• VATANA İHANET !

    “Dün gece Beşiktaş’ta bir eve giren iki hırsız, ev sahibinin su içmek için kalkmış olması nedeniyle yakayı ele vermiş ve nöbetçi mahkemeye çıkarılan hırsızlar vatana ihanet suçundan tutuklanmışlardır.”

    “Aynı gün, kiracısını evden çıkarmak için çeşitli yollar deneyip beceremeyen ev sahibi karakola başvurarak kiracısının vatana ihanet ettiğini ihbar etmiş, ancak görevli bekçi vatana ihanet koşullarının tam oluşmadığı gerekçesiyle iddiayı kabul etmemiştir.”

    “Diğer yandan, rakip takımdan para alarak uyduruk gol yiyen bir kaleciyi taraftarlar “vatan haini” şeklinde protesto etmişlerdir.”

    Bütün önemli kavramlar gibi vatan ihaneti kavramını da tanımlamayarak, herkesin, önüne gelene vatan haini yakıştırması yapmasına yol açan toplumumuz, Atatürk adını nasıl sıradanlaştırmışsa şimdi de vatan haini deyimini her an, her yerde, herkes ve her sebeple söylenebilir bir sıradanlığa getirmektedir.

    Meydan nutku atan politikacı rakibine, bir bankacı rekabet edemediği diğer bankacıya, gecekonducu aday gecekonduyu onaylamayana büyük bir rahatlık içinde vatan hiyaneti suçlaması yapmaktadır.

    Bunun olası sonucu şudur: Vatan hiyaneti o denli sıradan, ciddiye alınmaz, olur olmaz yerde söylenen bir laf haline gelecektir ki, gerçekten vatan hiyaneti suçu işleyen birisini bu kavramla suçlamak gülünç hale gelecek, böylece vatan hiyaneti de artık kolayca yapılabilir bir fiil olup çıkacaktır.

    Toplumumuz için melanet üretmeyi kendine iş edinmiş birilerinin tezgahından çıkmadıysa, bu yeni ürünün saf bir ahmaklık örneği olduğu bellidir.

    Bunların kasden yapılmadığı bellidir. Ama eğer kasden yapılsaydı farklı bir sonuç doğar mıydı?

  • İZMİR TEŞEBBÜS AJANSI

    Saygıdeğer İzmir’li okurlarım,

    Sakın başlığa bakıp hemen sevinmeyin, henüz böyle bir kuruluş yok. Ama bu, olmayacak demek de değildir. Bakarsınız bu yazım, zaten harekete geçmeye hazır İzmir’lileri biraz daha tahrik eder ve gazetelerde şöyle bir haber görebiliriz:

    “BRAVO İZMİR’E YİNE İLK OLDU!

    İzmir Ticaret Odası, İzmir’li sanayiciler ve İzmir’in iki üniversitesi kendi işini kurmak isteyen İzmir’li genç girişimcileri desteklemek üzere İzmir Girişim Ajansını (İGA) kuruyorlar. Darısı diğer illerimizin başına!”

    Bu haber bir rüya olabilir. Ama gerçekleşmemesi için ne sebep var? İzmir, kendi işini kurmak isteyen gençlerin başarıya ulaşabilecekleri en uygun “klima”lardan birisine sahiptir.

    Birkaç yıl önce Türk El Halıcılığı Projesi ile uğraşırken, Romanya’da Türk el halılarının “tam” kopya edilişini, ayrıca da bunun tek tek değil, bir spor salonu büyüklüğündeki atölyelere yerleştirilmiş yüzlerce tezgah başındaki genç kızın, elinde megafonu bulunan bir usta tarafından “sarı ilmek atılacak, at”, “çekiçlenecek, çekiçle”, “kırmızı ipliği at” gibi, tek elden yönetildiğini duymuş ve telaşlanmıştım.

    O sırada bir gezide, bir Anadolu kasabasında halı dokunan bir küçük atölyeyi ziyaret ederken, dokuyuculadan birinin henüz 8 aylık bebesini önüne bağladığını, her ilmek atışta bebenin gözleriyle renkleri takip ettiğini görünce şunu anlamıştım ki bu insanlarımızla kimse halıcılık konusunda rekabet edemez.

    İzmirli gençler, çocukluklarından itibaren girişimcilik kokan bir “klima” içinde büyürler. Bu, onların en büyük sermayesidir. Yeter ki yol gösterecek, onları başarısızlıklardan koruyabilecek kurumları kurabilelim…

    İşte bu kurum, Girişim Destekleme Ajansıdır. Kendi işini kurmak isteyen ama ne yapacağı, nasıl yapacağı konusunda çok net olmayan bir genç girişimciye nasıl gözlem yapılıp iş fikri üretebileceği, iş planını nasıl yapacağı, ilk kaynağı nasıl temin edebileceği ve üreteceği mal veya hizmeti nasıl pazarlayacağı hakkında gereken bilgileri sağlayan ve bazı küçük maddi katkılarda bulunabilen bir ajans İzmir’li gençlere yepyeni bir ufuk açaçaktır.

    Böyle bir ajansın nasıl kurulup işletileceği konusunda yeterli bilgi ve deneyim Türkiye’de mevcuttur. İhtiyaç olan, birilerinin ilk adımı atmalarıdır.

    Bu ilk adımı atacak olan kuruluşların adı, girişimcilik tarihimize yazılacaktır.

  • YANLIŞ KONULARDA “KONUŞAN TÜRKİYE”

    Çok partili demokratik rejimi benimseyeli yaklaşık 50 yıl olmasına rağmen Türkiye, adı konulmamış da olsa yarı totaliter yönetim biçimleriyle epey zaman geçirmiştir. Bu tür dönemlerin değişmez karakteristiği ise, “idarenin buyrukları doğrultusunda düşünmek ve özellikle de yazıp konuşmak” olmuştur.

    İşte bu yüzden olsa gerek, insanımız “konuşmak” konusunda -haklı olarak- duyarlıdır ve onu bir çeşit demokratiklik göstergesi olarak almıştır. Nitekim “Konuşan Türkiye” sloganı da bu şekilde ortaya çıkmış, 12 Eylül’ün kapattığı partilerin tekrar açılıp siyaset yasaklarının kaldırılmasını sembolize etmek için kullanılmıştır.

    Bu gün artık o günler geride kalmış, herkes her konuda düşündüklerini konuşmakta ve yazmaktadır. (Hatta belki “düşündüklerini” demek yerine “aklına gelenleri” demek daha doğru olur!)

    Bir torbaya rastgele şekilli taş veya demir parçalarınıkoyup çok uzun süre (mesela 100 yıl) çalkalarsanız ne olur? Doğru cevap, tüm parçaların düzgün birer “küre” olacağıdır. Nitekim sabırla koruğun helva olması, ya da bir daktilo tuşları üzerine gelişi güzel vuruşlar yapan bir kişinin yine uzun bir süre içinde (mesela 10000 yıl) tamamen tesadüfi olarak bir makale yazabilme olasılığının bulunması da benzer bir proses sonucunda mümkün olabilmektedir.

    Dolayısıyla, rastgele konularda konuşa konuşa, uzun bir süre içinde (mesela 1milyon yıl), Türkiye’nin gerçekte üzerinde durması gereken konulara gelinmesi olasılığı yok değildir. Sorun, bu sürecin alacağı süre değildir. Büyüklerimizin hergün TV ekranlarında üç öğün söyledikleri “Türk milleti ebediyete kadar var olacaktır” güvencesi dolayısıyla, süre bir sorun olmayacaktır.

    Sorun bambaşka bir nedenden kaynaklanacak , doğru konulara tesadüfi bir prosesle gelen toplum o konularda duramayacak, geçip yine başka konulara atlayacaktır. İkinci defa aynı doğru konulara gelme olasılığı ise birinci olasılığın karesi kadar küçüktür.

    Evet, “Konuşan Türkiye” konuşuyor, ama yanlış konular üzerinde konuşuyor ve bu gidişle doğru konulara gelip orada durması ihtimali neredeyse yok!

    Binlerce insan yüzlerce sorunu konuşuyor, reçeteler öneriyor. Sorunlar ertesi gün yeni “sorun bileşimleri” yaratıyor, bu defa onlar konuşuluyor.

    Konuşulan bu konular çevresinde insanlar örgütleniyor, toplu çalışmalar yapıyorlar, raporlar yazıyorlar, gazeteler, TV’ler bunlar üzerinde duruyor, konuşuluyor ve de konuşuluyor.

    Ama yanlış konular konuşuluyor. Sorunlar değil onların birinci, ikinci, üçüncü, n’inci dereceden türevleri üzerinde konuşuluyor.

    Şu denilebilir ki, içinde bulunulan ekonomik kriz üzerinde her söylenecek söz beyhudedir, zaman kaybıdır. Sadece tatmin olmaya, kızgınlık gidermeye yarar, ama kaynak nedenler üzerinde durmayı engellediği için de sadece yarasız değil, aynı zamanda zararlıdır da..

    Türkiye’nin konuşması gereken konu “bir üretim toplumu haline nasıl geleceği”dir.

    Toplumumuzun bu konuyu konuşmayışının iki ayrı nedeni vardır: Birincisi, bir çok konuda üretim yaptığını zannetmesi, diğeri de üretimsizliğin tüm diğer sorunları yaratan bir ana illet durumunda olduğu gerçeğini kavramayışı!

    Türkiye’ye dışardan bakan bir göz, bu ülkede buğday, otomobil, kömür, buzdolabı, telefon santralı, bankacılık hizmetleri, eğitim, sağlık ya da sosyal güvenlik hizmeti ve daha yüzlerce mal ve hizmet ürünü üretildiğini, hatta bunların bir bölümünün ihraç edildiğini zannedebilir.

    “Üretim” denilen olguya tek başına bakıldığında bu doğrudur da. Ama “üretim”e “tüketim”le beraber bakıldığında -ki birlikte bakılmazsa yanıltıcıdır- tükettiklerinin, tüketmek istediklerinin ve de çağın gereği olarak tüketilmesi gerekenlerin değer olarak ne kadar azını üretebildiği, bunların ne denli kalitesiz ve yüksek maliyetlerle üretilmeye çalışıldığı hayretle görülecektir. Buradaki yanılgı, “üretmeye çalışmak” ile “üretmek” arasındaki büyük farka dikkat edilmeyişinden doğmaktadır.

    Örneğin Türkiye, sağlık hizmeti üretmeye “çalışmakta”dır. Bunun için harcanan maddi kaynak, yalnızca Sağlık Bakanlığı bütçesi ve SSK sağlık birimlerinin bütçelerinden ibaret değildir. Vatandaşlar da ayrıca masraf etmektedirler. Bu toplam gider karşılığında alınan sağlık hizmeti son derece düşük kalitelidir. Fayda / maliyet oranı açısından son derece düşük -sıfıra yakın- bir oran gerçekleşmektedir. Buna bakılarak, “sağlık hizmetleri sektöründe sağlık hizmeti üretilmektedir” denilebilir mi?

    İşsizlere yeni beceriler kazandırıp onları girişimciliğe özendirmek yerine, açılmış beceri kurslarını kapatan, çeşitli karar ve tutumlarıyla girişimcileri dolaylı da olsa cezalandıran ve sonunda da işsizlerini KİT’lere doldurarak sorun çözen (!) bir toplum, ürettiği taşkömürünün, demir-çeliğin ya da diğer ürünlerin kalitesini düşürüp maliyetini rekabet edemez düzeylere çıkarınca, bu alanlarda “üretim yapıyorum” diyebilir mi?

    Yabancı otolara gümrük vergisi koymak yoluyla kendi otomobillerini iç pazara vermek isteyen -ve buna rağmen satamayan- bir otomotiv endüstrisi, gerçek anlamda bir üretim yapmakta mıdır?

    Bu birkaç örnek dahi, Türkiye’nin üretmek değil üretmeye çalışmak ile meşgul olduğunu göstermeye yeter.

    Dil engeli bulunmasa -ki gelecek 10 yıl içinde kalkacaktır- ve yabancı sağlık personelinin Türkiye’de çalışmasına izin verilse, yerli personelin -çoğunun- ne olacağını tahmin etmek güç değildir. Aynı durum, hosteslerimiz, pilotlarımız, öğretmenlerimiz, mühendislerimiz, milletvekili, bakan ve başbakanlarımız, belediye başkanlarımız ve diğer meslek sahipleri, daha doğrusu bunların çoğu için yok mudur?

    Bir an için bütün engellerin ve de desteklerin (sübvansiyon, teşvik, koruma, hoşgörme, aldırmama vbg) kaldırıldığı varsayılsa, yaptığı mal ya da hizmet üretimine devam edebilecek sektörlerimiz hangileridir? Şunu görebilmeliyiz ki, gümrük idaresi toplumumuzun velinimetidir. Onlar olmasa çoğumuz aç kalırız!

    Pekiyi, dünlere kadar bu iş yürüdü de şimdi niçin yürümüyor? Bunun nedeni, ne olduğu herkeste ayrı çağrışım yapan “küreselleşme” deyimidir. Ulus milletler bağıra çağıra egemen olduklarını söyleyedursunlar, bir Dünya devleti doğmakta ve kanunlarını yavaş yavaş ona direnilemez biçimde tüm toplumların hayatlarına egemen kılmaktadır.

    Kendi ülkemizde kendi havamıza saldığımız otomuzun egzostundan çıkacak duman miktarını, doğan her yüz çocuktan en az kaçının yaşaması gerektiğini, suçlulara nasıl davranılacağını, bilgisayarınızın hangi iletişim protokolunu kullanacağını, ilköğretimin kaç yıl olacağını, fabrikanızın otoparkının kaç araçlık olacağını (ISO 9000 kanalıyla belirleniyor), şirketinize gelen evrakların nasıl kaydedileceğini , artık “küresel mevzuat” belirlemektedir. Bütün bunların üzerine bir de şu küresel hüküm gelmektedir: Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı!

    İşte dünlere kadar yüksek gümrük duvarları ve hizmet ithali yasakları altında ürettiğimizi varsaydığımız mal ve hizmetlere razı olurken şimdi bu duvarlar süratle yıkılmaktadır.

    Ancak, daha duvarlar tam yıkılmadan önce, onları havadan aşan bir başka ürün, toplumumuzun üretim ve tüketim dengesini altüst etmiştir. Bu ürün, “enformasyon” dur.

    Dünyanın neresinde ne olduğu, çeşitli toplumların hangi kalite ve fiyatlarda neleri tükettiğini sansürsüz görebilen toplumumuzun beklentileri ve buna bağlı olarak tüketimi aniden artmış, ama gerçek anlamda üretim yapılmadığı için ani bir fakirlikle karşılaşılmıştır. Krizin nedeni budur. Mevcut idarenin taksiratı krize neden olmak değil, krize yanlış teşhis koymak, onu anlamamak, buluşçuluk düşmanlığının, sonunda bu toplumu yok edeceğini görememektir.

    “Konuşan Türkiye”, en tepedekinden sokaktaki insanına kadar konuşmakta ama yanlış konular üzerinde konuşmaktadır.

    Dünyanın bugün geldiği noktada, ekonomistlerin -J.A. Schumpeter hariç- yıllardır önümüze koydukları doğruların yanlış olduğu anlaşılmıştır.

    “Büyüme enflasyon yaratır”, “enflasyon artarsa işsizlik artar” gibi kalıpların yanlış olduğu, “buluşçuluğun (invention ve innovation) tüm fonksiyonların anası olduğu”, “büyümenin enflasyon değil, disinflation yarattığı” anlaşılmıştır.

    İşte felaket burada başlamaktadır: Aydın dediği kadroları buluşçuluğa düşman olan toplumumuzda bu “ana” -ki bu ana başka Ana’dır-, yaşamımıza nasıl egemen kılınacaktır? Konuşulması gereken konu budur! Perşembe, 02 Haziran 1994

  • “YENİ” ARAYIŞLAR, ANCAK “YENİ” TEMELLER ÜZERİNDE YAPILANABİLİR!

    Başta siyaset olmak üzere tüm toplum kurumlarında yeni arayışlar var. Bu arayışları doğru değerlendirebilmek ve buna göre, kurumlar için yeni yapılanma alternatifleri önerebilmek için, öncelikle, “arayış” genel adı altında toplanan eğilimler içinden bazılarını ayıklamak gerekir.

    Bunlardan birincisi, negatifliğin dışavurumu demek olan “salt şikayet”lerdir. “salt şikayet”, yapıcı bir sonuca erişmek için değil, başta “haset” olmak üzere çeşitli ruhsal sorunları tatmin etmek için yaygınlıkla kullanılan bir yöntem olup, bunu daha doğruya, iyiye ve güzele varmak amacını taşıyan eleştirel yaklaşımlardan kesinlikle ayrı tutmak gerekir.

    “Arayış” görüntüsü veren yaklaşımlar içinden ayrılması gereken ikinci parça, bir siyaset geleneğimiz durumundaki “aksini söylemiş olmak için eleştirmek”tir.

    Nihayet ayrı tutulması gereken üçüncü yaklaşım türü, işinin, topluma her konuda -ama her konudaki- doğruları öğretmek olduğunu düşünenlerin dile getirdikleridir.

    Bu üç “değersiz yaklaşım”ın ortak yanı, bunların hepsinin, sorunların “kaynakları”nı, bu kaynakları kurutabilecek yeni ilkeleri ve bu çerçevede uygulanabilecek çözümleri değil, yalnızca sorunların “görüntüleri”ni -çeşitli sivriliklerde- dile getirmeleridir.

    Çok yoğunmuş gibi görünen arayışlar’ı böylece -epey- seyrelttikten sonra, geri kalan “değerli arayışlar”ın yeni yapılanmalara nasıl dönüşebileceğine bakılabilir.

    “yeni arayışlar”la doğrudan uğraşan bir bilim dalı yoktur. Olsaydı, onun temel öğretilerinden birincisi her halde, “yeni yaklaşımlar ancak yeni temeller üzerinde yapılanabilir” biçiminde olurdu.

    Mevcut kurumlarımızın üzerinde yapılandığı “mevcut temel”in özellikleri nelerdir? Yeniden yapılanacak kurumlarımızın üzerinde kurulacağı “yeni temel” nasıldır? İki temel arasında ne gibi farklılıklar vardır? Ve nihayet, eski temeller üzerinde yeni yapılanmalar niçin mümkün değildir?

    “mevcut temel”i tanımlayabilecek karakteristikler şunlardır:

    1. Düşüncelerden birisini çürütmeye, böylece karşıtını kanıtlamaya dayalı, uzlaşmaya kapalı, kutuplaştırıcı, “evet-hayır mantık sistemi”,

    2. Sorunların nedenlerini tedavi etmek yerine belirtilerini ortadan kaldırmaya çabalayan sorun çözme biçimi,

    3. İyi tanımlanmamış, içi isteğe göre doldurulmaya uygun kavramlardan kaynaklanan yetersiz toplumsal iletişim ve bunun sonuçlarından birisi olarak; demokrasi, insan hakları ve bu gibi üst-kavramları oluşturması gereken “insan nitelik dokumuz”, “buluşçuluk”, “üretkenlik” gibi alt-kavramları dikkate almadan üst-kavramlar çevresinde sürekli -ve de boş yere- tartışmak,

    4. Siyasetin, onunla uğraşanlara, toplumunkiyle çelişen çıkarlar sağlaması gerektiğine inananların, toplum çıkarlarıyla çelişmeyen yararlar sağlaması gerektiğine inanlara üstün geldiği ve bunun adına particilik dendiği bir siyaset anlayışı,

    “Yeni yapılanma”nın, üzerinde yer alacağı temel’in özellikleri ise aynı sırayla şu şekilde özetlenebilir;

      1. “Evet” ile “hayır” arasında bir uçurum değil, bir sürekli geçiş bulunduğunu, doğruların mutlak değil göreli olabileceğini kabul eden uzlaşmacı mantık sistemi,

      2. Sorunların belirtilerini, onların kaynaklarına inmek için kullanan, kısa vadede belirtileri gidermeye çalışırken, orta vadede ise kaynakları ortadan kaldırmaya yönelen ve çok sayıdaki toplum sorununun, az sayıdaki “kaynak sorun”dan doğduğunu kabul eden sorun çözme biçimi,

      3. Her birinin çevresinde ortak anlayışlar oluşmuş kavramlara dayalı bir toplumsal iletişim ve bunun bir sonucu olarak, hangi üst-kavramın hangi alt-kavramlardan oluştuğuna ilişkin sağlam bir toplum bilinci,

      4. “Temiz Siyaset” adıyla sembolize edilebilecek olan ve toplumun her bireyinin birer siyasi parti gibi hareket edebildiği ve birörnek düşünme’yi zorunlu kılan, liderler diktası’na çanak tutan mevcut kitle particiliği yerine, her konu için ayrı ağ’lar (network) kurabilen özgür iradeli bireylere dayalı bir siyaset anlayışı.

    Başlıca özellikleri böylece sıralanan iki ayrı temel’in karşılaştırılmasından kolayca çıkarılabilecek bir sonuç, “yeni arayışlar” olarak sembolize edilen ve tüm kurumları “akılcılığa” ve “temizliğe” dayanan yeni yapılanmanın, mevcut temel üzerinde kurulabilmesinin “mümkün olamayacağı”dır.

    İnsanlarımız, tek tek ve/ya örgütleri -resmi ya da gayrı resmi- aracılığıyla çeşitli konulardaki düşüncelerini -kısmen ya da tamamen- dile getirebilmektedirler.

    Ama, yukarıda değinilen dört konuda en küçük bir tartışma söz konusu değildir. Bu göstermektedir ki, bu konular üzerinde toplumsal bir uzlaşı vardır ve bunlar birer sorun olarak görülmemektedir.

    İşte sorun, bu yanlış uzlaşıdadır. Başta, toplumumuzun düşünce önderleri olmak üzere tüm düşünenleri, bu dört konunun önemini ve bunlarda bir “yenileşme” (innovation) olmaksızın “yeni arayışlar”ın “beyhude ve pahalı arayışlar” olmaktan ileri gidemeyeceğini idrake çağırıyorum.

    Pazar, 18 Aralık 1994

  • Temiz toplum ve “Beyaz Nokta” (1)

    Tüm sorunlarımızda değişmeyen parçalar vardır. Bunlar aynen kimyadaki “periyodik tablo elementleri” gibi biraraya gelerek çeşitli sorunları oluşturuyorlar. Bunlara “kaynak sorunlar” deniliyor.

    Ülkemiz sorunları üzerinde yapılan çalışmalar, bunların büyük çoğunluğunun 15 grup altında toplanabilecek “kaynak sorun”dan oluştuğunu gösteriyor. Böylece oluşan sorunları da “kaynak sorun”lardan ayırmak için “görünen sorun” (ya da fantom sorun) deyimi kullanılıyor.

    İşte bu kaynak sorunlarımızdan birisi; çeşitli kavramların, tanımlanmamış olmaları yüzünden herkeste ayrı anlamlar çağrıştırmaları ve böylece yol açılan toplumsal iletişim bozukluğu problemimizdir.

    Diğer yandan, “temiz toplum”, bir süredir ülkemizde ve diğer bazı ülkelerde kullanılan bir deyim… Rüşvet, yolsuzluk, dejenerasyon gibi kirliliklerden arınma anlamında kullanılıyor. Daha doğrusu herhalde öyledir!

    Çünkü bugüne kadar “temiz toplum” deyimiyle ne kastedildiğine, buna ne gibi anlamlar yüklenip nelerin dışarıda bırakılması gerektiğine kimse değinmedi. Böylece, “temiz toplum”, herkesin kendi meşrebine göre yorumladığı ve daha da ilginci herkesin kendini temiz, başkalarını ise pis olarak nitelemesine yardımcı olan bir kavram oldu çıktı.

    Şu bir gerçektir ki, bütün subjektif tanımlamalar gibi, temizlik (ve kirlilik), toplumdan topluma, zamandan zamana ve yerden yere değişen bir kavramdır. Belirli koşullar altında temiz olarak nitelenen bir olgu, bir başka yer ve/ya zamanda kirli sayılabilir.

    Ama bütün bunlar “temiz toplum” için bir tanım yapmamanın gerekçesi olamaz. Ayrıca da kavramı tanımlamaya çalışırken doğabilecek tartışmaların da yararlı bir yanı olacak ve kimin neyi temiz, neyi kirli olarak gördüğü konusundaki ayrılıklar da ortaya çıkmış olacaktır.

    Örneğin, bir bölüm insan (ben de dahil) kumar’ı kirli iş sayarken, belki bir başka kesim bunu, tarih boyunca var olduğu ve turistleri yolmağa yaradığı (yani öyle sanıldığı) için temiz olarak tanımlamaya kalkışabilecektir.

    Bence “temiz toplum”, aklın ve erdemin egemen olduğu toplumdur. Buradaki egemen olmak deyimi bilerek kullanılıyor ve mesela akılcılığın üstün tutulduğu ama yaşama egemen kılınamadığı durumlardan ayırmaya çalışıyorum. Sigaranın sağlığa zararlı olduğunu bilmek, bunu kabul etmek ve hatta bunu savunmak ayrı, bu düşünceyi yaşamımıza egemen kılmak ise tamamen ayrı bir şeydir.

    Kirli olarak nitelenen tutum ve davranışlara dikkat edilirse, bunların hepsinde ortak olan yanın, akılcılık eksikliği olduğu görülecektir. Akılcılık ise evrensel düzene uyum anlamında kullanılmakta olup, buna göre erdem, akıl, ruh ve beden sağlığı ile bilgi beceriyi de içermektedir.

    Çünkü bunların herhangi birisindeki herhangi bir derecedeki yetersizlik, evrensel düzenden o ölçüde ayrılmaya neden olmaktadır.

    Buna göre, akıl egemenliği altındaki hiçbir tutum ve davranış kirli olamaz.

    Peki, kirli işlerin, onları yapanlara bir çıkar sağladığı da bir gerçek değil midir?

  • İZMİR’Lİ MÜTEŞEBBİSLER

    Bu başlığı okuyanlar, “İzmir’li müteşebbislere ne olmuş?” diyecekler ve yazımın gerisine göz atacaklardır “diye düşünüyorum”.

    Ülkemizin girişimcilik haritasında en eski olma özelliğini taşıyan İzmir’li müteşebbislerin, genç girişimcilere yol gösterici bir etkinliğe katkıda bulunacaklarını tahmin ediyorum.

    Zaman içinde, müteşebbislerimizin deneyim dağarcıklarında bir çok malzeme birikmiş olduğunu bilmek zor değildir. Bu birikimlerden çeşitli şekillerde yararlanmak mümkündür. Bunlardan birisi “Girişim Klinikleri”dir. Girişimci adaylarının (ya da halen bu alanda bulunanların), yeni projelerini, deneyimli girişimciler önünde masaya yatırıp onların eleştirilerini almaya verilen ad, “Girişim Kliniği”dir. Bunun üzerinde ayrıca duracağım.

    Bu defa, bir başka önerim var: Müteşebbislerimizin dağarcıklarında, bürokrasiyle ilgili çok deneyim vardır. Bunların bir kısmı herkesin ortak deneyimi durumundadır. Örneğin vergi, işyeri açma hatta kapama gibi konularda hemen hemen tüm girişimciler belli deneyime sahiptirler.

    Bir de bunların dışında, “çok ilginç” denilebilecek tecrübeleri olduğunu da tahmin ediyorum, bir kısmını da biliyorum. Ama ne girişimcilerin ve ne de devletin, bu “ilginç” deneyimlerden haberi olmayabilir, çoğunlukla da yoktur.

    Bunların derlenip bir “vaka kolleksiyonu” haline getirilmesiyle, değerli bir eser ortaya çıkacaktır. İşte bu yüzden, İzmir’li girişimcilerimizden bunları bana yazmalarını rica ediyorum.

    Bu ilginç deneyimlerinizi öyle yazınız ki, mümkün olduğunca az redaksiyonla derlenip basılabilir hale gelebilsin. İsterseniz adınızı saklı tutarak, isterseniz açık yazarak bunları bir “Girişimcilik Deneyimleri Raporu” (ya da kitabı) adı altında yayımlamayı düşünüyorum.

    Eğer bu rapor ilgi görür ve hatta bir gelir getirirse onu da girişimcilik sorunları yönünde çaba harcayan bir kuruluşa (MÜTEŞEBBİSLER KULÜBÜ) bırakalım.

    Bana doğrudan (T.B.M.M.-Ankara) yazabileceğiniz gibi, GÖZLEM yoluyla da iletebilirsiniz.

    Ortaya çıkacak kolleksiyonun, hem girişimcilere hem de onların sorunlarıyla ilgileneceklere yardımcı olacağı ise kesindir.

  • TEPKİSİZLİĞİ AŞMAK İÇİN İLK ADIM!

    Toplumumuzun “tepkisiz” olduğu, genellikle dile getirilen bir yakınmamızdır. İnsanlar ya da toplumlar ancak yok oldukları zaman tepkisiz olabileceklerine göre bu, doğru bir tanımlama değildir. Sorun’un doğru ifadesi, toplumumuzun gerektiği zaman, gerektiği biçimde tepki vermeyişi olsa gerektir. Daha iyi bir ifadeyle, “aralarında demokrasinin de bulunduğu tüm üst kurumların işleyişlerinde aksamalara neden olan, çeşitli toplum kesimlerinin örgütlenerek oluşturabilecekleri ‘çıkar dengeleri temeli’ nin toplumumuzda zayıf olması” biçiminde bir sorunumuz bulunmaktadır.

    Bu sorun’un ardışık nedenleri incelendiğinde*, genellikle dile getirilen “devlet, örgütlenmeye sıcak bakmıyor” tanısından başka nedenlerin de bulunduğu, bunlardan birisinin de tepki iletecek kanalların yetersizliği olduğu görülmektedir.

    Sosyal sorunlarda, nedenlerin dönerek sonuç olduğu ve bir “neden-sonuç kapalı döngüsü” oluşturduğu dikkate alınırsa, sebebi ne olursa olsun örgütlenmeye engel olan nedenlerin dönerek örgütlenmenin araçlarının gelişmesine de engel olduğu anlaşılabilmektedir.

    Bu tür kısır döngüleri kırabilmenin yollarından birisi de, anılan bu araçları geliştirmeye çalışmaktır**.

    Bir devlet dairesindeki görevlinin, kendisine herhangi bir amaçla başvuran bir vatandaşa davranışı -istisnalar dışında- standarttır: Vatandaş, borç istemeye gelmişçesine tepeden bakan, başvuru evrakında mutlaka bir sürü eksik bulan ve nihayet başvuru zamanını uygunsuz bulup ileri bir tarihe ertelemeye çalışan bir bakış açısı, bu standardın özetidir.

    Bunun sonunda doğan ilişki de yine hemen hemen standarttır; Ya üstten bir yerlerden getirilen bir kart, ya rüşvet, ya kavga, ya da çoğu zaman vatandaşın standart davranışı olan “emredilene boyun eğmek” !..

    Önereceğim önlem bu standart resmi derhal değiştirecek bir panzehir değildir. Ama oldukça etkili olacağına da şüphe yoktur.

    Önlem şudur: Her kamu kuruluşunun vatandaşla ilişkilerinde izlenmesi gereken adımların AÇIK VE KOLAY ANLAŞILIR biçimde yazıldığı birer rehber yayımlaması! Standart adımları belli olmayan işler rehber kapsamı dışında tutulabileceği gibi, onlar için dahi bazı usuller verilebilir.

    Bunu ilk yapması gereken kurum, belediyelerdir. Vatandaşla ençok ilgisi olan bu kurumlar, hangi işlem için nasıl başvurulacağı, aksi bir muamele, rüşvet vs. gibi bir talep halinde ne yapılması gerektiği, işlemin ne kadar sürede yapılacağı gibi önemli noktaları içeren birer rehber yayımlayabilirler. Önümüzdeki yerel seçimlerde aday olacaklardan istenmesi gereken vaatlerden birisi bu olmalıdır. Somut, işe yarar ve yapılmayınca da yüze çarpılması kolaydır.

    Bu önerinin bir diğer türü, TV ekranlarının bir köşesinde -bazılarında bulunuyor-, o an yayınlanmakta bulunan programla ilgili tepkilerin iletilebileceği bir faks numarası vermektir.

    Bize göre daha gelişmiş toplumlarda -örneğin Filipinlerde(!)-, TV’de yayınlanan her film için ekranın bir köşesinde “ebeveyn nezaretinde izlenmesi önerilir” gibisinden, yasak kokmayan ama sosyal sorumluluk ifade eden bir uyarı, -eğer özellikle küçük çocukların seks ve şiddet filmleri izlemesi amaçlanmıyorsa- yıllardır tartışılan bir konuda, devletin müdahalesinden daha medenice değil midir?

    Benzer şekilde, her köşe yazarının köşesinin altında kendisine erişilebilecek bir faks numarası vermesi, dile getirdiği konularda okurların tepkilerini iletmesine izin verecektir.

    Her şeyi getirip makro konulara bağlamadan, yasalara anayasalara koymadan becerebileceğimiz ve birer demokrasi eğitimi sayılabilecek bu tür önlemler, sivil toplum örgütlerimizin birer kampanya olarak yürütebilecekleri yararlı önlemlerdir.

    Tepki göstermeyen insanlar ve toplumlardan korkulmalıdır. Bu tür insanlar ve toplumlar durur durur ve tüm tepkilerini bir defada ve incir çekirdeğini doldurmayan nedenlerle birer patlama biçiminde dile getirebilirler. Bunları önlemenin yolu, onları tahripkar olmayan -aksine yönetimler için yararlı- biçimlerde deşarj etmektir.

    Bu işe öncülük edecek bir sivil toplum örgütü aranıyor!

    Pazartesi, 08 Mayıs 1995

  • TOPLUMSAL KALİTE ÇEMBERLERİ

    Kalite Çemberi Nedir?

    Kalite Çemberleri (Quality Circles), Japonlarca Dünya sanayi kültürüne kazandırılan ve günümüz sanayi ürünlerinde ulaşılmak istenen (ve birçok üründe de varılan) “sıfır hata” kavramının, üzerine oturduğu bir yönetim aracıdır.

    Bir ürünün üretiminde yeralan çalışanları 7 ila 10 kişilik gruplar (çemberler) halinde örgütlenmeye özendirerek, yaptıkları işin giderek daha hatasız, daha ucuz, daha basit, daha az çalışanla, çevreye daha az atık vererek, daha az fireyle, kısacası daha mükemmel yapılmasını sağlayan bu yöntem bugün son derece yaygınlaşmıştır.

    Japon Ulusal Kalite Çemberleri Derneği’ne kayıtlı yaklaşık 600,000 çember bulunduğu ve bir o kadar da kayıtsız çemberin varlığı bilinmektedir.

    Bir ürünün üretiminin tek tek bütün safhalarında daha mükemmele varmayı hedefleyen ve işyerindeki diğer çemberlerle olduğu kadar başka işyerleriyle de rekabet halinde bulunan bu çemberler birer sorun çözme grubu (veya iyileştirme grubu) durlar.

    Hangi ürünü üretirlerse üretsinler, hangi ülkede olurlarsa olsunlar bütün Kalite Çemberlerinde değişmeyen bir çalışma yöntemi vardır. Bu yönteme göre önce;

    • Belirlenen bir soruna yol açan neden(ler) araştırılır,

    • Bu neden(ler) önem sırasına göre sıralanır,

    • Sıradaki nedeni ortadan kaldıracak (veya etkisini azaltacak) bir çözüm planlanır,

    • Bu çözüm uygulanır, ne sonuç verdiği kontrol edilir ve daha çok iyileştirme sağlamak üzere yeni bir çözüm planlanıp aynı adımlar tekrarlanır.

    Buna, P-D-C-A (Plan-Develop-Control-Action) çevrimi denilmektedir.

    Belirlenen bir soruna yol açan neden(ler)in araştırılması için ise Japon bilim adamı Prof. Ishikawa’nın adıyla bilinen Ishikawa Diyagramı (veya Kılçık Diyagramı) denilen metod kullanılır.

    Bu metoda göre, kılçığın başındaki balık kafası bir sorunu, bu kafadan çıkan omurga üzerine saplanan (ve giderek küçülen) kılçıklar ise, o soruna (kafa) yol açan çeşitli nedenleri temsil eder.

    Ülkemizde birçok alanda kullanılan ASM-Ardışık Sorma Metodu da, benzer amaçlı olup bir soruna yol açan nedenleri, o nedenlerin nedenlerini ilh. sorgulamaya dayanır.

    Bu bültenin ileriki sayılarında Kılçık Diyagramları ve ASM hakkında uygulamaya dönük bilgiler verilecektir.

    Kalite Çemberleri Toplum Yaşamındaki Sorunlar için de kullanılabilir..!

    Evet, KÇ, toplum yaşamındaki irili ufaklı sorunların çözümü için de mükemmelen kullanılabilir. Nitekim KÇ’nin bu denli başarılı oluşundan sonra çeşitli ülkeler bunları kamu yönetiminde de kullanmak üzere harekete geçmişlerdir.

    KÇ’nin, sanayi dışında uygulanabileceğinin düşünülmesinin nedeni, demokrasi denilen ve aslında “katılımlı karar verme”den başka birşey olmayan sürece olan olağanüstü uygunluğudur.

    İnsanlar toplu olarak yaşarlarken, birçok hizmet ürünü üretirler. Bu ürünler (mükemmel) olmayıp kusurları vardır.

    İşte bu kusurlar insanların günlük yaşamındaki sorunlardır. Bunlar giderilebildiği ölçüde daha mutlu ve müreffeh olacaklardır.

    Bu olguyu tam anlayabilmek için, insanların karşıkarşıya oldukları ve onları manen ya da maddeten rahatsız eden sorunların genel yapısına daha bir yakından bakılmalıdır.

    Bu amaçla, haftalık bir gazetede çıkan bir yazımı buraya alacağım:

    Her Melanet Bir Küçüğünün Üzerinde Yeşerebilir!

    “Bilmem hiç tamircilere dikkat ettiniz mi? Bozulan TV’nizi onarmak üzere verdiğiniz kişiler, daima iki gruptan birisine dahildir: Önceki arızaların tekrarlanma olasılıklarını kestirmeye çalışıp, el ve göz yordamıyla yanmış bir kablo, kırılmış bir parça gibi “görünen” nedenleri kullanarak arızayı teşhis edip gerekli parçaları değiştirenler birinci gruptur.

    Tamircilerin çok büyük bölümü bu gruba girerler ve olağan durumlarda gayet ucuz ve süratli olarak işlerini yaparlar.

    İkinci gruptakiler ise görünenlerden yola çıkıp, o görüntülere hangi nedenlerin yol açmış olabileceğini araştırırlar. Bunu yapabilmek için de önce ellerindeki mekanizmanın nasıl çalıştığını öğrenirler. Bu gruptaki tamircilerin çalışması daha uzun sürer, sabırsız müşteriler ise bunlardan hoşlanmaz ve malları iyice elden çıkana kadar diğerlerine para verirler.

    İki grup arasındaki farklar ise şunlardır: El ve göz yordamıyla arıza arayıp onaranlar, o arızaya ne(ler)in yol açtığı ile ilgilenmezler. Dolayısıyla onarımdan bir süre sonra o aynı nedenler aynı arızaları -biraz daha kronikleşmiş olarak- yeniden üretirler.

    Önce mekanizmanın nasıl işleyip, göze çarpan arızalara nelerin yol açmış olabileceğini belirleyerek ilerleyenlerde ise aynı arıza tekrarlanmaz. Bu bir!

    İkinci farklılık daha da önemlidir: Bazı arızaların nedenleri çok karmaşıktır. Çeşitli parçalar üzerinden defalarca yansıyıp şekil değiştirdikten sonra olmadık bir yerden ve olmadık bir görünüşte ortaya çıkarlar. Ortaya çıktığı yeri ne kadar onarırsanız onarın arıza giderilemez, cihaz bir türlü çalışmaz, giderek daha da kötü olur. Bu tür arızaların, bu birinci gruptaki tamircilerce onarılabilmesine imkan yoktur.

    Bu benzetmenin nedeni, “televizyonların arızası şöyle giderilmelidir” gibi bir ukalalık etmek değil, toplumumuzdaki her türlü rahatsızlığın mekanizmasını anlamadan giderilemeyeceğini örneklemek içindir.

    Toplumu huzursuz eden sorunların herbiri, diğerinden bağımsız görünse de bunların çoğu aynı kaynaklardan türerler.

    Dalgın bir adam, işçi olarak çalıştığı fabrikadan çıkan mesela eksik parçalı araçlarda, evden çıkarken açık unuttuğu ocak nedeniyle çıkan yangında, kırmızı ışığa dikkat etmediği için arabasıyla çarptığı yayanın ölümünde ve alt dairesine yerleşmiş hücre evinden haberdar olmadığı için de yapacakları katliamda hep pay sahibidir ve neden hep aynıdır: dalgınlık!

    Ama dışarıdan bakan bir göz, eksik parçalı aracı, yangını, ölen yayayı ve terörislerin yaptığı katliamı birbirinden bağımsız olaylar olarak değerlendirebilir.

    Dikkat edilmesi gereken ikinci nokta, adına “melanet hiyerarşisi” denilebilecek bir olgudur.

    Bir kural olarak denilebilir ki, hiçbir yanlış, daha küçük yanlış(lar)ın üzerine oturmadan varolamaz.

    Bu basit kural iyi kullanılabilirse, en büyük sorunları dahi çözmede kullanılabilecek yararlı bir alet olabilir. Dahası, bu alet kullanılmadan hiçbir (ama hiçbir) sorun çözülemez.

    Hangi sorun çözülmek isteniliyorsa, o sorunun altında, o soruna taban oluşturan daha küçük sorun(lar)a, sonra da onların altlarındaki daha küçük sorunlara bakılmalıdır.

    Böylece, küçük bir yetmezliğin, yanlışın, umursamazlığın üzerine hangi inanılmaz büyüklükteki sorunların inşa olabildiğini hayretle görebilirsiniz.”

    Buradan varılabilecek sağlam bir sonuç şudur: Önemli toplum sorunlarının temelinde dahi küçük sorunlar yatar. Onlar çözülürse büyük sorunlar da ya azalır ya da bütünüyle ortadar kalkar.

    Diğer yandan, insanlar hemen bütün sorunlarının kendileri dışındakilerce yaratıldığını düşünürler. Bu, büyük ölçüde doğru da olabilir. Ama ilginç olan nokta şudur: Herkes, birbiri için sürekli sorun üretmekte, herkes başkalarının ürettiği sorunlarla boğuşmakta hatta bazen boğuşmayıp altında ezilmektedir.

    İnsanlar, kendilerini rahatsız eden şeylerin, kendileri tarafından bir başka yerde bir başka zamanda yapılmış şeylerin benzerleri olduğunu görebilselerdi kendilerini düzeltmeye yönelirlerdi.

    Toplumu rahatsız eden şeylerin hepsinin (ama hepsinin), aslında bireyler, gruplar ya da toplumun bütününce yapılanların ta kendisi olduğunu görebilmek çok büyük bir terbiye aracı olsa gerektir.

    Şimdi çevrenize dikkatlice bakınız. İnsanlar nelerden şikayet ediyorlar?

    Üst kattaki komşusunun gürültüsünden, yere tüküren hemşehriden, bölücülük ya da terörden mi?

    Bunların benzerlerini o veya bu derecede, farklı yerde, farklı zamanda ve farklı içerikte yapmayan çok az kişi bulunur. Mesele, farklı gibi görünen şeyler arasındaki benzerlikleri yakalayabilmektedir.

    Örneğin ülkemizde bölücülükten şikayeti olmayan var mıdır? Çok küçük bir grup zavallı hariç herhalde yoktur.

    Ama; bir hemşehrisini bürokraside bir yerlere getirmek için uğraşanlar, ülkenin bütününe hizmet vermesi gerekirken yalnız kendi doğum (ya da seçim) yerine hizmet edenler, bunu olağan kabul edenler, destekleyenler, susanlar ve bunlara benzer melaneti yapanlar bir yandan bölücülükten yakınırken bir yandan da bölücülüğün yapı taşlarını bizzat dizmiyorlar mı?

    Aynı şeyleri okulculuk adına yapanlar, meslek dayanışması adı altında, bir mesleğin mensuplarına haksız çıkar sağlamaya çalışanlar acaba “bir avuç” mudurlar?

    İnsanlar, kendilerini rahatsız eden şeylerin aslında bizzat kendi davranışları olduğunu anlamalıdırlar. Dolayısıyla, bu ilişkiler zinciri içinde çoğu kimsenin tahsil edilmemiş bir “alacağı” yoktur.

    O Halde Çözüm; Toplumsal Kalite Çemberleri !

    Madem ki herkes birbiri için sorun üretmektedir, o halde sorunları azaltmanın bir yolu, kişilerin kendilerince üretilen sorunları çözmeleri için basit ve yaygın bir mekanizma kurmaktır.

    Bu mekanizma, insanları birer sorun çözme uzmanı sosyolog olarak değil, oldukları gibi kabul eden, ama çok sayıda insanı katılmaya ve basit sorunlarıçözmeye özendiren yaygın bir sistem olmalıdır.

    Sanayide başarıyla kullanılan Kalite Çemberleri yaklaşımının toplumsal sorunlar için de kullanılabilmesi mümkün görünmektedir. Yeter ki sistem iyi kurulsun..

    Toplumsal Kalite Çemberleri-TKÇ, Bir “Moda” Haline Getirilebilir!

    TKÇ uygulamaları bir “moda” haline getirilebilirse istenilen yaygınlık sağlanabilir. Moda haline gelme ise ancak bir koşulla mümkündor: Uygulamanın, bizatihi uygulayanlara da bir yarar sağlaması..!

    Hangi Sorunların Üzerine Gidilmeli?

    İnsanlarda bir özgüdü (self-motivasyon) yaratabilmek için onlara dışarıdan reçeteler vermek yerine, çözümleyecekleri sorunları kendilerinin saptaması için uygun ortam yaratmak gerekir. Buna göre, küçük “uyum ve güven grupları” halinde biraraya gelebilecek kişiler, birbirinden çok farklı sorunlar üzerinde çalışabilirler.

    Önemli nokta, hangi sorunların üzerinde çalışılacağı değil, birlikte sorun çözmek için biraraya gelebilmektir.

    “Uygun, Sorun Çözme Ortamı” Nasıl Sağlanabilir?

    • Önce Pilot Gruplar oluşturulmalı!

    Sorun çözme isteğine ve de yeteneğine sahip olduğu bilinen kişilerden oluşan birkaç grubun teşkili, atılacak ilk adım olmalıdır.

    • İkinci adım, eğitim!

    Pilot Grupların, basit sorun çözme teknikleri hakkında bilgilendirilmesi ise ikinci adım olmalıdır.

    Kılçık Diyagramı, Ardışık Sorma Metodu, Beyin Fırtınası, Kaynak Sorunlar gibi teknikler, basit olarak öğretilebilecek sorun çözme araçlarıdır.

    • Üçüncü adım, sorun belirlemek!

    Üçüncü adım, Pilot Gruplar’ın “çözülebilecek sorunlar” belirlemelerine yardımcı olmaktır. Grupların başarı kazanmaları, bunun diğerlerine örnek olması ve böylece arzulanan “moda”nın oluşması açısından bu gereklidir.

    Çözülecek sorunların, onları çözenlere de yarar sağlaması koşulu gözönüne alındığında, en verimli alanın “tasarruf” konuları olduğu görülecektir. Bu amaçla, her Pilot Grubun mesela 100’er adet potansiyel tasarruf konusu belirlemesi istenebilir ve bu listeler çoğaltılarak grupların birbirlerinden yararlanması sağlanır.

    • Dördüncü adım, duyuru!

    Pilot Grupların başarılarının çeşitli medya kanalları yoluyla olabildiğince duyurulması ve hatta biraz abartılı olarak duyurulması gerekir.

    Bir yandan bu duyuru faaliyeti yapılırken bir yandan da “sorun çözme için uygun ortam yaratma” faaliyetine yer verilmelidir.

    Bu “uygun ortam” şu araçlarla yapılabilir;

    1. Sorun çözme teknikleri konusunda eğitim vererek,

    2. Çeşitli sorunların saptanabilmesi için basit algoritmalar ve örnekler üreterek,

    3. Sorun çözme gruplarının (TKÇ) çalışması için yer, danışmanlık hizmeti vbg destekler sağlayarak,

    4. Benzer amaçlı yöresel organizasyonlarla işbirliği yapılarak, TKÇ tabanının genişlemesini sağlayarak. (Bu çerçevede, kurulmakta bulunan Beyaz Nokta Dernekleri ve Beyaz Nokta Vakfı ile ilişki kurulabilir)

    Bir-iki Örnek!

    Yukarıda adımları açıklanan TKÇ uygulamaları, her çeşit

    toplum sorununu konu alabilirse de bazı örnekler, yaklaşımın somutlaşmasına yarayabilir:

  • TOPLUM SORUNLARINA İLGİ DUYANLAR İÇİN BAZI ÖNERİLER!

    Özellikle son zamanlarda, çeşitli adlar ve örgütlenme biçimleri altında biraraya gelen insanlarımızın, çeşitli toplum sorunlarına ilgi gösterdiklerini görüyoruz. Dernek, vakıf gibi bilinen türlerin yanısıra “platform”, “hareket” ya da “duyarlık grupları” gibi daha bağımsız örgütlenmelere de sıkça rastlanıyor. Bu, henüz gelişme sürecinin ‘bir yerlerinde’ bulunan demokrasimiz açısından son derece ümit verici bir gelişmedir.

    Her oluşum, olumlu beklentilerin yanısıra bazı potansiyel olumsuzlukları da içerir. Eğer bu olumsuzluklar bilinir ve baştan giderilebilirse, bu önemli toplumsal kaynak da heba edilmemiş olacaktır.

    Çeşitli biçimlerde oluşan bu örgütlenmelerden beklenen olumlu yan, ilgili oldukları konularda olumlu gelişmelere -doğrudan veya dolaylı olarak- yol açmalarıdır.

    Ama aynı oluşumların içerdiği potansiyel olumsuzluklar da vardır. Bunlardan başlıcaları, “yanlış sorun formülasyonu” ve “yanlış amaç saptaması”dır.

    Yanlış Sorun Formülasyonu, üzerinde çalışılmak istenen sorunu, içinden çıkılamaz hale getirir ve sonuçta şöyle -yersiz- bir yargıya varılmasına yol açar: Bu sorun çözülemez!. Bu, bir toplumsal gelişim potansiyelinin kaybolması, ayrıca da bu sorunu çözmeye kalkışanların ilerideki başka girişimlerini de caydırması demektir.

    Örneğin, “toplumumuzda, birey ve çeşitli kesimlerin, haklarını daha iyi savunmalarını sağlamak” gibi bir amaçla bir duyarlık grubu oluşmuş ise, ilk yapılması gereken, bu bu sorunun doğru olarak ifade edilmesidir.

    Sorun, doğru formda mıdır?

    Ortaya konulan sorunu ifade eden soru’nun doğru cevaplanabilmesi, herşeyden önce onun doğru formda olup olmadığına ve ayrıca aynı soru içinde, cevapları birbirinden farklı soru’ların bulunup bulunmadığına bağlıdır.

    Örneğin, bireysel olarak haklarını savunamamak ile örgütlü olarak savunamamanın nedenleri arasında zıtlıklar varsa, bu durumda sorunun cevaplanmasına imkan yoktur. Bu, yanıtları karşıt iki sorunun birleştirilmiş olduğu anlamına gelir ve bu durumda yapılması gereken, soruların birbirinden ayrılmasıdır.

    Bireysel ve örgütlü olarak savunamama nedenleri aranırken zıtlıklar olup olmadığına bakarak bu test uygulanabilir.

    Sorunun doğru formda olup olmadığının ikinci bir testi, soruyu ifade eden sözcüklerin birden fazla kavrama işaret etmesi halinde bu farklı kavramlara göre zıtlaşan nedenlerin bulunup bulunmadığıdır.

    Yukarıdaki örnekteki sorunun ilk sözcüğü olan “toplumumuz”, birçok kesimleri içermektedir. Öğrenciler, kadınlar, tüketiciler, silah altındaki erler, şoförler, sanayiciler, öğretmenler gibi yüzlerce kesim, hepsi toplum sözcüğünün içindedir.

    Örneğin, “tüketiciler”in haklarını savunamayışının bir nedeni “sanayicilerin güçlü oluşları”, “sanayiciler”in haklarını savunamayışlarının bir nedeni de “sanayicilerin güçsüz oluşları” ise buradaki zıtlık, bu iki kesimin birlikte ele alınmaması gerektiğini gösterecektir.

    Bu ikinci test açısından sorulması gereken bir diğer soru ise, bu kesimlerin hepsinin haklarını aynı düzeyde savunup savunamadıklarıdır. Örneğin sanayiciler haklarını iyi savunuyor ve öğrenciler savunamıyorlarsa, soru doğru formda sorulmamış demektir. Bu takdirde, haklarını koruyabilen kesimlerin “toplumumuz” sözcüğünden -yalnız bu amaç için- hariç tutulması gerekir.

    Daha doğru bir form önerisi!

    Yukarıda açıklanan testler altında, ortaya konulan örnek soru’nun, bazı çelişkili cevaplara yol açabileceği görülmektedir. Bu nedenle soru çerçevesini değiştirmeyen şöyle bir form testlerden geçebilir:

    “Bir toplumu oluşturan bireyler ve kesimler, çıkarlarını tam olarak savunabiliyorlarsa, o toplumda bir ‘çıkar dengeleri temeli’ oluşmuş demektir. Toplumumuzda, birey ve kesimlerin çoğunluğu çıkarlarını savunamadığından dolayı bu ‘çıkar dengeleri temeli’ zayıftır. Bu zayıf temel üzerine oturan ve aralarında demokrasinin de bulunduğu tüm üst-kurumlar da bu nedenle aksamaktadır. Acaba, bu zayıf temelin nedenleri neleridir?”

    İkinci tehlike : Yanlış Amaç Saptaması!

    ‘Yanlış sorun formülasyonu’ tehlikesi böylece aşıldıktan sonra ikinci tehlikeye de dikkat etmek gerekir. Bu, duyarlık grubunun ne yapmak istediğiyle ilgilidir. En kolay akla gelebilecek ‘amaç’, sorundan duyulan tepkinin bir biçimde dile getirilerek kolay ve süratli bir biçimde tatmin olmaktır.

    Bunun için toplumumuzda kullanılagelen geleneksel yöntemler, soruna dikkat çekmek için imza toplamak, yürüyüş yapmak, bildiri yayımlamak ya da gazeteye ilan vermektir. Bu yöntem yalnız duyarlık grupları tarafından değil idare tarafından da en çok kullanılan metottur. Yurt içi ya da dışından kaynaklanan sorunlara karşı çoğunlukla “şiddetle kınanmıştır” cümlesinin söylenmesinin yeterli sayıldığı hemen herkesçe bilinir.

    Gelişmiş demokrasilerde, seçenler ile seçilenler arasındaki ilişkiler, bu tür araçlardan fazlasıyla etkilenmektedir. Ülkemizde ise bu tür araçların kullanımı, biraz “nahak yere masraf etmek” anlamına gelir.

    Dolayısıyla, ülkemizdeki duyarlık gruplarının işleri biraz daha zordur. Bu nedenle, ilki kadar kolay olmayan şöyle bir yol izlenmesi yararlı olacaktır: Sorun “doğru formda” ifade edildikten sonra, bu soruna yol açan nedenler, o nedenlere yol açan nedenler ilh.. belirlenerek, daha anlaşılabilir, daha kolay çözümlenebilir, daha az girdisi olan “uç sorunlar”a ulaşılır. İşte bu “uç sorunlar”, duyarlık grubunun eylem planına ışık tutacaktır.

    Uç Sorunlar’dan bazıları yürüyüş yaparak, bazıları bildiri yayımlayarak, bazıları politikacılara faks bombardımanı yaparak, bazıları ise medyayı ilgilendirerek çözümlenebileceklerdir. Uç sorunlardan bir kısmı ise o an için ya da hiç bir zaman çözümlenemeyebilir. Bu da, ilgilenilen sorunun ne ölçüde çözülebileceği ile ilgilidir.

    Böylece, soruna “tek ilaç” ile yaklaşmak yerine “çeşitli ilaçlar” yoluyla yaklaşılacaktır. Uygulamada bu tür bir yaklaşım genellikle uzun vadeli sayılır ve pek tutulmaz. Zamanın darlığı, sorunun kronikleşmesi ya da başka nedenlerle daha çok, “hemen yapılıp sonucu alınıverecek” ilaçlar peşinde koşulur.

    Ama unutulmamalıdır ki BU TÜR İLAÇLAR YOKTUR!

    Cumartesi, 20 Ağustos 1994

  • TÜRKİYE ÜZERİNE ÜTOPYALAR

    Gelmiş ve gelecek tüm çatışmaların içinden türetebileceği bir kavram aransa, acaba “yalıtma” (izolasyon) dan daha uygunu bulunabilir mi?

    “Küçük yapay ortamlar yaratıp”, onun içini arzularımıza göre düzenlemek, dışını ise ya içeriyi düzenlemek için gerekenlerin temin kaynağı olarak kullanmak ya da kendi haline bırakıp aldırmamak, “yalıtım” ın bir tanımı olabilr.

    Bu mantık bireysel yaşamdan Dünya düzenine denk her alanda yaygın olarak kullanılmaktadır.

    Elektrik enerjisi yetmediği için düşen voltajı regülatör kullanarak yükselten kişi, bireysel “yalıtım” için bir örnektir.

    Kendisi için yapay bir ortam yaratmakta, yapay ortamın içi için gereken ilave elektrik enerjisini, başkalarından çekmektedir.

    Başka ülkelerdeki doğal kaynakları kendi ülkesine aktararak (kolonyalizm vb yollarla), ülkesi içinde yapay bir zenginlik yaratan ülkeler de “yalıtım” kavramını kullanmış ve kullanmaktadır.

    Yalıtımın en yaygın örneği “coğrafi yalıtım”dır. A köyü B köyü ile, A şehri B şehri ile veya A ülkesi B ülkesi ile coğrafi olarak yalıtılmıştır. İster köy, ister il isterse ülke olsun (A) dakilerle (B) dekiler arasında bir çıkar zıtlaşması vardır. Bu çıkar zıtlaşması hiyerarşik bir yapı oluşturur. İllerin çıkarları söz konusu ise köyler, ülkelerin söz konusu ise iller bir cephede toplanır ve üst çıkar birliğinn çıkarını savunurlar.

    Yalıtım, kısa süre için avantaj sağlasa da bir süre sonra tıkanmaya başlar. Regülatör kullanarak evinin voltajını yükseltmeyi beceren kişi, bir süre sonra komşularının da bu yolu keşfetmesi üzerine sahip olduğu avntajı kaybedecektir.Bu durumda genellikle başvurulan çare, yalıtım alanını genişletmek, mesela apartman için daha büyükçe bir regülatör satın almaktır.

    Bu süreç, mahalledeki trafonun değiştirilmesine, o da yetmeyince yeni enerji santralı yapımının tartışılmasına kadar gidecektir.

    Bu örnekler çoğaltılarak olayın mekaniği irdelenirse görülecek olan, yalıtım olgusunun avntajları azaldıkça yalıtım çevresinin büyütülerek karşı konulduğudur.

    Avrupa Birliği fikri, Avrupa ülkelerinin -ki herbiri yalıtılmış birer alandır- tek başlarına yetersiz kalmaları sonucunda yalıtım çevresini genişletme biçiminde buldukları çözüme tipik bir örnektir.

    Bir süre sonra bu defa, bu “büyük yalıtılmış çevre” ile dışı arasındaki çatışma büyüyecek ve daha geniş yalıtımlar düşünülmeye başlanacaktır.

    Bu sürecin uzanacağı noktanın, yalıtımın ortadan kalkacağı yepyeni bir Dünya düzeni olacağı, bugününe kadarki gelişime bakarak söylenebilir.

    Bu girişin nedeni, Türkiye’yi Dünya’dan yalıtmaya dayalı ütopyaların, kısa dönem için Türkiye’ye avantaj, ama uzun vade için dezavantaj yaratacağına işaret etmek içindir.

    Bu yaklaşımın pratiğe nasıl uygulanacağı, aralarında “çıkar çatışmaları” yerine “çıkar birlikleri” bulunan belki onbinlerce şehir devletlerinin hangi süre içinde kurulabileceği ayrı düşünülmesi gereken bir konudur.

    Ama ne olursa olsun, “yalitım”ın ancak kısa erimli bir çatışma durdurma yöntemi olduğu bellidir. Türkiye üzerine tezler geliştirirken bu genel ve güçlü eğilimi gözden uzak tutmamak gerekir.

    Yalıtım olgusunun coğrafi boyutunun yanısıra bir de “varlık boyutu” bulunmaktadır.

    Bugün Dünyanın insanlara ait olduğu genel kabul görmektedir. Ancak bir kısım insan, eko-sistem’in daha güvenilir bir ev sahibi olduğunu savunuyorlar.

    Bu kesimden de daha küçük bir kesim ise, yalnız canlıların ve yalnız Dünya’nın değil tüm evrenin tüm varlıklarının bir bütün olduğunu, bunu daraltabilecek her yalıtma girişimi ya da uygulamasının yalnız insanı değil tüm sistemin işleyişini etkileyieceğini savunmaktadır.Bu etkilemeyi olumlu ya da olumsuzolarak nitelemek doğru değildir.

    İnsan (ya da başka canlı ya da cansız ögeler) sisteme ne etki yaparsa yapsın sistem sonunda yeni bir denge oluşturmaktadır. Bu kesindir.Kesin olmayan, yeni oluşan dengelerin mutlaka insana (ya da o etkiyi yapan diğer ögelere) yaşam şansı tanıyıp tanımayacağıdır.

    Bu yaklaşımın somut bir örneği insan hakları ihlalleridir. Bütün Dünyada bir numaralı sorun olan insan hakları ihlallerinin yine bir numaralı kaynak sorunu, bizatihi insanın başka varlıklardan üstün tutulması yani insanın yalıtılmasıdır.

    İnsan, sistemin bütünlüğü, onu oluşturan ögelerin her birinin diğerini etkilediği gerceğini bir yana bırakıp, bu ögelerden birine ayrıcalık tanıdığı anda felakete ilk adım atılmış olmaktadır.

    İnsan, kendinin üstünlüğü kararını alırken kendi dışındaki hiç bir varlığa (hayvan, bitki, taş, toprak) danışmamış, buna gerek dahi duymamıştır.

    Bunun haklı nedeni olarak da o varlıkların kendisiyle iletişim kuramadıklarını ileri sürmüştür.

    Amerikan zencileri de aynı nedenle yüzyıllarca köle olarak yaşamış, hiristiyanlar da aynı nedenle işkenceye uğramış, Bosnalı müslümanlar da aynı nedenlerle katledilmiştir.

    Doğayı kontrol etmeye soyunan insan, bu kararını yalnız kendine onaylatmış ve böylece sonsuz büyüklük ve çeşitlilikteki bir evrenin patronluğuna soyunmuştur.

    Bilinen tarihte acaba hiçbir başka yaratık, böylesine boş, böylesine aptalca bir serüvene girişmiş midir ?

    Coğrafi ve türsel yalıtımın bu gelip geçiciliği v e de yanlışlığı karşısında geleneksel Türkiye tezleri yerine, daha bütüncül bir bakış açısı hem daha alçakgönüllü hem de daha akıllıca olur.

    Bu coğrafyada yaşayan insanlarımız, içinde yeraldığı eko-sistemin ve de büyük sistemin bir parçası olduğunu unutmadan, sistemin geri kalan ögeleriyle çıkar çatışması değil çıkar birliği içinde yaşamını sürdürmeyi amaç edinmelidir.

    İçinde ve dışında bu amaca aykırı girişimler, küçük ya da büyük yalıtılmışlıklar yaratmaya kalkışmalar mutlaka olacaktır.

    İnsan, varlığını sürdürme haricinde tüm fonksiyonlarını aklı ile yerine getirir. Bu, “varlık sürdürme” işlevinin Tanrısal bir değer olduğu anlamına gelir. O halde, varlığnı yok etmeye yönelik her türlü doğrudan ve dolaylı yalıtım girişimine karşı koymak, onu caydırmak “zorunda” dır. Ama bunu, karşı yalıtım amacıyla yapmamak zorunda olduğunu unutmadan!.

    Varlığını korumak için şiddet kullanmakla, çıkar sağlamak için şiddet kullanmak arasında büyük fark vardır. Ama dışarıdan her ikisi de aynı görünebilir.

    Tüm resme böyle bakılınca Türkiye coğrafyası içinde yaşamakta bulunan insanlara, onların görevlendireceği yöneticilerine, bilim adamlarına ve de sokaktaki insana düşen temel görevlerle, Yunanistan, Suriye ya da Cezayirde yaşayan insanların temel, görevleri tamamen benzerdir.

    Bu temel görevleri doğru anlayıp doğru yapabilmenin bilinen tek yolu da nitelikli bir insan dokusu için durmadan çaba harcamaktır. Tüm diğer insan faaliyetleri bu amaca hizmet edecek şekilde yeniden tariflenmek zorundadır.

    Milli gelir artışı, refah ve mutluluk gibi ara amaçlar daima daha yüksek zeka, bilgi -beceri, ruhsal sağlık ve ahlaka -ki bunlara kısaca nitelik denilmektedir- sahip insan dokusuna yönelik olmalıdır.

    Ancak böyle bir doku, kendini Dünyanın efendisi ilan etme sapıklığından uzak tutabilir ve diğer varlıklara “zarar vermeden”, onlarla “uyum içinde” yaşamı sürdürür.

    6 kasım 1995