-
May 25 2012 POLİTİKA NİÇİN ÇÖZÜM ÜRETEMİYOR?
Ülkemizde ve de birçok ülkede politika, toplumları tatmin edebilecek çözümler üretemiyor. Toplumlar mı tatmini güç istekler ortaya koyuyor, politikacılar mı yetersiz, tarihsel süreç olağan çizgisini mi izliyor ya da herbirinin payları mı var?
Bu, kaya gibi sert, nüfuz edilemez görünüşlü soruyu, Türkiye yetmiyormuş gibi genelleyip bir de Dünya ölçeğinde yanıtlamaya kalkışmak pek akıllıca görünmüyor. Ortaya konuluşu her ne kadar aynı sözcüklerle de yapılsa, bu soru’nun her ülkede farklı yanıtları olduğu, daha da doğrusu bir kısım yanıtlarının ortak, bir kısmının da ülkeye özgü olduğu bellidir.
“Türkiye’de politika, toplumu tatmin edecek çözümleri niçin üretemiyor?” şeklinde bir soruya verilebilecek tek yanıt olmayıp, “bir dizi cevap” bulunmaktadır.
Ama, bu yanıtları aramadan önce, bu soru’nun “doğru formda” olup olmadığına bakılmalıdır. Soru bu haliyle, “politika, geçmişte tatminkar çözümler üretmiş ama artık üretemiyor” gibisinden bir anlam taşıyor. Halbuki bu doğru değildir ve hemen herkesin kabul edebileceği gibi ülkemizde politika -geçmişten bu yana- toplum ihtiyaçlarını cevaplamada hep yetersiz kalmıştır.
Bunun bir işareti, insanlık ailesine katkımızın yetersizliği ve aileyle aramızdaki gelişmişlik farkının kapanmayıp açılmasıdır. O halde, “doğru form”daki soru, “Türkiye’de politika, toplumu tatmin edecek çözümleri eskiden bu yana niçin üretememiştir?” şeklinde olmalıdır.
Bu soru’nun “bir dizi” yanıtının simgelediği her “neden”in, sonuç üzerindeki etkisi pek kolay bilinebilir değilse de, bazı nedenlerin diğerlerinden daha etkili olduğu açıktır.
Buna göre, ülkemizde politikanın toplumu tatmin edebilecek çözümler üretememiş oluşunun en önemli sebebi, politikanın ürettiği çözümlerin sorunların nedenlerine değil, liderlerin, onların danışmanlarının, kısacası politik kadroların, kaynağı kendilerinden menkul “görüş”lerine dayalı oluşudur. Daha da kısacası, politik sistemimiz “çözüm” üretmede değil, “neden” belirlemede yetersizdir.
Politik sistemimize politikacılardan, onlara da içinden geldikleri toplumdan bulaşmış olan bir toplumsal hastalık, sorunların nedenleri üzerinde durmayıp, kısa yoldan çözüm üretmeye çalışmaktır denilebilir.
Ev kadınlarından öğrencilere, akademisyenlerden köşe yazarlarına kadar toplumun büyük bölümü, kendilerini rahatsız eden sorunların nedenlerini aramaksızın doğrudan çözüm aramakta ve de -işin kötüsü- bulmaktadırlar.
Ev kadını, geçim sıkıntısına çözüm olarak eşinin daha yüksek ücret almasını; üniversiteden mezun olup iş bulamama tehlikesini hisseden öğrenci çözüm olarak devletin kendisine iş vermesini; ücretinin düşüklüğünden yakınan öğretim üyesi YÖK’ün kaldırılmasını; siyasetteki bölünmeden şikayetçi köşe yazarı da partilerin birleşmesini “çözüm” olarak önermektedir.
Belirli bir gecikme ve deformasyonla da olsa bu “çözüm”leri uygulamak durumunda kalan idari ve politik kadrolar ise, bu “çözüm”lerin işe yaramadığını zaman içinde herkesle birlikte görmekte ve çaresizlik içinde yeni “çözüm”ler peşinde koşmaktadırlar.
Halk da bu çözüm arama hastalığına tutulmuş ve o da çözüm olarak denenmemiş saydığı partilere oy vermeyi bulmuştur.
Bu yaklaşımların tek ortak yanı ise, “sorunların nedenleri üzerinde durmamak”tır. Bu öyle bir süreç haline gelmiştir ki, giderek ağırlaşan sorunlar, çeşitli kesimleri “daha kestirme”, “daha sihirli” çözümler aramaya itmektedir. Artık kimsenin biraz olsun “niçin” sorularına ayıracak sabrı kalmamış, tam bir toplumsal panik psikolojisine düşülmüştür. Bu panik hali, politikacıları baskılamakta, “neden”leri tamamen bir yana itip daha da kestirme “çözüm”ler aramaya itmektedir.
Ortaya konulan sorun’un ikinci bir nedeni, toplumun politikadan çözümünü beklediği sorunların hemen hepsinin içinde, kendisinin de payının bulunduğunu göremeyişidir. Halk, çeşitli sorunların kendi dışında oluştuğunu, kendi payı varsa dahi bundan görmesi gereken cezanın başkalarına göre çok daha küçük olduğunu savunmaktadır. Bunda doğruluk payı vardır. Halkın tek tek bireyler olarak sorunlardaki payları küçüktür. Ama halk kalabalıktır ve her alanda küçük, affedilebilir görünüşlü ama “çok sayıda” kusur işlemekte, ortak olmakta ya da en azından tepkisiz kalarak, büyük sorunlar için sağlam bir mozayik temel oluşturmaktadır.
Bu yanlış algılamanın bir nedeni, olayların nedenlerini aramayan, farklı görünüşlü sorunların aynı nedenlerden kaynaklandığını ortaya koyamayan “neden aramayan düşünce stilimiz”dir.
“Politikanın çözüm üretemeyişi” sorununun bir diğer nedeni, katılımcılık yerine temsilciliğe dayalı politika; onun bir nedeni ise toplumumuzun örgütlenmemiş oluşudur. Demokrasinin, “örgütlenmiş çıkar kesimleri arasındaki uzlaşıya dayalı dengeler rejimi” olarak algılanmayışı, örgütlenmek ve bizzat katılmak yerine “tüm yetkilerini temsilcilere devretmek ve tüm sorunlarının çözümlerini de onlardan beklemek” biçiminde bir demokrasi anlayışını yerleştirmiştir.
Örgütlenecek ve sorunlarının nedenlerini arama becerisi kazanacak olan kesimler, sorunlarının önemli bir bölümünün nedenlerini ortadan kaldırabilecek “çözüm”leri bulabilecektir. Böylece, politik sistemin sorun çözme yükü önemli ölçüde hafifleyecek ve yerine getirmesi gereken gerçek işlevlere yönelebilecektir.
“Politikanın tıkanması” olarak adlandırılan “çözüm üretememe”nin bir başka ama çok önemli bir nedeni, toplumun beklentileriyle çabaları arasındaki bağın kopmuş oluşudur. Bu kopma sebepsiz değildir. Toplumda, üretmeden tüketmenin bir beceri olarak gösterilmesi, bunun her fırsatta sergilenmesi, üretmeden tüketmenin bir istisna değil, bir genel yaşam biçimi olabileceği gibi yanlış bir değer ölçüsünün oluşmasına yol açmıştır.
En somut örneği, “enflasyonun etkisini karşılayacak ölçüde ücret ve taban fiyat zammı” uygulaması olan bu rüya, yaşanan ekonomik çöküntüye rağmen henüz bitmemiştir. Bitmesine imkan da yoktur, çünkü hala kimse, yaşamın temel denklemi olan “ürettiğin kadar refah içinde yaşayabilirsin” ilkesini halka söylememektedir.
Gerçek rekabet gücü yüksek çok ama çok az mal ve hizmet üretebilen toplumumuz, hala bir çok mal ve hizmeti tüketme hakkı bulunduğuna inanmaktadır. “Üretim”i, “buluşçuluk”u hala gündemine almayan politikacı, medya ve toplum, orta çağın simya bilimini canlandırmaya çalışmaktadırlar.
“Politikanın çözüm üretemezliği” sorununa yol açan çok sayıdaki neden içinden başlıcalarının sonuncusu, politik sınıfın bu resmi topluma göster(e)meyişi, bunu, popülizm ve/ya bilgisizlik nedeniyle yap(a)mayışıdır.
Evet, bu nedenlerden dolayı Türkiye’de politika tıkanmıştır. Bu tıkanıklığı aşmanın yolu kişilerde değil, bu yaklaşımdadır. Tıkanmış olan sistemin söyleminin özeti ise “o kötüdür bana gelin” biçimindedir.
Türkiye’nin gündemini, sorunların çözümüne değil nedenlerine oturtmadıkça, buluşçuluk ve üretimi, kamu yönetimi de dahil olmak üzere her konunun temeline yerleştirmedikçe, özgürlükler ortamını kurmaya imkan yoktur.
Özgürlükler mi üretim mi tartışmalarını aşıp, ikisinin de birbirinin hem nedeni hem sonucu olduğunu görmek zorundayız.
Bunu, mevcut politik kadrolar -eğer resme böyle bakabilirlerse- yapabilirler. Ama eğer yap(a)mazlarsa o takdirde politikadaki tıkanmışlığın aşılması, ancak yeni kadroların gelmesiyle mümkündür. Bekleyelim göreceğiz!
Cumartesi, 08 Ekim 1994
-
May 25 2012 POLİTİKA YALNIZCA SOYUNDURUR!
“Kötü doktor candan, kötü imam dinden eder” deyişiyle aynı bir şey kastedilmiş olsa gerektir: yanlış tanı çok zarar verir! Çünkü kötü doktor ile kastedilen herhalde, hastalığa yanlış teşhis koyup yanlış yolda tedavi uygulayan kişi, kötü imam ile de, dini öğretileri yanlış yorumlayıp insanları yanlışa yönlendiren kişi anlatılmak istenmektedir.
İnsanlarımızın yıllardır en önemli sorun, hatta tüm sorunların kaynağı olarak gördükleri şey, politikacılarımızın yetersizliğidir. Bu tanı, çeşitli entellektüel düzeylerde çeşitli biçimlerde dile getirilir: “sokak meclisin önünde”, “biz bu politikacılara layık -müstahak denilmek isteniyor- değiliz”, “bize, çözüm üreten politikacı lazım” gibisinden..
Bu tanının ardından doğal olarak çözümler gelir: “dışarıdan politikacı ithal edelim”, “meclise gidecekleri sınava sokalım” gibi..
Bu teşhisin doğruluğundan kuşkulanmayan askerler de yaptıkları üç darbede mevcut politikacıları safdışı etmişler, yerlerine enfekte olmadıklarına inandıklarını getirmişler, ama her ne hikmetse bir süre sonra onlar da eskileri gibi davranmaya başlamışlardır.
Bu tanı, üzerinde kuşku duymak bir yana giderek pekişmektedir. Liderler de halkın eğilimlerine uyarak, giderek daha önemli, daha yüksek ünvanlı, daha zengin kişileri meclise sokmak için kolları sıvamışlar ve sokmuşlardır.
Hatta, daha büyük fedakarlıklara bile katlanılmış, bu tür yaramaz insanların hep erkekler içinden çıktığı tesbit edilerek meclise ve genel olarak politikaya daha çok sayıda erkek olmayan kişi sokulmuştur.
Fakat sonuç nafiledir. Halkımız yine politikacılardan yakınmakta, hatta şimdi eskisine göre daha çok yakınmaktadır.
Acaba şöyle bir deney yapılsa ve daha büyük bir meclis binası yapılıp, 35 milyon seçmenin tamamı milletvekili haline getirilse ne olur?
Pratik güçlüklerin (kavgaların ayrılması, yoklama ve oylamaların ad okunarak yapılması, söz isteyenlerin sıraya konulması gibi) olacağı bir gerçektir. Ama bunların bir şekilde aşıldığı (kavgaların ayrılmayıp nüfus planlaması amacıyla kullanılması gibi) varsayılsa acaba ne olacaktır? Vatandaşlarımız bu defa kimden şikayet edeceklerdir?
İşte herhalde ancak o zaman görülecektir ki, politikacılarla vatandaşlarımız arasında bir nitelik farkı yoktur. Politikacı, halkın soyunmuşudur. Zaten başka türlü olmasına imkan da yoktur. Bu imkansızlık, halkımızın içinde daha yüksek nitelikli insanlar olmadığı için değildir. Bizim toplumumuz da -aynen başka toplumlar gibi-, nitelik dağılımı açısından normal dağılım’a uygundur. Yani içinde belirli oranda, yüksek ahlaklılar, bilgeler ve nadir insanlar bulunmaktadır. Bunların sayısı başka toplumlara göre çok az da olsa bir meclis oluşturacak sayının temini sorun olmayacaktır. 65 milyon kişinin içinde yüzbinde bir oranında bulunabilecek kişilerden 650 milletvekili çıkacaktır. Sorun bu insanların bulunması değil, halkımızın bu insanlara katlanıp katlanmamasıdır.
Genelde politikacı, özelde ise milletvekili Çin vazosu değildir. Köşede tutulup teşhir amacıyla kullanılmaz. İnsanlar, kendi değerlerini paylaşan, bunu da somut olarak eylemlerine yansıtan insanları seçeceklerdir. Yerel yönetim meclislerine de TBMM’ne de seçilecek insanlarda bu değer ortaklığı ve eylem birliğini görmek isteyeceklerdir.
Nitekim, örneğin Kilis’te il yapma karşılığında kendilerinden oy isteyen, fındık taban fiyatını diğer parti lideriyle açık artırmaya sokan, giderayak seçim bölgesine para transfer eden politikacılara karşı takınılan tavırlar, insanlarımızın politikacılarımızdan -belirli konular dışında- yakınmaya hakları olmadığını göstermektedir. Yakınma hakkı bulunan konular ise, kendilerine niçin daha fazla kişisel ya da grupsal menfaat sağlanmayışıyla sınırlıdır.
Zaten pratik de aynen böyle işlemektedir. Politikacıların niteliklerinden yakınmalar ise daha çok misafir odaları ve içki sofralarına özgüdür. Çünkü oralar biraz da hayal kurulan, gerçek olmayan, olması istenmeyen konuların konuşulduğu yerlerdir. Ertesi gün misafirlik bitip, içkinin verdiği rihavet kalkınca yaşam pratiği başlar ve bir gece evvel erdemsizliğinden yakınılan politikacıdan, ya bir yakının olmayacak tayininin yapılmasını, ya SİT alanındaki arazisine imar verilmesini, ya da devlet bankasından kredi almak için genel başkanına baskı yapmasını isteyecektir.
İnsanlarını kendine benzemez sandığı Anadolu’ya ilk gidişinde kendisine benzer insanlar görmenin şaşkınlığını yaşayan toy şehirlinin, “halkımız meclisin ilerisinde” safsatasını bir yana bırakıp, içinde hepimizin bulunduğu insanımızın nitelik dokusunun niçin sorunlu olduğunu anlamaya çalışmak, en akılcı yoldur. Evet biz niçin böyleyiz? Doğru soru budur..
Pazar, 14 Temmuz 1996
-
May 25 2012 “
Random Digit Dialing” SİSTEMİYLE ARAŞTIRMA !
Bir gazete, bir kamuoyu araştırma kuruluşumuzun, yukarıdaki sistemle yaptığı araştırmaya göre bir ildeki seçimde filanca partinin birinci olacağını haber veriyor. Ayrıca da araştırmanın % 95 güvenilir olduğu belirtiliyor ve “%5 kusur kadı kızında bile bulunabilir” denmek isteniyor.
Bunları okudukça insanın göğsü kabarası geliyor. Bu frenkçe adlı yöntem herhalde kompitür (öyle deniyor) ve leyzır’lı birşey olmalı ki insanların nereye oy vereceklerini böyle inceden inceye biliyor.
Daha yakın zamana kadar “örnekleme” yoluyla yapılan araştırmalar artık 2000’e 1 kala bakın nasıl çağdaş aletlerle yapılıyor.
Amerika’da bulaşıkçı almak için camına “bulaşıkçı aranıyor” yazısı yapıştıran bir lokanta bir süre sonra başvuran olmayınca bir uzmana başvurmuş. Uzman bir yeni kağıt yazıp onu cama yapıştırmalarını önermiş ve gerçekten de insanlar işe girmek için kuyruk olmuşlar.
Kağıtta yazan şuymuş: “Wanted ! Lojistic Service Engineers”
Not: Random Digit Dialing, rastgele sayılar üretip ( hesap makinalarınız yapar), bunlardan telefon numaraları oluşturmak, o numaralara da telefon edip hangi partinin adayına oy verileceğini sorma yöntemidir.
-
May 25 2012 “REENGINEERING” VE YENİ BİR HÜKÜMET ETME MODELİ ÖNERİSİ
İşletme organizasyonlarına “silbaştan” denilebilecek bir yaklaşım getiren ve işletmelerin hem amaçlarını hem de işleyişlerinin mühendisliğini yeni baştan yapmak anlamına gelen reengineering*, kamu yönetimini de derinden etkileyeceğe benziyor.
Enformasyon Teknolojilerinin gelişmesiyle, geleneksel organizasyon biçimlerinin yeniden ele alınmasının bu denli aynı zamanlara rastlaması şüphesiz ki bir tesadüf değildir. Mevcut bilgilere erişmenin bu denli kolaylaştığı günümüzde, bunları işleyerek kararlar üreten geleneksel örgütlenme biçimlerinin de sorgulanmasından daha doğal ne olabilir ?
Ama, reengineering yaklaşımının esas şaşırtıcı yanı bu değildir. İster sanayide ister kamu yönetiminde isterse askerlikte olsun, tüm örgütlenmelerin geleneksel özelliği, “departmantasyon” denilen gizli illeti keşfetmiş olmak, en az tekerleğin icadı kadar önemli bir buluş sayılmak gerekir.
Aslında bir bütün olan olayları ve sorunları birbirlerinden yalıtılmış olarak ele alıp buna göre departmanlar tanımlayan geleneksel örgütlenmenin, sonunda, herbiri kendi içinde mükemmmel işleyebilen departmanlardan oluşan, ama bir bütün olarak ne yaptığı neye hizmet ettiği belli olmaz “iri urlar” yarattığını artık görebiliyoruz. Bu “iri urlar”, şirketlerde müşterilere, belediyelerde, orduda ve nihayet hükümetlerde ise topluma sunulan verimsiz, pahalı ve kalitesiz mal ve hizmet ürünleri olarak ortaya çıkıyor.
Evren’in bölünmez bir bütün olduğunu, tüm olaylar ve onlara bağlı sorunların bu bütünün, çeşitli algılama yüzeyleri üzerindeki izdüşümleri olduğunu, dolayısıyla, ayrıştırılmış sorunların, insanların algılama yetersizliklerinin sonucu başvurulmuş birer basitleştirme -ama yanıltıcı bir basitleştirme- olduğunu kabul eden Doğu felsefesi karşısındaki Kartezyen mantık, herşeyin parçalanabileceğini ve böylece de algılanabilir küçüklükteki parçalara kadar inilebileceğini savunmuştur.
Bunun bir doğal sonucu olarak, maddenin de bölüne bölüne bir “en küçük”e (atom) ulaşılabileceğini savunan Batı felsefesine dayalı fizik, uzun yıllar bu rüya üzerine inşa olunmuş, ama quantum fiziğindeki gelişmeler bunun böyle olmadığını, en küçük parçaların bütünden bağımsız olarak var olamayacağını göstermiştir.
Şimdi çabalar, Doğu mistisizmi ile Batı determinizmini birleştirme yönündedir ve bu açıdan bakıldığında toplumumuz önemli bir avantaja sahip gibi görünmektedir. Kültürel kodunda Doğu sezgiselliği ile Batı akılcılığının izlerini birlikte taşımakta bulunan toplumumuz, eğer toplu intihar eylemlerine kalkışmaz ve doğru adımlar atabilirse bu bütünleştirmeyi yapabilir ve aynı zamanda iç barışını zorlayan çelişkilerini de yeni bir senteze kavuşturabilir.
Bu soyut düşünceleri somut plana taşıdığımızda, olayların kesin ayrışmışlığına dayanan hükümet etme modelimizin niçin bir türlü başarılı olamadığı daha bir anlaşılır hale gelmektedir.
Kamu yönetimimiz, tepeden başlayarak en alttaki bürokratik birimlere kadar, departmantasyon’un keskin çizgilerini taşımaktadır. Sanayi Bakanlığı’nın görevleri Ulaştırma Bakanlığı’nınkilerden; o da örneğin Eğitim ya da Sağlık Bakanlığı’nınkilerden ayrıdır ve -varsa (!)- arasındaki ilişkiler Başbakan tarafından sağlanır. Bu yaklaşım bütünüyle yanlıştır ve “koordinasyon” adıyla yapılmaya çalışılan “bütünleştirme”, parçaların işlevlerinden çok daha önemlidir.
Hatta biraz daha ileri gidilerek denilebilir ki, parça tanımlaması yanlışına bir defa girilince artık koordinasyon söz konusu olamaz.
Bir senfoni orkestrası, ayrı enstrümanlar tarafından çalınan parçaların bir şef tarafından koordine edilmesi değildir. Böyle algılanırsa, her enstrümanı çalanın tek görevi, önündeki notaya uygun çalmak, göz ucuyla da şefin uyarılarına dikkat etmektir. Böylece oluşan müzik, bir senfoni olmayıp “çok çalgılı bir gürültü” dür.
Senfoni ise, yalnızca şef tarafından icra edilen tek ve bütün bir parçadır ve her enstrümanı çalan, şefin bir parçası olmak zorundadır.
Bu iki örgütlenme arasındaki farkı sokaktaki insan, hatta sıradan müzikçi anlamayabilir. Ama, Bethowen, Mozart ya da Dede Efendi’nin ikinci şekilde anladığı kesindir ve ilk şekilde yapılan şey kesinlikle müzik değil “müzik gibi” bir şeydir.
Bu benzetme hükümet örgütlenmesine taşındığında, her bakan’ın bir alandan sorumlu kılınıp ayrı dükalıklar kurması ve başbakanın da bunlar arasındaki sürtüşmeleri önlemeye çalışmasının ne denli faydasız ve amaçları gerçekleştirmekten uzak olduğu açıkça görülebilecektir.
Evren’in, olayların ve bunlara bağlı sorunlar ile, bir toplum için edinilebilecek, ama birbirleriyle etkileşimde bulunabilecek olan diğer toplumları da gözardı etmeyen amaçlar kümesinin bir bütün olduğu yaklaşımına göre yeni bir hükümet etme modeli nasıl olmalıdır?
Bu modelde siyasi iktidar ve bürokrasi örgütlenmesi, bugünkünden oldukça farklı şekillenecektir. “Bütünleşik Yönetim” denilebilecek bu yeni yaklaşımın ayırıcı özellikleri şunlar olacaktır:
“Bütünleşik Yönetim”de senfoniyi icra eden kişi Bakanlar değil, orkestranın bizzat şefi (Başbakan veya Başkan) ve onunla uyum içindeki yardımcıları(Bakan veya sSkreter) dır. Yani, yönetimi, birbirinden ayrı ve koordine edilen kişiler değil, bir grup icra etmektedir.
Bu grubun oluşumunda anahtar kavram, grup üyeleri arasındaki “uyum ve güven”dir. Aralarında uyum ve güven bulunmayan kişilerin, siyasi dengeler, koalisyon zorunlukları ve bu gibi nedenlerle biraraya gelip hükümet etmeleri bu modelde mümkün değildir.
Geleneksel yönetim felsefesinin anahtar kavramı olan departmantasyon, diğer olumsuzlukları yanında bir de kalabalıklaşmaya yol açar. Sorunlara, birbirinden yalıtılmış olarak bakıldığı için, bunlara kaynaklık eden daha az sayıdaki sorunlar yerine, temeldeki “sorunlar bütünü”nün, çeşitli “durum yüzeyleri” üzerindeki yansımalarıyla uğraşılır. Bu ise kaçınılmaz olarak her sorun alanına bir Bakan’ın tefriki gibi bir kalabalıklaşmaya yol açar.
“Bütünleşik Yönetim” modelinde ise grup (hükümet), sorunlar bütününün çok sayıdaki yansımalarıyla değil, o sorunların ortaya çıkmayacağı (ya da en az çıkacağı) amaçlar kümesini gerçekleştirme yönünde çaba harcarlar.
Bu bağlamda, geleneksel hükümetler “sorunları çözmeye”; Bütünleşik Yönetim hükümetleri ise belirli “amaçları gerçekleştirmeye” çaba sarfederler.
Gerek hükümet grubu arasındaki uyum ve güvenin sağlanabilmesi, gerekse bu “sorunlar yerine amaçlara yönelmek” farkı nedeniyle, önerilen modelde hükümet, ideal sayı olarak bilinen 7 kişiyi* aşmaz.
Bu modelin esası, Başbakan (veya Başkan) ile hükümet üyelerinin “sürekli etkileşimi”dir. Bu nedenle ayrı ayrı fiziki mekanlarda değil, aynı fiziki mekanda -ayrı odalarda dahi değil- çalışırlar. Böylelikle her an için birbirlerini etkilemeleri ve verilen kararların grup üyelerince tam paylaşılması mümkün olur.
“Bütünleşik Yönetim” modelinde bürokrasi de bu yaklaşım uyarınca örgütlenir. Sayıları yüzbinlere varan Bakanlık ve Genel Müdürlük kadroları yerine, sorunlara göre değil amaçlara örgütlenmiş çok az sayıda, yüksek nitelikli memurlar bulunur ve onlar da hükümetle etkileşim içinde bulunurlar.
Bu modelin küçük ve güçlü devlet amacına en iyi hizmet edebilecek yaklaşım olacağı da açıktır.
Bu öneri, gerek bu haliyle ve gerekse bugün için bir ütopya gibi görülebilir. Ama, departmantasyon tuzağından kurtulmadan, bu karmaşık Dünya’nın sorunlarıyla sıkı bir etkileşim içinde bulunan Türkiye’nin sorunlarını çözebilmenin, ya da daha iyisi amaçlarımıza ulaşabilmenin imkanı yoktur.
Gelin, üzerinde biraz düşünüp tartışalım. Ne dersiniz?
Temmuz 17, 1994
-
May 25 2012 RESMİ KIYAFETLERDEKİ AKIL EKSİĞİ !
Belediye zabıtası, polis, asker, özel tim görevlisi, kamu kuruluşunda memur, postacı ya da birbaşka kamu görevlisinin kıyafetlerine bilmem hiç dikkat ettiniz mi?
Hepsinin kıyafeti tamamen farklı olmasına karşın değişmez ortak bir özellikleri vardır: kıyafetler, onlarla ilgili işlere uydurulmak için hiç kafa yorulmamış ya da bu işi bilmeyen veya ciddiye almayanlarca tasarlanmıştır.
Bu örgütlerimizde kıyafet tasarımıyla uğraşan görevli var mıdır bilinmez ama kesin olan, hiçbir yetkilinin bu işe yeterince kafa yormadığıdır.
Sekiz saat ocağın başında kazan karıştıran aşçıya yağlı sicim haline gelen kravatı takan, trafik polisinin telsizini kemerine kulaklığını da kulağına takarak ellerini serbest bırakmayı düşünemeyen, polisinin kıyafetini masabaşına göre -o da zevksiz ve işlevsiz- düşünen, özel tim mensubuna filmlerdeki gibi kara gözlük takıp etrafı görmesine engel olan ya da fiyakalı görünsün diye postallarının taban çevresini beyaz yağlıboyayla boyayan kafalar hep aynıdır ve hepsi de kıyafetin önemini takdirden uzak kişilerdir.
Hoş bu işin farkında olmayanlar yalnız resmi yetkililer değil aynı zamanda sivillerdir de! Türk insanının ergonomik özelliklerinin farkında olmayıp geniş taraklı ayağına zorla sivri burun İtalyan ayakkabıları tasarlayan stilistlerimiz daha az yeteneksiz değildir.
Kıyafet Mühendisliği önemli bir uğraş alanıdır. Böyle bir bilim dalının varlığını bilmek dahi daha dikkatli olmaya bir adım olabilir.
-
May 25 2012 “ÖLÇÜLER DAİMA YAŞAR”
Aşağıdaki yazı, Gonzalo Madrigal’ın İnternet’teki bir ilgi grubuna yolladığı “How Specs Live Forever” başlıklı yazısından alınmıştır.
Yazının ilginç yanı, okullarda birer kalıp olarak bellediğimiz kimi kuru bilgilerin, kaynakları merak edildiğinde ne denli heyecan uyandırabileceğine bir örnek oluşturmasıdır.
Okullarda çocuklarımıza öğretmeye çalıştığımız ve onların da öğrenmemekte direndikleri bilgilerin hemen hepsinin altlarındaki ilginçlikleri merak etmelerini sağlayabilsek kimbilir eğitim ne kadar zevkli olurdu.
«Ölçüler Daima Yaşar!
Tren rayları arasındaki uzaklığa ilişkin standart Amerikan ölçüsü 4 fit ve 8.5 inç gibi yuvarlak olmaktan çok uzak bir sayıdır. Peki ray aralıkları için niçin bu ölçü benimsenmiştir?
Çünkü bu, İngiltere’de demiryollarının yapımında kullanılan ölçüdür ve Amerikan demiryollarını da İngiliz göçmenler inşa etmişlerdir.
İngilizler niçin böyle yapmışlardır? Çünkü, demiryollarını, daha evvelki tramvay sistemlerini yapan kişiler döşemişler ve tramvaylarda kullanılan bu ray aralığını aynen benimsemişlerdir. Niçin tramvaylar için bu ölçü kullanılmıştır? Çünkü tramvay raylarını döşeyenler, daha öncelerde bulunan taşıt vagonları için kullanılan kalıp ve takımlardan yararlanarak işlerini yapmışlardır.
Pekala! Vagonlar niçin bu kadar parçacıklı bir tekerlek arası ölçüsünde yapılmışlardır? Çünkü eğer bu vagonlar farklı ölçüde bir tekerlek açıklığına sahip olsalardı, eskiden yapılmış bulunan uzun mesafe yollarındaki tekerlek izlerine sığmazlardı. Peki, bu eski yolları kimler yapmıştır?
Avrupa’da ilk uzun mesafe yolları, askeri birliklerin kullanması için Roma İmparatorluğu zamanında yapılmış ve kullanılagelmiştir.
Peki ya tekerleklerin açtığı iz çukurları?
Eski Romalılar, birbirlerini tahrip etme endişesiyle, savaş arabalarını hep aynı izlerden sürmüşlerdir. Bütün savaş arabaları Romalılara ait olduğu için de tekerlek araları hep aynı olmuştur.
Böylece, orijinal sorunun yanıtını bulmuş olduk. Birleşik Devletler demiryolları ray aralığının 4 fit ve 8.5 inç’lik standart ölçüsü, Roma İmparatorluğu savaş arabalarının orijinal tekerlek arası ölçüsünden türemiştir.
Ölçüler ve bürokrasiler ebediyen yaşarlar.
Belki de şimdi, savaş arabalarının tekerlek aralarının niçin o kadar olduğunu merak edersiniz.
Roma İmparatorluğu savaş arabaları, arabayı yanyana çeken iki atın kıç taraflarının genişliklerinin toplamı kadardı!»
-
May 25 2012 ONAYLANAN İŞKENCE VE SONRASI!
Yargıtay Genel Kurulu, Manisa’lı gençlere işkence yapıldığı iddiasıyla açılan davada mahkemenin verdiği takipsizlik kararını bozarak işkencenin yapıldığını resmen onayladı. Bundan sonra, ilgili polislere ceza verilmesi için bir süreç işleyecek ve polisler cezalandırılacaklar.
Çocukların uğdadıkları mağduriyeti tazmin etmese de, hukuk sisteminin ağır-aksak da olsa işlemesi nedeniyle bu sonuca sevinmek mümkündür. Ama, madalyonun öbür yüzündeki resmi görebilmek için biraz kuşku iyidir.
Bilindiği gibi bütün polisler uzunca bir süreden beri insan hakları konusunda eğitiliyorlar. Manisa’lı gençlere işkence yaptığı kanıtlanan polisler de bu eğitimden geçtiler. Şimdi sorulması ve de ısrarla sorulması gereken, bu eğitimin nasıl yapıldığı ve niçin olumlu bir etki yaratmadığıdır.
Bunun üzerinde durmak gereğinin çok önemli bir nedeni vardır. Polislere insan hakları dersleri hangi yöntemlerle veriliyorsa, okullardaki öğrencilere de dersler aynı yöntemle verilmektedir. “Öğretmenin söyleyip, diğerlerinin susması” olarak adlandırılabilecek bu yöntem, ana okullarından üniversitelerimize kadar yaygın biçimde kullanılan yöntemdir. TRT4’ü izleyenler, açık öğretim adı altındaki işkenceyi görmüşlerdir. Oradaki yöntem de aynıdır: Birisi söyleyip diğerleri dinleyecek!
Eğitim anlayışımızın ve ona uygun eğitim sistemimizin niçin işe yarar kazandırımlar sağlayamadığının nedeni bu yöntemde gizlidir. Dolayısıyla ne polislerimizin insan haklarından, ne de örneğin ilkokul mezunlarımızın aritmetikten haberleri vardır.
Toplumumuzda yalnız polislerin değil, büyük çoğunluğun çeşitli formlar altında birbirlerine işkence yaptığını ve bu işin altında insan hakları derslerinin yeterince belletilip ezberletilmediği sorununun bulunmadığını görebilmeliyiz.
İnsanlarımız yalnız birbirlerini değil, bitki ve hayvanları da sevmemektedir. Ev hayvanı besleyenler için Yargıtay’ın verdiği “evde köpek beslenmez” kararı, dünya hukuk literatürüne bir cehalet ve sevgisizlik abidesi olarak geçecektir. Evde hayvan beslemenin değil, hayvan -ya da TV, çocuk tepinmesi, halı silkelenmesi, hayvan boğazlamak veya bir diğer- yolu ile başkalarını rahatsız etmenin suç olduğunu akıl edemeyenlere hukukçu denilebilir mi?
Çocuk ve gençlerin, kendileri ni ya da diğer canlıları sevebilmeleri için onlara saygı duymaları, onun için de onları tanımaları gerekir.
Polislerimiz insan haklarını nasıl ki “sen sus ben anlatayım” yöntemiyle anlayamıyorlarsa, çocuk ve gençlerimiz de okullardaki benzer yöntemle kendilerini ve kendileri dışındakileri tanıyamamaktadırlar.
Kendini -ve yalnız kendini- bu evrendeki tek canlı gibi görmek yalnızlığına itilen ve bir yandan da okulda ezberledikleri konusunda kuşkusuzluğa koşullandırılan insanımız, elindeki imkanları, başkalarına zarar verecek şekilde kullanmaktan kaçınmıyor.
Bu polislere ceza yerine birer ev hayvanı besleme mükellefiyeti getirilmesi, canlılara saygı duymalarını daha etkinlikle temin etmiş olurdu. Ama hayvan beslemeyi suç sayanlar böyle bir mükellefiyeti nasıl düşünebilirler?
-
May 25 2012 ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI VAR MIDIR?
Demokrasi sürecimizin bu evredeki durumu toplum bedenine dar gelmeye başladı. Çeşitli biçimlerde dışa vuran bu yetmezlik, toplumsal hastalıkların kronikleşmesine yol açabileceği gibi, doğru teşhis ve açılımlarla gelişime de götürebilir.
Demokratikleşme süreci bir kimyasal proses gibi katı kanunlara tabi olmadığı, daha doğrusu parametrelerinin sayısı kimyasal süreçlere oranla fazla ve etkileşimli oluşu nedeniyle, bugün gelinen nokta birtakım hastalıkları da içinde barındırmaktadır.
“Demokrasi, eşitler arasındaki rejimdir” deyişi, gelir ve kültürel düzeyi birbirine yakın -hiç olmazsa arasında uçurumlar bulunmayan- kesimlerin bu rejimi uygulayabileceklerine işaret ediyor olsa gerektir.
Toplumumuz ise gerek gelir gerekse kültürel açıdan çok büyük farklılıkları içeren bir yapıdadır. Bu farklılıklar, demokrasileri renkli yapan kültürel mozayiklerin farklılıkları olmayıp doğrudan doğruya düzey farkları hatta uçurumlarıdır.
Demokrasi sürecimiz, bu hastalıkları içinde bulundurmaktadır ve bunlar giderilemediği sürece sorunlar azalmayacak aksine derinleşecektir.
Hastalıklı demokrasimizin ulaşması arzu edilen nokta bellidir. Çağdaş toplumlar, “Nasıl bir demokrasi?” sorusunun cevaplarını bize göstermektedir.
Belli olmayan, bu noktadan arzu edilen noktalara nasıl geçileceğidir. Çünkü bu konuda hazır reçeteler yoktur.
Bu bağlamda cevaplanması gereken sorulardan birisi, çağdaş demokrasilerin normlarından birisi olan “örgütlenme” özgürlüğü konusundadır.
Birarada yaşamayı, ne kadar küçük bir topluluk tarafından temsil edilirse edilsin hiçbir görüşe çoğunluğun görüşlerini dayatmayı kabul etmeyen, aksine onlarla uzlaşmayı benimseyen çağdaş, “çoğulcu demokrasi” bu ilkelerinin koruyuculuğu altında örgütleme özgürlüğüne hemen hiçbir sınır koymamaktadır.
Peki, birbirinin değerlerine saygı göstererek yaşamak yerine kendi değerlerini bütüne dayatmayı amaç edinmiş çeşitli kesimlerden oluşan bir toplumda örgütlenme özgürlüğü, bu dayatmalar için bir çeşit ‘çanak tutmak’ anlamına gelmez mi?
Bu soruya iki türlü cevap verilebilir: Birincisi, “hayır gelmez, çünkü toplumun tüm kesimleri örgütlü olduğu için kimse kimseye kendi değerlerini dayatamaz. İster istemez, çeşitli kesimler uzlaşmak zorunda kalırlar” şeklindedir.
İkinci tür yanıt ise, “evet o anlama gelir, çünkü toplum dokusundaki gelir ve kültür düzeyi uçurumları, bir genel denge hali oluşturabilecek bir genel örgütlenmeye engeldir. Dolayısıyla bazı kesimlerin örgütlenmesi, ardından “zora dayalı ikna” ögesini de beraberinde taşır” şeklindedir.
Hatta bu ikinci durum, bu denli dayatmacı biçimde de ortaya çıkmayabilir. Başlangıçta çoğulcu demokrasinin araçlarını kullanarak yola çıkan anti-demokratik amaçlı kesimler, “salam politikaları” uygulayarak adım adım “zorla ikna” yoluna girebilirler.
Durumu daha da içinden çıkılmaz yapabilecek bir parametre, bu sürecin toplumun kendi tercihlerine göre değil, toplumu bölüp parçalamak isteyebilecek dış etkenlerin manipülasyonlarına göre işlemesidir.
Buna göre bir çifte standartla karşı karşıya gelinmektedir; çoğulcu demokrasiyi benimsemiş kesimlere sınırsız bir örgütlenme özgürlüğü; çoğulcu demokrasinin araçlarını kullanarak kendi değerlerini topluma dayatmak isteyenlere koşullu/sınırlı örgütlenme özgürlüğü!
Bu ikili standart derhal bir başka soruyu gündeme getirmektedir: Çeşitli kesimlerin niyetlerini kim ve nasıl saptayacaktır? Bu, keyfiliği beraberinde getirmez mi?
Günümüz Türkiye’sinde çeşitli kesimlerin “demokratik talep” olarak da değerlendirilebilecek talepleri vardır. Kürt kökenli vatandaşlarımızın ya da dini bir politik araç olarak kullanan kesimlerin talepleri bunlardan yalnız ikisidir.
Bu taleplerin çevresinde süren uzlaşmazlık ortamı toplumu huzursuz etmektedir.
Bu taleplerin kabul edilmesi, şüphesiz ki ani bir ferahlama, bir huzur ortamı yaratacaktır. Politik alanda bu yöndeki işaretler dahi büyük sempati toplayabilir. Peki ya sonrası? Kimse bir sonraki aşamanın gelmeyeceğinden emin değildir, çünkü bu kesimlere mal edilen söylemler -ki bu doğru olmayabilir de-, gündemdeki taleplerin “salamın bir dilimi” olduğuna işaret etmektedir.
Bu durumun içinden tek şekilde çıkılabilir. O da net olmak, talepleri olabildiğince açık ortaya koymaktadır.
Buna paralel olarak, çözüm önerilerinin de net olması gerekir. Aksi halde “Allah kerimdir!” yaklaşımı ile sorunlar daha güç koşullara taşınabilir.
Birlikte yaşamak ve de değerlerini dayatmadan birlikte yaşamak isteyenler ellerini kaldırmalıdırlar. Kaldırmayanlar azınlıkta ise çözüm var demektir.
Cuma, 22 Temmuz 1994
-
May 25 2012 ORMAN YANGINLARI “NİÇİN “SÖNDÜRÜLEMİYOR?
Yaz gelince orman yangınlarının da artması, kimsenin itiraz etmediği köklü bir geleneğimiz olmuştur. Bu uysal tutumun arkasında biraz gerekçelerin akla yakınlığı biraz da bilgi eksiği vardır.
Başka ülkelerdeki orman yangınlarının sayısı, göreli olarak sıklığı ve bu gibi bilgilere sahip olmayan kamuoyu olsa olsa yangın görünce küreği kapıp üzerine gider, başka bir katkısı olmaz.
Hele bunun üzerine sabotaj kaynaklı yangınlar da binince kimse soru sormayı aklına getirmez.
Kamuoyu, medya ve yöneticiler konunun çözüm kısmıyla, hem de son aşamasıyla yani çıkan bir yangının “nasıl” daha çabuk söndürülebileceği ile meşguldür.
Yangınların “niçin” çıktığı üzerinde ise durulmuyor ve biliniyor ki çoğu kasten (terör amaçlı) çıkarılmaktadır.
Ama sorulması gereken, bu iki soru da değildir. Çoğu orman yangınları ya yanacak yer bittiği ya da yağmur yağdığı için sönüyor. O halde doğru soru, yangınların “niçin” söndürülemediği, daha doğru bir ifadeyle niçin, başlangıçta söndürülemeyip kontrolden çıktığıdır.
Herhangi bir nedenle kontrolden çıkıp büyüyen bir orman yangınının kolay kolay söndürülemediği, hele rüzgar gibi yardım edici bir faktör altında işin daha da güçleştiğini hemen herkes bilmektedir.
O halde geriye, çıkan/çıkarılan yangınların olabildiğince çabuk haber alınıp, etkili ilk müdahalenin yapılması şansı kalmaktadır.
İşte bu nedenle, “çabukluk”, “haber alma”, “organize olma”, “harekete geçme”, “ne yapılacağını iyi bilme” gibi faktörler büyük önem taşımakta ve yukarıda sorulan soru bu önemli ögelerin niçin yerine gelmediğini sormaktadır.
Bu soru parçalarının herbiri ayrı incelemeye değer konulardır. Ama, hepsini birden kavrayacak bazı cevaplar da vardır. Şöyle ki;
-
Toplumumuz kurallara boğulmuş ama kuralsız yaşayan bir toplumdur. Çağdaş bir toplum dokusunu oluşturan binlerce önemsiz görünüşlü kural -ki bunlar yasal ya da geleneksel kökenli olabilir-, bizler için yoktur. Halbuki, özgürlükleri, daha iyiye, doğruya ve güzele varmak için kullananlarla, özgürlükleri yoketmek için kullananları ayırt edebilecek araçlar, kural kirliliği içinde kaynayıp giden ayrıntılardır.
“Farkları farkedebilme” denilebilecek bu toplumsal becerinin kaynağı ise çeşitli sanat dallarıdır. Sanatın bu önemli işlevini pas geçmiş olan toplumumuz, iri elleriyle alet kullanmadan beyin ameliyatı yapmaya çalışan cerrah gibidir.
-
Her türlü sabotaj için en uygun ortam, nelerin yapılamayacağı konusunda halkın değişik anlayışlara sahip olmasıdır.
Kullandığımız kavramların içlerinin boş ve herkesçe isteğe göre doldurulabilir oluşu, birisine göre sabotaj hazırlığı sayılabilecek bir eylemin, diğerine göre özgürlük sayılmasına yol açmıştır.
-
Ormanlarımızın sahibi devlettir. Ortak mülkiyet halinde gerçek bir sahibin bulunmadığı da herkesçe bilinen bir gerçektir. Yani ormanlar sahipsizdir. Nitekim orman yangınlarında ister kaza ister sabotaj olsun yanan ormanların hiçbir zaman özel ormanlar olmayışı bir raslantı değildir.
-
Vatandaş, üzerinde yaşadığı topraklara, “burası benimdir” biçiminde yürekten sahiplenmiş değildir. Tüm yapılar, şehir mobilyaları, insan davranışlar, “gerekirse buraları da bırakır gideriz” mesajı yayınlamaktadır.
Bu tutum, kamu görevlilerine de yansımıştır. Kendilerine iletilen bir bilgiyi ciddiyetle değerlendirip harekete geçen kamu görevlisi yüzdesi düşüktür. Ayrıca maaşının düşüklüğünü, görevini kötü yaparak telafi etmenin “hak” olduğuna inanan kamu görevlisi de çoğunluktur.
-
Mahalle yönetimleri -muhtarlıklar-, yörelerinde kimlerin oturduğunu, ne iş yaptıklarını, kimlerin yöreye girip çıktığını bilmemektedirler.
Toplumumuzun “sistemli kaydetme”, “kaydedilen bilgileri güncelleme” ve “kaydedilip güncellenen bilgilerden sonuç çıkarma” kültürü çok zayıftır.
Vatandaşın, oturduğu yeri eğreti görmesi ve bu kaydetme kültürü yetmezliği birleşince,”yol geçen hanı” biçiminde yaşam yerleri doğmaktadır.
-
Yeter sayı niteliklerde kamu yöneticilerine sahip değiliz. Bir “orman bölge müdürü”nün yangın söndürürken ölmesi, Orman Bakanı’nın vatandaşlarla birlikte yanan ağaçlara koşturması, kamu yöneticilerimizin hala 1900’lü yıllarda kaldıklarını gösteriyor.
Bu basit yaklaşımdan dahi görülmektedir ki, orman yangınları olarak kendini gösteren sorun aslında, başka sorunların kendi aralarında yaptıkları özel bir bileşimden ibarettir.
Bu şaşırtıcı sonuca varmak için tek yapılan, doğru bir soru sormaktan ibarettir.
Evet, toplumumuza yapılabilecek en büyük hizmet onun doğru sorular sormaya başlamasına yardımcı olmaktır.
Pazartesi, 29 Ağustos 1994
-
-
May 25 2012 PARALI KORUMA, DEVLET MEŞRUİYETİNİN SONU DEMEKTİR!
Polis örgütümüzün bir yetkilisine dayanarak verilen habere göre, özel olarak korunan kişilerin sayısının çokluğu nedeniyle, artık korunmak isteyenlerden bunun parasını ödemeleri istenecekmiş. Batı’da da özel olarak korunan insanlar bunun parasını ödediklerine göre, Batılılaşmaya karar vermiş bizim de paralı koruma yapmamız doğal karşılanmalıymış.
Bu tür haberlerin doğru olmaması ihtimali çok yüksektir. Sansasyonel haber peşinde koşan bir yeni yetme gazete muhabirinin, edindiği bir bilgiyi yalan yanlış yorumlamasından oluşan bir haber olması büyük bir olasılıktır.
Bugüne kadar icadedilmiş tüm yönetim biçimlerinin daima devletin bir numaralı işlevi olarak görüp hiç tartışmadıkları bir-iki konunun başında, bireylerin iç ve dış tehlikelere karşı korunmaları gelmiştir. Vahşi kapitalizm zamanında da, katı komünizm zamanında da, bu işin devlet tarafından ve alınan vergilerle finanse edilerek yapılması, devletin meşruiyetinin bir sembolü olmuştur.
“Çok sayıda korunacak kimse var, benim gücüm hepsine yetmiyor” tanısının doğru olduğuna şüphe yoktur. Yanlış olan, bu teşhise konu olan sorun’un analiz edilemeyişidir.
Korunacak insan sayısı aslında nüfusun tamamıdır. Bunlar için ne düzeyde bir korumaya gerek olduğunun ölçüsü, o ülkenin özel koşulları tarafından belirlenir. Bu ölçü, yapılması kanunla yasaklanmamış eylemlerde bulunan insanların, başkaları tarafından zarara uğratılmaması ile belirlidir. Bu ölçüye göre sağlanacak koruma geneldir ve özel korumayla ilgisi yoktur.
Eğer vatandaşlardan bazıları, özel koşulların gerektirdiği bazı özel eylemlerde bulunmak isterlerse, bu takdirde özel koruma ihtiyacı ortaya çıkacaktır.
Özel koruma ihtiyacının paralı olup olmayacağının ölçüsü de belirlidir. Eğer vatandaşın yapmak istediği eylem, onun zorunlu olarak yapması gereken bir eylem değilse, bu özel korumanın tüm masrafı kendisinden alınmalıdır.
Örneğin, alkollü araç kullanmamak için trafikten özel şoför istemek, bir çeşit özel korunma isteğidir. Ama bu, zorunlu bir ihtiyaç değildir ve zevk amacıyla doğmuştur. Özel şoför verme işleminin tam masrafı -hatta fazlası-, onu talebeden kişiden istenmelidir.
Ya da, korumalar tarafından korunmanın tantanasını yaşayarak adam yerine konma özlemini gidermek isteyen, yaptığı olumlu-olumsuz bir icraat olmamasına rağmen sırf gazete aldırmak, kapı açtırmak, çanta taşıtmak için koruma bulundurmak isteyenlerden de bu işin parası -yine fazlasıyla- alınmalıdır.
Hal böyle değil de, mesela bir dine ya da mezhebe mensup olduğu (ya da olmadığı) veya bir fikrini ifade ettiği için terör örgütünce hedef listesine alınan ya da zengin olduğu için tehdit altında olan bir kimseyi korumak söz konusu ise bu, “ben devletim ve meşruiyetimin kaynağında bireylerin temel hak ve özgürlüklerini koruma ve kollama yükümlülüğüm ve bunu yerine getirecek güce sahip olmaklığım yatıyor” diyen devletin, vergilerden başka hiçbir şey talep etmeden yapmak zorunda olduğu asli işlevidir.
Batı’da özel koruma işlerinin paralı yapıldığı doğrudur. Yanlış anlaşılan, oralarda sağlanan genel koruma düzeyinin, burada söz konusu edilen özel koruma düzeyinden daha güven verici olduğudur.
Bu durumda sorulması gereken doğru soru, Batı’da sağlanan genel korumanın, burada niçin ancak özel olarak sağlanabildiğidir. Bu soru doğru cevaplanabildiği takdirde, yalnız güvenlik örgütümüzle değil, toplumumuzun tüm sorunlarıyla ilgili olan ve koruma işiyle yakın-uzak ilgisi bulunmayan bir dizi “Kaynak Sorun” bulunduğu görülecektir.
İnsanlarımız zaten, ödeme güçlerinin yettiği ölçüdeki parayı -aynen kişisel bir Merkez Bankası’nın yaptığı gibi- evlerinde basmaktadırlar (karşılıksız çek ve senetler bu demektir).
Adaletle olan işlerini ise çoktan özelleştirmişlerdir -hem devlet içinde(!), hem de serbest piyasada(!)-. Güvenliklerini de bundan böyle ücreti karşılığında sağlatacaklardır.
Geriye sadece, bayraklarını dikip egemenliklerini ilan etmeleri, yabancı ülkelere elçi yollayıp tanınmalarını istemeleri kalmaktadır.
Hayır, bu haber doğru değildir. Bu yeni yetme gazetecilerden birisi, verdiği haberin ne dehşet verici anlama geldiğini idrak etmeden yine ortaya böyle bir şeyler atmıştır. Korkmayın
Cuma, 12 Mayıs 1995
