• CANKURTARAN’A HASTA BİNDİRME GÖSTERGESİ

    !

    Televizyon kanallarımızın her akşam bol bol verdikleri kaza-bela sahnelerinin sonu genellikle ya ceset torbası ya da cankurtaran ile bitiyor.

    Bu tür haberlerin sayısı belirli bir değere erişip, istatistiksel güvenilirliği yüksekçe sonuçlar çıkarmaya yeter hale geldikçe bir şey netleşmeye başladı: insanlarımızın çok güç yapabildikleri işlerin neredeyse başında, “ambulansa hasta bindirmek” geliyor.

    Etraftaki insanların bağırıp çağırmaları, itişip kakışmaları, beceriksiz ve kaba hareketlerle sedyeyi itmeleri, hep beraber -ve birbirlerine engel olacak şekilde- cankurtarana bindirmeleri, hatta bazen hastayı öldürmeleri, birkaç soruyu akla getiriyor:

    • Bu insanlar niçin beceriksiz?

    • Bu beceriksizlik yalnız ambulansa sedye yerleştirmeye mi özgüdür? Eğer değilse, başka hangi alanlarda da beceriksizdirler?

    • Bu gibi insanların sayısı çok mudur?

    • Eğer çok ise, tüm işlerin çabuk, hatasız ve işbirliği içinde yapılmasının ön-koşul olduğu günümüzde, içinde bulunduğumuz sorunların bununla bir ilgisi var mıdır?

    • Bu insanlar içinde önemli görevlerde bulunanlar var mıdır?

    • Böylesine düşük bir beceri dokusuna sahip insanlarla birlikte bizi nasıl bir gelecek bekleyebilir?

    Bizde yetkililerin, “baskın” adı verilen bir çalışma şekilleri vardır. Örneğin, sağlık işlerinden sorumlu bir kişinin ilk yaptığı önemli icraatın, gecenin bir saatinde hastaneyi basıp ne kadar çalışkan olduğunu, uykusunu bile hiçe saydığını halka göstermek; bir belediye başkanı ve adamlarının da fırın ve pastaneleri “denetleyip” işçilerin kirli çamaşırlarını yiyeceklerin arasından çıkarmak olduğu hep bilinir.

    Halbuki, TV’lerde her akşam bol bol yayımlanan bu “cankurtarana hasta tıkıştırma çabaları”nı gören birisinin, bir sayfa dolusu eksiği, baskın gibi gereksiz gösterilere kalkışmadan da belirlemesi mümkündür.

    Bir fırından ya da pastaneden bir simit alan bir belediye görevlisinin de, malları verenlerin ellerine bakmaları, çamaşırlarını nerelerde sakladıkları konusunda yeterli göstergedir.

    İster kamu görevlisi ister kendi işinin sahibi olsun, kendimize, görev alanımızla ilgili beklentileri izleyebileceğimiz göstergeler tanımlamak ilk işimiz olmalıdır. Bu yapıldığında, sedye konusundaki beceriksizliğin ardında, doğru gitmeyen nelerin bulunduğu kolayca görülebilecektir.

  • BİNA VE ZİNA !

    Kıyametin, bina ve zina artınca meydana geleceği söylenir. Zina konusundaki durumu tam bilmiyorum. Ama bina artışının hiç olmazsa “ekonomik kıyamet”in nedenlerinden birisi olmaya doğru gittiğini söyleyebilirim. Kamu kaynaklı yatırımlara ayrılabilen küçük payın şatafatlı bina inşaatına, sonra da dekorasyonuna harcanması neredeyse bir “norm” haline geldi.

    Bir yatırımın en kolay ve o ölçüde de “olmasa da olabilir” bölümünün bina olduğu düşünülürse, istisnasız her kurumun bina peşinde koşmasının bir özel nedeni ya da nedenleri olması gerekir.

    Bir neden, “kalıcı bir şey bırakma” ihtiyacı olabilir. Bu “kalıcı bir şey” binlerce “şey”den çok daha yararlı birisi olabilecekken, taş, toprak bırakma tercihi, o başka şeylerden bihaber olmak ya da haberi olup da beceriksiz olmakla açıklanabilir. Ayrıca çoğu insan da, “kalıcı bir şey” in mutlaka elle dokunulur, maddi bir şey olmasını ister. Örneğin, halkın şikayetlerini alıp bunları izleyip sonuçlandıracak bir sistemi kuran Belediye Başkanı “lüzumsuz” işlerle uğraşır farzedilirken, bir belediye sarayı(!) inşa eden ya da bir iş makinesi parkı kuran bir diğeri, “iş bitirici başkan” olarak nam salabilir. (yani salar).

    Bina merakı’nın ikinci bir nedeni, harcama tercihi yetkisini elinde bulunduran insanlarımızın -yine çoğunun- eskilerin tahayyül, yenilerin imgelem, frenklerin de imajinasyon dedikleri beceriden yoksun olmalarıdır.

    Varılmak istenilen hedefle, bulunulan nokta arasını gözünde canlandıramayan bir kişi, ilk adım olarak kocaman bir bina yaptırmayı yeğlemektedir. Halbuki işin çok daha can alıcı noktaları vardır ve kişi onları hayalinde canlandıramamaktadır.

    Bina histerisi’nin üçüncü bir nedeni, kalabalık (ve giderek daha da kalabalıklaşan) kamu kadrolarıdır. Kamu görevlilerinin sayısı arttıkça, daha büyük binalar gerekmektedir.

    Halbuki kamu kuruluşlarının yaptığı iş, kadroların kalabalıklığıyla ters orantılıdır. Bu nedenin bir türevi sayılabilecek bir diğer bina yaptırma gerekçesi de “dağınık binalar nedeniyle koordinasyon (ama ne laf değil mi?) sağlama güçlüğü”dür. (Hani sanki koordinasyon sağlanıyormuş ama güç sağlanıyormuş havası veriliyor). Halbuki bir araya toplanan binalarda yan yana yerleşik birimler arasında bile koordinasyon sağlanamayabilir ve gerçekte de tam böyledir.

    Bina merakının başka “ince” nedenleri de bulunabilir. Koca koca binalar yaptırılırken, artan ufak tefek (!) malzemeden bir-iki villacık filan inşa edilebilir. Ama hesaplara resmen geçirilemeyeceği için fedakar bir-iki kişi de bu sahipliği üstleniverir.

    İşte böyle, her yerde hızla yükselen kamu inşaatının altında bunlar var. Ne olduğuna değil, niçin olduğuna bakılınca çok farklı şeyler görünüyor değil mi?

  • CAN SİMİDİ ARAYANLAR KAMU ALIMLARINA BAKMALI

    Kamu kuruluşlarının piyasadan satın aldıkları tüm mal ve hizmetlere Kamu Alımları deniliyor. Personelinin taşınma işini özel bir otobüs firmasına ihale eden devlet kuruluşu, yedek parça satın alan bir KİT, inşaat yaptıran bir belediye, otoyol ihale eden bir kurum ya da hücumbot motoru satın alan ordu, hep kamu alımı yapmaktadır. 1993 yılında yapılan Kamu Alımları’nın tutarı yaklaşık 200 trilyon liradır.

    Aksi ispatlanana kadar her kişi ve her kurum temizdir. Buna öncelikle işaret etmeliyiz.

    Buna paralel olarak ise, yapılan Kamu Alımları’nın en az üç nedenden dolayı lekelendiği, bilinmektedir. Bunlar rüşvet, yetersiz şartname ve yersiz alımlar’dır.

    Rüşveti açıklamaya gerek yoktur. İrili ufaklı örneklerini yaşadık ve yaşıyoruz.

    Yetersiz şartname ise en az rüşvet kadar büyük bir deliktir. Hayatında evine ekmekten başka birşey satın almamış fişmanca belediyenin mübayaa memuru iş makinesi parkı kurmak üzere şartname hazırlamaya kalkarsa olacak olan bellidir. İhaleyi kazanacağı belirlenen (!) firmanın iş makinelerinin prospektüsü şartname olarak ilan edilir.

    Sonuncu ve en acı neden de, pek ihtiyaç olmamakla birlikte satın alınması halinde rüşvet imkanı yaratabilecek alımlardır.

    (Politikacıların, vefa vs borcu ödemek için kullandıkları pek kullanışlı bir alettir.)

    Bu tür alımlar genellikle, vatandaşın gık diyemeyeceği, kamuoyunun gözü kulağı olan medyanın pek erişemediği alanlarda yapılır.

    Bu üç nedenin yol açtığı kayıp % 75 civarındadır. Yani Kamu Alımları için harcanan her 100 liranın 75 lirası bu üç delikten akıp gitmektedir.

    Ancak bu kaçağa yalnız “kamu parasının verimsiz kullanımı” şeklinde bakmak doğru değildir. “Her ahlak ve/ya yasa dışı gelir, ahlak ve/ya yasa dışı bir yerlere harçanır” kuralı, bu %75’lik ahlak va yasa dışı kaçağın, başımıza bela olan birçok sorunun yakıtını oluşturduğunu gösteriyor. Bu paranın doğru kullanılması yalnız bir kaynak yaratmayacak, aynı zamanda başımızdaki belalara, enaz 150 trilyon daha az destek (!) sağlamamıza da yarayacaktır.

    İş bununla da bitmemektedir. Hatta bu ilk sayılanlar, sonuncusu yanında oldukça “önemsiz” de kalmaktadır. Kamu Alımları, işsizliğin, gelir yetmezliğinin en etkin ilacı olan girişimciliğin özendirilmesi ve desteklenmesi için en sağlam yoldur.

    Ayrıca rekabete dayalı ekonomik sistemlerin mutlaka yaratması gereken rekabet ortamı da girişimciler ve dolayısıyla Kamu Alımları yoluyla olur.

    Serbest Piyasa Ekonomisi sisteminin içinden “rekabet” ögesi çekip dışarı alınırsa geriye “vahşi kapitalizm” kalır.

    Nitekim ülkemizde Serbest Piyasa Ekonomisinin, bir “başıboş piyasa ekonomisi”ne dönüşmesinin nedeni eksik rekabettir.

    Piyasaya yeni girecek girişimciler bu rakabeti sağlayabilecek tek -ama tek- unsurdur.

    Girişimcileri desteklemenin en sağlıklı yolu – ki sağlıksız yollar da bulunabilir ve gerçek girişimcilik bu yollarla öldürülür- Kamu Alımları’ndaki haksız rekabeti, rüşveti, saydamsızlığı ortadan kaldırmaktır. Buna ise Kamu Alımları’nı düzenleyen çeşitli mevzuatın yetersizliklerini bir “şemsiye yasa” ile düzeltmekle başlanmalıdır.

    Öyle bir “şemsiye”ki, onun altında çeşitli kamu kurumlarının tabi olduğu değişik satın alma ve ihale mevzuatının hepsi bulunsun.

    Evet, böyle bir yasa teklifi hazırlanmış ve 1,5 yıldır TBMM’nde beklemektedir ve eğer bu yasa ile ilgili kuruluşlar desteklenmezlerse daha 15 yıl bekleyeceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır.

    Bunun bir çok nedeni içinde başlıcası, Kamu Alımları’nın olumlu ardışık etkilerinin takdirindeki yetersizlik, onun da nedeni üretimin öneminin takdirindeki yetersizliktir.

    Kamu Alımları’nın önemini anlatmak için acaba nasıl biryol izlenmeli, nasıl bir dilde iletişim kurmaya çalışılmalıdır?

    “Siyaset” kavramından “siyasi yandaşlığı” anlayan bazı meslek kuruluşlarımız, geçek siyasetin, Kamu Alımları ve benzeri konuların üzerine gitmek olduğunu acaba şimdi idrak edebiliyorlar mı?

    Cumartesi, 23 Nisan 1994

  • BİRBİRİYLE BAĞDAŞMAYAN İŞLER!

    Genelde ekonomimizi, özelde ise ticaret hayatımızı olumsuz etkileyen bir sorun, ayrı ayrı yapıldığı takdirde rekabet ortamını olumlu etkileyen işlerin, birleştirilerek yani aynı kişi(ler)in kontrolları altında yapılması halinde olumsuzluklar üretmesidir.

    Bu soruna örnek konuların başında, ticari şirketlerin kendilerine ucuz finansman kaynağı temini amacıyla banka kurmaları gelmektedir. Bankaların, topladıkları mevduatı, mevduat sahipleri açısından en verimli şekilde değerlendirip onlara en fazla nemayı, kredi talep edenlere ise en ucuz maliyetli krediyi verecek şekilde değerlendirmeleri gerekir.

    Bu ise bankanın, yatırım ve kredilendirme konularında “peşin angajmanlar içinde” bulunmaması demektir. Ticari gruplar içinde banka kurulması halinde ise bu koşula uyulabilmesi her zaman mümkün değildir. Bankanın da içinde bulunduğu gruba ait şirketlerin kredi talepleri öncelik taşıyacaktır.

    Bu soruna, girişim özgürlüğünü zedelemeksizin getirilebilecek bir çözüm, bankaların tüm kredilendirme işlemlerine ilişkin bilgilerin şeffaflığının sağlanması, tasarruf sahiplerinin de bilgilendirilerek, kendilerine en uygun güven ve nema kompozisyonunu sağlayabilecek bankalara yönelmelerinin teminidir.

    Bu soruna ikinci örnek, basın, radyo ve televizyonların (BRT) ticari faaliyette bulunmalarıdır. BRT, kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi amacıyla donatıldıkları yetkileri (kamu görevi yaptıkları için sağlanan ek özgürlükler), ticari amaçlarını desteklemek ya da daha kötüsü, karşı ticari girişimleri caydırmak amacıyla kullanılamamalıdır.

    Aksi halde, başka kurumlardan ayrıcalıklı haklara sahip bu kurumlar, kendi aralarındaki ticari rekabet ya da devletle olan ilişkileri uğruna, toplumun doğru bilgilendirilmesi işlevlerini kötüye kullanmış olacaklardır.

    Bu konuda kullanılabilecek genel bir ilke şudur: “Kişi ve/ya kuruluşlar, bir alandaki rekabeti önleyecek şekilde bir araya gelemezler. Kuruluşlar, belirli bir görevi yapmak için donatıldıkları yetkileri bir başka amaçla kullanamazlar”.

    Anayasanın ilgili maddesinin değiştirilmesinden sonra çıkarılacak olan radyo TV yasasının bu konuda gerekli düzenlemeleri de içermesi için ilk girişimimi bu makale aracılığıyla yapıyorum. Tüm ilgililerin dikkatlerine sunulur.

  • ÇAPRAZLANMIŞ MAYO ASKISI NE ANLAMA GELİYOR?

    Geçtiğimiz günlerde yapılan Dünya Güreş Şampiyonasına katılan ülke güreşçileri içinde yalnızca Türk milli takımına özgü bir özellik vardı: Güresçilerimiz -istisnasız hepsi-, mayo askılarını çaprazlıyor, böylece omuzlarından kaymasını önlüyorlardı. Rakiplerinin ise böyle bir sorunu yoktu. Hem, mayo tasarımları, askıları düşmeyecek şekilde yapılmış, hem de herhalde kullandıkları kumaş daha farklı seçilmişti. Bu da bir teknolojidir ve bizim dışımızda herkes bu teknolojiye sahiptir.

    1948 Dünya Güreş Olimpiyatlari sırasında, radyodan güreşleri anlatan rahmetli Eşref Şefik`in sürekli olarak yine mayo askılarından yakındığını yaşı uygun olanlar hatırlarlar. Minderlerde fırtına gibi esen Türk Güreşçileri yalnızca mayo askılarıyla başa çıkamazlardı.

    O tarihlerde yeterli deneyim birikimi olmadığı için mayo askıları biraz çekilir, fazlası ensede düğümlenirdi. Çaprazlama yöntemi daha sonraları Türkiye`nin gelişimine paralel olarak güreşçilerimiz ve eski güreşçi olan antrenörlerimizce geliştirildi.

    Türklerin Dünya yüzünde kimselere benzemeyen biricik ulus olduğu fanatik milliyetçilerimizce dile getirilir ama pek kimse inanmazdı. Askı çaprazlama konusundaki gerçek biricikliğimiz, bu savın doğru olduğunu gösteriyor.

    Dünya yüzünde, güreş mayolarının askılarının kaymasını önleyebilecek bir tasarım ve/ya kumaş üretimini ve/ya ithalatını beceremeyip, sorunu “çaprazlama” yoluyla çözen tek milletiz.

    Polislerimizin elbiselerinin de benzer biçimde tasarım ve üretim teknolojilerinden nasibini almamış olduğu, yanmaz -daha doğrusu yanmayı sürdürmez- olması gereken bu elbiselerin, birkaç yıl evvel İstanbul Kumkapı’da bir bina yıkımı sırasında nasıl yandığı herhalde hatırlanacaktır.

    Maden işçilerimizin, yıllardır kendilerine verilen iş elbiseleri yerine kendi uyduruk pantalon ve gömleklerini giydiği, diğerlerini de yer bezi yaptıklarını hatırlarım.

    Bu denli yoğun sorunlar yumağı arasında, “çaprazlanan güreş mayosu askısı” sorunu çok gayri ciddi görünüyor değil mi? Ama lütfen biraz zaman ayırıp, Kızılay çadırları, trafik terörü, laik-müslüman çatışması ve hatta deprem sonrası sorunlarla çaprazlanmış güreş mayosu askıları, polis ve madenci elbiselerinin tasarımsızlığı ve teknolojiye uzaklığı arasındakı ilişkiyi inceleyiniz. Bakın ne ilginç gerçekleri göreceksiniz.

    Devletin araştırma geliştirmeye yeterli para ayırmadığı için pırıl pırıl kabiliyetli insanlarımızın harcanıp gittiği palavrası ile beyinlerimiz yıkana gelmiştir. Bilim ve teknolojide niçin geri kaldığımız sorusu yöneltilen herkes, ya devletin daha çok para ayırmasını ya da bilim ve teknoloji konusunda ayrı bir başbakanlık -neredeyse- kurulması gerektiğini dile getirir.

    Mayo askılarına dikkatli bakalım. Bu konuyu çok düşünelim. Çok bilmiş tavırlarla herşeye hemencik teşhis koyanların koşullandırıcılığından, paradigmalarımızdan sıyrılarak bu işi düşünelim.

    Ne görüleceği herkese göre değişebilir. Ama bir şey bellidir: tembel hizmetçinin herşeyi halı altına süpürmesi gibi tüm eğriliklere koyduğumuz, “benim dışımdakilerin yetersizliği” tanımızın nasıl bir afyon olduğunu görme imkanımız doğacak. Eğer mayo askılarını yeterince önemsersek!

  • “BİRLİK”, NİÇİN BU DENLİ ÖNEMSENİYOR?

    Ülkemizin “birlik” ve bütünlüğünü parçalamaya yönelik eylemler….

    Solda “birlik” nihayet gerçekleşti….

    Sağda “birlik” ancak ANAYOL ile olur…

    Sözcüğün ve ona yüklenen anlamın bu denli yoğun kullanımı sonunda, “birlik” bir çeşit dokunulmazlık kazandı. Artık hiçbir babayiğit çıkıp da mesela “solda birlik bir yarar getirmez” ya da “milli bütünlüğümüz korunduğu sürece birlik önemli değildir” diyemez.

    Bu denli meraklı olunan bu “birlik” nedir? Bu konuda bir anket yapıldığı yolunda bir bilgi mevcut değildir. Sözlüklerde ise “birlik”, yine kendisi kullanılarak açıklanmaktadır. Örneğin TDK sözlüğünde birlik, “birleşmiş, bir arada olma durumu, vahdet, Türk milletinin birliği” gibisinden ne olduğu değil nerelerde kullanıldığı belirtilerek açıklanmıştır.

    Buralardan zorlamayla da olsa çıkarılan anlam, “farklılıkların bulunmayışı, var ise yok edilmesi” olabilir. Çünkü “bir”in en belirgin özelliği “çokluk” olmayışıdır. Çokluk farklılık demek olduğuna göre, demek ki birbirinden “farksızlık”, “birlik” anlamına gelmektedir.

    “Birlik”in ne olduğu zor da olsa böylece ortaya çıkınca ikinci soru, “birlik olmazsa ne olur?” ya da “farklılıklar bulunursa ne olur?” gibisinden bir soru olmalıdır. Çünkü, bu soru’nun yanıtı verilebilir ve mesela “farklılık”ın pek de kötü bir şey olmadığı, hatta iyi yönetilebildiği takdirde büyük imkanları da içerdiği anlaşılırsa, bugüne kadar bir öcü gibi gösterilen “birliksizlik” bu defa saygın bir anlam kazanacaktır.

    Hatta daha da düşünülürse, belki, “birlik” denilen bu “farksızlıştırma”nın, insanlarımızı bir sürü olarak kabul eden -ve de bundan pek mutlu olan- uyanıkların icadı bir afyon-kavram olduğu da ortaya çıkacaktır.

    Farklılık kavramından korkulmasının olası nedeni, farklılıkların yönetiminin güç olması, beceriye ihtiyaç göstermesidir. Hangi düzeyde bir işi yönetmek olursa olsun, farklılıklar daima ince düşünmeyi, uzlaşmayı, çaba harcamayı gerektirir.

    Toplu yemek servisi yapma işini yönetmek durumunda olan bir kişinin hiç hoşlanmayacağı bir tablo herhalde, vejeteryan, musevi, müslüman ve şeker hastalarından ibaret bir topluluğa servis yapma zorunluğudur.

    Günümüzde terkedilmeye başlanan ve sanayi üretiminin yıllarca temel felsefesini oluşturmuş bir yaklaşım, müşteri istekleri ne olursa olsun onlara aynı ürünleri sunmak’tır. Bugün artık neredeyse her müşterinin özel isteklerine göre ürün üretme yöntemi geçerlidir. Peki, tek tip ürün üretmek yerine yüzlerce farklı tip ürün üretmek güç değil midir?

    Solda üç parti yerine mesela otuzüç parti bulunsa ne olacak, daha büyük curcuna olmayacak mıdır?

    Farklı ürün üretmenin ya da otuzüç parçalı bir solu (ya da sağı) yönetmenin güçlüğü parçaların çokluğundan değil, bu iş için gereken yönetim becerisinin eksikliğinden kaynaklanır.

    Nitekim tek ürün üretiminin ya da parçalanmamış bir ideolojinin de pekala (ve hatta daha çoklukla) sorunlarla baş edememesi mümkündür.

    Farklı parçaların bir “bütün” oluşturması, “networking” denilen yöntemle mümkündür ve bunun en güzel örneklerinden birisi de çok sesli müziktir.

    Çok çalgılı-tek sesli müzikle karşılaştırıldığında, az çalgılı-çok sesli müzik daha güzel değil midir? Aslında, tek çalgılı-tek sesli (örneğin bir ney taksimi) ya da çok çalgılı-çok sesli (örneğin rap) müzik de güzel ya da çirkin olabilir. Bunu belirleyecek olan müziğin “bütünlüğü”dür. Senfoni ile kakafoni’yi ayıran bütünlüktür. O halde önemli olan “birlik” değil “bütünlük”tür. Bütünlük, iyi yönetimin işaretidir.

    Networking’in araçlarından birisi de “platform teşkili”dir. Bir ulusu oluşturan kimlikler, bir ideolojiyi oluşturan partiler, bunların bir “bütün” teşkil etmesini sağlayabilecek platformlar’a (yani, aralarındaki iletişimi sağlayabilecek ortamlara) sahipseler, bu farklılıklar zarar değil yarar getirir. Bu platformlar yok ise hiçbir “birlik” olma çabası bütünleşmeyi sağlayamaz. Solda da sağda da!

    Pazar, 19 Şubat 1995

  • ÇİN İŞKENCESİ !

    Televizyon ve radyolarda zaman zaman terör mücadelesi ile ilgili acı haberler yer alır: “filan yerdeki çatışmada iki er ve bir polisimiz şehit düşmüştür” gibi..

    Ondan sonra başka haberlere geçilir.

    Acaba bu haberleri medyaya verenler, haberi hazırlayanlar, onaylayanlar, hiç kendilerini o yörelerde görev yapan kişilerin yakınlarının yerlerine koymazlar mı? Bir ölüm haberinin, yakınları oralarda görev yapan onbinlerce insanı birdenbire nasıl bir endişenin içine attığını anlamak için çok yüksek bir izan düzeyine sahip olmak gerekmez.

    Lütfen hiç kimse çıkıp da, vatandaşın “zaten” bilgilendirildiği, birliğine başvurursa gerekli bilginin verildiği gibi gerçekle ilgisi olmayan açıklama yapmasın. Bunun böyle olmadığını, başına bu tür iş gelmişler çok iyi bilirler. Resmi makamlara vatandaş ulaşamaz. Ulaşsa da kimse bilgi vermez. İnanmayanlar bizzat deneyebilirler.

    Muhtemelen bu yazıyı okuyacak yetkililerin tepkisi, “bu kadar önemli işin içinde bir de bununla mı uğraşalım” olacaktır. Ama unutulmasın ki bu tür basit görünüşlü -ama aslında en önemli konu olan- sorunları çözemeyenler, bunlarla ilgilenmek gereğini duymayanlar, daha karmaşık sorunları hiç çözemezler.

    Bunun için yapılacak basittir: Ya bu tür ölüm haberleri, mutlaka adlarla birlikte verilir ya da kolay hatırlanabilir ve parasız çevrilen bir telefon numarası kanalıyla arzu edenlere acı haberin ayrıntıları verilir. Haberin yayımlandığı anda yeterli bilgiler yoksa, bilgi hangi anda gelirse bütün TV kanallarına anında iletilip alt yazı olarak vatandaşın bilgilendirilmesi sağlanabilir.

    Buradaki sorun, bunun nasıl yapılabileceği değildir. Daha başka onlarca yol bulunabilir. Sorun, bu ihtiyacı duymayan, vatandaşa bu tür bir eziyeti kamu görevlisinin doğal bir hakkı sayan ya da bunlar değilse bu basit önlemleri düşünemeyecek kadar aklı kıt görevli ve yetkililerle birlikte yaşamak zorunluğumuzdur.

    Bu tür basit sorunları çözebilecek sistemleri dahi kuramayan toplumumuzun, az sayıdaki Kaynak Sorunu’ndan birisi de “Sistem Kurma Becerisi Yetmezliği”dir.

  • DOLAR YÜKSELİRSE İHRACAT ARTAR MI, ARTARSA NE KADAR ARTAR ?

    “Tartışmasız doğru” lar daima büyük aşamaların (breakthrough) anahtarı olmuştur.

    Newton Fiziği uzun yıllar tartışmasız doğru varsayılmış, neden sonra doğru olmadığı anlaşılmış ve “Görelik Kuramı” böylece ortaya çıkmıştır.

    İşlerin olabildiğince parçalanması ve her parça üzerinde olabildiğince uzmanlaşılması da yönetim bilimin “tartışmasız doğrusu” olarak kabul edilmiş ve sonunda onun da doğru olmadığı anlaşılıp bugünün Toplam Kalite, Reengineering gibi kavramlarına varılmıştır.

    Bir yerli paranın değerinin düşürülüp ihracatın teşviki de günümüzün “tartışmasız doğru”larından birisidir. 1 dolar 10.000TL iken ihraç edilemeyen 50.000TL yani 5 dolar değerinde bir tişört, dolar 20.000TL ‘na çıkınca 2.5 dolara düşecek ve bu defa ihraç edilebilir hale gelecektir. Tabii ki bu, TL kullananların fakirleşmesi anlamına gelecektir ama ihracat da artacaktır. Bu bir, “tartışmasız doğru”dur.

    Acaba gerçekten de öyle mi dir?

    Tanesi $5 olduğunda, Taiwan’da üretilen $4 tişörtlerle rekabet edemeyen tişörtler, doların devalüe edilmesi durumunda $2,5’a düşmekte ve Taiwan’a karşı bir üstünlük elde edilmektedir.

    Burada birkaç varsayım vardır: Birincisi, Taiwan’lı üreticilerin fiyatlarının esnekliğinin olmadığı, Taiwan’lıların fakirleşmenin alt sınırına gelip dayandıklarıdır.

    İkinci varsayım ise, Taiwan’lıların fiyatlarını $2,5 ‘ın altına düşürmelerini sağlıyabilecek yeni geliştirmeler (innovation) yapamayacaklarıdır.

    Üçüncü varsayım, Taiwan hükümetinin ekonomik gücünün, belirli bir süre -Türk üreticiler pes edene kadar- gizli ya da açık desteklerle $2.5’ın altına inmeyi finanse edemeyeceğidir.

    Dördüncü varsayım ise, Türkiye ekonomisinin, Dünyadaki tüm rakiplerin ekonomilerinin gücünün toplamından daha güçlü olduğu ve bu rekabet savaşını direnerek kazanabileceğidir.

    Hemen görülebileceği gibi, ayrıntılarına inilmeden “tartışmasız doğru” kabul edilen bir varsayım, ayrıntılara bakıldığında hiç de öyle değildir.

    1980’den sonra dış pazarlara açılan Türkiye’nin ihracatını beş’e katladığı doğrudur. Hatta o açılmaya paralel olarak iç pazardan çekilip ucuzlatılarak (devalüasyonla) dış pazara satılan malların yerine gerçek rekabet gücü olan üretim teşvik edilebilseydi bu gün ihracatımız hala artmaya devam da edecekti.

    Ama bu yapılamadığı için bu defa iç pazarda fiyatlar ve ona paralel olarak ücretler artmış (yüksek enflasyon) ve ürünlerin rekabet gücü azalmıştır.

    Devalüasyon, kısa dönemde rekabet gücünü artırmakta ama geçek rekabet gücü olan yani teknoloji üretimine dayalı olan üretimle desteklenmeyince ihracat artışı durmakta, ithalat ise aynı hızda azalmadığından bu defa dış ödemeler dengesi bozulmaktadır.

    Bu yanlış hesabın nedeni, geçek rekabet gücü olan üretimin ne demek olduğunun bilinmeyişi, anlaşılmaya çalışılmayışı, parasal araçlarla oynayarak ekonomik gelişmenin gerçekleşebileceğinin sanılmasıdır.

    “Türk ekonomisinin sorunu üretim değildir!” teşhisinin nasıl bir saatli bomba olduğunu bilmem görebiliyor musunuz?

  • BİR AKILDIŞILIK ÖRNEĞİ: KALDIRIM KENARI SÜPÜRME MAKİNESİ !

    Zaman zaman, caddeyle kaldırımın birleştiği yerlerde biriken tozları süpürmeye çalışan otomatik süpürge kamyonlarını hep görmüşsünüzdür.

    Paralarını, otomat süpürgeler yerine başka yerlere çarçur eden belediyelerimizde ise toz emme yerine daha ilkel bir yöntem uygulanır: toz dağıtma!. Bir veya daha fazla sayıda kravatlı temizlik işçisi, ellerindeki süpürgeleri kullanarak birikmiş tozları etrafa dağıtırlar ve büyük bir toz bulutu kaldırırlar.

    İlginç olan nokta, hiçbir konuda bir birliktelik sağlayamayan ülkemizde bu acayip konudaki akılalmaz birlikteliktir. Türkiye’nin her yerindeki temizlik işçileri, bu işi aynen böyle yaparlar. Belediye başkanlarımızın temizlik anlayışlarını yansıtan bu olguya dikkat edilmelidir..

    Geliri daha fazla olan Belediy’lerimizde kullanılan süpürge makinelerine ise, bir kısım insanımızın hayrınlıkla bakıp ne kadar kısa sürede kalkındığımızı düşünmesi de mümkündür.

    Ancak gerçek, bu makinelerin, kronik hastalığımız olan akıldışı toplum yaşamı’nın sayısız örneklerinin en ahmakçalarından birisi olduğudur.

    Bu süpürge makinelerinin ya da kravatlı temizlik (!) işçilerince yürütülen toz dağıtma -aslı mikrop dağıtmadır- işlemlerinin alternatifi, “bu tozların kaynakları nerelerdir?” sorusunun sorulmasından ibarettir.

    Bu tozların kaynaklarının nereleri olduğunu akıl edemeyecek çok sayıdaki yetkilimize önerim, beş adet ilkokul üçüncü sınıf öğrencisine bir beyin fırtınası yaptırmaları ve ortaya çıkaracakları toz kaynaklarının, nasıl engellenebileceğini yine onlara sormalarıdır.

    Hala, en önemli sorunumuzun kaynak yokluğu olduğunu düşünüp para bulmaya çalışanların aklına şaşayım !

  • BİR PORSİYON NAMUS YETER Mİ?

    Yerel seçimler yaklaştıkça hemen tüm adaylar bir temizlik yarışına girdiler. Bu, halka karşı gösterilebilecek bir saygıdır ve ne denli samimi olursa olsun iyi bir gelişmedir.

    Ancak, halkımızın özlemini çektiği temizlik yönünde bu sevindirici eğilim, bir gerçeğin de gözden kaçmasına yol açmamalıdır: Belediye yönetimlerinin küçük ve güçlü olacağı ve hatta Başkanlık dışındaki görevlerin tümünün, mal ve hizmet alımı biçiminde gerçekleşeceği günler gelinceye kadar, Başkan’ın namuslu olması hiçbirşey ifade etmeyecektir.

    Belediye bütçelerinin neredeyse tamamını içen Belediye kadrolarının da “temiz” olmasının sağlanması ise Başkan’ın temizliğinden çok daha önemlidir.

    Hatta, Başkan ve kadrolarının temizliği de, Başkan’ın partisinin “kamu pastasından pay” istekleri yanında fazla önem taşımamaktadır. Dolayısıyla, karşımıza dikilip “ben temizim” diyenlerin, seçildikleri takdirde ilişkide bulunacakları bütün bu kadroların temizliği konusunda da biraz düşünmeleri ve biraz yutkunarak konuşmaları iyi olur.

    Bugüne kadar Belediye’lerdeki çeşit çeşit kirlilik iki kaynaktan gelmiştir: Belediye’nin mal ve hizmet alımları ile belediye kadrolarının partililere peşkeş çekilmesi!

    Şimdi Başkan adaylarından beklediğimiz, bu iki konuda halka söz vermeleridir. Belediye alımlarının saydam yapılacağı, partililerin kayırılmayacağı ve kadroların kimseye peşkeş çekilmeyeceğine söz verebilen ve bu sözünün arkasında durabilecek cesareti olanları şimdiden kutlamalıyız!