-
May 25 2012 “
Random Digit Dialing” SİSTEMİYLE ARAŞTIRMA !
Bir gazete, bir kamuoyu araştırma kuruluşumuzun, yukarıdaki sistemle yaptığı araştırmaya göre bir ildeki seçimde filanca partinin birinci olacağını haber veriyor. Ayrıca da araştırmanın % 95 güvenilir olduğu belirtiliyor ve “%5 kusur kadı kızında bile bulunabilir” denmek isteniyor.
Bunları okudukça insanın göğsü kabarası geliyor. Bu frenkçe adlı yöntem herhalde kompitür (öyle deniyor) ve leyzır’lı birşey olmalı ki insanların nereye oy vereceklerini böyle inceden inceye biliyor.
Daha yakın zamana kadar “örnekleme” yoluyla yapılan araştırmalar artık 2000’e 1 kala bakın nasıl çağdaş aletlerle yapılıyor.
Amerika’da bulaşıkçı almak için camına “bulaşıkçı aranıyor” yazısı yapıştıran bir lokanta bir süre sonra başvuran olmayınca bir uzmana başvurmuş. Uzman bir yeni kağıt yazıp onu cama yapıştırmalarını önermiş ve gerçekten de insanlar işe girmek için kuyruk olmuşlar.
Kağıtta yazan şuymuş: “Wanted ! Lojistic Service Engineers”
Not: Random Digit Dialing, rastgele sayılar üretip ( hesap makinalarınız yapar), bunlardan telefon numaraları oluşturmak, o numaralara da telefon edip hangi partinin adayına oy verileceğini sorma yöntemidir.
-
May 25 2012 “REENGINEERING” VE YENİ BİR HÜKÜMET ETME MODELİ ÖNERİSİ
İşletme organizasyonlarına “silbaştan” denilebilecek bir yaklaşım getiren ve işletmelerin hem amaçlarını hem de işleyişlerinin mühendisliğini yeni baştan yapmak anlamına gelen reengineering*, kamu yönetimini de derinden etkileyeceğe benziyor.
Enformasyon Teknolojilerinin gelişmesiyle, geleneksel organizasyon biçimlerinin yeniden ele alınmasının bu denli aynı zamanlara rastlaması şüphesiz ki bir tesadüf değildir. Mevcut bilgilere erişmenin bu denli kolaylaştığı günümüzde, bunları işleyerek kararlar üreten geleneksel örgütlenme biçimlerinin de sorgulanmasından daha doğal ne olabilir ?
Ama, reengineering yaklaşımının esas şaşırtıcı yanı bu değildir. İster sanayide ister kamu yönetiminde isterse askerlikte olsun, tüm örgütlenmelerin geleneksel özelliği, “departmantasyon” denilen gizli illeti keşfetmiş olmak, en az tekerleğin icadı kadar önemli bir buluş sayılmak gerekir.
Aslında bir bütün olan olayları ve sorunları birbirlerinden yalıtılmış olarak ele alıp buna göre departmanlar tanımlayan geleneksel örgütlenmenin, sonunda, herbiri kendi içinde mükemmmel işleyebilen departmanlardan oluşan, ama bir bütün olarak ne yaptığı neye hizmet ettiği belli olmaz “iri urlar” yarattığını artık görebiliyoruz. Bu “iri urlar”, şirketlerde müşterilere, belediyelerde, orduda ve nihayet hükümetlerde ise topluma sunulan verimsiz, pahalı ve kalitesiz mal ve hizmet ürünleri olarak ortaya çıkıyor.
Evren’in bölünmez bir bütün olduğunu, tüm olaylar ve onlara bağlı sorunların bu bütünün, çeşitli algılama yüzeyleri üzerindeki izdüşümleri olduğunu, dolayısıyla, ayrıştırılmış sorunların, insanların algılama yetersizliklerinin sonucu başvurulmuş birer basitleştirme -ama yanıltıcı bir basitleştirme- olduğunu kabul eden Doğu felsefesi karşısındaki Kartezyen mantık, herşeyin parçalanabileceğini ve böylece de algılanabilir küçüklükteki parçalara kadar inilebileceğini savunmuştur.
Bunun bir doğal sonucu olarak, maddenin de bölüne bölüne bir “en küçük”e (atom) ulaşılabileceğini savunan Batı felsefesine dayalı fizik, uzun yıllar bu rüya üzerine inşa olunmuş, ama quantum fiziğindeki gelişmeler bunun böyle olmadığını, en küçük parçaların bütünden bağımsız olarak var olamayacağını göstermiştir.
Şimdi çabalar, Doğu mistisizmi ile Batı determinizmini birleştirme yönündedir ve bu açıdan bakıldığında toplumumuz önemli bir avantaja sahip gibi görünmektedir. Kültürel kodunda Doğu sezgiselliği ile Batı akılcılığının izlerini birlikte taşımakta bulunan toplumumuz, eğer toplu intihar eylemlerine kalkışmaz ve doğru adımlar atabilirse bu bütünleştirmeyi yapabilir ve aynı zamanda iç barışını zorlayan çelişkilerini de yeni bir senteze kavuşturabilir.
Bu soyut düşünceleri somut plana taşıdığımızda, olayların kesin ayrışmışlığına dayanan hükümet etme modelimizin niçin bir türlü başarılı olamadığı daha bir anlaşılır hale gelmektedir.
Kamu yönetimimiz, tepeden başlayarak en alttaki bürokratik birimlere kadar, departmantasyon’un keskin çizgilerini taşımaktadır. Sanayi Bakanlığı’nın görevleri Ulaştırma Bakanlığı’nınkilerden; o da örneğin Eğitim ya da Sağlık Bakanlığı’nınkilerden ayrıdır ve -varsa (!)- arasındaki ilişkiler Başbakan tarafından sağlanır. Bu yaklaşım bütünüyle yanlıştır ve “koordinasyon” adıyla yapılmaya çalışılan “bütünleştirme”, parçaların işlevlerinden çok daha önemlidir.
Hatta biraz daha ileri gidilerek denilebilir ki, parça tanımlaması yanlışına bir defa girilince artık koordinasyon söz konusu olamaz.
Bir senfoni orkestrası, ayrı enstrümanlar tarafından çalınan parçaların bir şef tarafından koordine edilmesi değildir. Böyle algılanırsa, her enstrümanı çalanın tek görevi, önündeki notaya uygun çalmak, göz ucuyla da şefin uyarılarına dikkat etmektir. Böylece oluşan müzik, bir senfoni olmayıp “çok çalgılı bir gürültü” dür.
Senfoni ise, yalnızca şef tarafından icra edilen tek ve bütün bir parçadır ve her enstrümanı çalan, şefin bir parçası olmak zorundadır.
Bu iki örgütlenme arasındaki farkı sokaktaki insan, hatta sıradan müzikçi anlamayabilir. Ama, Bethowen, Mozart ya da Dede Efendi’nin ikinci şekilde anladığı kesindir ve ilk şekilde yapılan şey kesinlikle müzik değil “müzik gibi” bir şeydir.
Bu benzetme hükümet örgütlenmesine taşındığında, her bakan’ın bir alandan sorumlu kılınıp ayrı dükalıklar kurması ve başbakanın da bunlar arasındaki sürtüşmeleri önlemeye çalışmasının ne denli faydasız ve amaçları gerçekleştirmekten uzak olduğu açıkça görülebilecektir.
Evren’in, olayların ve bunlara bağlı sorunlar ile, bir toplum için edinilebilecek, ama birbirleriyle etkileşimde bulunabilecek olan diğer toplumları da gözardı etmeyen amaçlar kümesinin bir bütün olduğu yaklaşımına göre yeni bir hükümet etme modeli nasıl olmalıdır?
Bu modelde siyasi iktidar ve bürokrasi örgütlenmesi, bugünkünden oldukça farklı şekillenecektir. “Bütünleşik Yönetim” denilebilecek bu yeni yaklaşımın ayırıcı özellikleri şunlar olacaktır:
“Bütünleşik Yönetim”de senfoniyi icra eden kişi Bakanlar değil, orkestranın bizzat şefi (Başbakan veya Başkan) ve onunla uyum içindeki yardımcıları(Bakan veya sSkreter) dır. Yani, yönetimi, birbirinden ayrı ve koordine edilen kişiler değil, bir grup icra etmektedir.
Bu grubun oluşumunda anahtar kavram, grup üyeleri arasındaki “uyum ve güven”dir. Aralarında uyum ve güven bulunmayan kişilerin, siyasi dengeler, koalisyon zorunlukları ve bu gibi nedenlerle biraraya gelip hükümet etmeleri bu modelde mümkün değildir.
Geleneksel yönetim felsefesinin anahtar kavramı olan departmantasyon, diğer olumsuzlukları yanında bir de kalabalıklaşmaya yol açar. Sorunlara, birbirinden yalıtılmış olarak bakıldığı için, bunlara kaynaklık eden daha az sayıdaki sorunlar yerine, temeldeki “sorunlar bütünü”nün, çeşitli “durum yüzeyleri” üzerindeki yansımalarıyla uğraşılır. Bu ise kaçınılmaz olarak her sorun alanına bir Bakan’ın tefriki gibi bir kalabalıklaşmaya yol açar.
“Bütünleşik Yönetim” modelinde ise grup (hükümet), sorunlar bütününün çok sayıdaki yansımalarıyla değil, o sorunların ortaya çıkmayacağı (ya da en az çıkacağı) amaçlar kümesini gerçekleştirme yönünde çaba harcarlar.
Bu bağlamda, geleneksel hükümetler “sorunları çözmeye”; Bütünleşik Yönetim hükümetleri ise belirli “amaçları gerçekleştirmeye” çaba sarfederler.
Gerek hükümet grubu arasındaki uyum ve güvenin sağlanabilmesi, gerekse bu “sorunlar yerine amaçlara yönelmek” farkı nedeniyle, önerilen modelde hükümet, ideal sayı olarak bilinen 7 kişiyi* aşmaz.
Bu modelin esası, Başbakan (veya Başkan) ile hükümet üyelerinin “sürekli etkileşimi”dir. Bu nedenle ayrı ayrı fiziki mekanlarda değil, aynı fiziki mekanda -ayrı odalarda dahi değil- çalışırlar. Böylelikle her an için birbirlerini etkilemeleri ve verilen kararların grup üyelerince tam paylaşılması mümkün olur.
“Bütünleşik Yönetim” modelinde bürokrasi de bu yaklaşım uyarınca örgütlenir. Sayıları yüzbinlere varan Bakanlık ve Genel Müdürlük kadroları yerine, sorunlara göre değil amaçlara örgütlenmiş çok az sayıda, yüksek nitelikli memurlar bulunur ve onlar da hükümetle etkileşim içinde bulunurlar.
Bu modelin küçük ve güçlü devlet amacına en iyi hizmet edebilecek yaklaşım olacağı da açıktır.
Bu öneri, gerek bu haliyle ve gerekse bugün için bir ütopya gibi görülebilir. Ama, departmantasyon tuzağından kurtulmadan, bu karmaşık Dünya’nın sorunlarıyla sıkı bir etkileşim içinde bulunan Türkiye’nin sorunlarını çözebilmenin, ya da daha iyisi amaçlarımıza ulaşabilmenin imkanı yoktur.
Gelin, üzerinde biraz düşünüp tartışalım. Ne dersiniz?
Temmuz 17, 1994
-
May 25 2012 RESMİ KIYAFETLERDEKİ AKIL EKSİĞİ !
Belediye zabıtası, polis, asker, özel tim görevlisi, kamu kuruluşunda memur, postacı ya da birbaşka kamu görevlisinin kıyafetlerine bilmem hiç dikkat ettiniz mi?
Hepsinin kıyafeti tamamen farklı olmasına karşın değişmez ortak bir özellikleri vardır: kıyafetler, onlarla ilgili işlere uydurulmak için hiç kafa yorulmamış ya da bu işi bilmeyen veya ciddiye almayanlarca tasarlanmıştır.
Bu örgütlerimizde kıyafet tasarımıyla uğraşan görevli var mıdır bilinmez ama kesin olan, hiçbir yetkilinin bu işe yeterince kafa yormadığıdır.
Sekiz saat ocağın başında kazan karıştıran aşçıya yağlı sicim haline gelen kravatı takan, trafik polisinin telsizini kemerine kulaklığını da kulağına takarak ellerini serbest bırakmayı düşünemeyen, polisinin kıyafetini masabaşına göre -o da zevksiz ve işlevsiz- düşünen, özel tim mensubuna filmlerdeki gibi kara gözlük takıp etrafı görmesine engel olan ya da fiyakalı görünsün diye postallarının taban çevresini beyaz yağlıboyayla boyayan kafalar hep aynıdır ve hepsi de kıyafetin önemini takdirden uzak kişilerdir.
Hoş bu işin farkında olmayanlar yalnız resmi yetkililer değil aynı zamanda sivillerdir de! Türk insanının ergonomik özelliklerinin farkında olmayıp geniş taraklı ayağına zorla sivri burun İtalyan ayakkabıları tasarlayan stilistlerimiz daha az yeteneksiz değildir.
Kıyafet Mühendisliği önemli bir uğraş alanıdır. Böyle bir bilim dalının varlığını bilmek dahi daha dikkatli olmaya bir adım olabilir.
-
May 25 2012 FIRINCILAR DERNEĞİ : REKABET EKONOMİSİ DERSLERİ İÇİN BİR İBRET !
Ülkemizde yıllardır, milyonlarca insanın gözü önünde bir traji-komik oyun oynanıyor. Fırıncılar Dernek(ler)i ile Belediye(ler) arasında ahmakça bir tartışma yapılıyor. Oyunun perdeleri belli:
-
Fırıncılar Derneği, belediyeye başvurarak zam ister,
-
Belediye, isteği reddeder,
-
Dernekle belediye arasında bir tartışma başlar ve medya aracılığı ile halk seyirci kılınır,
-
Belediyenin Halk Ekmek Fabrikası, fazla mesai yaparak ucuz (!) ekmek üretimine hız verir,
-
Ve ekmek fiyatları, Derneğin istediği düzeye yükselir.
Bu beş perdelik oyun belki bin defa tekrarlanmış ve bu aymazlık devam ettikçe bin defa daha tekrarlanacaktır.
Sorunun çözümü basit olmasına rağmen, çözmek durumunda olanların basiretsizliği, korkaklığı ve rekabet ekonomisi konusundaki olağanüstü bilgisizlikleri nedeniyle, bir kere daha ilan etmekte yarar olabilir:
-
Belediye Meclislerinde karar alarak, ekmek fiyatlarına (ve hiçbir fiyata) müdahale edilmemesini sağlayın. Yani, ekmek fiyatlarını (ve diğer narhları) serbest bırakın.
-
Ekmeğini ucuz satmak isteyebilecek fırınların fiziki güvenliğini sağlayın. (Monopol, kendi kararlarına aykırı davranışları caydırmaya çalışacaktır.)
-
Fırıncılar Derneği mensuplarını biraraya toplayıp bir kursa tabi tutarak, fiyat oluşumunun arz-talep dengesiyle oluşması gerektiğini, buna müdahalenin (Belediye’ninki de dahil) zorbalık, gangsterlik vs sınıfına girdiğini, hukuk devletinde zorba ve gangsterlerin yerinin ticaret değil hapisane olduğunu öğretin.
-
Halk Ekmek denilen ve ucuz ekmek satmak için kurulmasına rağmen, belediye bütçeleri yoluyla ucuz siyaset yapmaktan başka işe yaramayan garabetleri derhal özelleştirin, bunu yapamıyorsanız kapatın.
-
Ekmek üretmek isteyenleri özendirin, daha doğrusu engellemeyin, ya da engellemek isteyenleri engelleyin. Yeni fırın açmak için Fırıncılar Derneğinden izin alma zorunluğunu MUTLAKA kaldırın.
-
Herhangi bir mal veya hizmetin ucuz ve kaliteli satılmasını istiyorsanız, şu üç şeyden başka birşeyi -ama hiçbir şeyi- yapmayın:
-
Üretimin artmasını özendirin,
-
Bizzat üretim yapmayın,
-
Üretim yapacakları caydırmak isteyen zorba monopolleri caydırın. Yani, “arz”ı artırın. Fiyatlar, düşebileceği yere kadar ancak böyle iner. Bunun dışındaki yollar ekmek gramajından çalmaya yani hırsızlığa çanak tutmak demektir.
Yerel seçimler geliyor. İş yapacak belediye başkanlarını seçmek istiyorsak basit bir sınav uygulayınız ve ekmek fiyatlarını nasıl düşüreceğini sorunuz.!
Yukarıdaki yöntem dışında usullerle ucuz ekmek sağlamayı düşünenleri lütfen seçmeyiniz. Çünkü onlar yalnız ekmeği değil, tüm belediye hizmetlerini berbat edeceklerdir.
Çarşamba, 12 Ocak 1994
-
-
May 25 2012 RESMİ KIYAFETLERE “AKIL” KATILAMAZ MI?
Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da bir yıkım kavgası sırasında, haksız yere işgal ettiği bir yerden çıkarılmak istenilen bir kişi, “çıkacağıma, burayı yakarım ulan!” demiş ve gerçekten de dediğini yapmaya çalışırken, mani olmaya çalışan polis memurunu da yakmış ve ağır yaralanmasına neden olmuştu.
Bu olaydan çıkarılacak epey sonuç vardır. Polis memurunun, bu gibi durumlarda nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda eğitilmemiş olduğu ilk göze çarpan eksiklikti. Rastgele bir kişi de ancak o memur kadar beceriksiz davranabilir, karşı karşıya bulunduğu aptal, ruh hastası ve kriminal tiplere karşı böylesine amatörce hareket edebilirdi.
İkinci çıkarılacak sonuç, kişilerin, düzene bu denli uymama özgürlüğünü aldıkları kaynaktır ki bu da devletin güçsüzlüğü ve bir o ölçüde de “başkalarının da uymadığı” yaygın örneklerdir.
Ama bütün bunların dışında, çok daha somut bir nokta vardır: polis memurunun giymiş olduğu, ilk bakışta fiyakalı gibi görünen ama aslında tam bir ölüm tuzağı olan kolay tutuşabilir sentetik kumaştan mamul mont!
Üzerinde, pimi çekilmiş bomba taşımaktan daha da riskli bulunan bu ceketin kumaşı aslında “alev idame ettirmeyen” (flame-proof) olmalıydı. O tür malzemeler tutuşabilir ama alev kaynağı devam etmediği takdirde kendiliğinden söner.
Burada akla gelen iki soru vardır: bu montlar, bu şekilde bir şartname uyarınca mı alınmıştır ve eğer öyleyse kabul sırasında niçin kabul edilmiştir? Şartname böyle hazırlanmamışsa niçin yanlış hazırlanmıştır? İhmal veya kasıt varsa, ne karşılığında ve kimler tarafından yapılmıştır?
Resmi kıyafetlere bu gözlükle bakıldığında inanılmaz yanlışlar görülecektir. Bunlar için anayasa değişikliği, yeni yasa veya tüzük mü yoksa biraz akıl mı gerekmektedir?
Pazar, 01 Ocak 1995
-
May 25 2012 ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI VAR MIDIR?
Demokrasi sürecimizin bu evredeki durumu toplum bedenine dar gelmeye başladı. Çeşitli biçimlerde dışa vuran bu yetmezlik, toplumsal hastalıkların kronikleşmesine yol açabileceği gibi, doğru teşhis ve açılımlarla gelişime de götürebilir.
Demokratikleşme süreci bir kimyasal proses gibi katı kanunlara tabi olmadığı, daha doğrusu parametrelerinin sayısı kimyasal süreçlere oranla fazla ve etkileşimli oluşu nedeniyle, bugün gelinen nokta birtakım hastalıkları da içinde barındırmaktadır.
“Demokrasi, eşitler arasındaki rejimdir” deyişi, gelir ve kültürel düzeyi birbirine yakın -hiç olmazsa arasında uçurumlar bulunmayan- kesimlerin bu rejimi uygulayabileceklerine işaret ediyor olsa gerektir.
Toplumumuz ise gerek gelir gerekse kültürel açıdan çok büyük farklılıkları içeren bir yapıdadır. Bu farklılıklar, demokrasileri renkli yapan kültürel mozayiklerin farklılıkları olmayıp doğrudan doğruya düzey farkları hatta uçurumlarıdır.
Demokrasi sürecimiz, bu hastalıkları içinde bulundurmaktadır ve bunlar giderilemediği sürece sorunlar azalmayacak aksine derinleşecektir.
Hastalıklı demokrasimizin ulaşması arzu edilen nokta bellidir. Çağdaş toplumlar, “Nasıl bir demokrasi?” sorusunun cevaplarını bize göstermektedir.
Belli olmayan, bu noktadan arzu edilen noktalara nasıl geçileceğidir. Çünkü bu konuda hazır reçeteler yoktur.
Bu bağlamda cevaplanması gereken sorulardan birisi, çağdaş demokrasilerin normlarından birisi olan “örgütlenme” özgürlüğü konusundadır.
Birarada yaşamayı, ne kadar küçük bir topluluk tarafından temsil edilirse edilsin hiçbir görüşe çoğunluğun görüşlerini dayatmayı kabul etmeyen, aksine onlarla uzlaşmayı benimseyen çağdaş, “çoğulcu demokrasi” bu ilkelerinin koruyuculuğu altında örgütleme özgürlüğüne hemen hiçbir sınır koymamaktadır.
Peki, birbirinin değerlerine saygı göstererek yaşamak yerine kendi değerlerini bütüne dayatmayı amaç edinmiş çeşitli kesimlerden oluşan bir toplumda örgütlenme özgürlüğü, bu dayatmalar için bir çeşit ‘çanak tutmak’ anlamına gelmez mi?
Bu soruya iki türlü cevap verilebilir: Birincisi, “hayır gelmez, çünkü toplumun tüm kesimleri örgütlü olduğu için kimse kimseye kendi değerlerini dayatamaz. İster istemez, çeşitli kesimler uzlaşmak zorunda kalırlar” şeklindedir.
İkinci tür yanıt ise, “evet o anlama gelir, çünkü toplum dokusundaki gelir ve kültür düzeyi uçurumları, bir genel denge hali oluşturabilecek bir genel örgütlenmeye engeldir. Dolayısıyla bazı kesimlerin örgütlenmesi, ardından “zora dayalı ikna” ögesini de beraberinde taşır” şeklindedir.
Hatta bu ikinci durum, bu denli dayatmacı biçimde de ortaya çıkmayabilir. Başlangıçta çoğulcu demokrasinin araçlarını kullanarak yola çıkan anti-demokratik amaçlı kesimler, “salam politikaları” uygulayarak adım adım “zorla ikna” yoluna girebilirler.
Durumu daha da içinden çıkılmaz yapabilecek bir parametre, bu sürecin toplumun kendi tercihlerine göre değil, toplumu bölüp parçalamak isteyebilecek dış etkenlerin manipülasyonlarına göre işlemesidir.
Buna göre bir çifte standartla karşı karşıya gelinmektedir; çoğulcu demokrasiyi benimsemiş kesimlere sınırsız bir örgütlenme özgürlüğü; çoğulcu demokrasinin araçlarını kullanarak kendi değerlerini topluma dayatmak isteyenlere koşullu/sınırlı örgütlenme özgürlüğü!
Bu ikili standart derhal bir başka soruyu gündeme getirmektedir: Çeşitli kesimlerin niyetlerini kim ve nasıl saptayacaktır? Bu, keyfiliği beraberinde getirmez mi?
Günümüz Türkiye’sinde çeşitli kesimlerin “demokratik talep” olarak da değerlendirilebilecek talepleri vardır. Kürt kökenli vatandaşlarımızın ya da dini bir politik araç olarak kullanan kesimlerin talepleri bunlardan yalnız ikisidir.
Bu taleplerin çevresinde süren uzlaşmazlık ortamı toplumu huzursuz etmektedir.
Bu taleplerin kabul edilmesi, şüphesiz ki ani bir ferahlama, bir huzur ortamı yaratacaktır. Politik alanda bu yöndeki işaretler dahi büyük sempati toplayabilir. Peki ya sonrası? Kimse bir sonraki aşamanın gelmeyeceğinden emin değildir, çünkü bu kesimlere mal edilen söylemler -ki bu doğru olmayabilir de-, gündemdeki taleplerin “salamın bir dilimi” olduğuna işaret etmektedir.
Bu durumun içinden tek şekilde çıkılabilir. O da net olmak, talepleri olabildiğince açık ortaya koymaktadır.
Buna paralel olarak, çözüm önerilerinin de net olması gerekir. Aksi halde “Allah kerimdir!” yaklaşımı ile sorunlar daha güç koşullara taşınabilir.
Birlikte yaşamak ve de değerlerini dayatmadan birlikte yaşamak isteyenler ellerini kaldırmalıdırlar. Kaldırmayanlar azınlıkta ise çözüm var demektir.
Cuma, 22 Temmuz 1994
-
May 25 2012 ORMAN YANGINLARI “NİÇİN “SÖNDÜRÜLEMİYOR?
Yaz gelince orman yangınlarının da artması, kimsenin itiraz etmediği köklü bir geleneğimiz olmuştur. Bu uysal tutumun arkasında biraz gerekçelerin akla yakınlığı biraz da bilgi eksiği vardır.
Başka ülkelerdeki orman yangınlarının sayısı, göreli olarak sıklığı ve bu gibi bilgilere sahip olmayan kamuoyu olsa olsa yangın görünce küreği kapıp üzerine gider, başka bir katkısı olmaz.
Hele bunun üzerine sabotaj kaynaklı yangınlar da binince kimse soru sormayı aklına getirmez.
Kamuoyu, medya ve yöneticiler konunun çözüm kısmıyla, hem de son aşamasıyla yani çıkan bir yangının “nasıl” daha çabuk söndürülebileceği ile meşguldür.
Yangınların “niçin” çıktığı üzerinde ise durulmuyor ve biliniyor ki çoğu kasten (terör amaçlı) çıkarılmaktadır.
Ama sorulması gereken, bu iki soru da değildir. Çoğu orman yangınları ya yanacak yer bittiği ya da yağmur yağdığı için sönüyor. O halde doğru soru, yangınların “niçin” söndürülemediği, daha doğru bir ifadeyle niçin, başlangıçta söndürülemeyip kontrolden çıktığıdır.
Herhangi bir nedenle kontrolden çıkıp büyüyen bir orman yangınının kolay kolay söndürülemediği, hele rüzgar gibi yardım edici bir faktör altında işin daha da güçleştiğini hemen herkes bilmektedir.
O halde geriye, çıkan/çıkarılan yangınların olabildiğince çabuk haber alınıp, etkili ilk müdahalenin yapılması şansı kalmaktadır.
İşte bu nedenle, “çabukluk”, “haber alma”, “organize olma”, “harekete geçme”, “ne yapılacağını iyi bilme” gibi faktörler büyük önem taşımakta ve yukarıda sorulan soru bu önemli ögelerin niçin yerine gelmediğini sormaktadır.
Bu soru parçalarının herbiri ayrı incelemeye değer konulardır. Ama, hepsini birden kavrayacak bazı cevaplar da vardır. Şöyle ki;
-
Toplumumuz kurallara boğulmuş ama kuralsız yaşayan bir toplumdur. Çağdaş bir toplum dokusunu oluşturan binlerce önemsiz görünüşlü kural -ki bunlar yasal ya da geleneksel kökenli olabilir-, bizler için yoktur. Halbuki, özgürlükleri, daha iyiye, doğruya ve güzele varmak için kullananlarla, özgürlükleri yoketmek için kullananları ayırt edebilecek araçlar, kural kirliliği içinde kaynayıp giden ayrıntılardır.
“Farkları farkedebilme” denilebilecek bu toplumsal becerinin kaynağı ise çeşitli sanat dallarıdır. Sanatın bu önemli işlevini pas geçmiş olan toplumumuz, iri elleriyle alet kullanmadan beyin ameliyatı yapmaya çalışan cerrah gibidir.
-
Her türlü sabotaj için en uygun ortam, nelerin yapılamayacağı konusunda halkın değişik anlayışlara sahip olmasıdır.
Kullandığımız kavramların içlerinin boş ve herkesçe isteğe göre doldurulabilir oluşu, birisine göre sabotaj hazırlığı sayılabilecek bir eylemin, diğerine göre özgürlük sayılmasına yol açmıştır.
-
Ormanlarımızın sahibi devlettir. Ortak mülkiyet halinde gerçek bir sahibin bulunmadığı da herkesçe bilinen bir gerçektir. Yani ormanlar sahipsizdir. Nitekim orman yangınlarında ister kaza ister sabotaj olsun yanan ormanların hiçbir zaman özel ormanlar olmayışı bir raslantı değildir.
-
Vatandaş, üzerinde yaşadığı topraklara, “burası benimdir” biçiminde yürekten sahiplenmiş değildir. Tüm yapılar, şehir mobilyaları, insan davranışlar, “gerekirse buraları da bırakır gideriz” mesajı yayınlamaktadır.
Bu tutum, kamu görevlilerine de yansımıştır. Kendilerine iletilen bir bilgiyi ciddiyetle değerlendirip harekete geçen kamu görevlisi yüzdesi düşüktür. Ayrıca maaşının düşüklüğünü, görevini kötü yaparak telafi etmenin “hak” olduğuna inanan kamu görevlisi de çoğunluktur.
-
Mahalle yönetimleri -muhtarlıklar-, yörelerinde kimlerin oturduğunu, ne iş yaptıklarını, kimlerin yöreye girip çıktığını bilmemektedirler.
Toplumumuzun “sistemli kaydetme”, “kaydedilen bilgileri güncelleme” ve “kaydedilip güncellenen bilgilerden sonuç çıkarma” kültürü çok zayıftır.
Vatandaşın, oturduğu yeri eğreti görmesi ve bu kaydetme kültürü yetmezliği birleşince,”yol geçen hanı” biçiminde yaşam yerleri doğmaktadır.
-
Yeter sayı niteliklerde kamu yöneticilerine sahip değiliz. Bir “orman bölge müdürü”nün yangın söndürürken ölmesi, Orman Bakanı’nın vatandaşlarla birlikte yanan ağaçlara koşturması, kamu yöneticilerimizin hala 1900’lü yıllarda kaldıklarını gösteriyor.
Bu basit yaklaşımdan dahi görülmektedir ki, orman yangınları olarak kendini gösteren sorun aslında, başka sorunların kendi aralarında yaptıkları özel bir bileşimden ibarettir.
Bu şaşırtıcı sonuca varmak için tek yapılan, doğru bir soru sormaktan ibarettir.
Evet, toplumumuza yapılabilecek en büyük hizmet onun doğru sorular sormaya başlamasına yardımcı olmaktır.
Pazartesi, 29 Ağustos 1994
-
-
May 25 2012 PARALI KORUMA, DEVLET MEŞRUİYETİNİN SONU DEMEKTİR!
Polis örgütümüzün bir yetkilisine dayanarak verilen habere göre, özel olarak korunan kişilerin sayısının çokluğu nedeniyle, artık korunmak isteyenlerden bunun parasını ödemeleri istenecekmiş. Batı’da da özel olarak korunan insanlar bunun parasını ödediklerine göre, Batılılaşmaya karar vermiş bizim de paralı koruma yapmamız doğal karşılanmalıymış.
Bu tür haberlerin doğru olmaması ihtimali çok yüksektir. Sansasyonel haber peşinde koşan bir yeni yetme gazete muhabirinin, edindiği bir bilgiyi yalan yanlış yorumlamasından oluşan bir haber olması büyük bir olasılıktır.
Bugüne kadar icadedilmiş tüm yönetim biçimlerinin daima devletin bir numaralı işlevi olarak görüp hiç tartışmadıkları bir-iki konunun başında, bireylerin iç ve dış tehlikelere karşı korunmaları gelmiştir. Vahşi kapitalizm zamanında da, katı komünizm zamanında da, bu işin devlet tarafından ve alınan vergilerle finanse edilerek yapılması, devletin meşruiyetinin bir sembolü olmuştur.
“Çok sayıda korunacak kimse var, benim gücüm hepsine yetmiyor” tanısının doğru olduğuna şüphe yoktur. Yanlış olan, bu teşhise konu olan sorun’un analiz edilemeyişidir.
Korunacak insan sayısı aslında nüfusun tamamıdır. Bunlar için ne düzeyde bir korumaya gerek olduğunun ölçüsü, o ülkenin özel koşulları tarafından belirlenir. Bu ölçü, yapılması kanunla yasaklanmamış eylemlerde bulunan insanların, başkaları tarafından zarara uğratılmaması ile belirlidir. Bu ölçüye göre sağlanacak koruma geneldir ve özel korumayla ilgisi yoktur.
Eğer vatandaşlardan bazıları, özel koşulların gerektirdiği bazı özel eylemlerde bulunmak isterlerse, bu takdirde özel koruma ihtiyacı ortaya çıkacaktır.
Özel koruma ihtiyacının paralı olup olmayacağının ölçüsü de belirlidir. Eğer vatandaşın yapmak istediği eylem, onun zorunlu olarak yapması gereken bir eylem değilse, bu özel korumanın tüm masrafı kendisinden alınmalıdır.
Örneğin, alkollü araç kullanmamak için trafikten özel şoför istemek, bir çeşit özel korunma isteğidir. Ama bu, zorunlu bir ihtiyaç değildir ve zevk amacıyla doğmuştur. Özel şoför verme işleminin tam masrafı -hatta fazlası-, onu talebeden kişiden istenmelidir.
Ya da, korumalar tarafından korunmanın tantanasını yaşayarak adam yerine konma özlemini gidermek isteyen, yaptığı olumlu-olumsuz bir icraat olmamasına rağmen sırf gazete aldırmak, kapı açtırmak, çanta taşıtmak için koruma bulundurmak isteyenlerden de bu işin parası -yine fazlasıyla- alınmalıdır.
Hal böyle değil de, mesela bir dine ya da mezhebe mensup olduğu (ya da olmadığı) veya bir fikrini ifade ettiği için terör örgütünce hedef listesine alınan ya da zengin olduğu için tehdit altında olan bir kimseyi korumak söz konusu ise bu, “ben devletim ve meşruiyetimin kaynağında bireylerin temel hak ve özgürlüklerini koruma ve kollama yükümlülüğüm ve bunu yerine getirecek güce sahip olmaklığım yatıyor” diyen devletin, vergilerden başka hiçbir şey talep etmeden yapmak zorunda olduğu asli işlevidir.
Batı’da özel koruma işlerinin paralı yapıldığı doğrudur. Yanlış anlaşılan, oralarda sağlanan genel koruma düzeyinin, burada söz konusu edilen özel koruma düzeyinden daha güven verici olduğudur.
Bu durumda sorulması gereken doğru soru, Batı’da sağlanan genel korumanın, burada niçin ancak özel olarak sağlanabildiğidir. Bu soru doğru cevaplanabildiği takdirde, yalnız güvenlik örgütümüzle değil, toplumumuzun tüm sorunlarıyla ilgili olan ve koruma işiyle yakın-uzak ilgisi bulunmayan bir dizi “Kaynak Sorun” bulunduğu görülecektir.
İnsanlarımız zaten, ödeme güçlerinin yettiği ölçüdeki parayı -aynen kişisel bir Merkez Bankası’nın yaptığı gibi- evlerinde basmaktadırlar (karşılıksız çek ve senetler bu demektir).
Adaletle olan işlerini ise çoktan özelleştirmişlerdir -hem devlet içinde(!), hem de serbest piyasada(!)-. Güvenliklerini de bundan böyle ücreti karşılığında sağlatacaklardır.
Geriye sadece, bayraklarını dikip egemenliklerini ilan etmeleri, yabancı ülkelere elçi yollayıp tanınmalarını istemeleri kalmaktadır.
Hayır, bu haber doğru değildir. Bu yeni yetme gazetecilerden birisi, verdiği haberin ne dehşet verici anlama geldiğini idrak etmeden yine ortaya böyle bir şeyler atmıştır. Korkmayın
Cuma, 12 Mayıs 1995
-
May 25 2012 FİKİR GİRİŞİMCİLERİ, İŞ BAŞINA!
Olası Marmara depremi tartışmaları sırasında yağını çıkarırcasına sorulan soru, depremin ne zaman olacağıdır. Bu soru üzerine bu denli yoğunlaşılmasının bir nedeni insanımızın kolaycılığıdır. Depremin tam olarak ne zaman vukubulacağı belli olursa, hiçbir önlem almaya gerek kalmaksızın depremden birkaç dakika evvel binalardan çıkılacak, deprem geçince de tekrar girilecektir.
Bir de ikinci bir neden vardır: kimse birbirine söylemese de, olası bir Marmara depreminin büyüklüğünün yedi ila sekiz arasında olabileceği ihtimalinin sevimsiz ama gerçekçi olduğu; gerek ortak yapıların gerekse konutların çok büyük bir çoğunluğunun böyle bir depreme dayanıklı olmadığı “sezilmekte”dir.
Tedirginliğin başlıca nedeni de, buna karşı önerilen “buzdolabının yanına çömelin” gibisinden önerilerin altındaki çaresizliğin sezilmesidir.
Nitekim, İstanbul anakent belediye başkanının bir TV programında söylediği, “orta büyüklükte depremler olursa onlara karşı önlem alınır, ama daha şiddetli olursa tabii yapacak bir şey yok” sözleri, beklenen “çok şiddetli” depreme karşı en önemli kamu aktörünün çaresizliğini göstermektedir.
Bugünkü tablo, birçok yanlışımızın ürettiği çok sayıdaki eğrilikten yalnızca bir tanesidir. Bu bir gerçektir. Ama, “işte böyle oh olsun, ölürlerse ölsünler; onu zamanında düşünecektiniz” gibisinden bir kolaycılığın arkasına saklanıp hem sorumluluğunu hem çaresizliğini gizlemek de iş değildir. Yapabileceği bir katkı varsa herhangi bir nedenle yapmamak, ya da katkı arayışlarını caydıracak tavır içine girmek ilkelliğin ta kendisidir.
İstanbul’da mevcut toplam yapı stokunun yarısının, konutların ise yüzde yetmişinin bu büyüklülerdeki bir depreme dayanamayacağı kaba ama gerçekçi bir tahmin sayılmalıdır. Şimdi, bir türlü sormadığımız şu sorulara yanıt aramamız gerekiyor:
Tüm yapılara uygulanabilecek öyle bir algoritma tanımlanabilmelidir ki, hemen yıkılması, sağlamlaştırılmadan kullanılmaması ve nihayet hiçbir ek önlem almadan kullanılmaya devam edilmesi gereken yapıları somut olarak sınıflandırabilsin. Buna göre:
Soru 1 – Böyle bir algoritma nasıl olmalıdır; bunu derhal ve kim hazırlayacaktır?
Soru 2 – Algoritmanın gerektirdiği koşullar -bina projesinin incelenmesi, beton işçilik kalitesinin incelenmesi vbg- mevcut olmadığında kullanılabilecek alternatif ölçütler nelerdir; bunlar henüz bilinmiyorsa kim ya da hangi kuruluş bunları belirleyebilir?
Soru 3 – Sağlamlaştırılarak kullanıma devam edilebilecek yapılar -ki en büyük bölüm budur- için kullanılabilecek teknolojiler nelerdir, bunların maliyetleri nedir, bunları hatasız olarak uygulayabilmek için hangi yöntemler kullanılmalıdır?
Soru 4 – Alışılagelmiş sağlamlaştırma teknolojilerinin maliyetlerine katlanamayacak kişilerce kullanılabilecek kadar düşük maliyetli, binanın hasar görmesini önleyemeyen ama yapı içinde bulunanların sağ olarak dışarı çıkabilmelerine imkan tanıyabilecek teknolojiler nelerdir; bunları hatasız olarak uygulayabilmek için hangi yöntemler kullanılmalıdır?
Soru 5 – Yukarıdaki dört soruyu en doğru şekilde yanıtlama yöntem(ler)i nelerdir?
Yapılarla ilgili bu soruların yanıtlanmasına paralel olarak, ortak eylemlerle ilgili şu soruların cevaplarına ihtiyaç vardır:
Soru 6 – Birey, aile, apartman, site ve mahalle düzeyinde yapılması gereken somut hazırlıklar nelerdir? Valilik, kaymakamlıklar, anakent, ilçe belediyeleri, muhtarlıklar, site yönetimleri ve apartman yöneticileri açısından yapılması gerekenler nelerdir? Bu konularda danışma hizmetleri nerelerden alınacaktır?
Soru 7 – Bütün bu hazırlıkların finansmanı nereden ve nasıl sağlanacaktır?
Gerek deprem öncesinde yıkım kararı, gerekse deprem sırasında yıkılma nedenleriyle konutları yıkılanlara devlet eliyle konut yapılıp verilmesi yöntemi ekonomik açıdan mümkün olmadığı gibi, kişilerin bu konudaki kusur paylarını ödüllendireceği nedeniyle adil de değildir. Buna göre, cevaplanması gereken iki soru vardır:
Soru 8 – Bu kişiler konut sahibi olana kadar nasıl barınacaklardır?
Soru 9 – Bu kişilerin yeni konut sahibi olurlarken güçleri oranında tasarruf yapmalarına, ayrıca da evlerinin inşaatına fiilen katılmalarına imkan tanıyan, yani onların maddi ve fiziksel katkılarının tamamını kullanabilen bir model nasıl olmalıdır?
Dikkat edilirse bu soruların hemen hepsi, kişi ve kurumlarımızın alışkın oldukları övünme -aktarma-savunma yöntemiyle yanıtlanabilecek gibi değildir.
Deneyimler, bu sorulara karşı verilen başlıca yanıtın, bunların bilinen şeyler olduğu, bilim ve teknolojinin yeni bir katkısının olamayacağı yönündedir. Ezberle yetişmiş, kendi doğrularından kuşkulanmamaya koşullandırılmış çoğunluğun bu tavrı yadırganmamalıdır.
Diğer yandan, yer bilimlerini daha da zorlayarak depremin gün ve saatini öğrenmeye çalışmanın da bir mantığı olamaz. Yer bilimleri söylemesi gerekeni söylemiş, depremin yerini ve olası büyüklüğünü tahmin etmiştir. Şimdi sıra, diğer bilim dallarındadır.
Ancak bu noktadaki sorun, deprem gerçeğinden daha da somuttur. Mevcut kurumlarımız ve insanlarımızın çoğunluğu, dile getirilen bu sorular karşısında bilinenlerden başkaca bir şey bilinip bulunmasının mümkün olmadığını, bunları bilen uzmanların da çok sayıda aramızda bulunduğunu iddia etmektedirler.
Bu engelin aşılabilmesi, icat etmeyi ayıp ya da imkansız sayan zihniyete kendini kaptırmamış “fikir girişimcileri”nin ortaya çıkmalarına, birbirlerini bulabilmelerine ve birlikte çalışabilmelerine bağlıdır. Onun dışındaki kurumlar övünme-aktarma-savunma ile meşgulken, onlar bu soruların yanıtlarını bulmaya çalışacaklar, bununla da yetinmeyip bulabildikleri yanıtları gerekli yerlere satmaya çalışacaklardır.
Şimdi son soru: bu süreç nasıl başlatılmalı?
-
May 25 2012 PARASIZ TANITMA METODLARI
Bu tanıtma konusu eskiden beri ilgimi çekmiştir. Bu nedenle zaman zaman tanıtma konusundaki düşüncelerimi yazarak bu alandaki hizmetlere ben de katkı da bulunmak istiyorum.
Turizm amaçlı tanıtma için 25 milyon dolar istendiğini, temin edilebilirse tanınmamızın sağlanacağını gazeteler yazdı.
Aslında, tanıtmanın sadece parayla olmayacağı gerçeği hala tam anlaşılamadı gitti. Birçok fırsat iyi kullanılabilse, ülkemizi, insanlarımızı ya da hiç olmazsa onların küçük bir kısmını gayet iyi tanıtabiliriz. Ama bu gerçeğin niye tam anlaşılamadığı açık. Kendi kendine Tanıtma Kuruluşu diyen ve en küçük para birimi olarak (milyar TL) kullanan bir kısım özel ve gönüllü kuruluş, Türkiyenin diğer parasız yöntemlerle tanıtılmasını önlemektedir.
Yazımın sonunda, parasız tanıtma metodları hakkında meraklılara bazı ipuçları vereceğim. Ancak bundan evvel, tanıtmanın felsefesi üzerinde biraz durmalıyız.
Tanıtma, maden sodası gibi düşünülebilir. Nasıl ki ağır bir içki sofrasından kalkanlar, içki ve aşırı yemeğin olumsuz etkilerini azaltmak için maden sodasından yararlanırlarsa, tanıtma da aynen öyledir.
Tanıtma (usulüne uygun yapılırsa), birçok olumsuzluğu unutturabilir, hatta onları birer öğünç vesilesi haline de getirebilir.
Örneğin, Dünya’nın pahalı dergi veya gazetelerinden birisinde yer alacak olan bir imaj geliştirme (bu söze bayılıyorum) ilanını düşününüz!
“Why don’t you come to Turkey?” yazısının altında, gülümseyen, Osmanlı kıyafetli bir kahveci güzeli, bizim ne(ler)in hayalleri içinde bulunduğumuzu göstermesi açısından çok etkili olmaz mı?
Ancak kabul edilmelidir ki bu işler pahalıdır ve büyük ölçüde yaratıcı düşünce üretimini gerektirir. Tabii ki onun da bedeli hayli yüksektir.
(Tanıtma işi, hayata atılmayı düşünen ama ne yapacağı tam belli olmayan çocuklarımız için son derece yararlı bir iştir. Hem Türkiye tanınır, hem de kendileri iş sahibi olmuş olurlar.)
Bazı kimseler tanıtmanın bu “sindirim kolaylaştırıcı” etkisini reddeder ve eğri şeylerin tanıtmayla doğrultulamayacağını, ayrıca eğriliğin üstüne bir de sahtekarlık fiili bineceğini söylerler.
Bu tür aykırı görüşler bir yana bırakılmak zorundadır. Aksi halde önce tüm eğriliklerimizi doğrultup (ya da doğrultmak üzere harekete geçip), ancak ondan sonra kendimizi tanıtabilmemiz (ya da harekete geçtiğimizi anlatmamız) gibi son derece yorucu ve dolayısıyla az kazançlı bir süreç ortaya çıkar ki bu, tanıtma kuruluşlarımızın işsiz kalması anlamına gelir.
Tanıtmanın bu felsefi tarafından sonra, başlangıçta söz verdiğim “parasız (yahut da az paralı) tanıtma metodları” hakkındaki bazı ipuçlarına geçmek istiyorum. Okuyucularım, bu sütunların bu kadar engin metodlar içeren bir konudaki tüm yöntemleri vermeye yetmeyeceğini lütfen takdir etmelidirler.
Bunların bir kısmı şöyledir:
(1) Yurtdışına her çıkan vatandaşımız aslında bir tanıtma görevlisidir. Onlardan pekala tanıtmamızda yararlanılabilir ve zaten de yararlanıyoruz.
Her nekadar önemli bir yüzdesinin dilini (ya da şivesini) yabancılar henüz anlamıyorlarsa da bu pek önemli değildir. Tebamız haline gelince öğrenirler.
(2) Parasız tanıtmada en önemli ilke “bir şeyin arkasına tutunma”dır. Yani, bir başka amaçla yapılan bir işten faydalanarak tanıtma yapmaktır.
Mesela, hakem otosunun arkasına tutunarak, uluslararası bisiklet yarışında koşan bisikletçimiz ve de değerli hakemimiz, Türkiye’nin tanıtımına fevkalade katkıda bulunmuşlardır.
(3) Reklamcılıkta bir metodun, alışılmışları yıkmak, hatta insanları sinirlendirmek olduğu söylenir. İşte bu metod, tanıtmamızda fevkalade sonuçlar verir ve bugüne kadar da vermiştir.
Yabancıların gözünün içine bakarak kendimizi övmemiz, beceriksiz olduğumuz alanlarda bize haksızlık yapıldığını savunmamız, kendimizi tanıtmada çok etkilidir.
Kısa adıyla “180 Metodu” olarak da bilinen bu yöntemde, eksiğiniz bulunan bir konuyu samimiyetle kabullenip düzeltmek yerine, 180 derece çevirip karşınızdakini suçlamanız gerekir.
Örneğin, “ellerinizle hijyenik olmayan şeylere dokunup sonra da yiyecekleri ellediğiniz” iddiasını ciddiye alıp düzeltecek yerde, bunu söyleyenleri pislikle suçlamak tanıtma için çok etkilidir.
(4) Bir metod da, 5. sınıf yabancıları Türkiye’ye çağırıp Boğaz’da rakı içirip, Galata kulesinde dansöz seyrettirmek ve sonra da 275 tirajlı gazetesinde bizden bahsetmesini beklemektir.
(5) Nihayet en önemli konu, insanlarımızda tanıtma konusunda bilinç yaratmaktır.
Her problemimizin aslında “tanıtma eksiği”nden doğduğunu sistemli biçimde işleyerek, kimsenin başa çıkamayacağı ve dolayısıyla da arkasında rahat uyunabilecek bir düşman yaratılmalıdır.
Tabii ki metodlar çok fazladır. Ama önemli olan işin prensibini kapmaktır. Sonrası sizin kendinizi ve çevrenizi ne kadar kandırmak istediğinize, tanıtma konusundaki cehaletinize ve nihayet bu konuda profesyonel yardım alıp almadığınıza bağlıdır. Hoşça kalınız.
