• NOTERLİ VE STADYUMLU SINAVLAR…

    Bir kamu kuruluşuna alınacak 3000 küsür kişi için bir futbol stadyumunda yapılan yazılı sınava 115,000 kişi girmiş.

    Yazılı sınav noter huzurunda (noterin de ne geniş bir huzuru varmış) yapılmış olup, kazananlar mülakata alınacak ve böylece hiçbir şüpheye (torpil şüphesi herhalde) yer kalmayacakmış.

    Televizyonlardan hep birlikte dinlemek zorunda kaldığımız bu inandırıcı (!) haberden çıkarılabilecek birkaç sonuç vardır.

    1. Türkiye’de hiçbir kamu kuruluşunun ek personel almaya ihtiyacı yoktur. Aksine bir “kalabalık kamu kadroları” sorunu vardır.

    Bu kalabalık, düşük nitelikli ve düşük ücretlidir. Dolayısıyla iş yapacak yüksek nitelikli eleman açığı gerçekten de vardır.

    Ama bu, stadyum dolusu insan arasından seçilecek 3000 kişi ile giderilemez. Daha doğrusu, kalabalık kadrolar seyreltilip, yüksek nitelikli ve yüksek ücretli eleman istihdam edilir hale gelinmeden bu sorun çözülemez.

    Bütçesinin % 60’ını kamu personeline ücret adı altında dağıtan bir idarenin değil 3000, bir kişi bile ilave personel almaya hakkı yoktur.

    1. Bu nasıl bir görevdir ki 115,000 kişi de kendini bu işe uygun görmektedir. TV’deki görüntülerde kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler hemen her türden insan görünmektedir.

    Bir işin “iş gerekleri” belli değilse, bütün Türkiye o işe uygun olabilir.

    Sınavı ilan edenlerin akıllarına bir “koşullar listesi” yayınlamak ve böylece bir ön eleme yapmak gelmez mi?

    1. Kamu kuruluşlarına her devirde o devrin partililerinin öncelikle alındığını sağır sultan bile bilmektedir.

    Torpil, bugüne kadar hiçbir zaman yazılı sınavlarda yapılmamış, adına “mülakat” denilen ve “bizim partililerin” (her dönemde değişir) seçildiği o garabet sırasında yapılmıştır. Büyük olasılıkla yine aynı şekilde olmaktadır. “Parti”den verilen listeler, yazılı sınav için değil, mülakat(!) için geçerlidir.

    Vatandaş inandırılmak isteniliyorsa, esas bu mülakat denilen şey “saydam” hale getirilmeli, cümle alem ne garip şeyler sorulduğunu gözleriyle görmelidir.

    Bakınız bir sınavdan neler çıkıyor. Yolsuzlukların İSKİ’ye özgü olduğunu zannedenlerin dikkatine sunarım.

  • LİDERLER VE TOPLUMLAR

    “Ne yiyorsanız siz osunuz”, insanın fizik ve ruh yapısının yedikleriyle sıkı ilişki içinde olduğunu anlatan harika bir özdeyiştir. Peki bu böyleyse, insanların bir araya gelerek oluşturdukları toplumlar için de böyle bir formül var mıdır? Acaba, toplumların özelliklerini neler yediklerine bakarak anlayabilir miyiz?

    Kuşkusuz, bireylerin yapıları için yol gösterici olan bir ölçüt birey toplululukları için de bir ölçüde yol göstericidir. Buradan yola çıkarak, bireylerin ve de toplumların çeşitli “işaretleri”ni yorumlayarak, onlar hakkında bazı çıkarsamalar yapabiliriz.

    Av donanımı kuşanmış bir kişinin büyük bir olasılıkla hayvan severler derneği üyesi olmadığı bellidir. Sürekli kendini metheden bir kişi ya da toplumun bu konuda kuşkuları olduğu, saldırgan tabiatlı kişilerin genellikle korkak olduğu gibi “işaret yorumları” çoğaltılabilir. Hekimler, kişilerin sadece dış görünüşlerine bakarak onların sağlık durumları hakkında oldukça doğru bilgiler edinebilirler.

    Hırsızlar hangi evin soyulması gerektiğini, polisler kriminal tipleri, sokak kadınları kime yanaşılacağını hep belirli işaretlere bakarak çıkarsarlar.

    “Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al”, bu dolaylı bilgi edinme yöntemini ifade eden süzme bir sözdür. Her ne kadar her kumaşın ortasıyla kenarı aynı olmaz, özellikle ihraç malı kumaşlarda kenar ve orta arasında büyük farklar bulunabilirse de, analarla kızları (ya da babalarla oğullar) arasında farklılıkların bulunmadığı tecrübelerle sabittir.

    Çevreye böyle bakıldığında, aslında sanılandan çok daha fazla bilgi içinde yüzdüğümüz, eksik olanın, bunları yorumlama bilgi ve alışkanlığı olduğu görülecektir.

    Acaba, toplumların liderlerine bakarak toplumun kendi hakkında bilgi edinilebilir mi? Örneğin Saddam’a bakarak Irak halkı hakkında, Clinton’a bakarak A.B.D. halkı ya da bizim liderlerimize bakarak kendi toplulumumuz hakkında neler söylenebilir?

    Acaba Irak halkı, bir diktatöre müstahak olmadığını, asırlardır demokratik anlayışlı liderlerle yaşarken birdenbire Saddam’ın çıkageldiğini ve şimdi de başlarından gitmediğini mi düşünüyorlar?

    A.B.D. halkı, Clinton’un bir Tanrı lütfu olduğunu, o giderse başlarına bir Saddam geleceğini mi düşünüyorlardır?

    Ülkemizde üç defa askeri darbe olması, aynı 3-5 kişinin ve onların çevresindeki yaklaşık yüz kişinin 3 neslin insanlarını yönetme sevdasından bir türlü vazgeçmeyişi, bunların yerlerine geçmek üzere ortaya çıkan ya da çıkarılan kişilerin“kenar-bez, ana-kız” özdeyişinin canlı kanıtları oluşları acaba Tanrı tarafından toplumumuza verilmiş ve haketmediğimiz bir ceza mıdır?

    Saddam devrilip yerine Maddam geçse, Clinton değerli eşlerinin işine karışmasına dayanamayıp intihar etse acaba Irak düzelir, A.B.D. batar mı?

    Ne bugün ve ne de tarihte hiç bir toplum müstahak olmadığı yöneticiler tarafından yönetilmemiştir. Bu rastlantı değil basit bir sosyal uyum kuralıdır: Lider, toplumunun niteliklerine ne denli uygunsa o denli tutunur, aksi halde red olunan organ gibi dışarı atılır.

    Geçmişimize ve talihimize bu kural uyarınca bakıldığında, toplumumuzun niteliklerine en uygun kişilerin en uzun süre başımızda tutulduklarını, bundan sonra tutulacak olanların da yine bu niteliklerde olması gerektiği anlaşılacaktır.

    Bu basit yaklaşım, başımızda bulunanlardan devamlı şikayet edenlere bir çözüm de göstermektedir: aynaya bakmak, ama toplumun bütününü gösterebilen bir büyük aynaya!

    Pazar, 05 Kasım 1995

  • ÖCÜLERLE NASIL BAŞA ÇIKILABİLİR?

    İlginç Bir Deney: Öcü geliyor!

    Denek olarak seçilen belli sayıda kız ve erkek küçük çocuk arasında yapılan bir deneyde şu iki soru sorulmuş:

    (1) Bu odada “öcü” nereden gelebilir?

    (2) “Öcü” gelirse nasıl durursunuz?

    Erkek çocukların hemen hepsi birinci soruya, “kapı ya da pencereden gelebilir” diye yanıt verirken, kızlar, “odadaki divanın altından” gelebileceğini söylemişler.

    Öcü geldiğinde nasıl bir pozisyon alacakları konusunda ise, erkek çocuklar “ayağa kalkarak”; kız çocuklar ise, “bir şeyin üzerine çıkarak ya da oturup ayaklarını toplayarak” vaziyet alacakları yanıtını vermişler.

    Bu ilginç soruya verilen ilginç yanıtların nedeninin, ilk çağlardaki yaşam biçimlerinin kadın ve erkeklere yüklediği işlevler olduğu ve genetik belleğimizin bunları unutmadığı belirtiliyor.

    Sürekli olarak ev -ki bir ağacın üzeridir- dışında avlanıp dişisini beslediği için, vücudu dişisine göre daha irileşmiş olan erkek için “öcü” daima çevresinde bir yerlerden gelmektedir. O halde, doğru savunma duruşu, ayakta durmak ve o şekilde mücadele etmektir.

    Dişi ise evde yani ağaç üzerinde yaşamakta, çocuğuna bakmakta ve erkeğini beklemektedir. Onun için “öcü” daima yerden gelebilir. Bu yüzden de, eğer yerdeyse ağaca çıkmalı, ağaç üzerindeyse daha yukarılara çıkıp toparlanmalıdır.

    Bizim de Öcümüz Var: Refah!

    İnsanlar, hangi çağda ve de hangi yaşta olurlarsa olsunlar “öcü”lerden daima korkmuşlar, uygun “durum”lar alarak korunmaya çalışmışlardır.

    Ama ne yazık ki, ilk çağlardaki masum öcüler -ki vahşi hayvanlardı- artık yerlerini daha farklı öcülere bırakmıştır. Bunlarla, ayağa kalkarak yada iskemle üzerine çıkarak başa çıkabilmek mümkün değilidr.

    24 Aralık seçimleri yaklaşırken, toplumumuzun akıl hocaları hep bir ağızdan “Refah geliyor!” uyarısında bulunuyorlar.

    Refah, toplumumuzun modern öcüsüdür ve başa çıkma yolu olarak bugüne kadar düşünülebilen yöntem, önüne “baraj” yapmaktır.

    Bu baraj, geçmişte, “%10’luk ülke barajı” olarak somutlanmış, şimdilerde ise “oyunuzu bölmeyin, yoksa öcü gelir”e dönüşmüştür.

    Öcü Önü Nasıl Kesilir?

    Refah’ın önü, “baraj”, “ittifak” ya da benzer yapay modellerle kesilemez. Tam tersine, bu barajların arkasında, -aynen su barajında olduğu gibi- bir ilgi ve sempati birikir.

    Bu ilgi ve sempati belli bir düzeye varıncaya kadar, önü kesilmek istenilen olgunun gerçek yüzünü saklar. Nitekim “adil düzen”, böyle barajların arkasında serpilip büyümüş ve gerçek yüzü olan “Arap emperyalizmi” öcüsünü toplumdan gizleyebilmiştir.

    Gizlenen bu olguya karşın duyulan ilgi ve sempati belli bir eşik değeri’ni aşınca, bir “patlama” meydana gelir. Patlayan bu olgu, Refah’ın gerçek gücü değildir. Sadece, gizlenip enerji biriktirmiş olan ilgi ve sempatidir.

    Seller de aynen böyle doğmaktadır. Rastgele biçimde bir yerlerde oluşan barajların ardında su toplanmakta ve biriken bu enerji, barajı yıkıp önüne geleni yutmaktadır. Refah olgusuna karşı kurulan barajlar aynen bu işlevi görmektedir.

    Baraj Mühendisleri Öcü Üreticileridir!

    İşin ilginç yanı, bu barajların, iyi niyetli yarı-aydınların fikri olmasıdır. Bir başka deyimle, Refah, “sistem davranışları” konusunda bir fikri bulunmayan, hangi etkilerin ne gibi umulan ve umulmayan sonuçlara yol açacağından habersiz yarı-aydınlar tarafından beslenip güçlendirilmiş ve halen de güçlendirilmektedir.

    Din sömürüsüne ya da diğer akıldışılıklara dayanan tüm olgularla mücadele edebilmenin doğru yöntemi, öncelikle bu olguların mekaniğini anlamaktır.

    Dini kimlikleri kullanarak siyaset yapmanın altında yatan başlıca neden, dindarlar ile din sömürücüleri’ni birbirlerinden ayıramayan kimselerdir.

    Laikler ile, laiklik sömürüsü yapan yobazlar ne denli farklıysa; dindarlar ile din sömürüsü yapan yobazlar da o denli farklıdır. Dindarı, din yobazından ayıramayanlar ise, laik yobazlar’dır.

    O halde ilk yapılması gereken, din sömürüsünün hangi iklimde yeşerdiğini, eğitim anlayışımızın temel direği olan “ezber”in bu sömürüye nasıl yatkın yarı-aydınlar yetiştirdiğini anlamaya çalışmaktır.

    Öcüsavar Kavram: Laik-dindarlık’tır!

    Mevcut siyasi partiler içinde bu gerçeği görebilenler yok değildir. Örneğin, YDH’nın ısrarla vurguladığı “laik dindar” kavramı, bu farklılığa işaret etmektedir.

    Buna göre, “oylarınızı bölmeyin, yoksa sizi öcü yer” safsatasına değil, “laik dindarlık” kavramına dikkat edilmeli ve din sömürüsünden korkanlar, bu kavramı savunanları desteklemelidir.

  • “ÖLÇÜLER DAİMA YAŞAR”

    Aşağıdaki yazı, Gonzalo Madrigal’ın İnternet’teki bir ilgi grubuna yolladığı “How Specs Live Forever” başlıklı yazısından alınmıştır.

    Yazının ilginç yanı, okullarda birer kalıp olarak bellediğimiz kimi kuru bilgilerin, kaynakları merak edildiğinde ne denli heyecan uyandırabileceğine bir örnek oluşturmasıdır.

    Okullarda çocuklarımıza öğretmeye çalıştığımız ve onların da öğrenmemekte direndikleri bilgilerin hemen hepsinin altlarındaki ilginçlikleri merak etmelerini sağlayabilsek kimbilir eğitim ne kadar zevkli olurdu.

    «Ölçüler Daima Yaşar!

    Tren rayları arasındaki uzaklığa ilişkin standart Amerikan ölçüsü 4 fit ve 8.5 inç gibi yuvarlak olmaktan çok uzak bir sayıdır. Peki ray aralıkları için niçin bu ölçü benimsenmiştir?

    Çünkü bu, İngiltere’de demiryollarının yapımında kullanılan ölçüdür ve Amerikan demiryollarını da İngiliz göçmenler inşa etmişlerdir.

    İngilizler niçin böyle yapmışlardır? Çünkü, demiryollarını, daha evvelki tramvay sistemlerini yapan kişiler döşemişler ve tramvaylarda kullanılan bu ray aralığını aynen benimsemişlerdir. Niçin tramvaylar için bu ölçü kullanılmıştır? Çünkü tramvay raylarını döşeyenler, daha öncelerde bulunan taşıt vagonları için kullanılan kalıp ve takımlardan yararlanarak işlerini yapmışlardır.

    Pekala! Vagonlar niçin bu kadar parçacıklı bir tekerlek arası ölçüsünde yapılmışlardır? Çünkü eğer bu vagonlar farklı ölçüde bir tekerlek açıklığına sahip olsalardı, eskiden yapılmış bulunan uzun mesafe yollarındaki tekerlek izlerine sığmazlardı. Peki, bu eski yolları kimler yapmıştır?

    Avrupa’da ilk uzun mesafe yolları, askeri birliklerin kullanması için Roma İmparatorluğu zamanında yapılmış ve kullanılagelmiştir.

    Peki ya tekerleklerin açtığı iz çukurları?

    Eski Romalılar, birbirlerini tahrip etme endişesiyle, savaş arabalarını hep aynı izlerden sürmüşlerdir. Bütün savaş arabaları Romalılara ait olduğu için de tekerlek araları hep aynı olmuştur.

    Böylece, orijinal sorunun yanıtını bulmuş olduk. Birleşik Devletler demiryolları ray aralığının 4 fit ve 8.5 inç’lik standart ölçüsü, Roma İmparatorluğu savaş arabalarının orijinal tekerlek arası ölçüsünden türemiştir.

    Ölçüler ve bürokrasiler ebediyen yaşarlar.

    Belki de şimdi, savaş arabalarının tekerlek aralarının niçin o kadar olduğunu merak edersiniz.

    Roma İmparatorluğu savaş arabaları, arabayı yanyana çeken iki atın kıç taraflarının genişliklerinin toplamı kadardı!»

  • ONAYLANAN İŞKENCE VE SONRASI!

    Yargıtay Genel Kurulu, Manisa’lı gençlere işkence yapıldığı iddiasıyla açılan davada mahkemenin verdiği takipsizlik kararını bozarak işkencenin yapıldığını resmen onayladı. Bundan sonra, ilgili polislere ceza verilmesi için bir süreç işleyecek ve polisler cezalandırılacaklar.

    Çocukların uğdadıkları mağduriyeti tazmin etmese de, hukuk sisteminin ağır-aksak da olsa işlemesi nedeniyle bu sonuca sevinmek mümkündür. Ama, madalyonun öbür yüzündeki resmi görebilmek için biraz kuşku iyidir.

    Bilindiği gibi bütün polisler uzunca bir süreden beri insan hakları konusunda eğitiliyorlar. Manisa’lı gençlere işkence yaptığı kanıtlanan polisler de bu eğitimden geçtiler. Şimdi sorulması ve de ısrarla sorulması gereken, bu eğitimin nasıl yapıldığı ve niçin olumlu bir etki yaratmadığıdır.

    Bunun üzerinde durmak gereğinin çok önemli bir nedeni vardır. Polislere insan hakları dersleri hangi yöntemlerle veriliyorsa, okullardaki öğrencilere de dersler aynı yöntemle verilmektedir. “Öğretmenin söyleyip, diğerlerinin susması” olarak adlandırılabilecek bu yöntem, ana okullarından üniversitelerimize kadar yaygın biçimde kullanılan yöntemdir. TRT4’ü izleyenler, açık öğretim adı altındaki işkenceyi görmüşlerdir. Oradaki yöntem de aynıdır: Birisi söyleyip diğerleri dinleyecek!

    Eğitim anlayışımızın ve ona uygun eğitim sistemimizin niçin işe yarar kazandırımlar sağlayamadığının nedeni bu yöntemde gizlidir. Dolayısıyla ne polislerimizin insan haklarından, ne de örneğin ilkokul mezunlarımızın aritmetikten haberleri vardır.

    Toplumumuzda yalnız polislerin değil, büyük çoğunluğun çeşitli formlar altında birbirlerine işkence yaptığını ve bu işin altında insan hakları derslerinin yeterince belletilip ezberletilmediği sorununun bulunmadığını görebilmeliyiz.

    İnsanlarımız yalnız birbirlerini değil, bitki ve hayvanları da sevmemektedir. Ev hayvanı besleyenler için Yargıtay’ın verdiği “evde köpek beslenmez” kararı, dünya hukuk literatürüne bir cehalet ve sevgisizlik abidesi olarak geçecektir. Evde hayvan beslemenin değil, hayvan -ya da TV, çocuk tepinmesi, halı silkelenmesi, hayvan boğazlamak veya bir diğer- yolu ile başkalarını rahatsız etmenin suç olduğunu akıl edemeyenlere hukukçu denilebilir mi?

    Çocuk ve gençlerin, kendileri ni ya da diğer canlıları sevebilmeleri için onlara saygı duymaları, onun için de onları tanımaları gerekir.

    Polislerimiz insan haklarını nasıl ki “sen sus ben anlatayım” yöntemiyle anlayamıyorlarsa, çocuk ve gençlerimiz de okullardaki benzer yöntemle kendilerini ve kendileri dışındakileri tanıyamamaktadırlar.

    Kendini -ve yalnız kendini- bu evrendeki tek canlı gibi görmek yalnızlığına itilen ve bir yandan da okulda ezberledikleri konusunda kuşkusuzluğa koşullandırılan insanımız, elindeki imkanları, başkalarına zarar verecek şekilde kullanmaktan kaçınmıyor.

    Bu polislere ceza yerine birer ev hayvanı besleme mükellefiyeti getirilmesi, canlılara saygı duymalarını daha etkinlikle temin etmiş olurdu. Ama hayvan beslemeyi suç sayanlar böyle bir mükellefiyeti nasıl düşünebilirler?

  • ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI VAR MIDIR?

    Demokrasi sürecimizin bu evredeki durumu toplum bedenine dar gelmeye başladı. Çeşitli biçimlerde dışa vuran bu yetmezlik, toplumsal hastalıkların kronikleşmesine yol açabileceği gibi, doğru teşhis ve açılımlarla gelişime de götürebilir.

    Demokratikleşme süreci bir kimyasal proses gibi katı kanunlara tabi olmadığı, daha doğrusu parametrelerinin sayısı kimyasal süreçlere oranla fazla ve etkileşimli oluşu nedeniyle, bugün gelinen nokta birtakım hastalıkları da içinde barındırmaktadır.

    “Demokrasi, eşitler arasındaki rejimdir” deyişi, gelir ve kültürel düzeyi birbirine yakın -hiç olmazsa arasında uçurumlar bulunmayan- kesimlerin bu rejimi uygulayabileceklerine işaret ediyor olsa gerektir.

    Toplumumuz ise gerek gelir gerekse kültürel açıdan çok büyük farklılıkları içeren bir yapıdadır. Bu farklılıklar, demokrasileri renkli yapan kültürel mozayiklerin farklılıkları olmayıp doğrudan doğruya düzey farkları hatta uçurumlarıdır.

    Demokrasi sürecimiz, bu hastalıkları içinde bulundurmaktadır ve bunlar giderilemediği sürece sorunlar azalmayacak aksine derinleşecektir.

    Hastalıklı demokrasimizin ulaşması arzu edilen nokta bellidir. Çağdaş toplumlar, “Nasıl bir demokrasi?” sorusunun cevaplarını bize göstermektedir.

    Belli olmayan, bu noktadan arzu edilen noktalara nasıl geçileceğidir. Çünkü bu konuda hazır reçeteler yoktur.

    Bu bağlamda cevaplanması gereken sorulardan birisi, çağdaş demokrasilerin normlarından birisi olan “örgütlenme” özgürlüğü konusundadır.

    Birarada yaşamayı, ne kadar küçük bir topluluk tarafından temsil edilirse edilsin hiçbir görüşe çoğunluğun görüşlerini dayatmayı kabul etmeyen, aksine onlarla uzlaşmayı benimseyen çağdaş, “çoğulcu demokrasi” bu ilkelerinin koruyuculuğu altında örgütleme özgürlüğüne hemen hiçbir sınır koymamaktadır.

    Peki, birbirinin değerlerine saygı göstererek yaşamak yerine kendi değerlerini bütüne dayatmayı amaç edinmiş çeşitli kesimlerden oluşan bir toplumda örgütlenme özgürlüğü, bu dayatmalar için bir çeşit ‘çanak tutmak’ anlamına gelmez mi?

    Bu soruya iki türlü cevap verilebilir: Birincisi, “hayır gelmez, çünkü toplumun tüm kesimleri örgütlü olduğu için kimse kimseye kendi değerlerini dayatamaz. İster istemez, çeşitli kesimler uzlaşmak zorunda kalırlar” şeklindedir.

    İkinci tür yanıt ise, “evet o anlama gelir, çünkü toplum dokusundaki gelir ve kültür düzeyi uçurumları, bir genel denge hali oluşturabilecek bir genel örgütlenmeye engeldir. Dolayısıyla bazı kesimlerin örgütlenmesi, ardından “zora dayalı ikna” ögesini de beraberinde taşır” şeklindedir.

    Hatta bu ikinci durum, bu denli dayatmacı biçimde de ortaya çıkmayabilir. Başlangıçta çoğulcu demokrasinin araçlarını kullanarak yola çıkan anti-demokratik amaçlı kesimler, “salam politikaları” uygulayarak adım adım “zorla ikna” yoluna girebilirler.

    Durumu daha da içinden çıkılmaz yapabilecek bir parametre, bu sürecin toplumun kendi tercihlerine göre değil, toplumu bölüp parçalamak isteyebilecek dış etkenlerin manipülasyonlarına göre işlemesidir.

    Buna göre bir çifte standartla karşı karşıya gelinmektedir; çoğulcu demokrasiyi benimsemiş kesimlere sınırsız bir örgütlenme özgürlüğü; çoğulcu demokrasinin araçlarını kullanarak kendi değerlerini topluma dayatmak isteyenlere koşullu/sınırlı örgütlenme özgürlüğü!

    Bu ikili standart derhal bir başka soruyu gündeme getirmektedir: Çeşitli kesimlerin niyetlerini kim ve nasıl saptayacaktır? Bu, keyfiliği beraberinde getirmez mi?

    Günümüz Türkiye’sinde çeşitli kesimlerin “demokratik talep” olarak da değerlendirilebilecek talepleri vardır. Kürt kökenli vatandaşlarımızın ya da dini bir politik araç olarak kullanan kesimlerin talepleri bunlardan yalnız ikisidir.

    Bu taleplerin çevresinde süren uzlaşmazlık ortamı toplumu huzursuz etmektedir.

    Bu taleplerin kabul edilmesi, şüphesiz ki ani bir ferahlama, bir huzur ortamı yaratacaktır. Politik alanda bu yöndeki işaretler dahi büyük sempati toplayabilir. Peki ya sonrası? Kimse bir sonraki aşamanın gelmeyeceğinden emin değildir, çünkü bu kesimlere mal edilen söylemler -ki bu doğru olmayabilir de-, gündemdeki taleplerin “salamın bir dilimi” olduğuna işaret etmektedir.

    Bu durumun içinden tek şekilde çıkılabilir. O da net olmak, talepleri olabildiğince açık ortaya koymaktadır.

    Buna paralel olarak, çözüm önerilerinin de net olması gerekir. Aksi halde “Allah kerimdir!” yaklaşımı ile sorunlar daha güç koşullara taşınabilir.

    Birlikte yaşamak ve de değerlerini dayatmadan birlikte yaşamak isteyenler ellerini kaldırmalıdırlar. Kaldırmayanlar azınlıkta ise çözüm var demektir.

    Cuma, 22 Temmuz 1994

  • ORMAN YANGINLARI “NİÇİN “SÖNDÜRÜLEMİYOR?

    Yaz gelince orman yangınlarının da artması, kimsenin itiraz etmediği köklü bir geleneğimiz olmuştur. Bu uysal tutumun arkasında biraz gerekçelerin akla yakınlığı biraz da bilgi eksiği vardır.

    Başka ülkelerdeki orman yangınlarının sayısı, göreli olarak sıklığı ve bu gibi bilgilere sahip olmayan kamuoyu olsa olsa yangın görünce küreği kapıp üzerine gider, başka bir katkısı olmaz.

    Hele bunun üzerine sabotaj kaynaklı yangınlar da binince kimse soru sormayı aklına getirmez.

    Kamuoyu, medya ve yöneticiler konunun çözüm kısmıyla, hem de son aşamasıyla yani çıkan bir yangının “nasıl” daha çabuk söndürülebileceği ile meşguldür.

    Yangınların “niçin” çıktığı üzerinde ise durulmuyor ve biliniyor ki çoğu kasten (terör amaçlı) çıkarılmaktadır.

    Ama sorulması gereken, bu iki soru da değildir. Çoğu orman yangınları ya yanacak yer bittiği ya da yağmur yağdığı için sönüyor. O halde doğru soru, yangınların “niçin” söndürülemediği, daha doğru bir ifadeyle niçin, başlangıçta söndürülemeyip kontrolden çıktığıdır.

    Herhangi bir nedenle kontrolden çıkıp büyüyen bir orman yangınının kolay kolay söndürülemediği, hele rüzgar gibi yardım edici bir faktör altında işin daha da güçleştiğini hemen herkes bilmektedir.

    O halde geriye, çıkan/çıkarılan yangınların olabildiğince çabuk haber alınıp, etkili ilk müdahalenin yapılması şansı kalmaktadır.

    İşte bu nedenle, “çabukluk”, “haber alma”, “organize olma”, “harekete geçme”, “ne yapılacağını iyi bilme” gibi faktörler büyük önem taşımakta ve yukarıda sorulan soru bu önemli ögelerin niçin yerine gelmediğini sormaktadır.

    Bu soru parçalarının herbiri ayrı incelemeye değer konulardır. Ama, hepsini birden kavrayacak bazı cevaplar da vardır. Şöyle ki;

    1. Toplumumuz kurallara boğulmuş ama kuralsız yaşayan bir toplumdur. Çağdaş bir toplum dokusunu oluşturan binlerce önemsiz görünüşlü kural -ki bunlar yasal ya da geleneksel kökenli olabilir-, bizler için yoktur. Halbuki, özgürlükleri, daha iyiye, doğruya ve güzele varmak için kullananlarla, özgürlükleri yoketmek için kullananları ayırt edebilecek araçlar, kural kirliliği içinde kaynayıp giden ayrıntılardır.

    “Farkları farkedebilme” denilebilecek bu toplumsal becerinin kaynağı ise çeşitli sanat dallarıdır. Sanatın bu önemli işlevini pas geçmiş olan toplumumuz, iri elleriyle alet kullanmadan beyin ameliyatı yapmaya çalışan cerrah gibidir.

    1. Her türlü sabotaj için en uygun ortam, nelerin yapılamayacağı konusunda halkın değişik anlayışlara sahip olmasıdır.

    Kullandığımız kavramların içlerinin boş ve herkesçe isteğe göre doldurulabilir oluşu, birisine göre sabotaj hazırlığı sayılabilecek bir eylemin, diğerine göre özgürlük sayılmasına yol açmıştır.

    1. Ormanlarımızın sahibi devlettir. Ortak mülkiyet halinde gerçek bir sahibin bulunmadığı da herkesçe bilinen bir gerçektir. Yani ormanlar sahipsizdir. Nitekim orman yangınlarında ister kaza ister sabotaj olsun yanan ormanların hiçbir zaman özel ormanlar olmayışı bir raslantı değildir.

    2. Vatandaş, üzerinde yaşadığı topraklara, “burası benimdir” biçiminde yürekten sahiplenmiş değildir. Tüm yapılar, şehir mobilyaları, insan davranışlar, “gerekirse buraları da bırakır gideriz” mesajı yayınlamaktadır.

    Bu tutum, kamu görevlilerine de yansımıştır. Kendilerine iletilen bir bilgiyi ciddiyetle değerlendirip harekete geçen kamu görevlisi yüzdesi düşüktür. Ayrıca maaşının düşüklüğünü, görevini kötü yaparak telafi etmenin “hak” olduğuna inanan kamu görevlisi de çoğunluktur.

    1. Mahalle yönetimleri -muhtarlıklar-, yörelerinde kimlerin oturduğunu, ne iş yaptıklarını, kimlerin yöreye girip çıktığını bilmemektedirler.

    Toplumumuzun “sistemli kaydetme”, “kaydedilen bilgileri güncelleme” ve “kaydedilip güncellenen bilgilerden sonuç çıkarma” kültürü çok zayıftır.

    Vatandaşın, oturduğu yeri eğreti görmesi ve bu kaydetme kültürü yetmezliği birleşince,”yol geçen hanı” biçiminde yaşam yerleri doğmaktadır.

    1. Yeter sayı niteliklerde kamu yöneticilerine sahip değiliz. Bir “orman bölge müdürü”nün yangın söndürürken ölmesi, Orman Bakanı’nın vatandaşlarla birlikte yanan ağaçlara koşturması, kamu yöneticilerimizin hala 1900’lü yıllarda kaldıklarını gösteriyor.

    Bu basit yaklaşımdan dahi görülmektedir ki, orman yangınları olarak kendini gösteren sorun aslında, başka sorunların kendi aralarında yaptıkları özel bir bileşimden ibarettir.

    Bu şaşırtıcı sonuca varmak için tek yapılan, doğru bir soru sormaktan ibarettir.

    Evet, toplumumuza yapılabilecek en büyük hizmet onun doğru sorular sormaya başlamasına yardımcı olmaktır.

    Pazartesi, 29 Ağustos 1994

  • LİDER VE LİDER ADAYLARINA!

    Siyasal yaşamımıza ve onunla ilişki içindeki yaşam kesitlerimize geçmişten bu yana baktığımızda, sürekli bir “rahatsızlık” içinde olduğumuzu görüyoruz.

    Toplumun hemen hiç bir kesimi durumdan ve durumundan memnun değil, herkes kendi dışındaki birilerini şuçluyor ve kendi elindeki reçete uygulansaydı durumun “böyle” olmayacağını iddia ediyor.

    Bu tablo siyasal partiler ve onların liderleri için de aynen geçerli. Giderek sayıları artan ve artacağa da benzeyen partiler, henüz partileşmemiş hareketler, bunların liderleri ve lider adayları, mevcut tabloyu kıyasıya eleştiriyorlar.

    Bir siyasi parti ya da hareketin liderinin popülaritesinin halkımız nezdindeki geleneksel ölçütü, eleştirinin “yayıldığı alan” ve “keskinliği” olduğu için, beğeni toplayabilecek eleştiri üretmek gittikçe daha güçleşiyor. Ancak her şeye rağmen en kolay eleştiri üretebilecek toplumlar dan biri olduğumuz da şüphesizdir.

    Yıllardır “konuşan”, giderek “daha özgür konuşan” ama çoğunlukla “yanlış konuları konuşan” Türkiye’mizde, ağzını açıp rastgele bir konuyu eleştiren kişinin haklı olması olasılığı yüzdü yüze yakındır.

    Başka ülkeler bilinmez ama, bu toplumda inanılması güç bir süreç yılardır işliyor: Tıkanmış bir tuvaleti açmanın bile belirli bir metod kullanılmaması halinde imkansız olduğunu çoğumuz biliriz. Bu denli basit bir sorunu dahi bir “yöntem”le çözmek gerektiğini idrak edip, ya bilen birisini çağıran ya da nasıl yapılması gerektiğini öğrenmeye çalışan insanlarımız, birbiriyle birleşe bütünleşe ilk hallerinden çok uzaklaşmış bir sorunlar yumağını sadece eleştirerek, daha çok eleştirerek ve daha keskin eleştirerek, ama hiç bir yöntem kullanmadan, bırakın kullanmayı böyle bir metoda ihtiyaç olup olmadığını merak etmeden çözebileceklerini zannetmektedirler.

    Eleştirileri dinleyen insanların içi -gayet doğal olarak- bin türlü isyanla doludur. Kimi, çalışmadan kazanan komşusuna haset etmekte, kimi uğradığı ya da öyle sandığı bir haksızlığın acısını duymakta, kimi de “eleştiren” liderle aynı fikirde görünmenin yarın getirileri olacağını hesaplamaktadır.

    Lider de, eleştirileri dinleyenlerin bu duygularını bilmekte -zaten bunları bilmeden lider olunmaz-, kendi eleştirilerinin onaylanması için, karşısındakilerin onaylıyacağı eleştirilerde bulunmaktadır. Bu karşılıklı tatmin etme eyleminin toplumumuz terminolojisindeki adı “demokrasi”dir.

    Saygıdeğer liderler ve lider adayları,

    Lütfen kabul ediniz ki eleştiri afyon gibidir. Rahatlatıcı, alışkanlık yaratıcı ve ölümün gelişini unutturucu!

    Yine lütfen kabul ediniz ki, bu ülkenin sorunları, birbirinizi eleştirerek, ama gerçek sorunların neler olduğunu, niçin olduğunu anlamaya yarayan metotlar kullanılmaksızın çözülemez, nitekim çözülememiş ve çözülememektedir.

    Bugün, ülkemizin en ücra köşelerinden en yüksek yerlerine kadar her yerde “birilerinin ve birşeylerin yanlışları” konuşuluyor. Mezradaki ağanın, ildeki Vali’nin, Başbakan ya da Cumhurbaşkanı’nın ya da İstanbul’da lağım suyu akan muslukların, kapıdaki hava kirliliğinin ya da enflasyonun!

    Ama, bu yanlışların nerelerden, o nerelerin nerelerden kaynaklandığı, bu çığ gibi sorunların nasıl ele alınması gerektiği, nasıl tam anlaşılıp ondan sonra da çözümler geliştirileceği konusunda bir tek söz söylenmiyor.

    Ve liderler, onların kadroları, tayfaları ve neferleri, “onlar gitsin biz gelelim, onlar çözemedi, olsa olsa biz de çözemeyiz” yaklaşımı içinde, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Sıra geliyor, çözemiyorlar, yeni gelenler aynı deneyi tekrarlıyorlar, onlar da çözemiyorlar.

    Arkasından gelen eleştiri afyonu ve bunalmış insanların doya doya kullanarak rahatlamaları!

    Önümüzde kesin tarihi belli olmayan bir seçim var. Her seçim döneminde afyon kullanımı artar. Meydanlar, TV ekranları, birbirlerine acımasızca saldıran, ama sorunlara karşı cilalı taş devri araçlarıyla yaklaşan insanlarla dolacak.

    İlginçtir ki, birbirinin özel yaşamına dahi pervasızca saldırabilen liderler ve lider adayları, inanılmaz bir uzlaşı içinde birbirlerinin sorunlara yaklaşım biçimleri hakkında tek kelime etmeyeceklerdir. Çünkü yaklaşımları birbirinin tamamen aynıdır!

    Ve onları dinleyen milyonlar da, “tıkanmış tuvalet açmanın metodu var da ülke sorunlarına yaklaşımınızın bir metodu yok mu?” diye sormayacaklardır.

    Yoksa soracaklar mı? Ne dersiniz?

    Pazar, 4 Eylül 1994

  • LOJMANDAN ÇIKMAYAN MİLLETVEKİLLERİ. ACABA NİYE ÇIKMIYORLAR?

    Son günlerde medyayı epey meşgul eden -ve bir süre daha meşgul edeceğe benzeyen- bir konu, geçen dönem milletvekillerinin lojmanlarını hala terketmeyişleri oldu. Siyasetin halk arasındaki geleneksel tanımına göre -“siyaset kirli, siyasetçi de kirli işlerle uğraşan insanlardır”- bunda bir tuhaflık yoktur. Sıradan bir paparazzi haberi gibi, kim çıkmadı, kim eşyasını nereye koydu gibisinden onlarca dedikodu üretilebilir.

    Bu dedikodularla uğraşılırken gözden kaçırılan önemli bir nokta var. Öyle bir nokta ki, siyasetin niçin kirlendiği, bir yere oturanın niçin oralardan kalkmak istemediği, milletvekili olmak istemenin niçin bu denli önemsendiği gibi sorulara yol açabilecek olan bir soru gözden kaçırıldı.

    Bu soru şudur: hiçbir bulanıklık bulunmayan, en net kurallardan bile daha açık olan “milletvekili lojmanlarından yararlanma kuralı” niçin çiğneniyor, hem de bir kişi, iki kişi, on kişi tarafından değil altmış küsur kişi tarafından?”

    Herhangi bir kamu kuruluşuna ait lojmanlardan yararlanan bir kişinin durumu ile milletvekillerinin önemli bir farkı vardır. Milletvekili lojmanları sayısı , tamı tamına milletvekili sayısı kadardır (hatta 50 tane daha eksiktir). Dolayısıyla, lojmandan çıkmamak, yeni seçilenin neredeyse milletvekilliğini kabul etmemekle eşdeğerdir.

    Peki bu açık duruma rağmen, bu kadar çok sayıda eski milletvekili niçin lojmanları terketmeye direniyorlar?

    Sorunun yanıtı -genelleştirmeme ilkesi saklı kalmak üzere- maalesef çok üzücüdür ve siyasetin niçin bu denli kirlendiğinin açıklamasını da içinde taşımaktadır. Hatta daha da ileri gederek, yalnız eski dönem milletvekillerinin değil, siyasi örgütlenmede herhangi bir pozisyon sahibi olanların oralara niçin bu denli sıkı sıkıya yapıştıklarının açıklaması da aynı noktadadır: bugün siyaset, yapacak başka bir iş bulamayan insanlar için bir istihdam kaynağıdır, yani bir ekmek kapısıdır. Yapacak bir işi olan ve siyasete gerçekten hizmet etmek için girenler açısından son derece talihsiz bir durumdur bu karışıklık..

    Hele, siyasette belli bir süre kalıp, elindeki mesleğinin gelişmelerinin uzağında kalan bir kimse için siyaset tam bir ekmek kapısıdır ve insan doğasının gereği olarak bu ekmek kapısı ölesiye savunulmaktadır.

    Halkımızın genel yargısı, milletvekili olan kişinin ikinci bir iş yapmaması yolundadır. Halbuki doğru olan bunun tam tersidir. Milletvekili ikinci bir iş yapmalı ve milletvekilliği imkanlarına tabi olmayacak düzeyde bir iş yapmalıdır.

    Milletvekilinin yapmaması gereken ikinci iş değil, milletvekili imkanlarını kullanarak kendine çıkar sağlamasıdır ve buna “çıkar çelişkisi” denilmektedir. Kavram dağarcığımızda yer almayan bir kavramın milletvekilinin ikinci iş yapmasına engel sayıldığına, onun da siyasetin ekmek kapısı sayılmasına yol açtığına ibretle dikkat edilmelidir.

    Milletvekilleri, mesleği bulunmayan ya da mesleğindeki gelişmeleri takip edemez duruma gelmiş kişiler arasından değil, çıkar çelişkisine düşmeden hayatını kazanabilen kişiler arasından seçilmeden bu iş düzelemez. Bunun için gereken, inanç sistemimiz içindeki değerleri gözden geçirip, hiç kuşkulanmadığımız kimi virütik değerlerimizi çöpe atmaktır.

  • MAYO ASKISI GÖSTERGE OLUR MU?

    1948 Olimpiyatlarını hatırlayanlar, rahmetli Eşref Şefik’in sesinden radyolarının başında güreş karşılaşmalarını dinlediklerini de anımsayacaklardır.

    Dünya’nın henüz güreşi tam bilmediği, bizim de üstün yetenekli güreşçileri bir araya getirebildiğimiz o yıllarda, neredeyse tüm ağırlıklarda altın madalya kazanmamız bir gelenek haline gelmişti.

    Ancak o yıllarda bir türlü çözümlenemeyen bir sorun, daha doğrusu bir türlü başedilemeyen bir rakip vardı: güreşçilerimizin mayolarının askıları! Rakiplerin karşılıklı çekişmeleri sırasında, bizim güreşçilerimiz en az rakipleri kadar sık sık omuzlarından kayan mayo askılarını tekrar yerine yerleştirmeye çalışırlardı.

    Güreşçilerimizin çoğu bu soruna, mayo askılarını çapraz takarak, yani sol omuza takılması gereken askıyı sağa, sağa takılması gereken askıyı da sola geçirerek çözüm bulurlar, biraz olsun sıkılama sağlayabilirlerdi.

    O zamanlar, niçin hep bizimkilerin mayo askılarının kaydığını, yabancılarınkilerin ise neden kaymadığını herhalde hiç merak eden olmamıştır. Olsaydı bu sorunu çözerlerdi.

    Aradan yıllar geçti, televizyon yaşamımıza girdi, artık güreşleri spikerlerin sesinden çok kendi gözlerimizle seyreder olduk. 1970’li yıllarda yapılan güreş karşılaşmalarında hayretle gördük ki bizimkiler yine mayo askılarıyla boğuşuyorlar. Aradan geçen 20 yılı aşkın sürede demek ki yine meraklı birisi çıkıp bu askıların niçin kaydığını, yabancıların askılarının ise niçin kaymadığını hala sormamaktadır.

    Şimdi yıl 1996 ve Atlanta Olimpiyatları! Minderde güreşçimiz, karşısında da bir İsveç’li. Bizim güreşçimiz aynen 1948’de Olimpiyatlara katılan dedelerinin yaptığı gibi yine mayosuyla meşgul, ama bu defa bir farkla: askıların sarkık kısımlarını arkadan iyice çektirip birbirine düğümletmiş!

    İsveçli ise, yaptığı spora tam uygun biçimde tasarımlanmış bir mayo giymiş ve onu unutacak kadar vücuduna oturmuş.

    Kıyafet mühendisliği denilebilecek bir uğraş alanının olduğunu, yapılan her işe uygun donanımın bir “dizayn” işi olduğunu bizden 50 yıl kadar önce idrak etmiş insanlarla aynı dünyayı paylaşıyoruz.

    Bundan 1 yıl kadar evvel üzerine benzin dökülüp yakılmak istenilen bir polis ve birdenbire alev alan elbisesi nedeniyle TBMM’ne bir soru önergesi verilmiş ve bu elbiselerin teknik şartnameleriyle, muayene komisyonunun kabul raporunun görülmek istendiği belirtilmişti.

    Uzun bir süre sonra gelen yanıtta, polisimizin ne denli feragat ve fedakarlıkla görev yaptığı belirtiliyor, sorulan sorular ise es geçiliyordu.

    Tekstil alanında ne kadar iddialı olduğumuzu okuyup dinledikçe, bunların kendi kendimize yaptığımız propaganda olduğu, dünyanın bize, mesleki giyim ve benzeri konular gibi biraz olsun tasarım kültürü isteyen işleri değil, daha sıradan işleri yaptırdığı ve bunlara da son derece düşük değerler biçtiği acı gerçeğini anlıyoruz.

    Henüz, güreşirken askıları kayan, ancak arkada düğümlenerek yerinde durdurulabilen askılı mayo yapabiliyoruz. Ayrıca, bunları becerebilen ülkelerden bir düzine mayo ithal edip, bir sorunu bir başkasının kaynağı durumuna getirmemeyi de akıl edemiyoruz.

    Şimdi şu soruyu sormalı ve yanıt aramalıyız: bu mayo askısı meselesi acaba başka nelerin göstergesidir? Yoksa bir kuruntu mudur?

    Pazartesi, 22 Temmuz 1996