-
May 25 2012 PARLAMENTER SİSTEMİN YUMUŞAK KARNI!
Tüm değerlerin çekinmeden sorgulandığı günümüzde, eleştirilen konulardan birisi de parlamenter demokratik yönetim biçimidir. Toplumları oluşturan bireylerin doğrudan katılımı teknik açıdan mümkün olmadığı sürece, vatandaşların, temsilcileri aracılığıyla yönetime katılmaları bir zorunluk olarak ortaya çıkmaktadır.
İki yönlü iletişimin hızlı ve yoğun olarak mümkün olacağı “information superhighways” projeleri gerçekleştiğinde, temsili demokrasiler yerine doğrudan demokrasiler gündeme gelecektir.
Temsili sistemin tek avantajı, az sayıda kişinin (parlamenter) kararlarıyla ülke yönetimine esas kararların süratle alınabilmesidir. 30 milyon üyeli bir parlamentoya oranla 450 üyeli bir meclis daha süratli kararlar alır. Ama bu defa bu avantaja karşılık, bir büyük sakınca doğmaktadır. O da, ülke kaynaklarının dağıtımında, bu az sayıdaki temsilcinin neden olabileceği akıldışılık ve/ya haksızlıklardır.
Yıllardır, tüm vatandaşların katkılarıyla oluşan kaynakların gerek yöreler, gerek sektörler olarak nasıl dağıtıldığına sakılırsa, siyasi yönetim üzerinde etki sahibi olanların bu dağılımı derinden etkileyebildikleri görülecektir. Bir yörenin ya da bir sektörün temsilcisi durumunda olanlar, tesadüfen ikna yeteneği veya zorlama gücü ya da oy potansiyellerine hakimiyetleri bakımından bir güce sahipseler, o yöre ve sektörler güçlenmekte ve bu güçlenme, etkinliklerini daha da artırmaktadır.
Örneğin, bilim ve teknoloji konusunda yeterli baskıyı yaratabilecek temsilciler başlangıçta yok ise, bu alan giderek önemsizleşecek, onun yerine mesela kağnı arabası üretenler güçlü hale gelebilecektir.
Ülkemizin bugünkü fotoğrafına bakıldığında, hiç öncelik verilmemesi gereken yöre ve/ya sektörlerin öncelik kazandığı, güçleri bir türlü yükselemeyen bu yöre ve sektörlerin, bir defa kazanmış oldukları etkinlikle hala baskı güçlerini sürdürebildikleri (ve ileride de sürdürebilecekleri) görülmektedir.
Hele bu sistemin üzerine bir de “il bakanlığı” (veya başbakanlığı) (!) garabeti binince, bazı yörelerin hiç haketmeden “teveccüh-ü şahaneye mazhar” olmaları durumu doğmaktadır.
Bu durumun kısa vadede çaresi, bakan olanların temsilcilikten istifa etmeleridir. Orta vadeli çözüm, temsilcilik anahtarının yalnızca “yöre” olmaktan çıkarılıp, nüfusu daha iyi temsil edebilecek “birden fazla anahtar” (din, mezhep, etnik köken, meslek, cinsiyet gibi) kullanılmasıdır. Uzun vadeli çözüm ise “doğrudan demokrasi” dir.
Cumartesi, 23 Temmuz 1994
-
May 25 2012 PARLAMENTODAN ŞİKAYETLER NEYİN GÖSTERGESİDİR?
Toplum, çeşitli sorunlar altında giderek ezildikçe bir yandan da giderek daha yoğun tepkiler üretiyor. Bu tepkilerin odak noktasını siyasetçiler ve onun da ortasını parlamento oluşturuyor.
En son söyleneceği en baştan söyleyerek bundan sonraki satırların önyargısız değerlendirilmesini sağlamaya çalışacağım: Amacım kurum olarak parlamentoyu savunmak, ama o kurumun bir kuruluşu olarak da meclisimizin yeterli olmadığını -kendi adıma- ikrar etmektir.
Kurum olarak parlamentoyu savunmak yalnız benim değil, ona dayalı demokratik sistemi savunmak isteyen herkesin görevi olmalıdır. Keza kuruluş olarak parlamentonun eksiklerini, yetersizliklerini dile getirmek ve eleştirilere dayanarak önlem geliştirmek, kuruluşun günahlarının kuruma fatura edilmesini önlemek isteyen herkesin görevi olmalıdır.
Parlamentonun hemen herkes tarafından çeşitli yollarla ve üslupta dile getirilen yetersizliklerinin sebepleri nelerdir?
“Bizi sebepler ilgilendirmez sonuç ilgilendirir” denilemez. Çünkü o sebepler eğer bildiklerimiz kadar değilse bu defa gelecek parlamentoların da aynı yetersizliklerle malul olması sürpriz sayılamaz.
Bu nedenler içinde en çok dile getirilen ve gerçekten de sıkça örneklerine rastlanan, “milletvekillerinin, ellerindeki yetkileri iyiye kullanmayışları” ile “milletvekillerinin, milletin sorunlarına çözüm bulamayışları”dır.
Görüntü budur ve de genel çizgileriyle doğrudur. “Genel çizgileriyle” doğrudur, çünkü bu yargıların genelleştirilip tüm kuruluşa teşmil edilmesi hem bir haksızlıktır, hem de kurumu yıpratıcı bir kolaycılıktır. Pekiyi bu doğru görüntünün alt katmanlarında yatan nedenler nelerdir?
Mevcut yetkilerin kötüye kullanılabilmesinin bir nedeni, parlamenterlerin demokratik sistem için gereğinden daha çok yetkiye sahip olmalarıdır.
Kişilerin çiğneyebilecekleri yasaların sınırlarını onların yetkileri belirler. Bir taksi şoförünün anayasa çiğneme arzusu bulunsa bile, çiğneyebileceği yasa ancak trafik yasası ve benzerleridir.
Parlamentonun görevi, halkın, çeşitli örgütlenmeleri yoluyla geliştireceği çözüm önerileri içinden en uygunlarını seçmek ve o çözümler için gerekebilecek yasal düzenlemeleri yapmak, yasaların uygulanışı hakkında bilgi edinmek (dikkat! yargılamak ya da icraat yapmak değil) ve bu geri-besleme yoluyla edindiği bilgileri kullanarak yeni yasal düzenlemeleri yapmaktan ibarettir.
Uygulama ise böyle değildir. Parlamenter, kişilere iş bulmaktan, onların özel -bir kısmı da yapılmaması gereken- isteklerini karşılamaya kadar birçok alanda taleple karşı karşıyadır.
Bunun nedeni ise, halkın sorunlarını çözme sürecinde yer almayışı, bunları birilerine “ihale” etmek eğiliminde oluşudur.
İlginç olan nokta, otokratik rejimlerde rastlanan ve yönetimlerin halk için iyi, doğru ve güzel olanlara karar verip, bunun karşılığında da onun sorunlarını çözmeyi üstlenmesi -dikkat! çözmesi değil- usulünün, kendini demokratik olarak adlandıran ülkemizde de geçerli olmasıdır.
Sorunun özü buradadır: Osmanlı’dan bu yana sorunlarının çözümünü devletten bekleyip, görevinin yalnızca, itaatkar kulluk etmek olduğu yolunda koşullandırılmış insanımız, giderek sorun çözme kaabiliyetini yitirmiş ve sorunlarını temsilcilerinin çözmesi gerektiği (ve de çözebileceği) inancını benimsemiştir.
Hava kirliliğinden teröre, trafik kazalarından hayat pahalılığına, etnik milliyetçilikten ümmetçiliğe kadar uzanan yoğun bir sorun yükü ile karşı karşıya bulunan ve de sorun çözme kabiliyeti açısından temsil ettiği vatandaşlarından daha ileri bir durumda bulunmayan parlamenter, hem sorunları çözememekte hem de bu geniş yetkilerle donanmış bulunmaktadır.
Halk Kendi Sorunlarını Çözebilir mi, Ne Kadar?
Yukarıdaki tablonun ortaya çıkmasının nedeni, önceleri buyurgan devlet-itaatkar kul ilişkisi ve buna bağlı olarak da sorun çözme kabiliyetinin giderek azalması nedeniyle, halkın sorunlarını çözemeyeceğine inanmasıdır.
Bu kısır döngüyü kırabilme yolunda, Japon toplumunun sorun çözme kabiliyetini artıran Deming ve Ishikawa’nın yaklaşımından alınabilecek çok önemli dersler vardır.
Ama bu derslerden yararlanabilmek için bir konuda karar vermeliyiz: Sorunlarımızı kendimiz çözüp, bizim için iyi-doğru-güzel’lere kendimiz mi karar vereceğiz, yoksa bu işleri temsilcilerimize ihale edip şikayetle mi yetineceğiz?
Pazar, 22 Ocak 1995
-
May 25 2012 MOTOR KORKUSU !
Yurt içinde üretilen sakat arabalarının motorlu olanlarının lüks sayılıp %20 KDV ile vergilendirildiğinden yakınan bir okurumun mektubu, bana bu “ulusal fobi” mizi hatırlattı.
Belediye yasamıza bu gözle bakıldığında, hemen genelinde bir motor kurkusu görülür. Çeşitli beygir güçleri, o kuruluşun tabi olacağı hükümleri değiştirmekte, beygir gücü yükseldikçe kuruluş acayip bir cendere içine girmektedir.
Bu olgu, Osmanlı’yı kontrol eden ülkelerin biraz aymazlık biraz da zorlamayla mevzuatımıza ve onunla da kalmayıp kültürümüze soktuğu melunca düşünülmüş bir “geciktirici” dir.
En güçlü insanın 0.15 beygir gücünde olabileceği düşünülürse, çeşitli mevzuat içine serpiştirilen bir iki tane “motor kullanımını caydırıcı” hükmün uzun vadede nasıl bir toplum yapısına yol açacağını tahmin etmek pek güç değildir.
Muhtemelen, teknolojiye yabancı (hatta bazen düşman), teknoloji üretmeyen, yeni buluş konusunda olağanüstü kısırlaşmış toplumumuzun temelinde bu melun tezgah ve bizim aymazlığımız yatmaktadır.
Bir hastalığın tedavisinin ilk adımı o hastalığı tam ve doğru anlamaktan geçer. Motorlu sakat arabalarının motorundan korkan kafalar bu hastalığın belirtileri olup, mesele böyle anlaşılınca tedavisi de mümkün görünmektedir.
Patent mevzuatımıza göre herhangi bir buluş yapıp onun ihtira beratını alan bir kişi, ihtira beratının devamı süresince bir harç ödemek zorundadır. Bu harcın yatırımındaki bir günlük bir gecikme dahi mucidin icadı üzerindeki haklarının kaybolmasına yol açmaktadır.
Bu anlayış, motor korkusu ile çok yakından ilişkilidir. Toplumu ekonomik açıdan geliştirebilecek her türlü olasılığa karşı önlemler (!) tamamdır. Bu türlü bir silahın bürokrasimizin elinde ne acımasızca kullanıldığına ilişkin sayısız örnekler vardır.
Araştırma denizaltısı yapan buluş adamının devletin valisi tarafından ağır ceza mahkemesine verilmesi, kansere karşı bir tedavi yöntemi geliştirdiğini ve bilim adamlarının bunu incelemesi istediğini belirten bir hekimimizin defalarca mahkemelere verilmesi, engellemek için özel yönetmelikler çıkarılması, tabip odasının yapması gereken işlerini bırakıp bu buluşu caydırmaya çalışması, bu teknoloji korkusunun birer dışavurumudur.
Artık bu hastalığımızı anlamalı, hayali düşmanlar yerine iliğimize işlemiş bu hastalıkla mücadele etmeliyiz.
-
May 25 2012 İSTİKRAR
Çok sık kullanılmasına rağmen anlamı üzerinde uzlaşma olup olmadığı pek belli olmayan bir kavram var: istikrar ya da yeni Türkçe’siyle kararlılık.
Herhangi bir şeyin değişmeden sürmesine deniliyor. Hatta bu “herhangi bir şey” bir değişimin kendisi de olabilir. Örneğin nüfusumuz her yıl belirli bir oranda artıyorsa, “nüfusumuz istikrar içinde 70 milyona yaklaşıyor” denilebilir.
Ancak, istikrar’ın genellikle olumlu süreçler için kullanıldığını, hızlı nüfus artışı, trafik kazalarındaki ölü sayısı ve benzeri olumsuzluklar için ancak kinaye amacıyla kullanılabileceğine de işaret etmek gerekir.
Yani mesela çevremizin giderek kirlendiğini anlatmak için “çevre, istikrarlı biçimde bozulmaktadır” denilmemesi gerekir.
Dilimizde istikrar’ın en çok kullanıldığı alan politikadır.
“Uyguladığımız istikrarlı politikalar sayesinde 31.12 itibariyle Avrupa geçilmiş bulunmaktadır” ya da “istikrar istiyorsanız bizi bırakmayın” gibi beyanat hemen her zaman duyulur.
Bu örtülü tehditin, vatandaşı ne kadar güç durumda bırakacağı kolayca tahmin edilebilir. Öyle ya hakkın emri gereği, bunu söyleyen ölecek olsa bu durumda istikrar ne olacaktır?
O halde vatandaş istikrarı koruyabilmek için çok gayret etmeli, yemeyip yedirmeli içmeyip içirmeli ki istikrarı kurmuş olanlar allah korusun bir zarar görmesin.
Bu işin iyi tuttuğunu görenler ipin ucunu kaçırıp olur olmaz her vesile ile “dikkat et yoksa istikrar bozulur” şeklinde konuşmaya başlamışlardır.
Artık istikrarın bozulmaması için herkes suspus oturmaya başlamıştır. TV de gördüğü cikleti isteyen afacanı annesi “sus yoksa istikrar bozulur” şeklinde durdurabilmektedir.
Yeni açılan dükkanlar, “İstikrar Bakkalı”, “İstikrar Kasabı” gibi adlar alırken, yeni doğan çocuklara göbek adı olarak “istikrar” konulmaktadır.
Şaka bir yana şu görülmüştür ki, siyasi alanda istikrarın korunabilmesi kişilerin değişmemesine değil, uygulanan politikaların “keyfi” olarak değiştirilmemesine bağlıdır.
Burada önemli nokta “keyfilik”tir. Yoksa herhangi bir alanda uygulanan politika, değişen koşullara göre değişecektir, bu bir zorunluktur.
Bir alandaki politikanın değişen koşullarla uyum içinde değişebilmesi, o politikanın “istikrarlı bir politika” olduğunu gösterir.
Değişen şartlara uyum göstermeyip aynı kalan bir politika ise istikrarlı değil “yetersiz” bir politikadır.
Bir politikanın istikrarlı olabilmesinin ya da istikrarlı uygulanabilmesinin şartları nelerdir?
İlk şart, bir politikanın mevcut olması, ikincisi de bunu uygulamak durumunda olanların gerçek amacının doğru iş yapmak olmasıdır.
Uygulamada her iki şartın da yerine getirilmesinde önemli boşluklar vardır. Çeşitli alanlarda politikaların mevcut olabilmesi, o alandaki sorunların belirli bir metod ile analiz edilmesini, sonra da o alanla ilgili kişi ve kuruluşların katılımı ile çözümlerin geliştirilmesini gerektirir. Aslında “politika” denilen işte bu “çözümler”dir. Bu şekilde geliştirilmiş politikalar yok değildir, ama çok azdır.
Politikaların uygulanmasına gelince o konudaki durum daha da vahimdir. Aynı hükümetlerin içinde dahi, kişiler değiştikçe uygulamalar tamamen değişmektedir. İşte istikrarsızlık esas budur ve mücadele edilmesi gereken hastalıktır. Bunun bir sebebi yine birinciye, yani politikaların mevcut olmayışına bağlanabilir. Bir alanda bir politika mevcut değilse uygulamayı kişilerin tercihleri belirleyecektir. Tercihler kişiden kişiye göre değişeceğine göre istikrarlı bir uygulama da söz konusu olamayacaktır.
Çeşitli alanlardaki sorunların analizi ve bu analizlere dayalı olarak katılımlı çözümler üretilmesi sürecine ait bir eğitim, yalnız bir eğitim kurumuzda ve çok sınırlı ölçüde vardır.
Bu durumda politikacılarımıza yöneltilen “belirli bir politikanız yok” eleştirisi pek haklı görünmemektedir. Yapılması gereken, sadece politika alanında değil her alandaki sorunları çözmekle yükümlü kişileri bu tür bir eğitime tabi tutmaktır.
-
May 25 2012 ENFLASYON VE ÇIĞ ETKİSİ!
Uzun yıllardan beri ya anlaşılamayan ya da bilerek gözardı edilen bir gerçek var: Türkiye’de hemen her alandaki eksik rekabet koşulları, herhangi bir nedenle herhangi bir mal veya hizmete yapılan zamın aynen (hatta fazlasıyla) diğer alanlara yayılmasına ve bir “Çığ Etkisi” oluşmasına yol açar.
Günlük hayattan bir örnek: Taksi ücretlerini belirleyen maliyet ögelerinin hemen hepsine %100’e varan zamlar gelse ve bunun üzerine de derhal taksi ücretlerine % 100 zam yapılsa, bu durumda taksi sahipleri açısından zamlar ve ona bağlı enflasyon “yok” demektir. Hatta, taksi maliyetlerinin içinde benzin, parça, amortisman gibi %100 zamlanmış olabilecek girdilerin yanısıra, şoför ücreti gibi zamlanmamış veya %100’den daha az zamlanmış bileşenlerin de varlığı dikkate alınırsa, taksi sahiplerinin bu işten bir miktar karlı çıkmış oldukları da anlaşılacaktır.
Bazı işverenlerin, toplu sözleşmelerde -sendikanın istemeyişine rağmen- yüksek oranda ücret zammı yapmak isteyişinin nedeni de budur.
Böylece toplumun çok önemli bir kesimi zamlardan ve enflasyondan etkilenmemekte ama buna karşı beş çeşit istenmeyen olgu doğmaktadır;
- Zamlardan beklenen etkilerden en önemlilerinden birisi olan “tüketim eğilimlerinin frenlenmesi” mümkün olamamaktadır.
- Büyük bir kesim enflasyondan yapay olarak korunduğu için enflasyonla mücadele dışında kalmaktadır.
- Enflasyondan gerçekten koruması gereken kesimler daha ezilmekte ve sosyal çöl olgusu derinleşmektedir.
- Enflasyondan olumlu etkilenen -ve zaten güçlü olan- kesim daha güçlenmekte ve bir enflasyon lobisi yaratılmaktadır.
- Ve nihayet fiyatlar genel düzeyini artıran bir Çığ Etkisi tetiklenmiş olmakta, hiperenflasyon ve sonra da stagflasyon için uygun koşullar yaratılmış olmaktadır.
Bu konuda yapılan bir çalışmanın* sonucu şunu gösteriyor: Mal ve hizmetler içinde öyleleri vardır ki (bunlara kritik mal ve hizmetler diyorum), bunların fiyatlarına yapılacak %x oranında bir zam, fiyatlar genel düzeyini %x’ten de fazla artırabilir. Benzer şekilde, bu kalemlerin fiyatlarında yapılacak %x oranındaki bir indirim, fiyatlar genel düzeyinde %x’ten daha fazla bir azalmaya yol açar.
Bu, ilk bakışta inanılamayacak gibi görünüyor. Ama, düşünüldüğü zaman niçin böyle olduğu anlaşılabiliyor. Birbiriyle karşılıklı olarak girdi-çıktı ilişkisine sahip mal ve hizmet ürünlerinden birisine herhangi bir nedenle zam yapıldığında -ki bu tamamen haklı nedenlerle olabilir-, onu girdi olarak kullanan kalem(ler)in fiyatlarının de eski denge durumuna gelebilmesi için zamlanmaları gerekir. Bu olgu herkes tarafından bilinmektedir.
İlginç olan nokta bundan sonra başlamaktadır: İlk zamlanan ve başka mal ve hizmet ürünlerine girdi olan kalem bu defa, zamlanan kalemlerden girdi olarak kullandıklarının (varsa) fiyat artışları nedeniyle “yeniden” zamlanmak durumunda kalmaktadır.
Sihirli nokta budur. Çünkü hemen anlaşılabileceği gibi bu döngü sonsuzdur. Yani ilk duruma geri dönülmüş olmaktadır. Bu defa ilk kaleme ikinci bir zam daha yapılmak zorunda kalınacak ve döngü işlemeye başlayacaktır.
Tabii ki, her döngü sırasında yeni dengelerin oluşması için daha az oranda bir zam yapılmak gerekecek ve bu nedenle fiyat artışları sonsuza varmayıp bir yerde doyacaktır.
İşte soru buradadır: Doyum noktası (satürasyon) nerede duracaktır? Bu, ilk zamma göre kabili ihmal bir fark mı yaratır yoksa bir çığ etkisi başlatabilir mi?
Eğer mal ve hizmetler, bu basit örnekte olduğu gibi yalnızca 2 adet olsaydı, muhtemelen bir çığ etkisi olmayacaktı. Gerçekte ise ekonomiyi temsil edebilecek mal ve hizmet ürünlerinin sayısı daha fazladır. DİE modeline göre 65 kalem ile temsil edilebilmektedir (DİE I/O tablosu).
Örneğin ücretler, hemen tüm mal ve hizmetlere girdi olmakta, aynı zamanda onları girdi olarak da kullanmaktadır. Ücretlere yapılan bir zam, ilk döngü sırasında makul ölçülerde başka mal ve hizmetlere yansımakta, fakat ondan sonra bunları kullanmak durumunda olan ücretli, bu çok sayıda girdinin zamlanmasından doğan büyük etki altında bunalarak yeniden ücret zammı talebi geliştirmektedir. Ücret taleplerinin bir türlü bitmek bilmeyişi insanların açgözlülüğünden değil, deniz suyu içerek susuzluk gidermeye pek benzeyen bu ölümcül süreçten kaynaklanmaktadır.
Şu gerçeğin unutulmaması lazımdır: Temel mal ve hizmetlere yapılacak zamlar, bu mal ve hizmetleri kullanan ürünler piyasasında eğer eksik rekebet var ise yalnızca Çığ Etkisi yaratmaya yarar.
Ülkemizde, girişimciliğin devlet eliyle engellenmesi nedeniyle rekabet koşulları bir türlü gelişememektedir.
Taksi ve ekmek fiyatlarının belediyelerce belirlenmesi yetmiyormuş gibi, bu piyasalara yeni gireceklerin yine devlet marifetiyle sınırlanması, bu kesimlerde rekabeti yok etmiştir. Rekabete son derece açık bu kesimde rekabetin zorla önlenmesi , bunun devlet eliyle yapılması ve de bunun serbest piyasa adına yapılması yalnızca bizim toplumumuza has bir acayiplik (başkasına dilim varmıyor) dir.
Girişimcilerin yapabileceği işlerin, girişimcilerden alınan vergilerle maaşları verilen kamu görevlilerince yapılmaya kalkışarak (ve de yapılmayarak) engellenmesi, ülkemize özgü bir kollektivizm türüdür.
Fiyat ve ücretlerin serbest oluşumu, serbest rekabet ekonomisinin bir ayağıdır. Ama öbür ayağıda rekabettir.
Eksik rekabet koşulları altında enflasyonla mücadele ise önce ücret ve fiyat oranlarının geçici süreyle sınırlanıp Çığ Etkisi’nin durdurulması, bu arada kazanılan zaman içinde ise süratle üretim ve girişimciliğin önündeki engellerin kaldırılmasıyla olur.
Bu durumda ne yapılmalı?
1976 yılında Kanada’da uygulanan ve 2 yıl içinde olumlu sonuç veren “ücret ve fiyat artış oranlarının sınırlanması” önlemi, bu çığ etkisini kontrol altına almanın etkin bir yoludur. Bunun yapılmadığı hergün, ücret ve fiyat artış oranının değil bizatihi ücret ve fiyatların dondurulmasına yaklaşılıyor demektir.
Liberal ekonomik sistemin rafa kaldırılması demek olan bu “dondurma” işlemine zorunlu olarak başvurmak istemiyorsak artış oranlarını sınırlamak zorundayız.
Bu sınırlama, çalışan ve çalıştıranlar arasındaki bir uzlaşmaya dayanmalıdır. Çalışan kesimlere bu Çığ Etkisi olgusunu anlatmalı ve sınırlanmamış ücret artışlarının, çalışanların kendi elleriyle kendi paralarını çalmak demek olduğu bilinci verilmelidir.
Piyasa ekonomisini benimsiyorsak, onu bozan en büyük etkenlerden biri olan Kronik Enflasyona karşı bu önlemi almalıyız. Aksi halde sistem daha acı ilaçları kendisi üretecektir.
İkinci yapılması gereken, “biz kimseyi enflasyona ezdirmeyiz” söyleminin ne demek olduğunun anlaşılmasıdır.
Türkiye’de uzun süredir kullanılan ve artık hemen herkesin doğruluğuna inandığı bir sav, “ücretlilerin enflasyona ezdirilmemesi için, enflasyon oranından daha yüksek ücret zammı” verilmesidir. Yalnız kamu kesiminin değil özel sektörün de benimsediği bu yaklaşımın, kronik enflasyonunun önemli bir nedeni olduğu henüz görülememekte, görenler ise ücretlilerin tepkisini çekmemek için seslerini çıkarmamaktadırlar.
Kamu ve özel sektör, yaptığı ücret zamlarını biraz da fazlasıyla ürünlerinin fiyatlarına yansıtarak kendilerini enflasyondan korumaktadırlar.
Çalışanlar ise enflasyondan daha yüksek zamlarla enflasyondan korunmaktadırlar. Tarım kesimi ise taban fiyat uygulamasıyla enflasyonun dışında tutulmaktadır.
Devlet memurları ise katsayı yoluyla enflasyonun etkisini telafi etmektedirler. Bütün bu kesimler için hayat pahalılığı var, fakat pratik olarak enflasyon “yok”tur.
Böylece enflasyonla mücadele etmesi gereken insanlarımızın çok büyük bölümü enflasyondan korunmaktadır.
Bu kesimlerin dışında kalan ve enflasyonun ağırlığını -fazlasıyla- taşıyan, çok küçük kuruluşlarda çalışan sendikasız ve vasıfsız işçi, işsiz, maliyetini fiyatlarına yansıtamayacak güçteki küçük esnaf -ki bir bölümü fiyatlarını ayarlayarak kendisini korumaktadır- ise enflasyonun gerçek kurbanlarıdır.
Ücret artışlarının kronik enflasyonu besleyen ve tekrar tekrar fiyat artışlarına ve ücret artışı baskısına yol açan bir “spiral” olduğu matematik olarak gösterilmiştir*.
Fiyat artışlarındaki bu “çığ etkisi” ve neden olan az sayıda mal ve hizmete kritik ürünler adı verilmektedir. enflasyondan tamamen farklı bir olgu olan “kronik enflasyon”a bu gözlükle bakıp, “işçimizi köylümüzü enflasyona ezdirmeyiz” demenin, aslında, “biz enflasyon ile mücadele etmeyeceğiz” demek olduğunu anlamamız gerekmektedir.
Üçüncü olarak yapılması gereken, hayat pahalılığı, çevrimsel enflasyon, kronik enflasyon gibi üç temel kavramın geniş yığınlara anlatılması, enflasyonun bir canavar tarafından yaratılmadığını, böyle bir canavarın bulunmadığını geniş kitlelere anlatmaktır.
1976 Kanada tecrübesinde bile, eğitim düzeyi bizden bir hayli yüksek olan Kanada’lılara bu olguların anlatılması için sloganlar aranmış ve “bedava yemek yok!” sloganı benimsenmiştir.
Nihayet tüm toplumumuza şu gerçek benimsetilebilmelidir: Üretmeden tüketmenin faturası enflasyon başta olmak üzere tüm sosyal hastalıklardır. Ve şu anda bu imkansızı başarmak üzere toplu olarak çabalamaktayız!
20 Eylül 2001
-
May 25 2012 KAMUOYU ARAŞTIRMALARI NEYİ GÖSTERİR ?
İstatistik biliminin yararlı uygulamalarından birisi de siyasetteki kamuoyu araştırmalarıdır. Milyonlarca seçmene tek tek hangi partiyi desteklediğini sormak bilinen en güvenilir yol ise de bunun biraz (!) zahmetli olacağını düşünenler, büyük kitleleri “yeterince” temsil edebilecek birer asgari kitle büyüklüğünün aşağı-yukarı aynı sonucu vereceğini bulmuşlar ve “kamuoyu araştırması” denilen teknikleri kullanmaya başlamışlardır.
Aynı teknik çok farklı alanlarda da yıllardır kullanılmaktadır. Örneğin, sanayi kuruluşları satın aldıkları malların giriş kalite kontrollarını genellikle bu yöntemle yapmaktadırlar. Satın alınan yüzbin adet parçayı tek tek kontrol etmek yerine, onu temsil edebilecek bir kitleyi (örneklem hacmi) kontrol etmekte ve bulgularını bütüne teşmil etmektedirler.
İster satın alınan malların kaliteleri, isterse kamuoyunun siyasi tercihlerinin yoklanmasında kullanılsın bu metodun en önemli yanı, ne kadarlık bir kitlenin “örnek” olarak alınacağıdır. Öyle bir sayı belirlenmelidir ki, küçük hacmin büyük kitleyi temsil ettiği belirli bir güvenle söylenebilsin..
İstatistik kurallarını kullanarak bu “asgari örnek hacmi” hesaplanabilmektedir. Ancak, işin püf noktası denilebilecek bir nokta, örnek hacmi’nin, ne arandığına bağlı olarak değişebilmesidir. Yani, 1 milyon kişilik bir kentte sigara içenlerin sayısını belirlemek için gereken örnek hacmi ile siyah pantalon kemeri kullananların sayısını tesbit için gerekli örnek hacmi aynı olmayabilir.
Gereken örnek hacimlerini bulabilmek için, önce herhangi bir metodla kaba bir tahmin yapılır. Sonra, gözlenmek istenen olgunun tahmin edilen rastlanma olasılığına eşit (veya çok yakın) bir tekrar sayısı’na rastlanamadıysa örnek hacmi artırılır ve ta ki tahmin edilmiş olasılıkla rastlanan sıklık aynı olana kadar artırmaya devam edilir.
Bu yolla belirlenen örnek hacminden yola çıkılarak saptanacak olgu da % 100 güvenilir olmayıp, o olgunun rastlanma olasılığına ait “güven aralığı” ölçüsünde güvenilirdir.
Medya aracılığıyla hergün duyup da şaşkaldığımız kamuoyu araştırmalarının nasıl olup da % 10’dan % 80’lere kadar yayılmış bir tercih edilirlik gösterebildiğinin nedeni, araştırmaların -büyük çoğunluğunun- dayandığı örnek hacimlerinin tarif edilen bu metoda göre saptanmamış oluşudur. Onun da nedeni, araştırıcıların -büyük çoğunluğunun- bu kuralları bilmeyişlerinden değil, araştırmaların maliyetinin örnek hacmi arttıkça artmasından ve araştırmayı yapan ve yaptıranların bu maliyeti ödemek istemeyişlerindendir.
Araştırmayı yaptıranlar -yine büyük çoğunluğu-, kamuoyunun eğilimlerini belirlemek için değil, onların “güçlüden yana olmak” psikolojilerini kullanarak eğilimlerini etkilemek için bu tür araştırmaları (!) yaptırmaktadırlar.
Bu tür bir uygulamanın düz Türkçe’deki karşılığı insanları aldatmaktır. Uzun vadede insanların kamuoyu araştırmalarına güveni kalmayacağı (zaten de kalmamıştır) kolayca görülebilir.
O halde, bu işi dürüst yapmak isteyen kamuoyu araştırma kuruluşlarına düşen bir görev ortaya çıkmaktadır: Kendilerini, aldatıcı araştırmalara karşı korumak !.
Bu nasıl yapılacaktır? Bunun bir yolu, bir kamuoyu araştırması kuruluşunun önderlik edip, bir “Kamuoyu Araştırmaları Ahlakı Sözleşmesi” ortaya koyması ve tüm araştırıcı kuruluşlara bunu duyurarak bunu imzalamalarını istemesidir. Bu sözleşmeye uyulup uyulmadığı ise, kuruluşların birlikte seçecekleri bir “etik kurulu” aracılığıyla denetlenmeli, uymayanlar kamuoyuna ilan edilmelidir. Onların araştırmaları ve onlara araştırma yaptıranların gerçek niyetleri de böylece cümleye malum olmuş olacaktır.
Araştırma (gerçek) yaptırmak isteyenler (varsa), araştırıcı kuruluşun bu sözleşmeyi imzalamış olmasını şart koşmalıdır. Araştırma sonuçlarının ilanı ise yalnızca “partimiz (veya adayımız), yaptırdığımız kamuoyu araştırmasına göre % 90 oranında tercih edilmektedir” gibi ne olduğu belli olmayan bir biçimde değil, örnek hacmi, örnek katmanlarının seçimi ve güven aralığı belirtilerek ve anılan sözleşmeye imza attıklarını da ilan ederek yapılmalıdır.
Var mı kendisine güvenen “araştırmacı” ya da “araştırma yaptıran”?
-
May 25 2012 NETWORKING
Türkçe’ye tam çevirmek yerine anlamını yansıtmaya çalışmanın daha doğru olacağı bir deyim “networking” dir.
“Şeyler arasında bir ilişkiler ağı oluşturmak” şeklinde uzun, ya da kısaca “ağ oluşturma” denilebilecek bu deyim, çağımızın belki de en çok kullanılmakta olan ve giderek de daha çok kullanılacak olan kavramlarından birisidir.
Bu, ülkemiz gibi devletin aşırı ölçüde büyüdüğü (irileşme) hallerde özellikle yararlı olabilecek bir kavramdır. Networking yalnız devlet idaresinde değil sanayide de kullanıma girmiştir.
Küçülürken büyümek ilk anda imkansızlığı çağrıştırıyor. Ama bu networking ile mümkündür. İster kamu ister özel kurumlar olsun, giderek daha geniş ürün yelpazelerine yönelmekte, daha geniş pazarlara yayılmakta, daha geniş bilgi kaynaklarına erişebilmektedir.
Ama bunları yapabilmenin yolu büyümekten değil aksine küçülmekten geçmektedir. Çünkü, kurumların bizzat yaptıkları herşey o alanda bir daralma yaratmaktadır. Geniş alanlara yayılabilmenin çaresi bizzat yapmamak, yapanlardan sağlamaktır.
Aynen, bir otomobil sahibi olan kişinin yalnız o arabaya mahkum olması, araç kiralama yolunu seçenin ise her an değişebilecek gereksinimlerine en uygun aracı kiralayabilme şansının olması gibi.
Yurdumuzda geleneksel anlayış, “elimin altında olsun da ne olursa olsun” dur. Yurtdışındaki bilim adamlarımızı oralarda tutup bir network kurarak onlardan yararlanmak yerine Türkiye’ye getirmeye çalışmak, dışarıdan hizmet satın almak yerine herkesin bilgisayar merkezi kurması, fırınlar arasında rekabeti sağlamak yerine Halk Ekmek denilen garabetleri kurmak, hep aynı geleneksel anlayışın ürünleridir.
Bu kavrama dikkat edilmelidir. Devleti küçültmek isteyen politikacının, sınırlı sayıda personelle geniş hizmet yapmak isteyen Belediye Başkanı’nın ve rekabet gücünü artırmak isteyen sanayicinin kullanacağı araç networking’dir.
Ellişer kişilik Bakanlık ve Genel Müdürlükler, her biri dar bir konuda hizmet veren kendi işini kurmuş girişimcilerden hizmet alan küçük dev şirketler uzak değildir.
Geleceğin Dünyası, her biri bir ayrı amaca hizmet eden, ama aralarındaki ilişkiler de sağlanmış binlerce network ten oluşacaktır.
Devlet ancak böyle küçülebilir, sanayi kuruluşlarımızın rekabet güçleri ancak böyle artırılabilir.
2 Ekim 2001
-
May 25 2012 “KATALİTİK” DEVLET !
Hemen her işin devletten beklendiği toplumumuzda, yapılması gereken işlerin başında, devletin işlevinin ne olduğunun (dolayısıyla da neler olmadığının) doğru tarif edilmesi gelmelidir. Çünkü, her belirsiz hale gelen kavramda olduğu gibi devlete de, gerçek işlevinin çok ötesinde görevler yüklenilmeye çalışılabilir.
İş bulamayan kişi kendisine iş bulunmasını, rekabet gücü düşük sanayici kendisinin desteklenmesini, iki karış toprağını yirmi kişilik ailesiyle ekip biçen ve yılın yarısında boş oturan köylümüz giderek artan oranlı destekleme alımlarını hep devletten beklemektedir.
Halbuki devlet, ancak bir kısım insanımızın -gönlünden kopan(!)- vergileriyle oluşan çok sınırlı bir kaynağa sahiptir ve bu kaynak ancak “en temel ortak ihtiyaçlar” doğrultusunda kullanılabilir. Sınırsız ihtiyaçlar ve sınırlı kaynak açmazı karşısında yeni bir kavrama gereksinim vardır: Bu kavram, “katalitik para” dır!
Katalitik Para, devlet parasıdır ve tek başına satın alma gücü olmayan bir paradır. Aynen dolaşımdan kalkmış bir para gibidir. Ancak halkın ya da kuruluşların kendi paralarıyla bir araya geldiği zaman bir işe yarayabilir.
Örneğin katalitik para, insanların sağlık giderlerini karşılamada kullanılamaz. Sağlık giderlerinin bir bölümünü karşılayabilecek bir paraya (dolayısıyla bilgi, beceri ve üreticiliğe) sahip insanların paralarıyla katalitik para bir araya gelirse bir işe yarayabilir. Nasıl ki meyve konsantresi tek başına içilmez su ile karıştırılarak kullanılabilirse, katalitik para da tek başına kullanılamaz!
Ya da vatandaşın konut ihtiyacı devlet parasıyla (katalitik para) karşılanamaz. Ancak insanları tasarrufa özendirmek için kullanılabilir. Örneğin, konut için yapılacak tasarruflara devlet de katalitik parasından katkıda bulunabilir ve böylece hiçbir bankanın vermediği büyüklükte bir tasarruf faizi ortaya çıkmış olur ve vatandaş da bu yüksek faizden yararlanmak için ne yapıp yapıp tasarruf etmeye çalışır. Sonuçta biriken paranın büyük bir bölümü vatandaşın parasıdır, ama onun birikmesine devletin katalitik parası neden olmuştur.
Katalitik para, katalitik devlet kavramına dayanır. Küçük devlet katalitik devlettir ve her katalizörde olduğu gibi etkisi de büyüktür. Bu da güçlü devlet demektir.
Her politikacının, bürokratın ve de tüm vatandaşların ilk öğrenmesi gereken kavram bu olmalıdır. Aksi halde, devlet parasının bu katalitik özelliğini bilmeyen politikacının vaatler denizinde hem kendi, hem bürokratı ve hem de vatandaş boğulur. (Şekil 1A’da görüldüğü gibi😟)
Ekim 2001 (revizyon Nisan 2024)
-
May 25 2012 KORKMAMA ÖZGÜRLÜĞÜ
Temel insan hak ve özgürlükleri içinde yer almasına karşın toplumumuzda hemen hiç konuşulmayan özgürlük türlerinden birisi de “korkmama özgürlüğü” olup, bu aslında “haklarını kullanmaktan korkmama özgürlüğü” dür.
Bir şikayeti olan kişinin karakola başvurması, bir girişimcinin -haksız rekabete maruz kalacağından korkmaksızın- bir kamu ihalesine katılması, bir düşüncesini ifade edebilmesi, başkalarınca kınanmadan bir dini öğretiye bağlı olması ya da aksine çoğunluğun dini geleneklerinden farklı düşünebilmesi, bunların hepsi insanların haklarıdır.
Bu ve bunun gibi haklarını korkmadan kullanmaya kalkabilecek kimse toplumumuzda var mıdır?
Korkmama özgürlüğünün sağlanması, devletin çok az sayıdaki asli görevinden birisidir. Devletin, et, süt, ayakkabı, bez, tuz üretmek görevi ne kadar yoksa, korkmama özgürlüğünü sağlamak görevi de o denli vardır.
Her özgürlüğün kullanımından rahatsız olabilecek bir grup insan mutlaka vardır ve işte o grupların frenlenemeyen eylemleri korkmama özgürlüğünün başlıca engelidir. Bu durumda devlete düşen görev, bu engelleri teşhis etmek ve de etkisiz kılmaktır.
Ancak, bu kolay bir görev değildir. Çünkü bu özgürlükleri tehdit edenler yine insanların kendileridir. Bu eylemleri insan haklarını zedelemeden caydırmak ise oldukça zordur.
Demokrasi denilen sistemin işlemesi, yüzünü çağın değerlerine çevirmiş binlerce çıkar grubunun çıkarlarının uzlaşmasına bağlıdır. Çıkar gruplarından bazılarının çağdaş değerleri reddetmesi veya uzlaşma için gereken asgari niteliklere sahip olmaması gibi hallerde demokratik sistemin işlemesi söz konusu olamaz. Bir grup uzlaşıyı kenara iter, korkutmayı bir silah olarak kullanmaya kalkarsa uzlaşma sürecine ihtiyaç kalmaz. Tek yanlı bir emri vaki durumu ortaya çıkar.
Uzlaşma ortamını ortadan kaldıran, tek yanlı bir baskı (çoğu zaman da terör) uygulayan bu tür eğilimleri caydırmak, devletin tek başına başa çıkabileceği bir sorun değildir. Mutlaka halkın desteği gerekir. Bu destek ise öncelikle bu konudaki bilincin gelişmesiyle kurulabilir. Yani sokaktaki insan, havayı soluma konusunda bir engellemeye nasıl “derhal tepki” gösterirse, bu tür “korku salma eğilimleri”ne karşı da benzer tepkiyi gösterebilmek zorundadır.
Bu ise demokrasinin “olmazsa olmaz” koşuluna gelip bağlanmaktadır: Demokrasi eşitler arasındaki rejimdir.
-
May 25 2012 KUMARHANELER VE ZİHİNSEL BULANIKLIK!
Anayasa Mahkemesi’nin kumarhaneleri kapatma kararından sonra faaliyete geçen lobi, Turizm Bakanı’na TV’lerden açık açık kumarhane propagandası yaptırıyor. Kumarın bir ihtiyaç olduğunu, bu ihtiyacın giderilmesinin de -her ihtiyacımızın olduğu gibi- devletçe karşılanması gereğini savunan akademik ünvanlı turizm bakanları da görmüş toplumumuz açısından bu propaganda pek şaşılası değildir.
Üzerinde durulması gereken nokta, bu zırvaları savunan kişilerin durumları ve bunları niçin yaptıkları değildir. Her ülkede bu tür insanlar çıkabilir. Aslolan, toplumun zihinsel bağışıklık sisteminin sağlam olması, önüne konulan iddiaları yalın ve net bir süzgeçten geçirebilme yetisine sahip bulunmasıdır. Bu takdirde tehlike yoktur.
Durumumuz ise böyle değildir. Çıkar ya da ahmaklık her neyse bir dizi nedenle birileri çıkıp bir sav ortaya atmaktadır: turizm gelirlerinin düşmesinin nedeni kumarhanelerin kapanmasıdır!!
Turizm gelirlerimiz gerçekten düşmüş müdür? Gelirler zaman içinde ne ölçüde dalgalanma göstermektedir? Siyasi olaylarla ilinti var mıdır? Kaç turist kumar oynamak için Türkiye’ye gelmektedir? Bunlar niçin kendi ülkelerinde kumar oynamıyor?
Bu konuda 1 tane dahi rakam ortada yoktur. Olan rakamlar da bu iddiaları desteklemek bir yana yalanlamaktadır.
“Madem ki kumar nedeniyle insanlar intihar ediyorlar o halde boğaz köprüsünü de yasaklayalım” gibisinden bir mantık kamu yönetimine hakim olduğu takdirde bir süre sonra Tayland ve Filipin tipi turizm ürünlerine benzer ürünler de üretmek isteyen insanların çıkması kaçınılmazdır. Öyle ya madem işsizlik var ve madem kadınlarımızın ekonomik özgürlükleri yok, işte iki soruna birden çözüm!
“Yasakları yasaklayalım” bir ara gündeme gelmişti. İlk bakışta çok sevimli, çağdaş ve özgürlükçü görünen, gerçekten de kamu yönetimini yasaklar yoluyla yapmaya çalışan zihniyete karşı haklı bir başkaldırı gibi görünen bu sloganın nerelere kadar varabileceğini akıl edemeyen, ünvanın söz söyleme ehliyetini de beraberinde getirdiğine inanmış birisinin teklifiydi bu.
Halbuki özgürlükleri korumanın biricik yolu, o özgürlükleri yok etmek ya da sömürerek çıkar sağlamak isteyenlerin girişimlerinin caydırılmasıdır. Bu caydırma bazen ekonomik dengeler oluşturarak, bazen kamuoyunu bilinçlendirerek, bazen karşı sivil örgütlenmeleri özendirerek, bazen de yasaklayarak yapılabilir. Kamu yönetiminin çantasında bu ve daha bir çok araç bulunmalı, yerine ve zamanına göre bunlar etkinlikle kullanılmalıdır.
Bir kısım insan, zengin olmak, tutkularıyla başa çıkamamak ve benzeri nedenlerle kumar oynamak isteyebilir. Eğer yapılabiliyorsa bu eğilimler “şansını denemek” çizgisini aşmayacak şekilde kamu otoritesince kanalize edilebilir. Zamanında Milli Piyangonun (niçin millidir o da bilinmez) kuruluş nedeni budur. Her ay bir veya birkaç bilet alıp şansını denemek isteyen insanların bir tutku biriktirmesine böylece engel olunur.
Ama artık iş o çizgiyi aşmış, Milli Piyango idaresi kazı kazan vs gibi en adisinden kumarı özendirir hale gelmiştir. Rakamlar, piyango idaresinin bu işi iyice yaygınlaştırdığını gösteriyor. Geçen yıl, bu işlere kendini kaptırmış her vatandaş saatte ortalama 21 milyar TL’nı devletin özendirdiği kumar çeşitlerine yatırıyordu.
1993 ocak ayında TBMM’ne bunulan bir yasa teklifi bütün bu devlet eliyle özendirmelere, kumarhaneler de dahil olmak üzere sınırlama getiriyordu. Orta vadede yapılması gereken bu teklifin tekrar canlandırılmasıdır. Ama kısa vadede ihtiyaç olan zihinsel bulanıklıktan, sloganlardan, külhanbeyi tavırlı açıklamalardan kendimizi kurtarıp bu belaya tekrar yakamızı kaptırmamaktır.