• EKONOMİK YENİDEN YAPILANMADA

    M.P.M.’NİN ROLÜ NE OLMALIDIR?

    A.B.D. ekonomisi, dışarıdan bakıldığında sanılabileceği gibi dev şirketlerin değil çok sayıda küçük kuruluşun omuzları üzerindedir. Ekonomisinin % 47’si küçük boy şirketlerce oluşturulur.

    Benzer şekilde Japonya da böyledir. Dev dış ticaret şirketlerinin çevresi, onbinlerce küçük ve orta ölçekli firma tarafından sarılmıştır. Bunlar konjonktürel dalgalanmaları absorbe eden amortisörler gibidir.

    A.B.D.’de küçük şirketlerle devletin ilişkisi SBA (Small Business Administration) adında bir federal kurum tarafından düzenlenir. SBA, yüzbinlerce küçük girişimci ile tek tek ilişkide değildir. Bu imkansızdır. Çünkü her girişimcinin ihtiyacı bir diğerinden farklıdır.

    SBA, çok daha az sayıdaki aracı şirketi destekler. Aracı şirketlerin SBA ile ilişkileri basittir: SBA onlara hibe ve kredi sağlar, aracı şirketler de anlaşmaları gereğince bunların ödenmesi gereken kısımlarını SBA’ye geri öderler.

    Diğer yandan, aracı şirketlerle girişimciler arasındaki ilişkiler ise son derece girifttir. Kimi aracı şirket yalnız para (risk sermayesi vb yollarla) sağlarken, bazıları ödünç personel (secondee), diğerleri ise işyeri (teknoparklar vb yollarla) sağlarlar. Bu, devleti ekonominin içine fazla sokmadan ekonomiyi idare etmenin yoludur ve bilinen en iyi yöntemdir.

    SBA son derece küçük kadrolu, ama kadrosu gerçek uzmanlardan oluşan bir kurumdur.

    MPM’nin ekonomik yeniden yapılanmadaki rolünü açıklamak istediğim bu yazıya SBA örneğiyle başlamamın nedeni, çok yaygın bir amaç kümesine hizmet vermek durumunda olunduğunda, liberal bir ekonomik anlayışın nasıl davranacağını göstermek içindir.

    SBA’nin ABD’de üstlendiği rolü oynamak üzere ülkemizde de KOSGEB kurulmuştur. Ancak kısa sürede -tüm kamu kuruluşlarında olduğu gibi- kadroları şişmiştir. Bunun nedeni, girişimcileri destekleyecek aracı kuruluşları desteklemek yerine, girişimcileri bizzat desteklemeye, onlara destek olabilecek hizmetleri bizzat yapmaya kalkışmış olmasıdır. Diğer bir deyişle, devletin gücünü kullanarak girişimcilerle rekabet ederek girişimcileri desteklemek !

    KOSGEB’in bu çıkmaz yoldan kurtarılması için yapılması gerekenler açıktır:

    1. Aracı kurumların yani Girişim Destekleme Şirketleri’nin (Enterprise Agencies) kurulmasını özendirip onları desteklemek ve

    2. Girişimciliği caydıran Kaynak Sebepler’i belirleyip -ki onlar da bellidir- bunların giderilmesi yolunda çaba harcamak.

    MPM’ye gelince: Ekonomiyi yeniden yapılandırmak, ekonomik faaliyetlerdeki -ki, içinde insanın yer aldığı tüm faaliyetlerdir- verimi artırmak ve de gerek konjonktürel gerekse arızi krizleri aşabilmek için MPM’ye düşen görev öncelikle, verimliliğin diğer faaliyetlerden ayrılabilir, onlardan bağımsız olarak yükseltilebilir bir kavram olarak anlaşılması biçimindeki geleneksel yaklaşımı terketmektir.

    MPM’nin -ve sistemini ele almadan verimliliğini artırmaya çalışan tüm kuruluşların- giriş kapılarına büyük harflerle şu yazılmalıdır:

    “VERİMLİLİK ARTIRILAMAZ. ANCAK ONU AZALTAN NEDENLER GİDERİLEBİLİR. VERİMLİLİK, BİR SİSTEMİN AYNADAKİ YANSIMASIDIR”

    Bir söz oyunu gibi görünebilecek olan bu yaklaşım aslında geleneksel ve yeni yaklaşım arasındaki büyük farka işaret etmektedir. Verimliliğin söz konusu olduğu bir sisteme, sistem içi ve dışından etki yapan tüm faktörler etkileşim halindedir. Bunları bir kenara bırakıp yalnızca göze çarpan girdilerin verimliliğiyle uğraşılması her zaman ve yalnızca tek sonuç verir: başarısızlık!

    Bu soyut sözlerin somut bir sonucu vardır: Çeşitli kurum ve kuruluşların, dolayısıyla da ülkenin topyekün verimliliğini artırmayı hedef edinmiş bir kurum olan MPM, sayıları onbinlere varan sistemleri analiz etmek ve geliştirmek gibi yapımı hem imkansız ve hem de yapılabilse dahi -KOSGEB örneğinde olduğu gibi- özel girişimcilerin önünü tıkayacak bir role soyunmuştur.

    Bu durumda yapılması gereken, katalitik bir role çekilmek, böylece fiziki olarak küçülürken etkinliğini (kontrol ettiği alanı) artırmaktır. Bu kavramı daha iyi açıklayabilmek için, evvelce yazdığım bir makaleden şu alıntıyı yapmak istiyorum:

    “KATALİTİK” DEVLET !

    “Hemen her işin devletten beklendiği toplumumuzda, yapılması gereken işlerin başında, devletin işlevinin ne olduğunun (dolayısıyla da neler olmadığının) doğru ve de yalın biçimde tarif edilmesi gelmektedir. Çünkü, her soyut hale gelen kavramda olduğu gibi devlete de, toplumumuzda ve belki diğer toplumlarda, gerçek işlevinin çok ötesinde görevler yüklenilmeye çalışılmaktadır.

    İş bulamayan kişi kendisine iş bulunmasını, rekabet gücü düşük sanayici kendisinin desteklenmesini, iki karış toprağını yirmi kişilik ailesiyle ekip biçen ve yılın yarısında boş oturan köylümüz giderek artan oranlı destekleme alımlarını hep devletten beklemektedir.

    Halbuki devlet, ancak bir kısım insanımızın -gönlünden kopan- vergileriyle oluşan sınırlı bir kaynağa sahiptir ve ancak insanların “ortak ilgileri” ne destek sağlamak zorundadır.

    Bütün bu isteklerin doğru yerlerine oturtulabilmesi için bir yeni kavrama gereksinim vardır: Bu yeni kavram, “katalitik para” dır!

    Katalitik Para, devlet parasıdır ve tek başına hiçbir satın alma gücü olmayan bir paradır. Aynen tedavülden kalkmış bir para gibidir. Ancak insanların ya da kuruluşların kendi paralarıyla biraraya geldiği zaman bir işe yarar.

    Örneğin katalitik para, insanların sağlık giderlerini karşılamada kullanılamaz. Sağlık giderlerinin bir bölümünü karşılayabilecek bir paraya (dolayısıyla bilgi, beceri ve üreticiliğe) sahip insanların paralarıyla katalitik para biraraya gelirse bir işe yarayabilir. Nasıl ki meyva konsantresi tek başına içilmez su ile karıştırılarak kullanılabilirse, katalitik para da tek başına kullanılamaz!

    Ya da vatandaşın konut ihtiyacı devlet parasıyla (katalitik para) karşılanamaz. Ancak insanları tasarruf yapmaya özendirmek için kullanılabilir. Örneğin, konut için yapılacak tasarruflara devlet de katalitik parasından katkıda bulunabilir ve böylece hiçbir bankanın vermediği büyüklükte bir tasarruf faizi ortaya çıkmış olur ve vatandaş da bu çok yüksek faizden yararlanmak için ne yapıp yapıp tasarruf yapmaya çalışır. Sonuçta biriken paranın büyük bir bölümü vatandaşın parasıdır, ama onun birikmesine devletin katalitik parası neden olmuştur.

    Katalitik para, katalitik devlet kavramına dayanır. Küçük devlet katalitik devlettir ve her katalizörde olduğu gibi etkisi de büyüktür. Bu da güçlü devlet demektir.

    Her politikacının, bürokratın ve tüm vatandaşlarımızın ilk öğrenmesi gereken kavram bu olmalıdır. Aksi halde, devlet parasının bu katalitik özelliğini bilmeyen politikacının vaatler denizinde hem kendi, hem bürokratı ve hem de vatandaş boğulur.”

    Evet, MPM’nin rolü, katalitik rol olmalı, verimlilik politikasını hazırlayıp, girişimcilerin kurum ve kuruluşlarla bu politika uyarınca işbirliği yapmasına uygun ortamı hazırlamasıdır.

    Bu yaklaşıma karşı ileri sürülebilecek iki iddia olabilir:

    1. MPM’nin geleneksel denilen yaklaşımı bugüne kadar bir çok kurumda verimlilik artışına yol açmıştır.

    2. Yeni yaklaşımın, MPM’nin yapısını oluşturan üçlüye anlatılıp benimsetilmesi güçtür.

    Bunlara verilebilecek yanıtlar basittir:

    1. Kurumlarımızın verimi o denli düşüktür ki, onlar üzerinde yapılacak en küçük bir iyileştirme çalışması dahi verimin bir miktar artamasına yol açmaktadır. Önemli olan, bu verim artışının karşılığında ne harcandığıdır. Aslında MPM’nin kuruluşundan bu yana harcadığı maddi kaynak, sağladığı yararlar yanında ihmal edilebilir kalır. Ama, MPM’nin verimliliğini ifade etmek için kullanılması gereken oranın paydasında, “geleneksel yaklaşım yerine burada önerdiğimiz yaklaşım kullanılmış olsaydı sağlanabilecek verim artışı” bulunmaktadır.

    2. Galileo bu gibi savların yanıtlarını çok önceden vermiştir: “Sizler haklı olabilirsiniz. Ama Dünya yine de dönüyor!”

    Pazartesi, 06 Mart 1995

  • BİR OKUR MEKTUBU ÜZERİNE!

    Yaşamı boyunca 1500 civarında icat yapmış olan Thomas Alva Edison’a bir hayranı “üstat, bu ne müthiş bir zeka!” biçiminde bir iltifatta bulunur. Edison’un yanıtı ilginçtir: “Zeki olup olmadığım konusunda bir şey diyemem. Ama eğer icatlarımı kastediyorsanız onların yüzde doksan dokuzu ter, yüzde biri de şanstır”..

    Herkesin hayranlık duyduğu Amerika’nın kısa tarihi sokaktaki insanımız tarafından pek bilinmez. Rekabet olgusunun nasıl olup da Dünya’nın dört bir yanından gelen yetmiş iki buçuk millete bu denli egemen olabildiği, neredeyse bu farklı kültürdeki insanlarda bir kültürel genetik oluşturduğu, Oklahoma’daki sahipsiz arazilerin halka dağıtılma biçimini bilmeyenlerce bir gizem olarak görülebilir.

    Abraham Lincoln ve Thomas Jefferson gibi iki başkanın aynı zamanda birer mucit oldukları, Lincoln’ün 0062 nolu patentin sahibi olduğu, ilk işi patent ofiste icat incelemek olan Jefferson’un ise dış işlerinden sorumlu olduğu yıllarda, her akşam üzeri ofisinde icat başvurularını inceden inceye okuyup değerlendirdiğini bilmeyenler, niçin o insanların haftada 6000 civarında icat yapıp para keserken, bizim 120 yılda ancak 6000 icat yapabildiğimizi anlamakta güçlük çekebilirler.

    Yurt dışında yıllarını geçiren çok insanımız vardır. Bunların bir bölümü resmi devlet görevleri için giderler ve de dönerler. İçlerinde mutlaka, gittiği ülkelere derinlikli bakabilen çok kimse vardır. Bir bölümü de gittikleri gibi dönerler, ömürlerinin geri kalan kısmında da oralardaki insanların ne denli medeni, buradakilerin de ne olmadığını anlatır dururlar.

    İşte, gidip de boş gözlerle etrafına bakınmayan okurlarımızdan birisinin bazı gözlemlerini içeren bir mektubu:

    Dün gece televizyonda “Tarih” kanalında çok güzel bir dökümanter seyrettim: Modern Marvels: Transcontinental Railroad, California to Nevada. Amerikan”Ic Savasindan”dan sonra hükümet tarafıdan finanse edilen bu proje 1862’de Sacremento California ve Omaha Nevada dan aynı anda “Union Pasific Railway” ve “Central Pasific Company” adlı iki şirket tarafından başlıyor ve 1869’da bitiriliyor.

    Müthiş bir hikaye. Tabi Amerikalıların tarihe klasik yaklaşımı ile anlatılıyor bu mühendislik macerası. Yani günahlarıyla, hiç acımadan açıklarıyla ve sevaplarıyla hiç alttan almadan. Bu müthiş mühendislik harikası, insan doğa ve hayvan soykırımı ile el ele gidiyor. Yedi sene süren bu mücadele sırasında insanı hayrete düşüren hatalar ve mucizelerle tren yolu tamamlanıyor. Tabii her şey belgelendiği ve fotoğraflandığı için nasil bir proje olduğunu anlayabiliyorsunuz.

    Sierra Nevada sıra dağlarına yapılan tünel resmen iğne ile kuyu kazmaya taş çıkartacak hızda bitiriliyor. En görkemlisi, Sierra’nin granit zirvesinin altına yapılan tünel: Dağın iki tarafından baslanılan delme, 24 saatte 8 inç hızında ilerliyor. Tabi bu arada doğanın güçleri ile kıyasıya bir mücadele var. İsçilerin üstlerine cığ düşüyor, kar fırtınaları durmak bilmiyor ama işçiler hep ilerliyor. Demir yolunun üzerindeki karı küremek için yeni bir takım araçlar geliştiriyorlar. Ya da Utah eyaletinde susuzluktan her 14 milde bir su tankları ve suyu kuyulardan yukarı pompalamak içinde rüzgar değirmenleri inşa ediyorlar. Yani tüm yol boyunca bir buluş ve “challenge” kaynağı olan bir mühendislik projesi gerçekleşiyor. Biz Anadolu/Türk kültürü olarak, yendiğimiz savaşlarla öğünürüz. Bu Transcontinental Railroad insai da aynı bir cihad gibi, tükenmez bir inanç, üstün çaba ve çalışma örneği. Belki de her ülke her kültür, cihad-kahramanlık “kotasını” tarih boyunca öyle ya da böyle bir şekilde dolduruyor. Ya Viyana kapılarına kadar ya da Sierra Dağları içinden!!

    Buraya kadar hikayenin bir yüzü, diğer tarafı ise yüz kızartacak bir utançlar silsilesi. Bütün bu demiryolu insai Amerkan Yerlilerinin topraklarında oluyor. Ve bu arada kızılderililerinin tek geçim kaynağı olan buffaloları da isçileri beslemek icin her gün onlarcasını öldürüyorlar. 1800’ler başında sayısı milyonları bulan, Amerika’nn bir başından bir başına göç eden bu hayvan türü kısa bir süre önce yok olmaya aday türlerden biriydi. Neredeyse ineğin yok olması gibi!!

    Geçtiğimiz yaz Kansas’a gittiğimde korumaya alınmış Buffalo sürülerini gördüm, çok fazla değil bir kaç yüz hayvan. İnanılmaz büyüklükteki bu hayvanların yüzlerinde bir içe dönüklük var, belki de soykırıma uğradıkları için! Ayrıca buffalolar hakkında önemli bir bilgi. Yerliler bu hayvanları bizim modern anlamda hayvancıkla gütmüyorlar. Yerliler bu sürülerin göç yollarında onları takip ediyorlar, yani buffalolar nereye gidiyorsa onlar da oraya taşınıyorlar. Ve yiyecek giyecek ihtiyaçları için bu hayvanları avlıyorlar ve bu hayvanlar onların var olmasına yardımcı oluyor. Ayrıca tren yolunun güzergahı üstündeki ormanlar yok ediliyor. Kızılderililer bu durumdan hiç memnun olmadıkları için isçilere saldırıyorlar ve tabi hepsi öldürülüyor.

    Amerikanın tarihe bu iki yönlü bakışı çok da eski değil. Vietnam Savaşından hic kimse bahsetmemeye çalışıyordu, ırkçılıklarını pek telaffuz etmiyorlardı ama 1980 sonlarından beri Amerika’da tarih artık başka okunuyor. Yukarıdaki tren yolunun hikayesinin iki tarafı da böyle. Amerika bu şekilde yaratılmış. Herkes kendi tartısına koysun bunları ve tartsın.

    Sivas-Erzincan demiryolunun hangi güçlüklerle açıldığını bilen ya da okuyanlar için benzer bir hikaye gibi gelebilir. Ama medeniyetlerin nasıl kurulduğunu göstermesi ve bunların gelecek kuşaklara nasıl aktarılması gerektiğine örnek arayanlar için çok da öğretici olabilir.

    Cumhuriyetin 100ncü yılını kutlama programının tasarımını yapacaklara -eğer anlamak isterlerse- epey ipucu var.

  • İŞKENCE GÖRENLER VE YAPANLAR AYNIDIR !

    Gazeteci Metin Göktepe’nin polis gözetiminde iken ölmesinden sonra yükselen kamuoyu tansiyonu, katil zanlılarının bulunmasından sonra birdenbire düştü. Kana kan isteyen kamuoyu, onbeş kişinin adlarının açıklanmasıyla tatmin oldu.

    Şimdi pekala iddia edilebilir ki, Göktepe’nin gerçek katilleri bu onbeş polis değildir. Belirlenen bu onbeş polis işin tetikçileridir. Cinayeti ise;

    • Bu ve benzer olayların nedenlerini sormayıp yalnızca intikam peşinde koşan,

    • Cinayet, işkence ve kötü muamele’nin aynı kökten gelen değişik şiddette olgular olduğunu; trafikte, devlet dairesinde ya da işe giriş sınavında torpil yaparak ya da yaptırarak birilerinin önüne geçmenin, rüşvet almanın ve de vermenin, bunu alıp vermeyenlere karşı kötü muameleye yol açtığını, onun da işkencenin tohumu olduğunu idrak edemeyen,

    kamuoyu azmettirmiştir. Yani asıl suçlu odur.

    Şimdi bu polisler;

    “Göz altına alınanları hepimiz suçlu olarak görür ve cezasını daha o evredeyken vermeye başlarız. Bu yalnız polisin değil halkın da genel yargısıdır. Ayrıca, olayları çözebilecek eğitim düzeyinde de değiliz. Zanlıları döverek olay aydınlatmak, insanları döverek terbiye etmek bize amirlerimizden, onlara da amirlerinden geçmiş olan bir gelenektir. Bu gelenek yalnız poliste değil, okulda, evde, sokakta, kışlada ve akla gelebilen her yerde böyledir.

    Yaşamım sırasında temas içinde olduğum herkes, elindeki imkanlar nisbetinde bana kötü muamele ediyor ve bu yolla kendilerine yapılan kötü muamelenin acısını benden çıkarıyorlar. Yaptıkları muamelenin bir nedeni de işlerini iyi yapabilecek şekilde sistemlerin kurulmamış ve onların da buna göre eğitilmemiş olmalarıdır. Ben de elimdeki yetkileri, kötü muamele dengesini kuracak biçimde kullanıyor ve başkalarına kötü muamele ediyorum. Kötü muamelenin dozunu kaçırdığımız doğrudur, bundan dolayı suçluyuz. Ama suçun bütünü de bizim değildir. Maruz kaldığımız bunca kötü muamele ruhsal sağlığımızı da bozmuştur. İnanmayanlar sokaktan rastgele 100 kişi toplayıp ruh sağlığı testlerinden geçirsinler. Başka ülkelerde yüzde onlar civarında olan ruhsal bozukluklar bizim toplumumuzda çok daha yüksektir.

    Aklın ve bilimin önderliğinde anlayıp çözmeniz gereken bunca sorunun en son halkası olan olayları çözmeyi, eğitimi, sağlığı ve içinde yer aldığı sistemi yetersiz olan bizlere bırakmak ve ondan sonra da elindeki tek imkan olan dayağı kullanan bizleri suçlamak haksızlık değil midir?

    Bireylerin bir hiç, bireyciliğin ayıp olduğunu, tek korunması gerekenin devlet olduğunu, bu amaçla tüm yapılacakların meşru sayılmak gerektiğini, hepimizin devlete feda edilebileceğimizi öğretip şimdi de devleti yıkmak peşinde olduğunu tahmin ettiğimiz bir kişiyi dövdüğümüz için niçin tepki gösteriyorsunuz? Bu yaptığımız devlete hizmet değil midir? Bizi sorgularken döven polis arkadaşlarımız, Metin Göktepe’yi dövdüğümüz için mi yoksa işi berbat edip öldürdüğümüz için mi kızıyorlardı?

    Devleti akılla bilimle korumayı beceremeyip de bu işi bizlere ihale eden laf ebesi aydınlarınızın bu işte suçu yok mudur?

    Birbirine kötü muamele eden bu kadar insan varken, bunu olağan kabul edip, yalnız ölümle sonuçlanan kötü muamelelere tepki gösteren sizler esas suçlular değil misiniz? Bizi cezalandırın ama kendinizi de unutmayın!” diye kendilerini savunsalar, buna kim çıkıp da yanlış diyecektir.

    Şimdi karşımızda onbeş gariban kişi var. Bunlar kelimenin tam anlamıyla “gariban” kişilerdir. Şaşkın şaşkın başkalarından farklı ne yaptıklarını anlamaya çalışıyor ve belki de öldürdükleri kişinin cesedini niçin daha uzak bir yere atmadıkları için kendilerine kızıyorlardır.

    Bu polislerin cezalandırılmasının, benzer olayları önleyeceği inancında olan safdiller bulunabilir. Gerçekten de bundan sonra gözaltında iken vukubulacak ölüm olaylarında büyük bir düşüş meydana gelecek, hatta sıfıra düşecektir. Ama, ölmeden kötü muamele görenlerin sayısında da bir tırmanış meydana gelecektir.

    Toplam kalite konusunda verilen bir örnek, bu duruma pek uygundur: Bir bankada veznedarların açık ya da fazla vermelerini önlemek isteyen yönetim, bir genelge yayımlayarak açık ya da fazla veren veznedarların derhal işten atılacağını duyurur. Bu sert önlem üzerine ertesi günden itibaren hiçbir veznedar açık ya da fazla vermemeye başlar. Bunun nasıl olup da o güne kadar becerilemediğini merak eden bir yönetici, veznedarların aralarında bir havuz oluşturduklarını, fazlaları bu havuza koyup açıkları bu havuzdan karşıladıklarını görür. Yani açık ve fazla verme işlemlerinde bir değişiklik yoktur, yalnızca sert önlem dolayısıyla yanlışı yönetimden gizleyecek basit bir çare bulunmuştur!

    Ne olduğunu, kimin yaptığını değil niçin olduğunu soran insanlar haline gelmedikçe bu işler bitmeyecek, yalnızca şekil değiştirecektir. Pazartesi, 29 Ocak 1996

  • FELAKET, GELİYORUM DİYOR VE GELİYOR!

    Sakatlık kaynaklarının sıralanmasında baş sıralarda yer alan bir neden grubu “ev kazaları”dır. “Trafik kazaları”nın bu sıralamada önemli bir yer tuttuğunu herkesin bilmesine karşın acaba “ev kazaları” niçin yaygınlıkla bilinmez?

    Neden basittir; çünkü, ev kazaları son derece geniş bir alana dağılmıştır ve dahası bu tür kazaları raporlayan bir sistem de mevcut değildir. Halbuki buna karşılık hemen her trafik kazası rapor edilir.

    Yaşamın çeşitli kesitlerine dağıldığı ve rapor edilirken aynı neden ile açıklanmadığı için, toplumun dikkatinden kaçan bir olgu, patlayıcı gaz veya toz içeren iş yerlerindeki kazalardır. Kamuoyuna daha açık olup, herkesçe tehlikeli olduğu bilinen benzin istasyonları, tüpgaz bayileri ya da dolum tesislerindeki kazalar sık sık gündeme gelir. Buna karşın, aynı derecede tehlikeli olan diğer gaz veya toz patlaması riski içeren iş yerleri konu edilmez.

    Hububat siloları, boya üretim fabrikaları, boyama atölyeleri, film yapım ve basım stüdyoları, zeytinyağı üretim tesisleri, petrol rafinerileri, şeker fabrikaları ve doğalgaz tesisleri, bu tür risk içeren yerlerden “çok az” bir kısmıdır.

    Bir kaç yıl önce İstanbul Tuzla’da meydana gelen tanker yangını ile son benzin tankeri yangını, kapalı bir ortamda oluşan patlayıcı gaz atmosferinin ne denli büyük bir tehlike olduğunu kanıtlamıştır.

    Bu tür kapalı alanlarda belirli bir yoğunluğa erişen herhangi bir gaz ya da toz, herhangi bir ateşleme kaynağınca ateşlenebilir.

    Örneğin un değirmenlerinde havaya dağılıp “asılı” hale gelmiş un, ya da demir-çelik imalhanelerindeki havada asılı metal tozu, aynen benzin buharı gibi patlayabilir.

    Medeniyet çeşitli şekillerde tanımlanabilir. Bunlardan birisi de belki, “medeniyet, enerji türlerinin yoğunlaştırılıp saklanması ve kullanılması demektir” şeklinde olabilir.

    Mutfaklarımızda kullanılan 25 kg’lık bir tüpgazın içinde saklı bulunan enerji, 1 tonluk bir kayanın yaklaşık 200 metre yukarıdan düşmesi halinde kazandığı enerjiye eşittir.

    Bu kadar yoğun enerjilerle burun buruna yaşamanın ön-koşulu, bunların yaratabileceği potansiyel tehlikelerin farkında olmak, farkında olunmaması halinde ise bunun faturasını ödemeye hazır olmaktır.

    Bu riskleri en aza indirmenin medeni Dünya’daki yolu, patlama tehlikesi mevcut olan ortamlarda kullanılan ve kıvılcım yaratabilecek tüm donanımı sertifikalandırmaktır.

    Türkiye’de bu amaçla kurulmuş ve yetkilendirilmiş bulunan ilk istasyon, halen Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu bünyesinde ve Maden Dairesine bağlı olarak çalışmaktadır. TSE ise bazı sertifikalandırma işlemleri için İzmir’de bir istasyon açmıştır.

    Potansiyel patlama riski içeren tesislerin, bu istasyonlardan sertifika almaları yasal bir zorunluk ayrıca da sağduyunun gereğidir.

    Bununla beraber, mahalle aralarına kadar yayılmış bulunan benzin istasyonlarında kullanılan benzin pompalarının elektrik donanımlarının sertifikalandırılması zorunluğu, bir süredir – inanılmaz bir biçimde- kaldırılmıştır.

    Halkımızın tüm bireylerinin, örneğin Hepatit -C ya da alevsızdırmazlık konularında uzman olmasını beklemek mantıklı değildir. Yarın bir gün bu nedenle doğabilecek bir patlama ve felaketin nedeni belki sokaktaki insanlarca anlaşılmayabilecektir. Ama kamu otoritesinin bunu bilmek ve açıklamak zorunluğu sürecektir.

    Yoğun enerjilerle bu denli yakın yaşamanın gerektirdiği ciddiyet, kapı arkalarındaki uzlaşmaları ya da “bi’şi olmaz” ukalalıklarının dışında tutulmalıdır.

    Felaketlerin tek tek gelmesi, bunlara karşı kamuoyu duyarlığını azaltmaktadır. Ama medeni ve medeni olmayan toplumları ayıran da bu duyarlığın eşik düzeyi değil midir?

  • İSTANBUL 2000’İ “GERÇEKTEN” İSTİYOR MUYUZ?

    Türkiye’nin hemen her yerinde İSTANBUL 2000 olimpiyat çağrısı afişlerini gördükçe aklıma bu soru geldi.

    Lütfen soruya bakarak, “gerçekten de ne demek, tabii istiyoruz, sen istemiyormusun?” demeyiniz. Benim isteyip istemediğim önemli değil, istesem ne olur istemesem ne çıkar?

    Önemli olan, neredeyse ulusal amaç durumuna gelen bu arzunun sonunda hüsrana uğramamaktır.

    Çünkü geçmiş deneyimlerimiz bize gösteriyor ki mazallah öyle bir şey olursa Dünya’ya savaş ilan edebiliriz.

    “Gerçekten” istiyorsak demenin nedeni yine geçmiş deneyimlere dayanıyor. İstediğimiz ve de çok şiddetle istiyor göründüğümüz bir çok şeyin gereklerini nasıl yerine getir(e)mediğimizi bilen bir kişi olarak “istemek” ile “gerçekten istemek” arasındaki farkı bilebiliyorum. “Gerçekten istemek”, istenilen şeyin gereklerini yerine getirmeye hazır olmak, “yalnızca istemek” ise, bu gereklerin ya fakında olmadan istemek ya da fakında olup zaman kazanmak vs gibi bir nedenle istemek demektir.

    Olimpiyatların İstanbul’da yapılmasını “gerçekten” istediğimizi varsayarak, bu iş için çaba harçayanlara yaralı olacağını düşündüğüm bir öneride bulunmak istiyorum. Lütfen şu varsayımdan -eğer böyle düşünüyorsanız- yola çıkmayınız: “Dünya bize düşmandır, olimpiyatları bu yüzden Avustralya ya da Çin’de yaparlar. Ama o ülkelerin sakıncaları vardır. Hakkı olan biziz. Zaten her konuda haksızlığa uğruyoruz.Bu konuda hakkımızı istiyoruz!”.

    Bilelim ki kimse bize -ve de kimseye- düşman -ve de dost- değildir. Daha doğrusu bu işlerin dostluk ya da düşmanlıkla bir ilgisi yoktur.

    Soruyu şöyle sorunuz: “Olimpiyatların İstanbul’da yapılmasını engelleyebilecek sebebler nelerdir?”.

    Soru böyle sorulunca, ortaya bambaşka cevaplar çıkmaktadır.

    Hijyen, güvenlik, ulaşım, yabancı dil(ler) gibi çok sayıda sorun bulunduğu, bunların birer “emir” ile çözümlenemeyeceğini biliyoruz.

    Son çöp patlaması olayı dahi tek başına, yıllarca sürebilecek bir reklam kampanyasının etkilerini silebilecek kadar güçlü bir negatif propaganda konusu olabilir.

    Bunu bizim unutmamız, kendimizi iç göç vs gibi şeylerin arkasına saklamaya kalkmamız belki kendimizi tatmin edebilir, ama başkalarını asla!

    Olimpiyatları gerçekten istiyorsak ve o “engel olabilecek nedenleri” tek tek sıralayıp, onları tek tek giderebilecek önlemleri gerçekleştiremezsek boşuna ümitlenip sonra da feveran etmeyelim.

  • GELİN BUNLARI BY-PASS EDELİM

    Türkiye ne zaman ekonomik ya da siyasal bir kriz ortamına yönelse, bundan endişe duyan herkes, kendince yapılmasını doğru gördüğü önlemleri, bunlar yapılmazsa doğabilecek sıkıntıları dile getirir.

    Bu yalnız ülkemizde değil, herhalde diğer toplumlarda da böyledir. Gelişkin toplumlarda farklı olan ise, yetkili konumlardaki insanların sokaktaki, sokaktakilerin de yetkili gibi konuşmamalarıdır. Türkiye yine bir kriz ortamına gidiyor ve yine aynı “sokak ağzı” konuşmaları dinliyoruz.

    Bugün, aklı başında herkesin şu gerçekleri artık görebilmesi gerekir:

    1. İdare, akıldan uzakta, tutku, nefret, kin gibi ögelerin karışımı bir atmosfer içindedir. İdareye makul olanların tavsiye edilmesi ancak ve yalnız vakit kaybına yol açmaktadır.

    2. Kriz yönetimi -güya-, yıllarca bu ortamı hazırlamış olanların ellerindedir.

    3. Bir ülke, cam sürahi gibi birdenbire parçalanmaz. Parçalanma, uzun bir süreye yayılan, ancak o sürenin sonunda içinde bulunanlarca anlaşılabilen bir süreçtir.

    4. Laik ile olmayan, alevi ile sünni, çalışanla çalıştıran, Türk ile Kürt, yani kendini diğerlerinden farklı sayan her kesim, bu farklılıkların, “parçalanmayan bir bütün” oluşturması gerektiği bilincinden hızla uzaklaşmaktadır. Devlet ise, bu farklılıkları bir bütün olarak bir arada tutmak yerine, “farksızlaştırma yoluyla birlik” sevdasındadır. Farklılıklardan bir bütün oluşturamamanın altında ise, tüm ara tonları reddeden “evet-hayır”, “siyah – beyaz” tabanlı mantık sistemimiz yatmaktadır. Laik-dindar gibi birleştirici bir kavram altında milyonları barıştırmak mümkün iken, bir avuç laik yobaz ve bir o kadar da dinci yobaz’ın arzu ve güdümünde kutuplaşılmıştır. Benzer şekilde, “T.C. vatandaşlığı” gibi bir üst kimlik altında toplanabilecek tüm yurttaşlar, etnik kimliklerini tüm topluma benimsetmeye çalışmaktadırlar.

    5. Aydın kesim denilen ve sokaktaki insanın günlük yaşam rotasından kendini -zaman zaman dahi olsa- kurtarabilen insanlarımız, söylenmekten başkaca görevleri olmadığı inancıyla, kendi dışlarında birilerinin birşeyler yapması gerektiğini savunmakta ve ne zamanlarını ne de çabalarını harcamaya yanaşmamaktadırlar.

    6. Artık ayrılmaz bir özelliğimiz olduğu için rahatsızlık duymadığımız, ama çağdaş insanla aramızdaki derin uçurumu oluşturan düşünce biçimimiz ise, bizi, sorunların nedenlerini merak etmeye değil, nedenleri ortaya çıkarılmamış sorunlara boyuna çözüm (!) üretmeye itmektedir.

    7. İster beğenelim ister beğenmeyelim, bu ülkenin sunduğu imkanlarla ün ve servet sahibi olmuş iş dünyamızın üyeleri, her türlü imkanlarının bir bölümünü bu sorunlarla başedebilecek biricik yöntem olan sivil örgütlenmelere ayırmak zorunda olduklarını hatırlamak durumundadırlar. Zaman zaman beyan ettikleri düşüncelerinin yanısıra, bu ülkede iki sınıf insan olmadığının, birisinin para kazanmak, diğerinin ise ülke sorunlarıyla boğuşmak gibi birer doğal misyonları olmadığını artık anlamak ve bu anlayışın gereklerini yerine getirmek durumundadırlar.

    8. Mevcut sivil toplum kuruluşlarımız, arzu ettiğimiz “küçük devlet”in örtemediği alanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelik ve nicelikte değillerdir.

    Sivil toplum kuruluşlarımız, kendilerine toplumun ayırdığı kaynakları iyi kullanmak, bunun için de hedeflerini doğru tanımlamak ve sonra da bunlara ulaşabilecek beceri ve cesareti göstermek zorundadırlar.

    1. Toplumumuz, tüm sorunlarının başkalarınca çözülmesi boş umudundan vazgeçmelidir. Merkezi idare, bu yanlış beklentiler sonucunda, altından kalkamayacağı kadar ağır bir sorun stokunun altında kalmıştır.

    Bu ağır tabloya ilk müdahale, bu stokun hafifletilmesi olmalıdır. Bunu yapabilecek tek kurum sivil toplum kuruluşlarıdır. Ama ne yazık ki onların çoğunluğu da sorunların tanılanması, çözüm geliştirilmesi ve uygulanmasında aktif roller almak yerine, sorunları merkezi idareye aktaran, ayrıca kendi özel çıkar talepleriyle ilave sorunlar da üreten bir kurum durumundadırlar. Sivil toplum kuruluşları, “yakınan, sorun ihale eden ve yük olan” konumlarından, “mevcut güçlük hatta imkansızlıkları birer veri kabul edip aktif işlev yapan” konuma geçmek zorundadırlar. Hepsinin bir anda böyle bir geçişi yap(a)mayacağı gerçeği dikkate alınarak, iyi örgütlenmiş ve diğerlerine örnek olabilecek birkaç STK’nun bu yolda ilk adımları atması gerekmektedir.

    Özet olarak söylenmek istenen şudur: 1980 ekonomik ve ona bağlı siyasal krizinden çıkış, merkezi idareyle değil piyasa güçleri kanalıyla olmuştur. Bu defaki krizden ise sivil toplum kuruluşları yoluyla çıkabiliriz. Yeter ki onlar, bugünkü tutumlarını gözden geçirip sorun ihale etmekten vazgeçsinler.

    Merkezi idareye hakim olan politik sınıfın kalitesini (nitelik dokusu) kısa dönemde yükseltme imkanı yoktur. Üzerindeki sorun stokunun yükü azaldıktan sonra, bu kalitenin nasıl geliştirilebileceği ve böylece merkezi fonksiyonların nasıl daha iyi yapılabileceği de bir sorun olarak ortada duruyor olacaktır. Ama bu, çözülebilir bir sorundur.

    Cumartesi, 01 Haziran 1996

  • HABİTAT REKLAMLARI KİME NE DİYOR?

    “256 milyon Amerikalı İstanbul’a geliyor”, “6 milyar Dünyalı İstanbula geliyor”. Bir süredir TV’lerde HABİTAT toplantısı için bu ve benzeri reklamlar izliyoruz.

    Bu abuk reklamlar birçok çıkarsamaya yol açabilir. Ama en önemlisi, Türkiye’nin hiçbir konuda kaynak sıkıntısı olmadığı, yalnızca akıl sıkıntısı -had derecede- bulunduğu sonucudur.

    Bu olay tek değildir. Sık sık gazetelerde kamu kuruluşlarının milyarlık reklamları çıkar. Bir ara özelleştirme için benzer ilanlar çıkardı.

    Bunların, akıl eksiğinin yanısıra ikinci bir ortak özellikleri de, kime ne dediğinin belli olmayışı, daha doğrusu hiç kimseye hiçbir şey demediğidir.

    Bununla beraber, bunların tamamen amaçsız, can sıkıntısı ve para bolluğundan verilmiş reklamlar olduğu da zannedilmemelidir. Kendilerine reklam ajansı, halkla ilişkiler bürosu vs gibi adlar yakıştıran ve gerçek reklamcı ve halkla ilişkiler uzmanlarıyla yakın ya da uzak herhangi bir ilişkisi bulunmayan bir kısım uyanık geçinen vatandaşımız, nerede bir fon varsa onun kokusunu alıp bu tür işe yaramaz reklamlarla değerlendirirler. Bu reklamlar üzerinden de %25’den az olmayan komisyonlar alırlar.

    Bu fonların kaynağı ise bazen devlet bütçesi, bazen uluslararası kuruluşların ayırdıkları proje bütçeleridir. Uluslararası kuruluşların bütçelerinin kaynakları ise üye ülkelerden aldıkları paylardır. Dolayısıyla her iki halde de harcanan para vatandaşın parasıdır.

    HABİTAT reklamlarının parası da benzer biçimde Birleşmiş Milletler, yani Türkiyenin katkı payı, yani vergilerimizden karşılanmakta, sonra da bir kısım uyanık insana aktarılmaktadır.

    Bu işe izin verenlerin muhtemelen, “Dünyanın en büyük organizasyonlarından birisi gerçekleşiyor. Bu reklam az bile” diyebilecekleri bellidir. HABİTAT’ın Dünya’nın en büyük organizasyonlarından birisi olduğu doğrudur. Ama bu, mevcut kaynakları, bu büyüklüğe yaraşır bir organizasyon yapmaya harcamanın bir gerekçesi olabilir. Yoksa, organizasyona hiçbir katkısı olmayan, reklamlar yapmanın gerekçesi değil.

    HABİTAT toplantısı sırasında doğabilecek aksaklıklar şimdiden bellidir. Toplantı bittikten sonra bunlara gerekçe olarak para yetersizliği gösterilecek, “bu kadar paraya bu kadar organizasyon denilebilecektir”.

    Bu işleri yönetenlerin dürüstlük ve erdeminden kuşku yoktur. Ama, geniş kadrolarla çalışanların kendilerinin ahlaklı ve dürüst olmaları yetmemektedir. Onların aynı zamanda çevrelerine de dikkat etmeleri, kendilerine teslim edilmiş kaynakları çarçur etmeyecek biçimde çalışmaları da şarttır.

    Peki niçin böyle oluyor? biçiminde bir soru sorulsa, bunun yanıtı ne bu reklamları yapan şirketlerin, ne de yaptıran kamu otoritelerinin kusuru değildir.

    İşte burada ulusça bir eksiğimiz ortaya çıkmaktadır: Bu reklamları izleyen 35-40 milyon vatandaşımız, mevcut iletişim imkanlarını kullanarak bir anda TV’leri, ilgilileri protesto bombardımanına tutmalıydılar. Bunun yapılmayışı, insanımızın henüz bu noktada olmadığını göstermektedir.

    Biz yeterince uyanık olmadığımız sürece başka uyanıklar çıkacaktır. Bu kaçınılmazdır.

    Salı, 21 Kasım 1995

  • DEVLET, NİÇİN VATANDAŞI KENDİSİNE DÜŞMAN EDİYOR?

    Bu yazıda “devlet düşmanı”, alışılmış ağır anlamı ile olmasa da en azından `devlete karşı reaksiyon halindeki’ bir ruhsal durumu anlatmak için kullanılmaktadır. Burada `devlet’ deyimiyle ise en genel anlamıyla kamu yönetimi kastedilmektedir. Bu, belediye, tapu idaresi, trafik polisi ya da Devlet Planlama Teşkilatı olabilir.

    Bu gibi kurumlarla işi olmayan bir vatandaş olmadığı gibi, bu kurumlardan memnun ayrılanların sayısının da “çok az” olduğu bir gerçektir. Bu memnuniyetsizlik, memnuniyetsizliğin derecesine göre basit bir `kızgınlık’ tan, hiç unutulmayacak bir `kin’e kadar geniş bir yelpaze içine dağılmaktadır.

    Bunun nedenlerini irdelemeden önce, memnuniyetsizliğin çeşitli kaynakları olduğuna işaret etmekte yarar vardır. Şöyle ki;

    1. Kasıtlı haksızlıklar

    Herhangi nedenlerle haksız muameleye maruz bırakılanların memnuniyetsizliği,

    1. Kasıtsız haksızlıklar

    Kurallardaki belirsizlikler ya da durumların karmaşıklığı nedeniyle haksızlığa maruz kalanların memnuniyetsizliği,

    1. Suçlu ve güçlüler

    Haksız talebine olumlu yanıt alamayanların memnuniyetsizliği.

    Bu üç grup birbirinden tamamen farklı olsa da, sonuçta devlete karşı duydukları reaksiyonlar birbirinin aynı olmaktadır. Hepsi kırgın, haksızlığa uğramış ve bir biçimde karşılığını çıkarıp tatmin olmak arzusundadırlar.

    İstenilen, insanların devlete reaksiyon değil güven duymalarının sağlanması olduğuna göre her gruba yol açan nedenlerin bilinmesi ve ona göre önlemler geliştirilmesi gerekmektedir. Buna göre:

    1. Kasıtlı haksızlıklar

    Kamu görevlilerinin, çıkar sağlamak ya da bir başka nedenle (kızgınlık, hınç vs) haksızlık yapmalarıdır. Buna yol açan nedenler:

      1. Kalabalık kamu kadroları : Kalabalık kadrolar düşük personel ücretlerine, düşük ücretler ise düşük niteliklere yol açmaktadır.

    Kamu görevlilerinin ve onların hizmet verecekleri insanlarımızın “nitelik dokuları”nın yetersizliğinin, nasıl bürokratik engellere yol açtığını açıklayan bir makale (BÜROKRATİK ENGELLER KALKAMAZ!) EK-1’de verilmiştir.

    Ayrıca, kalabalık kadrolar, işlerin kötü yürütülmesine neden olduğu için kamu hizmetleri de aksamakta, vatandaş hem işi görülmediği için kızmakta, hem de kendisinden çıkar sağlanmak istenmektedir (düşük ücreti telafi etmek için).

    Kalabalık kamu kadrolarının nedeni ise, “iş yaratma”nın bir bilim dalı haline geldiğinin farkında olmayanlar (politikacısı, düşünürü, akademisyeni vs) ve kamu kadrolarını yandaşlarına yaranmak için kullanan siyasi kadrolardır.

      1. Şikayet sistemleri bulunmayışı: Kamu kuruluşlarının, yapmakta oldukları hizmetler hakkında önerisi ve/ya şikayeti olanlar ile iletişim kurabilecekleri birer şikayet sistemi kurmamış olmaları,

      2. OMBUDSMAN yokluğu: OMBUDSMAN adı verilen yargı dışı şikayet sisteminin bulunmayışı,

      3. Sistem kuramamak: Kamu hizmetlerinin yapılması için oluşturulmuş sistemlerin aslen yetersiz ve zamanla daha da dejenere olmuş olması.

    “Sistem Kurma Becerisi Yetmezliği”, toplumumuzun temel sorunlarından birisi olup, hemen her toplumsal sorun içinde payı vardır.

    1. Kasıtsız haksızlıklar

    İnsanlarımızın “nitelik dokusunun yetersizliği” nedeniyle, gerek mevcut mevzuatı yorumlayıp uygularken, gerekse yeni mevzuat koyarken haksızlıklara neden olunmaktadır. Ayrıca, kurulmuş sistemlerin yetersiz olanları da, bunları uygulayanların haksızlıklar yapmalarına yol açmaktadır.

    Bu tür haksızlıklara yol açan ilginç nedenlerden biriside, “haksızlığa uğrayan ya da öyle sanan birisinin, bunun acısını başkalarından çıkarması” olgusudur. Bu, bir çeşit zincirleme reaksiyon biçiminde devam eden ilginç bir süreçtir. Bu durumu açıklayan bir makale (TRANSFORMATÖR), EK-2’de verilmiştir.

    “Kasıtsız haksızlıklar”a karşı yapılabilecek olan, tüm kanun ve ilgili mevzuatının gözden geçirilmesi, ayıklanıp basitleştirilmesi, boşlukların doldurulmasıdır. Ayrıca insanımızda, “karşılıklı haksızlık yaparak rahatlama”nın çıkmaz yol olduğu bilinci geliştirilmelidir. Medyaya bu bakımdan önemli görevler düşmektedir.

    1. Suçlu ve güçlüler!

    En ciddi mücadele edilmesi gereken ve sayıca da azımsanamayacak kesim budur. Bunlar her türlü değeri yıkmayı, her kuralı kendi çıkarlarına uygun gelecek şekilde çiğnemeye kalkan, bunu yapamadığı zaman da “memnuniyetsiz” olan kişilerdir.

    (1)nci grupta yer alan tipte kamu görevlileri, bu gruptaki kural tanımaz insanların ortaya çıkmasını kolaylaştırmakta, özendirmektedir. Yani bu kesimin varlığı, (1)nci kesimdeki kamu görevlilerinin varlığına bağlıdır.

    (1) ve (2)nci gruptaki kişilerin “memnuniyetsizliği”ni gidermek için çaba harcamak ne denli gerekli ve yararlı ise, “suçlu ve güçlü” kesimin memnuniyetsizliğini gidermeye çalışmak da o denli yanlıştır. Yapılması gereken, bu kesimin emellerini engellemektir. Bu ise (1)nci gruptaki önlemlerin alınmasına bağlıdır.

    Özet olarak, vatandaşın çeşitli nedenlerle “memnuniyetsiz”, dolayısıyla da reaksiyoner ve devlete kırgın, hatta düşman hale gelmesi önemli bir olgudur.

    Bu olgu örneğin ayrılıkçı hareketler halinde yaşamsal önem kazanmakta, teröre bir çeşit dolaylı destek anlamına gelmektedir. Genel olarak, devlete, eylemlerinde destek olmak yerine en azından katkıda bulunmama eğiliminide olan bir toplum, birçok yeni sorunun kaynağıdır.

    Bu olguyla başa çıkabilmek için yukarıda sıralanan önlemleri içeren bir “paket” uygulanmasını öneririm.

    Nisan 28, 1993/Ankara

  • DEVLET POLİTİKASI !

    Sanattan ekonomiye, güvenlikten sağlığa kadar hangi konuda bir tartışma olsa, tartışmacıların oy birliğiyle uzlaştıkları tek konu, o konuda bir “politika” olmadığı ve özellikle de “devlet politikası” olmadığıdır. İnanmayanlar, çeşitli açık oturum, panel, forum vs’ye katılıp bunu gözleriyle görebilirler.

    Bu uzlaşıya konu olan “politika”, o konudaki amaç(lar), ilkeler ve araçları tanımlayan ve bir belge haline getirilmiş görüşleri anlatmak için kullanılır. Kamu yönetimi geleneğimiz içinde, “politika dokümanı” denilen belgeleri hazırlama yaklaşımı gerçekten de çok enderdir. Bazı konularda (istihdam, bilim-teknoloji, turizm, halıcılık, arkeoloji gibi) hazırlanıp yayımlanmış bulunan politika dokümanları da iltifat görmemiş ve bir kenara bırakılmıştır.

    Bu eksiğin bir olası nedeni kamu yönetimi geleneğimiz, bir diğeri ise sorun çözme kabiliyetimizin düşük olmasıdır.

    Toplumumuzu oluşturan bireylerin “düşünme biçimi” nedenselliğe değil kalıpçılık ve sezgiselliğe dayalı olup, bir konudaki politikanın ise nedensel düşünme olmaksızın geliştirilemeyişi, bu yetersizliğin kaynağındaki başlıca nedendir.

    Bir diğer ve önemli bir neden ise insanımızın “yuvarlak söz” alışkanlığıdır. Yuvarlak söz, her sorunu kolayca “ifade etmiş gibi” ya da “çözmüş gibi” gösteren bir uyuşturucudur. Politikacılarımız başta olmak üzere aydın kesimin tümünün bu uyuşturucuya müptela oluşu, üzerinde durulması gereken bir sorundur. “Ülkemizin eğitim meselesi ancak bir yeniden yapılandırmayla çözümlenebilir” gibisinden bir laf içindeki eğitim meselesi, yeniden yapılandırma, çözümleme kavramlarının ne olduğunu soran -ve de açıklayabilen- kimse sayısı her halde pek az olsa gerektir.

    Politika yokluğundan yuvarlak söz yöntemiyle yakınanların kendilerinin de bir politika önerisi hazırlayamamaları, bu hastalığın ne denli köklü olduğunu göstermektedir.

    “Devlet Politikası” yokluğundan şikayet ise çok farklı bir konudur. “Devlet Politikası” deyimiyle, siyasi partilerin tümünün üzerinde uzlaştığı ve değişen iktidarların değiştir(e)meyeceği “politika” lar kastedilmektedir.

    Sınırlarımız, ülke bütünlüğü, stratejik çıkarlar ve bu gibi temel ulusal çıkarlarımız konusunda her siyasi parti ya da iktidarın kendi anlayışına göre rota çizmesi tabii ki istenir bir tutum değildir. Bu konularda hiç bir anayasal zorunluk da olmasa toplumun geleneksel anlayışları, doğal birer “devlet politikası” oluşumuna yol açmaktadır.

    Ama her akla gelen konuda, kimse tarafından değiştirilemeyen birer ihtilal yasası gibi politikalar oluşturulması, devlet politikası meraklılarının demokrasi anlayışlarında bir yanlışlık olduğunu göstermiyor mu?

    Değişen yol (ya da yüz) anlamına gelen politika, değişen durumlara göre yol değiştirmek anlamına geliyorsa, devlet politikaları ancak değişmeyen (ya da çok az değişen) durumlarla sınırlı olmalıdır. Bunun aksi, ülkemizde zaman zaman denenmiş ve yarar değil zarar getirdiği görülmüştür.

    Politikayı doğru anlamıyla değil de uygulamada kazandığı olumsuz anlamıyla anlayanlar, politikaları değişmez kılmaya değil, politikanın niçin çirkin olduğuna kafa yormalı ve onu değiştirmeye çalışmalıdırlar.

    Pazar, 26 Şubat 1995

  • DİNAR DEPREMİ, VALİ EMRİ VE DEMOKRASİ

    Dinar depremi sırasında yaşamını yitiren vatandaşlarımızın acısı ailelerinin yüreklerinde yaşayadursun, kamuoyu olayı hemen hemen unuttu.

    Keşke her felaketin arkasından, onlardan gelecek için ders çıkarma amacıyla, nedenlerinin, sonuçlarının ve tekrarlanmaması için yapılması ve yapılmaması gerekenlerin irdelenmesi gibi bir geleneğimiz bulunsaydı !

    Afyon valisi’nin, kısa aralıklarla süren depremler biraz duraklayınca halka güvence verip, “haydi artık evlerinize dönebilirsiniz, deprem bitti” (ya da buna benzer bir telkin ) dediği, vatandaşların da buna güvenip evlirine döndükten sonra büyük depremin olduğu ve büyük can kaybının bu sırada olduğu biliniyor.

    Medya ve kamuoyu, olayın suçlusunu bulmanın rahatlatıcılığı içinde valiye yükleniyorlar. “Sen böyle söylemeseydin bu insanlar ölmeyecekti” gibisinden. Vali de kendisini , meteoroloji yetkililerinden aldığı bilgiyi aktarmış olmakla savunuyor.

    Bir an için varsayınız ki vali çıldırmış ve böyle değil de şöyle konuşmuş olsa: “evet, ben bu güvenceyi bilerek verdim. kaç kişinin inanıp evlerine gireceğini denemek için yaptım” dese acaba ne olur?

    “Delidir ne yapsa yeridir” deyip geçilir ve Tanrı’ya yakarıp “Allahım, lütfen bize artık deli yetkili gönderme, bunlar bizim felaketimize yol açıyorlar” diye dua mı edilecekti?

    Valiyi bu işten sorumlu tutanlar aslında üstü örtülü biçimde şunu söylemek istiyorlar: «Bizim vatandaşımız cahildir. Valinin -ve de hiç kimsenin- bir depremin olup olmayacağını bilmelerine imkan yoktur. Devletin bazı yetkilerini taşıyor olmasının, Tanrı’nın elçisi olduğu anlamına gelmeyeceğini idrakten acizdirler. Ayrıca sağduyuları da cehaletlerini örtecek kadar gelişmediği için aklen malüldürler. Bu yüzden kendilerine ne söylense kuzu gibi yaparlar ! »

    Bu ifade, maalesef valiye inanıp evlerine gidinler için doğrudur. Buradan çıkarılabilecek sonuç, yalnız, bir kısım Dinarlı vatandaşımızın bu nitelikte olduğu değildir. Başka yerlerde de bu nitelikte insanlarımızın bulnması olasıdır.

    Ayrıca, %80’i ilkokul mezunu olan toplumumuzda ilkokulların bu basit bilgiyi dahi veremeyecek kadar işe yaramazlığı da bu olgudan çıkarılabilecek bir diğer sonuçtur. Ama, valinin sözüne inanıpda evlerine giren insanların, Nil nehri uzunluğunu, Urugay’ın ıspanak ihracatını ve Çaldıran savaşında padişah çadırının nereye kurulduğunu ezbere bildiğinden de kimsinin kuşkusu olmamalıdır.

    Demokrasi, onunla yönetilmek isteyen toplumların bireylerinden , başka rejimlerin bireylerinden istediğinden daha fazlasını isteyen güç bir «kendini yönetme» biçimidir.

    Depremin , devlet ya da onun temsilcilerince bilinemeyeceği bilgisi ya da sağduyusuna sahip olmayan bireyler, bu güç rejimi beceremezler. Nitekim, toplumumuzda beceremeyen birey sayısının çokluğu da bunu gösteriyor.

    Demokrasiyi istiyor, ama tam gereklerini bilerek istiyorsak, insanlarımızın niteliğini değiştirmek zorundayız.

    Onu değiştiremiyorsak bu defa ona en uygun rejimi saçmek durumundayız. Her on yılda bir seçtiğimiz gibi !

    Pazar, 15 Ekim 1995