• GÜNEŞ VE AY TANIK İSTEMEDİ!

    “Herkes hazır, o büyüleyici anı yaşamak, hissetmek istiyor. Yöre halkı yerli ve yabancı konukları izliyor. Ay yavaşça güneşi örtüyor. Etraf karardı. Onlar, kısa beraberlikleri için tanık istemediler, yalnızlığı seçtiler diyorum kendi kendime..”

    “ Sonra.. sonra büyü bitti. Ayrılık zamanı gelmişti. Ay bir veda busesi kondurup hüzünle uzaklaşmaya, sevgilisinin o büyüleyici ışığına yeniden geçit vermeye başladı…”

    “Sevgili izleyiciler..müthiş bir an. Evet şimdi ay güneşle öpüştü, iki sevgili gibi tamamen örtüştüler..”

    Bunlar, gazete ve TV’lerimizde, yüzyılımızın son güneş tutulması nedeniyle yayımlanan yazı ve sözlerden alıntılar. Bilim adamlarımızla yapılan röportajlarımızın içeriği de pek farklı değil. Bir de güneşe gözlüksüz bakılmaması konusunda inanılmaz yoğunlukta bir uyarı kampanyası. Aynı akşam CNN Teknoloji Koordinatörü -ki böyle bir pozisyon var- genç ve hoş bir hanım aynı haber için şöyle yorum yapıyor:

    Güneşin korona kısmındaki sıcaklığın yüzeyinkinden daha yüksek olduğu biliniyor, fakat bunun nedeni bilinmiyor. Bunun nedeni anlaşılabilirse, muhtemelen bütün bildiklerimizde bazı köklü değişiklikler olacak. İşte, bütün bilim adamlarının konuya bu denli ilgi göstermelerinin nedeni budur”..

    Bu iki yorum stili arasındaki fark açıkça bellidir. Peki acaba bunun nedenleri neler olabilir?

    Bir nedenin okullarımız olduğu neredeyse kesindir. Ne kendi bedeni, ne çevresi ne de gökyüzü konusunda hiçbir merak aşılanmadan yalnızca bazı adları -o da anlamadığı dillerden olmak üzere- ezbere belleyen çocuklarımızın ve o çocuklardan olma erişkinlerimizin, böylesine bir doğa olayına merak boyutundan yaklaşmaması normaldir.

    İkinci olası neden, karşı cins konusundaki toplumsal baskıların, hemen her fırsatta ortaya dökülmesidir. Nitekim tüm mizah, hatta şov programlarının ana temasının yoğun biçimde cinsellik motifleri içermesi, çeşitli TV programlarında travesti kılıklı kişilerin cinsel taciz sayılabilecek söz ve hareketlerinin dahi kadın erkek hemen herkes tarafından yadırganmayışı da -hatta onaylanışı- bunu göstermektedir.

    Sınıfını geçersen sana bir teleskop alacağım” diyen anne ve babalar herhalde vardır, ama sayıları az olsa gerekir. Bunların sayısı arttıkça, doğa olaylarına belden yukarı ilgi gösterenlerin sayısı da artacaktır.

    15 Ağustos 1999

  • “KAVRAM TABANINDA UZLAŞMA”, ULUSAL BÜTÜNLÜĞÜN TA KENDİSİDİR!

    Değerli dost Dr.Cemil Çakmaklı’nın bir TV konuşmasında vurguladığı, “henüz kavram birliğini sağlayamamış olmak” sorununu yazıma konu almak istiyorum.

    Azeri Türkçe’siyle Türkiye Türkçe’si arasındaki kimi farklar, kavramsal uzlaşının sağlanamadığı hallerde doğabilecek tuhaflıkları ne güzel vurgular. “Karı” sözcüğünü, “saygın hanım, hanımefendi” anlamında kullanan Azeri halkı ile, aynı sözcüğe birisi “eş, zevce”, diğeri ise “pek saygın olmayan kadın” gibi iki değişik anlam yükleyen Türkiye insanı arasında, yok yere bir takım anlaşmazlıklar çıkması kaçınılmazdır.

    1950’de, Demokrat Parti seçimleri kazandığında, aklına gelen her şeyi yapmayı hürriyet sanan iyi niyetli birçok insanın torunları, bugün, demokrasinin yalnızca hak ve özgürlüklerden ibaret olduğunu, sorumluluk gibi üçüncü bir ayağın bulunmadığını zannederek bir kültürel genetik oluşturmuşlardır.

    Serbest piyasa ekonomisini başıbozukluk; de-regulation‘ı kuralsızlık gibi anlayan, daha doğrusu ne olduğu konusunda bir merakı bulunmayan insanımız, bu belirsizlikler üzerine ekonomik, sosyal, siyasal ve diğer yaşam türlerini inşa etmeye çabalamaktadır.

    Bir insan topluluğu, hangi şartlar altında birlikte yaşama isteği duyar?

    Aynı Coğrafya’da doğmuş olmak, pek bağlayıcı bir öğe değildir. Toplumbilimciler, dil ve değer birliğinin birlikte yaşam için zorunlu koşullar olduğunda birleşiyorlar.

    Dil ve değerler temelde sıkı bağlantılıdır. Belirli bir şeyi farklı adlandıran, ama bunun farkına vardığında uzlaşma yolunu seçen iki insan, değer uzlaşısı yoluyla birlikte yaşayabilirler.

    Şeyleri farklı adlandıran, uzlaşmak da istemeyen, ama yine de birbirine baskı yapmayan iki insan da, “karşılıklı değerlere saygı” ve “ortak yaşam alanlarıyla sınırlı bir uzlaşı”ya razı oldukları takdirde yine birlikte yaşayabilirler.

    Bir arada yaşaması güç olanlar, ortak yaşam alanları da dahil olmak üzere hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayanlardır. Ama bunlar yine de bir şeyin farkındadırlar: hangi kavramlar üzerinde uzlaşamadıklarının!

    Bir arada yaşaması neredeyse imkansız olanlar bu sayılanlar değildir. Kullandıkları kavramlar arasında fark olup olmadığını bilmeyen, üstüne üstlük bunu merak da etmeyen, bunu bir sorun olarak görmeyenlerin bir arada yaşamaları imkansızdır. Bu insanlar sürekli olarak çatışacaklar, fakat çatışma nedenlerini kavram uyuşmazlığına değil bambaşka nedenlere bağlayacaklardır. Bu tür insanlar ve onlardan oluşan toplumlar, toplu yaşamın dayanışmasından yararlanamaz ve birlikte yaşamanın değerini anlayamazlar. Bu toplumların, kavram bütünlüğü olgusunun öneminin farkına varmış olanlarca yutulması kaçınılmazdır.

    Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor.

    Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşısının ve benzer sorunların kökünde az sayıda “kök neden” bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe, bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda –seçkin tavır sahipleri başta olmak üzere- bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyecektir? Ve de söylense kim dinleyecektir?

    İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.

    Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri ahatar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiye’nin önünü açacak bir adımdır.

    Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “geciktirilmiş yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını -geçici bir süre için- terkedecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye -ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye- hazır hale geleceklerdir.

    Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb) değil, daha somut -mesela masa, sandalye gibi- deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir.

    Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?

  • KENDİMİZİ KANDIRMAKTAN VAZGEÇELİM Mİ?

    Müfredat (içerik) denilen, çocuk ve gençlere yararlı olduğunu (ya da ileride olacağını) düşündüğümüz bilgilerin belirli bir sıra dahilinde işlenmesi, yarım milyon öğretmenimizin pratikteki tek yol göstericisi, Milli Eğitim Bakanlığımızın da başlıca performans ölçütüdür.

    Bu anlayışın temelinde, müfredatı oluşturan binlerce ünitenin eksiksiz öğrenileceği, sonra da bunların birbirlerine kopuksuz bağlanarak “bütün”ü oluşturacağı ve böylece yaşama hazır hale gelineceği gibi bir varsayım vardır. Gerçek ise -her zaman olduğu gibi- farklıdır.

    Üniversite bitirmiş rastgele 1000 kişi arasında ondalık kesir çarpımında virgülün yerinin nasıl belirleneceği, çeyrek pastanın üç tam bir çeyrek kişi arasında nasıl pay edileceği, Yeşilköy’de hangi anlaşmanın yapıldığı, dünya ekseninin eğikliğinin neye-nasıl yol açtığı ve bunlar gibi basit temel bilgilerden oluşan bir “okur-yazarlık sınırı saptama sınavı” yapılsa, acaba %20’den daha fazla kişi on üzerinden beş numara alabilir mi?

    Liseyi yıllar önce bitirmiş kişilere değil de, halen lise son sınıflarda okuyan öğrencilere, sınavlarda sorulduğu için belletilen sorular dışında kalabilecek yukarıdaki sorular sorulsa, acaba başarı daha yüksek olur mu?

    Her iki durumda da sonucun, çocuk ve gençlerimizin okullarda işe yarar şeyler öğrendiklerini zannedenler için çok üzücü olacağını tahmin etmek güç değildir.

    Nasıl öğrendiği (öğrenme stili) hakkında, değil öğretmeninin, ana-babasının ve kendisinin dahi bir bilgi sahibi olmadığı çocuklara bir şey öğretmeye kalkmanın imkansızlığını artık görebilmeliyiz.

    Öğrenme stili ve ilgi alanı bilinmeyen bir çocuğa bir şey öğretmenin ne kadar küçük bir olasılıkla mümkün olabileceğini bilenler için yukarıdaki performans tahmini şaşırtıcı değildir.

    Bir bütüne ait olsalar da ayrı ayrı zamanlarda ayrı ayrı öğreticiler tarafından ve ayrı ayrı verimlerde belletilen bilgi parçalarının bir araya gelerek bir bütünü oluşturma olasılığı, rüzgarın savurduğu bir yap-boz’un yine rüzgar tarafından yerli yerine oturtulması şansı kadardır.

    Öğrenme süreci konusunda azıcık deneyimi olanların bile iyi bildiği bir başka gerçek vardır: öğrenilmesi istenilen bir bilginin ya da kazandırılmak istenen bir davranışın öğrenciye verilebilmesi için akla gelebilecek en düşük verimli yol, “söylemek” ve bunların “akılda tutulup istenildiğinde hatırlanmasını istemek”tir. Halbuki eğitim sistemimizin %90 kullandığı metot budur ve “dersi anlatmak”tan ibarettir.

    Rastgele bir araya gelen bir dizi insanın ayakkabı numaralarının, ceplerindeki para miktarlarının, evlerinin büyüklüğünün ya da ahlaki değerlere bağlılıklarını ölçütlendirebilecek göstergelerin “normal” dağılıma uyduğu bilinir. Benzer biçimde, bir sınıfa toplanan belirli sayının üstündeki çocuğun “öğrenme isteklilikleri” de normal dağılım uyarınca dağılır. Bu, bir sınıftaki çocuklar içinde %7 kadarının öğrenme istekliliklerinin, geri kalanlarınkilerden çok daha büyük olması demektir.

    Daha da açıkçası, bu %7’lik kesimin bir şey öğrenmesi için herhangi bir çaba gösterilmesine ihtiyaç yoktur. Bu gibiler çevrelerindeki her türlü imkanı kullanarak yüksek öğrenme yetenekleri dolayısıyla kolayca öğrenirler. Bu öğrenciler kısa süre içinde öğretmen ve diğer öğrencilerce tanınırlar.

    Kalabalık sınıflarda hemen kendini gösteren bu çocuklar, “ders anlatma” (yani söyleme) denilen ve kendileri dışında kalan %93 öğrenci açısından hiç bir şey ifade etmeyen yöntemle dersler işlenirken öğretmenlerin her sorduklarına cevap verirler. Öğretmenler de böylece,“anlattıklarının” sınıfın tamamı tarafından öğrenildiği gibi bir sonuca varırlar. Gerçekte ise %93’lük kesim bir şey öğrenmemektedir.

    Acı gerçek budur. Bu gerçek -belki veliler de dahil- eğitimin tüm taraflarınca bilinmektedir. Fakat bu gerçeği kimse kimseye söylemeye cesaret edememekte, bunun alternatifinin sorulacağı korkusuyla “kralın çıplak olduğu” söylenememektedir.

    Evet kıal çıplaktır. Çocuk ve gençlerimiz, bu denli emek ve umut harcadığımız halde, temel varsayımlarımızın ve bunlara dayalı yöntemlerimizin yanlışlığı nedeniyle işe yarar şeyler öğrenememektedirler.

    Eğitim konusunda konuşmayı ve hareket etmeyi kendi tekelinde sayan, koşullandırmaya yönelik bilgileri çocukların kafalarına tıkıştırmayı eğitim bilimi olarak topluma kabul ettirmiş sınıf ise bu oyunun bilimsel aktörleridir.

    Eğitimi niçin yapıyoruz? Her gün eskiyen bilgiler karşısında karatahta ya da bilgisayarla, ama illaki “öğretme” yoluyla bu çocuk ve gençlere verdiğimiz bilgiler ne işe yarıyor? Kendi doğrularımızı tek doğrular olarak verirken, başkaları da kendi doğrularını -üstelik daha süratle- veriyorlar.

    Böylece oluşan doğru kutupları, laik-müslüman, Türk-Kürt, sağcı-solcu, Alevi-Sünni, işçi-işveren formaları altında çatışıyorlar. Bunun önüne sekiz yıllık eğitimle geçilebilir mi?

    Her sorunun nedeni olarak “eğitim”in gösterilmesi doğrudur. Ama acaba eğitim nedir? Bin yıl önceki eğitimle yüz yıl önceki ve bugünkü eğitim hangi ihtiyaçlara yöneliktir. Eğitim, basmakalıp ve tartışmaya kapalı olarak önümüze koyulan “istendik bilgi, beceri, tutum ve davranışları kazandırma süreci” midir?

    Bu konularda soruları sormaya cesaret gösterdiğimiz, bunların cevaplarını karışık olmayan zihinlerle verebildiğimiz; eğitimi, o sürecin taraflarının söz ve eylem hakları olan bir alan olarak görmeye başladığımız takdirde düzelme başlayabilir.

  • “KILÇIK DİYAGRAMLARI“ YOLUYLA SORUN ÇÖZMEK

    Sizlere, bir Japon bilim adamı, Prof. Ishikawa’nın adıyla da anılan (Ishikawa diyagramı) bir sorun çözme metodundan bahsetmek istiyorum.

    “Kılçık (fishbone) Diyagramı” ya da “Niçin-Niçin (Why-Why) Metodu” da denilen bu sorun çözme yöntemi ilk bakışta çok basit ya da “zaten bilinen” bir yöntem olarak nitelenebilir.

    Ama toplumumuzda çoğu soruna böyle yaklaşılmadığı da bir gerçektir. Sorunlarımıza genellikle sonundan başlanır. Yani teşhisten değil çözümden başlamak adet olmuştur.

    Teşhis evresinde herkesin aklında hangi yöntemi kullandığı ya da bir yöntem kullanıp kullanmadığı belli olmadığına göre, teşhislerin ve dolayısıyla da çözümlerin aynı ya da hiç olmazsa birbirine yakın olması beklenemez.

    Kılçık Diyagramı yaklaşımında ise işe, soruna yol açan nedenlerin belirlenmesinden başlanır. Bir balığın kılçığı göz önüne getirilirse, balığın başı, nedenleri teşhis edilmek istenen sorunu temsil eder. Bu başa (yani soruna) saplanan ve kuyruğa gittikçe küçülen kılçıklar ise sorun açısından giderek önemi azalan nedenleri temsil ederler.

    Başlangıçta hangi nedenin diğerinden daha önemli olduğundan emin olunamayan hallerde -ki çoğu sorunda durum böyle olabilir-, kabaca yapılabilecek tahminlerden yola çıkılıp, daha sonra önem sırası düzeltilebilir.

    Daha sonra, omurgaya saplanan her kılçık ayrı birer sorun olarak ele alınıp, bu yeni omurgacığa saplanan yeni küçük kılçıklar yani o sorun parçasının nedenleri araştırılır. Bundan sonra bir aşama daha ilerlenip yeni kılçıklar omurgalar şeklinde ele alınıp onlara yol açan neden(ler) aranır.

    Bu işlemlere, şu iki uç noktadan birisine varılana dek devam edilir:

    1. Saptanan en uç kılçık, eldeki imkanlarla çözümlenmesi mümkün olan bir sorunu temsil etmektedir,

    2. ya da saptanan en uç kılçık, eldeki imkanlarla çözülemez bir sorundur.

    Her iki halde de varılan uç kılçıktan ileri giderek yeni kılçıklar aramaktan vazgeçilir. Çünkü birincisinde aramaya devama gerek yoktur. İkincisinde ise sorunun çözümünün imkansızlığı nedeniyle fayda yoktur.

    Bütün omurga üzerindeki bu “çözümü imkansız” kılçıklar farklı bir renkle işaretlenir. Geri kalanlar ise soruna ait “çözüm seti”ni oluştururlar.

    Aynı amaca yönelik olarak ve kılçıkları çizmek yerine bu defa, nedenleri, onların nedenlerini ve o nedenlerin nedenlerinin nedenlerini ile alt alta yazmak suretiyle aynı işlemler yazılı olarak yapılabilir. Buna da “Ardışık Sorma Metodu” denilebilir.

    Buraya kadar sözel tanımı yapılan bu sorun çözme metodunu bir örnekle açıklamakta yarar vardır. Karmaşık bir sorunun alacağı yerin, bu yazının sınırlarını aşması olasılığı nedeniyle oldukça dar kapsamlı bir sorun ele alınıp, onun da bir kısım nedeni analiz edilecektir. Amaç soruna yol açan “tüm” nedenleri aramak değil, metodun nasıl uygulanacağını göstermektir.

    Kılçık Diyagramları göze hitap etmesi dolayısıyla özellikle orta eğitim düzeyindeki kişilere yani sokaktaki insana daha uygundur. Bu nedenle de Japon işçisinin hemen tamamına bu metod öğretilmiştir.

    Ardışık Sorma Metodu (ASM) ise prensip itibariyle tamamen aynıdır. Ancak gösterimi, birincisi kadar çarpıcı değildir. Kılçık Diyagramının gerektirdiği yer dolayısıyla burada ASM kullanılacaktır. Örnek olarak “Hava Kirliliği” sorunu incelenmiştir:

    1. kötü kömür

      1. yıkanmamış kömür

        1. ucuza mal etme eğilim

          1. tüketici bilinçsiz

          2. tüketici geliri yetersiz

          3. zorlayıcı mevzuat yok

      1. belediyelerin yaptırımı yetersiz

        1. denetim personeli eğitimsiz

        2. rüşvet teklifleri

          1. düşük ücretler

          2. ahlak sorunları

          3. rüşvetin kurumlaşmış oluşu

    1. kötü yakma

      1. soba yakmanın tam bilinmeyişi

        1. halkın eğitilmemişliği

          1. halkın eğitiminin öneminin takdir edilmeyişi

        2. kaloriferci eğitimsizliği

      2. dar kapsamlı eğitim kavramının yerleşmemişliği

      3. düşük soba / kalorifer verimi

        1. mevzuat yetersiz

          1. konunun önemsenmeyişi

            1. bilim ve teknoloji kurumlarının ilgi göstermeyişi

            2. idarenin ilgi göstermeyişi

            3. düşük verimli soba üretenlerin olası baskıları

        1. yüksek verim teknolojisi yetersiz

          1. (bak. 2.3111)

          2. mucit azlığı

            1. desteklenmeyişi

              1. kurumsal eksik

                1. (Bak.2.311)

    1. Araç ekzostları ………………….

    Analize bu şekilde devam edilerek, Hava Kirliliği sorununa yol açan nedenlerin hemen tamamı sıralanabilir. Bundan sonra Pareto Analizi adıyla bilinen ve bir soruna yol açan nedenlerin %20’sinin, sorunun %80’ini oluşturduğunu ifade eden kural uygulanarak daha az sebebe indirgenebilir.

    Yukarıdaki analizde dikkat edilmesi gereken bir nokta, baştan hava kirliliği ile ilgisi olup olmadığı pek belli olmayan nedenlerin neden listesinde yer almış olmalarıdır. Metodun ilginç yanı da budur.

    Görevi sorun çözmek olanların böyle bir metod kullanmaksızın gerçek nedenlere varabilmeleri hemen hemen imkansızdır. Bazı sorunlarımızın niçin hiç çözülemediği daha iyi anlaşılıyor değil mi?

  • KUŞKUSUZLUK ZIRVA ÜRETTİRİR!

    Çocuklarımız, aile içinde ve okulda yetiştirilirken, edindirilmeleri en arzu edilen özelliklerinden birisi herhalde “doğruları bilip dile getirmesi” olsa gerekir. İşte bu yüzden bütün okul sistemi “doğruları bilmeye” dayandırılmıştır.

    Kurbağanın sindirim sisteminin kesiti, Mohaç Meydan Savaşı’nda kaç kişinin öldüğü, bileşik kesrin sol yanındaki sayının adı ve birkaç on yıla varan “öğretme” süresi boyunca bunlara benzer bir takım “doğrular” boyuna öğretilmeye çalışılır.

    Bu doğrular öğretilirken söylenmeyen, ama bunlardan daha kuvvetle doğruluğu telkin edilen başka iki “doğru” ise, “doğruları bilmenin, medeni insan olmanın ön-koşulu olduğu” ve “doğruların tek olduğu, iki farklı şeyin aynı anda doğru olamayacağı” yolundadır.

    Çocuklarımız, kurbağa, Mohaç ve bileşik kesirlerle ilgili doğruları pek öğrenmeseler de, hepsinin on üzerinden on numara alacağından şüphe edilmemesi gereken ortak bilgileri, bu iki sonuncusudur. Üniversitelerde “sağcı” ve “solcu” çocuklarımızın ölesiye dövüşmelerinin zihinsel temelleri, bu örtülü öğretilere dayanmaktadır.

    Çocukluktan gençliğe adım atılıp, öğrenilen doğrulara dayalı düşünceler dile getirilmeye, savunulmaya, bunlara taraf olmaya ve hele bunlar kamuoyu belleğinde yer edecek yaygınlıkta dile getirilmeye başlanınca, her yazıp söylediğimizin bir öncekiyle tutarlılığı denetlenmeye başlanınca, şu iki yoldan birisi -ya da bileşimi- kullanılmaya başlanır.

    Doğruların, onları çevreleyen koşullara bağımlı oldukları, o koşulların varlığından sürekli olarak kuşku duyulması gerektiği, ancak ahmaklar ve cesetlerin doğrularının değişmediğini ya da değişmez Tanrısal doğruların ancak O’nun tarafından bilinebileceğini alçakgönüllülükle kabullenmek bir yoldur.

    İkinci yol ise, “ben yirmi yıldır hep aynı şeyi söylerim” şablonudur. Bu durumda yapılması gereken, eski doğruları yeni durumlara uydurabilecek ek kavramlar bulmak, ne demek olduğu belli olmayan süslü sözler söylemek, eski doğrunun yanlış anlaşıldığını iddia etmek, yani kısacası zırvalamaktır.

    “Kuşkusuzluk”, belirli bir meslek ya da ilgi alanına özgü değildir. Kuşkusuzluğun hiç bağdaşmayacağı sanılan bilim alanı en başta olmak üzere, politika, düşün alanı, sanat, gönüllü hizmet gibi dallarda kuşkusuzluk son derece yaygındır. Bu alanlarda uzun yıllar boyunca kalan insanların önemli bir bölümünün savunularına, sözlü ya da yazılı ifadelerine dikkat edilirse, çabanın daima evvelce ifade edilenlerle tutarlı kalma yönünde olduğu görülecektir.

    Eğer bunlar çıkıp, “şu anda dile getirdiklerim, sahip olduğum bilgiler ve mevcut koşullarla sınırlıdır, bunları zenginleştirmek için çaba içindeyim; dile getirdiklerimin geçerlik alanını genişletebilmek için katkılara ihtiyacım var” diyebilseler, ortak akıl yolunda önemli bir adım atmış olacaklar ve büyük bir olasılıkla çok değerli sonuçlara varılmış olacaktır.

    Kuşkusuzluk, toplumumuzun bir numaralı sorunudur. Doğrularımızdan kuşkulanmamanın, bunların değişmez olduklarının en yoğun öğretildiği yerler okullarımızdır. Bu biçimde koşullandırılan genç beyinler, kendi doğrularını ölesiye savunmayı bir marifet saymaktadırlar.

    İrticanın -her türünün- kökeninde kuşkusuzluk, duyduğuna yüreğinden başka kanıt aramamak, böylece zihinlerde oluşan sanal çatışmasızlık ortamında yaşama arzusu yatmaktadır.

    İrtica ile mücadelenin formülü, kuşkusuzlukla mücadeleden geçmektedir.

  • ÇİZME AŞILMALIDIR!

    İş adamı Sakıp Sabancı’nın Doğu ve Güneydoğu hakkındaki görüşlerini ifade etmesine olumlu-olumsuz çeşitli tepkiler gösterildi. Bu tepkilere -birisi hariç-, en az hakkında konuşulan görüş kadar saygı duymak gerekir.

    Tepkilerden bir tanesi ise üzerinde uzun uzun durulmaya, hatta sosyal laboratuvarlarda incelenerek altındaki hastalıkları teşhis etmeye değer niteliktedir. Kısacası çok ama çok değerlidir. Bu istisnai tepki, “çizmeyi aşma” uyarısıdır.

    Bu “çizme”, kuşkusuz sembolik anlamda kullanılmakta ve toplumun çeşitli renklerde çizmelere sahip kesimlerden oluştuğunu, her kesimin bir görevi olduğunu, ülke sorunları konusunda düşünce üretip ifade etmenin ise belirli renkte çizmeye sahip bir kesimin işi olduğunu, başka kesimlerin bu konularda düşünce üretip ifade edemeyeceğini, daha da ötesinde yönetime katılamayacağını kaba bir dille anlatmaktadır.

    Gelişmiş, çoğulcu demokrasiye sahip toplumların bir ortak özelliği, “çok elbiselilik” denilebilecek bir özelliktir. Bu ilkeye göre herkesin birden çok “elbisesi” bulunacak, yerine göre bunlardan seçip giyebilecektir.

    Bu ilke aynı zamanda bir “elbise”nin, ancak onunla ilgili kurum içinde giyilebileceğini, örneğin “Mahalle Güzelleştirme Derneği”, “İşçi Sendikası” ve “Siyasi Parti” üyesi olan bir kişinin siyasi elbisesiyle dernek toplantısına, ya da sendikacı elbisesiyle siyasi partiye gitmemesi gerektiğini söylüyor.

    Demokrasi yerine diktatörlükle yönetilen ya da buna teşne toplumlarda ise insanların tek elbisesi bulunur. Hatta, bu tek elbiseler emeklilikte dahi çıkarılmaz.

    Bu tür toplumlarda her görevin sorumluları bellidir ve hiç kimsenin elbise değiştirerek farklı bir görev yapması mümkün değildir. Başlıca görevler ise, “yönetme” ve “yönetilme” den ibarettir.

    Yönetenler, insanları değil devleti seven, yönetme işlevi için her türlü yeteneğe doğuştan (ve ırken) sahip, yönetilenler ise bunlara sahip olup olmadığı belli olmayan “şüpheli”lerdir. Yönetilenlerin tek görevi yönetenleri beslemektir. “Doğru”, “iyi” ve “güzel”ler yönetenler tarafından belirlenecek, yönetilenler ise bunlara itaat edeceklerdir.

    İnsanlar ise doğuştan buna uygun değildir. İnsan yavrusu soru soran, merak eden, itiraz eden, deneyen, başaran ya da başaramayan böylece gelişen bir yaratıktır.

    Diktatör özlemli yönetim türleri, bu tür insandan hoşlanmaz. Onlara soru sormayan, neden aramayan yalnız itaat eden, yani çizmesinin boyunu aşmayan insancıklar gereklidir.

    İşte otokrat gelenekli toplumların eğitim sistemlerine egemen olan “EZBER”in altında yatan neden budur. Ezber, çizmesinin boyunu iyi bilen onu katiyen aşmayan tek tip insanlar yetiştirir.

    Ezberin, bu kadar çok sorunumuz arasında önemli bir sorun olmadığını zanneden çok kimse bulunabilir.

    Ama işte bu “çizmeyi aşma” uyarısı, ezber yoluyla insanların niçin iğdiş edilmekte olduğunu acı ama çok öğretici biçimde ortaya koymaktadır.

    Bu ülke insanlarını, kendi çağdışı kalıplarına göre çizme boylarına ayırmaya, en uzun çizmeyi de kendi ayağına giymeye kalkışmaya iten düşünce biçimini hep birlikte teşhis etmek, hangi makyajı yaparsa yapsın onu tanımak zorundayız.

    İnsanlarımız, bu ülkenin bütünlüğünü korumak için tabii ki düşünce üretecekler ve onları özgürce ifade edeceklerdir. Bu, çizme aşmaksa her vatandaşımız çizmeyi aşmalıdır. Hatta çizmeyi aşmak bir görevdir.

    Şu söz unutulmamalıdır: Bir davaya, onu akıllıca eleştirenler değil onu ahmakça savunanlar zarar verirler!

    Pazartesi, 13 Kasım 1995

  • DEMİNG’İN BONCUKLARI!

    Batı tipi üretim kültüründeki yanlışları sergilemek yine bir Batılı’ya düşmüştür. W.Edward Deming’in derslerinde kullandığı bir örnek, yalnız üretim kuruluşlarımız için değil tüm kurumlarımız için ders alınabilecek çarpıcılıktadır.

    «Derse katılanlardan altı gönüllü ve deneyimsiz “işçi” istenir. “Şirket” gerekli eğitimi sağlayacaktır. Bir miktar ikna çabasından sonra gönüllüler ortaya çıkar. Şimdi, kalite için ilave kişiler gerekmektedir.Yine katılımcılar arasından iki kalite denetçisi atanır. Bunlardan beklenen tek yetenek yirmiye kadar sayabilmeleridir. Nihayet, bir Baş Denetçi ve bir Kayıt Görevlisi seçilir. Deming ise takım yöneticisi olarak görev yapacaktır.

    Altı işçi, dört idari eleman ve bir yöneticiden ibaret tipik bir çalışma ortamı oluşturulmuştur. Bu, en iyi ve en son yönetim tekniklerini uygulayacak olan bir fabrikadır. Fabrika, “Beyaz Boncuklar” üretmekte, fakat zaman zaman aralarına kırmızılar karışmaktadır. Bunlar hatalıdır ve müşteriler yalnızca beyaz boncuklara para vermektedirler.

    Başlıca üretim donanımı dikdörtgen şekilli iki kaptır. Biri diğerinden biraz daha büyükçe olup içinde toplam olarak 4000 boncuk -3200 beyaz ve 800 kırmızı- vardır. Üretim donanımının geri kalanı ise, üzerinde ellişer adet delik bulunan dikdörtgen şekilli küreklerdir. Deliklerin boyutu, boncukları düşürmeyip kürek üzerinde tutabilecek kadardır. Böylece, küreklerin üzerinde daima 50şer boncuk kalmaktadır.

    Kürekler işçiler tarafından boncuk dolu birinci kaba daldırılıp çıkarılacak ve üzerlerinde kalan boncuklar diğer küçükce kaba boşaltılacaktır. Tabii ki istenen, küreklerin üzerinde beyaz boncukların kalmasıdır. Fabrika standartı olarak her kürekte en fazla 2 kırmızı boncuk öngörülmüş olup, yönetim bu konuda çok titizdir.

    Son derece ciddi bir yönetici olan Deming, üretim tekniğini açıklar: “Dikkat edin, herkesin dikkat etmesini istiyorum” diyerek başlar. “Yöntemde herhangi bir sapma yoktur, dolayısıyla sonuçlarda da herhangi bir sapma olmayacaktır. Büyük kabı sağ elinizle kavrayacak, kürekle alacağınız boncukları yavaşça küçük kaba dökeceksiniz. Şimdi küreği eğip boncuklara tam olarak daldırın ve tekrar dışarı çıkarın. Dikkatli olun ve küreyi sallamayın”.

    Böyle söyledikten sonra küreği kendisi boncuklara daldırır ve çıkarır: 50 boncuk içinde 8 kırmızı vardır. “Gördüğünüz gibi, kasti olarak kırmızı boncukların neye benzediklerini göstermek için biraz fazla kırmızı boncuk aldım. Şimdi kalite denetçilerine doğru yürüyüp küreğinizi gösterin. Her denetçi kırmızı boncukları saysın. Baş denetçi ise kendi saydığını diğer denetçilerinkiyle karşılaştırarak saymanın doğruluğundan emin olsun. Eğer herhangi bir tutarsızlık yoksa, baş denetçi bağırarak sonucu ilan etsin”.

    Baş denetçi bağırır: Sekiz!

    Şimdi bu işçiyi kenara alın.

    Kenara!

    Güzel. Bu şirkette her şey yanlış yapılıyor.Yalnız bir şey hariç: denetçiler bağımsızdır.

    Kenara alınan işçi eğitilmeye başlanır. Deming de bir yandan, bir yöneticiden beklenen klişeleri bağırmaya devam eder:

    O şekilde değil, bana dikkat etmediniz, tam şöyle. Küreği sarsma, doğru açıyla daldır. Biz yalnızca en iyi işçileri istiyoruz, biz mükemmeliyete soyunduk.

    Takım yöneticisi işçisini eğittikten sonra ortalama bir işçi ister. Ken, böyle bir işçidir.

    Güzel. Şimdi Ken bizim ortalama işçimizdir. İlk olarak o üretim yapacak.

    Ken ilk gün üretimine yöneticinin dikkatli gözleri altında başlar. Bir kaptan aldığı boncukları diğerine aktarır.

    Sarsma, beni izlemedin mi? şimdi daha iyi!

    Ken işini bitirdikten sonra baş denetçi ilan eder: sekiz, kenara!

    Ken, pekala, ilk deneme için çok kötü değil, fakat giderek daha iyi olmalısın.

    Sonra Barbara gelir. İlk denemesinde altı kırmızı boncuk alır.Yönetici gürler.

    Bakın Barbara ilk denemesinde altı kırmızı yaptı. Eğer o 6 yapabiliyorsa kimse altıdan fazla yapmamalıdır.

    Lenny ilk denemesinde 11, Noboru 8 ve Cathy 15 kırmızı yaparlar ve yöneticiyi çileden çıkarırlar.

    Bir dakika durun. Cathy, sen beni anlamadın mı? Dikkat etmiyor musun? Böyle bir performans kabul edilemez. Bizim hedefimiz en fazla iki kırmızıdır, sen buna yaklaşamıyorsun bile.

    Sırası gelen Steve 5 kırmızı yapar.

    İlk çeyreğin performans değerlemesi yapılır.

    Steve ilk çeyrekte en iyi işçimizdi.En fazla ücret zammını ve pirimi o almıştır. Terfi sırasına girmiştir. Zavallı Cathy’yi hepimiz sevmemize karşın işini yapamamıştır. Yetenekleri kullanamıyor. Onu işten çıkarmak zorundayız.

    Böylece 3 çeyrek daha geçer. Her çeyrekte kişisel değerlendirmeler yapılır. Her defasında ayrı kişiler en tepede ve en altta kalırlar. Fakat genel sonuçlar değişmez. Deming her defasında daha fazla kızar ve klişelerini tekrarlar. Kim daha çok kırmızı yaparsa ona bağırıp kiminki az ise onu takdir eder. Dört çeyrek yılın sonunda sonuçlar şöyledir:

    Bu tablodaki sonuçlar, benzer yöntemleri kullanan bütün üretim kuruluşlarında hemen hemen aynıdır. İlk çeyrekte en kötü durumda olan Cathy’nin daha sonra yükselmesi, hemen her gün rastladığımız sıradan olaylardandır. Ama deneye daha devam edilseydi, durumunun ne olacağı belli olmazdı.»

    Sonuç şudur: Sistemin ana parametreleri farkedilip onlar geliştirilmedikçe bireysel performanslarla sistemi yönetmek imkansızdır.

    R.Aguayo’nun, “Dr.Deming : The Man Who Tought the Japanese About Quality, 1990” adlı kitabından alıntılar yapılmıştır.

  • DEPREM VE EZBER!

    Televizyonda Ali Kırca, bir yanında AKUT başkanı, diğer yanında okullarda deprem egzersizi yaptıran uzman, deprem sırasında alınacak önlemler konusunda görüşüyorlar. Ali Kırca, deprem konusunda uzman iki kişinin tartışmalarını yönetiyor. İki uzmanın ve sonunda yöneticinin de katılımıyla üç kişinin arasındaki konuşmalar aşağı yukarı şöyle:

    Deprem sırasında alınacak önlemler konusunda çok dikkatli konuşmak lazım. Ağızdan çıkan bir söz insanları öldürebilir.

    Doğru, ama ben Japonya’da 4 yıl kaldım ve öğrencilere konferanslarda öğrettiğim şeylerin doğru olduğunu gördüm. Onlar da, deprem sırasında, çocukların sıra altlarına girmelerini, öğretmenin de kapı altı ve bu gibi sağlam bir yerde durmasını öğütlüyorlar. Benim yaptığım da aynı şeydir.

    Ben, gözlemlerimi söylüyorum. Kocaeli’nde, Gölcük’te, Sakarya’da ne kadar ceset çıkardıksa hepsini masa altlarından kapı kirişlerinin altlarından ezilmiş olarak çıkardık. Dolayısıyla doğrusu, sıra altı , masa altı, yatak altı gibi yerler değil, bunların yanlarında kalan ve “yaşam üçgeni” denilen yerlerde korunmaktır.

    Ama Japonya’da böyle gördük ve ben bunları öğretiyorum. Doğru da yaptığıma inanıyorum. Ama bir hatamız varsa söylenir, biz de düzeltiriz.

    Bu anda Ali Kırca devreye giriyor ve:

    Yanlışım varsa düzeltin diye bir şey olabilir mi? Yanlışınız varsa birçok çocuk ölebilir.

    Efendim ben, yapılmamış bir şeyi başlatıyorum. Bundan sonra istiyorlarsa başkaları devam etsin vs vs..

    Bu üçlü görüşme, doğruların tek olduğu -hele deprem gibi somut bir konuda-, bu tek doğrunun sorgulanamayacağı gibi pek genel kabul gören bir varsayıma dayanıyor. Her iki tartışmacı da kendi savunduğu -hem de gözlemleriyle desteklenmiş olarak- doğrunun tek doğru olduğunu düşünüyor.

    Gerçek ise -muhtemelen-, her iki tartışmacının savunduklarının birleşiminden oluşuyor. Şöyle ki:

    Japonya gibi binaları sağlam yerlerde ya da Türkiye’deki, pek sağlam olmayan ama alçak ve dolayısıyla üzerinde büyük yüklerin bulunmadığı binalarda ya da yüksek binaların üst katlarında, deprem sırasında sıra veya masa altı gibi yerler mükemmel birer koruyucu olacak; hem çürük hem de yüksek binaların alt katlarında ise aynı sıra ve masalar öldürücü birer prese dönüşecebilecektir.

    Bu yönergeyi daha ayrıntılı hale getirip, her bir durumda ne yapılması gerektiği de pekala ortaya konulabilir. Ama net olan şudur ki, bütün durumlar için geçerli tek reçete yoktur. Bir durum kümesi için doğru olanlar, bir diğer küme için yanlış olabilmektedir.

    “Ezber”, bir bilginin değişmez tek doğru olarak kabul edilmesi, buna kalben güven duyulduğu için de sorgulanmamasıdır.

    Okullarımızda -en şöhretli üniversitelerimiz de dahil- ezbere dayalı “öğretim” yapıldığı sürece, bu tür tek doğrularımıza sarılıp, bir durum için geçerli doğruları bulabilmekten mahrum kalacağız. Ulusça yaşadığımız kafa karışıklığının bir nedeni de herhalde, çok doğrululuk üzerine kurulu yaşamı tek doğrululukla algılamaya çalışmamızdan kaynaklanıyor.

  • “DONANIM ” VE “KULLANICISI”

    Ülkemizdeki kamu ve özel sektör kuruluşları, ürettikleri mal ve hizmetler için belirli bir zaman aralığında ne kadar “donanım” masrafı yaparlar? Burada “donanım” sözcüğü ile her türlü fiziki varlık kastedilmektedir. Röntgen cihazı, bilgisayar ya da otoyol gibi. Her kuruluşun yıllık gider raporlarında bu miktarlar bellidir.

    Diğer yandan, bu “donanım”ları kullanarak bir fayda elde edecek kişilerin (kullanıcı), bu donanımları usulüne uygun kullanabilmeleri, donanımdan beklenebilecek işlevleri en yüksek verimle alabilmeleri, arızaların en ucuza ve en kısa sürede giderebilmesi için de eğitilmeleri gerekmektedir. Bu eğitimlerin giderleri de yine kuruluşların raporlarından çıkarılabilir.

    Kullanıcı eğitimi için harcanan toplam paranın donanım için harcanan paraya oranı, önemli bir “gösterge” olup, bir toplumun kollektif aklı’nın şaşmaz bir göstergesidir.

    Bu gösterge her donanım için farklıysa da %0.5-%10 arasında değişmesi gerektiği söylenebilir.

    Örneğin $1000 değerinde bir bilgisayar için $100’lık bir eğitim gerekirken, $10 milyar değerindeki bir otoyol ağı için $500 milyon’luk bir eğitim ihtiyacı var demektir.

    Bu yapılmazsa ne olur? Hergün yüzlerce örneğini gördüğümüz ve çoğumuza “normal” gelen “kullanıcı yetersizlikleri”, bu göstergedeki olağanüstü düşüklükten doğmaktadır.

    Filosundaki bir uçağın değeri $50 milyon olan THY’nın, tahliye şütünden inecek hosteslerine papuçlarını çıkarmayı öğretemeyişinin nedeni onları yeterince eğitemeyişidir.

    Hastanelerdeki modern tıbbi araç gerecin her biri için milyon dolar mertebesinde donanım harcaması yapılırken, bunları kullanacak personelinin eğitimine para harcamayı akıl edemeyip, kalibrasyonu bozuk aletlerle teşhis üretmeye çalışmanın nedeni yine aynıdır.

    Hergün TV’lerde, masasındaki bilgisayarla caka satan bürokratlarımızın -çoğunluğunun- bunları kullanmayı bilmeyişleri; otoyollarda, köy yolundaki gibi araç süren sürücülerimizin durumları yine aynı “kullanıcı yetersizliği” nedeniyledir.

    Satın alınmak için bunca para harcanmaya çalışılan donanımların bazı kısımları eksik olsa herhalde kıyamet kopardı. Örneğin, bir kanadı eksik bir uçak, monitoru eksik bir bilgisayar ya da asfaltlanmamış bir otoyol herkese çok garip gelirdi. Ama, her ne hikmetse kullanıcısı yeterince eğitilmemiş, bu yüzden de fonksiyonlarını tam yapamayan -belki de yanlış yapan- donanımlar pek kimsenin dikkatini çekmez.

    Ülkemizde hemen herkes parasal kaynak eksikliğinin bir numaralı sorun olduğunu söyler, kaynak temin edebilmek için yeni vergiler düşünülür. “Kullanıcı eğitimsizliği”nin ne denli kaynak israfına neden olduğu ise düşünülmez.

    En ucuz kaynaklardan birisi tasarruf edilen kaynak, bir diğeri ise iyi kullanılan donanımlardır.

    Pazar, 1 Ocak 1995

  • EĞİTİMDE ROLLER YENİDEN TANIMLANMALI!

    Robert G. Brown kendi adıyla bilinen ilkesinde şöyle diyor: “Tek gaz molekülünün hareketleri rastgele, kararsız ve herhangi bir kanuna uymayan biçimde görünebilir. Ama bir gaz kütlesinin hareketleri böyle değildir. Kararlı ve belirli kanunlara uygun biçimde davranır”..

    Gerek Türkiye gerekse Dünya’da eğitim konusundaki şikayetlere yalnızca eğitim alanının optiğinden değil, artan işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu, çevrenin yıkımı, değerlerin yıkımı gibi olguların tamamını birden görebilen bir uzaklıktan bakıldığında görünen şudur: Bugün “eğitim” olarak adlandırdığımız süreç, insanlık tarihi kadar eski bir metodun modern imkanlarla uygulanışından başka bir şey değildir.

    Ders araç gereçleri, bilgisayarlar, laboratuvarlar gibi modern imkanlar kullanılsa da hiç değişmemiş bulunan kadim metot şudur:

    • Kaydedilmek üzere emrimizde bulunan çocuk belleğine, koşullandırma yoluyla ve bir daha unutulmayacak biçimde belirli doğruların yerleştirilmesi,

    • Kendi başına herhangi bir şeyi öğrenmesi mümkün olmayan ve de sakıncalı olabilecek çocuğa, toplumun doğru olarak onayladıklarının “öğretmen” adı verilen aracılar kanalıyla öğretilmesi,

    • Kuşkulanılması zararsız olanlar dışında, çocuğun, öğretilen doğrulardan kuşku duymamasının (ezber) sağlanması.

    Kolayca görülebileceği gibi bu şablon istisnasız her doğruyu öğretmeye uyarlanabilir. Herşeyin sürekli değişim içinde bulunduğu, değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu düşünülürse, bu şablonun onbin yıldır nasıl değişmeden kaldığı kolay kabul edilemez.

    Bunun açıklaması, insanın büyük dramında saklıdır: insanoğlu kendini bildi bileli bu dramını hemcinslerinden saklamış, can düşmanları dahi birbirlerine bunu söylemekten kaçınmışlardır. İnsan, diğer canlılarda rastlanmayacak biçimde koşullanmaya açıktır. O çok övündüğü “akıl” aslında en büyük zafiyetidir.

    “Düşünüyorum o halde varım” sözü, eğer bir gün o cesareti kendimizde bulursak şöyle söylenecektir: “Düşünüyorum, çünkü bilmiyorum!”. Emir Kustarica Arizona Rüyası adlı film şarkısında bunu anladığını dizelerinde dile getirmektedir. “….balık düşünmez, çünkü o her şeyi bilir”..

    “Doğrularını, kuşkusuz (ezber) biçimde belleterek koşullandırma” şablonunun binlerce yıldır değişmeyişinin nedeni, bu şablonun kendisinin doğru olduğu yönündeki şiddetli koşullandırmadır.

    Bilgiye erişme, onu hızlı ve ihtiyaca yönelik işleme, kişinin ilgi alanlarını ve öğrenme stilini dikkate alma gibi konular eğitimin teknik yönlerindeki yakınmalar iken; eğitim fırsatının adil dağılmayışı, eğitim görmüşlerin işsizliği, eğitim sınıfının gelir düşüklüğü gibi konular da işin diğer yakınma boyutunu oluşturuyor.

    Ama bu iki boyutu birden harekete geçiren, yukardaki şablona dayalı koşullandırmadan duyulan gizli rahatsızlıktır. “Gizli”dir, çünkü şablonun doğru olduğu yolundaki koşullandırma o denli güçlüdür ki, bizzat o kabullerin doğru olmayabileceğine, doğrunun tek olmadığına pek ihtimal verilmemektedir. İşte bu tablo içinde artık öğrenenin, öğretenin, ailenin, toplumun ve nihayet devletin rolleri tamamen yeni baştan tanımlanmak zorundadır.

    “Başkası hele bir yapsın iyi sonuç verirse ben de tekrarlarım” geleneğimiz, bu noktadaki potansiyel şanssızlığımızdır. Başkalarından öne geçmek ya da en azından aradaki farkı kapatabilmek için, bazı şeyleri ilk defa deneyen olmaya razı olmalıyız. Peki bunun başarılı olacağının güvencesi var mıdır?

    Hayır. Güvencesi olanın riski yoktur. Başarı ise risk alarak mümkündür.

    Öğrenen, öğreten, aile, toplum ve devlet, bu yeni çağda, eğitim denilen süreçte nasıl bir rol dağılımına sahip olmalıdırlar?

    Bu sorunun yanıtı, eğitimden ne beklediğimize göre değişir. Tek doğruların kuşkudan arınmış şekilde bellenmesi isteniliyorsa rol dağılımı aynen bugünkü gibi olmalıdır. Ama bu durumda doğabilecek çeşitli yan etkilere de katlanmak gerekir.

    Bu yan etkilerin başında, kendi doğrularına koşullanmış insanların aralarındaki çatışmalar gelmektedir. Dini ya da dinsizliği, laikliği ya da şeriat düzenini, yerelliği ya da evrenselliği, etnik milliyetçiliği ya da bütüncüllüğü tek doğru olarak benimseyen kesimler, bu doğruları ya da bu doğruların herhangi bir simgesini herkese benimsetmek için ölür ve de öldürebilirler.

    Doğrunun, sürekli olarak değiştiğini, bir kişinin doğrusuyla, birlikte yaşayan iki kişinin ortak doğrularının aynı olmayabileceği, yer, zaman ve koşulların etkisiyle değişen doğruların ancak “peşinde koşulabileceğini” anlamış insanlar kolay kolay çatışmazlar. Hele hele kendi doğrularını başkalarına zorla kabul ettirmeye katiyen kalkışmazlar.

    Bu koşullar altında devlet, eskisinden çok farklı bir “yeni role” sahip olmalıdır. Eskisinden farklıdır, çünkü 1920’li yıllarda, yıkılmış bir imparatorluğun küçük bir parçasında tutunabilmek için ölüm-kalım savaşı veren bir ulusun devletinin rolü ile, araç egzostlarından çıkacak kirli havanın standartının bile uluslararası ölçekte belirlendiği bir dönemin rolü aynı olamaz.

    Bugünün modern devletlerinin biricik rolü, “her konudaki özgürlük ortamını kurmak ve korumak”tan ibarettir ve bütün eylemlerini bu ölçeğe vurmak zorundadır. Özgürlük ortamının parametreleri, bunların sınırları ve varsa diğer özellikleri, toplumun kendisince kararlaştırılmalı ve uyulması gereken bir şartname gibi devletin eline verilmelidir. Anayasa denilen belge de budur.

    Bu yaklaşıma göre devletin eğitimdeki rolü bugünkünden çok farklıdır.

    Bu yeni rol dağılımının ilkeleri “yalın düşünce”nin tanımladığı biçimde şöyle olmalıdır:

    • Devlet kimin ne öğreneceği, hangi ideoloji yönünde koşullandırılacağı, bunun teknik olarak yapılma şekli gibi konularda herhangi bir tercih sahibi olamaz, olmamalıdır.

    • Kim, hangi koşullar altında olursa olsun ve hiçbir konuda koşullandırma yapamaz. Özellikle de din ve inanç konusunda yapamaz.

    • Herkes, kendi öğretileri yönünde bilgilenmek isteyenleri sadece bilgilendirebilir, onları doğrudan ya da dolaylı biçimde koşullandırma girişiminde bulunamaz (koşullandırıcı reklamlar dahi bu ilkeye tabi olmalıdır).

    • Bir öğreti konusunda bilgilenme imkanı sunanlar, yemek listesini ve fiyatlarını kapı önünde ilan etmek zorunda olan lokantalar gibi bunu ilan etmek ve buna harfiyen uymak zorundadırlar.

    • Devlet bu ilkeleri gözetir ve mutlak yaptırım sağlar.

    Koşullandırmanın bir insanlık suçu sayılacağı yıllara daha belki bir süre vardır. Ama aslen, eğilimin yönünü görmek ve buna göre vaziyet almaktır. Aksi halde kendi doğrularını yaşam biçimi olarak dayatmaya çalışan dini, etnik, ideolojik bir kesimin karşısına bir başka “mutlak doğru” ile çıkılmış olur. Birinciler ne denli yanlışsa ikinciler de o kadar yanlıştır.

    “Bizim insanlar bunları anlayacak düzeyde değildir. Devlet böyle bir role bürünürse, dayatmacı ideolojiler toplumu teslim alırlar”, bir “koşullu doğru”dur. O koşul da, çağdaş insanlarımızın uykudan uyanıp özgürlük ortamlarını kurup kollayabilmek yönünde, devlete sırtlarını dayamadan belirli projeler çevresinde toplanmaması ve kendi yaşamlarına sahip çıkmayıp boyuna kurtarıcı beklemeleridir.

    Eğitimde yeni arayışların yoğunlaştığı bugünlerde, eğitim sistemimizi içinden çıkılmaz hale getiren “tek doğrulu öğretilere, tek doğrulu başka öğretilerle karşı koymak” yönteminin, aynı zamanda toplumsal barışı da imkansız hale getirdiğini görebilmemiz gerekiyor.

    İhtiyacımız olan sükunet, “farklılıkları yok ederek birlik sağlamaya çalışmak yerine, bunların ayrılmaz bütünlüğünü anlamaya çalışmak”ta yatmaktadır. Farklılıkların bütünlüğü, veya terörü yerine ve uzlaşısı’nın geçmesi demektir.