• KUŞKUSUZLUK ZIRVA ÜRETTİRİR!

    Çocuklarımız, aile içinde ve okulda yetiştirilirken, edindirilmeleri en arzu edilen özelliklerinden birisi herhalde “doğruları bilip dile getirmesi” olsa gerekir. İşte bu yüzden bütün okul sistemi “doğruları bilmeye” dayandırılmıştır.

    Kurbağanın sindirim sisteminin kesiti, Mohaç Meydan Savaşı’nda kaç kişinin öldüğü, bileşik kesrin sol yanındaki sayının adı ve birkaç on yıla varan “öğretme” süresi boyunca bunlara benzer bir takım “doğrular” boyuna öğretilmeye çalışılır.

    Bu doğrular öğretilirken söylenmeyen, ama bunlardan daha kuvvetle doğruluğu telkin edilen başka iki “doğru” ise, “doğruları bilmenin, medeni insan olmanın ön-koşulu olduğu” ve “doğruların tek olduğu, iki farklı şeyin aynı anda doğru olamayacağı” yolundadır.

    Çocuklarımız, kurbağa, Mohaç ve bileşik kesirlerle ilgili doğruları pek öğrenmeseler de, hepsinin on üzerinden on numara alacağından şüphe edilmemesi gereken ortak bilgileri, bu iki sonuncusudur. Üniversitelerde “sağcı” ve “solcu” çocuklarımızın ölesiye dövüşmelerinin zihinsel temelleri, bu örtülü öğretilere dayanmaktadır.

    Çocukluktan gençliğe adım atılıp, öğrenilen doğrulara dayalı düşünceler dile getirilmeye, savunulmaya, bunlara taraf olmaya ve hele bunlar kamuoyu belleğinde yer edecek yaygınlıkta dile getirilmeye başlanınca, her yazıp söylediğimizin bir öncekiyle tutarlılığı denetlenmeye başlanınca, şu iki yoldan birisi -ya da bileşimi- kullanılmaya başlanır.

    Doğruların, onları çevreleyen koşullara bağımlı oldukları, o koşulların varlığından sürekli olarak kuşku duyulması gerektiği, ancak ahmaklar ve cesetlerin doğrularının değişmediğini ya da değişmez Tanrısal doğruların ancak O’nun tarafından bilinebileceğini alçakgönüllülükle kabullenmek bir yoldur.

    İkinci yol ise, “ben yirmi yıldır hep aynı şeyi söylerim” şablonudur. Bu durumda yapılması gereken, eski doğruları yeni durumlara uydurabilecek ek kavramlar bulmak, ne demek olduğu belli olmayan süslü sözler söylemek, eski doğrunun yanlış anlaşıldığını iddia etmek, yani kısacası zırvalamaktır.

    “Kuşkusuzluk”, belirli bir meslek ya da ilgi alanına özgü değildir. Kuşkusuzluğun hiç bağdaşmayacağı sanılan bilim alanı en başta olmak üzere, politika, düşün alanı, sanat, gönüllü hizmet gibi dallarda kuşkusuzluk son derece yaygındır. Bu alanlarda uzun yıllar boyunca kalan insanların önemli bir bölümünün savunularına, sözlü ya da yazılı ifadelerine dikkat edilirse, çabanın daima evvelce ifade edilenlerle tutarlı kalma yönünde olduğu görülecektir.

    Eğer bunlar çıkıp, “şu anda dile getirdiklerim, sahip olduğum bilgiler ve mevcut koşullarla sınırlıdır, bunları zenginleştirmek için çaba içindeyim; dile getirdiklerimin geçerlik alanını genişletebilmek için katkılara ihtiyacım var” diyebilseler, ortak akıl yolunda önemli bir adım atmış olacaklar ve büyük bir olasılıkla çok değerli sonuçlara varılmış olacaktır.

    Kuşkusuzluk, toplumumuzun bir numaralı sorunudur. Doğrularımızdan kuşkulanmamanın, bunların değişmez olduklarının en yoğun öğretildiği yerler okullarımızdır. Bu biçimde koşullandırılan genç beyinler, kendi doğrularını ölesiye savunmayı bir marifet saymaktadırlar.

    İrticanın -her türünün- kökeninde kuşkusuzluk, duyduğuna yüreğinden başka kanıt aramamak, böylece zihinlerde oluşan sanal çatışmasızlık ortamında yaşama arzusu yatmaktadır.

    İrtica ile mücadelenin formülü, kuşkusuzlukla mücadeleden geçmektedir.

  • “KÜTÜPHANE”DEN “EĞİTSEL KAYNAKLAR MERKEZİ”NE!

    Geleneksel “okul kütüphanesi”, kitap, dergi, CD, video film, bilgisayar, ses kaseti, gazete gibi basılı ya da görsel-işitsel malzemelerin bulundurulduğu, öğrenci ve öğretmenlerin de çeşitli ders ihtiyaçlarını bu yolla karşıladığı bir yerdir.

    Eğitsel Kaynaklar Merkezi – EKM (Educational Resource Center) ise, kütüphaneyi de içeren, ama ondan çok daha farklı bir yerdir. EKM’nin ne olduğunun anlaşılabilmesi için “eğitsel kaynak” kavramının açıklanması gerekir.

    “Eğitsel kaynak”, bir eğitsel hedefe erişmek için yararlanılabilecek “akla gelebilecek herşey”dir.

    Bir ameliyathane, bir kolleksiyon, bir havaalanı, uçak seyahati, botanik ya da hayvanat bahçesi, il veya ilçe kütüphanesi, bir bilgisayar yazılımı, bir internet adresi, özel bir konuda deneyimli bir kişi ya da bizzat deneyimlenecek bir “durum” olabilir. Daha öz bir deyimle, bir konuda bilgi, beceri, tutum ya da davranış kazanmaya doğrudan veya dolaylı yardımı olabilecek herşey bir “eğitsel kaynak”tır.

    Eğitsel kaynak, tek başına anlaşılması güç bir kavramdır. Bu kavramı daha iyi kavramak için “senaryo temelli eğitim” kavramının iyi anlaşılması gerekir.

    Senaryo, öğrenilmesi arzu edilen bir konunun, içine yerleştirilmiş olduğu dış kabuk ya da gözeneklerine emdirildiği bir süngerdir. Örneğin; öğrenilmesi istenilen konu, “sigara ve sağlık” gibi bir konu ise, akciğerlerinden ameliyat olacak bir sigara tiryakisinin ameliyatının gözlenip raporlanması iyi bir senaryodur. Bu durumda izin alınarak izlenecek bir akciğer ameliyatı mükemmel bir “eğitsel kaynak”tır.

    Fizikte çarpışan kütlelerin hızlarını değiştirdiğinin kanıtlanması için karatahtaya çizilecek şekiller ya da daha iyisi bu çarpışmayı hareketli olarak betimleyen bir bilgisayar yazılımı birer eğitsel kaynaktır. Ama daha da iyi bir eğitsel kaynak, bir bilardo salonundaki bilardo oyunudur.

    Böylece, yaşam içindeki herşey bir “eğitsel kaynak” olarak kullanılabilir.

    Bir EKM, işte bütün bu imkanların;

    1. Ya betimsel şeklini (kitap, dergi, CD, internet adresi yoluyla)
    2. Ya gerçeğinin nere(ler)de bulunabileceği bilgisini içinde barındıran bir yerdir.

    EKM, derslerin işlenmesinde kullanılabilecek “herşeyin” nerede, nasıl bulunabileceği, hangi koşullarda bunlardan yararlanılabileceği bilgisini içeren bir yerdir.

    Her öğretmen ve öğrenci, eğitsel kaynak olarak yararlanılabilecek bir “şey” ya da “durum” ile karşılaştığında bunu EKM’ye bildirir ve böylece EKM giderek zenginleşir.

    Okullarımızın kütüphanelerinin bu hale getirilmesi, 2000’li yılların başlıca eğitim yöntemi olacağı belli olan “senaryo temelli eğitim” açısından önem taşımaktadır.

    Eğitimin okul duvarları dışına taşınabilmesi, konuların gerçek durumlar içine gömülü olarak öğrenilebilmesine, bu da “durumlar”ın adreslerinin -en genel anlamıyla adres- toplu ve kolay erişilebilir biçimde el altında bulundurulmasıyla mümkündür.

    27 Eylül 2001

  • LÜTFEN ÖĞRENCİLERİ SEVMEYİNİZ, ONLARI SAYINIZ…

    Okulların açıldığı günlerde, hemen her yerde dikkat çeken pankartlarda, eğitimin öğrencileri sevmekle başladığı yazılıyor. Eğer bunlar belirli bir talimatla yazılmıyorsa, bu denli yaygın olarak dile getirilen bu duygunun analizi çok ilginç olur.

    Pankartlarda yazılan bu yargı, muhtemelen eğitim denilince akla gelen kavram olan “öğretme” işinin yanlışlığını bir şekilde hisseden, ama bu denli yaygın olduğu için de yanlışlığına ihtimal vermeyen eğitimciler tarafından yazılıyordur.

    Okulda yapılması gereken iş öğretme değil öğrenmedir. Öğretmen denilen kişinin doğru adı ise “öğrenme ortamı hazırlayıcısı, koruyucusu, geliştiricisi”dir.

    Öğretme ve öğrenme o denli zıt iki olgudur ki, birisi varken diğeri mevcut olamaz. Öğrenme, yalnızca insan değil tüm canlıların, ilk var oluşlarından bu yana yaşamlarını sürdürme konusundaki mücadelelerinin sonunda kazandıkları ve hala da kazanmayı sürdürdükleri bir beceridir.

    Her canlı türü öğrenme konusunda hayranlık uyandıracak teknikler geliştirmiş, daha doğrusu bunları geliştirebilenler süzülerek bugünlere erişmiş, diğerleri elenmiş yok olmuşlardır.

    Öğretme ise, farklı bir olgudur. Yalnız insanlar değil, öğrenme konusundaki denetimi kendi güdülerinin dışındaki etkenlere bırakabilen diğer canlılar da, tekrar, ceza, ödül gibi yöntemlerle -ki hepsi de bu canlılara saygısızlıktır-, öğreticilerin arzuladıkları davranışları gösterirler. Bunlara eğitilebilir, öğrenmenin denetimini kendi dışındakilere bırakmayanlara da vahşi deniliyor.. Aslına bakarsanız, vahşi hayvanlar dahi korku yoluyla öğreniyor, daha doğrusu bize öğrenmiş gibi yapıyorlar.

    Bu hayvanların yaptığı da bir çeşit uyumdur ve kendilerini koruyup yaşamlarını sürdürebilmek için, tehdit kaynağının istediği biçimde davranmaktadırlar.

    Edward De Bono, “İnsan-Hayvan Sözleşmesi” adlı kitabında, insanoğlunun, çok önceleri var olan bu sözleşmeyi bozduğunu, bunun da fazla zeki olmasından kaynaklandığını söylüyor. Bu doğru bir tanı değildir. İnsanoğlu fazla zeki olduğundan değil, burnunun ucunu (yani kendi yaşamından sonraki zamanları) göremeyecek kadar akılsız ve görse de aldırmayacak kadar bencil olduğu için sözleşmeyi bozmuştur.

    Öğrenmiş “gibi” davranan hayvanların gerçekte öğrenmediklerinin kanıtı, tehdit koşullarından farklı durumlarda (yani kendisine öğretildi sanılan durumların dışında), bize göre anlamsız, kendine göre ise anlamlı davranışlarda bulunmasıdır.

    İnsanların eğitiminde kullanılan “öğretme” yönteminin sonuçları da tamamen benzerdir. Nitekim bunun farkında olan eğitimciler,öğretilen bir bilgi, beceri, tutum ya da davranışın, bir başka duruma transfer edilip edilmediğine bakarak öğrenmenin etkinliğini ölçmeye çalışmaktadırlar.

    Öğretme, içinden su akıtılmak istenilen ama üzerinde delikler bulunan bir boru gibidir. Nasıl ki bu delikler bulunduğu sürece su akıtılamazsa, öğretme olgusu devam ettiği sürece öğrenme olgusu da meydana gelemez.

    Geleneksel eğitim felsefesi eğitimi, kişilerin istendik bilgi, beceri, tutum ve davranışları kazanması biçiminde tanımlıyor. Buradaki anahtar sözcük, “istendik” sözcüğüdür. Çağdaş eğitimin tanımında ise bu sözcüğün yerine, “kendi gereksindikleri” sözcüğü geçmiştir.

    Geleneksel eğitimin babalarından birisi denilebilecek olan Bloom dahi, öğrenmenin ancak kişinin kendi isteği arttıkça gerçekleşebileceğini kabul etmekte, bunun için de yöntemler tarif etmektedir.

    Çağdaş eğitim yönünde atacağımız adımlar mutlaka bu noktadan başlamalı, öğretmenler, çocukların ilgi alanlarındaki gereksinimlerini kendilerinin karşılayabilmeleri için onlara yardımcı olmalı, uygun öğrenme ortamları oluşturmalıdırlar.

    Bu, insana saygının bir gereğidir. Kişiye “rağmen” kendi doğrularımızı öğretmek, sevgiyle telafi edilebilecek bir kusur değildir. Bu yüzden lütfen çocuklara saygı duyalım. Bu yeterlidir.

    25 Mayıs 2012

  • NECC `98

    National Educational Computing Conference (Ulusal Bilgisayar Destekli Eğitim Konferansı) bu yıl 22-24 Haziran 1998 tarihleri arasında San Diego’da toplandı. Geçen yıl Seattle’da toplanan 7200 eğitim ilgilisinin benzeri bir kalabalık bu yıl da konferanstaydı.

    Aynı andaki yaklaşık 50 paralel oturum halinde çalışan konferansın başlıca iki konusu sınıfta teknoloji kullanımı ile senaryo temelli ders işleme idi.

    Eğitim sistemimiz açısından özellikle üzerinde durulması gereken, parçalanarak kavranması imkansız hale getirilmiş müfredat ünitelerinin tekrar senaryolar halinde bütünleştirilmesi konusuydu.

    Kitap yazanlar ya da üniteleri sınıfta işleyen ve bunu öğretmen merkezli olarak yapan öğretmenler açısından kolaylık sağlayan bu “parçalama” geleneği, eğitimin esas hedefi olan öğrenciler açısından bakıldığında tam bir anlaşılmazlık kaynağıdır.

    Günümüzde hemen her sektörde üzerinde düşünülmekte olan “süreç odaklılık” eğitimde de gündemdedir. Konuları parçalayarak kendilerine uygun hale getiren eğitim sınıfı, bir bütün olarak algılanması gereken olayları kavrayamayan öğrencileri başarısız olarak değerlendirmektedir.

    NECC 98 sırasında gözlediğimiz, Amerikalı öğretmenlerin de benzer eğilimleri taşıdıkları, aralarında ancak az sayıda öğretmenin bu bütünlüğün korunmasının ne denli önemli olduğunu farkettiğiydi.

    Bir kısım eğitimcinin, bilgisayar ve interneti ders işlemenin tek yolu olarak görmesi bu eğilimle birleştiğinde, sorunun daha karmaşık hale gelebileceğini görmek zor değildir.

    Bu konferanstan alabileceğimiz mesaj nettir: Dünyanın bu ileri ülkesinde, bütün teknoloji desteğine karşın eğitici sınıf hala “bütünleri parçalama” yoluyla ders işlemeyi sürdürmektedir.

    Az sayıda “farkında” eğitici ise böylesine büyük bir konferansın ağırlığının en az yarısını “parçaları bütünleştirme”ye vermektedir. Senaryo temelli ders işlemenin temelinde yatan gerçek budur.

    Ülkemizde senaryo temelli ders işleme henüz çok az sayıda okul tarafından benimsenmiştir. Bunların bir bölümünde ise “senaryo”, basit kurgulardan ileri gidememektedir. Fizik, matematik gibi derslerde sorulmak istenenleri basit kurgular içine yerleştirmenin senaryo demek olmadığına, gerçek senaryonun yaşamda rastlanan ve yalnızca belirli bir dersi değil, hemen bütün alanları kavrayan bir “kompleks” olduğuna burada tekrar işaret edilmelidir

    Okullarda çocuk ve gençlerimizin derslerdeki olağanüstü meraksızlığı, aslında bize çok şey söylemektedir. Bu meraksızlık bir ölçü aleti gibi, bizim müfredat tasarımındaki başarısızlığımızı göstermektedir.

    Dünya, parçalayarak ders işlemenin yanlışını görmeye başladı ve bunu büyük konferanslara konu yapacak kadar önemsiyor.

    Eğitim sorunlarını yeniden tanımlamayı henüz düşünmemiş toplumumuzda acaba bu konunun gündeme gelmesi ne kadar zaman alacaktır?

  • “DONANIM ” VE “KULLANICISI”

    Ülkemizdeki kamu ve özel sektör kuruluşları, ürettikleri mal ve hizmetler için belirli bir zaman aralığında ne kadar “donanım” masrafı yaparlar? Burada “donanım” sözcüğü ile her türlü fiziki varlık kastedilmektedir. Röntgen cihazı, bilgisayar ya da otoyol gibi. Her kuruluşun yıllık gider raporlarında bu miktarlar bellidir.

    Diğer yandan, bu “donanım”ları kullanarak bir fayda elde edecek kişilerin (kullanıcı), bu donanımları usulüne uygun kullanabilmeleri, donanımdan beklenebilecek işlevleri en yüksek verimle alabilmeleri, arızaların en ucuza ve en kısa sürede giderebilmesi için de eğitilmeleri gerekmektedir. Bu eğitimlerin giderleri de yine kuruluşların raporlarından çıkarılabilir.

    Kullanıcı eğitimi için harcanan toplam paranın donanım için harcanan paraya oranı, önemli bir “gösterge” olup, bir toplumun kollektif aklı’nın şaşmaz bir göstergesidir.

    Bu gösterge her donanım için farklıysa da %0.5-%10 arasında değişmesi gerektiği söylenebilir.

    Örneğin $1000 değerinde bir bilgisayar için $100’lık bir eğitim gerekirken, $10 milyar değerindeki bir otoyol ağı için $500 milyon’luk bir eğitim ihtiyacı var demektir.

    Bu yapılmazsa ne olur? Hergün yüzlerce örneğini gördüğümüz ve çoğumuza “normal” gelen “kullanıcı yetersizlikleri”, bu göstergedeki olağanüstü düşüklükten doğmaktadır.

    Filosundaki bir uçağın değeri $50 milyon olan THY’nın, tahliye şütünden inecek hosteslerine papuçlarını çıkarmayı öğretemeyişinin nedeni onları yeterince eğitemeyişidir.

    Hastanelerdeki modern tıbbi araç gerecin her biri için milyon dolar mertebesinde donanım harcaması yapılırken, bunları kullanacak personelinin eğitimine para harcamayı akıl edemeyip, kalibrasyonu bozuk aletlerle teşhis üretmeye çalışmanın nedeni yine aynıdır.

    Hergün TV’lerde, masasındaki bilgisayarla caka satan bürokratlarımızın -çoğunluğunun- bunları kullanmayı bilmeyişleri; otoyollarda, köy yolundaki gibi araç süren sürücülerimizin durumları yine aynı “kullanıcı yetersizliği” nedeniyledir.

    Satın alınmak için bunca para harcanmaya çalışılan donanımların bazı kısımları eksik olsa herhalde kıyamet kopardı. Örneğin, bir kanadı eksik bir uçak, monitoru eksik bir bilgisayar ya da asfaltlanmamış bir otoyol herkese çok garip gelirdi. Ama, her ne hikmetse kullanıcısı yeterince eğitilmemiş, bu yüzden de fonksiyonlarını tam yapamayan -belki de yanlış yapan- donanımlar pek kimsenin dikkatini çekmez.

    Ülkemizde hemen herkes parasal kaynak eksikliğinin bir numaralı sorun olduğunu söyler, kaynak temin edebilmek için yeni vergiler düşünülür. “Kullanıcı eğitimsizliği”nin ne denli kaynak israfına neden olduğu ise düşünülmez.

    En ucuz kaynaklardan birisi tasarruf edilen kaynak, bir diğeri ise iyi kullanılan donanımlardır.

    Pazar, 1 Ocak 1995

  • EĞİTİMDE ROLLER YENİDEN TANIMLANMALI!

    Robert G. Brown kendi adıyla bilinen ilkesinde şöyle diyor: “Tek gaz molekülünün hareketleri rastgele, kararsız ve herhangi bir kanuna uymayan biçimde görünebilir. Ama bir gaz kütlesinin hareketleri böyle değildir. Kararlı ve belirli kanunlara uygun biçimde davranır”..

    Gerek Türkiye gerekse Dünya’da eğitim konusundaki şikayetlere yalnızca eğitim alanının optiğinden değil, artan işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu, çevrenin yıkımı, değerlerin yıkımı gibi olguların tamamını birden görebilen bir uzaklıktan bakıldığında görünen şudur: Bugün “eğitim” olarak adlandırdığımız süreç, insanlık tarihi kadar eski bir metodun modern imkanlarla uygulanışından başka bir şey değildir.

    Ders araç gereçleri, bilgisayarlar, laboratuvarlar gibi modern imkanlar kullanılsa da hiç değişmemiş bulunan kadim metot şudur:

    • Kaydedilmek üzere emrimizde bulunan çocuk belleğine, koşullandırma yoluyla ve bir daha unutulmayacak biçimde belirli doğruların yerleştirilmesi,

    • Kendi başına herhangi bir şeyi öğrenmesi mümkün olmayan ve de sakıncalı olabilecek çocuğa, toplumun doğru olarak onayladıklarının “öğretmen” adı verilen aracılar kanalıyla öğretilmesi,

    • Kuşkulanılması zararsız olanlar dışında, çocuğun, öğretilen doğrulardan kuşku duymamasının (ezber) sağlanması.

    Kolayca görülebileceği gibi bu şablon istisnasız her doğruyu öğretmeye uyarlanabilir. Herşeyin sürekli değişim içinde bulunduğu, değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu düşünülürse, bu şablonun onbin yıldır nasıl değişmeden kaldığı kolay kabul edilemez.

    Bunun açıklaması, insanın büyük dramında saklıdır: insanoğlu kendini bildi bileli bu dramını hemcinslerinden saklamış, can düşmanları dahi birbirlerine bunu söylemekten kaçınmışlardır. İnsan, diğer canlılarda rastlanmayacak biçimde koşullanmaya açıktır. O çok övündüğü “akıl” aslında en büyük zafiyetidir.

    “Düşünüyorum o halde varım” sözü, eğer bir gün o cesareti kendimizde bulursak şöyle söylenecektir: “Düşünüyorum, çünkü bilmiyorum!”. Emir Kustarica Arizona Rüyası adlı film şarkısında bunu anladığını dizelerinde dile getirmektedir. “….balık düşünmez, çünkü o her şeyi bilir”..

    “Doğrularını, kuşkusuz (ezber) biçimde belleterek koşullandırma” şablonunun binlerce yıldır değişmeyişinin nedeni, bu şablonun kendisinin doğru olduğu yönündeki şiddetli koşullandırmadır.

    Bilgiye erişme, onu hızlı ve ihtiyaca yönelik işleme, kişinin ilgi alanlarını ve öğrenme stilini dikkate alma gibi konular eğitimin teknik yönlerindeki yakınmalar iken; eğitim fırsatının adil dağılmayışı, eğitim görmüşlerin işsizliği, eğitim sınıfının gelir düşüklüğü gibi konular da işin diğer yakınma boyutunu oluşturuyor.

    Ama bu iki boyutu birden harekete geçiren, yukardaki şablona dayalı koşullandırmadan duyulan gizli rahatsızlıktır. “Gizli”dir, çünkü şablonun doğru olduğu yolundaki koşullandırma o denli güçlüdür ki, bizzat o kabullerin doğru olmayabileceğine, doğrunun tek olmadığına pek ihtimal verilmemektedir. İşte bu tablo içinde artık öğrenenin, öğretenin, ailenin, toplumun ve nihayet devletin rolleri tamamen yeni baştan tanımlanmak zorundadır.

    “Başkası hele bir yapsın iyi sonuç verirse ben de tekrarlarım” geleneğimiz, bu noktadaki potansiyel şanssızlığımızdır. Başkalarından öne geçmek ya da en azından aradaki farkı kapatabilmek için, bazı şeyleri ilk defa deneyen olmaya razı olmalıyız. Peki bunun başarılı olacağının güvencesi var mıdır?

    Hayır. Güvencesi olanın riski yoktur. Başarı ise risk alarak mümkündür.

    Öğrenen, öğreten, aile, toplum ve devlet, bu yeni çağda, eğitim denilen süreçte nasıl bir rol dağılımına sahip olmalıdırlar?

    Bu sorunun yanıtı, eğitimden ne beklediğimize göre değişir. Tek doğruların kuşkudan arınmış şekilde bellenmesi isteniliyorsa rol dağılımı aynen bugünkü gibi olmalıdır. Ama bu durumda doğabilecek çeşitli yan etkilere de katlanmak gerekir.

    Bu yan etkilerin başında, kendi doğrularına koşullanmış insanların aralarındaki çatışmalar gelmektedir. Dini ya da dinsizliği, laikliği ya da şeriat düzenini, yerelliği ya da evrenselliği, etnik milliyetçiliği ya da bütüncüllüğü tek doğru olarak benimseyen kesimler, bu doğruları ya da bu doğruların herhangi bir simgesini herkese benimsetmek için ölür ve de öldürebilirler.

    Doğrunun, sürekli olarak değiştiğini, bir kişinin doğrusuyla, birlikte yaşayan iki kişinin ortak doğrularının aynı olmayabileceği, yer, zaman ve koşulların etkisiyle değişen doğruların ancak “peşinde koşulabileceğini” anlamış insanlar kolay kolay çatışmazlar. Hele hele kendi doğrularını başkalarına zorla kabul ettirmeye katiyen kalkışmazlar.

    Bu koşullar altında devlet, eskisinden çok farklı bir “yeni role” sahip olmalıdır. Eskisinden farklıdır, çünkü 1920’li yıllarda, yıkılmış bir imparatorluğun küçük bir parçasında tutunabilmek için ölüm-kalım savaşı veren bir ulusun devletinin rolü ile, araç egzostlarından çıkacak kirli havanın standartının bile uluslararası ölçekte belirlendiği bir dönemin rolü aynı olamaz.

    Bugünün modern devletlerinin biricik rolü, “her konudaki özgürlük ortamını kurmak ve korumak”tan ibarettir ve bütün eylemlerini bu ölçeğe vurmak zorundadır. Özgürlük ortamının parametreleri, bunların sınırları ve varsa diğer özellikleri, toplumun kendisince kararlaştırılmalı ve uyulması gereken bir şartname gibi devletin eline verilmelidir. Anayasa denilen belge de budur.

    Bu yaklaşıma göre devletin eğitimdeki rolü bugünkünden çok farklıdır.

    Bu yeni rol dağılımının ilkeleri “yalın düşünce”nin tanımladığı biçimde şöyle olmalıdır:

    • Devlet kimin ne öğreneceği, hangi ideoloji yönünde koşullandırılacağı, bunun teknik olarak yapılma şekli gibi konularda herhangi bir tercih sahibi olamaz, olmamalıdır.

    • Kim, hangi koşullar altında olursa olsun ve hiçbir konuda koşullandırma yapamaz. Özellikle de din ve inanç konusunda yapamaz.

    • Herkes, kendi öğretileri yönünde bilgilenmek isteyenleri sadece bilgilendirebilir, onları doğrudan ya da dolaylı biçimde koşullandırma girişiminde bulunamaz (koşullandırıcı reklamlar dahi bu ilkeye tabi olmalıdır).

    • Bir öğreti konusunda bilgilenme imkanı sunanlar, yemek listesini ve fiyatlarını kapı önünde ilan etmek zorunda olan lokantalar gibi bunu ilan etmek ve buna harfiyen uymak zorundadırlar.

    • Devlet bu ilkeleri gözetir ve mutlak yaptırım sağlar.

    Koşullandırmanın bir insanlık suçu sayılacağı yıllara daha belki bir süre vardır. Ama aslen, eğilimin yönünü görmek ve buna göre vaziyet almaktır. Aksi halde kendi doğrularını yaşam biçimi olarak dayatmaya çalışan dini, etnik, ideolojik bir kesimin karşısına bir başka “mutlak doğru” ile çıkılmış olur. Birinciler ne denli yanlışsa ikinciler de o kadar yanlıştır.

    “Bizim insanlar bunları anlayacak düzeyde değildir. Devlet böyle bir role bürünürse, dayatmacı ideolojiler toplumu teslim alırlar”, bir “koşullu doğru”dur. O koşul da, çağdaş insanlarımızın uykudan uyanıp özgürlük ortamlarını kurup kollayabilmek yönünde, devlete sırtlarını dayamadan belirli projeler çevresinde toplanmaması ve kendi yaşamlarına sahip çıkmayıp boyuna kurtarıcı beklemeleridir.

    Eğitimde yeni arayışların yoğunlaştığı bugünlerde, eğitim sistemimizi içinden çıkılmaz hale getiren “tek doğrulu öğretilere, tek doğrulu başka öğretilerle karşı koymak” yönteminin, aynı zamanda toplumsal barışı da imkansız hale getirdiğini görebilmemiz gerekiyor.

    İhtiyacımız olan sükunet, “farklılıkları yok ederek birlik sağlamaya çalışmak yerine, bunların ayrılmaz bütünlüğünü anlamaya çalışmak”ta yatmaktadır. Farklılıkların bütünlüğü, veya terörü yerine ve uzlaşısı’nın geçmesi demektir.

  • YAYA, BİSİKLETLİ, KAMYONLU VE BAŞBAKAN

    Önce bir gözlem: bir kişi yaya olarak yürürken ya da bisiklet kullanırken tavırlarında değişiklik oluyor. Yaya iken en doğal halinde olan kişi bisiklete binince tavırları biraz değişiyor.

    Bisikletin, bir güç üreten motoru olmasa da, çevrilen pedalın kazandırdığı enerjiyi depolayabilecek bir kütlesi var.

    Bu birikmiş enerji bir mekanik gücü temsil ediyor ve bisikletin üzerindeki kişi bunun farkındadır. Örneğin yaya yürürken birisine çarptığında bir hasar yaratmazken, bisikletle çarptığında bir hasar yaratabileceğinin bilincindedir. Bu tavır farklılığının nedeni , sahip olunan «güç»ün farklılığından kaynaklanmaktadır.

    Bu defa aynı kişinin altına bir otomobil (ama ucuz bir otomobil) verip sürücü koltuğuna oturttuğumuzda, bisikletli haline göre yüz hatları daha gerilmekte, kendini daha bir önemsemektedir. Ama bu tavır değişikliğinin nedeni, tamamen hakim olduğu güçle ilgilidir.

    Aynı insanı, daha güçlü bir motora sahip bir otomobile sürücü olarak bindirdiğimizde, tavır biraz daha değişecek, otomobil motorunun gücü kendi gücüymüşcesine bir tavır içine girecektir.

    Nihayet aynı kişiyi bir kamyon sürücüsü yaptığımızda takındığı tavır artık doğrudan «tehdit» kokmaktadır.

    Aynı bir kişinin, kontrol edebildiği güç arttıkça bunun aynen tavırlarına yansıması, insanın hala ne denli bir ilkelliği içinde barındırdığını göstermektedir. Eline güç geçtiğinde bununla derhal bütünleşip çevresini tehdit etmeye başlaması, ufak tefek ve iriyarı insanlar arasında da kolayca gözlenebilen bir «ilkellik beyanı» dır.

    Fiziki güç sahipliğinin yol açtığı bu tavır farklılığı aynen diğer güç biçimleri için de geçerlidir.

    Bürokratik, politik, askeri velhasıl yetkiden doğan bir hiyerarşinin söz konusu olduğu her yerde insanların – çoğunluğu-nun- tavırları yetkilerini yansıtmaktadır.

    Yayalar bisikletlilere, bisikletliler ucuz otomobil sürücülerine, onlar pahalı otomobil şoförlerine, lüks oto sürücüleri de kamyon sürücülerine, ellerindeki güçle kendilerini tehdit ettiği için kızmaktadırlar.

    Ama hepsi bereber bakan ve başbakanlara öfkelenmekdte, onların ellerindeki gücün, tavır, tutum ve davranışlarına yansıdığından şikayet etmektedirler.

    Herkes, elindeki gücün tehdit ediciliğini «sonuna kadar» kullanmakta, hatta yapay önlemlerle onu arttırmaya çalışmaktadır. Ucuz otomobil sahiplerinin çoğunun, pahalı otomobil sembollerini takıp, arabanın içini pilot kabinine benzetmeye çalışması bu “güç artırma” özleminin bir ifadesidir.

    Bakan ve başbakanların çeşitli tavırlarına bakıp, altında hangi özlemlerin yattığını yorumlamak ne kadar ilginç değil mi ?

    Salı, 17 Ekim 1995

  • “YENİ MUHALEFET ANLAYIŞI” NASIL OLMALI?

    “Yeni siyaset anlayışı”, “sorunlara yeni yaklaşım yolları”, “yeni politikacı tipi” gibi arayışlar içinde ele alınıp tartışılması gereken konulardan birisi de “yeni muhalefet anlayışı” olmalıdır.

    Ülkemizde geleneksel muhalefet anlayışı, ya iktidarların her ak dediğine kara demek (güçlü muhalefet deniliyor), ya da iktidarların bazı tutumlarını -ki bunlar yanlış da olabilir- desteklemek (buna da sorumlu muhalefet deniliyor) biçimlerinde olagelmiştir. Ama genel çizgi, “çürütmecilik temelli muhalefet” tir. Bu yaklaşımların her ikisinin de demokratik sürecin işleyişine olumlu bir katkı sağlamadığı, bugüne kadar ki uzun geçmiş performanstan bellidir.

    İlginç olan nokta, bu yetersizliğin hemen herkes tarafından bilinip dile getirilmesidir (dile getirmeyenler yalnızca her devirdeki muhalefet partileridir)..

    Peki, herkes tarafından bilinen bu durum niçin böyledir? Bu yetersizliğe yol açan sebepler nelerdir?

    Olası nedenlerden en güçlüsü, “çürütmeci muhalefet”in çok zahmetsiz olmasıdır. Bunda yöntem, iktidarların yaptıklarını, kararlarını, söylediklerini izlemek ve onların eksik ve yanlışlarını bulmaktır ki bu da son derece kolaydır. Bu iş ne denli şiddetli, kırıcı hatta hakaretamiz yapılırsa muhalefet de o kadar başarılı sayılır.

    Çürütmeci muhalefet yapmanın ikinci yöntemi, o an iktidar olan partinin muhalefetteyken söylediklerini bulup hatırlatmaktır. (Buna karşı iktidarların da cevabı hazırdır: Ya muhalefetin iktidardayken sölediklerini bulup çıkarmak ya da o sözün o güne bu sözün bu güne uygun olduğunu belirtmek..)

    Gerçekte ise iktidarların en güçlü yol göstericisi olması gereken muhalefet ülkemizde, geleneksel olarak, “bizim görevimiz yapılana itiraz etmektir” gibi faydasız bir ağız dalaşına dönüşmüştür.

    “Yeni Muhalefet”, Özgün ve Ayrıntılı Bir Modele Sahip Olmalıdır!

    “Muhalefet, her an için daha iyi bir alternatif ortaya koyabilmek ve bu yolla iktidarın uygulamalarını daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele yönlendirebilmektir” gibi bir tanım benimsenirse, bunu yaşama geçirebilmenin ancak bir yolla mümkün olabileceği kendiliğinden ortaya çıkacaktır. O da, her anın reaksiyonlarının -ki onların nasıl doğduğuna işaret edilmişti- biraraya gelmesinden oluşan, parçaları arasında bir uyum bulunmayan ve daha da kötüsü belirli bir ideale yönelmemiş “yamalı tutumlar” yerine, parçaları kendi aralarında uyumlu ve belirli bir ideale göre tasarımlanmış bir model sahibi olmaktır..

    Böyle bir model “özgün” ve “ayrıntılı” olmalıdır. Örneğin, “partimiz, serbest piyasa ekonomisini benimsemektedir” gibi yalnız kerteriz almaya yarayan bir model hem özgün hem de ayrıntılı değildir. Çünkü, örneğin, içinde bulunulan ekonomik yapıdan serbest piyasa ekonomisine nasıl ulaşılacağı -ki işin can alıcı yanıdır- belli değildir.

    Geleneksel muhalefet söylemimiz, “değerli kadrolarımız, bu amaca göre gerekli icraatı yapacaktır” biçimindedir ve bunun Türkçe’si “biz de o kısmını henüz düşünmedik” demektir.

    Nitekim, hemen tüm partilerin -iktidarlar da dahil- şiddetli bir özelleştirme yandaşı olmasına karşın bu işin bir türlü becerilemeyişinin önemli bir nedeni, devlet işletmeciliğinden özel işletmeciliğe geçiş halinde, KİT kadrolarına doldurulmuş insanların ne yapılacağının bilinmeyişidir.

    Özelleştirmenin vazgeçilemez koşulu, özelleştirilecek kuruluşlarda çalışanların ve de kamuoyunun desteğinin kazanılması olduğuna göre, orada çalışanların ne olacağı konusunda kafası karışık partilerin yanında kimsenin yer almayışının, bunun yerine herkesin “adil düzen”e koşmasının bir nedeni de işte budur! Denize düşenin yılana sarılması ya da yağmurdan kaçanların doluya tutulması herhalde bu olsa gerektir..

    Geleneksel politikacı tipimizin “makro” yaklaşımlara meraklı görünüp, bu can alıcı soruların cevaplarını içermesi gereken “mikro” yaklaşımlardan bucak bucak kaçmasının nedeni, neyi nasıl yapacağı konusunda berrak bir fikri bulunmayışıdır. Makro yaklaşımlar ise okul kitaplarında hatta gazetelerde zaten yazmaktadır.

    Buna göre “Yeni Muhalefet”, elinde operasyonel düzeyde ayrıntılı bir hükümet programı bulunduran; enflasyonu “nasıl” düşüreceğini, üretim sistemimizi buluşçuluk temeline “nasıl” oturtacağını, terörle “nasıl” mücadele edeceğini, insanlarını daha iyi “nasıl” eğiteceğini, mali sistemi bütünüyle belgeye “nasıl” dayandıracağını ve bütün bunların yapılmasına engel olabilecek güçlükleri “nasıl” aşacağını tasarlamış, bunu yazılı hale getirip ilan etmiş, bununla da kalmayıp gelişmelere göre bunları güncelleyerek eksik ve yanlışlarını gideren bir muhalefet anlayışıdır.

    “Yeni Muhalefet” Tahmin Yapabilmelidir!

    Kabaca, “yapılanı eleştirmeye” (ve sadece eleştirmeye) dayalı geleneksel muhalefet yerine geçmesi gereken “yeni muhalefet’in başarısının bir ölçütü de geleceğe ait tahminlerinin tutarlılığıdır. Eleştirilerini mutlaka tahminlerle desteklemeli ve belirli aralıklarla tahminlerinin geçerliğini, varsa yanılma nedenlerini dürüstçe ilan etmelidir

    “Yeni Muhalefet”, “Yeni Bilgi Verme Üslubu”nu Gerektirir!

    Geleneksel iktidar-muhalefet ilişkilerimizin dayandığı iletişim, bir ortaoyunu dili kullanır. Ortaoyunlarında, taraflardan birisinin bir sorusuna anlamlı bir cevap verilmesi zorunluğu yoktur. Beklenen, cevabın soru ile kafiyeli olması, dahası, cevabın soru soranı şapa oturtmasıdır.

    Örneğin, “futbolcuların transfer ücretleri niçin vergi dışıdır?” gibi bir soru’nun ortaoyunu politikası kurallarına göre cevabı, “spor, kitlelerin beden ve ruh sağlığını geliştirici faaliyetlerdir. Bu yüzden teşvikinin düşünülmemesi mümkün değildir. Yoksa siz halkımızın sağlığına mı karşısınız?” biçimindedir ve bu aslında “uysa da uymasa da” cinsinden bir yanıt olup pratik hiçbir anlamı yoktur.

    Buna göre “yeni muhalefet”, yeni bir bilgi verme stiline, daha açık bir deyimle yeni bir cevap verme ahlakının ortaya çıkmasına, yani yeni bir iktidar stiline bağlıdır.

    “Yeni Muhalefet”in 1 Numaralı Önceliği “Bilgiye Erişme Özgürlüğü” Olmalıdır!

    Geleneksel siyaset yaşamımızda muhalifetin en çok kullandığı argümanlardan birisi de “etkin muhalefet yapmak için gereken bilgilerin yalnız devletin -yani iktidarın- elinde olduğu”dur.

    Aslında ise, karar almak için gereken bilgiler iktidarların elinde de yoktur. Bunun nedeni de, kararların “bilgi”ye değil, o an için hakim rüzgara göre alınmasıdır. Bunun böyle olduğunu iktidarlar da muhalefetler de bilir ama söylenmesi ayıp olacağı için söylenmez.

    Bugüne kadar ne iktidarların ve ne de muhalefetlerin bir önceliği “bilgiye erişme özgürlüğünün sağlanması” olmamıştır. Bu da, kullanılagelen “bilgi yok” argümanının samimi olmadığının kanıtıdır.

    Bu ölçüler uyarınca bakıldığında, ülkemizde yalnız muhalefet partisi değil, siyasi parti denilebilecek bir örgüt hiç bir zaman bulunmamıştır.

    Bu, yeni siyasal oluşumlar için yol gösterici bir saptamadır. Mevcut siyasi partilere ek olarak kurulmakta bulunan ya da bundan böyle kurulacak olan siyasi partiler ancak bu ölçülere uyduğu takdirde bir değer taşıyacak, aksi halde vatandaşın kafası biraz daha karışacak ve tercihler daha da uçlara kayabilecektir.

    Cumartesi, 28 Mayıs 1994

  • YÖNEYLEM ARAŞTIRMASI VE POLİTİKA

    Yöneylem Araştırması’nın (YA) toplumumuzda pek yaygın bir kullanım alanı bulabildiği söylenemez, ama politikaya neredeyse hiç girmediği söylenebilir. Bu makalede konunun bu yönü üzerinde durulacak ve YA’nın politik yaklaşımlarımıza nasıl bir innovation getirebileceği üzerinde durulacaktır.

    Burada politika deyimiyle alışılmış, genelde günlük çekişmelere ya da çeşitli kesimlerin hoşlarına gidebilecek ama doğruluk düzeyi düşük söylemlere dayalı politika değil, Eflatun’un “toplumu mutlu kılma sanatı” şeklinde tanımladığı “politika” ya da bir başka deyimle “toplumun sorunlarını çözerek onu mutlu kılmak” kastedilmektedir.

    Halen -özellikle politik kadrolarımız- anılan bu sorunların çözümlenmesinde bazı yanlış yaklaşımlara sahip olup, bunlar sorunlar kimyası’nın süreçlerini anlamaya ve de onlara müdahale etmeye yetmemekte ve yanlış ve/ya yetersiz çözümler üretilmesine neden olmaktadır.

    Burada “Sorunlar Kimyası” deyimiyle, çeşitli sorunların oluşumu, bileşimleri, aralarında yaptıkları yeni kombinezonlar, yansımaları ve bu gibi özellikleri ifade edilmeye çalışılmakta ve bir bakıma, “maddeler kimyası” nın kanunlarına benzer kanunların varlığına işaret edilmek istenmektedir.

    YA’nın politika alanına uygulanması konusu, bu yanlış yaklaşımlar açıklandığı takdirde daha net olarak irdelenebilecektir.

    A.  Olaylar arası doğrusal ilişkiler ve açık uçluluk varsayımı!

    Olaylar genellikle dairesel bağlantılıdır. Yani bir A olayının ardından doğan B olayı dönerek A olayına girdi olur ve bunun sonunda ya büyüyen ya da küçülen bir spiral doğar (pozitif ya da negatif geri besleme).

    Böylece aynı bir olay hem sebep hem de sonuç olur. Pratikte ise genellikle bu gerçek gözardı edilir ve olaylara ya sebep ya da sonuç olarak bakılır. Bu yanlış bakışın doğal bir sonucu da olayların açık uçlu olabileceği, yani bir yerde son bularak sürecin duracağı yanlışını doğurur.

    Bu duruma bir örnek, kamu açıklarıyla beslenen enflasyonun dönerek kamu açıklarını artırmasıdır. Bu şekilde bir süre geçtikten sonra kamu açıkları ve enflasyon, birbirinin hem nedeni hem de sonucu olurlar.

    B. “Yalıtılmış” olaylar !

    Olaylara genel bakış açısı, yalnızca birbirine doğrudan bağlı olayları “ilişkili” olarak nitelemek şeklindedir. Halbuki olaylar birbirleri üzerinden yansırlar ve diğer olayların üzerine düşerek onlardan yeni ve değişik nitelikli sorunlar yayılmasına neden olurlar. Aynen fizikteki, katı nesnelerin çarpışıp yansımaları gibi! (Bakınız Örnek-1, 2).

    Böylece ilk bakışta aralarında ilişki olmadığı sanılabilecek olaylar arasında yakın ilişkiler bulunabilir. Çeşitli yansımalar sırasında, bir olayın kaynağından uzaklaştıkça, ya da tek dereceden yansımalı sistemler yerine çok dereceli yansımalar olduğu takdirde ilişkileri görebilmek daha güçleşir. Bu güçlüğün nedenlerinden birisi de, olayları birbirinden yalıtılmış olarak (bağımsız kompartmanlar halinde) görmek alışkanlığıdır. Halbuki aynen maddeler uzayı gibi sorunlar uzayı da bir ve tek’tir. Çeşitli sorunlar, daha az sayıdaki Kaynak Sorunlar’ın değişik yüzeyler üzerinde bıraktığı yansımalardır.

    Bu bakış açısının en dramatik sonucu, bu yalıtılmış sorunları ayrı ayrı çözmeye çalışmak ve fakat bir türlü de çözememektir. Ayrıca da her yanlış çözüm, durum dengelerini rastgele biçimde değiştirme ihtimali nedeniyle evvelce olmayan yeni sorunların da doğmasına neden olabilmektedir..

    C. Oluşmuş sorunları doğrudan çözmeye çalışmak !

    Bu durum hemen hemen tüm toplumlarda geçerli olan Karteziyen Mantığı’nın bir ürünüdür. İnsanlar, sorunların çözülebileceğine inanır ve “istenmeyen bir durum”un koşullarını değiştirip, “daha az istenmeyen bir durum” yaratmaya çalışırlar.

    Ama şu unutulur: “İstenmeyen bir durum” a yol açan girdiler saptanıp yokedilemezse, yeni oluşturulan koşullar altında yeni “istenmeyen durum(lar)” doğabilir!

    Örneğin, uzun süre ayakta durmayı gerektiren hallerde, iki ayak üzerinde bir süre hareketsiz durabildikten bir süre sonra ayak değiştirmeye başlanır. Vücudun ağırlığı bir ayağın üzerine verilip diğeri dinlendirilir, sonra ayak değiştirilip öbürü dinlenmeye (güya) alınır. Ancak bu bir şeye yaramaz ve insanlar sonunda oturacak bir yer aramaya başlarlar.

    Bu basit olguda kişi bir sorunla karşı karşıyadır ve çözüm yolu olarak da mevcut koşulları çok az değiştirerek sıkıntıdan kurtulmayı görmektedir. Ancak, duruma dikkatle bakılırsa, kişinin bu sorunu, sorunu çevreleyen koşullarda esaslı bir değişiklik yapmadan yani soruna yol açan nedenleri (burada sürekli hareketsiz ayakta durmak) gidermeden çözmesine imkan olmadığı hemen görülecektir.

    Ayak değiştirmek, üzerine yüklenilen tek ayağın daha çabuk yorulmasına neden olur ve kişi bir süre sonra sık sık ayak değiştirmeye başlar ve sonunda o çözümün -ki çözüm değildir- işe yaramadığını görür.

    İşkence uzmanları bu mekanizmayı gayet iyi bilir ve insanlara acı çektirmek için onları, koşullarında esaslı değişiklikler yapamayacakları durumlar içine sokup öylece tutarlar.

    Bir durumu oluşturan koşullarda esaslı değişiklikler yapmadan sorun çözmeye çalışmak, yalnız o sorunu çözememeyi değil, aynı zamanda evvelce bulunmayan yeni sorunlar doğmasına da yol açar.

    Bu basit örnekte kolayca görülebilen gerçek, sorunlar karmaşık hale geldikçe görülemez hale gelir. İnsanlar (özellikle de bizim insanlarımızın çoğu), karmaşık sorunların daha farklı kurallara göre oluştuğunu düşünürler. Gerçekte ise mekanizma hep aynıdır. Buna göre insanlara ilk öğretilmesi gereken, sorunların doğrudan çözülemeyeceği, onlara yol açan kaynaktaki nedenler’in yokedilebileceğidir.

    Bu bağlamda sorunları çözebilmenin en sağlam ilk adımı, onun yol açtığı sıkıntıları kaybetmemek (gidermeye çalışmamak) tir. Örneğin, kıyafeti çağdaş olmayan birisi, daha derindeki bir başka sorunun varlığının işareti olabilir ve bu işaret bir biçimde -hatta zorla- yokedilebilir de. Böylece, o sorun hakkındaki değerli bir göstergeyi yok etmiş olacağımız gibi, hem sorunu çözemeyiz ve hem de yeni sorunlar üretmiş oluruz.

    Bu yanlış yaklaşım geleneklerimize işaret edildikten sonra, iki soruya cevap verilmeye çalışılmalıdır:

    (1) YA, bu sorunları aşabilecek yeni bir yaklaşım getirebilir mi? Evet ise nasıl?

    (2) Bunu sağlamak için neler yapılmalıdır?

    * YA, bu sorunları aşabilecek yeni bir yaklaşım getirebilir mi?

    Evet getirebilir. YA’nın sorun çözme araçları içinde politikaya rahatça uygulanabilecek epeycesi vardır. Örneğin “benzetim” (simulation) böyledir.

    ABD Kongresinin Bütçe Komisyonu’nun başlıca görevi, kongreye sunulacak yasa teklfilerinin, kısa, orta ve uzun vadede ne gibi mali etkiler yaratacağının tahminlenmesi olup, “What if” türü analizler bu sorulara cevap bulmak için kullanılmaktadır.

    What if analizleri politikada yalnızca mali etki tahminleri için değil, daha subjektif değerlendirmeler -politikacıların uluslararası konulardaki beyanatının yol açabileceği gelişmeler gibi- için de kullanılabilir. Örneğin, eski Sovyetler Birliği’nin Kars ve Ardahan’ı sözel olarak talep etmesi, Suriye’nin Hatay’ı kendi sınırları içinde haritalaması gibi fiziki hiçbir eylem içermeyen sözler, bugün dahi bu ülkelere karşı tutumumuzu ve savunma politikalarımızı etkilemektedir.

    Bu bağlamda, mesela “Adriyatik’ten Çin’e kadar” sözlerinin ne gibi sonuçlar doğurduğunu ve bundan böyle doğuracak olduğunu değerlendirebilmek için, YA’nın “What if” analizi gayet etkinlikle kullanılabilir.

    YA’nın bir başka sorun çözme yaklaşımı olan “sezgisel yöntem” (heuristic), bir çok olayın ancak sezgisel yolla ifade edilebildiği politikada kullanılabilen bir diğer yöntemdir. Nitekim, EZ-IMPACT adlı bir algoritma ve bilgisayar programı, aralarındaki ilişkiler ve bireysel eğilimleri (trend) ancak subjektif terimlerle ifade edilebilen olayların analizi için geliştirilmiş olup, politikanın ana malzemesi olan toplum sorunlarını anlayıp önlem geliştirmede eşsiz bir araçtır.

    Ama, YA’nın politikaya uygulanabilirliği açısından esas değeri bu yöntemlerden dolayı değildir. Başka disiplinlerden politikaya aktarılıp uygulanabilecek çok sayıda teknik bulunabilir.

    YA’nın “sistem bütünlüğü” yaklaşımı, politika açısından esas önem taşıyan özelliktir. Bu yaklaşım, yukarıda (b) şıkkında dile getirilen, “olayların yalıtılmışlığı” olarak adlandırılan büyük sakıncayı ortadan kaldırır.

    Nitekim, reengineering adı verilen yeniden yapılandırma yaklaşımında da bu yalıtılmışlığın nelere yol açtığı gösteriliyor ve yeniden yapılanmanın, bölmeleme (departmentation) yerine süreç (process) temelli olması öneriliyor.

    Halbuki geleneksel kamu örgütlenmesi (Bakanlıklar, Genel Müdürlükler, Belediyeler gibi), tamamen departmentation’a dayalıdır. Bu örgütlenme biçiminde her yalıtılmış birim kendi işini mükemmel yapsa dahi, her birimin amaçları bütün’ün amaçlarından farklı -ilgisiz, hatta çoğu zaman da çelişik- olduğu için, işlerin bütünü açısından giderilemeyecek karmaşıklıkta sorunlar ve kaçınılmaz bir pahalı ve verimsiz “işletme” doğuyor.

    Aslında bir bütün olan “amaçlar”ı bölmeleyip her birini ayrı yönetmeye dayalı geleneksel yaklaşım yalnız kamu yönetiminde değil sanayi ve ticarette de benzer olumsuz sonuçlara varmış ve bugün artık bu yaklaşımın yanlış olduğu iyice ortaya çıkmıştır.

    Bir başka deyimle, YA’nın ünlü “sistem yaklaşımı” ilkesine aykırı bir yapılanma hem Dünya ekonomisini hem de toplum yönetimlerini içinden çıkılmaz noktalara getirmiş bulunmaktadır. Türkiye sorunlarına bu açıdan bakıldığında, siyasette ve ekonomide yaşanan kriz daha kolay anlaşılabilmekte, en azından krizin en önemli bileşeninin bu, “bütüncüllük dışı yaklaşım” olduğu anlaşılmaktadır.

    Toplumumuzun sorunlarını, yalıtılmış, birbirinden bağımsız -ama birbirleriyle etkileşebilen- biçimde algılayıp, bunların her birini ayrı department’lerin sorumluluğuna tevdi ederek çözmeye çalışmak yerine bunların, “amaçlarımızı üretmeye uygun olmayan bir ortam” ın, çeşitli “durum yüzeyleri” üzerindeki izdüşümleri olduğunu kavradığımız takdirde kriz ortamından çıkmak, hatta krize yol açan kimi ögeleri bu defa birer avantaj olarak kullanmak mümkün olabilecektir.

    Bu saptama bizi Görünen Sorun – Kaynak Sorun kavramlarına götürmektedir*. Az sayıdaki sorunun (source cause) yansımalar, birleşmeler, ayrışmalar yoluyla yeni sorun bileşikleri yarattığı, bunların ise doğrudan çözülmesi mümkün olmayan Görünen Sorun’lar (phantom problems) yarattığı şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım, maddi-manevi kaynaklarını Görünen Sorunlar’ı çözmeye ayırmış ve bu yolla da sürekli yeni sorunlar üreten politika geleneğimiz açısından büyük bir yanılgıya işaret etmektedir.

    İşte YA’nın, innovation özelliği çok zayıf bulunan politik yaşamımıza getirebileceği en önemli innovation katkısı bu yaklaşımdır. O halde mesele, YA’nı politik yaşamımıza nasıl katacağımız meselesine indirgenmektedir.

    Politikayı yaşama geçirecek olan kurumların zayıf olduğu, ayrıca da günlük politik çekişmelerden çokça etkilendiği dikkate alınırsa, bizde, tepedeki politikacıların etkilenmesinin -daha genel olarak etkinlerin etkilenmesi- en önemli problemi oluşturduğu görülecektir.

    Bunun ise geleneksel yollarla, yani yazmak, söylemek, önermek vbg yollarla pek mümkün olmadığı bilinmektedir.

    A.B.D.’de, politikacıların eğitilmeleri için kurulmuş bulunan JFK School of Government benzeri bir organizasyon oluşturulması etkin bir araç olabilir. Bu okulda, yerel ve merkezi idarede rol alacak politikacılara yeni bir “düşünme stili” benimsetilebilir. Ama bu yaklaşım dahi, etkinlerin etkilenmesini gerektirir.

    Bu nedenle, bir başlangıç noktası olarak bir YA çalışma grubu oluşturulması düşünülebilir. İçinde, politikacı, sosyolog, psikolog, pazarlamacı ve YA uzman(lar)ı bulunan bir çalışma grubu, etkinlerin etkilenerek YA yaklaşımlarının ve özellikle de sistem yaklaşımı’nın benimsenmesi için hangi araçların kullanılabileceğini araştırabilirler. Hatta daha abartılı bir araç olarak, yalnızca politika ve YA konusunun işlendiği bir çalışma toplantısının düzenlenmesi dahi düşünülebilir.

    Salı, 12 Temmuz 1994

  • ZABITA’NIN HÜCUMU

    Bir kamu binasının deniz kıyısındaki bahçesine bir yapı kondurmak isteyen uyanık bir vatandaşımız, yine kendi gibi ve ayrıca gözü de kara yedi sekiz fedaisi eliyle projesinin gerçekleştirrilmesine tam girişmişken, muhtemelen aynı bahçeye benzer bir proje uygulamak isteyen bir başka muteber vatandaşımızın şikayeti üzerine belediye zabıtalarının baskınına uğruyor.

    Zabıtalarımız, yüksek ökçeli pabuçları, palabıyıkları, dolgun göbekleri ve sert bakışlarıyla vaziyete müdahale ediyorlar ve şefleri, yasanın kendilerine vermiş olduğu hakkın da kuvvetiyle kükrüyor: “N’apıyosunuz lan burda?”..

    Ancak, devlet güçlerinin, karşılarındakileri vatandaş sanarak yaptıkları bu sert çıkış karşı tarafça radikal biçimde cevaplanıyor: Fedailer, zabıtanın üzerine yürüyüp ite kaka kapıdan dışarı sürmeye başlıyorlar.

    Devletin onurunu ezdirme (ve postu deldirme) tehlikesiyle karşı karşıya kalan zabıta güçleri can havliyle, inşaat hazırlığı için yerde yığılı bulunan `beşe onları’ kaptığı gibi fedailere karşı hücuma geçiyorlar. Ancak, korku nedeniyle ellerindeki kalasları öylesine sallıyorlar ki bir tanesi bile rahatça adam öldürebilir. Ancak karşı taraf bu konularda idmanlı olduğu için kaçarak kurtuluyor ve onlar da ellerine benzer silahlar alarak dengeyi kuruyorlar.

    TV’de herkesin gözü önünde ceryan eden bu olayın sonrasında ne olduğu pek önemli değil ama buraya kadarından çıkarılabilecek net bir sonuç var. Hatta bu sonuç yalnız belediye zabıtası için değil emniyetin polisi için de geçerli..

    Yasaların yaptırımını sağlamakla görevli güçler (zabıta, polis ve benzeri görevliler), fiziki müdahale konusunda son derece eğitimsiz olup, sözel yaptırımın dışına taşılan hallerde -ki gayet sıktır-, bakkal Mehmet efendinin bildiği boğuşma tekniklerinden fazlasına sahip değillerdir. Bu yetersizlik bu gibi hallerde öldürücü saldırganlığa (can havli budur), diğer hallerde ise bir kabalığa dönüşmektedir. Çünkü bilindiği gibi her türlü yetersizlik, kişi tarafından kabalık ve/ya saldırganlıkla telafi edilmektedir.

    Güvenlik güçlerimizin zaman zaman sergiledikleri kaba ve/ya saldırgan davranışların, durup dururken nasıl bir reaksiyonerlik yarattığı düşünülürse, polis ve zabıtanın fiziki yaptırım konusundaki eğitiminin ne kadar olumlu sonuçlar yaratacağı anlaşılacaktır.

    Tabii ki bu fiziki eğitimin yanısıra, üzerinde hiç akıl yorulmadığı belli olan kıyafetleri de rahat hareket etmeye uygun hale getirilmek kaydıyla!