• PARALI KORUMA, DEVLET MEŞRUİYETİNİN SONU DEMEKTİR!

    Polis örgütümüzün bir yetkilisine dayanarak verilen habere göre, özel olarak korunan kişilerin sayısının çokluğu nedeniyle, artık korunmak isteyenlerden bunun parasını ödemeleri istenecekmiş. Batı’da da özel olarak korunan insanlar bunun parasını ödediklerine göre, Batılılaşmaya karar vermiş bizim de paralı koruma yapmamız doğal karşılanmalıymış.

    Bu tür haberlerin doğru olmaması ihtimali çok yüksektir. Sansasyonel haber peşinde koşan bir yeni yetme gazete muhabirinin, edindiği bir bilgiyi yalan yanlış yorumlamasından oluşan bir haber olması büyük bir olasılıktır.

    Bugüne kadar icadedilmiş tüm yönetim biçimlerinin daima devletin bir numaralı işlevi olarak görüp hiç tartışmadıkları bir-iki konunun başında, bireylerin iç ve dış tehlikelere karşı korunmaları gelmiştir. Vahşi kapitalizm zamanında da, katı komünizm zamanında da, bu işin devlet tarafından ve alınan vergilerle finanse edilerek yapılması, devletin meşruiyetinin bir sembolü olmuştur.

    “Çok sayıda korunacak kimse var, benim gücüm hepsine yetmiyor” tanısının doğru olduğuna şüphe yoktur. Yanlış olan, bu teşhise konu olan sorun’un analiz edilemeyişidir.

    Korunacak insan sayısı aslında nüfusun tamamıdır. Bunlar için ne düzeyde bir korumaya gerek olduğunun ölçüsü, o ülkenin özel koşulları tarafından belirlenir. Bu ölçü, yapılması kanunla yasaklanmamış eylemlerde bulunan insanların, başkaları tarafından zarara uğratılmaması ile belirlidir. Bu ölçüye göre sağlanacak koruma geneldir ve özel korumayla ilgisi yoktur.

    Eğer vatandaşlardan bazıları, özel koşulların gerektirdiği bazı özel eylemlerde bulunmak isterlerse, bu takdirde özel koruma ihtiyacı ortaya çıkacaktır.

    Özel koruma ihtiyacının paralı olup olmayacağının ölçüsü de belirlidir. Eğer vatandaşın yapmak istediği eylem, onun zorunlu olarak yapması gereken bir eylem değilse, bu özel korumanın tüm masrafı kendisinden alınmalıdır.

    Örneğin, alkollü araç kullanmamak için trafikten özel şoför istemek, bir çeşit özel korunma isteğidir. Ama bu, zorunlu bir ihtiyaç değildir ve zevk amacıyla doğmuştur. Özel şoför verme işleminin tam masrafı -hatta fazlası-, onu talebeden kişiden istenmelidir.

    Ya da, korumalar tarafından korunmanın tantanasını yaşayarak adam yerine konma özlemini gidermek isteyen, yaptığı olumlu-olumsuz bir icraat olmamasına rağmen sırf gazete aldırmak, kapı açtırmak, çanta taşıtmak için koruma bulundurmak isteyenlerden de bu işin parası -yine fazlasıyla- alınmalıdır.

    Hal böyle değil de, mesela bir dine ya da mezhebe mensup olduğu (ya da olmadığı) veya bir fikrini ifade ettiği için terör örgütünce hedef listesine alınan ya da zengin olduğu için tehdit altında olan bir kimseyi korumak söz konusu ise bu, “ben devletim ve meşruiyetimin kaynağında bireylerin temel hak ve özgürlüklerini koruma ve kollama yükümlülüğüm ve bunu yerine getirecek güce sahip olmaklığım yatıyor” diyen devletin, vergilerden başka hiçbir şey talep etmeden yapmak zorunda olduğu asli işlevidir.

    Batı’da özel koruma işlerinin paralı yapıldığı doğrudur. Yanlış anlaşılan, oralarda sağlanan genel koruma düzeyinin, burada söz konusu edilen özel koruma düzeyinden daha güven verici olduğudur.

    Bu durumda sorulması gereken doğru soru, Batı’da sağlanan genel korumanın, burada niçin ancak özel olarak sağlanabildiğidir. Bu soru doğru cevaplanabildiği takdirde, yalnız güvenlik örgütümüzle değil, toplumumuzun tüm sorunlarıyla ilgili olan ve koruma işiyle yakın-uzak ilgisi bulunmayan bir dizi “Kaynak Sorun” bulunduğu görülecektir.

    İnsanlarımız zaten, ödeme güçlerinin yettiği ölçüdeki parayı -aynen kişisel bir Merkez Bankası’nın yaptığı gibi- evlerinde basmaktadırlar (karşılıksız çek ve senetler bu demektir).

    Adaletle olan işlerini ise çoktan özelleştirmişlerdir -hem devlet içinde(!), hem de serbest piyasada(!)-. Güvenliklerini de bundan böyle ücreti karşılığında sağlatacaklardır.

    Geriye sadece, bayraklarını dikip egemenliklerini ilan etmeleri, yabancı ülkelere elçi yollayıp tanınmalarını istemeleri kalmaktadır.

    Hayır, bu haber doğru değildir. Bu yeni yetme gazetecilerden birisi, verdiği haberin ne dehşet verici anlama geldiğini idrak etmeden yine ortaya böyle bir şeyler atmıştır. Korkmayın

    Cuma, 12 Mayıs 1995

  • FİKİR GİRİŞİMCİLERİ, İŞ BAŞINA!

    Olası Marmara depremi tartışmaları sırasında yağını çıkarırcasına sorulan soru, depremin ne zaman olacağıdır. Bu soru üzerine bu denli yoğunlaşılmasının bir nedeni insanımızın kolaycılığıdır. Depremin tam olarak ne zaman vukubulacağı belli olursa, hiçbir önlem almaya gerek kalmaksızın depremden birkaç dakika evvel binalardan çıkılacak, deprem geçince de tekrar girilecektir.

    Bir de ikinci bir neden vardır: kimse birbirine söylemese de, olası bir Marmara depreminin büyüklüğünün yedi ila sekiz arasında olabileceği ihtimalinin sevimsiz ama gerçekçi olduğu; gerek ortak yapıların gerekse konutların çok büyük bir çoğunluğunun böyle bir depreme dayanıklı olmadığı “sezilmekte”dir.

    Tedirginliğin başlıca nedeni de, buna karşı önerilen “buzdolabının yanına çömelin” gibisinden önerilerin altındaki çaresizliğin sezilmesidir.

    Nitekim, İstanbul anakent belediye başkanının bir TV programında söylediği, “orta büyüklükte depremler olursa onlara karşı önlem alınır, ama daha şiddetli olursa tabii yapacak bir şey yok” sözleri, beklenen “çok şiddetli” depreme karşı en önemli kamu aktörünün çaresizliğini göstermektedir.

    Bugünkü tablo, birçok yanlışımızın ürettiği çok sayıdaki eğrilikten yalnızca bir tanesidir. Bu bir gerçektir. Ama, “işte böyle oh olsun, ölürlerse ölsünler; onu zamanında düşünecektiniz” gibisinden bir kolaycılığın arkasına saklanıp hem sorumluluğunu hem çaresizliğini gizlemek de iş değildir. Yapabileceği bir katkı varsa herhangi bir nedenle yapmamak, ya da katkı arayışlarını caydıracak tavır içine girmek ilkelliğin ta kendisidir.

    İstanbul’da mevcut toplam yapı stokunun yarısının, konutların ise yüzde yetmişinin bu büyüklülerdeki bir depreme dayanamayacağı kaba ama gerçekçi bir tahmin sayılmalıdır. Şimdi, bir türlü sormadığımız şu sorulara yanıt aramamız gerekiyor:

    Tüm yapılara uygulanabilecek öyle bir algoritma tanımlanabilmelidir ki, hemen yıkılması, sağlamlaştırılmadan kullanılmaması ve nihayet hiçbir ek önlem almadan kullanılmaya devam edilmesi gereken yapıları somut olarak sınıflandırabilsin. Buna göre:

    Soru 1 – Böyle bir algoritma nasıl olmalıdır; bunu derhal ve kim hazırlayacaktır?

    Soru 2 – Algoritmanın gerektirdiği koşullar -bina projesinin incelenmesi, beton işçilik kalitesinin incelenmesi vbg- mevcut olmadığında kullanılabilecek alternatif ölçütler nelerdir; bunlar henüz bilinmiyorsa kim ya da hangi kuruluş bunları belirleyebilir?

    Soru 3 – Sağlamlaştırılarak kullanıma devam edilebilecek yapılar -ki en büyük bölüm budur- için kullanılabilecek teknolojiler nelerdir, bunların maliyetleri nedir, bunları hatasız olarak uygulayabilmek için hangi yöntemler kullanılmalıdır?

    Soru 4 – Alışılagelmiş sağlamlaştırma teknolojilerinin maliyetlerine katlanamayacak kişilerce kullanılabilecek kadar düşük maliyetli, binanın hasar görmesini önleyemeyen ama yapı içinde bulunanların sağ olarak dışarı çıkabilmelerine imkan tanıyabilecek teknolojiler nelerdir; bunları hatasız olarak uygulayabilmek için hangi yöntemler kullanılmalıdır?

    Soru 5 – Yukarıdaki dört soruyu en doğru şekilde yanıtlama yöntem(ler)i nelerdir?

    Yapılarla ilgili bu soruların yanıtlanmasına paralel olarak, ortak eylemlerle ilgili şu soruların cevaplarına ihtiyaç vardır:

    Soru 6 – Birey, aile, apartman, site ve mahalle düzeyinde yapılması gereken somut hazırlıklar nelerdir? Valilik, kaymakamlıklar, anakent, ilçe belediyeleri, muhtarlıklar, site yönetimleri ve apartman yöneticileri açısından yapılması gerekenler nelerdir? Bu konularda danışma hizmetleri nerelerden alınacaktır?

    Soru 7 – Bütün bu hazırlıkların finansmanı nereden ve nasıl sağlanacaktır?

    Gerek deprem öncesinde yıkım kararı, gerekse deprem sırasında yıkılma nedenleriyle konutları yıkılanlara devlet eliyle konut yapılıp verilmesi yöntemi ekonomik açıdan mümkün olmadığı gibi, kişilerin bu konudaki kusur paylarını ödüllendireceği nedeniyle adil de değildir. Buna göre, cevaplanması gereken iki soru vardır:

    Soru 8 – Bu kişiler konut sahibi olana kadar nasıl barınacaklardır?

    Soru 9 – Bu kişilerin yeni konut sahibi olurlarken güçleri oranında tasarruf yapmalarına, ayrıca da evlerinin inşaatına fiilen katılmalarına imkan tanıyan, yani onların maddi ve fiziksel katkılarının tamamını kullanabilen bir model nasıl olmalıdır?

    Dikkat edilirse bu soruların hemen hepsi, kişi ve kurumlarımızın alışkın oldukları övünme -aktarma-savunma yöntemiyle yanıtlanabilecek gibi değildir.

    Deneyimler, bu sorulara karşı verilen başlıca yanıtın, bunların bilinen şeyler olduğu, bilim ve teknolojinin yeni bir katkısının olamayacağı yönündedir. Ezberle yetişmiş, kendi doğrularından kuşkulanmamaya koşullandırılmış çoğunluğun bu tavrı yadırganmamalıdır.

    Diğer yandan, yer bilimlerini daha da zorlayarak depremin gün ve saatini öğrenmeye çalışmanın da bir mantığı olamaz. Yer bilimleri söylemesi gerekeni söylemiş, depremin yerini ve olası büyüklüğünü tahmin etmiştir. Şimdi sıra, diğer bilim dallarındadır.

    Ancak bu noktadaki sorun, deprem gerçeğinden daha da somuttur. Mevcut kurumlarımız ve insanlarımızın çoğunluğu, dile getirilen bu sorular karşısında bilinenlerden başkaca bir şey bilinip bulunmasının mümkün olmadığını, bunları bilen uzmanların da çok sayıda aramızda bulunduğunu iddia etmektedirler.

    Bu engelin aşılabilmesi, icat etmeyi ayıp ya da imkansız sayan zihniyete kendini kaptırmamış “fikir girişimcileri”nin ortaya çıkmalarına, birbirlerini bulabilmelerine ve birlikte çalışabilmelerine bağlıdır. Onun dışındaki kurumlar övünme-aktarma-savunma ile meşgulken, onlar bu soruların yanıtlarını bulmaya çalışacaklar, bununla da yetinmeyip bulabildikleri yanıtları gerekli yerlere satmaya çalışacaklardır.

    Şimdi son soru: bu süreç nasıl başlatılmalı?

  • PARASIZ TANITMA METODLARI

    Bu tanıtma konusu eskiden beri ilgimi çekmiştir. Bu nedenle zaman zaman tanıtma konusundaki düşüncelerimi yazarak bu alandaki hizmetlere ben de katkı da bulunmak istiyorum.

    Turizm amaçlı tanıtma için 25 milyon dolar istendiğini, temin edilebilirse tanınmamızın sağlanacağını gazeteler yazdı.

    Aslında, tanıtmanın sadece parayla olmayacağı gerçeği hala tam anlaşılamadı gitti. Birçok fırsat iyi kullanılabilse, ülkemizi, insanlarımızı ya da hiç olmazsa onların küçük bir kısmını gayet iyi tanıtabiliriz. Ama bu gerçeğin niye tam anlaşılamadığı açık. Kendi kendine Tanıtma Kuruluşu diyen ve en küçük para birimi olarak (milyar TL) kullanan bir kısım özel ve gönüllü kuruluş, Türkiyenin diğer parasız yöntemlerle tanıtılmasını önlemektedir.

    Yazımın sonunda, parasız tanıtma metodları hakkında meraklılara bazı ipuçları vereceğim. Ancak bundan evvel, tanıtmanın felsefesi üzerinde biraz durmalıyız.

    Tanıtma, maden sodası gibi düşünülebilir. Nasıl ki ağır bir içki sofrasından kalkanlar, içki ve aşırı yemeğin olumsuz etkilerini azaltmak için maden sodasından yararlanırlarsa, tanıtma da aynen öyledir.

    Tanıtma (usulüne uygun yapılırsa), birçok olumsuzluğu unutturabilir, hatta onları birer öğünç vesilesi haline de getirebilir.

    Örneğin, Dünya’nın pahalı dergi veya gazetelerinden birisinde yer alacak olan bir imaj geliştirme (bu söze bayılıyorum) ilanını düşününüz!

    Why don’t you come to Turkey?” yazısının altında, gülümseyen, Osmanlı kıyafetli bir kahveci güzeli, bizim ne(ler)in hayalleri içinde bulunduğumuzu göstermesi açısından çok etkili olmaz mı?

    Ancak kabul edilmelidir ki bu işler pahalıdır ve büyük ölçüde yaratıcı düşünce üretimini gerektirir. Tabii ki onun da bedeli hayli yüksektir.

    (Tanıtma işi, hayata atılmayı düşünen ama ne yapacağı tam belli olmayan çocuklarımız için son derece yararlı bir iştir. Hem Türkiye tanınır, hem de kendileri iş sahibi olmuş olurlar.)

    Bazı kimseler tanıtmanın bu “sindirim kolaylaştırıcı” etkisini reddeder ve eğri şeylerin tanıtmayla doğrultulamayacağını, ayrıca eğriliğin üstüne bir de sahtekarlık fiili bineceğini söylerler.

    Bu tür aykırı görüşler bir yana bırakılmak zorundadır. Aksi halde önce tüm eğriliklerimizi doğrultup (ya da doğrultmak üzere harekete geçip), ancak ondan sonra kendimizi tanıtabilmemiz (ya da harekete geçtiğimizi anlatmamız) gibi son derece yorucu ve dolayısıyla az kazançlı bir süreç ortaya çıkar ki bu, tanıtma kuruluşlarımızın işsiz kalması anlamına gelir.

    Tanıtmanın bu felsefi tarafından sonra, başlangıçta söz verdiğim “parasız (yahut da az paralı) tanıtma metodları” hakkındaki bazı ipuçlarına geçmek istiyorum. Okuyucularım, bu sütunların bu kadar engin metodlar içeren bir konudaki tüm yöntemleri vermeye yetmeyeceğini lütfen takdir etmelidirler.

    Bunların bir kısmı şöyledir:

    (1) Yurtdışına her çıkan vatandaşımız aslında bir tanıtma görevlisidir. Onlardan pekala tanıtmamızda yararlanılabilir ve zaten de yararlanıyoruz.

    Her nekadar önemli bir yüzdesinin dilini (ya da şivesini) yabancılar henüz anlamıyorlarsa da bu pek önemli değildir. Tebamız haline gelince öğrenirler.

    (2) Parasız tanıtmada en önemli ilke “bir şeyin arkasına tutunma”dır. Yani, bir başka amaçla yapılan bir işten faydalanarak tanıtma yapmaktır.

    Mesela, hakem otosunun arkasına tutunarak, uluslararası bisiklet yarışında koşan bisikletçimiz ve de değerli hakemimiz, Türkiye’nin tanıtımına fevkalade katkıda bulunmuşlardır.

    (3) Reklamcılıkta bir metodun, alışılmışları yıkmak, hatta insanları sinirlendirmek olduğu söylenir. İşte bu metod, tanıtmamızda fevkalade sonuçlar verir ve bugüne kadar da vermiştir.

    Yabancıların gözünün içine bakarak kendimizi övmemiz, beceriksiz olduğumuz alanlarda bize haksızlık yapıldığını savunmamız, kendimizi tanıtmada çok etkilidir.

    Kısa adıyla “180 Metodu” olarak da bilinen bu yöntemde, eksiğiniz bulunan bir konuyu samimiyetle kabullenip düzeltmek yerine, 180 derece çevirip karşınızdakini suçlamanız gerekir.

    Örneğin, “ellerinizle hijyenik olmayan şeylere dokunup sonra da yiyecekleri ellediğiniz” iddiasını ciddiye alıp düzeltecek yerde, bunu söyleyenleri pislikle suçlamak tanıtma için çok etkilidir.

    (4) Bir metod da, 5. sınıf yabancıları Türkiye’ye çağırıp Boğaz’da rakı içirip, Galata kulesinde dansöz seyrettirmek ve sonra da 275 tirajlı gazetesinde bizden bahsetmesini beklemektir.

    (5) Nihayet en önemli konu, insanlarımızda tanıtma konusunda bilinç yaratmaktır.

    Her problemimizin aslında “tanıtma eksiği”nden doğduğunu sistemli biçimde işleyerek, kimsenin başa çıkamayacağı ve dolayısıyla da arkasında rahat uyunabilecek bir düşman yaratılmalıdır.

    Tabii ki metodlar çok fazladır. Ama önemli olan işin prensibini kapmaktır. Sonrası sizin kendinizi ve çevrenizi ne kadar kandırmak istediğinize, tanıtma konusundaki cehaletinize ve nihayet bu konuda profesyonel yardım alıp almadığınıza bağlıdır. Hoşça kalınız.

  • PARLAMENTER SİSTEMİN YUMUŞAK KARNI!

    Tüm değerlerin çekinmeden sorgulandığı günümüzde, eleştirilen konulardan birisi de parlamenter demokratik yönetim biçimidir. Toplumları oluşturan bireylerin doğrudan katılımı teknik açıdan mümkün olmadığı sürece, vatandaşların, temsilcileri aracılığıyla yönetime katılmaları bir zorunluk olarak ortaya çıkmaktadır.

    İki yönlü iletişimin hızlı ve yoğun olarak mümkün olacağı “information superhighways” projeleri gerçekleştiğinde, temsili demokrasiler yerine doğrudan demokrasiler gündeme gelecektir.

    Temsili sistemin tek avantajı, az sayıda kişinin (parlamenter) kararlarıyla ülke yönetimine esas kararların süratle alınabilmesidir. 30 milyon üyeli bir parlamentoya oranla 450 üyeli bir meclis daha süratli kararlar alır. Ama bu defa bu avantaja karşılık, bir büyük sakınca doğmaktadır. O da, ülke kaynaklarının dağıtımında, bu az sayıdaki temsilcinin neden olabileceği akıldışılık ve/ya haksızlıklardır.

    Yıllardır, tüm vatandaşların katkılarıyla oluşan kaynakların gerek yöreler, gerek sektörler olarak nasıl dağıtıldığına sakılırsa, siyasi yönetim üzerinde etki sahibi olanların bu dağılımı derinden etkileyebildikleri görülecektir. Bir yörenin ya da bir sektörün temsilcisi durumunda olanlar, tesadüfen ikna yeteneği veya zorlama gücü ya da oy potansiyellerine hakimiyetleri bakımından bir güce sahipseler, o yöre ve sektörler güçlenmekte ve bu güçlenme, etkinliklerini daha da artırmaktadır.

    Örneğin, bilim ve teknoloji konusunda yeterli baskıyı yaratabilecek temsilciler başlangıçta yok ise, bu alan giderek önemsizleşecek, onun yerine mesela kağnı arabası üretenler güçlü hale gelebilecektir.

    Ülkemizin bugünkü fotoğrafına bakıldığında, hiç öncelik verilmemesi gereken yöre ve/ya sektörlerin öncelik kazandığı, güçleri bir türlü yükselemeyen bu yöre ve sektörlerin, bir defa kazanmış oldukları etkinlikle hala baskı güçlerini sürdürebildikleri (ve ileride de sürdürebilecekleri) görülmektedir.

    Hele bu sistemin üzerine bir de “il bakanlığı” (veya başbakanlığı) (!) garabeti binince, bazı yörelerin hiç haketmeden “teveccüh-ü şahaneye mazhar” olmaları durumu doğmaktadır.

    Bu durumun kısa vadede çaresi, bakan olanların temsilcilikten istifa etmeleridir. Orta vadeli çözüm, temsilcilik anahtarının yalnızca “yöre” olmaktan çıkarılıp, nüfusu daha iyi temsil edebilecek “birden fazla anahtar” (din, mezhep, etnik köken, meslek, cinsiyet gibi) kullanılmasıdır. Uzun vadeli çözüm ise “doğrudan demokrasi” dir.

    Cumartesi, 23 Temmuz 1994

  • PARLAMENTODAN ŞİKAYETLER NEYİN GÖSTERGESİDİR?

    Toplum, çeşitli sorunlar altında giderek ezildikçe bir yandan da giderek daha yoğun tepkiler üretiyor. Bu tepkilerin odak noktasını siyasetçiler ve onun da ortasını parlamento oluşturuyor.

    En son söyleneceği en baştan söyleyerek bundan sonraki satırların önyargısız değerlendirilmesini sağlamaya çalışacağım: Amacım kurum olarak parlamentoyu savunmak, ama o kurumun bir kuruluşu olarak da meclisimizin yeterli olmadığını -kendi adıma- ikrar etmektir.

    Kurum olarak parlamentoyu savunmak yalnız benim değil, ona dayalı demokratik sistemi savunmak isteyen herkesin görevi olmalıdır. Keza kuruluş olarak parlamentonun eksiklerini, yetersizliklerini dile getirmek ve eleştirilere dayanarak önlem geliştirmek, kuruluşun günahlarının kuruma fatura edilmesini önlemek isteyen herkesin görevi olmalıdır.

    Parlamentonun hemen herkes tarafından çeşitli yollarla ve üslupta dile getirilen yetersizliklerinin sebepleri nelerdir?

    “Bizi sebepler ilgilendirmez sonuç ilgilendirir” denilemez. Çünkü o sebepler eğer bildiklerimiz kadar değilse bu defa gelecek parlamentoların da aynı yetersizliklerle malul olması sürpriz sayılamaz.

    Bu nedenler içinde en çok dile getirilen ve gerçekten de sıkça örneklerine rastlanan, “milletvekillerinin, ellerindeki yetkileri iyiye kullanmayışları” ile “milletvekillerinin, milletin sorunlarına çözüm bulamayışları”dır.

    Görüntü budur ve de genel çizgileriyle doğrudur. “Genel çizgileriyle” doğrudur, çünkü bu yargıların genelleştirilip tüm kuruluşa teşmil edilmesi hem bir haksızlıktır, hem de kurumu yıpratıcı bir kolaycılıktır. Pekiyi bu doğru görüntünün alt katmanlarında yatan nedenler nelerdir?

    Mevcut yetkilerin kötüye kullanılabilmesinin bir nedeni, parlamenterlerin demokratik sistem için gereğinden daha çok yetkiye sahip olmalarıdır.

    Kişilerin çiğneyebilecekleri yasaların sınırlarını onların yetkileri belirler. Bir taksi şoförünün anayasa çiğneme arzusu bulunsa bile, çiğneyebileceği yasa ancak trafik yasası ve benzerleridir.

    Parlamentonun görevi, halkın, çeşitli örgütlenmeleri yoluyla geliştireceği çözüm önerileri içinden en uygunlarını seçmek ve o çözümler için gerekebilecek yasal düzenlemeleri yapmak, yasaların uygulanışı hakkında bilgi edinmek (dikkat! yargılamak ya da icraat yapmak değil) ve bu geri-besleme yoluyla edindiği bilgileri kullanarak yeni yasal düzenlemeleri yapmaktan ibarettir.

    Uygulama ise böyle değildir. Parlamenter, kişilere iş bulmaktan, onların özel -bir kısmı da yapılmaması gereken- isteklerini karşılamaya kadar birçok alanda taleple karşı karşıyadır.

    Bunun nedeni ise, halkın sorunlarını çözme sürecinde yer almayışı, bunları birilerine “ihale” etmek eğiliminde oluşudur.

    İlginç olan nokta, otokratik rejimlerde rastlanan ve yönetimlerin halk için iyi, doğru ve güzel olanlara karar verip, bunun karşılığında da onun sorunlarını çözmeyi üstlenmesi -dikkat! çözmesi değil- usulünün, kendini demokratik olarak adlandıran ülkemizde de geçerli olmasıdır.

    Sorunun özü buradadır: Osmanlı’dan bu yana sorunlarının çözümünü devletten bekleyip, görevinin yalnızca, itaatkar kulluk etmek olduğu yolunda koşullandırılmış insanımız, giderek sorun çözme kaabiliyetini yitirmiş ve sorunlarını temsilcilerinin çözmesi gerektiği (ve de çözebileceği) inancını benimsemiştir.

    Hava kirliliğinden teröre, trafik kazalarından hayat pahalılığına, etnik milliyetçilikten ümmetçiliğe kadar uzanan yoğun bir sorun yükü ile karşı karşıya bulunan ve de sorun çözme kabiliyeti açısından temsil ettiği vatandaşlarından daha ileri bir durumda bulunmayan parlamenter, hem sorunları çözememekte hem de bu geniş yetkilerle donanmış bulunmaktadır.

    Halk Kendi Sorunlarını Çözebilir mi, Ne Kadar?

    Yukarıdaki tablonun ortaya çıkmasının nedeni, önceleri buyurgan devlet-itaatkar kul ilişkisi ve buna bağlı olarak da sorun çözme kabiliyetinin giderek azalması nedeniyle, halkın sorunlarını çözemeyeceğine inanmasıdır.

    Bu kısır döngüyü kırabilme yolunda, Japon toplumunun sorun çözme kabiliyetini artıran Deming ve Ishikawa’nın yaklaşımından alınabilecek çok önemli dersler vardır.

    Ama bu derslerden yararlanabilmek için bir konuda karar vermeliyiz: Sorunlarımızı kendimiz çözüp, bizim için iyi-doğru-güzel’lere kendimiz mi karar vereceğiz, yoksa bu işleri temsilcilerimize ihale edip şikayetle mi yetineceğiz?

    Pazar, 22 Ocak 1995

  • NOTERLİ VE STADYUMLU SINAVLAR…

    Bir kamu kuruluşuna alınacak 3000 küsür kişi için bir futbol stadyumunda yapılan yazılı sınava 115,000 kişi girmiş.

    Yazılı sınav noter huzurunda (noterin de ne geniş bir huzuru varmış) yapılmış olup, kazananlar mülakata alınacak ve böylece hiçbir şüpheye (torpil şüphesi herhalde) yer kalmayacakmış.

    Televizyonlardan hep birlikte dinlemek zorunda kaldığımız bu inandırıcı (!) haberden çıkarılabilecek birkaç sonuç vardır.

    1. Türkiye’de hiçbir kamu kuruluşunun ek personel almaya ihtiyacı yoktur. Aksine bir “kalabalık kamu kadroları” sorunu vardır.

    Bu kalabalık, düşük nitelikli ve düşük ücretlidir. Dolayısıyla iş yapacak yüksek nitelikli eleman açığı gerçekten de vardır.

    Ama bu, stadyum dolusu insan arasından seçilecek 3000 kişi ile giderilemez. Daha doğrusu, kalabalık kadrolar seyreltilip, yüksek nitelikli ve yüksek ücretli eleman istihdam edilir hale gelinmeden bu sorun çözülemez.

    Bütçesinin % 60’ını kamu personeline ücret adı altında dağıtan bir idarenin değil 3000, bir kişi bile ilave personel almaya hakkı yoktur.

    1. Bu nasıl bir görevdir ki 115,000 kişi de kendini bu işe uygun görmektedir. TV’deki görüntülerde kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler hemen her türden insan görünmektedir.

    Bir işin “iş gerekleri” belli değilse, bütün Türkiye o işe uygun olabilir.

    Sınavı ilan edenlerin akıllarına bir “koşullar listesi” yayınlamak ve böylece bir ön eleme yapmak gelmez mi?

    1. Kamu kuruluşlarına her devirde o devrin partililerinin öncelikle alındığını sağır sultan bile bilmektedir.

    Torpil, bugüne kadar hiçbir zaman yazılı sınavlarda yapılmamış, adına “mülakat” denilen ve “bizim partililerin” (her dönemde değişir) seçildiği o garabet sırasında yapılmıştır. Büyük olasılıkla yine aynı şekilde olmaktadır. “Parti”den verilen listeler, yazılı sınav için değil, mülakat(!) için geçerlidir.

    Vatandaş inandırılmak isteniliyorsa, esas bu mülakat denilen şey “saydam” hale getirilmeli, cümle alem ne garip şeyler sorulduğunu gözleriyle görmelidir.

    Bakınız bir sınavdan neler çıkıyor. Yolsuzlukların İSKİ’ye özgü olduğunu zannedenlerin dikkatine sunarım.

  • LİDERLER VE TOPLUMLAR

    “Ne yiyorsanız siz osunuz”, insanın fizik ve ruh yapısının yedikleriyle sıkı ilişki içinde olduğunu anlatan harika bir özdeyiştir. Peki bu böyleyse, insanların bir araya gelerek oluşturdukları toplumlar için de böyle bir formül var mıdır? Acaba, toplumların özelliklerini neler yediklerine bakarak anlayabilir miyiz?

    Kuşkusuz, bireylerin yapıları için yol gösterici olan bir ölçüt birey toplululukları için de bir ölçüde yol göstericidir. Buradan yola çıkarak, bireylerin ve de toplumların çeşitli “işaretleri”ni yorumlayarak, onlar hakkında bazı çıkarsamalar yapabiliriz.

    Av donanımı kuşanmış bir kişinin büyük bir olasılıkla hayvan severler derneği üyesi olmadığı bellidir. Sürekli kendini metheden bir kişi ya da toplumun bu konuda kuşkuları olduğu, saldırgan tabiatlı kişilerin genellikle korkak olduğu gibi “işaret yorumları” çoğaltılabilir. Hekimler, kişilerin sadece dış görünüşlerine bakarak onların sağlık durumları hakkında oldukça doğru bilgiler edinebilirler.

    Hırsızlar hangi evin soyulması gerektiğini, polisler kriminal tipleri, sokak kadınları kime yanaşılacağını hep belirli işaretlere bakarak çıkarsarlar.

    “Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al”, bu dolaylı bilgi edinme yöntemini ifade eden süzme bir sözdür. Her ne kadar her kumaşın ortasıyla kenarı aynı olmaz, özellikle ihraç malı kumaşlarda kenar ve orta arasında büyük farklar bulunabilirse de, analarla kızları (ya da babalarla oğullar) arasında farklılıkların bulunmadığı tecrübelerle sabittir.

    Çevreye böyle bakıldığında, aslında sanılandan çok daha fazla bilgi içinde yüzdüğümüz, eksik olanın, bunları yorumlama bilgi ve alışkanlığı olduğu görülecektir.

    Acaba, toplumların liderlerine bakarak toplumun kendi hakkında bilgi edinilebilir mi? Örneğin Saddam’a bakarak Irak halkı hakkında, Clinton’a bakarak A.B.D. halkı ya da bizim liderlerimize bakarak kendi toplulumumuz hakkında neler söylenebilir?

    Acaba Irak halkı, bir diktatöre müstahak olmadığını, asırlardır demokratik anlayışlı liderlerle yaşarken birdenbire Saddam’ın çıkageldiğini ve şimdi de başlarından gitmediğini mi düşünüyorlar?

    A.B.D. halkı, Clinton’un bir Tanrı lütfu olduğunu, o giderse başlarına bir Saddam geleceğini mi düşünüyorlardır?

    Ülkemizde üç defa askeri darbe olması, aynı 3-5 kişinin ve onların çevresindeki yaklaşık yüz kişinin 3 neslin insanlarını yönetme sevdasından bir türlü vazgeçmeyişi, bunların yerlerine geçmek üzere ortaya çıkan ya da çıkarılan kişilerin“kenar-bez, ana-kız” özdeyişinin canlı kanıtları oluşları acaba Tanrı tarafından toplumumuza verilmiş ve haketmediğimiz bir ceza mıdır?

    Saddam devrilip yerine Maddam geçse, Clinton değerli eşlerinin işine karışmasına dayanamayıp intihar etse acaba Irak düzelir, A.B.D. batar mı?

    Ne bugün ve ne de tarihte hiç bir toplum müstahak olmadığı yöneticiler tarafından yönetilmemiştir. Bu rastlantı değil basit bir sosyal uyum kuralıdır: Lider, toplumunun niteliklerine ne denli uygunsa o denli tutunur, aksi halde red olunan organ gibi dışarı atılır.

    Geçmişimize ve talihimize bu kural uyarınca bakıldığında, toplumumuzun niteliklerine en uygun kişilerin en uzun süre başımızda tutulduklarını, bundan sonra tutulacak olanların da yine bu niteliklerde olması gerektiği anlaşılacaktır.

    Bu basit yaklaşım, başımızda bulunanlardan devamlı şikayet edenlere bir çözüm de göstermektedir: aynaya bakmak, ama toplumun bütününü gösterebilen bir büyük aynaya!

    Pazar, 05 Kasım 1995

  • ÖCÜLERLE NASIL BAŞA ÇIKILABİLİR?

    İlginç Bir Deney: Öcü geliyor!

    Denek olarak seçilen belli sayıda kız ve erkek küçük çocuk arasında yapılan bir deneyde şu iki soru sorulmuş:

    (1) Bu odada “öcü” nereden gelebilir?

    (2) “Öcü” gelirse nasıl durursunuz?

    Erkek çocukların hemen hepsi birinci soruya, “kapı ya da pencereden gelebilir” diye yanıt verirken, kızlar, “odadaki divanın altından” gelebileceğini söylemişler.

    Öcü geldiğinde nasıl bir pozisyon alacakları konusunda ise, erkek çocuklar “ayağa kalkarak”; kız çocuklar ise, “bir şeyin üzerine çıkarak ya da oturup ayaklarını toplayarak” vaziyet alacakları yanıtını vermişler.

    Bu ilginç soruya verilen ilginç yanıtların nedeninin, ilk çağlardaki yaşam biçimlerinin kadın ve erkeklere yüklediği işlevler olduğu ve genetik belleğimizin bunları unutmadığı belirtiliyor.

    Sürekli olarak ev -ki bir ağacın üzeridir- dışında avlanıp dişisini beslediği için, vücudu dişisine göre daha irileşmiş olan erkek için “öcü” daima çevresinde bir yerlerden gelmektedir. O halde, doğru savunma duruşu, ayakta durmak ve o şekilde mücadele etmektir.

    Dişi ise evde yani ağaç üzerinde yaşamakta, çocuğuna bakmakta ve erkeğini beklemektedir. Onun için “öcü” daima yerden gelebilir. Bu yüzden de, eğer yerdeyse ağaca çıkmalı, ağaç üzerindeyse daha yukarılara çıkıp toparlanmalıdır.

    Bizim de Öcümüz Var: Refah!

    İnsanlar, hangi çağda ve de hangi yaşta olurlarsa olsunlar “öcü”lerden daima korkmuşlar, uygun “durum”lar alarak korunmaya çalışmışlardır.

    Ama ne yazık ki, ilk çağlardaki masum öcüler -ki vahşi hayvanlardı- artık yerlerini daha farklı öcülere bırakmıştır. Bunlarla, ayağa kalkarak yada iskemle üzerine çıkarak başa çıkabilmek mümkün değilidr.

    24 Aralık seçimleri yaklaşırken, toplumumuzun akıl hocaları hep bir ağızdan “Refah geliyor!” uyarısında bulunuyorlar.

    Refah, toplumumuzun modern öcüsüdür ve başa çıkma yolu olarak bugüne kadar düşünülebilen yöntem, önüne “baraj” yapmaktır.

    Bu baraj, geçmişte, “%10’luk ülke barajı” olarak somutlanmış, şimdilerde ise “oyunuzu bölmeyin, yoksa öcü gelir”e dönüşmüştür.

    Öcü Önü Nasıl Kesilir?

    Refah’ın önü, “baraj”, “ittifak” ya da benzer yapay modellerle kesilemez. Tam tersine, bu barajların arkasında, -aynen su barajında olduğu gibi- bir ilgi ve sempati birikir.

    Bu ilgi ve sempati belli bir düzeye varıncaya kadar, önü kesilmek istenilen olgunun gerçek yüzünü saklar. Nitekim “adil düzen”, böyle barajların arkasında serpilip büyümüş ve gerçek yüzü olan “Arap emperyalizmi” öcüsünü toplumdan gizleyebilmiştir.

    Gizlenen bu olguya karşın duyulan ilgi ve sempati belli bir eşik değeri’ni aşınca, bir “patlama” meydana gelir. Patlayan bu olgu, Refah’ın gerçek gücü değildir. Sadece, gizlenip enerji biriktirmiş olan ilgi ve sempatidir.

    Seller de aynen böyle doğmaktadır. Rastgele biçimde bir yerlerde oluşan barajların ardında su toplanmakta ve biriken bu enerji, barajı yıkıp önüne geleni yutmaktadır. Refah olgusuna karşı kurulan barajlar aynen bu işlevi görmektedir.

    Baraj Mühendisleri Öcü Üreticileridir!

    İşin ilginç yanı, bu barajların, iyi niyetli yarı-aydınların fikri olmasıdır. Bir başka deyimle, Refah, “sistem davranışları” konusunda bir fikri bulunmayan, hangi etkilerin ne gibi umulan ve umulmayan sonuçlara yol açacağından habersiz yarı-aydınlar tarafından beslenip güçlendirilmiş ve halen de güçlendirilmektedir.

    Din sömürüsüne ya da diğer akıldışılıklara dayanan tüm olgularla mücadele edebilmenin doğru yöntemi, öncelikle bu olguların mekaniğini anlamaktır.

    Dini kimlikleri kullanarak siyaset yapmanın altında yatan başlıca neden, dindarlar ile din sömürücüleri’ni birbirlerinden ayıramayan kimselerdir.

    Laikler ile, laiklik sömürüsü yapan yobazlar ne denli farklıysa; dindarlar ile din sömürüsü yapan yobazlar da o denli farklıdır. Dindarı, din yobazından ayıramayanlar ise, laik yobazlar’dır.

    O halde ilk yapılması gereken, din sömürüsünün hangi iklimde yeşerdiğini, eğitim anlayışımızın temel direği olan “ezber”in bu sömürüye nasıl yatkın yarı-aydınlar yetiştirdiğini anlamaya çalışmaktır.

    Öcüsavar Kavram: Laik-dindarlık’tır!

    Mevcut siyasi partiler içinde bu gerçeği görebilenler yok değildir. Örneğin, YDH’nın ısrarla vurguladığı “laik dindar” kavramı, bu farklılığa işaret etmektedir.

    Buna göre, “oylarınızı bölmeyin, yoksa sizi öcü yer” safsatasına değil, “laik dindarlık” kavramına dikkat edilmeli ve din sömürüsünden korkanlar, bu kavramı savunanları desteklemelidir.

  • “ÖLÇÜLER DAİMA YAŞAR”

    Aşağıdaki yazı, Gonzalo Madrigal’ın İnternet’teki bir ilgi grubuna yolladığı “How Specs Live Forever” başlıklı yazısından alınmıştır.

    Yazının ilginç yanı, okullarda birer kalıp olarak bellediğimiz kimi kuru bilgilerin, kaynakları merak edildiğinde ne denli heyecan uyandırabileceğine bir örnek oluşturmasıdır.

    Okullarda çocuklarımıza öğretmeye çalıştığımız ve onların da öğrenmemekte direndikleri bilgilerin hemen hepsinin altlarındaki ilginçlikleri merak etmelerini sağlayabilsek kimbilir eğitim ne kadar zevkli olurdu.

    «Ölçüler Daima Yaşar!

    Tren rayları arasındaki uzaklığa ilişkin standart Amerikan ölçüsü 4 fit ve 8.5 inç gibi yuvarlak olmaktan çok uzak bir sayıdır. Peki ray aralıkları için niçin bu ölçü benimsenmiştir?

    Çünkü bu, İngiltere’de demiryollarının yapımında kullanılan ölçüdür ve Amerikan demiryollarını da İngiliz göçmenler inşa etmişlerdir.

    İngilizler niçin böyle yapmışlardır? Çünkü, demiryollarını, daha evvelki tramvay sistemlerini yapan kişiler döşemişler ve tramvaylarda kullanılan bu ray aralığını aynen benimsemişlerdir. Niçin tramvaylar için bu ölçü kullanılmıştır? Çünkü tramvay raylarını döşeyenler, daha öncelerde bulunan taşıt vagonları için kullanılan kalıp ve takımlardan yararlanarak işlerini yapmışlardır.

    Pekala! Vagonlar niçin bu kadar parçacıklı bir tekerlek arası ölçüsünde yapılmışlardır? Çünkü eğer bu vagonlar farklı ölçüde bir tekerlek açıklığına sahip olsalardı, eskiden yapılmış bulunan uzun mesafe yollarındaki tekerlek izlerine sığmazlardı. Peki, bu eski yolları kimler yapmıştır?

    Avrupa’da ilk uzun mesafe yolları, askeri birliklerin kullanması için Roma İmparatorluğu zamanında yapılmış ve kullanılagelmiştir.

    Peki ya tekerleklerin açtığı iz çukurları?

    Eski Romalılar, birbirlerini tahrip etme endişesiyle, savaş arabalarını hep aynı izlerden sürmüşlerdir. Bütün savaş arabaları Romalılara ait olduğu için de tekerlek araları hep aynı olmuştur.

    Böylece, orijinal sorunun yanıtını bulmuş olduk. Birleşik Devletler demiryolları ray aralığının 4 fit ve 8.5 inç’lik standart ölçüsü, Roma İmparatorluğu savaş arabalarının orijinal tekerlek arası ölçüsünden türemiştir.

    Ölçüler ve bürokrasiler ebediyen yaşarlar.

    Belki de şimdi, savaş arabalarının tekerlek aralarının niçin o kadar olduğunu merak edersiniz.

    Roma İmparatorluğu savaş arabaları, arabayı yanyana çeken iki atın kıç taraflarının genişliklerinin toplamı kadardı!»

  • ONAYLANAN İŞKENCE VE SONRASI!

    Yargıtay Genel Kurulu, Manisa’lı gençlere işkence yapıldığı iddiasıyla açılan davada mahkemenin verdiği takipsizlik kararını bozarak işkencenin yapıldığını resmen onayladı. Bundan sonra, ilgili polislere ceza verilmesi için bir süreç işleyecek ve polisler cezalandırılacaklar.

    Çocukların uğdadıkları mağduriyeti tazmin etmese de, hukuk sisteminin ağır-aksak da olsa işlemesi nedeniyle bu sonuca sevinmek mümkündür. Ama, madalyonun öbür yüzündeki resmi görebilmek için biraz kuşku iyidir.

    Bilindiği gibi bütün polisler uzunca bir süreden beri insan hakları konusunda eğitiliyorlar. Manisa’lı gençlere işkence yaptığı kanıtlanan polisler de bu eğitimden geçtiler. Şimdi sorulması ve de ısrarla sorulması gereken, bu eğitimin nasıl yapıldığı ve niçin olumlu bir etki yaratmadığıdır.

    Bunun üzerinde durmak gereğinin çok önemli bir nedeni vardır. Polislere insan hakları dersleri hangi yöntemlerle veriliyorsa, okullardaki öğrencilere de dersler aynı yöntemle verilmektedir. “Öğretmenin söyleyip, diğerlerinin susması” olarak adlandırılabilecek bu yöntem, ana okullarından üniversitelerimize kadar yaygın biçimde kullanılan yöntemdir. TRT4’ü izleyenler, açık öğretim adı altındaki işkenceyi görmüşlerdir. Oradaki yöntem de aynıdır: Birisi söyleyip diğerleri dinleyecek!

    Eğitim anlayışımızın ve ona uygun eğitim sistemimizin niçin işe yarar kazandırımlar sağlayamadığının nedeni bu yöntemde gizlidir. Dolayısıyla ne polislerimizin insan haklarından, ne de örneğin ilkokul mezunlarımızın aritmetikten haberleri vardır.

    Toplumumuzda yalnız polislerin değil, büyük çoğunluğun çeşitli formlar altında birbirlerine işkence yaptığını ve bu işin altında insan hakları derslerinin yeterince belletilip ezberletilmediği sorununun bulunmadığını görebilmeliyiz.

    İnsanlarımız yalnız birbirlerini değil, bitki ve hayvanları da sevmemektedir. Ev hayvanı besleyenler için Yargıtay’ın verdiği “evde köpek beslenmez” kararı, dünya hukuk literatürüne bir cehalet ve sevgisizlik abidesi olarak geçecektir. Evde hayvan beslemenin değil, hayvan -ya da TV, çocuk tepinmesi, halı silkelenmesi, hayvan boğazlamak veya bir diğer- yolu ile başkalarını rahatsız etmenin suç olduğunu akıl edemeyenlere hukukçu denilebilir mi?

    Çocuk ve gençlerin, kendileri ni ya da diğer canlıları sevebilmeleri için onlara saygı duymaları, onun için de onları tanımaları gerekir.

    Polislerimiz insan haklarını nasıl ki “sen sus ben anlatayım” yöntemiyle anlayamıyorlarsa, çocuk ve gençlerimiz de okullardaki benzer yöntemle kendilerini ve kendileri dışındakileri tanıyamamaktadırlar.

    Kendini -ve yalnız kendini- bu evrendeki tek canlı gibi görmek yalnızlığına itilen ve bir yandan da okulda ezberledikleri konusunda kuşkusuzluğa koşullandırılan insanımız, elindeki imkanları, başkalarına zarar verecek şekilde kullanmaktan kaçınmıyor.

    Bu polislere ceza yerine birer ev hayvanı besleme mükellefiyeti getirilmesi, canlılara saygı duymalarını daha etkinlikle temin etmiş olurdu. Ama hayvan beslemeyi suç sayanlar böyle bir mükellefiyeti nasıl düşünebilirler?