-
May 25 2012 TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ, ISO-9000 VE KAMU YÖNETİMİ
Başlangıçta yalnız sanayi ürünlerine uygulanan Toplam Kalite Yönetimi(TKY) yakınlarda sanayiyi destekleyen hizmet ürünlerine de uygulanmaya başladı.
Örneğin, önceleri bir sanayi kuruluşundaki mal üretimi söz konusuyken daha sonra bunu destekleyen iletişim, bilgi-işlem, muhasebe, pazarlama, servis gibi alanlar da TKY’nin kapsamı içine girdi. Şimdi ise TKY ilkelerinin eğitimden askerliğe, vergi idaresinden devlet yönetimine kadar uygulanabileceği biliniyor.
TKY’ne Avrupa alternatifi olarak ortaya konulan ve daha sonra bu iki yönetimin bir bileşiminin oluşturulmasına yol açan ISO-9000 standartının yakın bir gelecekte uluslararası kamu yönetimi standartı olarak benimseneceğini görmek zor degildir
Bu gün nasıl ki ISO-9000’i benimsemiş bir ülke diğerirden ithalat yaparkenİSO-9000 ‘İ şart koşuyorsa, yarın bir devletin diğeriyle resmi ilşki kurması (tanıması) için benzer bir standarta uygunluk şart koşulabilecektir.
TKY ve İSO-9000 kurallarını kamu yönetimine uygulamaya ençok gereksimi olan ülkelerden birisi de Türkiye’dir.
Sorun çözmede Ardışık Sorma Metodu, iyileştirme grupları, tam zamanında alım (J.I.T), sürekli innovation gibi tekniklerin kullanıldığı TKY ile “yemeğin kalitesinin yanısıra mutfağın da kalitesini sorguluyan” İSO-9000, hiç bir değişiklik yapmadan kamu yönetimine uygulanabilir.
Gerek TKY gerekse ISO-9000 için öngörülen bir “olmazsa olmaz” koşul, bu tekniklerin kamu yönetiminin iyileştirilmesinde de aynen geçerlidir.
Türkiye, alışılmış ve çoğunluğu ilkel denebilecek düzeydeki yönetim teknikleriyle ( merkezden yönetim, bir sorunu astlara havale yoluyla çözüm, kaynaklar yerine görüntü sorunları giderme, düşük nitelikli insan gücünü yönetmeye uğraşma, hizmet içi eğitime önem vermeme, etkin çalışmak yerine çok çalışmak gibi) sorunlarını çözebileceği dönemleri geride bırakmıştır.
Güç ve karmaşık sorunlar ancak güçlü yönetim teknikleriyle çözülebilir. İlkel yöntemleri kullanmakta ısrar, bu güzelim ülkeyi elden çıkarmanın en kestirme yoludur. İlgililere ilanen duyurulur.
-
May 25 2012 TÜM KAMU GÖREVLİLERİ İSİMLİK TAKSIN !
Kamu hizmetleri bir şehrin altyapısı gibidir. İyi çalıştığı sürece farkına varılmaz, çalışmadığı zaman varlığı hatırlanır. Hiç kimse, “Oh, Allaha şükür kanalizasyonumuz iyi çalışıyor!” demez ama sokağı lağım suları bastığında bunun önemi anlaşılır..
Ülkemizde kamu hizmetleri aynen böyledir. Kamu hizmetlerinin nitelik ve nicelik açılarından yetersiz oluşunun çok sayıda nedeninin başlarında kamu kadrolarının kalabalıklığı ve şikayet sistemlerinin bulunmayışı gelir.
Ayrıca, “Sistem Kurma Becerimizin Yetersizliği”, “İnsan Dokumuzun Nitelik Yetmezliği” gibi Kaynak Nedenler de vardır ama ilk ikisi sonucun %80’ini belirler.
Kalabalık kamu kadroları düşük ücretleri, düşük ücretler de düşük nitelikleri çağırır. Düşük nitelikli kamu görevlisi ise doğal olarak yetersiz nitelik ve nicelikte hizmet üretir.
İkincisi ise şikayet sistemlerinin yokluğudur. İstisnalar biryana bırakılısa, çoğu kamu görevlisi, yetersiz bir hizmet verdiğinde kimsenin onu şikayet edemeyeceğini (etse de bir şey olmayacağını) bilir.
Ülkemizde iş güvencesi, iyi hizmet vermeyen bir kişinin işini kaybetmeme güvencesi demektir ve bu haliyle de Dünya’nın en güvenceli (!) ülkesi Türkiye’dir.
Bir basit önlemle bu gidişi biraz olsun değiştirmek mümkündür. Bu da vatandaşla yüzyüze tüm kamu görevi yapanların, göğüslerinde isimlerinin yazılı olacağı birer isimlik taşımaları mecburiyetidir. (THY ile uçanlar bilir. Hosteslerin davranışları, isimlik taşımaya başladıktan sonra önemli ölçüde düzelmiştir.)
Bunun için Anayasa değişikliğine, yeni yasa yapımına gerek yoktur. Belki üç beş lira masraf olur ama onun da kaynağı hazırdır.
Kamu kuruluşları, çeşitli vesilelerle bastırıp yolladıkları davetiyeleri biraz daha az tantanalı yaparlarsa sağlanacak tasarruf 60 milyon insanımıza isimlik yaptırabilir.
(İnanmayanlar, Kırıkkale Rafinerisi ek tesis açılışı için bastırılan tanesi 30,000 liralık davetiyelere ve benzerlerine baksınlar!)
-
May 25 2012 GELİŞMİŞLİK ÖLÇÜTLERİ NEREYE KADAR YOL GÖSTERİCİDİR?
Çeşitli mal veya hizmet tüketimlerinin, gelişmişlik ölçütü olarak kullanılması oldukça yaygındır. Fert başına otomobil sayısı, elektrik enerjisi tüketimi, gazete tirajı gibi ölçütler, en az fert başına milli gelir kadar çok kullanılan ölçütlerdir.
Bunlar doğru yorumlandığı, aşırı sonuçlar çıkarılmaya çalışılmadığı sürece son derece faydalı olan bu kriterler, toplum yaşamlarının çeşitli kesitlerinin ortaya çıkarılmasına yarayan bir çeşit “toplum yaşamı röntgenleri” dir.
Doğru kullanıldığı zaman yararlı olan bu araçlar -her araçta olduğu gibi-, amacını aşan biçimde, örneğin yatırım planlaması amacıyla kullanıldığında kaynakların heba edilmesine yol açmaktadır.
Örneğin, fert başına otomobil sayısı açısından gelişmiş ülkelere oranla bir düşüklük varsa -ki ülkemizde vardır-, bu oranı yükseltmek için yeni otomobil fabrikalarının açılması gerektiği sonucuna varılırsa bu ilk bakışta pek makul görünür.
Ülkemizdeki fert başına otomobil sayısı azlığının nedeni yalnızca otomobil üretiminin yetersizliği ise, yerli üretimi artıracak biçimde yeni fabrikaların yapılması gerektiği şeklindeki sonuç doğrudur. Ama eğer öyle değil de, mesela harcanabilir gelir yetersizliği, yolların ve park yerlerinin azlığı gibi nedenlerle bu ölçüt düşükse, bu defa ilave otomobil üretimi bu nedenleri ortadan kaldıramayacaktır. Bu durum karşısında otomobil üreticileri devletten destek talebedecekler, böylece yapay olarak ucuzlayan otomobiller satılabilecek, ama yol ve park yetmezliği sorunu daha da artmış olacaktır.
Bu spekülasyon tabii ki rekabet gücü yüksek, dolayısıyla da yalnız iç pazarı hedeflememiş ürünler için doğru değildir. Zaten o tür ürünler için yola çıkış noktası fert başına tüketimi yükseltmek değil, dış pazarlardan pay almaktır. Dolayısıyla o tür ürünler konu dışıdır.
Ülkemizde gazete okuyan kişi sayısı yaklaşık 4 milyon kişidir. Bu, gelişmiş ülkelere oranla yaklaşık on kat düşüktür. Bir girişimci bu rakamı kullanarak 36 milyon tirajlı bir gazete çıkarmaya kalksa herhalde iki gün içinde batar. Çünkü insanların gazete okumayışlarının nedeni gazete bulamamak değil, sorunlarını bilgiyle çözmemek ve de gazetelerin de bilgiyle sorun çözümüne yardımcı olabilecek nitelikte olmayışıdır. Kaynaktaki bu nedenleri gidermeden yalnızca gazete basmak okuyucu sayısını artırmaz.
Ülkemizdeki yatırımların çoğunda hareket noktası olarak alınan “fert başına” kriterleri, böyle kullanıldığı takdirde yarar değil zarar getirmektedir. Dikkate alınması gereken nokta neyin ne kadar kullanıldığı değil, neyin “niçin” o kadar kullanıldığıdır.
Olayların görüntüleri yerine onları yaratan nedenlere bakmak, Batı Dünya’sına Rönesans’ın bir armağanıdır.
Biz ise Rönesans yaşamadık. Pekiyi biz ne olacağız?
-
May 25 2012 UZATMA HASTALIĞI
Kamu yönetiminin gereği olarak idareler tarafından sık sık kurallar koyulur. Bu bazen yasa, bazen kararname bazen de tebliğler vs yoluyla yapılır.
Bu kuralların değişmez bir hükmü “Yürürlüğe Girme Tarihi”dir ve de bu gayet gereklidir.
“Yürürlük Tarihi” ne kadar alışılmış ve gerekli bir hükümse, bu tarihlerin bir, iki, üç, ilh. defa ertelenip ileri atılması da o denli alışılmış, gereksiz ve ayrıca son derece zararlı bir alışkanlıktır.
Vatandaş, bu tür bir “yürürlük tarihi” ile karşılaştığında şöyle düşünmektedir: “Konulan bu yürürlük tarihlerine uymamak bir adettir. Bunlara hemen hiç kimse uymaz ve uyulmayacağını da adı gibi bilir. Hükümetler de bu kadar insanı darıltmayı göze alamaz. O halde ben de uymasam olur ve de iyi olur!”..
Bu yaklaşım, devletin ciddiye alınmayışı demek olup, kurallara saygılı olmayı düşünen vatandaşları da kurallara uymamaya özendirir.
Devletin, vatandaşlarını kurallara uymamaya özendirmesinin çeşitli sonuçlarını hergün somut olarak yüzlerce kere yaşamaktayız. Toplumun çoğunluğu kurallara uymamakta, ancak güçsüzler ve az uyanıklar kural tanımaktadır. Bunun ise ne demek olacağı çok açıktır.
Son olarak ileri atılan araçlara “ekzost pulu” uygulaması da bu hastalığın alışılmış bir belirtisidir.
Devletimizin çeşitli alanlardaki zaafiyetinin altında işte bu gibi tutumlar yatmaktadır. Bunun adı halk dalkavukluğu’dur ve siyasiler de dahil olmak üzere bugüne kadar hiç kimseye hiçbir faydası olmamıştır. Çünkü vatandaş devletten ciddiyet değil bu tür laçkalıkları“zaten bekler” durumdadır ve bu ertelemeleri bir favör olarak değil, devletin yerine getirmesi gereken bir vecibe olarak görülmektedir.
Bunun aksi yapılsa, yani bu tarihlerden hiç taviz verilmese mutlaka halk bunu yadırgayacak ve belki de bu oy kaybına -bir süre için- neden olacaktır. Ama Türkiye’nin düze çıkması için bunu göze alabilecek siyasilere ihtiyaç vardır. Gerçek cesaret de budur.
Devlet, sürekli olarak “devlet güçlüdür” demekle güçlü olmaz. Kurallarını kararlılıkla uyguladıkça, uygulayamayacağı kararları da almadıkça güçlenir.
-
May 25 2012 “YARIŞIMCILIĞA DAYALI KAMU KATKISI”
Belediye’ler ve İl Özel İdare’leri başta olmak üzere hemen her yörenin ekonomik ve sosyal kalkınmasıyla ilgili kurum ve kuruluşlar vardır. Bunlar, çeşitli kamu kaynaklarından (çeşitli Bakanlık’lar, İller Bankası vbg) fonlar temin ederek yörelerine hizmet götürebilecek projeler uygularlar. Ancak, bu sistem her bakımdan adaletsiz ve ayrıca da savurganlığı özendirir niteliktedir.
Adaletsizdir çünkü hangi yörenin politikacısının sesi çok çıkıyorsa o yöreye kaynak daha çok akar. Desteklenmesi gereken bir proje, yöre yöneticilerinin girişken olmayışı nedeniyle dikkat çekemezken, desteklenmemesi gereken projeler de aksine öne çıkar.
Savurganlığı özendirir niteliktedir, çünkü kamu kaynaklarının tahsisine esas olan projeler genellikle uyduruktur ve tek amacı belli bir parayı alabilmektir. Parayı isteyenin amacı, o kaynaktaki parayı alıp gönlünün istediği yerlere sarfedebilmek, parayı verecek olanın amacı da ya mevcut kaynakları bir an evvel bitirip siyasi baskılardan kurtulmak ya da o para yardımıyla siyasi prestij elde etmektir.
Kaynakların bu yolla israf edilmesi yerine, bir bölümünü özgün yöresel ihtiyaçlara yönelik projelere tahsis etmek ve geri kalan bölümünü ise “Yarışımcılığa Dayalı” biçimde tahsis etmek daha akılcıdır.
Yarışımcılığa Dayalı denilen yaklaşım, çeşitli kamu kaynaklarını elinde tutan kuruluşların, belirli amaçları gerçekleştirmek üzere genel çağrılar yapmaları, yerel kurumların ise (belediye, il özel idaresi vbg) bu çağrılara cevap olabilecek projeler hazırlayıp birbirleriyle yarışmaya girmeleridir.
Bu yaklaşım basit ama çok etkindir. Her ne kadar kamu kaynaklarının, bir parti ya da belirli kişilerin çıkarları yönünde kullanımına pek imkan vermezse de, bir rekabet havası yaratması bakımından eşsizdir.
Kaynağı ortaya koyup yarışımı özendiren kamu kuruluşu, hazırlanacak projeler için belirli şartlar koşabileceği gibi, kaynağa erişmek isteyenin de belirli bir katkıyı ortaya koymasını da isteyebilir. Bu durumda “havadan gelen para” nedeniyle oluşabilecek ciddiyetsizlik azalır.
1988 yılında Kültür Bakanlığınca ilan edilen “Bizim Şehrimiz” adlı bu şekildeki bir kampanya, yerel idarenin koyacağı her 1 lira için Bakanlığın da 1 lira vereceğini ilan ediyordu. Buna karşı istenilen, Belediye’lerin inşaat ruhsatı verirken, dış cephelerin o yörenin kültürel karakteristiklerinin temel çizgilerini taşıdığının aranmasıydı.
Kamu kaynaklarının daha etkin kullanımının sürekli konuşulduğu günümüzde -eğer gerçekten ilgilenenler varsa- onların dikkatine sunulur.
Pazar, 29 Mayıs 1994
-
May 25 2012 YASTIK BATMASI VE BÜROKRAT DEĞİŞTİRME!
Gece uykusu kaçanlar iyi bilirler. Yastık, ne yapılırsa yapılsın batar, bir türlü rahat edemezsiniz. Aksine, yorgunsanız ve bir rahatsızlığınız da yoksa, yastık nasıl olursa olsun uyuyuverirsiniz. Burada sorun yastık yorganda değil sizdedir. Ama sorun yastık vs de somutlaşır.
Benzer bir durum siyasi ve idari kadrolar arasında vardır. Her siyasi kadro, kendi programını benimseyen idari kadrolarla çalışmak özgürlüğüne sahiptir, ayrıca buna zorunludur da.
Belirli bir programı gerçekleştireceğine söz vererek halktan kredi alan her siyasi ekip, bu programına inanan idari kadroları kurmak durumundadır. Ancak bu özgürlüğün sınırı, idari elemanların bu programın neresinde yer aldığı ile belirlenecektir. Program ne olursa olsun, değişmeyen işleri yapmak durumunda olan elemanlar bu sınırın dışında kalırlar -ki kadronun % 90’ını bunlar oluşturur-.
Ama alt siyasi kadrolar (siyasi parti teşkilatları, üyeler, delegeler gibi), yalnız sınırın üzerinde bulunan yani siyasi kadronun programı ile uyumlu olması gerekenleri değil, mümkün olabilen tüm idari kadroların değişmesini isterler ve üst siyasi kadroları bu yolda zorlarlar. İşte sorun da bu noktada başlar.
Siyasi ekip bu zorlamalara direnebildiği ölçüde siyasi fazilet örneği vermiş olur ya da şube müdüründen kısım şefine kadar tüm görevlileri değiştirme yoluna giderler. İdari kadroların inançları dışında da olsa birer siyasi partiye `yamanmaları’ süreci de böylece gerçekleşir.
Bir de, bu olgunun dışında, yukarıdaki `yastık batması’na benzer bir sorun çeşidi vardır. Bir siyasi kişi, programının ne olduğunu, ne yapılmak gerektiğini belirleyememiş ya da akıl dışı beklentilere saplanmışsa bu defa sorunu kişilerde aramaya başlar.
Siyasi kişinin, idari ve siyasi kadroların rollerinin neler olduğunu tam anlayamaması da benzer sorunlara yol açar.
İdari kadrolar, işlerin tekniği konusunda uzman olan (ya da öyle olması gereken) kadrolardır. Zaten öyle değilse ilk değiştirilmesi gerekenler bunlardır. Siyasiler ise, siyasi tercihleri temsil etmektedirler. Biri diğerinin “altında” ya da diğeri öbürünün “üstünde” değillerdir. Aralarındaki ilişki “birliktelik”tir.
İdari ve siyasi kişiler birlikte, “siyasi tercihler” doğrultusunda “teknik ihtiyaçlar”ı tatmin etmeye çalışmalıdırlar.
Bu, her zaman kolay değildir ve hele “siyasi emreder bürokrat yapar” tavrıyla katiyen gerçekleştirilemez. Olsa olsa, bürokratlar “inanmış gibi” yapar ama bu tür bürokratlardan da hiç bir siyasi kadroya hayır gelmez.
Siyasete soyunanların bu gerçekleri bilmesi ya da öğrenmesi zorunludur. Mesele, bu öğrenme sürecini tahribatsız (ve kısa) geçirmektir.
-
May 25 2012 PARTİ “KADRO”LARI, PARTİZANLIK HAZIRLIĞIDIR!
Milletvekili genel seçimlerinin yaklaştığı bugünlerde siyasi partiler kendilerini halka beğendirmek için çeşitli yollar kullanıyorlar. Kimi, kapağı seçim sonuçlarına göre verilmek üzere tencere; kimi yine seçim sonuçlarına göre daimi kadroya geçilmek üzere devlette geçici iş; kimi de yaşanılan yerin il yapılması (o da seçim sonuçlarına göre) vaadinde bulunarak kendisini beğendirmeye çalışıyor.
Bu farklılıklara karşın hepsinin de üzerinde uzlaştığı ve işin kötüsü birçok vatandaşın da partilerden talep ettiği bir nokta var: kadro!
Reklamcıların, kalitesiz ürünlerinin reklamını yaptırmak isteyenlere uyguladığı bir metot, ürünün yanlış ya da eksik yanlarını birer marifet gibi sunmaktır. Örneğin, plastik kalıbı masrafından kaçmak için dışı saçtan yapılıvermiş bir alet için, “plastik sağlam olmuyor, daha sağlam olsun diye saçtan yaptık!” biçiminde reklam yapılır. Siyasi partilerin övündükleri bu “kadro” konusu da herhalde böyle bir uyanık reklamcı tarafından ortaya atılmış olsa gerek.
Bir siyasi partinin kadrosu, ülke vatandaşlarının tamamıdır. Çeşitli görevler için gereksinim duyulacak çeşitli niteliklerdeki insanlar ancak böyle geniş bir portföy içinde bulunabilir. Bunun yerine, parti üyesi ve adaylarından ibaret bir grupla sınırlı potansiyelini övüne övüne “kadro” olarak kamuoyuna takdim eden partiler aslında şunu diyorlar: “bize oy verir devlet imkanlarını bize teslim ederseniz, bunları işte bu gördüğünüz «kadro» eliyle yöneteceğiz, bunun dışındaki insanları ise kendimizden uzak tutacağız”..
Nitekim, bugüne kadarki uygulama tam olarak böyle olmuş, devlet yönetimi, bu şekildeki dar kadroların yetenekleriyle sınırlı kalacak biçimde yapılmaya çalışılmıştır. Şimdi ise hiçbir parti çıkıp da, “biz iktidara gelince, partimizin üyesi olmayan, bize sempati duyup duymadığını bile bilmediğimiz, ama çok yetenekli olduğunu bildiğimiz filanca kişiyi Merkez Bankası Başkanı yapacağız” dememekte, çeşitli nedenlerle o partinin çatısı altında toplanmış kişilerden başkası sanki “yok” sayılmaktadır.
İşin daha acı yanı, toplumdan da bu “yok sayma”ya karşı bir ses çıkmaması, devletin, üye, delege, aday takımı tarafından yönetilmesinin doğru bir iş olduğunun sanki onaylanmasıdır.
Daha seçimlere girmeden, seçim sonrası iktidara gelinmesi halinde doldurulması gereken bir kadroya kimin atanacağını adayı yoluyla ilan eden bir siyasi parti aslında şunu demektedir: “Bu pozisyona getirilecek binlerce insan arasından, bizim partiye girmeyi kabul eden bu kişi çıktı. Bizim için de bütün pozisyonlar için ön-koşul parti üyesi olmaktır. Dolayısıyla, bu önemli göreve bu kişiyi getirmek zorunda kalacağız”..
Bir siyasi partinin kadrosu bulunmalıdır. Bu bir “çekirdek kadro” olmalı, görevi de, ülke nüfusunun bütününü bir portföy olarak görüp değerlendirmek, her göreve layık kişileri bulup çıkarabilmek olarak anlaşılmalıdır.
Bu kişiler “çekirdek kadro”yu oluşturanların akrabası ya da yakını olmayabilir, hatta onlara sempati dahi duymayabilir. Çekirdek kadro’nun bunu yapabilmesi, onu oluşturanların iki özelliğine bağlıdır: etrafına “tayfa” toplamaya gerek duymayacak kadar kendilerine güvenli olmalarına ve de kendilerini yalnızca bir çıkar uman parti yandaşlarının destekleyeceği kadar dar hizmet amaçlarına hapsetmemiş, toplumun bütününe hizmet etmeyi amaçlamış olmaları!
Bir siyasi parti düşünülebilirmi ki, baba-oğul ya da karı-koca o partinin “kadro”sundadır. Ya da birlikte ast-üst olarak çalışmaktayken komple ayrılıp “kadro”yu oluşturmak üzere amirlerinin yanında saf tutmuş ya da aksine, amirine kızıp karşı partinin “kadro”sunda yer almışlardır!
Siyasi parti, bir hizmet aracı olmak zorundadır. Onu araç olmaktan çıkarıp bir amaç haline getirmek isteyenler olabilir. Ama bunu bir de topluma onaylatmak, hatta daha da ileri gidip toplumun özlemi haline getirmek gibi bir hokkabazlığa kimsenin hakkı yoktur.
Pazar, 03 Aralık 1995
-
May 25 2012 PEKİYİ, ARKA KAPIDAN GİRENLER N’OLACAK?
Turizm bakanlarımız değiştikçe, kumar lobisi bazı önlemler alır. Olur ya, gelen yeni bakan bu rezaletin farkına varır da bu işe bir “dur” der tehlikesine karşılık! (gerçi böyle bir ihtimal çok küçüktür ama kumar lobisi çok mütedbirdir!).
Son turizm bakanı değişikliğinden sonra, insanlarımızı kumardan korumak(!) için lobinin geliştirip bakana heyecanla söylettiği önlem(!), `casino’lara kapılarından değil, ancak özel kartla açılabilen bir turnikeden girilmesi olmuştur.
Kartlar ise, bakanlığın yapacağı derin incelemeler sonunda, kumar oynamasında sosyal, ekonomik, kültürel ve ailevi açıdan muhal bir durumu bulunmadığı saptanacak olan vatandaşlara verileceğ için, müthiş bir `kurtkapanı’ meydana gelmiş bulunmaktadır.
Örneğin, kumar oynamak isteyen ama mesela karısınca izin verilmeyip “kumar oynarsan kafanı kırarım” denilen bir yiğit vatandaşımız kumarhanenin kapısına kadar gidecek ve tam kapıdan içeri girecekken kartlı turnike, “beyefendi nereye gidiyorsunuz, burası yol geçen hanı mı?” diyerek vatandaşımızı durdurup, maazallah kötü yola düşmesini önleyecektir.
Ancak, bir kere kumar oynamayı aklına koymuş vatandaşımızı böyle aletlerin durdurması mümkün değildir. Kartlı turnikeyi aşamayan yiğidimiz bu defa `casino’ görevlilerine rüşvet teklif ederek içeri girmeye kalkışacak, ama rüşvetin bir toplumsal ayıp olduğunun bilincinde olan görevliler bu teklifi reddederek “sayın bayım, bakanlığımız, durumu uygun olmayanların buralara girmesini sakıncalı bulmaktadır. Biz bu emre uymakla yükümlüyüz, paranız sizin olsun. Ziyanı yok biz de kaybedelim ama vatan sağolsun” diyerek kişiyi tersyüz edeceklerdir.
Bence bu kumarhane işine bulaşmış bütün turizm bakanlarının bu son haberden fevkalade alınması lazımdır. Çünkü, böyle etkin bir önlemi düşünemedikleri için bir defa hepsi geri zekalı yerine konmaktadırlar. Ayrıca da evvelkilerin almış oldukları önlemlerin de bir işe yaramadığı söylenmektedir. Halbuki mesela “karısından izin almayanın kumar oynayamaması” , ya da “bakanlık memurlarına başvurup kart alma” önlemleri öyle bir kenara atılabilecek önlemler midir?
Bunların hepsi tarihe geçecek buluşlardır ve siyaset bilimi okutan gelecekteki okullarda ibret diye okutulup böyle abukluklardan korunmaları öğretilecektir.
Genellikle yanlış bilinen bir olgu, “boğaların, kırmızı renge kızdıkları”dır. Gerçek ise böyle değildir. Kırmızı renge boğalar değil inekler kızar. Boğalar, kendilerine kırmızı gösterildiklerinde inek yerine konuldukları için kızıp kırmızıya saldırırlar.
Bu kartlı turnikeye saldırasım geliyor.
Cuma, 12 Mayıs 1995
-
May 25 2012 POLİTİKA NİÇİN ÇÖZÜM ÜRETEMİYOR?
Ülkemizde ve de birçok ülkede politika, toplumları tatmin edebilecek çözümler üretemiyor. Toplumlar mı tatmini güç istekler ortaya koyuyor, politikacılar mı yetersiz, tarihsel süreç olağan çizgisini mi izliyor ya da herbirinin payları mı var?
Bu, kaya gibi sert, nüfuz edilemez görünüşlü soruyu, Türkiye yetmiyormuş gibi genelleyip bir de Dünya ölçeğinde yanıtlamaya kalkışmak pek akıllıca görünmüyor. Ortaya konuluşu her ne kadar aynı sözcüklerle de yapılsa, bu soru’nun her ülkede farklı yanıtları olduğu, daha da doğrusu bir kısım yanıtlarının ortak, bir kısmının da ülkeye özgü olduğu bellidir.
“Türkiye’de politika, toplumu tatmin edecek çözümleri niçin üretemiyor?” şeklinde bir soruya verilebilecek tek yanıt olmayıp, “bir dizi cevap” bulunmaktadır.
Ama, bu yanıtları aramadan önce, bu soru’nun “doğru formda” olup olmadığına bakılmalıdır. Soru bu haliyle, “politika, geçmişte tatminkar çözümler üretmiş ama artık üretemiyor” gibisinden bir anlam taşıyor. Halbuki bu doğru değildir ve hemen herkesin kabul edebileceği gibi ülkemizde politika -geçmişten bu yana- toplum ihtiyaçlarını cevaplamada hep yetersiz kalmıştır.
Bunun bir işareti, insanlık ailesine katkımızın yetersizliği ve aileyle aramızdaki gelişmişlik farkının kapanmayıp açılmasıdır. O halde, “doğru form”daki soru, “Türkiye’de politika, toplumu tatmin edecek çözümleri eskiden bu yana niçin üretememiştir?” şeklinde olmalıdır.
Bu soru’nun “bir dizi” yanıtının simgelediği her “neden”in, sonuç üzerindeki etkisi pek kolay bilinebilir değilse de, bazı nedenlerin diğerlerinden daha etkili olduğu açıktır.
Buna göre, ülkemizde politikanın toplumu tatmin edebilecek çözümler üretememiş oluşunun en önemli sebebi, politikanın ürettiği çözümlerin sorunların nedenlerine değil, liderlerin, onların danışmanlarının, kısacası politik kadroların, kaynağı kendilerinden menkul “görüş”lerine dayalı oluşudur. Daha da kısacası, politik sistemimiz “çözüm” üretmede değil, “neden” belirlemede yetersizdir.
Politik sistemimize politikacılardan, onlara da içinden geldikleri toplumdan bulaşmış olan bir toplumsal hastalık, sorunların nedenleri üzerinde durmayıp, kısa yoldan çözüm üretmeye çalışmaktır denilebilir.
Ev kadınlarından öğrencilere, akademisyenlerden köşe yazarlarına kadar toplumun büyük bölümü, kendilerini rahatsız eden sorunların nedenlerini aramaksızın doğrudan çözüm aramakta ve de -işin kötüsü- bulmaktadırlar.
Ev kadını, geçim sıkıntısına çözüm olarak eşinin daha yüksek ücret almasını; üniversiteden mezun olup iş bulamama tehlikesini hisseden öğrenci çözüm olarak devletin kendisine iş vermesini; ücretinin düşüklüğünden yakınan öğretim üyesi YÖK’ün kaldırılmasını; siyasetteki bölünmeden şikayetçi köşe yazarı da partilerin birleşmesini “çözüm” olarak önermektedir.
Belirli bir gecikme ve deformasyonla da olsa bu “çözüm”leri uygulamak durumunda kalan idari ve politik kadrolar ise, bu “çözüm”lerin işe yaramadığını zaman içinde herkesle birlikte görmekte ve çaresizlik içinde yeni “çözüm”ler peşinde koşmaktadırlar.
Halk da bu çözüm arama hastalığına tutulmuş ve o da çözüm olarak denenmemiş saydığı partilere oy vermeyi bulmuştur.
Bu yaklaşımların tek ortak yanı ise, “sorunların nedenleri üzerinde durmamak”tır. Bu öyle bir süreç haline gelmiştir ki, giderek ağırlaşan sorunlar, çeşitli kesimleri “daha kestirme”, “daha sihirli” çözümler aramaya itmektedir. Artık kimsenin biraz olsun “niçin” sorularına ayıracak sabrı kalmamış, tam bir toplumsal panik psikolojisine düşülmüştür. Bu panik hali, politikacıları baskılamakta, “neden”leri tamamen bir yana itip daha da kestirme “çözüm”ler aramaya itmektedir.
Ortaya konulan sorun’un ikinci bir nedeni, toplumun politikadan çözümünü beklediği sorunların hemen hepsinin içinde, kendisinin de payının bulunduğunu göremeyişidir. Halk, çeşitli sorunların kendi dışında oluştuğunu, kendi payı varsa dahi bundan görmesi gereken cezanın başkalarına göre çok daha küçük olduğunu savunmaktadır. Bunda doğruluk payı vardır. Halkın tek tek bireyler olarak sorunlardaki payları küçüktür. Ama halk kalabalıktır ve her alanda küçük, affedilebilir görünüşlü ama “çok sayıda” kusur işlemekte, ortak olmakta ya da en azından tepkisiz kalarak, büyük sorunlar için sağlam bir mozayik temel oluşturmaktadır.
Bu yanlış algılamanın bir nedeni, olayların nedenlerini aramayan, farklı görünüşlü sorunların aynı nedenlerden kaynaklandığını ortaya koyamayan “neden aramayan düşünce stilimiz”dir.
“Politikanın çözüm üretemeyişi” sorununun bir diğer nedeni, katılımcılık yerine temsilciliğe dayalı politika; onun bir nedeni ise toplumumuzun örgütlenmemiş oluşudur. Demokrasinin, “örgütlenmiş çıkar kesimleri arasındaki uzlaşıya dayalı dengeler rejimi” olarak algılanmayışı, örgütlenmek ve bizzat katılmak yerine “tüm yetkilerini temsilcilere devretmek ve tüm sorunlarının çözümlerini de onlardan beklemek” biçiminde bir demokrasi anlayışını yerleştirmiştir.
Örgütlenecek ve sorunlarının nedenlerini arama becerisi kazanacak olan kesimler, sorunlarının önemli bir bölümünün nedenlerini ortadan kaldırabilecek “çözüm”leri bulabilecektir. Böylece, politik sistemin sorun çözme yükü önemli ölçüde hafifleyecek ve yerine getirmesi gereken gerçek işlevlere yönelebilecektir.
“Politikanın tıkanması” olarak adlandırılan “çözüm üretememe”nin bir başka ama çok önemli bir nedeni, toplumun beklentileriyle çabaları arasındaki bağın kopmuş oluşudur. Bu kopma sebepsiz değildir. Toplumda, üretmeden tüketmenin bir beceri olarak gösterilmesi, bunun her fırsatta sergilenmesi, üretmeden tüketmenin bir istisna değil, bir genel yaşam biçimi olabileceği gibi yanlış bir değer ölçüsünün oluşmasına yol açmıştır.
En somut örneği, “enflasyonun etkisini karşılayacak ölçüde ücret ve taban fiyat zammı” uygulaması olan bu rüya, yaşanan ekonomik çöküntüye rağmen henüz bitmemiştir. Bitmesine imkan da yoktur, çünkü hala kimse, yaşamın temel denklemi olan “ürettiğin kadar refah içinde yaşayabilirsin” ilkesini halka söylememektedir.
Gerçek rekabet gücü yüksek çok ama çok az mal ve hizmet üretebilen toplumumuz, hala bir çok mal ve hizmeti tüketme hakkı bulunduğuna inanmaktadır. “Üretim”i, “buluşçuluk”u hala gündemine almayan politikacı, medya ve toplum, orta çağın simya bilimini canlandırmaya çalışmaktadırlar.
“Politikanın çözüm üretemezliği” sorununa yol açan çok sayıdaki neden içinden başlıcalarının sonuncusu, politik sınıfın bu resmi topluma göster(e)meyişi, bunu, popülizm ve/ya bilgisizlik nedeniyle yap(a)mayışıdır.
Evet, bu nedenlerden dolayı Türkiye’de politika tıkanmıştır. Bu tıkanıklığı aşmanın yolu kişilerde değil, bu yaklaşımdadır. Tıkanmış olan sistemin söyleminin özeti ise “o kötüdür bana gelin” biçimindedir.
Türkiye’nin gündemini, sorunların çözümüne değil nedenlerine oturtmadıkça, buluşçuluk ve üretimi, kamu yönetimi de dahil olmak üzere her konunun temeline yerleştirmedikçe, özgürlükler ortamını kurmaya imkan yoktur.
Özgürlükler mi üretim mi tartışmalarını aşıp, ikisinin de birbirinin hem nedeni hem sonucu olduğunu görmek zorundayız.
Bunu, mevcut politik kadrolar -eğer resme böyle bakabilirlerse- yapabilirler. Ama eğer yap(a)mazlarsa o takdirde politikadaki tıkanmışlığın aşılması, ancak yeni kadroların gelmesiyle mümkündür. Bekleyelim göreceğiz!
Cumartesi, 08 Ekim 1994
-
May 25 2012 POLİTİKA YALNIZCA SOYUNDURUR!
“Kötü doktor candan, kötü imam dinden eder” deyişiyle aynı bir şey kastedilmiş olsa gerektir: yanlış tanı çok zarar verir! Çünkü kötü doktor ile kastedilen herhalde, hastalığa yanlış teşhis koyup yanlış yolda tedavi uygulayan kişi, kötü imam ile de, dini öğretileri yanlış yorumlayıp insanları yanlışa yönlendiren kişi anlatılmak istenmektedir.
İnsanlarımızın yıllardır en önemli sorun, hatta tüm sorunların kaynağı olarak gördükleri şey, politikacılarımızın yetersizliğidir. Bu tanı, çeşitli entellektüel düzeylerde çeşitli biçimlerde dile getirilir: “sokak meclisin önünde”, “biz bu politikacılara layık -müstahak denilmek isteniyor- değiliz”, “bize, çözüm üreten politikacı lazım” gibisinden..
Bu tanının ardından doğal olarak çözümler gelir: “dışarıdan politikacı ithal edelim”, “meclise gidecekleri sınava sokalım” gibi..
Bu teşhisin doğruluğundan kuşkulanmayan askerler de yaptıkları üç darbede mevcut politikacıları safdışı etmişler, yerlerine enfekte olmadıklarına inandıklarını getirmişler, ama her ne hikmetse bir süre sonra onlar da eskileri gibi davranmaya başlamışlardır.
Bu tanı, üzerinde kuşku duymak bir yana giderek pekişmektedir. Liderler de halkın eğilimlerine uyarak, giderek daha önemli, daha yüksek ünvanlı, daha zengin kişileri meclise sokmak için kolları sıvamışlar ve sokmuşlardır.
Hatta, daha büyük fedakarlıklara bile katlanılmış, bu tür yaramaz insanların hep erkekler içinden çıktığı tesbit edilerek meclise ve genel olarak politikaya daha çok sayıda erkek olmayan kişi sokulmuştur.
Fakat sonuç nafiledir. Halkımız yine politikacılardan yakınmakta, hatta şimdi eskisine göre daha çok yakınmaktadır.
Acaba şöyle bir deney yapılsa ve daha büyük bir meclis binası yapılıp, 35 milyon seçmenin tamamı milletvekili haline getirilse ne olur?
Pratik güçlüklerin (kavgaların ayrılması, yoklama ve oylamaların ad okunarak yapılması, söz isteyenlerin sıraya konulması gibi) olacağı bir gerçektir. Ama bunların bir şekilde aşıldığı (kavgaların ayrılmayıp nüfus planlaması amacıyla kullanılması gibi) varsayılsa acaba ne olacaktır? Vatandaşlarımız bu defa kimden şikayet edeceklerdir?
İşte herhalde ancak o zaman görülecektir ki, politikacılarla vatandaşlarımız arasında bir nitelik farkı yoktur. Politikacı, halkın soyunmuşudur. Zaten başka türlü olmasına imkan da yoktur. Bu imkansızlık, halkımızın içinde daha yüksek nitelikli insanlar olmadığı için değildir. Bizim toplumumuz da -aynen başka toplumlar gibi-, nitelik dağılımı açısından normal dağılım’a uygundur. Yani içinde belirli oranda, yüksek ahlaklılar, bilgeler ve nadir insanlar bulunmaktadır. Bunların sayısı başka toplumlara göre çok az da olsa bir meclis oluşturacak sayının temini sorun olmayacaktır. 65 milyon kişinin içinde yüzbinde bir oranında bulunabilecek kişilerden 650 milletvekili çıkacaktır. Sorun bu insanların bulunması değil, halkımızın bu insanlara katlanıp katlanmamasıdır.
Genelde politikacı, özelde ise milletvekili Çin vazosu değildir. Köşede tutulup teşhir amacıyla kullanılmaz. İnsanlar, kendi değerlerini paylaşan, bunu da somut olarak eylemlerine yansıtan insanları seçeceklerdir. Yerel yönetim meclislerine de TBMM’ne de seçilecek insanlarda bu değer ortaklığı ve eylem birliğini görmek isteyeceklerdir.
Nitekim, örneğin Kilis’te il yapma karşılığında kendilerinden oy isteyen, fındık taban fiyatını diğer parti lideriyle açık artırmaya sokan, giderayak seçim bölgesine para transfer eden politikacılara karşı takınılan tavırlar, insanlarımızın politikacılarımızdan -belirli konular dışında- yakınmaya hakları olmadığını göstermektedir. Yakınma hakkı bulunan konular ise, kendilerine niçin daha fazla kişisel ya da grupsal menfaat sağlanmayışıyla sınırlıdır.
Zaten pratik de aynen böyle işlemektedir. Politikacıların niteliklerinden yakınmalar ise daha çok misafir odaları ve içki sofralarına özgüdür. Çünkü oralar biraz da hayal kurulan, gerçek olmayan, olması istenmeyen konuların konuşulduğu yerlerdir. Ertesi gün misafirlik bitip, içkinin verdiği rihavet kalkınca yaşam pratiği başlar ve bir gece evvel erdemsizliğinden yakınılan politikacıdan, ya bir yakının olmayacak tayininin yapılmasını, ya SİT alanındaki arazisine imar verilmesini, ya da devlet bankasından kredi almak için genel başkanına baskı yapmasını isteyecektir.
İnsanlarını kendine benzemez sandığı Anadolu’ya ilk gidişinde kendisine benzer insanlar görmenin şaşkınlığını yaşayan toy şehirlinin, “halkımız meclisin ilerisinde” safsatasını bir yana bırakıp, içinde hepimizin bulunduğu insanımızın nitelik dokusunun niçin sorunlu olduğunu anlamaya çalışmak, en akılcı yoldur. Evet biz niçin böyleyiz? Doğru soru budur..
Pazar, 14 Temmuz 1996
