-
May 25 2012 BULUŞÇULUK, DEMOKRASİ VE YENİ KÖLELİK !
Üçüncü binyıl’ın Dünyasında belirleyici tek gücün buluşçuluk olacağı artık iyiden iyiye ortaya çıktı. Aslında ortaya çıktı demek pek doğru değil, bu gerçeği Dünyada daha çok insan anladı demek daha doğru!
İsveç’i bir buzlu çöl ülkesi olmaktan, 100 yıl içinde endüstri ötesi bir topluma dönüştüren nedenin, 49 adet önemli buluş olduğu 1986’da yapılan bir doktora çalışmasıyla doğrulandı.
Bu yüzyılın başlarında birer avuç pirince talim eden Japonya, G.Kore, Taiwan, Singapur ve Hong Kong’u bugün birer ekonomik güç haline getiren nedenin de yine aynı ve buluşçuluk özelliği olduğunu anlayanlar da arttı.
Çin’in, buluşçuluğun önemini kavrayıp ilk Patent Kütüphanesi’ni satın almasından(1) hemen sonra başlayıp, bugün devam eden Patent Korsanlığı kavgası, Çin’in de uyandığını gösteriyor.
Tarihin bu eski ve güçlü kültürüne sahip bir milyar insanın buluşçuluğa yönlendirildiği bir an için hayal edilirse, bu akımın dışında kalan toplumların gelecekteki perişanlığı şimdiden açıkça görülebilir.
Günümüz Dünyası artık net olarak ikiye ayrılmaktadır: buluşçuluk yoluyla kendi kaderlerine ve buluşçuluğun bilincine varamamış toplumların kaderlerine hükmedenler ile buluşların estirdiği rüzgarlara kapılıp oradan oraya sürüklenenler!
Demokrasi, toplumların kendi kararlarını kendilerinin verdiği, o kararların olumlu ve olumsuz sonuçlarına rıza gösterdiği bir yönetim biçimi olduğuna göre, bu sürüklenen toplumların herhangi bir şikayete hakları yoktur. Ayrıca, bu global oyunun oynanabilmesi için de, daima sürüklenenler’e ihtiyaç vardır. Onlar olmaksızın yeni buluş ürünlerini satınalıp onlarla övünecek toplumlar olamazdı. Bunlar günümüz Dünyasının “yeni köleleri” dir. Demokrasi de kendine köleliği seçen toplumlar için bir bumerang görevi görmektedir.
Buluşun önemini anlamayan, anlamadığı gibi onu her gördüğü yerde ezmeye çalışan insanların çoğunlukta ve çoğunlukla da güç sahibi olduğu toplumumuzun gündemini işgal eden ve incir çekirdeğini doldurmaz tartışmaları gördükçe, insan niçin buna müstahak kılındığımızı düşünmeden edemiyor..
20 Aralık 1993
- 18 Ekim 2001 itibariyle bir not: Türkiyeye ilk patent kütüphanesi $400,000 karşılığında 1986 yılında satın alınmıştır. Önceleri TSE’nin Ankara’daki ofisinde girişimcilerin hizmetine açılan kütüphane daha sonra İstanbula, girişimcilerin daha yoğun olarak bulunduğu bir kente getirilme kararı verilmiştir.
Bu esnada bahçesindeki bir binaya yerleştirilmek istenen patent kütüphanesi, söz konusu binanın depo olarak ihtiyaçları daha çok karşılayacağı öne sürülmesi üzerine kütüphanenin o üniversiteye hibe edilmesinden vazgeçilerek daha ünlü bir başka üniversiteye hibe edilmeye çalışılmıştır. Bu defa da, Patent Kütüphanesi için bir memur gerekli olacağı ve üniversitenin bunun için imkânlarının bulunmadığı gerekçesiyle istenilmemiştir.
Bunun üzerine tekrar TSE’ye bırakılan kütüphane uzun süre Galatasaray Hamamı olarak bilinen yerdeki TSE binasında hizmet verdikten sonra Gebzedeki TSE binasına götürülmüştür.
-
May 25 2012 KAMUOYU BİLİNÇLENDİRİLMEDEN, DEVLETÇİLİKTEN ÖZEL GİRİŞİMCİLİĞE GEÇİLEMEZ!
Öyle süreçler vardır ki zaman, bu süreçlerin oluşmasında olumlu rol oynar. Bazı süreçlerde ise zaman aksi etki yapar ve süreç giderek bozulur.
Bunlardan ilkine en somut örnek, canlıların yavrulama sürecidir. Her canlı -yumurtlama ya da doğurma yoluyla olsun-, Dünya’ya gelmeden önce belirli süreleri tamamlamak zorundadır ve geçen süreler, süreçlere olumlu etkide bulunur.
Zamanın, süreci olumsuz etkilemesi haline somut bir örnek ise, yiyeceklerin bakteriler tarafından bozulmasıdır. Bu şekilde bozulmaya başlayan bir besin baddesi zaman geçtikçe daha çok bozulur. Bu durumda zaman, süreci olumsuz etkilemektedir.
Bir kural olarak denilebilir ki, çeşitli süreçleri yerleştirmek, hele ve hele mevcut bir süreci değiştirip onun yerine bir yenisini yerleştirmek isteyen “süreç yöneticileri”, yerleşmesini arzuladıkları süreçler üzerine zamanın hangi yönde etki yapacağını peşinen saptayarak işe başlamalıdırlar. Aksi halde, zamanın daima “olgunlaştırıcı”, “yapıcı”, “olumlu” etkide bulunacağı sanısıyla yola çıkılırsa, zamandan olumsuz etkilenen süreçlerin çürümeyle sonuçlanması gibi acı sürprizlerle karşılaşmak kaçınılmazdır.
Özelde ekonomide genelde ise devlet yönetiminin bütününde, devletçilik bir süreçtir ve Türkiye, cumhuriyetin ilanından bu yana -hatta Osmanlı’da- bu sürecin içinde yer almış, toplum değerleri buna göre şekillenegelmiştir. İnsanlar, kendileri ve toplumun bütünü için doğru, iyi ve güzel’lere, bu değer ölçüleri uyarınca karar vermişler, hala da öyle vermektedirler.
Bu değerlere göre devlet, vatandaşlarının nelere inanıp nelere inanmayacaklarına, neleri ve de nasıl öğreneceklerine karar vermeli, onların sorunlarını çözmeli, okutmalı, iş bulmalı, emekli etmeli, hangi alanlarda girişimde bulunulacağını saptayıp planlamalı, ekmeğin ve lokantadaki yemeklerin kaça satılacağına ya da taksi ücretlerine vatandaş adına karar vermelidir. Velhasıl vatandaşlar için bütün doğru, iyi ve güzellere devlet karar vermelidir. Devlet, bunları ne ölçüde yerine getirirse o ölçüde “iyi devlet”tir.
Özel girişimcilik ise tamamen farklı bir süreçtir. Devletçi sistemde devlete yüklenen her işlev bu defa özel girişimciler arasındaki rekabete ve bu rekabetin haksızlıklar yaratmaması için devletin gözetim ve gerektiğinde müdahalesine bırakılmıştır. Ayrıca da sistemin vahşi bir kapitalizme dönüşmemesi için gerekli sosyal politikaları gözetmek de devletin bu süreçteki rollerinden birisidir.
Devletçi sistemin değer ölçülerini benimsemek durumunda kalarak onları öğrenmiş -ve ondan başka sistem olamayacağına inandırılmış- bir toplumun, bu denli kökten farklılıklar içeren bir yeni süreci (özel girişimcilik süreci) benimsemesinde zaman, -eğer özel önlemler alınmamışsa- süreci olumlu etkileyecek biçimde işlemeyecektir.
Çünkü, yeni süreç açısından doğru, iyi ve güzel olan her şey, insanların alışmış oldukları değerlere taban tabana zıttır ve insanlar bu zıtlıkları kabul etmeyecekler, aksine, zaman geçtikçe haksızlığa uğradıkları konusundaki kanaatleri kökleşmeye başlayacaktır.
Bugün ülkemizde, özel girişimciliği benimseyen kesimin dışında kalan kesimlerin çeşitli vesilelerle dile getirdikleri ve direnmeye varan yakınmalar, zamanın, özel girişimcilik sürecini yerleştirme yönünde işlemediğinin somut kanıtıdır.
Özel girişimcilik sürecinin yerleşmediğinin, yerleşmesinin -bu koşullar sürdükçe- mümkün olmadığının en belirgin kanıtı, çeşitli kesimlerin bu yeni süreçten şikayetleri değildir.
Ondan çok daha önemlisi, özel girişimcilik sürecini bizzat yönetmek durumunda olan bürokratik ve politik sınıfın, özel girişimciliğin gereklerini yerine getirmeyişleri, getirmek bir yana devletçi sürecin aletleriyle özel girişimcilik sürecini yönetmeye çalışmalarıdır.
Sözün özü, başta bürokratik ve politik sınıflar olmak, ama
toplumun bütününü de kapsamak kaydıyla, “özel girişimcilik süreci”nin değer ölçüleri -hiç olmazsa başlıcaları- konusunda toplumumuz bilgilendirilmediği takdirde, devletçilikten özel girişimciliğe geçmek mümkün değildir. Lafını etmek, geçmiş gibi görünmek, hatta bir kısım kurumlar oluşturmak mümkündür ama bunların hiç biri yerleşik olamayacağı gibi insanlar -hatta onların yeni nesilleri- kendilerini mağdur saymaktan kurtulamayacaklardır.
Cuma, 05 Mayıs 1995
-
May 25 2012 ÜST ÜRÜN -ALT ÜRÜN
Bir toplum alt ürünler üretemiyorsa üst ürünler de üretemez!
Burada üst ürün (super products) deyimiyle, ekonomik kalkınma, iç barış, özgürlük ortamı gibi toplumun ihtiyaç duyduğu, ama daha basit yapı taşlarının biraraya gelmesinden oluşan kavramlar; alt ürün (sub products) deyimiyle de üst ürün’leri oluşturan bu yapı taşları kastedilmektedir.
Sokaktaki insan normal olarak daima üst ürün’lerle meşguldür. Onun hangi bileşenlerden oluştuğu, hatta bileşenlerden oluşup oluşmadığı onu ilgilendirmez. Bu kavramlar, toplumu yöneten ve yönlendiren ya da yönetme veya yönlendirmeye talip olanların dağarcıklarında bulunması gereken malzemelerdir.
Soyut görünümlü bu kavramlar, söz konusu bu kesimlerin kavram dağarcıkları içinde yer almamışsa, bu takdirde yerine getirilmesi imkansız vaatlerde bulunulması ama sonra da bunların yerine getirilemeyip güç durumlara düşülmesi kaçınılmazdır.
Çirkin politika adı verilen olgunun başlıca özelliklerinden birisi olan “tutamayacağı sözü verme” hastalığının nedeni işte bu habersizliktir.
Toplumumuz bugün, çirkin politika yerine alternatifler aramaktadır. Mevcuttan şikayetçidir ama yerine ne istediğini tam ifade edememektedir. Daha çok gelir, daha çok özgürlük istemektedir. Ama bunların birer üst ürün olduğunun farkında değildir. Bu ürünleri başkalarının üretip kendilerine sunacağını zannetmekte, politikacılar da bunları sunabileceklerini sanıp söz vermektedirler.
Bu ürünler bizzat toplum, yani bireyler topluluğu ve dolayısıyla da bireylerce üretilebilir. O halde bireylerin ürettiği alt ürün’ler, onların tüketebileceği üst ürün’leri belirlemektedir.
Ekonomik refah gibi bir üst ürün’ü arzulayan bireyler onun, zeka – bilgi beceri- ruhsal sağlık ve erdem alt ürün’lerinden oluşan nitelik dokusu’nun bir türevi olduğunu bilseler, kendilerine bol keseden refah vaadeden politikacıları seçerler mi?
Bu aynen, “size ev vereceğim ama sizden birşey istemeyeceğim!” diyen bir kişinin durumuna benzer. Kendisine böyle bir vaatte bulunulan kişinin tek yapması gereken karakola başvurup kendisini kandırmak isteyen kişiyi şikayet etmesidir.
İçinde yaşadığımız ekonomik bunalım günlerinden çıkıp, müreffeh bir hayata kavuşmak istemeyen hiç kimse herhalde yoktur. Ama bunun, mevcut alt ürün’leri üretmeye devam ettikçe mümkün olamayacağını bilenlerin sayısı da oldukça az görünmektedir.
Dürüst politikacılardan beklenen, bu mekanizmayı halkın diline (hatta çeşitli kesimlerin dillerine) çevirip anlatmak ve onların halen ürettikleri alt ürün’ler yerine daha başka alt ürün’ler üretmelerini istemektir.
İnsanımızın nitelik dokusunu oluşturan alt ürün’ler, bugün için ancak elimizde bulunan üst ürün’ü (refah düzeyi) tüketebilmeyi mümkün kılmaktadır. Buna razı değilsek -ki değiliz-, bu durumda nitelik dokumuzu geliştirmek zorundayız.
Gerçek bir üretim toplumu haline gelebilmek, ekonomik refahın vazgeçilmez koşuludur. Bu ise daha buluşçu, daha yaratıcı bireylerle mümkündür.
Bu güç hedef nasıl gerçekleştirilebilir? Bu kadar zaman var mıdır? Mevcut niteliklerimizi değiştirmeden bir çıkış yolu yok mudur? gibi sorular ancak zaman kaybettirir.
Artık insanlarımız, politikacılardan bu katı gerçekleri ve bunlar için öngördükleri çözümleri duymak istiyor. Yeni Politika bu olmalıdır.
Çarşamba, 15 Haziran 1994
-
May 25 2012 UZLAŞMA NEDİR, NE DEĞİLDİR?
Gün geçtikçe daha sık kullandığımız, fakat anlamı üzerinde durmayı pek gereksiz gördüğümüz kavramlardan birisi de uzlaşma’dır. “Milletçe uzlaşmaya ihtiyacımız var”, “liderler arası uzlaşma sağlanmalıdır” ve buna benzer uzlaşma önerileri giderek daha sık dile getiriliyor.
Bu, uzlaşma denilen şey nedir? İki kişi, iki kesim ya da bir toplumun bütünü uzlaşabilir mi, nasıl uzlaşır, ne üzerinde uzlaşır, uzlaşmanın bilinen bir yöntemi var mıdır?
Kavramları tanımlamak için en kısa fakat yanıltıcı yol onların ne olduğunu tariflemek; en uzun fakat güvenli yol ise onların ne olmadıklarını tanımlamaktır.
Oldukça kısa ve yine oldukça güvenli bir yol ise bu iki ucun bileşimidir. Yani, o kavramın karışması ihtimali olan birkaç kavramı sayıp, sonra da ne olduğunu tanımlamak..
Böylece mesela, uzlaşmanın, cinayet, cinnet, cesaret ya da alınganlık olmadığı gibi binlerce olmazı saymaktan kurtulmuş, ama ona yakın anlam taşıyan kavramlarla karışmasını da önlemiş oluruz.
Uzlaşma neler değildir: Birincisi, pazarlık sonunda varılan nokta uzlaşma değildir. Pazarlık, tarafların bazı kayıplar vermeye ikna edilmeleridir denilebilir.
İkincisi, görüşme ve müzakere sonunda varılan nokta da uzlaşma değildir. Görüşmeler sırasında, taraflar belki de aynı şeyleri ya da tam aksi şeyleri savunduklarını anlayabilirler. Bir bakıma zaten var olan fakat taraflarca bilinmeyenler ortaya çıkar.
Üçüncü olarak, tahammül ve hoşgörü de uzlaşma değildir. Taraflar tek taraflı ya da belki karşılıklı olarak bazı şeyleri görmezlikten gelebilir ya da kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez taktiği izleyebilirler ki buda uzlaşma değildir.
Uzlaşmayla karışması ihtimali yüksek olan ve zaman zaman uzlaşma niyetine kullanılan bu kavramlar dışarıda kalınca, uzlaşma için şöyle bir tanım yapılabilir:
Uzlaşma, farklı yönde çıkarlara sahip tarafların, bu çıkarlarına esas olarak kabul etmiş olageldikleri koşulları gözden geçirmeye razı olmaları ve bu gözden geçirmenin sonunda o koşullardan bir kısmını veya tamamını değiştirmenin kendi çıkarları açısından gerekli olduğuna ikna olmaları ve böylece tarafların çıkarları arasındaki aykırılığın azalması, hatta tamamen aynı yönde çıkarlara sahip olmaları ve ondan sonra da çıkarlarını korumak için işbirliği yapmaları demektir.
Bu uzun tanımdan hemen çıkarılabilecek pratik bir sonuç, çeşitli konularda karşıt tutumlar içinde bulunan tarafları korkutarak, tehdit ederek ya da benzeri zorlama yollarla uzlaşmanın sağlanamayacağı, olsa olsa kutuplaşmanın daha da keskinleşeceğidir. Yani zaman zaman yetkililerin ağzından duyduğumuz “uzlaşmazsak batarız” gibisinden korkutmaların hiçbir yararı olamaz.
Bu tanıma iyi bir örnek, çalışan ve çalıştıranların çıkarlarının çatıştığı geleneksel anlayış yerine, son yıllarda giderek yaygınlaşan, çalışan ve çalıştıranların çıkar birliği anlayışının geçmesi süreci olup bu tamamen bir uzlaşma örneğidir.
Global rekabetin hemen hiç olmadığı ve ekonomilerin baskın vasfının ulusal olduğu geçmiş yıllarda çalışanların tek kazanma stratejisi çalıştırandan daha fazla hak elde etmek; çalıştıranların tek stratejisi de çalışanları ucuza çalıştırmak olmuştur.
Ama gün gelip, ticarette ulusallıktan küreselliğe geçilince hem çalıştıran hem çalışan karşılarında yeni bir güç bulmuşlardır: kendilerinden daha iyi ve daha ucuza üreten rakipler!
Bu defa, eski çıkar koşullarını gözden geçirmişler ve o koşulların değiştiğini görerek bu defa çıkarlarının rakiplere karşı güçlü olmak olduğunu, bunun da yolunun çalışan-çalıştıran çıkar birliği olduğunu anlamışlardır.
Dikkat edilirse bu yeni anlayış, ne çalıştıranın çalışan üzerindeki baskısı ve tehdidi, ne de çalışanların direnişi nedeniyle oluşmamıştır.
Buradan günümüz Türkiye’sine ve onun uzlaşma gereksinimlerine gelinirse, önce uzlaşmaya ihtiyacı olan tarafları tanımlamak gerekir. Bugünün karmaşık ekonomik ve sosyal ilişkiler Türkiye’sinde çeşitli açılardan taraf sayılabilecek belki yüzlerce kesim vardır. Hatta her T.C. vatandaşını bir taraf kabul edersek en az 30 milyon taraf vardır.
Pratik olarak bu denli çok sayıda tarafın uzlaşması ve uzlaşabilse bile korunması güç olacağı için uzlaşma ihtiyacına yol açan nedenlerin tamamına değil, yeterince büyük kısmına bakmak gerekir.
Pareto’nun 80/20 kuralı olarak bilinen, bir olayın %80 sonuçlarına nedenlerin %20’si yol açar kuralı burada da işe yaramaktadır. Ülkemizin toplam sorunlarının %80’i, Türk-Kürt, Laik-İslam ve Çalışan-çalıştıran tarafları arasındaki sorunlardan kaynaklanmaktadır.
Bu üç grubun çıkarlarının tamamen aynı yönde olduğunu anlamaları için üç yeni kavram yeterlidir: Türkürt, laik müslüman ve çalışan-çalıştıran çıkar birliği..
Türkürt, etnik kökeni Kürt (veya Türk) ama kendisini T.C. vatandaşı sayan kişidir.
Laik müslüman, islamın temel inanç felsefesini benimsemiş, ama toplum yaşamında da akılcılığın egemen olmasını kabul etmiş kişidir.
Çalışan ve çalıştıranların çıkar birliği ise en kolay anlaşılabilecek olan yeni kavramdır. Rekabet gücümüzün ne denli düşük olduğunu görmek ve çatışarak vakit kaybetmek yerine rekabet gücümüzü geliştirmek için işbirliği yapmak gerektiğini idrak etmek yeterlidir.
Toplumsal uzlaşma isteyenlerin bu üç kavramı toplumumuza anlatmaya çalışmaları, hergün uzlaşın denmesinden çok daha akılcıdır.
Pazar, 17 Nisan 1994
-
May 25 2012 VAKUM!
Latince “vacare” (boş olmak) kökünden gelen ‘vakum’, dilimizde ‘boşluk’ anlamında kullanılıyor.
Bir kabın, dış ortamla ilşkisi kesilir ve sonra da içindeki hava boşaltılırsa içinde oluşan vakum öylece kalır, bir başka madde o boşluğu dolduramaz. Ama kap, tam kapalı değilse oluşan vakum derhal dolmaya başlar.
Sosyal yaşam da aynen bu son örnekte olduğu gibi işler. Bir boşluk doğdu mu derhal bir “şey” tarafından doldurulur. Adalet sisteminin çek ve senet tahsilatında yetersiz kalışı bir vakum’dur ve bu boşluk “çek-senet mafyası” nca doldurulmuştur. Örneğin çok sıkı mücadele edilip çek-senet mafyası yokedilse ve adalet sistemine dokunulmasa derhal bir başka “vakum doldurucu” mekanizma gelişecektir.
Sosyal yaşamda vakum doldurucu mekanizmaların çok örneği vardır. Akmayan sular nedeniyle kaçak tankerlerle su taşıma, can güvenliğini koruyamayan polis örgütü nedeniyle korumacılık sektörünün gelişmesi, konut edinme sisteminin yetersizliği nedeniyle oluşan gecekondu mafyası, hep birer vakum doldurucu mekanizmadır. Bunların tümü kendi sektörleri için birer ‘mafya’ dır.
Mafya ile mücadelede çok sağlam bir kural, onun üzerine doğrudan gitmemek, onu yaratan vakum’u teşhis edip o boşluğun düzgün bir sistemle “dolmasını” sağlamaktır.
Buradan görülmektedir ki zaman zaman gazetelerde okuduğumuz ve iyiniyetli olduğundan şüphe bulunmayan, “mafyanın beli kırılmıştır” gibisinden beyanatın hiçbir anlamı yoktur. Mafyayı temsil eden tüm “baba” lar toplanıp bir yere hapsedilse dahi, yeni “baba”ların ortaya çıkması bir fizik kanunu kadar kesindir.
Mafya ve vakum ilişkisi üzerindeki bu girişin amacı, bu kavramlarla ilgisi -toplumumuzda- henüz keşfedilmemiş sorunlara da ışık tutmaktır. Bu sorunlardan birisi, dindarlığın en tahripkar karşıtı olan “yobazlık”tır.
Her namaz kılıp oruç tutanın, her inançlı insanın fanatik olarak nitelenmesine yol açan bu “çok tehlikeli” olgu, yukarıdaki tanım uyarınca bir “mafya”dır ve her mafya’da olduğu gibi mutlaka bir vakum nedeniyle, o boşluğu doldurmak amacıyla doğmuş ve de gelişmektedir.
Mafya ve vakum ilişkisi, mafya’nın ortaya çıkmasına neden olan vakumun, “mafya eğilimli” kişiler veya örgütler değil, toplumun saygın ve mafya kavramına karşı, hatta onunla mücadele eden kişi ve kesimlerince yaratıldığını göstermektedir. Gecekondu mafyası, o örgütlerin mensuplarınca değil, konut sorunu ile ilgili, iyi niyetli, bilgiili, saygın ama konut sorununu çözebilecek yaklaşımlara sahip olmayan kişilerin yeraldığı belediye ve devlet kurumlarınca yaratılmıştır.
Ancak, mafya oluşumlarının anatomisi, bu tür oluşumların yalnızca vakum nedeniyle doğmadığını, doğsa bile yaşayamadığını göstermektedir. Bir mafya’nın doğuşunun “gerek şartı” o alanda bir vakum’un bulunması, “yeter şartı” ise, o mafyanın varlığını sürdürebileceği bir “uygun ortam”ın mevcut olmasıdır.
“Yobazlık” olarak adlandırılan mafya türünün oluşumu için de bir “vakum” ve bir “uygun ortam”a gerek vardır. Yobazlık için “uygun ortam” da mafya mensuplarınca deği, aynen vakumun doğmasında olduğu gibi saygın, bilgili ve hatta iyi niyetli kişi ve kurumlarca yaratılır.
Yobazlığın yeşerebileceği “uygun ortam”, toplumun, bazı temel doğrular konusundaki kanaatlerinin deforme oluşu yoluyla oluşmuştur.
“Yoktan var etmek Allah’a mahsustur” ve “var olan şey yok olmaz, ancak şekil değiştirir” kurallarının birincisi dini, ikincisi bilimsel bir “temel doğru” dur ve her ikisi de tıpatıp aynı şeyi söylemektedir.
Hiç fizik okumamış bir kişi dahi bu iki doğrudan en az biri tarafından doktrine edilmiştir. Ama, toplum yaşamı boyunca sürekli olarak bunların aksi yönde bombardımana tabi tutulan bir kimse, bir süre sonra yoktan birşeylerin var olabileceğine inanır.
Ve bu kapı birdefa açıldı mı, ondan sonra en aykırı “yeni temel doğrular” dahi bu kapıdan girebilirler ve yeni bir “ortam” oluşturmaya başlarlar.
İşte bu “eğri doğrular” yoluyla oluşan “uygun ortam” içinde bir vakum meydana gelince derhal bir mafya da ortaya çıkar.
Yıllardır TV’lerde üç öğün önümüze koyulan “devlet herşeyden güçlüdür, hiç birşey onu tahrip edemez”, “enflasyona kimseyi ezdirmiyoruz”, “üretmeden de refah mümkündür yeter ki bana oy ver” ve daha onlarca “eğri”, toplumun dini ya da bilimsel kaynaklı “doğru” larını deforme etmiş ve “mafya(lar)”ın üremesine uygun bir ortam yaratmıştır.
Toplum böylece, devletin, kendi vergilerinden başka bir besleme kaynağı olmayan bir hizmet örgütü olduğu “doğru”sunu terkedip ” “herşeye muktedir olağanüstü bir yaratık” olduğu “eğri”sini benimsemiş; herhangi bir çaba göstermeden yalnızca filan liderin arkasından gitmenin refahı için yeterli olduğu “eğri”sini doğru sanmış ; kimseyi ezmeyen bir enflasyonun olamayacağı “yalan”ını “gerçek” olarak kabul etmiştir. İşte mafya için “uygun ortam” budur.
“Vakum” ise, diğer bütün mafyalarda olduğu gibi, saygın, bilgili ve iyi niyetli kişi ve kurumlarca yaratılmıştır.
Yobazlık denilen mafya türü, çağdaş kıyafetli, çağdaş söylemli, çağdaş tavırlı, yobazlığa düşman kişi ve kurumların yönetim ve yönlendirmesindeki “eğitim sistemi”nin yarattığı bilgi-beceri vakumunu doldurmak üzere oluşmuştur, diğer faktörler de bu oluşuma yardımcı olmuşlardır.
Eğitim sistemi adı verilen ve hiç kimseye yararlı bir bilgi-beceri-davranış kazandıramayan oluşum, bu vakum’un ta kendisidir. Bu vakum nedeniyle oluşan yobazlık kurumu, bu defa kendini koruyup güçlendirecek ögeleri içine çekmeye, onlardan yararlanmaya başlamıştır.
Yobazlığı destekleyen kişi, örgüt ve ülkelerin fonksiyonları bundan ibarettir. Onların işlevi, doğan vakumun doldurulmasına katkıda bulunmak ve de vakumu genişletmektir. Bu yaklaşım, yobazlıkla nasıl başaçıkılabileceğinin anahtarıdır. Gösteri yapmak, kınamak, bildiri yayımlamak gibi eylemler bir tek gerçeği göstermektedir. O da, bu mekanizmanın nasıl oluşup işlediğinin anlaşılmadığı! Her türlü mafyayla -gerçekten- mücadele etmek isteyenler, önce onun mekanizmasını anlamaya çalışmalıdırlar. Pazar, 09 Ekim 1994
-
May 25 2012 VATANA İHANET !
“Dün gece Beşiktaş’ta bir eve giren iki hırsız, ev sahibinin su içmek için kalkmış olması nedeniyle yakayı ele vermiş ve nöbetçi mahkemeye çıkarılan hırsızlar vatana ihanet suçundan tutuklanmışlardır.”
“Aynı gün, kiracısını evden çıkarmak için çeşitli yollar deneyip beceremeyen ev sahibi karakola başvurarak kiracısının vatana ihanet ettiğini ihbar etmiş, ancak görevli bekçi vatana ihanet koşullarının tam oluşmadığı gerekçesiyle iddiayı kabul etmemiştir.”
“Diğer yandan, rakip takımdan para alarak uyduruk gol yiyen bir kaleciyi taraftarlar “vatan haini” şeklinde protesto etmişlerdir.”
Bütün önemli kavramlar gibi vatan ihaneti kavramını da tanımlamayarak, herkesin, önüne gelene vatan haini yakıştırması yapmasına yol açan toplumumuz, Atatürk adını nasıl sıradanlaştırmışsa şimdi de vatan haini deyimini her an, her yerde, herkes ve her sebeple söylenebilir bir sıradanlığa getirmektedir.
Meydan nutku atan politikacı rakibine, bir bankacı rekabet edemediği diğer bankacıya, gecekonducu aday gecekonduyu onaylamayana büyük bir rahatlık içinde vatan hiyaneti suçlaması yapmaktadır.
Bunun olası sonucu şudur: Vatan hiyaneti o denli sıradan, ciddiye alınmaz, olur olmaz yerde söylenen bir laf haline gelecektir ki, gerçekten vatan hiyaneti suçu işleyen birisini bu kavramla suçlamak gülünç hale gelecek, böylece vatan hiyaneti de artık kolayca yapılabilir bir fiil olup çıkacaktır.
Toplumumuz için melanet üretmeyi kendine iş edinmiş birilerinin tezgahından çıkmadıysa, bu yeni ürünün saf bir ahmaklık örneği olduğu bellidir.
Bunların kasden yapılmadığı bellidir. Ama eğer kasden yapılsaydı farklı bir sonuç doğar mıydı?
-
May 25 2012 İZMİR TEŞEBBÜS AJANSI
Saygıdeğer İzmir’li okurlarım,
Sakın başlığa bakıp hemen sevinmeyin, henüz böyle bir kuruluş yok. Ama bu, olmayacak demek de değildir. Bakarsınız bu yazım, zaten harekete geçmeye hazır İzmir’lileri biraz daha tahrik eder ve gazetelerde şöyle bir haber görebiliriz:
“BRAVO İZMİR’E YİNE İLK OLDU!
İzmir Ticaret Odası, İzmir’li sanayiciler ve İzmir’in iki üniversitesi kendi işini kurmak isteyen İzmir’li genç girişimcileri desteklemek üzere İzmir Girişim Ajansını (İGA) kuruyorlar. Darısı diğer illerimizin başına!”
Bu haber bir rüya olabilir. Ama gerçekleşmemesi için ne sebep var? İzmir, kendi işini kurmak isteyen gençlerin başarıya ulaşabilecekleri en uygun “klima”lardan birisine sahiptir.
Birkaç yıl önce Türk El Halıcılığı Projesi ile uğraşırken, Romanya’da Türk el halılarının “tam” kopya edilişini, ayrıca da bunun tek tek değil, bir spor salonu büyüklüğündeki atölyelere yerleştirilmiş yüzlerce tezgah başındaki genç kızın, elinde megafonu bulunan bir usta tarafından “sarı ilmek atılacak, at”, “çekiçlenecek, çekiçle”, “kırmızı ipliği at” gibi, tek elden yönetildiğini duymuş ve telaşlanmıştım.
O sırada bir gezide, bir Anadolu kasabasında halı dokunan bir küçük atölyeyi ziyaret ederken, dokuyuculadan birinin henüz 8 aylık bebesini önüne bağladığını, her ilmek atışta bebenin gözleriyle renkleri takip ettiğini görünce şunu anlamıştım ki bu insanlarımızla kimse halıcılık konusunda rekabet edemez.
İzmirli gençler, çocukluklarından itibaren girişimcilik kokan bir “klima” içinde büyürler. Bu, onların en büyük sermayesidir. Yeter ki yol gösterecek, onları başarısızlıklardan koruyabilecek kurumları kurabilelim…
İşte bu kurum, Girişim Destekleme Ajansıdır. Kendi işini kurmak isteyen ama ne yapacağı, nasıl yapacağı konusunda çok net olmayan bir genç girişimciye nasıl gözlem yapılıp iş fikri üretebileceği, iş planını nasıl yapacağı, ilk kaynağı nasıl temin edebileceği ve üreteceği mal veya hizmeti nasıl pazarlayacağı hakkında gereken bilgileri sağlayan ve bazı küçük maddi katkılarda bulunabilen bir ajans İzmir’li gençlere yepyeni bir ufuk açaçaktır.
Böyle bir ajansın nasıl kurulup işletileceği konusunda yeterli bilgi ve deneyim Türkiye’de mevcuttur. İhtiyaç olan, birilerinin ilk adımı atmalarıdır.
Bu ilk adımı atacak olan kuruluşların adı, girişimcilik tarihimize yazılacaktır.
-
May 25 2012 YANLIŞ KONULARDA “KONUŞAN TÜRKİYE”
Çok partili demokratik rejimi benimseyeli yaklaşık 50 yıl olmasına rağmen Türkiye, adı konulmamış da olsa yarı totaliter yönetim biçimleriyle epey zaman geçirmiştir. Bu tür dönemlerin değişmez karakteristiği ise, “idarenin buyrukları doğrultusunda düşünmek ve özellikle de yazıp konuşmak” olmuştur.
İşte bu yüzden olsa gerek, insanımız “konuşmak” konusunda -haklı olarak- duyarlıdır ve onu bir çeşit demokratiklik göstergesi olarak almıştır. Nitekim “Konuşan Türkiye” sloganı da bu şekilde ortaya çıkmış, 12 Eylül’ün kapattığı partilerin tekrar açılıp siyaset yasaklarının kaldırılmasını sembolize etmek için kullanılmıştır.
Bu gün artık o günler geride kalmış, herkes her konuda düşündüklerini konuşmakta ve yazmaktadır. (Hatta belki “düşündüklerini” demek yerine “aklına gelenleri” demek daha doğru olur!)
Bir torbaya rastgele şekilli taş veya demir parçalarınıkoyup çok uzun süre (mesela 100 yıl) çalkalarsanız ne olur? Doğru cevap, tüm parçaların düzgün birer “küre” olacağıdır. Nitekim sabırla koruğun helva olması, ya da bir daktilo tuşları üzerine gelişi güzel vuruşlar yapan bir kişinin yine uzun bir süre içinde (mesela 10000 yıl) tamamen tesadüfi olarak bir makale yazabilme olasılığının bulunması da benzer bir proses sonucunda mümkün olabilmektedir.
Dolayısıyla, rastgele konularda konuşa konuşa, uzun bir süre içinde (mesela 1milyon yıl), Türkiye’nin gerçekte üzerinde durması gereken konulara gelinmesi olasılığı yok değildir. Sorun, bu sürecin alacağı süre değildir. Büyüklerimizin hergün TV ekranlarında üç öğün söyledikleri “Türk milleti ebediyete kadar var olacaktır” güvencesi dolayısıyla, süre bir sorun olmayacaktır.
Sorun bambaşka bir nedenden kaynaklanacak , doğru konulara tesadüfi bir prosesle gelen toplum o konularda duramayacak, geçip yine başka konulara atlayacaktır. İkinci defa aynı doğru konulara gelme olasılığı ise birinci olasılığın karesi kadar küçüktür.
Evet, “Konuşan Türkiye” konuşuyor, ama yanlış konular üzerinde konuşuyor ve bu gidişle doğru konulara gelip orada durması ihtimali neredeyse yok!
Binlerce insan yüzlerce sorunu konuşuyor, reçeteler öneriyor. Sorunlar ertesi gün yeni “sorun bileşimleri” yaratıyor, bu defa onlar konuşuluyor.
Konuşulan bu konular çevresinde insanlar örgütleniyor, toplu çalışmalar yapıyorlar, raporlar yazıyorlar, gazeteler, TV’ler bunlar üzerinde duruyor, konuşuluyor ve de konuşuluyor.
Ama yanlış konular konuşuluyor. Sorunlar değil onların birinci, ikinci, üçüncü, n’inci dereceden türevleri üzerinde konuşuluyor.
Şu denilebilir ki, içinde bulunulan ekonomik kriz üzerinde her söylenecek söz beyhudedir, zaman kaybıdır. Sadece tatmin olmaya, kızgınlık gidermeye yarar, ama kaynak nedenler üzerinde durmayı engellediği için de sadece yarasız değil, aynı zamanda zararlıdır da..
Türkiye’nin konuşması gereken konu “bir üretim toplumu haline nasıl geleceği”dir.
Toplumumuzun bu konuyu konuşmayışının iki ayrı nedeni vardır: Birincisi, bir çok konuda üretim yaptığını zannetmesi, diğeri de üretimsizliğin tüm diğer sorunları yaratan bir ana illet durumunda olduğu gerçeğini kavramayışı!
Türkiye’ye dışardan bakan bir göz, bu ülkede buğday, otomobil, kömür, buzdolabı, telefon santralı, bankacılık hizmetleri, eğitim, sağlık ya da sosyal güvenlik hizmeti ve daha yüzlerce mal ve hizmet ürünü üretildiğini, hatta bunların bir bölümünün ihraç edildiğini zannedebilir.
“Üretim” denilen olguya tek başına bakıldığında bu doğrudur da. Ama “üretim”e “tüketim”le beraber bakıldığında -ki birlikte bakılmazsa yanıltıcıdır- tükettiklerinin, tüketmek istediklerinin ve de çağın gereği olarak tüketilmesi gerekenlerin değer olarak ne kadar azını üretebildiği, bunların ne denli kalitesiz ve yüksek maliyetlerle üretilmeye çalışıldığı hayretle görülecektir. Buradaki yanılgı, “üretmeye çalışmak” ile “üretmek” arasındaki büyük farka dikkat edilmeyişinden doğmaktadır.
Örneğin Türkiye, sağlık hizmeti üretmeye “çalışmakta”dır. Bunun için harcanan maddi kaynak, yalnızca Sağlık Bakanlığı bütçesi ve SSK sağlık birimlerinin bütçelerinden ibaret değildir. Vatandaşlar da ayrıca masraf etmektedirler. Bu toplam gider karşılığında alınan sağlık hizmeti son derece düşük kalitelidir. Fayda / maliyet oranı açısından son derece düşük -sıfıra yakın- bir oran gerçekleşmektedir. Buna bakılarak, “sağlık hizmetleri sektöründe sağlık hizmeti üretilmektedir” denilebilir mi?
İşsizlere yeni beceriler kazandırıp onları girişimciliğe özendirmek yerine, açılmış beceri kurslarını kapatan, çeşitli karar ve tutumlarıyla girişimcileri dolaylı da olsa cezalandıran ve sonunda da işsizlerini KİT’lere doldurarak sorun çözen (!) bir toplum, ürettiği taşkömürünün, demir-çeliğin ya da diğer ürünlerin kalitesini düşürüp maliyetini rekabet edemez düzeylere çıkarınca, bu alanlarda “üretim yapıyorum” diyebilir mi?
Yabancı otolara gümrük vergisi koymak yoluyla kendi otomobillerini iç pazara vermek isteyen -ve buna rağmen satamayan- bir otomotiv endüstrisi, gerçek anlamda bir üretim yapmakta mıdır?
Bu birkaç örnek dahi, Türkiye’nin üretmek değil üretmeye çalışmak ile meşgul olduğunu göstermeye yeter.
Dil engeli bulunmasa -ki gelecek 10 yıl içinde kalkacaktır- ve yabancı sağlık personelinin Türkiye’de çalışmasına izin verilse, yerli personelin -çoğunun- ne olacağını tahmin etmek güç değildir. Aynı durum, hosteslerimiz, pilotlarımız, öğretmenlerimiz, mühendislerimiz, milletvekili, bakan ve başbakanlarımız, belediye başkanlarımız ve diğer meslek sahipleri, daha doğrusu bunların çoğu için yok mudur?
Bir an için bütün engellerin ve de desteklerin (sübvansiyon, teşvik, koruma, hoşgörme, aldırmama vbg) kaldırıldığı varsayılsa, yaptığı mal ya da hizmet üretimine devam edebilecek sektörlerimiz hangileridir? Şunu görebilmeliyiz ki, gümrük idaresi toplumumuzun velinimetidir. Onlar olmasa çoğumuz aç kalırız!
Pekiyi, dünlere kadar bu iş yürüdü de şimdi niçin yürümüyor? Bunun nedeni, ne olduğu herkeste ayrı çağrışım yapan “küreselleşme” deyimidir. Ulus milletler bağıra çağıra egemen olduklarını söyleyedursunlar, bir Dünya devleti doğmakta ve kanunlarını yavaş yavaş ona direnilemez biçimde tüm toplumların hayatlarına egemen kılmaktadır.
Kendi ülkemizde kendi havamıza saldığımız otomuzun egzostundan çıkacak duman miktarını, doğan her yüz çocuktan en az kaçının yaşaması gerektiğini, suçlulara nasıl davranılacağını, bilgisayarınızın hangi iletişim protokolunu kullanacağını, ilköğretimin kaç yıl olacağını, fabrikanızın otoparkının kaç araçlık olacağını (ISO 9000 kanalıyla belirleniyor), şirketinize gelen evrakların nasıl kaydedileceğini , artık “küresel mevzuat” belirlemektedir. Bütün bunların üzerine bir de şu küresel hüküm gelmektedir: Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı!
İşte dünlere kadar yüksek gümrük duvarları ve hizmet ithali yasakları altında ürettiğimizi varsaydığımız mal ve hizmetlere razı olurken şimdi bu duvarlar süratle yıkılmaktadır.
Ancak, daha duvarlar tam yıkılmadan önce, onları havadan aşan bir başka ürün, toplumumuzun üretim ve tüketim dengesini altüst etmiştir. Bu ürün, “enformasyon” dur.
Dünyanın neresinde ne olduğu, çeşitli toplumların hangi kalite ve fiyatlarda neleri tükettiğini sansürsüz görebilen toplumumuzun beklentileri ve buna bağlı olarak tüketimi aniden artmış, ama gerçek anlamda üretim yapılmadığı için ani bir fakirlikle karşılaşılmıştır. Krizin nedeni budur. Mevcut idarenin taksiratı krize neden olmak değil, krize yanlış teşhis koymak, onu anlamamak, buluşçuluk düşmanlığının, sonunda bu toplumu yok edeceğini görememektir.
“Konuşan Türkiye”, en tepedekinden sokaktaki insanına kadar konuşmakta ama yanlış konular üzerinde konuşmaktadır.
Dünyanın bugün geldiği noktada, ekonomistlerin -J.A. Schumpeter hariç- yıllardır önümüze koydukları doğruların yanlış olduğu anlaşılmıştır.
“Büyüme enflasyon yaratır”, “enflasyon artarsa işsizlik artar” gibi kalıpların yanlış olduğu, “buluşçuluğun (invention ve innovation) tüm fonksiyonların anası olduğu”, “büyümenin enflasyon değil, disinflation yarattığı” anlaşılmıştır.
İşte felaket burada başlamaktadır: Aydın dediği kadroları buluşçuluğa düşman olan toplumumuzda bu “ana” -ki bu ana başka Ana’dır-, yaşamımıza nasıl egemen kılınacaktır? Konuşulması gereken konu budur! Perşembe, 02 Haziran 1994
-
May 25 2012 “YENİ” ARAYIŞLAR, ANCAK “YENİ” TEMELLER ÜZERİNDE YAPILANABİLİR!
Başta siyaset olmak üzere tüm toplum kurumlarında yeni arayışlar var. Bu arayışları doğru değerlendirebilmek ve buna göre, kurumlar için yeni yapılanma alternatifleri önerebilmek için, öncelikle, “arayış” genel adı altında toplanan eğilimler içinden bazılarını ayıklamak gerekir.
Bunlardan birincisi, negatifliğin dışavurumu demek olan “salt şikayet”lerdir. “salt şikayet”, yapıcı bir sonuca erişmek için değil, başta “haset” olmak üzere çeşitli ruhsal sorunları tatmin etmek için yaygınlıkla kullanılan bir yöntem olup, bunu daha doğruya, iyiye ve güzele varmak amacını taşıyan eleştirel yaklaşımlardan kesinlikle ayrı tutmak gerekir.
“Arayış” görüntüsü veren yaklaşımlar içinden ayrılması gereken ikinci parça, bir siyaset geleneğimiz durumundaki “aksini söylemiş olmak için eleştirmek”tir.
Nihayet ayrı tutulması gereken üçüncü yaklaşım türü, işinin, topluma her konuda -ama her konudaki- doğruları öğretmek olduğunu düşünenlerin dile getirdikleridir.
Bu üç “değersiz yaklaşım”ın ortak yanı, bunların hepsinin, sorunların “kaynakları”nı, bu kaynakları kurutabilecek yeni ilkeleri ve bu çerçevede uygulanabilecek çözümleri değil, yalnızca sorunların “görüntüleri”ni -çeşitli sivriliklerde- dile getirmeleridir.
Çok yoğunmuş gibi görünen arayışlar’ı böylece -epey- seyrelttikten sonra, geri kalan “değerli arayışlar”ın yeni yapılanmalara nasıl dönüşebileceğine bakılabilir.
“yeni arayışlar”la doğrudan uğraşan bir bilim dalı yoktur. Olsaydı, onun temel öğretilerinden birincisi her halde, “yeni yaklaşımlar ancak yeni temeller üzerinde yapılanabilir” biçiminde olurdu.
Mevcut kurumlarımızın üzerinde yapılandığı “mevcut temel”in özellikleri nelerdir? Yeniden yapılanacak kurumlarımızın üzerinde kurulacağı “yeni temel” nasıldır? İki temel arasında ne gibi farklılıklar vardır? Ve nihayet, eski temeller üzerinde yeni yapılanmalar niçin mümkün değildir?
“mevcut temel”i tanımlayabilecek karakteristikler şunlardır:
-
Düşüncelerden birisini çürütmeye, böylece karşıtını kanıtlamaya dayalı, uzlaşmaya kapalı, kutuplaştırıcı, “evet-hayır mantık sistemi”,
-
Sorunların nedenlerini tedavi etmek yerine belirtilerini ortadan kaldırmaya çabalayan sorun çözme biçimi,
-
İyi tanımlanmamış, içi isteğe göre doldurulmaya uygun kavramlardan kaynaklanan yetersiz toplumsal iletişim ve bunun sonuçlarından birisi olarak; demokrasi, insan hakları ve bu gibi üst-kavramları oluşturması gereken “insan nitelik dokumuz”, “buluşçuluk”, “üretkenlik” gibi alt-kavramları dikkate almadan üst-kavramlar çevresinde sürekli -ve de boş yere- tartışmak,
-
Siyasetin, onunla uğraşanlara, toplumunkiyle çelişen çıkarlar sağlaması gerektiğine inananların, toplum çıkarlarıyla çelişmeyen yararlar sağlaması gerektiğine inanlara üstün geldiği ve bunun adına particilik dendiği bir siyaset anlayışı,
“Yeni yapılanma”nın, üzerinde yer alacağı temel’in özellikleri ise aynı sırayla şu şekilde özetlenebilir;
-
“Evet” ile “hayır” arasında bir uçurum değil, bir sürekli geçiş bulunduğunu, doğruların mutlak değil göreli olabileceğini kabul eden uzlaşmacı mantık sistemi,
-
Sorunların belirtilerini, onların kaynaklarına inmek için kullanan, kısa vadede belirtileri gidermeye çalışırken, orta vadede ise kaynakları ortadan kaldırmaya yönelen ve çok sayıdaki toplum sorununun, az sayıdaki “kaynak sorun”dan doğduğunu kabul eden sorun çözme biçimi,
-
Her birinin çevresinde ortak anlayışlar oluşmuş kavramlara dayalı bir toplumsal iletişim ve bunun bir sonucu olarak, hangi üst-kavramın hangi alt-kavramlardan oluştuğuna ilişkin sağlam bir toplum bilinci,
-
“Temiz Siyaset” adıyla sembolize edilebilecek olan ve toplumun her bireyinin birer siyasi parti gibi hareket edebildiği ve birörnek düşünme’yi zorunlu kılan, liderler diktası’na çanak tutan mevcut kitle particiliği yerine, her konu için ayrı ağ’lar (network) kurabilen özgür iradeli bireylere dayalı bir siyaset anlayışı.
Başlıca özellikleri böylece sıralanan iki ayrı temel’in karşılaştırılmasından kolayca çıkarılabilecek bir sonuç, “yeni arayışlar” olarak sembolize edilen ve tüm kurumları “akılcılığa” ve “temizliğe” dayanan yeni yapılanmanın, mevcut temel üzerinde kurulabilmesinin “mümkün olamayacağı”dır.
İnsanlarımız, tek tek ve/ya örgütleri -resmi ya da gayrı resmi- aracılığıyla çeşitli konulardaki düşüncelerini -kısmen ya da tamamen- dile getirebilmektedirler.
Ama, yukarıda değinilen dört konuda en küçük bir tartışma söz konusu değildir. Bu göstermektedir ki, bu konular üzerinde toplumsal bir uzlaşı vardır ve bunlar birer sorun olarak görülmemektedir.
İşte sorun, bu yanlış uzlaşıdadır. Başta, toplumumuzun düşünce önderleri olmak üzere tüm düşünenleri, bu dört konunun önemini ve bunlarda bir “yenileşme” (innovation) olmaksızın “yeni arayışlar”ın “beyhude ve pahalı arayışlar” olmaktan ileri gidemeyeceğini idrake çağırıyorum.
Pazar, 18 Aralık 1994
-
-
May 25 2012 Temiz toplum ve “Beyaz Nokta” (1)
Tüm sorunlarımızda değişmeyen parçalar vardır. Bunlar aynen kimyadaki “periyodik tablo elementleri” gibi biraraya gelerek çeşitli sorunları oluşturuyorlar. Bunlara “kaynak sorunlar” deniliyor.
Ülkemiz sorunları üzerinde yapılan çalışmalar, bunların büyük çoğunluğunun 15 grup altında toplanabilecek “kaynak sorun”dan oluştuğunu gösteriyor. Böylece oluşan sorunları da “kaynak sorun”lardan ayırmak için “görünen sorun” (ya da fantom sorun) deyimi kullanılıyor.
İşte bu kaynak sorunlarımızdan birisi; çeşitli kavramların, tanımlanmamış olmaları yüzünden herkeste ayrı anlamlar çağrıştırmaları ve böylece yol açılan toplumsal iletişim bozukluğu problemimizdir.
Diğer yandan, “temiz toplum”, bir süredir ülkemizde ve diğer bazı ülkelerde kullanılan bir deyim… Rüşvet, yolsuzluk, dejenerasyon gibi kirliliklerden arınma anlamında kullanılıyor. Daha doğrusu herhalde öyledir!
Çünkü bugüne kadar “temiz toplum” deyimiyle ne kastedildiğine, buna ne gibi anlamlar yüklenip nelerin dışarıda bırakılması gerektiğine kimse değinmedi. Böylece, “temiz toplum”, herkesin kendi meşrebine göre yorumladığı ve daha da ilginci herkesin kendini temiz, başkalarını ise pis olarak nitelemesine yardımcı olan bir kavram oldu çıktı.
Şu bir gerçektir ki, bütün subjektif tanımlamalar gibi, temizlik (ve kirlilik), toplumdan topluma, zamandan zamana ve yerden yere değişen bir kavramdır. Belirli koşullar altında temiz olarak nitelenen bir olgu, bir başka yer ve/ya zamanda kirli sayılabilir.
Ama bütün bunlar “temiz toplum” için bir tanım yapmamanın gerekçesi olamaz. Ayrıca da kavramı tanımlamaya çalışırken doğabilecek tartışmaların da yararlı bir yanı olacak ve kimin neyi temiz, neyi kirli olarak gördüğü konusundaki ayrılıklar da ortaya çıkmış olacaktır.
Örneğin, bir bölüm insan (ben de dahil) kumar’ı kirli iş sayarken, belki bir başka kesim bunu, tarih boyunca var olduğu ve turistleri yolmağa yaradığı (yani öyle sanıldığı) için temiz olarak tanımlamaya kalkışabilecektir.
Bence “temiz toplum”, aklın ve erdemin egemen olduğu toplumdur. Buradaki egemen olmak deyimi bilerek kullanılıyor ve mesela akılcılığın üstün tutulduğu ama yaşama egemen kılınamadığı durumlardan ayırmaya çalışıyorum. Sigaranın sağlığa zararlı olduğunu bilmek, bunu kabul etmek ve hatta bunu savunmak ayrı, bu düşünceyi yaşamımıza egemen kılmak ise tamamen ayrı bir şeydir.
Kirli olarak nitelenen tutum ve davranışlara dikkat edilirse, bunların hepsinde ortak olan yanın, akılcılık eksikliği olduğu görülecektir. Akılcılık ise evrensel düzene uyum anlamında kullanılmakta olup, buna göre erdem, akıl, ruh ve beden sağlığı ile bilgi beceriyi de içermektedir.
Çünkü bunların herhangi birisindeki herhangi bir derecedeki yetersizlik, evrensel düzenden o ölçüde ayrılmaya neden olmaktadır.
Buna göre, akıl egemenliği altındaki hiçbir tutum ve davranış kirli olamaz.
Peki, kirli işlerin, onları yapanlara bir çıkar sağladığı da bir gerçek değil midir?
