• PARLAMENTODAN ŞİKAYETLER NEYİN GÖSTERGESİDİR?

    Toplum, çeşitli sorunlar altında giderek ezildikçe bir yandan da giderek daha yoğun tepkiler üretiyor. Bu tepkilerin odak noktasını siyasetçiler ve onun da ortasını parlamento oluşturuyor.

    En son söyleneceği en baştan söyleyerek bundan sonraki satırların önyargısız değerlendirilmesini sağlamaya çalışacağım: Amacım kurum olarak parlamentoyu savunmak, ama o kurumun bir kuruluşu olarak da meclisimizin yeterli olmadığını -kendi adıma- ikrar etmektir.

    Kurum olarak parlamentoyu savunmak yalnız benim değil, ona dayalı demokratik sistemi savunmak isteyen herkesin görevi olmalıdır. Keza kuruluş olarak parlamentonun eksiklerini, yetersizliklerini dile getirmek ve eleştirilere dayanarak önlem geliştirmek, kuruluşun günahlarının kuruma fatura edilmesini önlemek isteyen herkesin görevi olmalıdır.

    Parlamentonun hemen herkes tarafından çeşitli yollarla ve üslupta dile getirilen yetersizliklerinin sebepleri nelerdir?

    “Bizi sebepler ilgilendirmez sonuç ilgilendirir” denilemez. Çünkü o sebepler eğer bildiklerimiz kadar değilse bu defa gelecek parlamentoların da aynı yetersizliklerle malul olması sürpriz sayılamaz.

    Bu nedenler içinde en çok dile getirilen ve gerçekten de sıkça örneklerine rastlanan, “milletvekillerinin, ellerindeki yetkileri iyiye kullanmayışları” ile “milletvekillerinin, milletin sorunlarına çözüm bulamayışları”dır.

    Görüntü budur ve de genel çizgileriyle doğrudur. “Genel çizgileriyle” doğrudur, çünkü bu yargıların genelleştirilip tüm kuruluşa teşmil edilmesi hem bir haksızlıktır, hem de kurumu yıpratıcı bir kolaycılıktır. Pekiyi bu doğru görüntünün alt katmanlarında yatan nedenler nelerdir?

    Mevcut yetkilerin kötüye kullanılabilmesinin bir nedeni, parlamenterlerin demokratik sistem için gereğinden daha çok yetkiye sahip olmalarıdır.

    Kişilerin çiğneyebilecekleri yasaların sınırlarını onların yetkileri belirler. Bir taksi şoförünün anayasa çiğneme arzusu bulunsa bile, çiğneyebileceği yasa ancak trafik yasası ve benzerleridir.

    Parlamentonun görevi, halkın, çeşitli örgütlenmeleri yoluyla geliştireceği çözüm önerileri içinden en uygunlarını seçmek ve o çözümler için gerekebilecek yasal düzenlemeleri yapmak, yasaların uygulanışı hakkında bilgi edinmek (dikkat! yargılamak ya da icraat yapmak değil) ve bu geri-besleme yoluyla edindiği bilgileri kullanarak yeni yasal düzenlemeleri yapmaktan ibarettir.

    Uygulama ise böyle değildir. Parlamenter, kişilere iş bulmaktan, onların özel -bir kısmı da yapılmaması gereken- isteklerini karşılamaya kadar birçok alanda taleple karşı karşıyadır.

    Bunun nedeni ise, halkın sorunlarını çözme sürecinde yer almayışı, bunları birilerine “ihale” etmek eğiliminde oluşudur.

    İlginç olan nokta, otokratik rejimlerde rastlanan ve yönetimlerin halk için iyi, doğru ve güzel olanlara karar verip, bunun karşılığında da onun sorunlarını çözmeyi üstlenmesi -dikkat! çözmesi değil- usulünün, kendini demokratik olarak adlandıran ülkemizde de geçerli olmasıdır.

    Sorunun özü buradadır: Osmanlı’dan bu yana sorunlarının çözümünü devletten bekleyip, görevinin yalnızca, itaatkar kulluk etmek olduğu yolunda koşullandırılmış insanımız, giderek sorun çözme kaabiliyetini yitirmiş ve sorunlarını temsilcilerinin çözmesi gerektiği (ve de çözebileceği) inancını benimsemiştir.

    Hava kirliliğinden teröre, trafik kazalarından hayat pahalılığına, etnik milliyetçilikten ümmetçiliğe kadar uzanan yoğun bir sorun yükü ile karşı karşıya bulunan ve de sorun çözme kabiliyeti açısından temsil ettiği vatandaşlarından daha ileri bir durumda bulunmayan parlamenter, hem sorunları çözememekte hem de bu geniş yetkilerle donanmış bulunmaktadır.

    Halk Kendi Sorunlarını Çözebilir mi, Ne Kadar?

    Yukarıdaki tablonun ortaya çıkmasının nedeni, önceleri buyurgan devlet-itaatkar kul ilişkisi ve buna bağlı olarak da sorun çözme kabiliyetinin giderek azalması nedeniyle, halkın sorunlarını çözemeyeceğine inanmasıdır.

    Bu kısır döngüyü kırabilme yolunda, Japon toplumunun sorun çözme kabiliyetini artıran Deming ve Ishikawa’nın yaklaşımından alınabilecek çok önemli dersler vardır.

    Ama bu derslerden yararlanabilmek için bir konuda karar vermeliyiz: Sorunlarımızı kendimiz çözüp, bizim için iyi-doğru-güzel’lere kendimiz mi karar vereceğiz, yoksa bu işleri temsilcilerimize ihale edip şikayetle mi yetineceğiz?

    Pazar, 22 Ocak 1995

  • NOTERLİ VE STADYUMLU SINAVLAR…

    Bir kamu kuruluşuna alınacak 3000 küsür kişi için bir futbol stadyumunda yapılan yazılı sınava 115,000 kişi girmiş.

    Yazılı sınav noter huzurunda (noterin de ne geniş bir huzuru varmış) yapılmış olup, kazananlar mülakata alınacak ve böylece hiçbir şüpheye (torpil şüphesi herhalde) yer kalmayacakmış.

    Televizyonlardan hep birlikte dinlemek zorunda kaldığımız bu inandırıcı (!) haberden çıkarılabilecek birkaç sonuç vardır.

    1. Türkiye’de hiçbir kamu kuruluşunun ek personel almaya ihtiyacı yoktur. Aksine bir “kalabalık kamu kadroları” sorunu vardır.

    Bu kalabalık, düşük nitelikli ve düşük ücretlidir. Dolayısıyla iş yapacak yüksek nitelikli eleman açığı gerçekten de vardır.

    Ama bu, stadyum dolusu insan arasından seçilecek 3000 kişi ile giderilemez. Daha doğrusu, kalabalık kadrolar seyreltilip, yüksek nitelikli ve yüksek ücretli eleman istihdam edilir hale gelinmeden bu sorun çözülemez.

    Bütçesinin % 60’ını kamu personeline ücret adı altında dağıtan bir idarenin değil 3000, bir kişi bile ilave personel almaya hakkı yoktur.

    1. Bu nasıl bir görevdir ki 115,000 kişi de kendini bu işe uygun görmektedir. TV’deki görüntülerde kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler hemen her türden insan görünmektedir.

    Bir işin “iş gerekleri” belli değilse, bütün Türkiye o işe uygun olabilir.

    Sınavı ilan edenlerin akıllarına bir “koşullar listesi” yayınlamak ve böylece bir ön eleme yapmak gelmez mi?

    1. Kamu kuruluşlarına her devirde o devrin partililerinin öncelikle alındığını sağır sultan bile bilmektedir.

    Torpil, bugüne kadar hiçbir zaman yazılı sınavlarda yapılmamış, adına “mülakat” denilen ve “bizim partililerin” (her dönemde değişir) seçildiği o garabet sırasında yapılmıştır. Büyük olasılıkla yine aynı şekilde olmaktadır. “Parti”den verilen listeler, yazılı sınav için değil, mülakat(!) için geçerlidir.

    Vatandaş inandırılmak isteniliyorsa, esas bu mülakat denilen şey “saydam” hale getirilmeli, cümle alem ne garip şeyler sorulduğunu gözleriyle görmelidir.

    Bakınız bir sınavdan neler çıkıyor. Yolsuzlukların İSKİ’ye özgü olduğunu zannedenlerin dikkatine sunarım.

  • KORKMAMA ÖZGÜRLÜĞÜ

    Temel insan hak ve özgürlükleri içinde yer almasına karşın toplumumuzda hemen hiç konuşulmayan özgürlük türlerinden birisi de “korkmama özgürlüğü” olup, bu aslında “haklarını kullanmaktan korkmama özgürlüğü” dür.

    Bir şikayeti olan kişinin karakola başvurması, bir girişimcinin -haksız rekabete maruz kalacağından korkmaksızın- bir kamu ihalesine katılması, bir düşüncesini ifade edebilmesi, başkalarınca kınanmadan bir dini öğretiye bağlı olması ya da aksine çoğunluğun dini geleneklerinden farklı düşünebilmesi, bunların hepsi insanların haklarıdır.

    Bu ve bunun gibi haklarını korkmadan kullanmaya kalkabilecek kimse toplumumuzda var mıdır?

    Korkmama özgürlüğünün sağlanması, devletin çok az sayıdaki asli görevinden birisidir. Devletin, et, süt, ayakkabı, bez, tuz üretmek görevi ne kadar yoksa, korkmama özgürlüğünü sağlamak görevi de o denli vardır.

    Her özgürlüğün kullanımından rahatsız olabilecek bir grup insan mutlaka vardır ve işte o grupların frenlenemeyen eylemleri korkmama özgürlüğünün başlıca engelidir. Bu durumda devlete düşen görev, bu engelleri teşhis etmek ve de etkisiz kılmaktır.

    Ancak, bu kolay bir görev değildir. Çünkü bu özgürlükleri tehdit edenler yine insanların kendileridir. Bu eylemleri insan haklarını zedelemeden caydırmak ise oldukça zordur.

    Demokrasi denilen sistemin işlemesi, yüzünü çağın değerlerine çevirmiş binlerce çıkar grubunun çıkarlarının uzlaşmasına bağlıdır. Çıkar gruplarından bazılarının çağdaş değerleri reddetmesi veya uzlaşma için gereken asgari niteliklere sahip olmaması gibi hallerde demokratik sistemin işlemesi söz konusu olamaz. Bir grup uzlaşıyı kenara iter, korkutmayı bir silah olarak kullanmaya kalkarsa uzlaşma sürecine ihtiyaç kalmaz. Tek yanlı bir emri vaki durumu ortaya çıkar.

    Uzlaşma ortamını ortadan kaldıran, tek yanlı bir baskı (çoğu zaman da terör) uygulayan bu tür eğilimleri caydırmak, devletin tek başına başa çıkabileceği bir sorun değildir. Mutlaka halkın desteği gerekir. Bu destek ise öncelikle bu konudaki bilincin gelişmesiyle kurulabilir. Yani sokaktaki insan, havayı soluma konusunda bir engellemeye nasıl “derhal tepki” gösterirse, bu tür “korku salma eğilimleri”ne karşı da benzer tepkiyi gösterebilmek zorundadır.

    Bu ise demokrasinin “olmazsa olmaz” koşuluna gelip bağlanmaktadır: Demokrasi eşitler arasındaki rejimdir.

  • KUMARHANELER VE ZİHİNSEL BULANIKLIK!

    Anayasa Mahkemesi’nin kumarhaneleri kapatma kararından sonra faaliyete geçen lobi, Turizm Bakanı’na TV’lerden açık açık kumarhane propagandası yaptırıyor. Kumarın bir ihtiyaç olduğunu, bu ihtiyacın giderilmesinin de -her ihtiyacımızın olduğu gibi- devletçe karşılanması gereğini savunan akademik ünvanlı turizm bakanları da görmüş toplumumuz açısından bu propaganda pek şaşılası değildir.

    Üzerinde durulması gereken nokta, bu zırvaları savunan kişilerin durumları ve bunları niçin yaptıkları değildir. Her ülkede bu tür insanlar çıkabilir. Aslolan, toplumun zihinsel bağışıklık sisteminin sağlam olması, önüne konulan iddiaları yalın ve net bir süzgeçten geçirebilme yetisine sahip bulunmasıdır. Bu takdirde tehlike yoktur.

    Durumumuz ise böyle değildir. Çıkar ya da ahmaklık her neyse bir dizi nedenle birileri çıkıp bir sav ortaya atmaktadır: turizm gelirlerinin düşmesinin nedeni kumarhanelerin kapanmasıdır!!

    Turizm gelirlerimiz gerçekten düşmüş müdür? Gelirler zaman içinde ne ölçüde dalgalanma göstermektedir? Siyasi olaylarla ilinti var mıdır? Kaç turist kumar oynamak için Türkiye’ye gelmektedir? Bunlar niçin kendi ülkelerinde kumar oynamıyor?

    Bu konuda 1 tane dahi rakam ortada yoktur. Olan rakamlar da bu iddiaları desteklemek bir yana yalanlamaktadır.

    “Madem ki kumar nedeniyle insanlar intihar ediyorlar o halde boğaz köprüsünü de yasaklayalım” gibisinden bir mantık kamu yönetimine hakim olduğu takdirde bir süre sonra Tayland ve Filipin tipi turizm ürünlerine benzer ürünler de üretmek isteyen insanların çıkması kaçınılmazdır. Öyle ya madem işsizlik var ve madem kadınlarımızın ekonomik özgürlükleri yok, işte iki soruna birden çözüm!

    “Yasakları yasaklayalım” bir ara gündeme gelmişti. İlk bakışta çok sevimli, çağdaş ve özgürlükçü görünen, gerçekten de kamu yönetimini yasaklar yoluyla yapmaya çalışan zihniyete karşı haklı bir başkaldırı gibi görünen bu sloganın nerelere kadar varabileceğini akıl edemeyen, ünvanın söz söyleme ehliyetini de beraberinde getirdiğine inanmış birisinin teklifiydi bu.

    Halbuki özgürlükleri korumanın biricik yolu, o özgürlükleri yok etmek ya da sömürerek çıkar sağlamak isteyenlerin girişimlerinin caydırılmasıdır. Bu caydırma bazen ekonomik dengeler oluşturarak, bazen kamuoyunu bilinçlendirerek, bazen karşı sivil örgütlenmeleri özendirerek, bazen de yasaklayarak yapılabilir. Kamu yönetiminin çantasında bu ve daha bir çok araç bulunmalı, yerine ve zamanına göre bunlar etkinlikle kullanılmalıdır.

    Bir kısım insan, zengin olmak, tutkularıyla başa çıkamamak ve benzeri nedenlerle kumar oynamak isteyebilir. Eğer yapılabiliyorsa bu eğilimler “şansını denemek” çizgisini aşmayacak şekilde kamu otoritesince kanalize edilebilir. Zamanında Milli Piyangonun (niçin millidir o da bilinmez) kuruluş nedeni budur. Her ay bir veya birkaç bilet alıp şansını denemek isteyen insanların bir tutku biriktirmesine böylece engel olunur.

    Ama artık iş o çizgiyi aşmış, Milli Piyango idaresi kazı kazan vs gibi en adisinden kumarı özendirir hale gelmiştir. Rakamlar, piyango idaresinin bu işi iyice yaygınlaştırdığını gösteriyor. Geçen yıl, bu işlere kendini kaptırmış her vatandaş saatte ortalama 21 milyar TL’nı devletin özendirdiği kumar çeşitlerine yatırıyordu.

    1993 ocak ayında TBMM’ne bunulan bir yasa teklifi bütün bu devlet eliyle özendirmelere, kumarhaneler de dahil olmak üzere sınırlama getiriyordu. Orta vadede yapılması gereken bu teklifin tekrar canlandırılmasıdır. Ama kısa vadede ihtiyaç olan zihinsel bulanıklıktan, sloganlardan, külhanbeyi tavırlı açıklamalardan kendimizi kurtarıp bu belaya tekrar yakamızı kaptırmamaktır.

  • ENFLASYON MÜCADELESİ İÇİN BİR ARAÇ: GÖNÜLLÜ FİYAT ARTIŞLARI ONAYLATMA ANLAŞMALARI

    Kronik enflasyonla mücadele, ona yol açan bir dizi nedeni ortadan kaldırmak ya da bu mümkün değilse etkilerini en aza indirmek amacıyla tanımlanacak araçlardan oluşan bir paket aracılığı ile mümkündür. Her ne kadar “paket” sözcüğü artık insanları korkutan, onların sırtına yeni yükler yükleyebilecek önlemleri çağrıştırıyorsa da, burada önerilen önlemi daha iyi tanımlayabilecek bir deyim de mevcut değildir.

    Bilindiği üzere, herhangi bir nedenle başlamış bulunan fiyat artışları dönerek kendine yansır ve böylece bir “Çığ Etkisi” harekete geçer ve Kronik Enflasyon olgusu meydana gelir. Bunun, İş Çevrimi (Business Cycle) nedeniyle oluşan “enflasyon” ile yalnızca isim benzerliği bulunmaktadır.

    Kronik Enflasyon’a yol açan nedenlerden birisi de “yapay fiyat artışları” olup, keyfi zamlar, oligopol davranışları, eksik rekabet gibi nedenler buna yol açabilirler. Önerilen sistem, buna karşı kullanılmak üzere tasarlanmıştır.

    Gönüllü, Fiyat Artışı Onaylatma Anlaşmaları, herhangi bir mal veya hizmet üreten kişi ya da o gibi kişileri temsil eden örgütlerle vatandaşlar arasında yapılan bir “etik anlaşma”, daha doğrusu bu kişi ya da örgütlerin vatandaşlara verdikleri tek yanlı bir “güvence”dir. Gönüllü Fiyat Artışı Onaylatma Anlaşmaları, o güvenceyi vermeyi kabul edebileceklerin tamamen özgür iradelerine bağlı olarak kullanılabilen bir sistem olup herhangi bir zorlama söz konusu değildir. Dolayısıyla, güdümlü ekonomilerde görülebilen “fiyat kontrolları” gibi mekanizmalarla herhangi bir ilgisi yoktur.

    Amacı, yapay fiyat artışları ile, girdilerdeki artışlardan dolayı kaçınılmaz hale gelen fiyat artışlarının birbirinden ayrılabilmesini sağlamak ve bunu halka ilan etmektir.

    Sistem, kuruluşlar tarafından, ürettikleri tüm mal ve hizmetler için ya da yalnızca istedikleri kalemler için kullanılabilir. Sistemi, ürünlerinin bütünü ya da yalnız bir kalem mal ve hizmet için uygulamak isteyen bir kuruluş, sistemin kuruluşuna katkıda bulunmuş olanlarca seçilen bir kurula (Onay Kurulu), onaylatmak istedikleri fiyat artışına neden olduğunu savundukları bilgileri verirler. Kurul bu bilgiler altında yapılmak istenen zammın zorunlu olup olmadığına karar verir.

    Ayrıca, kurula başvuran vatandaşlar da istedikleri bir mal ya da hizmet hakkında bilgi isteyerek, onu üreten kuruluşun fiyatını onaylatmış olup olmadığını öğrenebilirler.

    Diğer yandan, çeşitli kamu kuruluşları tarafından yapılmakta olan Kamu Alımları’nda fiyat onayı almış olan firmaların ürünlerine öncelik verilerek sistemin yaygınlaşması sağlanabilir.

    Sistemi kullanan kuruluşlar, reklamlarında sisteme dahil olduklarını ilan ederek kendilerinin keyfi zam yapmadıklarına güven sağlayabilirler.

    Sistem, tek elden yürütülmek zorunda değildir. Meslek kuruluşları kendi dallarında ayrı sistemler kullanabilirler. Böylece, her meslek grubu, kendine duyulan güveni sarsabilecek olan mensuplarına karşı da kendini koruyabilir.

    Ekonomik krizlerin bir bakıma birer “güven krizi” de yarattıkları dikkate alınırsa, çeşitli etik anlaşmaların önemi daha da büyümektedir.

    İçinde yaşadığımız kriz ortamının bir stagflasyona dönüşmemesi yalnız dua ederek değil, ona yol açabilecek nedenleri ortadan kaldırarak mümkündür. “İlgilenenlere” duyurulur.

    Pazar, 19 Haziran 1994

  • KUMAR CENNETİNİ KİMLER YARATTI?

    “Tecrübe zor ve pahalı bir okuldur. Ama aklını kullanamayan, ahmakların gidebileceği başka bir okul yoktur”

    Ünlü matematik ve fizik bilgini Paskal’a atfedilen bu söz kadar geçerliği kanıtlanmış bir başka hüküm olmasa gerektir.

    Türkiye şu anda bir kumar cennetidir. Toplumun büyük bir kesimi, gazete alırken, TV seyrederken, telefonla konuşurken, kişiler, özel devlet kurumları aracılığıyla kumar oynamaya özendirilmekte hatta zorlanmaktadırlar.

    Bela, tanımı itibariyle beklenilmeyen kötü olaylara verilen addır. Planlanan, sonuçları -iblisler ve ahmaklar hariç- baştan tahmin edilebilen olaylara “bela” denilemez. Türkiyedeki kumar bu nedenle bir “bela” değildir. Bugün kumardan şikayetçi “görünenlerin” çoğunun katkısı ile oluşturulmuş ve de sürdürülen bir para kazanma yöntemidir.

    Gazeteler tirajlarını, TV’ler ratinglerini yükseltmek, dolayısıyla para kazanmak için halkı kumara teşvik etmektedirler. Oteller, gariban orta kesimi soymak için “kollu canavarlar” yoluyla kumar oynatmakta ve bu yolla para kazanmaktadırlar.

    Turizm Bakanlığı, bu işin yasal zeminini oluşturup tanıtma fonu için kumar oynattırmakta ve para kazanmaktadır.

    Nihayet devlet de Milli Piyango ideresi eliyle kumar oynattırmakta, piyango bileti almaya gücü yetmeyenlere “kazı kazan” vs gibi acayipliklerle seçenekler sunmakta, bununla bütçeye gelir yaratmaya çalışmaktadır. İnsanlarımızı, onları yokedecek bir alışkanlık batağına itmek pahasına !

    Hayatını sürdürebilmek için para kazanmak, bunun için de vücudunu satmak “zorunda kalan” ama toplum tarafından fahişe olarak damgalanan zavallılardan özür diliyorum. Onların yaptığı, bu saydıklarımın yanında çok masum bir mecburiyettir.

    Bu işin çözümünün ancak kumarın daha çok, daha yaygın bir hale gelmesiyle mümkün olabileceğini Paskal baştan şöylemiş bulunmaktadır.

    Pazar, 05 Şubat 1995

  • LAİKLİK:DİN VE DEVLET İŞLERİNİN AYRILIGI! NİÇİN VE BU KADAR MI?

    Toplumumuzun sorunları üzerinde yapılan bir inceleme, çok sayıdaki sorunun az sayıdaki yapı taşından -ki bunlara Kaynaktaki Sorunlar denilmektedir- oluştuğunu göstermiştir.

    Bu taşlardan birisi de, “bazı temel kavramlar üzerinde toplumumuzun ortak bir tanıma varamamış olması” dır. Buna inanmayanlar, demokrasi, özgürlük, erdem, hak, ödev gibi kavramlar konusunda anket yapıp sonuçları gözleriyle görebilirler.

    Üzerinde tanım birliği oluşmamış, tanım birliği bir yana ne olduğu çok da merak edilmemiş kavramlardan birisi de “laiklik”tir. Laiklik üzerine söz söyleyenlerin önemli bir bölümünün dile getirdiği bir tanım ise “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması”dır.

    Bu tanım bu haliyle hem karanlık hem de eksiktir.

    Karanlıktır, çünkü “din ve devlet işleri ayrılmasa, her ikisi de ayrı kurallara bağlı olacağına tek kaynaklı olsa daha iyi olmaz mı?” sorusuna, herkesin anlayışını tatmin edecek bir netlik sağlamamaktadır.

    Eksiktir, çünkü laiklik yalnız devlet işlerinin dinden ayrılması değildir. Bu ifade, birden fazla sayıda ve inançları arasında az ya da çok farklılıklar bulunan bireylerden oluşan toplum guruplarını ilgilendiren her konunun yani kısacası toplum yaşamının, bireylerin inanç yaşamlarından ayrılması demek olduğunu ifade etmemektedir.

    Bireysel inanç ve toplum yaşamı niçin aynı kurallara göre yönetilemez? Tek standart daha iyi değil midir? Tabii ki daha iyidir, ama mümkün değildir. Çünkü bireysel inançlar, kişi ile tanrı arasındadır ve -eğer bir zorlama yoksa- birey sayısı kadar inanç paterni olacaktır.

    Bu farklı inançların şüphesiz ki ortak yanları vardır (Tanrı’nın tekliği gibi) ama değişiklikleri de vardır. Bu çok sayıda patern için “doğru” ya da “yanlış” nitelemeleri kullanılamaz. Bunların hepsi, ait olduğu bireylerin değer ölçüleri sistemine göre “doğru”dur.

    Buradan görülmektedir ki herkes için ayrı ayrı doğru olan inançlar, bu insanların ortak yaşam kesitleri için bir norm oluşturamamaktadır. Dini kurallar her ne kadar bazı şekilsel ortaklıklar belirlerse de, inançların Tanrı’dan başka bir yere göre şekillenmemesi de dinlerin daha üst bir ilkesidir.

    O halde inançların tam özgürlüğünü sağlayabilmek ancak bir yolla mümkündür: O da, bireyler ile Tanrı arasına hiç kimseyi, hiç bir kurumu sokmamaktır.

    Toplum yaşamında, dini kuralların uygulanması halinde bu mümkün olamayacağına göre, üzerinde tartışma olmaması gereken kurallara ihtiyaç vardır. O ise müsbet bilimdir.

    Müsbet bilim zamanla gelişse ve dünkü doğrular bugün geçerliğini kaybetse de bu önemli değildir. Çünkü her an için tartışılmaz şekilde “doğru”dur. Bu da ortak yaşam kesitleri için yeterli bir temel oluşturmaktadır.

    Laiklik bu şekilde açıklanıp inanç ve toplum yaşamı arasındaki ayrıma niçin mutlak gereksinim olduğu netleştirilmedikçe “laiklik dinsizliktir”, “ben laik değilim, devlet laiktir” gibi anlamsız ve kafa karıştırıcı sloganları dinlemek zorunda kalacağız.

  • LİDERLERİ TOPLUMLAR YETİŞTİRİR, KOŞULLAR ORTAYA ÇIKARIR !

    Büyük buluşların hemen hepsinin temelinde, sıradan -sıradan olduğu için de kimsenin aldırmadığı- olguların dikkatle gözlenmesi yatar.

    Arşimed’ten önce banyo yapan, Newton’dan önce başına saksı vesaire düşen insan sayısı epey olmasına rağmen, tarihin iki büyük keşfini bu “iyi gözlemciler” yapabilmişlerdir.

    Fizik dünyanın gerçeklerini keşfetmek sosyal dünyaya göre daha zordur. Çünkü en azından “yalıtılmış gözlem” yapmak güçtür. Bu nedenle de, sosyal olguları açıklamak isteyenler hem doğrudan hem dolaylı gözlemler yapmak, içinde gerçeklerin izlerini taşıyan hiç bir işareti kaçırmamak zorundadırlar.

    Bu basit yaklaşımı kullanarak, üzerinde hergün yüzlerce söz edilen, hemen hiç bir yanı beğenilmeyen “liderler” hakkında ilginç çıkarsamalar yapabiliriz.

    Genel kanı (ve de beklenti), bir toplum her ne yaparsa yapsın ya da yapması gerekenleri yapmasın, lider denilen bazı üstün yetenekli kişilerin çıkıp, ağır yemek üzerine içilen maden sodasının hazım yaptırıcı etkisi gibi, tüm olumsuzlukları silmesidir.

    İlginç olan, kendisini lider olarak sayanların da bunu böyle zannedip bu, “olumsuzu olumluya dönüştürme” işine dört elle sarılmalarıdır. Simyacılar asırlar boyu taşı toprağı altın’a çevirmeye çalışırlarken muhtemelen benzer bir rüyanın peşindeydiler.

    İnsanların, iş yaratma’yı devletten bekleyip devletin de bunu yapmaya çalışması; insanların, gelirlerini giderlerine denkleştirmeyi beceremeyip devletin ise tasarruf-hasıla oranını artırmaya çalışması; insanların, her türlü üçkağıdı kendileri için mübah sayıp bir yandan da politikacılardan “temiz” olmalarını beklemeleri hep bir çeşit simya değil midir?

    Liderleri gözlemleyiniz. Hangi davranışlarını beğenmediğinize dikkat ediniz. Ve biliniz ki onların her biri, toplum davranışlarının birer yansımasıdır.

    Toplumun tutum ve davranışlarını yansıtmayan kişiler lider olamaz, olursa da tutunamaz. Amerika’dan Clinton’u, İngiltere’den Major’u getirsek acaba onlara kaç gün (hatta kaç saat) dayanabiliriz?

    Liderlerimiz bizlere çok uygundur. Onları beğenmiyorsak, orada kendi davranışlarımızın izleri vardır.

    Bu yalın gerçek, kendini geliştirmeyi arzu eden bir toplum için değerli bir ipucudur. Bu toplumsal röntgen, toplum hastalıklarının tedavisi için kullanılabilecek kullanışlı bir tıbbi cihazdır.

    Geliniz, artık kurtarıcı aramaktan vazgeçelim. Durumumuzdan mutlu değilsek -ki değiliz- mutsuzluklarımıza yol açan nedenleri liderlerde değil kendimizde arayalım. Neleri yanlış yaptığımızı, niçin öyle yaptığımızı araştıralım.

    Yanlışlarımızı düzeltebilecek yaratıcı önlemler geliştirelim ve görelim ki bu defa yeni tutum ve davranışlarımıza uygun liderleri yeni koşullar kendiliğinden ortaya çıkaracaktır.

    Cumartesi, 10 Eylül 1994

  • LİDER VE LİDER ADAYLARINA!

    Siyasal yaşamımıza ve onunla ilişki içindeki yaşam kesitlerimize geçmişten bu yana baktığımızda, sürekli bir “rahatsızlık” içinde olduğumuzu görüyoruz.

    Toplumun hemen hiç bir kesimi durumdan ve durumundan memnun değil, herkes kendi dışındaki birilerini şuçluyor ve kendi elindeki reçete uygulansaydı durumun “böyle” olmayacağını iddia ediyor.

    Bu tablo siyasal partiler ve onların liderleri için de aynen geçerli. Giderek sayıları artan ve artacağa da benzeyen partiler, henüz partileşmemiş hareketler, bunların liderleri ve lider adayları, mevcut tabloyu kıyasıya eleştiriyorlar.

    Bir siyasi parti ya da hareketin liderinin popülaritesinin halkımız nezdindeki geleneksel ölçütü, eleştirinin “yayıldığı alan” ve “keskinliği” olduğu için, beğeni toplayabilecek eleştiri üretmek gittikçe daha güçleşiyor. Ancak her şeye rağmen en kolay eleştiri üretebilecek toplumlar dan biri olduğumuz da şüphesizdir.

    Yıllardır “konuşan”, giderek “daha özgür konuşan” ama çoğunlukla “yanlış konuları konuşan” Türkiye’mizde, ağzını açıp rastgele bir konuyu eleştiren kişinin haklı olması olasılığı yüzdü yüze yakındır.

    Başka ülkeler bilinmez ama, bu toplumda inanılması güç bir süreç yılardır işliyor: Tıkanmış bir tuvaleti açmanın bile belirli bir metod kullanılmaması halinde imkansız olduğunu çoğumuz biliriz. Bu denli basit bir sorunu dahi bir “yöntem”le çözmek gerektiğini idrak edip, ya bilen birisini çağıran ya da nasıl yapılması gerektiğini öğrenmeye çalışan insanlarımız, birbiriyle birleşe bütünleşe ilk hallerinden çok uzaklaşmış bir sorunlar yumağını sadece eleştirerek, daha çok eleştirerek ve daha keskin eleştirerek, ama hiç bir yöntem kullanmadan, bırakın kullanmayı böyle bir metoda ihtiyaç olup olmadığını merak etmeden çözebileceklerini zannetmektedirler.

    Eleştirileri dinleyen insanların içi -gayet doğal olarak- bin türlü isyanla doludur. Kimi, çalışmadan kazanan komşusuna haset etmekte, kimi uğradığı ya da öyle sandığı bir haksızlığın acısını duymakta, kimi de “eleştiren” liderle aynı fikirde görünmenin yarın getirileri olacağını hesaplamaktadır.

    Lider de, eleştirileri dinleyenlerin bu duygularını bilmekte -zaten bunları bilmeden lider olunmaz-, kendi eleştirilerinin onaylanması için, karşısındakilerin onaylıyacağı eleştirilerde bulunmaktadır. Bu karşılıklı tatmin etme eyleminin toplumumuz terminolojisindeki adı “demokrasi”dir.

    Saygıdeğer liderler ve lider adayları,

    Lütfen kabul ediniz ki eleştiri afyon gibidir. Rahatlatıcı, alışkanlık yaratıcı ve ölümün gelişini unutturucu!

    Yine lütfen kabul ediniz ki, bu ülkenin sorunları, birbirinizi eleştirerek, ama gerçek sorunların neler olduğunu, niçin olduğunu anlamaya yarayan metotlar kullanılmaksızın çözülemez, nitekim çözülememiş ve çözülememektedir.

    Bugün, ülkemizin en ücra köşelerinden en yüksek yerlerine kadar her yerde “birilerinin ve birşeylerin yanlışları” konuşuluyor. Mezradaki ağanın, ildeki Vali’nin, Başbakan ya da Cumhurbaşkanı’nın ya da İstanbul’da lağım suyu akan muslukların, kapıdaki hava kirliliğinin ya da enflasyonun!

    Ama, bu yanlışların nerelerden, o nerelerin nerelerden kaynaklandığı, bu çığ gibi sorunların nasıl ele alınması gerektiği, nasıl tam anlaşılıp ondan sonra da çözümler geliştirileceği konusunda bir tek söz söylenmiyor.

    Ve liderler, onların kadroları, tayfaları ve neferleri, “onlar gitsin biz gelelim, onlar çözemedi, olsa olsa biz de çözemeyiz” yaklaşımı içinde, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Sıra geliyor, çözemiyorlar, yeni gelenler aynı deneyi tekrarlıyorlar, onlar da çözemiyorlar.

    Arkasından gelen eleştiri afyonu ve bunalmış insanların doya doya kullanarak rahatlamaları!

    Önümüzde kesin tarihi belli olmayan bir seçim var. Her seçim döneminde afyon kullanımı artar. Meydanlar, TV ekranları, birbirlerine acımasızca saldıran, ama sorunlara karşı cilalı taş devri araçlarıyla yaklaşan insanlarla dolacak.

    İlginçtir ki, birbirinin özel yaşamına dahi pervasızca saldırabilen liderler ve lider adayları, inanılmaz bir uzlaşı içinde birbirlerinin sorunlara yaklaşım biçimleri hakkında tek kelime etmeyeceklerdir. Çünkü yaklaşımları birbirinin tamamen aynıdır!

    Ve onları dinleyen milyonlar da, “tıkanmış tuvalet açmanın metodu var da ülke sorunlarına yaklaşımınızın bir metodu yok mu?” diye sormayacaklardır.

    Yoksa soracaklar mı? Ne dersiniz?

    Pazar, 4 Eylül 1994

  • LOJMANDAN ÇIKMAYAN MİLLETVEKİLLERİ. ACABA NİYE ÇIKMIYORLAR?

    Son günlerde medyayı epey meşgul eden -ve bir süre daha meşgul edeceğe benzeyen- bir konu, geçen dönem milletvekillerinin lojmanlarını hala terketmeyişleri oldu. Siyasetin halk arasındaki geleneksel tanımına göre -“siyaset kirli, siyasetçi de kirli işlerle uğraşan insanlardır”- bunda bir tuhaflık yoktur. Sıradan bir paparazzi haberi gibi, kim çıkmadı, kim eşyasını nereye koydu gibisinden onlarca dedikodu üretilebilir.

    Bu dedikodularla uğraşılırken gözden kaçırılan önemli bir nokta var. Öyle bir nokta ki, siyasetin niçin kirlendiği, bir yere oturanın niçin oralardan kalkmak istemediği, milletvekili olmak istemenin niçin bu denli önemsendiği gibi sorulara yol açabilecek olan bir soru gözden kaçırıldı.

    Bu soru şudur: hiçbir bulanıklık bulunmayan, en net kurallardan bile daha açık olan “milletvekili lojmanlarından yararlanma kuralı” niçin çiğneniyor, hem de bir kişi, iki kişi, on kişi tarafından değil altmış küsur kişi tarafından?”

    Herhangi bir kamu kuruluşuna ait lojmanlardan yararlanan bir kişinin durumu ile milletvekillerinin önemli bir farkı vardır. Milletvekili lojmanları sayısı , tamı tamına milletvekili sayısı kadardır (hatta 50 tane daha eksiktir). Dolayısıyla, lojmandan çıkmamak, yeni seçilenin neredeyse milletvekilliğini kabul etmemekle eşdeğerdir.

    Peki bu açık duruma rağmen, bu kadar çok sayıda eski milletvekili niçin lojmanları terketmeye direniyorlar?

    Sorunun yanıtı -genelleştirmeme ilkesi saklı kalmak üzere- maalesef çok üzücüdür ve siyasetin niçin bu denli kirlendiğinin açıklamasını da içinde taşımaktadır. Hatta daha da ileri gederek, yalnız eski dönem milletvekillerinin değil, siyasi örgütlenmede herhangi bir pozisyon sahibi olanların oralara niçin bu denli sıkı sıkıya yapıştıklarının açıklaması da aynı noktadadır: bugün siyaset, yapacak başka bir iş bulamayan insanlar için bir istihdam kaynağıdır, yani bir ekmek kapısıdır. Yapacak bir işi olan ve siyasete gerçekten hizmet etmek için girenler açısından son derece talihsiz bir durumdur bu karışıklık..

    Hele, siyasette belli bir süre kalıp, elindeki mesleğinin gelişmelerinin uzağında kalan bir kimse için siyaset tam bir ekmek kapısıdır ve insan doğasının gereği olarak bu ekmek kapısı ölesiye savunulmaktadır.

    Halkımızın genel yargısı, milletvekili olan kişinin ikinci bir iş yapmaması yolundadır. Halbuki doğru olan bunun tam tersidir. Milletvekili ikinci bir iş yapmalı ve milletvekilliği imkanlarına tabi olmayacak düzeyde bir iş yapmalıdır.

    Milletvekilinin yapmaması gereken ikinci iş değil, milletvekili imkanlarını kullanarak kendine çıkar sağlamasıdır ve buna “çıkar çelişkisi” denilmektedir. Kavram dağarcığımızda yer almayan bir kavramın milletvekilinin ikinci iş yapmasına engel sayıldığına, onun da siyasetin ekmek kapısı sayılmasına yol açtığına ibretle dikkat edilmelidir.

    Milletvekilleri, mesleği bulunmayan ya da mesleğindeki gelişmeleri takip edemez duruma gelmiş kişiler arasından değil, çıkar çelişkisine düşmeden hayatını kazanabilen kişiler arasından seçilmeden bu iş düzelemez. Bunun için gereken, inanç sistemimiz içindeki değerleri gözden geçirip, hiç kuşkulanmadığımız kimi virütik değerlerimizi çöpe atmaktır.