• PARASIZ TANITMA METODLARI

    Bu tanıtma konusu eskiden beri ilgimi çekmiştir. Bu nedenle zaman zaman tanıtma konusundaki düşüncelerimi yazarak bu alandaki hizmetlere ben de katkı da bulunmak istiyorum.

    Turizm amaçlı tanıtma için 25 milyon dolar istendiğini, temin edilebilirse tanınmamızın sağlanacağını gazeteler yazdı.

    Aslında, tanıtmanın sadece parayla olmayacağı gerçeği hala tam anlaşılamadı gitti. Birçok fırsat iyi kullanılabilse, ülkemizi, insanlarımızı ya da hiç olmazsa onların küçük bir kısmını gayet iyi tanıtabiliriz. Ama bu gerçeğin niye tam anlaşılamadığı açık. Kendi kendine Tanıtma Kuruluşu diyen ve en küçük para birimi olarak (milyar TL) kullanan bir kısım özel ve gönüllü kuruluş, Türkiyenin diğer parasız yöntemlerle tanıtılmasını önlemektedir.

    Yazımın sonunda, parasız tanıtma metodları hakkında meraklılara bazı ipuçları vereceğim. Ancak bundan evvel, tanıtmanın felsefesi üzerinde biraz durmalıyız.

    Tanıtma, maden sodası gibi düşünülebilir. Nasıl ki ağır bir içki sofrasından kalkanlar, içki ve aşırı yemeğin olumsuz etkilerini azaltmak için maden sodasından yararlanırlarsa, tanıtma da aynen öyledir.

    Tanıtma (usulüne uygun yapılırsa), birçok olumsuzluğu unutturabilir, hatta onları birer öğünç vesilesi haline de getirebilir.

    Örneğin, Dünya’nın pahalı dergi veya gazetelerinden birisinde yer alacak olan bir imaj geliştirme (bu söze bayılıyorum) ilanını düşününüz!

    Why don’t you come to Turkey?” yazısının altında, gülümseyen, Osmanlı kıyafetli bir kahveci güzeli, bizim ne(ler)in hayalleri içinde bulunduğumuzu göstermesi açısından çok etkili olmaz mı?

    Ancak kabul edilmelidir ki bu işler pahalıdır ve büyük ölçüde yaratıcı düşünce üretimini gerektirir. Tabii ki onun da bedeli hayli yüksektir.

    (Tanıtma işi, hayata atılmayı düşünen ama ne yapacağı tam belli olmayan çocuklarımız için son derece yararlı bir iştir. Hem Türkiye tanınır, hem de kendileri iş sahibi olmuş olurlar.)

    Bazı kimseler tanıtmanın bu “sindirim kolaylaştırıcı” etkisini reddeder ve eğri şeylerin tanıtmayla doğrultulamayacağını, ayrıca eğriliğin üstüne bir de sahtekarlık fiili bineceğini söylerler.

    Bu tür aykırı görüşler bir yana bırakılmak zorundadır. Aksi halde önce tüm eğriliklerimizi doğrultup (ya da doğrultmak üzere harekete geçip), ancak ondan sonra kendimizi tanıtabilmemiz (ya da harekete geçtiğimizi anlatmamız) gibi son derece yorucu ve dolayısıyla az kazançlı bir süreç ortaya çıkar ki bu, tanıtma kuruluşlarımızın işsiz kalması anlamına gelir.

    Tanıtmanın bu felsefi tarafından sonra, başlangıçta söz verdiğim “parasız (yahut da az paralı) tanıtma metodları” hakkındaki bazı ipuçlarına geçmek istiyorum. Okuyucularım, bu sütunların bu kadar engin metodlar içeren bir konudaki tüm yöntemleri vermeye yetmeyeceğini lütfen takdir etmelidirler.

    Bunların bir kısmı şöyledir:

    (1) Yurtdışına her çıkan vatandaşımız aslında bir tanıtma görevlisidir. Onlardan pekala tanıtmamızda yararlanılabilir ve zaten de yararlanıyoruz.

    Her nekadar önemli bir yüzdesinin dilini (ya da şivesini) yabancılar henüz anlamıyorlarsa da bu pek önemli değildir. Tebamız haline gelince öğrenirler.

    (2) Parasız tanıtmada en önemli ilke “bir şeyin arkasına tutunma”dır. Yani, bir başka amaçla yapılan bir işten faydalanarak tanıtma yapmaktır.

    Mesela, hakem otosunun arkasına tutunarak, uluslararası bisiklet yarışında koşan bisikletçimiz ve de değerli hakemimiz, Türkiye’nin tanıtımına fevkalade katkıda bulunmuşlardır.

    (3) Reklamcılıkta bir metodun, alışılmışları yıkmak, hatta insanları sinirlendirmek olduğu söylenir. İşte bu metod, tanıtmamızda fevkalade sonuçlar verir ve bugüne kadar da vermiştir.

    Yabancıların gözünün içine bakarak kendimizi övmemiz, beceriksiz olduğumuz alanlarda bize haksızlık yapıldığını savunmamız, kendimizi tanıtmada çok etkilidir.

    Kısa adıyla “180 Metodu” olarak da bilinen bu yöntemde, eksiğiniz bulunan bir konuyu samimiyetle kabullenip düzeltmek yerine, 180 derece çevirip karşınızdakini suçlamanız gerekir.

    Örneğin, “ellerinizle hijyenik olmayan şeylere dokunup sonra da yiyecekleri ellediğiniz” iddiasını ciddiye alıp düzeltecek yerde, bunu söyleyenleri pislikle suçlamak tanıtma için çok etkilidir.

    (4) Bir metod da, 5. sınıf yabancıları Türkiye’ye çağırıp Boğaz’da rakı içirip, Galata kulesinde dansöz seyrettirmek ve sonra da 275 tirajlı gazetesinde bizden bahsetmesini beklemektir.

    (5) Nihayet en önemli konu, insanlarımızda tanıtma konusunda bilinç yaratmaktır.

    Her problemimizin aslında “tanıtma eksiği”nden doğduğunu sistemli biçimde işleyerek, kimsenin başa çıkamayacağı ve dolayısıyla da arkasında rahat uyunabilecek bir düşman yaratılmalıdır.

    Tabii ki metodlar çok fazladır. Ama önemli olan işin prensibini kapmaktır. Sonrası sizin kendinizi ve çevrenizi ne kadar kandırmak istediğinize, tanıtma konusundaki cehaletinize ve nihayet bu konuda profesyonel yardım alıp almadığınıza bağlıdır. Hoşça kalınız.

  • MEMURLARIMIZ VE SUYUN ŞEKLİ

    !

    “Havanda su dövmek” deyimi düşündükçe çok anlamlı görünüyor. “Leğende su karıştırmak”, “bardakta su çalkalamak” ya da “havanda su dövmek” operasyonlarının hepsinde yapılan iş “suya şekil değiştirmeye çalışmak ve yapamamak” olmasına karşın “havanda su dövme”nin dile yerleşmiş olmasının sebebi, “dövme” fiilinin içerdiği güç, kuvvet ve sabırdır. Yani, “ne yaparsanız yapın suyun şeklini değiştiremezsiniz” deniliyor ve benzer işlerle ilişki kurmanız özendiriliyor.

    “Memur Sendikası” konusu da aynen böyledir. Ne yaparsanız yapın konunun özünde bir değişiklik olmayacak, hatta çok gayret edilirse memurların büyük bölümü işlerini kaybedecektir.

    Memurların sendika kurması, hatta kritik bazı işler hariç grev yapmaları, her çıkar kesiminin örgütlenmesi ve hakkını savunarak bir genel uzlaşma ortamı oluşturması demek olan demokrasi açısından tartışılmaz bir gerekliktir. Ama sorun burada değildir.

    İş yaratma tekniklerini geliştirmek ve bunlara ait kurumları (Girişim Destekleme Şirketleri gibi) kurmak yerine, memur kadrosu ihdas etme kolaycılığını tercih eden politikacı, ona yol gösteren bürokrat ve akademisyen ve ortamı oluşturan medya, sonunda Kalabalık Kamu Kadroları adlı `dinamit’i icat etmiştir. Kalabalık kadrolar ise düşük ücrete, düşük ücretler de yetersiz nitelikli memura yol açmış, o ise yetersiz kamu hizmetlerini getirmiştir. Ve çember kapanmış, “bu hizmet miktarına, bu para çok bile” noktasına gelinmiştir.

    Bugün memur kadroları artık bir çeşit işsizlik sigortası haline gelmiş, kamu hizmetleri de çok çok çok az sayıda işkolik’in üzerine kalmıştır.

    Hiçbir hükümet, bu kadar kalabalık kadroya yeterli ücret veremez. Bugünkü durumda dahi bütçesinin %60’a yakın bölümünü kamu çalışanlarına ücret diye vermektedir.

    Memur kadrolarını seyreltip yüksek nitelikli memura yüksek ücret verebilmek işin esasıdır. Bu ise, “iş yaratma” konusuna şaşı gözlerle değil, faltaşı gibi açık gözlerle bakmak demektir.

    Bu yapılmadan memurun sendikalaşmasının doğal sonucu, memurun grev hakkını kullanıp yüksek ücret istemesi, idarenin de bu yüksek ücreti verebilmek için, memurun büyük kısmını işten çıkarmasıdır.

    Kimse hayal peşinde, olmayacak işler peşinde koşmamalıdır. Memurların en akıllı talepleri, kalabalık kadroların seyreltilip, nitelikli memura yüksek ücretin verilebileceği bir “paket”in lobisini yapmaktır. O mücadele faydalıdır. Dayak bile yemeğe değer!

  • MEMUR SENDİKASI

    Son anayasa değişikliği bağlamında gündeme gelen ve “memur sendikası” kısaltmasıyla kamuoyunda tartışılan “memur sendikalarına toplu sözleşme ve grev hakkı verilmesi” konusu, bütün önemli konularda olduğu gibi derhal siyah-beyaz tartışması haline getirildi.

    “Memura grev hakkı verilsin mi verilmesin mi?” biçiminde iki uca indirgenen sorunun bu haliyle çözülebilmesi, bırakınız çözülmeyi anlaşılması bile güçtür. Bu sorunun çevresine toplanmış, sanki sorunun bir parçasıymış zannedilen olguların ayıklanması, çözüm sürecini daha kolaylaştıracaktır.

    (a) Öyle bir kısım kamu görevleri vardır ki bunların toplu sözleşme ya da grev yapması bir yana, sendika kurması dahi düşünülemez. Örneğin, seçim yoluyla gelinen görevler böyledir. O göreve gelebilmek için kendisini seçecek olanlara çeşitli vaatlerde bulunmuş bir milletvekili ya da bir başbakanın sendika üyesi olması ya da grev yapması, işin temeline aykırıdır. Bu örnekleri ileri götürmeye gerek yoktur. Ama bir örnekten dahi anlaşılabileceği gibi, toplu sözleşme ya da grev yapmaması konusunda tartışma olmaması gereken bir kesim vardır.

    (b) Bugün bir kısım çalışan, adına memur denilmesine karşın memur değildir. Memur’un tanımı ne olursa olsun, bazı işleri yapanlar memur değildir, olmamalıdır. Özel girişimciler eliyle yapılması mümkün ve de yararlı olabilecek işleri devlet memurları eliyle yapmak, en azından “girişim özgürlüğü” nün çiğnenmesi demektir. O halde bu gibi işlerin kamu görevlileri eliyle yapılması doğru değildir.

    Kamu taşıtlarını kullanan şoförlerin, bunların yardımcılarının, bahçıvan, çaycı ve bakım onarım personelinin devlet memuriyetiyle bir ilişkisi yoktur. Bunlar sendika da kurabilir, toplu sözleşme ya da grev yapabilir. İşvereni de gerektiğinde lokavt ilan edebilir. Bu örneği de uzatmak gereksizdir. Ama buradan çıkarılabilecek bir sonuç, tartışmaya konu olan kesimin önemli bir bölümü, aslında toplu sözleşme ve grev hakkı bulunan işlerde çalışmakta, ama yanlış statüde çalıştırılmaktadır. Dolayısıyla, bir tartışmanın içinde bulunmaması gereken bir kesimle birlikte sorun çözmeye çabalamak yanlıştır.

    (c) Kamu kadroları uzun yıllardır işsizlere -ama hepsine değil ancak bir bölümüne- iş vermek için kullanılmaktadır. Yetmiş yıldır gazeteden başka bir şey okumamış dinozor politikacı-bürokrat-akademisyen kadrolar, yeni işlerin nasıl yaratılabileceği konusunda hala 1920’li yılların “işler, yatırımlarla yaratılır” yaklaşımlarına sahiptir.

    Devletin iş yaratamayacağı, yalnızca yeni işlerin yaratılabileceği ortamı oluşturacağı, bu oluşturmayı da yalnızca engelleri kaldırma suretiyle yapabileceği, işleri ise bizzat girişimcilerin yaratabileceği gerçeğinden bihaber bu kadrolar, insanlarımızın niteliklerini yükseltmeyi değil, hala baraj, yol, santral yaparak onları geliştirebileceklerini sanmaktadırlar.

    Memurlar eliyle yapılması gereken işlerde çalıştırılan bir kısım insanımız, işte bu sakat anlayışın sonucu o kadrolara alınmış olan “şanslı işsizler”dir. Bu insanlara verilecek her türlü hakkın, bu kadrolara girme imkanını bulamamış işsizlere de verilmesi gerektiğine, bu da hem anlamsız hem de imkansız olduğuna göre, tartışmaya dahil kesim biraz daha daralmış olmaktadır.

    (e) Nihayet, toplu sözleşme ve grev hakkı bir özgür pazarlık sistemidir. Taraflardan birisinin pazarlık gücünün içinde grev silahının bulunması halinde, diğer tarafın elinde de lokavt silahı bulunmalıdır. Kamu personelimizin çok büyük bölümünün bilgi-beceri düzeyleri, bir pazarlık gücü sağlayamayacak kadar düşük düzeydedir. Herhangi bir grev tehdidi karşısında lokavt ilan edildiğinde, iki saat içinde her boşalan kadro için çok sayıda eşdeğer nitelikli insan bulunabilir. Bu gerçeğin farkında olunması gerekir.

    (f) Nihayet, kamu hizmetlerini yürüten ve toplu sözleşme aracıyla donanması gereken küçük bir kesim geriye kalmaktadır. Onların durumlarının iyileştirilmesi, kamu hizmetlerinin niteliğinin yükseltilmesi demektir. Bu sözleşmeler anlaşmazlıkla sonuçlanırsa grev yapılmalı mı yapılmamalı mı konusu oldukça teknik bir konudur ve mutlak bir doğrusu yoktur.

    Bu kısa irdelemeden görüldüğü gibi ilk yapılması gereken, sorunun sokaklarda dile getirildiği gibi bir “söke söke alırız” meselesi olmadığının, eğer mutlaka birşeyler sökülüp alınırsa herkesin kendi kol ve bacağını koparacağının idrak edilmesidir.

    Salı, 11 Temmuz 1995

  • MEMUR ZAMLARI VE TEPKİLER!

    Memurlara yapılan zamlara tepkiler sürüyor. Tepki gösterme demokratik yönetim biçiminin vazgeçilmez aracı olduğu gibi, yönetenlerin de en değerli yardımcısıdır.

    Tepki göstermeyen, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir toplumun yönetimini ancak diktatörler becerebiilr.

    “Tepki” aracı ne denli yararlı ise, onun “doğru tepki” olması da o denli bir ön koşuldur ve ancak o takdirde yönetene de yönetilene de faydası dokunur. Aksi halde yanlış gösteren bir ölçü aleti gibi, alet sahibini yanıltıp kaza belaya yol açabilir.

    Bu nedenle şu noktaların serinkanlılıkla tesbit edilip, tepki gösterilecekse ona göre şekillendirmek gerekir:

    (1) Geçim sıkıntısı (hayat pahalılığı da denilebilir) ve enflasyon (hayatın pahalanma hızı) birbirinden farklı şeyler olup, birbirinin yerine kullanılmaması gerekir. Zaman zaman, bu konularda yanlış yapmaması gerekenler bile “enflasyon yani hayat pahalılığı” gibi inciler saçmaktadırlar.

    Hayat pahalılığı, geliri giderini karşılayamayanlar için “var” iken, enflasyon, ancak ondan korunmayanlar için “var”dır.

    Asgari ücret ile 4 çocuk bakmak zorunda olan bir kişi için geçim sıkıntısı had derecede vardır.

    Ama eğer bu kişinin ücretine daima enflasyon oranında zam yapılırsa, bu kişi için enflasyon “yok”tur. Nitekim kamu çalışanlarının çoğunun durumu budur. Görülüyor ki, geçim sıkıntısı ve enflasyon ayrı şeylerdir.

    (2) Toplam ücret, ücret düzeyi ve ücret dağılımı üç farklı şeydir. Kamu çalışanlarının (işçi, memur, sözleşmeli vb.) ücret düzeyi, yaşamak istedikleri yaşam düzeyine göre düşüktür. Ama yaptıkları işin miktar ve kalitesine göre ise çoktur.

    Ücret dağılımı ise bozuktur. Ancak bir kişilik iş bulunan iki kişilik bir iş yerinde toplam olarak 1 kişilik ücret ödeniyor ve o işi de yalnız 1 kişi yapıp diğeri boş oturuyorsa:

    – toplam ücret doğrudur,

    – ücret düzeyi düşüktür,

    – ücret dağılımı bozuktur.

    Boş duran ikinci kişiye, birincinin yarı işi yaptırılırsa bu defa:

    – toplam ücret doğrudur,

    – ücret düzeyi düşüktür,

    – ücret dağılımı doğrudur.

    Bu kişilerden biri işten çıkarılırsa:

    – toplam ücret doğrudur,

    – ücret düzeyi doğrudur,

    – ücret dağılımı doğrudur.

    Aksine iş yerine üçüncü bir kişi alınır, iş 3 kişiye bölünür ve toplam ücret artırılırsa bu defa:

    – toplam ücret fazladır,

    – ücret düzeyi düşüktür,

    – ücret dağılımı doğrudur.

    Bu kombinezonların sayısı artırılabilir. Ama görülüyor ki her defasında tepki gösterilmesi gereken olgu farklı olmaktadır.

    Ülkemizde ise durum şudur:

    – Toplam ücret çok çok çok fazladır (bütçenin % 60’ı)

    – Ücret düzeyi düşüktür,

    – Ücret dağılımı bozuktur.

    Toplam ücretin fazla olmasına karşın ücret düzeyinin düşük olmasının nedeni kalabalık kamu kadrolarıdır.

    Onun da nedeni, idarelerin en kolay iş yaratma yolu olarak kamuya ilave personel alması, iş yaratmayı bir teknoloji olarak görmemeleridir.

    Ücret dağılımının bozuk olması ise, belli bir yöntemle çalışan ve çalışmayanı ayırmak yerine rastgele zamlarla yapının çarpıtılmasındandır.

    (3) “Yüzdeleri toplamak” bir ulusal aritmetik yetmezlik hastalığıdır. Bir ücrete peşpeşe 2 defa %50 zam yapılsa, ücret %100 artmaz, %125 artar.

    Benzer şekilde, her üç ayda bir %12 zam yapılsa yıllık zam %48 olmaz, %57 olur.

    Tepkiler doğru noktalara yöneldiğinde, bu çarpıklıkları düzeltici etkisi olur, aksi halde bir kördöğüşü doğar. Kördöğüşlerinin ise galibi olmaz, herkes biraz dayak yer.

  • MOTOR KORKUSU !

    Yurt içinde üretilen sakat arabalarının motorlu olanlarının lüks sayılıp %20 KDV ile vergilendirildiğinden yakınan bir okurumun mektubu, bana bu “ulusal fobi” mizi hatırlattı.

    Belediye yasamıza bu gözle bakıldığında, hemen genelinde bir motor kurkusu görülür. Çeşitli beygir güçleri, o kuruluşun tabi olacağı hükümleri değiştirmekte, beygir gücü yükseldikçe kuruluş acayip bir cendere içine girmektedir.

    Bu olgu, Osmanlı’yı kontrol eden ülkelerin biraz aymazlık biraz da zorlamayla mevzuatımıza ve onunla da kalmayıp kültürümüze soktuğu melunca düşünülmüş bir “geciktirici” dir.

    En güçlü insanın 0.15 beygir gücünde olabileceği düşünülürse, çeşitli mevzuat içine serpiştirilen bir iki tane “motor kullanımını caydırıcı” hükmün uzun vadede nasıl bir toplum yapısına yol açacağını tahmin etmek pek güç değildir.

    Muhtemelen, teknolojiye yabancı (hatta bazen düşman), teknoloji üretmeyen, yeni buluş konusunda olağanüstü kısırlaşmış toplumumuzun temelinde bu melun tezgah ve bizim aymazlığımız yatmaktadır.

    Bir hastalığın tedavisinin ilk adımı o hastalığı tam ve doğru anlamaktan geçer. Motorlu sakat arabalarının motorundan korkan kafalar bu hastalığın belirtileri olup, mesele böyle anlaşılınca tedavisi de mümkün görünmektedir.

    Patent mevzuatımıza göre herhangi bir buluş yapıp onun ihtira beratını alan bir kişi, ihtira beratının devamı süresince bir harç ödemek zorundadır. Bu harcın yatırımındaki bir günlük bir gecikme dahi mucidin icadı üzerindeki haklarının kaybolmasına yol açmaktadır.

    Bu anlayış, motor korkusu ile çok yakından ilişkilidir. Toplumu ekonomik açıdan geliştirebilecek her türlü olasılığa karşı önlemler (!) tamamdır. Bu türlü bir silahın bürokrasimizin elinde ne acımasızca kullanıldığına ilişkin sayısız örnekler vardır.

    Araştırma denizaltısı yapan buluş adamının devletin valisi tarafından ağır ceza mahkemesine verilmesi, kansere karşı bir tedavi yöntemi geliştirdiğini ve bilim adamlarının bunu incelemesi istediğini belirten bir hekimimizin defalarca mahkemelere verilmesi, engellemek için özel yönetmelikler çıkarılması, tabip odasının yapması gereken işlerini bırakıp bu buluşu caydırmaya çalışması, bu teknoloji korkusunun birer dışavurumudur.

    Artık bu hastalığımızı anlamalı, hayali düşmanlar yerine iliğimize işlemiş bu hastalıkla mücadele etmeliyiz.

  • İSTİKRAR

    Çok sık kullanılmasına rağmen anlamı üzerinde uzlaşma olup olmadığı pek belli olmayan bir kavram var: istikrar ya da yeni Türkçe’siyle kararlılık.

    Herhangi bir şeyin değişmeden sürmesine deniliyor. Hatta bu “herhangi bir şey” bir değişimin kendisi de olabilir. Örneğin nüfusumuz her yıl belirli bir oranda artıyorsa, “nüfusumuz istikrar içinde 70 milyona yaklaşıyor” denilebilir.

    Ancak, istikrar’ın genellikle olumlu süreçler için kullanıldığını, hızlı nüfus artışı, trafik kazalarındaki ölü sayısı ve benzeri olumsuzluklar için ancak kinaye amacıyla kullanılabileceğine de işaret etmek gerekir.

    Yani mesela çevremizin giderek kirlendiğini anlatmak için “çevre, istikrarlı biçimde bozulmaktadır” denilmemesi gerekir.

    Dilimizde istikrar’ın en çok kullanıldığı alan politikadır.

    “Uyguladığımız istikrarlı politikalar sayesinde 31.12 itibariyle Avrupa geçilmiş bulunmaktadır” ya da “istikrar istiyorsanız bizi bırakmayın” gibi beyanat hemen her zaman duyulur.

    Bu örtülü tehditin, vatandaşı ne kadar güç durumda bırakacağı kolayca tahmin edilebilir. Öyle ya hakkın emri gereği, bunu söyleyen ölecek olsa bu durumda istikrar ne olacaktır?

    O halde vatandaş istikrarı koruyabilmek için çok gayret etmeli, yemeyip yedirmeli içmeyip içirmeli ki istikrarı kurmuş olanlar allah korusun bir zarar görmesin.

    Bu işin iyi tuttuğunu görenler ipin ucunu kaçırıp olur olmaz her vesile ile “dikkat et yoksa istikrar bozulur” şeklinde konuşmaya başlamışlardır.

    Artık istikrarın bozulmaması için herkes suspus oturmaya başlamıştır. TV de gördüğü cikleti isteyen afacanı annesi “sus yoksa istikrar bozulur” şeklinde durdurabilmektedir.

    Yeni açılan dükkanlar, “İstikrar Bakkalı”, “İstikrar Kasabı” gibi adlar alırken, yeni doğan çocuklara göbek adı olarak “istikrar” konulmaktadır.

    Şaka bir yana şu görülmüştür ki, siyasi alanda istikrarın korunabilmesi kişilerin değişmemesine değil, uygulanan politikaların “keyfi” olarak değiştirilmemesine bağlıdır.

    Burada önemli nokta “keyfilik”tir. Yoksa herhangi bir alanda uygulanan politika, değişen koşullara göre değişecektir, bu bir zorunluktur.

    Bir alandaki politikanın değişen koşullarla uyum içinde değişebilmesi, o politikanın “istikrarlı bir politika” olduğunu gösterir.

    Değişen şartlara uyum göstermeyip aynı kalan bir politika ise istikrarlı değil “yetersiz” bir politikadır.

    Bir politikanın istikrarlı olabilmesinin ya da istikrarlı uygulanabilmesinin şartları nelerdir?

    İlk şart, bir politikanın mevcut olması, ikincisi de bunu uygulamak durumunda olanların gerçek amacının doğru iş yapmak olmasıdır.

    Uygulamada her iki şartın da yerine getirilmesinde önemli boşluklar vardır. Çeşitli alanlarda politikaların mevcut olabilmesi, o alandaki sorunların belirli bir metod ile analiz edilmesini, sonra da o alanla ilgili kişi ve kuruluşların katılımı ile çözümlerin geliştirilmesini gerektirir. Aslında “politika” denilen işte bu “çözümler”dir. Bu şekilde geliştirilmiş politikalar yok değildir, ama çok azdır.

    Politikaların uygulanmasına gelince o konudaki durum daha da vahimdir. Aynı hükümetlerin içinde dahi, kişiler değiştikçe uygulamalar tamamen değişmektedir. İşte istikrarsızlık esas budur ve mücadele edilmesi gereken hastalıktır. Bunun bir sebebi yine birinciye, yani politikaların mevcut olmayışına bağlanabilir. Bir alanda bir politika mevcut değilse uygulamayı kişilerin tercihleri belirleyecektir. Tercihler kişiden kişiye göre değişeceğine göre istikrarlı bir uygulama da söz konusu olamayacaktır.

    Çeşitli alanlardaki sorunların analizi ve bu analizlere dayalı olarak katılımlı çözümler üretilmesi sürecine ait bir eğitim, yalnız bir eğitim kurumuzda ve çok sınırlı ölçüde vardır.

    Bu durumda politikacılarımıza yöneltilen “belirli bir politikanız yok” eleştirisi pek haklı görünmemektedir. Yapılması gereken, sadece politika alanında değil her alandaki sorunları çözmekle yükümlü kişileri bu tür bir eğitime tabi tutmaktır.

  • ENFLASYON VE ÇIĞ ETKİSİ!

    Uzun yıllardan beri ya anlaşılamayan ya da bilerek gözardı edilen bir gerçek var: Türkiye’de hemen her alandaki eksik rekabet koşulları, herhangi bir nedenle herhangi bir mal veya hizmete yapılan zamın aynen (hatta fazlasıyla) diğer alanlara yayılmasına ve bir “Çığ Etkisi” oluşmasına yol açar.

    Günlük hayattan bir örnek: Taksi ücretlerini belirleyen maliyet ögelerinin hemen hepsine %100’e varan zamlar gelse ve bunun üzerine de derhal taksi ücretlerine % 100 zam yapılsa, bu durumda taksi sahipleri açısından zamlar ve ona bağlı enflasyon “yok” demektir. Hatta, taksi maliyetlerinin içinde benzin, parça, amortisman gibi %100 zamlanmış olabilecek girdilerin yanısıra, şoför ücreti gibi zamlanmamış veya %100’den daha az zamlanmış bileşenlerin de varlığı dikkate alınırsa, taksi sahiplerinin bu işten bir miktar karlı çıkmış oldukları da anlaşılacaktır.

    Bazı işverenlerin, toplu sözleşmelerde -sendikanın istemeyişine rağmen- yüksek oranda ücret zammı yapmak isteyişinin nedeni de budur.

    Böylece toplumun çok önemli bir kesimi zamlardan ve enflasyondan etkilenmemekte ama buna karşı beş çeşit istenmeyen olgu doğmaktadır;

    1. Zamlardan beklenen etkilerden en önemlilerinden birisi olan “tüketim eğilimlerinin frenlenmesi” mümkün olamamaktadır.
    2. Büyük bir kesim enflasyondan yapay olarak korunduğu için enflasyonla mücadele dışında kalmaktadır.
    3. Enflasyondan gerçekten koruması gereken kesimler daha ezilmekte ve sosyal çöl olgusu derinleşmektedir.
    4. Enflasyondan olumlu etkilenen -ve zaten güçlü olan- kesim daha güçlenmekte ve bir enflasyon lobisi yaratılmaktadır.
    5. Ve nihayet fiyatlar genel düzeyini artıran bir Çığ Etkisi tetiklenmiş olmakta, hiperenflasyon ve sonra da stagflasyon için uygun koşullar yaratılmış olmaktadır.

    Bu konuda yapılan bir çalışmanın* sonucu şunu gösteriyor: Mal ve hizmetler içinde öyleleri vardır ki (bunlara kritik mal ve hizmetler diyorum), bunların fiyatlarına yapılacak %x oranında bir zam, fiyatlar genel düzeyini %x’ten de fazla artırabilir. Benzer şekilde, bu kalemlerin fiyatlarında yapılacak %x oranındaki bir indirim, fiyatlar genel düzeyinde %x’ten daha fazla bir azalmaya yol açar.

    Bu, ilk bakışta inanılamayacak gibi görünüyor. Ama, düşünüldüğü zaman niçin böyle olduğu anlaşılabiliyor. Birbiriyle karşılıklı olarak girdi-çıktı ilişkisine sahip mal ve hizmet ürünlerinden birisine herhangi bir nedenle zam yapıldığında -ki bu tamamen haklı nedenlerle olabilir-, onu girdi olarak kullanan kalem(ler)in fiyatlarının de eski denge durumuna gelebilmesi için zamlanmaları gerekir. Bu olgu herkes tarafından bilinmektedir.

    İlginç olan nokta bundan sonra başlamaktadır: İlk zamlanan ve başka mal ve hizmet ürünlerine girdi olan kalem bu defa, zamlanan kalemlerden girdi olarak kullandıklarının (varsa) fiyat artışları nedeniyle “yeniden” zamlanmak durumunda kalmaktadır.

    Sihirli nokta budur. Çünkü hemen anlaşılabileceği gibi bu döngü sonsuzdur. Yani ilk duruma geri dönülmüş olmaktadır. Bu defa ilk kaleme ikinci bir zam daha yapılmak zorunda kalınacak ve döngü işlemeye başlayacaktır.

    Tabii ki, her döngü sırasında yeni dengelerin oluşması için daha az oranda bir zam yapılmak gerekecek ve bu nedenle fiyat artışları sonsuza varmayıp bir yerde doyacaktır.

    İşte soru buradadır: Doyum noktası (satürasyon) nerede duracaktır? Bu, ilk zamma göre kabili ihmal bir fark mı yaratır yoksa bir çığ etkisi başlatabilir mi?

    Eğer mal ve hizmetler, bu basit örnekte olduğu gibi yalnızca 2 adet olsaydı, muhtemelen bir çığ etkisi olmayacaktı. Gerçekte ise ekonomiyi temsil edebilecek mal ve hizmet ürünlerinin sayısı daha fazladır. DİE modeline göre 65 kalem ile temsil edilebilmektedir (DİE I/O tablosu).

    Örneğin ücretler, hemen tüm mal ve hizmetlere girdi olmakta, aynı zamanda onları girdi olarak da kullanmaktadır. Ücretlere yapılan bir zam, ilk döngü sırasında makul ölçülerde başka mal ve hizmetlere yansımakta, fakat ondan sonra bunları kullanmak durumunda olan ücretli, bu çok sayıda girdinin zamlanmasından doğan büyük etki altında bunalarak yeniden ücret zammı talebi geliştirmektedir. Ücret taleplerinin bir türlü bitmek bilmeyişi insanların açgözlülüğünden değil, deniz suyu içerek susuzluk gidermeye pek benzeyen bu ölümcül süreçten kaynaklanmaktadır.

    Şu gerçeğin unutulmaması lazımdır: Temel mal ve hizmetlere yapılacak zamlar, bu mal ve hizmetleri kullanan ürünler piyasasında eğer eksik rekebet var ise yalnızca Çığ Etkisi yaratmaya yarar.

    Ülkemizde, girişimciliğin devlet eliyle engellenmesi nedeniyle rekabet koşulları bir türlü gelişememektedir.

    Taksi ve ekmek fiyatlarının belediyelerce belirlenmesi yetmiyormuş gibi, bu piyasalara yeni gireceklerin yine devlet marifetiyle sınırlanması, bu kesimlerde rekabeti yok etmiştir. Rekabete son derece açık bu kesimde rekabetin zorla önlenmesi , bunun devlet eliyle yapılması ve de bunun serbest piyasa adına yapılması yalnızca bizim toplumumuza has bir acayiplik (başkasına dilim varmıyor) dir.

    Girişimcilerin yapabileceği işlerin, girişimcilerden alınan vergilerle maaşları verilen kamu görevlilerince yapılmaya kalkışarak (ve de yapılmayarak) engellenmesi, ülkemize özgü bir kollektivizm türüdür.

    Fiyat ve ücretlerin serbest oluşumu, serbest rekabet ekonomisinin bir ayağıdır. Ama öbür ayağıda rekabettir.

    Eksik rekabet koşulları altında enflasyonla mücadele ise önce ücret ve fiyat oranlarının geçici süreyle sınırlanıp Çığ Etkisi’nin durdurulması, bu arada kazanılan zaman içinde ise süratle üretim ve girişimciliğin önündeki engellerin kaldırılmasıyla olur.

    Bu durumda ne yapılmalı?

    1976 yılında Kanada’da uygulanan ve 2 yıl içinde olumlu sonuç veren “ücret ve fiyat artış oranlarının sınırlanması” önlemi, bu çığ etkisini kontrol altına almanın etkin bir yoludur. Bunun yapılmadığı hergün, ücret ve fiyat artış oranının değil bizatihi ücret ve fiyatların dondurulmasına yaklaşılıyor demektir.

    Liberal ekonomik sistemin rafa kaldırılması demek olan bu “dondurma” işlemine zorunlu olarak başvurmak istemiyorsak artış oranlarını sınırlamak zorundayız.

    Bu sınırlama, çalışan ve çalıştıranlar arasındaki bir uzlaşmaya dayanmalıdır. Çalışan kesimlere bu Çığ Etkisi olgusunu anlatmalı ve sınırlanmamış ücret artışlarının, çalışanların kendi elleriyle kendi paralarını çalmak demek olduğu bilinci verilmelidir.

    Piyasa ekonomisini benimsiyorsak, onu bozan en büyük etkenlerden biri olan Kronik Enflasyona karşı bu önlemi almalıyız. Aksi halde sistem daha acı ilaçları kendisi üretecektir.

    İkinci yapılması gereken, “biz kimseyi enflasyona ezdirmeyiz” söyleminin ne demek olduğunun anlaşılmasıdır.

    Türkiye’de uzun süredir kullanılan ve artık hemen herkesin doğruluğuna inandığı bir sav, “ücretlilerin enflasyona ezdirilmemesi için, enflasyon oranından daha yüksek ücret zammı” verilmesidir. Yalnız kamu kesiminin değil özel sektörün de benimsediği bu yaklaşımın, kronik enflasyonunun önemli bir nedeni olduğu henüz görülememekte, görenler ise ücretlilerin tepkisini çekmemek için seslerini çıkarmamaktadırlar.

    Kamu ve özel sektör, yaptığı ücret zamlarını biraz da fazlasıyla ürünlerinin fiyatlarına yansıtarak kendilerini enflasyondan korumaktadırlar.

    Çalışanlar ise enflasyondan daha yüksek zamlarla enflasyondan korunmaktadırlar. Tarım kesimi ise taban fiyat uygulamasıyla enflasyonun dışında tutulmaktadır.

    Devlet memurları ise katsayı yoluyla enflasyonun etkisini telafi etmektedirler. Bütün bu kesimler için hayat pahalılığı var, fakat pratik olarak enflasyon “yok”tur.

    Böylece enflasyonla mücadele etmesi gereken insanlarımızın çok büyük bölümü enflasyondan korunmaktadır.

    Bu kesimlerin dışında kalan ve enflasyonun ağırlığını -fazlasıyla- taşıyan, çok küçük kuruluşlarda çalışan sendikasız ve vasıfsız işçi, işsiz, maliyetini fiyatlarına yansıtamayacak güçteki küçük esnaf -ki bir bölümü fiyatlarını ayarlayarak kendisini korumaktadır- ise enflasyonun gerçek kurbanlarıdır.

    Ücret artışlarının kronik enflasyonu besleyen ve tekrar tekrar fiyat artışlarına ve ücret artışı baskısına yol açan bir “spiral” olduğu matematik olarak gösterilmiştir*.

    Fiyat artışlarındaki bu “çığ etkisi” ve neden olan az sayıda mal ve hizmete kritik ürünler adı verilmektedir. enflasyondan tamamen farklı bir olgu olan “kronik enflasyon”a bu gözlükle bakıp, “işçimizi köylümüzü enflasyona ezdirmeyiz” demenin, aslında, “biz enflasyon ile mücadele etmeyeceğiz” demek olduğunu anlamamız gerekmektedir.

    Üçüncü olarak yapılması gereken, hayat pahalılığı, çevrimsel enflasyon, kronik enflasyon gibi üç temel kavramın geniş yığınlara anlatılması, enflasyonun bir canavar tarafından yaratılmadığını, böyle bir canavarın bulunmadığını geniş kitlelere anlatmaktır.

    1976 Kanada tecrübesinde bile, eğitim düzeyi bizden bir hayli yüksek olan Kanada’lılara bu olguların anlatılması için sloganlar aranmış ve “bedava yemek yok!” sloganı benimsenmiştir.

    Nihayet tüm toplumumuza şu gerçek benimsetilebilmelidir: Üretmeden tüketmenin faturası enflasyon başta olmak üzere tüm sosyal hastalıklardır. Ve şu anda bu imkansızı başarmak üzere toplu olarak çabalamaktayız!

    20 Eylül 2001

  • KAMUOYU ARAŞTIRMALARI NEYİ GÖSTERİR ?

    İstatistik biliminin yararlı uygulamalarından birisi de siyasetteki kamuoyu araştırmalarıdır. Milyonlarca seçmene tek tek hangi partiyi desteklediğini sormak bilinen en güvenilir yol ise de bunun biraz (!) zahmetli olacağını düşünenler, büyük kitleleri “yeterince” temsil edebilecek birer asgari kitle büyüklüğünün aşağı-yukarı aynı sonucu vereceğini bulmuşlar ve “kamuoyu araştırması” denilen teknikleri kullanmaya başlamışlardır.

    Aynı teknik çok farklı alanlarda da yıllardır kullanılmaktadır. Örneğin, sanayi kuruluşları satın aldıkları malların giriş kalite kontrollarını genellikle bu yöntemle yapmaktadırlar. Satın alınan yüzbin adet parçayı tek tek kontrol etmek yerine, onu temsil edebilecek bir kitleyi (örneklem hacmi) kontrol etmekte ve bulgularını bütüne teşmil etmektedirler.

    İster satın alınan malların kaliteleri, isterse kamuoyunun siyasi tercihlerinin yoklanmasında kullanılsın bu metodun en önemli yanı, ne kadarlık bir kitlenin “örnek” olarak alınacağıdır. Öyle bir sayı belirlenmelidir ki, küçük hacmin büyük kitleyi temsil ettiği belirli bir güvenle söylenebilsin..

    İstatistik kurallarını kullanarak bu “asgari örnek hacmi” hesaplanabilmektedir. Ancak, işin püf noktası denilebilecek bir nokta, örnek hacmi’nin, ne arandığına bağlı olarak değişebilmesidir. Yani, 1 milyon kişilik bir kentte sigara içenlerin sayısını belirlemek için gereken örnek hacmi ile siyah pantalon kemeri kullananların sayısını tesbit için gerekli örnek hacmi aynı olmayabilir.

    Gereken örnek hacimlerini bulabilmek için, önce herhangi bir metodla kaba bir tahmin yapılır. Sonra, gözlenmek istenen olgunun tahmin edilen rastlanma olasılığına eşit (veya çok yakın) bir tekrar sayısı’na rastlanamadıysa örnek hacmi artırılır ve ta ki tahmin edilmiş olasılıkla rastlanan sıklık aynı olana kadar artırmaya devam edilir.

    Bu yolla belirlenen örnek hacminden yola çıkılarak saptanacak olgu da % 100 güvenilir olmayıp, o olgunun rastlanma olasılığına ait “güven aralığı” ölçüsünde güvenilirdir.

    Medya aracılığıyla hergün duyup da şaşkaldığımız kamuoyu araştırmalarının nasıl olup da % 10’dan % 80’lere kadar yayılmış bir tercih edilirlik gösterebildiğinin nedeni, araştırmaların -büyük çoğunluğunun- dayandığı örnek hacimlerinin tarif edilen bu metoda göre saptanmamış oluşudur. Onun da nedeni, araştırıcıların -büyük çoğunluğunun- bu kuralları bilmeyişlerinden değil, araştırmaların maliyetinin örnek hacmi arttıkça artmasından ve araştırmayı yapan ve yaptıranların bu maliyeti ödemek istemeyişlerindendir.

    Araştırmayı yaptıranlar -yine büyük çoğunluğu-, kamuoyunun eğilimlerini belirlemek için değil, onların “güçlüden yana olmak” psikolojilerini kullanarak eğilimlerini etkilemek için bu tür araştırmaları (!) yaptırmaktadırlar.

    Bu tür bir uygulamanın düz Türkçe’deki karşılığı insanları aldatmaktır. Uzun vadede insanların kamuoyu araştırmalarına güveni kalmayacağı (zaten de kalmamıştır) kolayca görülebilir.

    O halde, bu işi dürüst yapmak isteyen kamuoyu araştırma kuruluşlarına düşen bir görev ortaya çıkmaktadır: Kendilerini, aldatıcı araştırmalara karşı korumak !.

    Bu nasıl yapılacaktır? Bunun bir yolu, bir kamuoyu araştırması kuruluşunun önderlik edip, bir “Kamuoyu Araştırmaları Ahlakı Sözleşmesi” ortaya koyması ve tüm araştırıcı kuruluşlara bunu duyurarak bunu imzalamalarını istemesidir. Bu sözleşmeye uyulup uyulmadığı ise, kuruluşların birlikte seçecekleri bir “etik kurulu” aracılığıyla denetlenmeli, uymayanlar kamuoyuna ilan edilmelidir. Onların araştırmaları ve onlara araştırma yaptıranların gerçek niyetleri de böylece cümleye malum olmuş olacaktır.

    Araştırma (gerçek) yaptırmak isteyenler (varsa), araştırıcı kuruluşun bu sözleşmeyi imzalamış olmasını şart koşmalıdır. Araştırma sonuçlarının ilanı ise yalnızca “partimiz (veya adayımız), yaptırdığımız kamuoyu araştırmasına göre % 90 oranında tercih edilmektedir” gibi ne olduğu belli olmayan bir biçimde değil, örnek hacmi, örnek katmanlarının seçimi ve güven aralığı belirtilerek ve anılan sözleşmeye imza attıklarını da ilan ederek yapılmalıdır.

    Var mı kendisine güvenen “araştırmacı” ya da “araştırma yaptıran”?

  • NETWORKING

    Türkçe’ye tam çevirmek yerine anlamını yansıtmaya çalışmanın daha doğru olacağı bir deyim “networking” dir.

    “Şeyler arasında bir ilişkiler ağı oluşturmak” şeklinde uzun, ya da kısaca “ağ oluşturma” denilebilecek bu deyim, çağımızın belki de en çok kullanılmakta olan ve giderek de daha çok kullanılacak olan kavramlarından birisidir.

    Bu, ülkemiz gibi devletin aşırı ölçüde büyüdüğü (irileşme) hallerde özellikle yararlı olabilecek bir kavramdır. Networking yalnız devlet idaresinde değil sanayide de kullanıma girmiştir.

    Küçülürken büyümek ilk anda imkansızlığı çağrıştırıyor. Ama bu networking ile mümkündür. İster kamu ister özel kurumlar olsun, giderek daha geniş ürün yelpazelerine yönelmekte, daha geniş pazarlara yayılmakta, daha geniş bilgi kaynaklarına erişebilmektedir.

    Ama bunları yapabilmenin yolu büyümekten değil aksine küçülmekten geçmektedir. Çünkü, kurumların bizzat yaptıkları herşey o alanda bir daralma yaratmaktadır. Geniş alanlara yayılabilmenin çaresi bizzat yapmamak, yapanlardan sağlamaktır.

    Aynen, bir otomobil sahibi olan kişinin yalnız o arabaya mahkum olması, araç kiralama yolunu seçenin ise her an değişebilecek gereksinimlerine en uygun aracı kiralayabilme şansının olması gibi.

    Yurdumuzda geleneksel anlayış, “elimin altında olsun da ne olursa olsun” dur. Yurtdışındaki bilim adamlarımızı oralarda tutup bir network kurarak onlardan yararlanmak yerine Türkiye’ye getirmeye çalışmak, dışarıdan hizmet satın almak yerine herkesin bilgisayar merkezi kurması, fırınlar arasında rekabeti sağlamak yerine Halk Ekmek denilen garabetleri kurmak, hep aynı geleneksel anlayışın ürünleridir.

    Bu kavrama dikkat edilmelidir. Devleti küçültmek isteyen politikacının, sınırlı sayıda personelle geniş hizmet yapmak isteyen Belediye Başkanı’nın ve rekabet gücünü artırmak isteyen sanayicinin kullanacağı araç networking’dir.

    Ellişer kişilik Bakanlık ve Genel Müdürlükler, her biri dar bir konuda hizmet veren kendi işini kurmuş girişimcilerden hizmet alan küçük dev şirketler uzak değildir.

    Geleceğin Dünyası, her biri bir ayrı amaca hizmet eden, ama aralarındaki ilişkiler de sağlanmış binlerce network ten oluşacaktır.

    Devlet ancak böyle küçülebilir, sanayi kuruluşlarımızın rekabet güçleri ancak böyle artırılabilir.

    2 Ekim 2001

  • “KATALİTİK” DEVLET !

    Hemen her işin devletten beklendiği toplumumuzda, yapılması gereken işlerin başında, devletin işlevinin ne olduğunun (dolayısıyla da neler olmadığının) doğru tarif edilmesi gelmelidir. Çünkü, her belirsiz hale gelen kavramda olduğu gibi devlete de, gerçek işlevinin çok ötesinde görevler yüklenilmeye çalışılabilir.

    İş bulamayan kişi kendisine iş bulunmasını, rekabet gücü düşük sanayici kendisinin desteklenmesini, iki karış toprağını yirmi kişilik ailesiyle ekip biçen ve yılın yarısında boş oturan köylümüz giderek artan oranlı destekleme alımlarını hep devletten beklemektedir.

    Halbuki devlet, ancak bir kısım insanımızın -gönlünden kopan(!)- vergileriyle oluşan çok sınırlı bir kaynağa sahiptir ve bu kaynak ancak “en temel ortak ihtiyaçlar” doğrultusunda kullanılabilir. Sınırsız ihtiyaçlar ve sınırlı kaynak açmazı karşısında yeni bir kavrama gereksinim vardır: Bu kavram, “katalitik para” dır!

    Katalitik Para, devlet parasıdır ve tek başına satın alma gücü olmayan bir paradır. Aynen dolaşımdan kalkmış bir para gibidir. Ancak halkın ya da kuruluşların kendi paralarıyla bir araya geldiği zaman bir işe yarayabilir.

    Örneğin katalitik para, insanların sağlık giderlerini karşılamada kullanılamaz. Sağlık giderlerinin bir bölümünü karşılayabilecek bir paraya (dolayısıyla bilgi, beceri ve üreticiliğe) sahip insanların paralarıyla katalitik para bir araya gelirse bir işe yarayabilir. Nasıl ki meyve konsantresi tek başına içilmez su ile karıştırılarak kullanılabilirse, katalitik para da tek başına kullanılamaz!

    Ya da vatandaşın konut ihtiyacı devlet parasıyla (katalitik para) karşılanamaz. Ancak insanları tasarrufa özendirmek için kullanılabilir. Örneğin, konut için yapılacak tasarruflara devlet de katalitik parasından katkıda bulunabilir ve böylece hiçbir bankanın vermediği büyüklükte bir tasarruf faizi ortaya çıkmış olur ve vatandaş da bu yüksek faizden yararlanmak için ne yapıp yapıp tasarruf etmeye çalışır. Sonuçta biriken paranın büyük bir bölümü vatandaşın parasıdır, ama onun birikmesine devletin katalitik parası neden olmuştur.

    Katalitik para, katalitik devlet kavramına dayanır. Küçük devlet katalitik devlettir ve her katalizörde olduğu gibi etkisi de büyüktür. Bu da güçlü devlet demektir.

    Her politikacının, bürokratın ve de tüm vatandaşların ilk öğrenmesi gereken kavram bu olmalıdır. Aksi halde, devlet parasının bu katalitik özelliğini bilmeyen politikacının vaatler denizinde hem kendi, hem bürokratı ve hem de vatandaş boğulur. (Şekil 1A’da görüldüğü gibi😟)

    Ekim 2001 (revizyon Nisan 2024)