekanın, genetik özelliklerin yanısıra bebeklikteki beslenme ile ilgili olduğu bilinmektedir. Ülkemizde, bebeklerin bu evrelerindeki beslenmelerinde sorunlar olduğu bilindiğine göre bu, o veya bu ölçüde zeka sorunlu yetişkinlerin bulunması da tabii sayılmak gerekir.

    Bunların bir bölümü, toplum tarafından bilinen ve durumlarına uygun iş ve görevlerde bulunması sağlanabilen kişiler olabilirken, bir diğer bölümü çeşitli nedenlerle teşhis edilmemiş olabilir.

    Ruhsal sağlık meselesi de benzer şekilde düşünülmelidir. Ruhsal sağlığı etkileyen unsurlar açısından çeşitli olumsuzlukları içinde barındıran günümüz Dünyası ve özelde ülkemiz, ruh sağlığı o veya bu düzeyde bozuk insanların varlığına neden olacaktır.

    Onların da bir bölümünün teşhis edilmiş olmaları, ama bir kısmının teşhis edilmeksizin aramızda yaşamaları sürpriz sayılmamalıdır.

    Aynı şeyler bilgi-beceri ve ahlak ölçüleri için de söylenebilir.

    Böylece, bilgi-beceri, zeka, ruh sağlığı ve ahlak öğeleri açısından çeşitlilikler içeren bir insan dokusu ile karşı karşıya bulunulmaktadır.

    Burada önemli olan iki nokta vardır:

    1. Bu doku, ne standartta bir toplum yaşamına izin verir?

    2. Toplumdaki işlevleri açısından, ortalamanın üzerinde önem taşıyan kesimlere, bu dokunun “ince” yani zayıf yerleri rastlamakta mıdır? Öyle ise bu ne ölçüdedir?

    Bürokrasi sorunlarının çözülmezliği, bunlardan birincisi ile ilgilidir.

    Toplum yaşamının küçük bir bölümü yazılı kurallarca, geri kalan büyük kısmı ise “ortak yaşama bilinci”, “ahlak kuralları” gibi yazılı olmayan normlarca düzenlenir.

    Yazılı bir anayasası bulunmayan bir İngiltere’nin bundan hiçbir zarar görmeyişi, bu savın açık bir kanıtıdır.

    Yazılı olmayan kuralları oluşturan başlıca faktör ise işte bu, “nitelik dokusu” dur.

    Bu dokuda sorunlar varsa -ki vardır- o takdirde, doğan sorunlar daima ek kurallarla giderilmeye çalışılacaktır. Mevzuatın bir çığ gibi çoğalmasının mekanizması budur.

    Bürokrasiyle sürekli işi olanlar, kendilerine anlamsız gelen (ve gerçekten de anlamsız olan) birçok istekle karşılaşıp çileden çıkarlar.

    Ama o anlamsızlıkların, bir kısım ahlaksızlığı önlemek için konulduğu (ve tabii ki önleyemediği) bellidir.

    Niteliğinin ahlak öğesinde eksik bulunan kişiler bu defa yeni “yan yollar” bulurlar. Sonunda olan dürüst insanlara olur.

    Nitelik yetmezliği, ek mevzuatla yani bürokratik mekanizmayı daha ağırlaştırarak çözülemez. Tek çözüm yolu, insanımızın nitelik dokusunu geliştirmektir.

    Toplumumuzun nitelik dokusunun belirlediği standartların üzerinde, çağdaş bir yaşam istiyorsak tek yapılabilecek olan budur.

    Gerisi, gölgelerle boğuşmaktır.

    Bürokrasiden şikayeti olanların yönelmesi gereken hedef bu olmalıdır.

    ***

  • BU AYIP SİLİNMEZ!

    Bütün toplumların parlamento tarihlerindeki bazı olaylar onların övünç kaynağıdırlar. Bizim de öyledir. Birinci meclisin, ülkedeki toz duman içinde aldığı kararlar cumhuriyetimizin temelini atmıştır. Bununla övünç duyulmalıdır. Aradan ne kadar süre geçerse geçsin bu başarı unutulmayacaktır.

    Aslında tüm kurumların adları, yaptıkları sıradan çalışmalar nedeniyle değil, bu şekilde “çok ender” ortaya çıkan durumlarda gösterdiği “olağandışı” tavırlarla ölümsüzleşir.

    Ama bunun tersi de aynı şekilde doğrudur. Bir kişi ya da kurumun adı, yalnızca bir defa olan bir olay nedeniyle karalanabilir ve de bu silinmez.

    Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu, oto kaçakçılığından hüküm giymiş bir kişiyi, affetme kararı aldı. Bu kararın Genel Kurulda kabul edilip edilmemesi, af kapsamının genişletilip genişletilmemesi ayrı bir konudur. Büyük bir olasılıkla karar yasalaşır.

    Bu bir çılgınlıktır. Eğer adaleti, kişilerin “ünlü – ünsüz”, “oy getiren -getirmeyen” olmalarına göre ölçmeye başlarsak, bunun sonunun nerelere varacağı belli değil midir?

    Bu öneriyi meclise getirenleri kınamaya gerek yoktur. 450 kişi istatiksel açıdan, içinde her türlü insanı barındırmaya yetebilecek büyüklükte bir sayıdır.

    Üzerinde durulması gereken, bu öneriye olumlu oy verenler, affın genişletilmesini savunarak akılları sıra bu ayıbı sulandırıp aynı zamanda kendi küçük ölçülerinde “politika yapma” cinliğine sapanların durumudur.

    İş bununla bitmemektedir. Bu karar henüz toplumun geniş bir kesimi tarafından bilinmemektedir. Medya, başka işleri nedeniyle bu ayıbı henüz yeterince farketmemiş ya da farketmiş ama ünlü bir futbolcunun taraftarlarının sayısını dikkate alarak seslerini çıkarmamayı tercih etmiştir.

    Mesele bu kadar da değildir. Yerli yersiz her fırsatta konuşmayı görev bilen çeşitli kurumların sözcüleri dut yemiş bülbül gibidirler.

    Dahası, böyle bir kararı duyan en az 10 milyon insanın kaleme kağıda sarılıp, mektup, faks ve benzeri yollarla bu çirkin girişimi kınamaları gerekirken içten içe alkış tutmaktadırlar.

    Uzun sözün kısası şudur: Toplumlar layık oldukları biçimde yönetilirler. Tecrübeyle görülmektedir!

    Salı, 14 Kasım 1995

  • EKMEK FİYATLARI NİÇİN HEP

    BAŞ DERDİ OLMUŞTUR?

    Kendimi bildim bileli fırıncılarla belediyeler arasındaki tartışma sürer. Bir taraf girdilerin pahalandığını ileri sürerek zam ister, diğer taraf da halk, koruma vs der ve sonunda genellikle fırıncıların dediği olur.

    Aradaki vatandaş da hala bakkala gidip “1 okka ekmek” aldığını sanır (1.250 kg’lık okka içine bugün 4 ekmek sığmaktadır!)

    Yıllardır süren bu mesele geçmişte belediyelerin verdiği “narh” ile belirleniyor diye zannedilse de, o zaman da belediye meclisi içindeki fırıncı esnafının ya da fırıncılar lobisinin baskısıyla fiyatları fırıncılar dikte ederdi.

    Bugün serbest piyasa sistemi içinde, işin mantığını -kısmen- kavramış belediyeler ekmek fiyatlarını tamamen serbest bırakmışlar, bir kısım belediyeler ise fırıncılarca belirlenen fiyatları “onaylamakta” (ne demek ise) devam etmektedirler.

    Aslında ta başından bu yana mesele, fırıncı esnafının kendi arasında kurduğu tekellerin (her yörede ayrı tekel vardır) düşündüğü fiyatları halka (ve tabii bu arada belediyelere) zorla kabul ettirmesinden ibarettir.

    Serbest piyasa sistemi içinde ne yerel ve ne de merkezi idarenin “fiyat belirleme”, “fiyat kontrolu”, “narh verme” gibi bir fonksiyonu yoktur ve olmamalıdır.

    Olması gereken, “rekabet” sözcüğü düşülerek eksik olarak kullanılan serbest rekabet piyasasının koşullarını bozmak isteyenlere müdahale edilmesidir.

    “Piyasaya müdahale” ile piyasanın serbestçe oluşumuna engel olanlara “müdahale” arasındaki ince fark budur ve genellikle iki kavram bilerek ya da bilmeyerek (ki çoğu tekeller bilerek) birbirine karıştırılmaktadır. O halde sorun, tekelci eğilimlerle mücadelede hangi araçların kullanılacağıdır. Bu bir mücadeledir, çünkü tekelciler daima bu araçların boşluklarını bulmaya çalışacaklar, idareler de anti -monopoli araçlar/ uygulamalar geliştireceklerdir.

    Kısa bir araştırmayla bu araçların neler olabilecekleri bulunabilirse de, ben her ihtimale karşı bazılarını vermek istiyorum:

    1. Tekelin belirlediği fiyatların altında fiyatla satış yapmak isteyenlerin fiziki güvenliğinin (fırınının, çalışanların, sahibinin vs) sağlanması

    2. Tekeli yöneten dernek, vakıf, şirket gibi kuruluşların monopol fiyatları konusunda karar almaması ve bunu denetleyebilmek için belediye/maliye müfettişlerinin yetkilendirilmesi

    3. Yeni fırın açma konusunda mevcut tüm sınırlamaların kaldırılması (hele, dernek vs gibi tekeli yöneten kuruluşların katiyen yetkilendirilmemesi)

    4. Yeni fırın açmak isteyenlerin belirli süre teşviki (arsa kullanım hakkı verme, düşük tarife ile su, belediye harcı istisnası vs)

    5. “Halk ekmek” adlı kamu işletmelerinin derhal özelleştirilmesi (Böylece hem maliyetleri düşer, hem üretimleri artar, hem de belediyelerin vıdı vıdı kaynaklarından birisi azalır)

    6. “Kontrol”, “narh” vs gibi ancak fiyatların artmasına yol açabilecek uygulamalardan tamamen vazgeçilmesi

    7. Tekel dışında fiyatlandırma yapmak isteyenlerin de serbestçe örgütlenebilmelerinin desteklenmesi

    8. Tüketici dernekleri kurulmanın özendirilmesi (belediyenin yer vermesi, bültenlerini basması, dağıtması vbg)

    9. Ekmek alternatifleri konusunda halkın bilinçlendirilmesi

    Bu yöntemler, uygulanabilecek yöntemlerden “bazı” larıdır. Belediyelerin başlıca görevi bu tür araçlar geliştirmek ve onları uygulamaktır.

    Hiç yapmamaları gereken, yaptıkları takdirde tekelleri güçlendireceğinden şüphe olmayan ise

    1. Bizzat ekmek üretmek

    2. Fiyatları onaylamak (!)

    dır.

    Bu yöntemler yalnız ekmek değil, tekelcilik eğilimi mevcut olan tüm mal ve hizmetler için geçerlidir. Ama karar verilmesi gereken önemli bir nokta vardır: Tekelcilikle gerçekten mücadele mi etmek istiyoruz, yoksa onu bilerek-bilmeyerek güçlendirmek mi?

    Şubat 1992

  • SU DA YANAR!

    Türkiye’nin sorunları ağırlaştıkça çeşitli konulardaki çözüm önerileri de artıyor. Bunların arasında, örneğin, göçü önlemek için vize koymak, trafik sıkışıklığına karşı tek-çift plaka uygulamak gibi akılsızca çözümler varsa da, önerilerin büyük bir bölümü işe yarayabilir çözümlerdir.

    Ne var ki büyük düşünür Nasreddin Hoca’nın, “ben geçen gün de, beline ip bağlayıp çekerek adam kurtarmıştım ve o ölmemişti. Ama o, damda mı yoksa kuyuda mıydı onu hatırlamıyorum! ” dediği gibi, bu çözümlerde başka koşullar altında pekala geçerli olabilirdi.

    Sorunları, onları çevreleyen ve adına “sorun iklimi” denilebilecek çevreyle birlikte ele alabilecek yaklaşımlara sahip olmadıkça, önerilen -ve daha da kötüsü uygulanan- çözümler sorunu çözmek bir yana onu daha da ağırlaştırırlar.

    Örneğin, tüm uyarılarımıza karşın, tanıtma amacıyla gelir sağlayabilmek için kumarhanelerin yaygınlaşmasına göz yuman, hatta onu teşvik eden Turizm Bakanlığı yönetimi, kumar oynamak isteyenlerin eşlerinden onay getirmeleri gibi dahiyane bir usul koymuştu.

    Bu ve bunun gibi, sorunun ne olduğunu çevresiyle birlikte göremeyen- ki bunlar arasında pek fiyakalı unvan sahipleri dahi olabilir- kişiler, yasalara saygılı ancak az sayıda insanı caydırır, böylece geri kalan kanunsuz ve ahlaksızlara daha rahat (!) çalışma ortamı sağlarlar.

    Nitekim şimdi, bu kart uygulaması yüzünden, kumarhane kabadayılarının gözlerinin tutmadığı bazı gariban kişiler oralara girememekte, diğer büyük çoğunluk ise otobüslerle taşınıp kumarhanelerde baklava börekle ağırlanmaktadır.

    Şimdi bu ahmakça -ya da bilerek- önlemleri alanları getirip, ne yaptıklarını neye yol açtıklarını göstermek gerekir.

    Ama onların bir bölümü herhalde “eski bakan” olarak hatıra anlatmakta, bir bölümü de kandıracak yeni bakan aramakla meşgul olsalar gerektir.

    Diğer örnek, giderek ağırlaşan vergi mevzuatıdır. Sorunu çevresiyle değil, yalnız göze görünen kısmıyla ele almaya alışmış bir kısım memur bir takım kurallar koymakta ve yasalara saygılı insanları biraz daha boğmaktadırlar. Ama geri kalan insanlar, bu tür mevzuatla bağlı olmadığı için meydan daha da boşalmaktadır. Sonuç beklenenin tam tersidir.

    Denilebilir ki sorunlar karmaşık hale geldikçe alınacak bu tür önlemler, sorun çevresi içindeki az sayıda faktörü engellerken, geri kalanları besler.

  • BEN NEYMİŞİM YAHU !

    Uzun süredir düşünüp duruyorum da bir türlü akıl erdiremiyorum, ben neymişim de kendim bile farkında değilmişim diye.

    Uzun yıllar değerimin farkında olmadan yaşamışım. Eğer bu göreve gelmemiş olsaydım yine de farkına varamayacaktım.

    Beni bu aymazlıktan kurtaran Hüseyin ve Ayşe’ye, Cemal, Müzeyyen, Erhan ve Cemile’ye, Aysel, Ayfer, Ayten ve Muzaffer’e minnet borçluyum.

    Bu memurlarım olmasaydı, ağzımdan çıkan sözlerin hepsinin doğru olduğunu, memlekete ne büyük faydalar sağladığımı, çevremdekilerin hepsinden daha zeki, daha yetenekli ve muktedir olduğumu anlayamayacak, kendimi, alalade bir vatandaş olarak (allah korusun) görmeye devam edecektim.

    Ne zaman ki onlar önümde ceket ve tayyörlerini iliklemeye başladılar, ne zaman ki odacım Şerafettin kahve isteyince topuk vurarak “başüstüne” demeye başladı, işte o zaman içimden bir ses “yahu Cemalettin, sen neymişsin” demeye başladı, değerimin farkına vardım.

    Sonradan düşündüm de hakikaten memurlarımın dediği gibi ben çok büyük bir adamım. Şimdi geldiğim bu görevde inşallah 250-300 yıl kalırım da daha büyük bir adam olurum.

    Laf aramızda en çok hoşuma giden, beni gölge gibi izleyen Celal. Daha doğrusu Celal’in telsizi. Henüz telsizi kullanmasını öğrenmedi ama onu işaret parmağı gibi kullanmayı çok iyi biliyor. Bir yeri işaret edeceği zaman parmağıyla “nah”, “aha” vs şeklinde göstermek varken telsizle işaret ediyor. Dikkat ettim, etraftaki herkes de telsizden çok korkuyor. Hatta geçen gün efendiden birisi, “aman evladım ne olur bana çevirme, şeytan doldurmuş olabilir” gibisinden bir laf etti.

    Bizim hanım söyledi, yan kapı komşumuz Muktedir beyin karısı tutturmuş” illa ben de telsizli koca isterim” diye. Adam da ne yapsın, bu yaştan sonra ona buna rezil olacağına gitmiş telsizli bir adam tutmuş. Ama adam kamu görevlisi filan olmadığı için halim selim görünüşlü biri. Hiç bizim Murat gibi korkutucu bakamıyor. Muktedir beyin karısı da sinir krizleri geçiriyor.

    Bir de bizim makam arabasıyla giderken Murat telsizli kolunu camdan çıkarıp yandan geçen arabalara “kenara çekil ulan” demiyor mu ona bayılıyorum. Vatandaşlar da tabii ki hemen kenara çekiliyorlar. Belli mi olur telsizli adam bu.

    Dairenin önüne gelince üstüme saldırıp pardon atılıp, “sayın müdürüm allah seni bize bağışlasın” deyip çantamı elimden almaları yok mu o çok hoşuma gidiyor. Çantamın içinde saç boyam, tansiyon ilacım ve neskahve poşetlerim var ama kim bilecek, önemli bir şey var sanıyorlar.

    Geçen gün yönetim kurumu toplantısında, çıkaracağımız yönetmenlikleri tartışıyorduk. Daha doğrusu müdürler tartışıyor, ben de bizim çocuğu bir dış göreve nasıl tayin ettiririm diye düşünüyordum. Öyle dalmışım ki yardımcım, “sayın genel müdürüm sizce de uygun mu?” deyince başımı kaldırıp “evet münasiptir” dedim.

    Öğleden sonra arkadaşlar benim bu iki kelimeyle ne derin şeyler söylediğimi keşfetmeye çalışıyorlardı. Demek hakikaten bende bir cevher var. Yoksa bu kadar insan bana yağcılık yapıp kendi dümenlerini mi yürütecekler?

    Ya işte böyle; allah sizlere de nasip etsin diyeceğim ama tabii herkes böyle mesuliyetli işleri kaldıramaz.

    ***

  • TASARRUF GENELGELERİ

    Cumhuriyet tarihinde en derin sadakatle bağlı bulunulan gelenek zannedildiği gibi Anayasalarımız değildir. Yakın tarihimizde bir çok devlet adamı anayasayı çiğnemekle suçlanmıştır

    Kurulmuş 70 hükümet zamanında da bozulmamış tek devlet geleneğimiz, “tasarruf genelgeleridir” dir.

    Her hükümetin güven oyu aldıktan hemen sonra hiç ihmal etmediği nokta derhal bir “tasarruf genelgesi” yayınlamaktır.

    Kimbilir, tasarruf genelgesi yayını bir kaç gün geciktirdi diye işinden olan kaç bürokrat vardır.

    Tasarruf genelgesi yayınlanması, sanıldığı gibi basit bir iş olmayıp başlıbaşına bir uzmanlık konusudur.

    Riayet edilmeyecek tüm konuların tesbiti, bunların yazılması, anlaşılmaz dile çevirisi, çoğaltılarak köylerdeki jandarma karakollarına kadar dağıtımı işin birinci safhasıdır.

    İkinci safhada ise Tasarruf Genelgesini alan her birim amirinin :

    “Üst birimimizin filan tarih ve fişmanca sayılı genelgeleri ekte sunulmuş olup, genelge muhteviyatına hassasiyetle uyulması, uymayanlar hakkında çok ciddi idari işlem yapılacağına bilgi edinilmesi rica olunur”

    Şeklinde bir ek genelge ile alt birimlere tebliği yer alır.

    Tasarruf Genelgelerinin nasıl yazılacağı konusunda herhangi düzenleyici bir mevzuat yok ise de bu konuda derin bir anlayış birliği -zaman içinde- oluşmuştur.

    Bir kere her genelgede mutlaka bulunması gereken hususlar vardır.

    Örneğin, kamu kurum ve kuruluşlarında kağıt, toplu iğne ve sabit kalem sarfiyatının azaltılması bu cümledendir.

    Hakikaten de alınan bu tedbirler etkisini göstermiş ve 1923’den bu yana sabit kalem sarfiyatı kayda değer ölçüde azalmış, ancak tükenmez kalem harcamalarında anlaşılmayan bir patlama olmuştur.

    Aynı sevindirici gelişme toplu iğne, mürekkep hokkası, kurutma kağıdı, divit ve kalem sapı konusunda da meydana gelmiştir.

    Tasarruf Genelgelerinde mutlaka bulunan ikinci konu makam otomobilleri konusudur.

    Ancak üzülerek müşahade edilmektedir ki, dış güçlerin etkisi dolayısıyla bu konuya hakim olunamamakta ve kamu personeli giderek daha büyük ölçüde “otomobillendirilmekte” dir.

    Ancak otomobillenenler ile onları otomobillendirenlerin görünüşteki çekişmesi aslında onları seyreden vatandaşa karşı bir vazife olduğundan dolayı kamu araçları her yıl yaklaşık %20 oranında artmaktadır.

    Üçüncü nokta kullanılmayan ışıkların söndürülmesi ile çelenk giderinin azaltılmasına gayret edilmesi gereğidir.

    Tabii ki hızla değişen dünya ve gelişen bürokrasimiz, her yılın genelgelerine bazı ilaveler de yapmayı gerektirmektedir.

    Örneğin telefon konuşmaları için bir üst amirden yazılı izin alma, bir yüzü yazılı kağıtların ikinci yüzlerini de kullanmak gibi yaratıcı düşünceler bu cümledendir.

    Tabii ki bütün bu olumlu tedbirleri gayri ciddi sayıp, esas tasarrufun herkesin işini yapmasıyla, kamu kadrolarının küçültülmesi ve fazla personele yeni beceriler kazandırılıp kendi işlerini kurmaları için destek ortamı sağlanmasıyla olabileceğini, bu tedbirlerin ancak ve yalnız işini yapan bir avuç insanı çalışamaz kılacağını tutturan bir takım ütopik kişiler de çıkmaktadır.

    Ancak onlara aldırmamak ve bu yolda şaşmadan devam etmek lazımdır.

    Bir söylenti de, bu gibi genelgeleri, esas hedefleri saptırmak isteyen ve israfa esas neden olanlarla, onların bu tavsiyelerine, “kardeşim saçmalama, israfın %80’i, harcamaların %20’since oluşturuluyor. Bu %20 için de de toplu iğne, divit ve telefon konuşması yok, fazla personel, eğitimsiz personel, sistem kuramamak, sorun teşhis edememek gibi becerisizlikler vardır” diyemeyenlerin birlikte hazırlayıp yayınladıklarıdır.

    Şubat 1992

  • Beton Makinaları, Boş İşçiler ve İşsizler!

    İşgüçünün nadir ve dolayısıyla da pahalı olduğu ya da işgücü niteliğinin yüksekliği nedeniyle niteliksiz işgücünün bulunmadığı ülkelerde bu sorun otomatik makinelerle aşılmaktadır.

    Ülkemizde durum ise daha farklıdır. Özellikle belediyelerimizde, bütçelerinin %70-80’ini harcayan ve büyük çoğunluğu da düşük nitelikli olan işçilerimiz varken, inanılmaz bir makineleşme de sürüp gitmektedir.

    Bu yüzden de, makinelerin yanında eli cebinde duran boş insanlara rastlamak genel bir durum haline gelmiştir.

    Benzer durum özel sektörde de vardır.

    Örneğin artık hemen her yerde, binalara beton dökülürken hortumunu uzatmış beton döken makinalara rastlıyoruz. Rastlamak bir yana, elle beton karıp döken işçiler artık istisnadır.

    Şöyle bir hesap yapalım:

    Bir beton pompası makinesinin değeri 3 milyar TL, bu yatırımın aylık faizi ise 300 milyon TL cıvarındadır.

    Bu ise, aylığı bürüt 3 milyon TL olan 100 işçi demektir.

    Demek ki bu başabaş noktasına ulaşıncaya kadar işçi çalıştırmak makine kullanmaktan daha ekonomiktir. Ayrıca da makine kullanımı esnekliği olmayan bir yöntemdir. Yani işin azalması halinde makinenin elden çıkarılması mümkün (en azından pratik) değildir.

    Şimdi işin can alıcı sorusuna gelelim:

    Peki bu basit hesabı iş adamlarımız yapmıyorlar da onun için mi ekonomik olmayan bir yola sapıyorlar?

    Cevap basittir: Hayır herkes hesabını iyi biliyor. Ama işçi çalıştırmanın sorunları nedeniyle bu pahalı yolu seçiyorlar.

    Belediye’lerdeki durum ise daha değişiktir. Onlar, siyasi yandaş (görünen) kişilere belediye kadrolarını peşkeş çektikleri için hem makine hem işçi kullanırlar.

    Bu basit gözlemden çıkarılabilecek önemli sonuçlar vardır.

    İşsizlikle mücadele en güç sorunlardan birisi, herhangi geçerli bir bilgi-beceriye sahip olmayan işsizlerin ne yapılacağıdır.

    Bu bakımdan, düşük nitelikli işgücüne ihtiyaç gösteren işler bir altın değerindedir.

    Bu değerli imkanı kullanmayıp, niteliksiz insanları kenarda tutup yüksek maliyetli araç-gereç kullanmak bir trajedidir.

    İşçi haklarını savunmak durumunda olan kurumların, bu acı gerçeğe dikkat etmeleri ve tutumlarını buna göre ayarlamaları gerekir. İşçi çalıştırmayı güçleştiren bu tutum, herşeyden önce işi olanlara yönelmiş en ciddi tehdittir..