• “Emperyalizm”in başlıca kök-nedeni: Ezber geleneği!

    İnternet’ten gelen ve bir akademisyenin yazdığı belirtilen “A.B.D.nin Karanlık Tarihi” başlıklı bir yazı, kuzey Amerika topraklarının ele geçirilişinden başlayıp Suriye, IŞİD meselesine kadarki geçmişte A.B.D.nin oynadığı çoğu zalimce rolleri popüler bir dille anlatıyor.

    Benzer yazı, anlatı, kitap, internet mesajları vb. birikimleri zihnimde bir araya getirince ilginç bir nokta dikkatimi çekti. Bunların neredeyse tamamında anlatılanlar –bir bölümü dayanaksız, duygusal, kişilerin kendilerinden menkul olsa da- çoğu toplumsal sorunların kaynağı olarak “emperyalizm”i gösteriyor.

    Birikimleri gözden geçirince ikinci dikkatimi çeken ise, her sorunun getirilip emperyalizm’e, çözümlerinin de emperyalizm ile mücadele’ye dayandırılması ve katiyetle bir adım daha ileri gidilmeyip bu meşum olgunun sorgulanmaz (ezber[1]) oluşu, zihnimde emperyalizm = Tanrı eşitliğinin oluşmasına sürükledi.

    Madem ki kavram olarak Tanrı da kendinin nedeni ve sonucudur, öncülü yoktur, bu kadar insan ağızbirliği etmişçesine emperyalizmi nihai suçlu gösterdiğine göre, onun da tanrısal bir niteliği var demektir.

    Emperyalizm, üstünde yatılacak yastık olamaz!

    Bir zamanlar bir meslek ağabeyim, yaptığımız hataları geçiştirmek için özür dileme enstrümanını keşfettiğimizi görünce, “özür, üstünde yatılacak bir yastık değildir; önce, tekrarlamamayı güvence altına alacaksınız sonra da bir cila olarak özür dileyebilirsiniz” demişti. Emperyalizm de her melanetin ihale edileceği, sonra da yapılanların yapılmaya devam edilip sonuçlarının yine aynı yere fatura edileceği bir yastık olamaz. Eğer bu bir uyanıklık değilse –ki çoğu kimsenin bu amaçla kullandığını düşünüyorum- mutlaka bir aymazlık boyutu vardır.

    Aslında biraz düşünülürse, tamamen soyut bir kavramı suçlu ilan edip savaş açmanın, bedava kahramanlık için çok da uygun bir araç olduğu görülecektir.

    Önce adlandırmayı doğru yapalım: Sömürü!

    Emperyalizme fatura edilen ne varsa “sömürü” kavramıyla açıklanabilir. Sömürü ise son derece somuttur ve “değer transferi” denilen olgunun ta kendisidir.

    –     Maslow ihtiyaçlar piramidinin her basamağındaki kişiler, bir üst ihtiyaç basamağına tırmanmak ister. Ender haller haricinde bu eğilim insan türünün ortak bir özelliğidir denilebilir.

    –     Herhangi bir –somut ya da soyut- ihtiyacın giderilmesi, mutlaka bir enerji harcamayı gerektirir. Çünkü her şey:

    1. Ya doğrudan bir enerji (güneş),
    2. Ya güneş yoluyla doğrudan üretilenler (bitki, odun, kömür, petrol, gaz, madenler),
    3. Ya bu ilk ikisi kullanılarak elde edilmiş daha karmaşık bileşik ürünler (bina, alet, makine),
    4. Ya da bunların tümü kullanılarak üretilmiş daha karmaşık ürünler (bilgi, beceri, ar-ge)

    dir[2]. Bunların tümüne bir ad vermek gerekirse en uygun isim “değer”dir[3].

    –     Maslow’un her ihtiyaç basamağı, bir alt basamaktakinden daha fazla enerji (ve/ya türevine) ihtiyaç gösterir. Örneğin, üzeri ağaç dallarıyla kaplı bir barınak sahibi insanlar, üstü akmayan –mesela kamış paketlerinden yapılmış- çatıya sahip barınağı nispeten daha kolay elde ederken, vahşi hayvanlara karşı daha korunaklı taş duvarlı bir ev yapmak daha fazla enerji gerektirir.

    –     Toplumlar, yukarda sıralanan 4 kategorideki enerji (ve türevleri) kaynaklarına bütünüyle sahip değillerdir. Çünkü, sahip oldukları enerji ve türevleri arttıkça, o toplumdaki insanlar da daha üst ihtiyaç basamaklarına tırmanmak istemekte, kendilerini yönetenlerin üzerinde başa çıkılamaz bir baskı kurmaktadırlar.

    –     Bu baskıların kaçınılmaz iki sonucundan birisi, bir toplumu oluşturan çeşitli kesimler arasında, söz konusu enerji ve türevlerinin birbirilerinden transferi çatışmalarıdır. Sınıf çatışmalarının, toplum içi sömürülerin başlıca nedeni budur.

    Diğer sonuç ise, ihtiyaç duyulan enerji ve türevlerinin, başka toplumlardan ya barışçıl yollarla (ticaret gibi) ya daha az barışçıl yollarla (sömürü yoluyla) ya da zorla (işgaller, savaşlar yoluyla) transfer edilmesidir[4].

    –     Bir toplum ortalama olarak ihtiyaçlar piramidinde ne kadar yukarılara tırmanmış ise (kalkınmış, gelişmiş) ise, daha üstlere tırmanmak için toplumdaki arzu o kadar fazla, bu ek tırmanışa karşılık gelen enerji ve dolayısıyla da transfer etmek ihtiyacında olacağı enerji ve türevi o kadar büyük olacaktır. Bu ise, barışçıl-az barışçıl-saldırgan araçların tümünün birden sonuna kadar kullanılması demektir. Nitekim bugün fiilen olan da budur.

    –     Buradaki kritik kavram, her iki halde de geçerli olan yöntemin “değer transferi” olduğudur. İnsanlığın ilk çağlarından bugüne kadar çatışmaların büyük çoğunluğunun nedeni “değer transferi” olgusudur.

    –     Bu mekanizmayı anlamaya çalışmak yerine, emperyalizm, kapitalizm gibi “değer transferi” yöntemlerinden ya da bu yöntemleri kullanan X, Y, Z gibi ülkelerden yakınmak, ilkel kabilelerin gök gürültüsüne karşı keçi kurban etmeleri kadar etkilidir. Yapılması gereken “sorgulamak yoluyla anlamak” ve “gereğini yapmak”tır.

    İkinci adım: Sömürmek için sömürülecek birileri lazım!

    Böylece açıklanan “sömürü” olgusu kendi kendinin sebebi (Tanrı gibi) değildir; tam aksine bir neden dolayısıyla ortaya çıkar ve sonrasında da o neden ile birlikte sürekli olarak birbirlerini üretirler (yumurta ve tavuk arasındaki döngüsellik gibi).

    “O neden” sorun çözme kabiliyeti yetersizliğidir!

    Her bakımdan birbirine eşit güçte iki kişi arasında sömürü olamaz; aralarında potansiyel farkı yoktur. Aynen aynı yükseklikteki iki havuzdan birbirlerine su akımı olamayacağı gibi.

    Bu potansiyel eşitliği bozabilecek herhangi bir neden (akıl, bilgi, kurnazlık, acımasızlık, biat, ahlaksızlık, ezber, yaratıcılık vb farkı) dolayısıyla taraflardan birisinin, karşılaştığı sorunları çözmedeki yetersizliği derhal bir “sömürüye açık alan” yaratır. Sömürüye açık alan bir iştah açıcı gibidir ve o ana kadar sorunsuz –hatta dost- birlikte yaşayan iki kişiden göreceli olarak daha yüksek sorun çözebilirliğe sahip olanın sömürme iştahını tahrik eder; teknik olarak, arada bir potansiyel farkı oluşur.

    Bir kural olarak bir kişi ya da bir toplumun çözemediği her sorun, çevresindekiler için birer sömürüye açık alandır. Bu alan, düşük potansiyelli olanın sömürülmesine yol açarken, yüksek potansiyelli olanlar arasında da bir paylaşım kavgasına yol açar. Sevr’e giden yol boyunca bunu bizim kadar somut yaşayan toplum galiba yoktur.

    Bu süreç kin, nefret, beddua, öbür dünyada hesaplaşma vs ile ilgisi olmayan, yer çekimi, rüzgar oluşumu gibi doğal bir olgudur. Tek çaresi ise önce ne olduğunu, niye olduğunu sorgulamak, sonra da yol açan nedenlere karşı araç geliştirmektir.

    O da ne: Ezber sorgulamayı imkansız kılıyor!

    Ezber, sosyal laboratuvarlarda üretilmiş bir virüs ya da kendiliğinden ortaya çıkmış bir mutant olabilir, bunun bir önemi yok; çünkü sonuç değişmiyor. Değişmiyor ve okul dahil tüm kurumların dokuları içine yerleşiyor ve sadece kendisine belletilenleri, söylenenleri yapıp, sonra da ortaya çıkan sonuçlardan yakınıp küfür, kahır, nefret, göğüs yumruklama, övünme, öbür dünyaya havale gibi işe yaramaz –ama enerji tükettirerek doğru işler yapmayı imkansızlaştıran- yollardan medet uman bir zavallılar topluluğu haline getiriyor.

    Evet emperyalizm, ezber’in ta kendisidir!

    Ezber, toplumumuzun sorgulama (dolayısıyla anlama, anlamayı önemseme) yetisini yok eden bir hastalıktır ve sürekli olarak sorun çözebilirlik potansiyelini azaltıp, sömürüye açık alan yaratmaktadır.

    İnanmayanlar, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki bildirgeyi 5 yıl içinde niçin sadece 621 kişinin imzaladığına, her ay siteyi ziyaret eden 50,000e yakın kişinin niçin bu konuya aldırmadığına bakıp şaşabilirler.

    18 Temmuz 2015

     

    [1] Farsça “kalpten” (ez: kalp, yürek, göğüs , ber: -den eki), by heart (İng), par coeur (Fr), Sorgulanmazlık, sorgulanamazlık (Tür)

    [2] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1vI, http://bit.ly/1taV5J3

    [3] Bkz. http://bit.ly/1xa9iuL

    [4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Dd

  • Mavi – Beyaz Yaka ayrımında yeni dönem..

    Alimler ve Medreseler Birliği web sitesinde (http://bit.ly/1F0rlHQ) duyurulduğuna göre, Van ilimizde 11 alime bayan diplomalarını almışlar. Sitede bu olayın niçin önemli olduğu, alim ve alimeler yoluyla ne gibi toplumsal yararlar sağlanacağı anlatılıyor. Ne diyeyim vatana millete hayırlı olsun.

    Aynı tarihli bir gazete haberinde ise, ping-pong oynayan robotun, Dünya 1 numarası karşısında 20 oyunun 9’unu alarak nasıl zorladığı video kanıtlı (http://bit.ly/1zOfWL2) duyuruluyor. Bu iki haberi peş peşe okuyunca aklıma ister istemez şunlar geldi..

    Açık mavi – kirli beyaz!

    Yakın geçmişe kadar mavi renk bedensel yönü ağırlıklı zihinsel yönü hafif işlerin simgesiydi. Beyaz ise tam aksi. Henüz içinde bulunduğumuz çağa net bir isim konulmadı ise de “bilgi çağı” gibi bir niteleme yerleşiyor gibi.

    Bu çağın simgeleri ise, bilgileri giderek daha hızlı işleyen “işlemciler” ile daha çok bilgiyi daha küçük hacimlerde –atomik düzeyde-depolayabilen “bellekler”.

    Bu iki öğenin otomatik bileşimi ise yapay zeka yazılımlarının giderek gelişmesi ve onun da bir türevi olan robotlar. Masa tenisi oynayan robot videosu bu gelişim sürecinin an itibariyle en ileri aşaması gibi. Geleneksel mavi yaka – beyaz yaka skalasındaki yeri açısından teknolojinin bu son durumuna karşılık gelen iki renk var: Açık mavi ve kirli beyaz.

    İster halı süpürme, ister masa tenisi, isterse apandisit ameliyatı, hangi işi yaparsa yapsın, robot teknolojisinin birkaç öğesinden birisi o işlere ait modelleme (algoritma tasarımı), diğeri de oluşturulan modelleri uygulanabilir kılabilecek yazılım (programlama).

    Bu süreçteki algoritma tasarımıkirli beyaz” renge, programlama (kodlama) ise “açık mavi” renge karşılık geliyor. Bu süreçteki iki işin ortak yanı ise, düşünme zincirinde iğne ucu kadar bile boşluğa yer vermeyen, her şeyi ama her şeyi sorgulayıp kuşku eleğinden geçirebilen düşünme biçimidir.

    Bu yeni düşünme içiminde alim ve alimelere yer yoktur; ama, nedensel (rasyonel) ve eleştirel (kritik) düşünmeyi konu alan kitaplar yazıp, nedensel düşünmenin “bir sonuca yol açan tüm nedenleri bir ağaç formunda ortaya koymak”; kritik düşünmenin ise, bu “çok sayıdaki nedeni, sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralamak” olduğunu anlatamayan bilgin ve bilginelere de yer yoktur.

    Masa tenisi videosu birçok yönden göz açıcıdır. Hatta, modelleme ve kodlama işleri gün gelip bizzat robotlarca yapılmaya başlanacak, bu yeni yaka renklilere de ihtiyaç azalacaktır. Bu şu demektir: Geri kalan posalar (yani bu işlere yaramayan, herhangi bir değer üretemeyenler) temizlenecektir.

    Nasıl mı, şöyle:

    Bu acılı süreç alim ve alimelerce başlatılacak; kendisine sorgulamadan belletilenlerden başka şeyler düşünmesi imkansız hale getirilenler –laik sandığımız okullarda ezber profesörü haline gelmiş çocuklardan büyüyenler de dahil-, birbirlerini kıtır kıtır keseceklerdir. Herkes bildiği yolda devam etsin, yanlış olmuş ve olacak bir şey yoktur.

    7 Mayıs 2015

  • Mesafe tanımadan birlikte sorun çözmek..

    İnternet üzerinden Beyin Fırtınası (e-BF diyelim) yoluyla, birbirinden uzak yüzlerce insan bir konudaki fikirlerini belirtebilir.

    Şirketler, yerel yönetimler, devlet kurumları, merkezi yönetimler, siyasi partiler, kısacası her kurum, bu yolla “çeşitli sorunların çözümü” konusunda yurttaşların fikirlerine başvurabilir.

    Bu eğilim Dünya’da bir çığ gibi yayılıyor.

    Şu adrese tıklayarak bu yoldaki bir egzersize katılabilirsiniz.

    Bu egzersizin sonuçlarına göre, çeşitli sorunlarımız konusunda e-BF’ler düzenlenmesi öngörülüyor. Tek ihtiyaç olan bir bilgisayar ve bir internet bağlantısı.

    Çok mu uçuk geldi?

    Yarınlarda bir norm olabilir.. 🙂

    17 Şubat 2015

  • Sorular beyni geliştirir

    Bugünlerde sosyal medyada dolaşan, ama daha evvelce de bir yabancı yazara[1] referansla ortaya konulan bir bilgi[2] var: 185 ülkelik bir liste içinde Türkiye, Bosna-Hersek, Şili, Hırvatistan ve Kırgızistan ile birlikte 90 puanı paylaşıyor. Bu puanın anlamı, çeşitli grupların karşılaştırmalı bir listesinde[3] verilmiştir.

    Eğitimin çeşitli düzeyleri ya da mesleki kategoriler içinde yüksek IQ’ya sahip kimseler bulunabilir. Bu hemen her yerde –özellikle de Türkiye’de- rastlanan bir durumdur. Koşulları nedeniyle iyi eğitim görememiş ve/ya sıradan meslekler içinde yer alan insanlar her yerde vardır.

    Bir ilke olarak, kişinin elinde olmayan özellikleri / koşulları nedeniyle övülmesi ya da yerilmesi etik açıdan doğru değildir. Ama, kaçırılmadan sorulması gereken soru da şudur: Ne yapıyoruz da böyle oluyoruz?

    Tek bir zeka tanımı (IQ) yerine şimdilik[4] dokuz zeka türünün varlığı kabul edilse de, ortalama bir zekadan söz edilebilir[5].

    Kalıtsal miras, akraba evlilikleri gibi adetlerin zeka düzeyini yakından etkilediği biliniyor. Kültür ve gen etkileşiminin zeka düzeyini etkilemesi ise İkili Kalıtım Kuramı[6] tarafından ortaya konulmuştur. Yoz kültürün biyolojik evrimi kendi yönünde etkilediği, daha yüksek kültürlerin ise evrimi olumlu değiştirdiği bu kuramın tezidir.

    Son yıllarda popüler bir kavram olarak üzerinde konuşulan Öğrenme Devrimi[7], şu iki ilke çevresinde örgülenmektedir: Akıl-beden bağlantısı ve akıl-beyin bağlantısı[8].

    1. Birinci ilke: Öğrenme akademik bir süreç değildir. Bebeklikten itibaren yapılan her türlü bedensel ve zihinsel eylem beyinde yeni bağlantılar geliştirir.
    2. İkinci ilke: Beyinde oluşan her yeni bağlantı, yeni bedensel ve zihinsel eylemleri tetikler. Bu süreç –bir spiral gibi- kendi kendini besler.

    Basit görünüşlü bu ilkeler, gelişkin toplumlardaki okullarda beden eğitimi dersleri ve satranç kulüplerinin niçin ciddiye alındığının nedenidir.

    En az beden eğitimi ve satranç kadar, açıklanan bu spiral süreci olumlu yönde etkileyen bir öğe de “merak” ve onun ikiz kardeşi “soru”dur.

    Her ne amaçla olursa olsun “merak” ve onu tatmin edilebilmek için başvurulan “sorular”, cevap bulabilmek yolunda zihinsel ve/ya bedensel eylemleri tetikler; böylece de beyinde yeni bağlantıların oluşumlarını tetiklerler; kısacası kişileri daha zeki hale getirir.

    Buraya kadarki ansiklopedik hatırlatmaların ışığında, “bu düşük ortalamanın başlıca nedenleri nelerdir?” sorusuna tekrar eğilince, şu belirgin kültürel özelliğimiz dikkat çekmeye başlıyor: Az ve de kısır[9] sorulara karşılık bolca cevap üretimi!

    Bu savın doğrulanması için iki yere bakmak yeterlidir: (1) Her düzeydeki eğitim kurumunda, “doğru soru sormak” ile ilgili bir öğreti ya da bir telkin kültürünün bulunmayışı, (2) TV tartışmalarının –izleyebildiğim kadarıyla- hiçbirisinde tartışmalara, tartışılacak sorunun ne olduğunu açıklığa kavuşturacak soru(lar) ile başlanmayıp, herkesin doğrudan cevaplarını savunmaları. (Böylece her cevap, tartışılan sorun’un ayrı bir yüzüne ilişkin sorulara yönelik olduğu için uzlaşma olasılığı çok düşük oluyor).

    Doğru soru sorma konusunda bir duyarlık oluşmadıkça, en yaşamsal konularda sorulan sorular, “muhtemel Marmara depremi hakkında düşünceleriniz nelerdir?”, “Kürt sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz?”, “işsizlik meselesi hakkında neler söyleyeceksiniz?” gibisinden, verilecek her cevabın, sorun’un bir yerlerine uyabileceği “kısır cevaplar” ile yaşamak zorundayız.

    Doğru sorular, merakın doğal uzantılarıdır. Merakı, kimin kimle birlikteliği ya da kimin kimi hangi cevapla oturtacağı ile sınırlanmış bir toplum “ortalaması”nda, beyinlerde yeni bağlantıların oluşması için bir tetikleme niçin oluşsun? Bu insanların çocukları meraklarını ne tetikleyecek ki ardından sonsuz sayıda soru üretsinler?

    Bütün yaşam sorun çözmek ise[10] ve soru sormak, sorun çözmenin biricik aracı sorgulama’nın[11] yapıtaşı ise, kronik sorunlarımızın niçin çözülemediği, 90 IQ ve soru sorma becerisi yetmezliği arasındaki sıkı ilişki açık değil mi?

    Soramayan aptal olur, övünmekle de giderilemez.

    3 Ocak 2015 Cumartesi

    [1] Richard Lynn, Tatu Vanhanen, IQ and the Wealth of Nations, Praeger / Greenwood, 2002

    [2] Bkz. http://goo.gl/eydxbe

    [3] Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Intelligence_quotient#Other_correlations

    [4] Hovard Gardner (http://goo.gl/feJHDY) tarafından 1983’te ortaya atılan Çoklu Zeka Kuramı o tarihte 7, bir süre sonra 8 zeka türü (müzikal-ritmik, görsel-uzaysal, sözel-dilsel, matematik-mantık, bedensel-hareketsel, dışa dönük, içe dönük ve doğaya ait) tanımlamış ve daha sonra varoluşsal-ahlaki (moral) zekayı da katarak şimdilerde 9 zeka türüne ulaşmıştır (bkz. http://goo.gl/G6nC5M). İleride bu konudaki araştırmalar geliştikçe, kişiye özgü yeni zeka türlerinin tanımlanabileceği beklenebilir.

    [5] Çoklu zeka kuramına göre hemen herkes 9 zeka türünün her birinde bir varlık göstermekte, bazı türlerde ise diğerlerine göre daha yüksek skor elde edebilmektedir. Sadece tek zeka türünde yüksek, diğer sekizinde hiç düzeyinde bir skor beklenen bir durum değildir. Buna göre, çok dar amaçlar haricinde yine de ortalama bir zekadan söz etmek yanlış olmaz. Doğru ifade, ortalamanın dışında hangi bir veya birkaç türdeki zekanın ortalamadan önemli ölçüde yüksek olduğudur.

    [6]İkili Kalıtım Kuramı (Dual Inheritance Theory) için bkz.http://goo.gl/nocgML

    [7] Bkz. http://goo.gl/72Acgj

    [8]Dryden G. ve Vos.J., The New Learning Revolution, Network Educational Press , 2005, Sah. 379

    [9]Doğru soruların üç ortak özelliği tekil (singular), belirli (definite) ve net (clear) olmasıdır (bkz. http://goo.gl/s8yaU4).Bu tür sorular yol açıcı olup, cevaba götüren yolda yeni soruları çağırır. Bunun aksi ise yeni soruların sorulmasına imkan vermez. Bunlar “kısır” sorulardır.

    [10]Karl Popper’in ünlü sözü ve aynı isimli kitabı: All Life is Problem Solving.

    [11]Çeşitli alanlar için çeşitli kişilerce üretilmiş sorular ve o sorular sorulsa idi ortaya çıkabilecek değişik bakış açıları için bkz. www.ezberkaliplarinisorgula.com

  • Yeni BDE (Bilgisayar Destekli Eğitim)

    BDE-Bilgisayar Destekli Eğitim, bundan 10 yıl önce (1986’da), o günün bilgisayar donanım ve yazılım teknolojilerine göre tasarımlanmış bir proje idi. Okulların hemen hepsi, bilgisayarı, öğretilmesi gereken yeni bir ders olarak yorumlayıp buna göre dersler koydular. Bunların içinde ilkokullara Basic programlama dili öğretimini koyanlar bile oldu.

    Okulların çok küçük bir bölümü ise, BDE’nin gerçek anlamını kavradı, fakat onların da büyük çoğunluğu ya mali engellere ya da kalıplaşmış anlayışların engellerine takıldılar.

    Bu sınırlara ilaveten teknoloji de önemli kısıtlar getiriyordu. Zamanın başbakanı Turgut Özal’a, bilgisayarın yabancı dil öğreniminde de kullanılabileceğini kanıtlamak üzere planlanan bir gösteride, bir-iki cümleyi bilgisayara söyletebilmek için yaklaşık 2 ay kadar uğraşılmıştı. O zaman “mikro” denilen bilgisayarların en kabacasının RAM belleği 520 KB, disk belleği de 20MB  civarındaydı. Ses kartı, video kartı, CD-ROM gibi eklerin gelecekte “mümkün olabileceği” konuşulurdu.

    Bütün bu kısıtlar altında BDE, bir “bilgisayar satınalma” sürecine dönüştü. Bilgisayar firmaları, Türkçeleşmiş eğitim yazılımları üretmek, yazın dilleri aracılığıyla özgün programlar üretmek gibi güç uğraşlar yerine, bilgisayarı yarı-Tanrı gibi gören kişilere bol miktarda bilgisayar satmayı yeğlediler. Bu tür uğraşlara girenler ise diğerlerinin yarattığı acımasız rekabet dolayısıyla, doğruluklarının cezasını gördüler.

    Eğitim alanındaki bu olaylara paralel olarak, eğitim alanının dışında da ilginç durumlar meydana geliyordu. Örneğin, Anadolu ilçelerimizden birinin kaymakamı, ilçenin ortaokuluna gönderilen bir bilgisayara ihtiyati tedbir koyduruyor, bu şüpheli mahlukun ancak aklandıktan sonra kullanılabileceği fetvasını veriyordu.

    Bugün geldiğimiz noktada, bütün bu olumsuzluklara karşın bazı olumlu sonuçlar da ortadadır. Artık bilgisayarlar tutuklanmıyor. Hemen her okulda az ya da çok bilgisayar vardır, ya da en azından bilgisayar sahibi olma arzusu vardır. Bazı okullar bilgisayarı oldukça etkin olarak,  eğitim sürecinin bir parçası haline getirme yolundadırlar.

    Donanım ve yazılımda ise, sıçrama denmese de ona yakın gelişmeler olmuş, bellek bir sorun olmaktan neredeyse çıkmış, erişim hızı da eskiye oranla neredeyse 100 kat artmıştır. CD teknolojisi gelişmiş, etkileşimli videodisk pratik olarak katlanılabilir maliyet sınırları içine girmiştir.

    Bu gelişmeler karşısında BDE, daha kolay gerçekleştirilebilir durumdadır. Şimdilerde bir “yeni BDE” ‘yi hayata geçirebiliriz.

    Projenin ilk şeklinde, gerekli finansmanın bütününün devlet tarafından karşılanacağı  öngörülüyordu. Bugün devlet bunu yapabilecek durumda değildir. Buna göre, finansman için de “yeni” bir model bulmak zorundayız.

    Bu yeni modelin içinde finansal kiralama’nın yer alması kaçınılmazdır. Çünkü ne devlet ne de bir özel okul, gereken sayıda bilgisayarın satınalma finansmanını, leasing kullanmadan karşılayamaz. Hele, öğrencinin evde de bir bilgisayara sahip olması gibi bir seçenek, ancak çok az sayıda kişinin başarabileceği bir iştir. Dolayısıyla  kiralama kaçınılmazdır.

    Bilgisayar edinme modelinin ikinci parametresi, bilgisayar yatırımının ne kadarının okul (devlet ya da özel okul sahibi), ne kadarının da öğrenci tarafından karşılanacağıdır.

    Bugün bilgisayar piyasasında bir durgunluk yaşanıyor. Devlet, bütçe kısıtları nedeniyle alım yapmıyor ve bu gidişle yapmayacak da.. Özel kesim ise sınırlı bir talep yaratıyor.

    Eskiden beri potansiyeli en büyük pazar kesimi eğitimdir. Oradaki engel ise firmaların dışında değil bizzat kendileriyle ilgili. Bilgisayarın eğitimde kullanımının ortaya atıldığı 1986’dan bu yana, eğitim konusunda (özellikle Türkçeleştirilmiş veya Türkçe üretilmiş olanlar) kayda değer bir gelişme yaratamamış durumdadırlar.

    1960’ların başlıca pazarlama stratejisi olan “bir düğmeye bastın mı istediğine cevap verir” yaklaşımı [bkz.1], bugün henüz değişmemiştir. Küçükler bir yana, hiç bir büyük bilgisayar firmasının ya eğitim bölümü yoktur ya da varsa pazarlama organizasyonunun bir parçası olarak vardır. Temsil ettiği ana firmanın inanılmaz zenginlikteki eğitim yazılımlarının Türkiye’ye getirilmesi, bir zamanlar Sovyet Rusya’ya satışı yasak olan yazılımları hatırlatacak gibidir [bkz.2].

    “Yeni BDE”, bunların aşılması anlamına gelmektedir. Bilgisayar yazılım ve donanım firmaları, yanlarına eğitim konusunda uzmanlaşmış yerli ve yabancı kişileri, finansal kiralama kuruluşlarını ve belki bankaları da alarak konsorsiyomlar oluşturmalı ve ilk iş olarak, ana firmalarının eğitim bölümlerini Türkiye’ye irtibatlamalıdırlar.

    İnsanların karşısına makul seçenekler oluşturulabildiği takdirde, eski BDE’nin saplandığı “bilgisayar laboratuvarı” çıkmazından kurtulunması ve büyük bir pazarın açılması mümkündür.

    BDE projesinin ortaya atıldığı 1986’dan bu yana  meydana gelen büyük değişiklik, İNTERNET oldu.

    İletişim tekelini, bilgilenme özgürlüğünü güçleştirmek olarak anlayan kuruluş ve onlara bu cesareti veren “tepkisizlik ortamı” böyle sürmez de bir değişiklik olursa, İNTERNET’den en büyük yararı okullarımız sağlayabilecektir. Ancak bunun için bazı değişiklerin gerçekleşmesine ihtiyaç vardır. İNTERNET erişiminin hızlandırılması ve düşük gelir kesiminin yoğun olduğu yörelerin – ki çoğunluktur- , katlanabileceği kullanım ücretlerinin gerçekleştirilmesi, bu değişikliklere dahil değildir.

    İnsanlarımızın ortalama gelirleri, gelirini dolar ölçüleriyle kazanan ülke insanlarına oranla 80,000 kat daha düşüktür. Bu nedenle İNTERNET ücretlerinin büyük oranda  sübvansiyone edilme zorunluğu vardır.

    Bütün bunların dışında gereken birinci  değişiklik, İNTERNET kanalıyla, istenilen aramaların yapılabilmesi için İngilizce dilinin iyi düzeyde bilinmesi zorunluğudur. Bu, bugün için önemli bir handikaptır ve geri kalmış yöreleri geri kalmış olarak bıraktıracak ve BDE’den  yararlandırmayacak olan bir handikaptır.

    İkinci değişiklik gereği, eğitimizin temel öğretme yöntemi olan ezberden vazgeçilmesidir. Meraklı insanlar, ezberle yetiştirilemez. Ezber merak ve yaratıcılığı öldürür.

    BDE’nin amaçlarına ulaşabilmesini engelleyebilecek bir unsur da, bilgisayarın eğitimde ne amaçlarla kullanılabileceği konusundaki bulanıklıktır. Bu bulanıklık, bu aletleri “bilgisayar laboratuvarı” denilen odalara hapsetmiş, böylece “bizde de var” gösterişi altında öğrencilere, öğretmenlere ve velilere  şu mesaj ulaştırılmıştır: “Bilgisayar oyuncak değildir. Ciddi laboratuvarlarda ancak  haftada bir defa, o da fazla kurcalamadan dersi yapılır”..

    Öğrencilere, bilgisayar konusunda  yol gösterebilecek bilgi düzeyindeki öğretmen sayısını dikkate alırsak, BDE’nin bu boyutunun diğer boyutlarından daha önemli olduğu anlaşılacaktır.

    Bu bulanıklığın nedenlerinden birisi kuşkusuz, halen dünya eğitim piyasalarında dolaşan yazılımların çok büyük bir bölümünün, dil farklılığı, bilgiye erişme konusundaki isteksizliğimiz, fiyat pahalılığı ve özellikle de “kültür farkı nedeniyle bunları reddedişimiz” gibi nedenlerle Türkiye piyasasına girmemiş oluşudur.

    Sık sık ve de ağırlıkla dile getirilen, “yabancı yazılımlar bizim kültürümüze uymaz, bu nedenle biz yazılımlarımızı kendimiz üretmeliyiz”  gerekçesi, fazla üzerinde durulmaması gereken bir noktadır. Çünkü, yabancı kültürleri tanımak ve düşünce biçimimizi değiştirmek için bundan daha iyi fırsat olamaz.

    Hele hele, fen yazılımları bakımından dile getirilen, “birim farklılıkları”, tam tersine bir avantajdır. Kullanageldiğimiz birimlerden başkaca birim bulunmadığı gibisinden bir yanlışa yönlendirilen çocuklarımızı bu kalıptan kurtarmanın yolu, farklı birim sistemlerine sahip toplumların yazılımlarını kullanmaktır.

    Bilgisayarın eğitimde nasıl kullanılacağı konusundaki bir diğer bulanıklık nedeni, tüm okullarda tek müfredatın uygulanması, bu nedenle de mevcut dış kaynaklı bilgisayar yazılımlarının işe yaramaz hale gelişidir. Ama çok daha önemli bir neden, bu müfredatın, çevrel koşullara uygun işlenebileceği konusundaki genel ilkenin göz ardı edilmesidir. Ezber yalnız verilen bilgilerde değil, onların verilme yöntemlerinde de kalıplaşmaya, yaratıcılığın kaybolmasına yol açmıştır.

    Bilgisayarın eğitimde kullanım yolları olarak düşünülebilecek olanlar şunlardır:

    • İNTERNET  aracılığıyla belli bir konuda araştırma yapmak, surf yapmak, özel ilgi grupları  ile akademik ya da hobi amaçlarıyla ilişki kurmalarında,
    • Kelime-işlemci (word processor) olarak, öğrencilerin ödevlerini yapmalarında,
    • Eğitsel yazılımları (educational software) kullanarak;
      1. Öğretmenin işini kolaylaştırmak için,
      2. Öğrencinin kendi kendine deneyler ve/ya ekzersiz yapması için,
      3. Yabancı dil öğrenmek ya da pekiştirmek için,
      4. Eğitlence (edutainment) yoluyla okul öncesi dönemde temel yetenekler kazandırılmasında,
    • Sınırlı ölçüde programlama öğrenmede (özel merak ve/ya yetenek sahibi olanlar için)
    • Otomatik sınav makinesi olarak,
    • Öğretmenlerin, öğrencileriyle ilgili kayıtları tutmasında,
    • Çok az sayıdaki öğretmenin, yazarlık dili (authoring language) kullanarak eğitsel yazılım hazırlamasında,
    • Diğer tasarımlanabilecek eğitsel ve idari amaçlar için..

    Bu bağlamda yanıtlanması gereken iki soru şunlardır:

    (1)          Zaten ağır ders yükü altında bulunan öğrenciler, bunları ne zaman yapacaklardır?

    (2)          Derslerin geleneksel yöntemlerle işlenmesi sırasında bilgisayar (daha doğrusu yazılımlar), nasıl kullanılacaktır?

     Bugüne kadarki uygulama, bilgisayar laboratuvarı yoluyla bir ek ders biçiminde olmuştur. Bu aynen, çamaşırları elle yıkamaktan bunalmış bir ev kadınının, eve getirilen çamaşır makinesi için söylediği, “bu kadar işin yanında bir de bununla mı uğraşacağım?”  yakınmasına benzemektedir.

    Bilgisayar, öğrenci ve öğretmenin işlerini kolaylaştırıcı bir araç olarak anlaşılıp kullanılmalıdır. Buna göre, mevcut ağır ders yüküne eklenmesi gereken değil, o yükün bir bölümünü ortadan kaldıran, bir “eğitim süreci yeniden yapılandırma” yöntemi olarak algılanmalıdır. Aynen, (BPR-business process re-engineering) yöntemi gibi, (yani EPR-education process re-engineering) !

    Bilgisayar, böylesine bir yaklaşımın içine oturtulunca, yukarıdaki iki soru birleşmekte ve tek soruya inmektedir: Bilgisayar, ders işleme sürecinde nasıl kullanılmalıdır?

    Bu soru ise, “dersin amacı ne olmalıdır?”   sorusunun yanıtına bağlıdır:  Bilgi-Beceri-Tutum-Davranış (BBTD) konisinde yer alması arzu edilen bir BBTD’ın, kişide var olan BBTD örgüsüne eklenmesi, bir dersi işlemenin amacı olmalıdır

     Bu amacın ışığı altında:

    ilke 1- Her öğrenci, kendi “öğrenme profili”ne göre öğrenir

    Her öğrencinin fiziki ve akli yetenekleri, belirli biçimlerde öğrenmeye uygundur. Bu bilinmeksizin öğrenme süreci başarıya ulaşamaz. Bu profilin öğretmen ve öğrencinin kendisince keşfedilmesi, zaman içinde dersler işlendikçe olabilir. Bir dersi işlemenin vazgeçilemeyecek ögesi budur.

    ilke 2- Ortalama tempoda toplu öğretme yerine, herkesin kendi hızında bireysel öğrenmesi

    Bu ilkenin pratik sınıf ortamında uygulanması, ön-bilgileri ve öğrenme profilleri birbirine yakın öğrencilerin gruplandırılması  anlamına gelecektir. Evvelce değinilmiş bulunan  “Bilgisayar sınıfı” kavramı da bu uygulamayı kolaylaştıracak bir ögedir.

    ilke 3- “Oyun” yoluyla öğrenme

    “Oyun”, tüm canlıların en etkin öğrenme yöntemidir. Kişiye kazandırılması arzulanan tüm BBTD, tüm canlıların kısa süre içinde yaşam becerilerini kazanmasında en önemli genetik araç olan “oyun” aracılığıyla verilmelidir. Fen bilimleri alanında yaptırılmak istenilen tüm deneyler, fiilen oynanacak olan ya da bilgisayar benzetimi (computer simulation)  oyunları haline getirilmelidir.

    ilke 4- “Gözlem”, öğrenmenin bir başka etkin yoludur

    Kişilere kazandırılması arzulanan tüm BBTD, çevredeki doğal ve toplumsal ortamlarda mevcuttur. Bunları gözlemeye yönlendirilen bir kişi, buralardan kaynaklanacak BBTD’ı, kendinde var olan BBTD örgüsüne eklemekte güçlük çekmeyecektir.

     Kazanılması arzulanan bir BBTD’a ilişkin dersin işlenmesi, yukarıda  sıralanan ilkelerin ışığı altında, şu formlardan birisi altında “tasarım”lanmalıdır:

    (A)          Konu hakkında merak uyandırmak

    Öğrenme sürecinin bu en önemli evresine öğretmenlik mesleğinin sırı olarak bakılabilir. Meraksız öğrenme ancak ezberle mümkündür. Dolayısıyla, EE’in ‘olmazsa olmaz’ koşulu merak uyandırmaktır.  Merak uyandırma, öğrenci grubunun  ilgi alanlarına göre değişir. Öğretmen buna göre özgün tasarımlarla konu hakkında merak uyandırmalıdır. Bunun için:

    (a)   Günlük yaşam içinde dikkat çekmeyen bir gerçeği sergilemek

    (örn. hava basıncının büyük bir yüzey  -mesela insan bedeni- üzerine büyük bir kuvvet uyguladığını göstermek için, yarısı bir gazete kağıdı altına sokulmuş  bir uzun tahta cetvel üzerine vurulduğunda cetvelin kırılması hayret uyandıracak bir gerçektir. Böyle basit bir deney, hava basıncı konusunu sıkıcı olmaktan çıkarabilir.

     (b)  Basılı – görsel – işitsel araçlardan yararlanmak

     Merak uyandırmak için, video film veya CD, çizgi roman, çevrede yapılacak bir gözlem yoluyla dikkat edilmemiş bir gerçeği göstermek gibi yollar kullanılabilir. Merak uyandırma, yaratıcılığın sonuna kadar zorlanmasını gerektiren bir adımdır. Bundan sonraki adımda, öğrencilerden şunlar istenilebilir:

    (B)          Gerçekleri ortaya koymak için oyun tasarımı

    Bu konu hakkındaki “gerçekler”i (facts) ortaya getirebileceğiniz bir oyun “tasarım” ı yapınız. Bu tasarıma göre rol paylaşımı yapıp, ilgili gerçekleri (relevant facts) toparlayacak şekilde oyunu oynayınız.xx

    (C)          Gerçeklerin gözlenebileceği bir gözlem süreci tasarımı

    Bu gerçekleri gözlemleyebileceğiniz bir gözlem süreci tasarımlayınız. Tasarladığınız gözlem süreci için rol paylaşıp gözlem yapınız.

    (D)          Bu olayı bir bilgisayar benzetimi haline getiriniz ya da hazırlanmış böyle bir yazılım varsa onu kullanarak olayı bilgisayar ortamında oynayınız.

     (E)          Şunları düşleyiniz:

    –      Bu olmasaydı ne olurdu?

    –      Bu olduğu için neler olmuştur?

    –      Bunun yerine şu olsaydı ne(ler) olurdu? (What if analysis)

    (F)           Kazandırılmak istenilen BBTD’ı kazanabileceğiniz ve gerçekleşmesi mümkün olan bir senaryo tasarlayınız ve rol bölüşümü yaparak senaryoyu oynayınız.

    Amacı ve ilkeleri bu olması gereken derslerin bir bölümü de sınavlardır. Sınavlar açısından kritik soru ise, “soru nasıl sorulmalıdır?” biçimindedir. Bu, şu iki alt-soru biçiminde anlaşılmalıdır.

    (a)     Nasıl soru sorulmamalı ?

    Soru, kişinin sınava hazırlanma sürecine yansıyıp, sınanacak bilginin, ilişkili diğer bilgilerle ilişkilerini kuramayarak, kalıp halinde bellemeye ve bunları sınavda geri vererek başarılı sayılmasına yol açacak biçimde olamaz.

    (b)    Nasıl soru sorulmalı ?

    Buna yanıt verebilmek için, “sınav ne için yapılmalıdır?” ın yanıtını vermek gerekir. Sınav, şunları anlamak için yapılmalıdır:

    1)   Bir bilgi, beceri, tutum ya da davranışın (BBTD), kişinin var olan BBTD’ları ile ilişkisinin ne ölçüde kurulduğunu,

    2)   “Ezber Tabanı”nda* bulunması gereken bir BBTD’ın ne ölçüde kazanıldığını,

    3)   Öğrencinin, belirli bir konudaki bilgilere erişme becerisini ne ölçüde kazandığını,

    anlamak ve buna göre öğretmen ve öğrencinin, gerekli önlemleri alıp eğitim ve öğretim hedeflerine yaklaşmasını temin için sınav yapılmalıdır. Bunlara göre, soru sorma ilkesi şöyle özetlenebilir:

    Soru, dersin işlenmesi sırasında verilmiş ya da ders kitaplarında bulunan bir bilginin hatırlanmasını istemek biçiminde olmamalıdır. Soru’nun, üzerine yapılandırılacağı “ön-bilgiler”, ya soru metni içinde verilmeli, ya da belirli bir kaynak (ders kitabı, notlar vbg) belirtilerek oradan edinilmesi önerilmelidir.

     Sorular, onların yanıtlanması için bilinmesi gereken  “ön-bilgiler”in ışığı altında, şu formlardan birisi ya da benzeri içinde “tasarım”lanmalıdır:

    –      Siz olsanız ne yapardınız?

    –      Bu olay karşısında başka neler olabilirdi?

    –      Bu olayın ardışık sonuçları ne oldu, niçin?

    –      Bu olay olmasaydı ne(ler) olurdu?

    –      Bu, niçin oluyor?

    –      Bu, nasıl oluyor?

    –      Bu olay, açıklayamayıp öylece kabul ettiğimiz (ez-ber) hangi varsayımlara dayalıdır?

    –      Bu varsayımlar değişirse, bu olay nasıl olur?

     Bilgisayar kullanılarak bir dersin nasıl işleneceği, görüldüğü gibi, mevcut “öğretme” geleneğimizden epey farklı bir yaklaşımı gerektirmektedir. Geleneksel ders işleme yöntemimiz ise, kitaptaki (veya öğretmenin notlarındaki) kalıp bilgilerin öğrencilere belletilmesi, sınavlarda da bunların (ya da benzerlerinin) geriye istenilmesidir.

    Bu yeni yaklaşımın her bir evresine egemen olan anlayış ise, “öğretme” yerine “öğrenme”nin geçmiş oluşu; öğretmen, bilgisayar, tüm ders araç ve gereçlerinin, “öğrenme” sürecine yardımcı olacak biçimde konumlandırılmalarıdır.

    Bu yeni yaklaşımda, dersin işlenmesi ve  sınav sorularının hazırlanması evrelerinde daima öğrenciden “tasarım”lar yapması istenmekte, ondan birşeylerin adlarının ezberlemesi istenmemektedir. Bugünkü metodumuz ise neredeyse bütünüyle “ad öğretme”ye dayalıdır.

    Öğrencilerin ezber tabanlarında bulunması gereken bilgilerin bellenmesi ise burada üzerinde durulan noktadan çok farklıdır.

    İşte, bilgisayarın derslerde en çok kullanılacağı nokta budur. Öğrenci, sık sık karşılacağı, “….konusunda bir tasarım yapın”   ya da “….konusunda bir fikir üretin”  istekleri için bilgisayarını kullanacak, öğretmen, merak uyandırmak için vermek istediği örnekleri, bilgisayarındaki veri-tabanına zaman zaman yüklediği örnekler içinden seçebilecektir. Ayrıca, her dersin öğretmenleri, aralarındaki örnek  ya da soru alışverişini yine bilgisayar aracılığıyla yapabileceklerdir.

    Bütün bunların yapılabilmesi, öğretmen ve öğrencilerin ellerinin altında zengin birer yazılım stokunun bulunmasına ve internet erişiminin kolaylığına bağlıdır.

    Okul içinde bir intranet kurulması, çocukların birer NC (network computer) ile okul ve evlerinden bu ağa erişmeleri gibi uygulamalar da bilgisayarın eğitimde kullanılabilme alanı içine girmektedir.

    Ama önce, bilgisayarı bir “laboratuvar aracı”, onun kullanımını ise matematik öğretmenlerine özgü bir görev olmaktan çıkarabilmemiz gerekiyor.

    Pazar, 11 Ağustos 1996

    [1]2014 yılında eklenen not: Bu olay gerçektir. Bu satırların yazarı bir zamanlar bilgisayar pazarladığı bir firmaya sattığı bilgisayar  nedeniyle, arayan firma sahibinin “size teessüf ederim; bu bilgisayarın tüm düğmelerine bastık geleceğe ait hiçbir şey söylemedi “ sözlerine muhatap olmuştu. Bugün ülkemizin büyükçe firmalarından birisidir.

    [2]Apple firmasının eğitim departlmanı, ülkemizin üniversitelerinden geniş bir eğitim birimine sahip;ti.

  • Öğrenme Nasıl Engellenir?

    İnsanoğlunun –ve diğer canlıların- çeşitli yetenekleri arasında en hayranlık verici olanı hangisidir?” denilse başkalarını bilemem ama ben “öğrenme yeteneğidir” derim. Sanırım evrim de bunu “daha iyi öğrenebilenlerin hayatta kalıp türünün varlığını sürdürebilmesi” yoluyla yapmıyor mu?

    Ama o da ne? İnsanoğlu –belki de sadece insanoğlu- bu benzersiz yeteneğini bloke ediyor ve kendini sadece çevresindeki insanlardan değil, bir parçası olduğu evrenden de koparıp, kendine hayran biçimde yalnız yaşama yolunu “seçiyor”.

    “Seçiyor”, evet bu bir tercih; fıtratının filan bir gereği değil, hatta varoluşuna aykırı.

    Bunu niye ve nasıl yapıyor?

    Niçin yaptığı konusunda emin olmamakla birlikte, sosyalleşmiş bir hayvan olarak, içinde bulunduğu topluluklarda hem daha yüksek beğeni kazanmak hem de daha az tehdide maruz kalarak, daha çok yiyecek, eş vs. bulmak ve böylece de öğrenerek yaşam şansını artırmak yerine, miş gibi yaparak varlığını sürdürmek için olabilir.

    Nasıl yaptığı ise daha belirli. İnsan topluluklarının bugünkü normlarına göre, yiyecek, eş vs.ye erişmek için daha iyi avlanmak yerine daha bilgili olmak, çevrenin beğenisini bu yolla kazanarak keskin aş ve eş rekabetinde öne geçmek geçerli.

    Ancak öğrenme yoluyla bilgili olmak, öğrenmiş gibi yapmaktan çok daha zahmetli. Milyon yıllık evrimi sırasında büyümüş beyni, bu konuda kendisine yardımcı ve miş gibinin gerektirdiği “inandırıcı taklidi” gayet iyi yapıyor; daima temasta olduklarına karşı değilse de en azından yeni karşılaştığı rakiplerine karşı.

    Bu arada bir sorun doğuyor: Bilincinin en alt katmanlarında, miş gibinin uzun vadede işe yaramazlığının bilinci var ve bu kandırmacadan rahatsız. Süreç buna da geçici bir çare bulmuş ve bu sürekli rahatsızlığı “miş gibi’yi içselleştirip, inanca dönüştürme” yoluyla susturmuş.

    Buraya kadar –geçici de olsa- bir sorun yok sayılır. Rakipleri uzak tutacak bir yol bulunmuştur. Kuşkusuz rakipler de benzer teknikler geliştirdiklerine göre, mesele gelip kimin daha çok kendini inandırdığına ve böylece miş gibi taklidini kimin daha iyi yaptığına geliyor.

    Kolayca tahmin edilebileceği gibi burada zeka keskinliği işe karışıyor ve daha zeki olanlar, kendilerini öyle inandırıyorlar ki, çevresindeki çoğu kimse de bu aldatmanın farkına varamıyor. Kuşkusuz bu arada, gerçekten birçok öğrendikleri de var ve bu miş gibi olmayan öğrendikleri, kişinin kendini inandırmasında daha da bir kolaylık sağlıyor. Öğrenme’nin bir alternatifi böylece ortaya çıkmış oluyor.

    Hesapta olmayan yalnızlık!

    Eğer bir şey eğreti ise er geç bir yerlerde sorun yaratır. Nitekim bu “öğrenme yerine miş gibi öğrenme” de, bambaşka ve daha baş edilemez bir sorun olarak ortaya çıkıyor: Bir parçası olduğu ve muhtemelen bilincin alt-katmanları yoluyla sürekli alış-veriş halinde olduğu evren ile arasına koyduğu bu tercihli blokaj, kişiyi hem çevresinden hem de evrenden koparıp bir yalnızlığın içine itiyor.

    Bu olgunun farkına varıp, blokajı zaman zaman da kaldırmayı başarabilenler, kendini çevreleyen “her şeyden” ve de “her an” öğrenmeye başlıyor; sonra tekrar kendini inandırdığı yalnızlığına dönüyor.

    Neredeyse bir kural gibi!

    Her bildiğimiz, biliyoruz zannettiğimiz, bildiğimizi iddia ettiğimiz, biliyormuş gibi yaptıklarımız ya da bildiğimize inandıklarımız, o alandaki öğrenmeyi bloke eder. Ve bu süreç bir süre sonra ayrılmaz bir kişilik özelliğimiz haline gelir.

    Aksine, bunlardan kurtulmayı başarabildiğimiz her alandaki bilgilerle inanılmaz biçimde karşılaşmaya yani öğrenmeye başlarız.

    Bir süreçten diğerine geçmek ise tamamen bir tercih meselesidir. Her değişim gibi bu değişim için de bir motto işe yarayabilir. Mesela “bilmiyorum, ama öğrenmek istiyorum” gibi.

    Niels Bohr bunu şöyle ifade etmiş: “İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil, bir soru olarak anlaşılmalıdır. ”

    28 Kasım 2014

     

  • Aksi halde demokrasi olmaz!

    Bir TV söyleşisi (benzetmesi):

    •  “Toplum kesimleri tam temsil edilmez ise demokrasi söz konusu olamaz
    • Sadece sandık yoluyla demokrasi olmaz
    • “Kurumsal alt-yapı eksikse demokrasi olmaz”
    • “Eğitimsiz kitlelerle demokrasi olmaz”
    • “Sivil toplum örgütlenmemişse demokrasi olmaz”
    •  …… olmaz
    •   …… olmaz ve
    •   …… katiyetle olmaz.

    Sanırım, uzun yıllardır günde üç öğün, demokrasinin hangi koşullar var olmayınca söz konusu olamayacağını dinleye dinleye artık öğrendik, ezberledik. Ayrıca, bu yolla demokrasinin çok önemli bir şey olduğu da dolaylı yoldan beyinlerimize işlendi.

    Peki, bütün bunlar olmazsa demokrasinin olamayacağı tamam da, bunlar olup da demokrasi gerçekleşir ise ne olacak? Yani demokrasi bize ne verecek o belli değil.

    Demokrasi işsiz olana iş mi verecek, işi olana daha çok para mı verecek, parası olana başka mutluluklar mı verecek? Gizemli, şiirsel ifadelere başvurmaksızın bunu anlatmanın bir yolu yok mudur?

    Demokrasi halkın kendini yönetmesidir; hadi daha kısacası öz-yönetim diyelim; demek ki demokrasi olunca toplum kendi kendini yönetecek; olmadığı takdirde ise toplum kendi kendini yönetemeyecek, toplum adına başka birileri toplumu yönetecek. Daha açıkçası, kendi-kendini-yönetmek, yani öz-yönetim yerine birilerinin -mesela seçilerek belirlenmiş birilerinin- toplumu yönetmesinin ne gibi bir sakıncası var?

    Daha da Türkçesi, “yönetmek” ne demek? İster kendi kendini yönetsin ister başkası yönetsin, bunun somut anlamı nedir?

    “Sorun”, istenmeyen ve/ya istenen ama gerçekleşmesinin önünde engel bulunan ‘durum’lar olduğuna göre, yönetmek sorun çözmek anlamına geliyor. O halde, önemli olan sorunların çözülmesi ise, bunu kimin çözdüğünün ne önemi olabilir ki? Üstelik de toplumun kendi kendinin sorunlarını çözmeye çalışması yerine, seçeceği birilerine (bir çeşit taşeron) bu işi ihale etmesi daha az zahmetli bir yol değil mi?maslow

    İhtiyaçlar piramiti’nin en alt katmanındaki yaşam-sürdüme-ihtiyaçlarını karşılamak derdindeki çoğunluğun meselesi, toplumu kimin yöneteceği midir ki demokrasiyi önemsesin? Üstelik de canını dişine takmış yaşamaya ve ailesini yaşatmaya çabalayan insanların sorunlarının çözümünü üstlenecek birileri varsa daha ne istenebilir ki?

    Ben bu yönetme yani sorun çözme işini kimseye ihale etmem; çünkü sorun çözmek demek çeşitli seçenekler arasından tercihler yapmak demektir. Ben yaşamımın her alanındaki tercih yapma özgürlüğümü kimseye bırakamam” diyen birileri varsa, bu kişiler yukarıda anılan “ihtiyaçlar piramiti”nin üst katmanlarına çıkmışlar, yaşam sürdürme ihtiyaçlarının giderme endişesini aşmışlar demektir.

    Burada “yaşam tercihleri” deyimiyle kast edilen, giyim-kuşamından neye inanacağına, kaç çocuk sahibi olacağından neler içilip içilemeyeceğine kadarki geniş alandaki irili-ufaklı yüzlerce tercihtir.

    Buradan net olarak görünen odur ki, yaşam sürdürme savaşını verenlerin “yaşam tercihlerini kimin yapacağı” konusunda bir dertleri olamaz; ta ki bir üst ihtiyaçlar katmanına çıkıncaya kadar.

    Bu durumda, çoğunluğu ihtiyaçlar piramitinin ilk basamaklarında yaşamaya çalışan insanlara durup durup “şöyle olmazsa demokrasi olmaz, böyle yaparsanız demokrasi olmaz” demenin pratik bir anlamı yoktur. Onların öncelikli sorunu; demokrasi = öz-yönetim = kendi sorunlarını çözmek = kendi yaşam tercihlerini yapmada özgür olmak = birey olmak değildir. Onlara, neleri tercih edecekleri, seçtikleri insanlarca söylenecek ve onlar da ister istemez uyacaklardır.

    Ancak, o kesimler bu durumun pekala farkındadırlar ve bir üst refah katına ulaştıklarında derhal “tercih özgürlükleri”ni talep edecek, hattâ talep etmeksizin kullanmaya başlayacaklar; kendi adına tercih yapmaya kalkanlarla çatışmaya başlayacaklardır.

    Toplumumuzun ortalama refah düzeyi, çeşitli hesap yöntemlerine göre değişse de pek düşük değildir (bkz. http://bit.ly/11iNX6f). Fakat iller ve kişiler arasındaki dağılım dikkate alındığında durum değişiktir (bkz. http://bit.ly/1v5b291).

    Refah düzeyi dağılımındaki bu çarpıklık, toplumumuzdaki –hattâ diğer toplumlardaki- kutuplaşmanın temel nedenlerinden birisi olarak ortaya çıkıyor.

    Bir toplumun gerek iç gerekse dış güvenliğini sağlayacak öğelerin başında, o toplumu oluşturan kişilerin içindeki “birey” sayısının geldiği söylenebilir. Birey sayısı arttıkça alınacak kararlar daha sağlıklı olmaya başlarken, birey sayısı az olan bir toplum, kendi içindeki ve/ya dışındaki niyet sahiplerinin güdümünde –sonunda kendilerini de yok edebilecek- yönlere doğru hareket eder, ettirilebilirler.

    13 Kasım 2014 Perşembe

     

     

     

  • Alkışlanabilir ama imkansız!

    ‘70li yılların başlarında Türkiye’de henüz siyah-beyaz televizyon yeni yaygınlaşıyor; çoğu yer kapsama alanı dışında. İnsanlar TRT’nin sınırlı süre yayınlarını izleyebilmek için türlü hokkabazlıklarla yüksek antenler kuruyor; ucundan-kıyısından karlı da olsa bir şeyler izlemeye çalışıyorlar.

    O tarihlerde Zonguldak’ta, deniz kenarına çok yakın bir evde oturuyoruz. Karşı kıyı görünmese de, Romanya, Bulgaristan, SSCB (o zamanki adıyla) karşımızda. Arada TV yayınlarını engelleyecek bir şey olmadığı için, o ülkelerin TV yayınları bize kadar erişebiliyor. Sözlerinin çoğunu (bazı filmler İngilizce olsa da) anlamasak da resmine bakabiliyoruz.

    Günün birinde, Romanya TV’sinde bir söyleşiye denk geldik: Walt-Disney’in bir uzmanı ile söyleşide şu soruyu soruyor: “Filmlerinizdeki komik sahneler o kadar çok ki bunları nasıl ürettiğinizi merak ediyorum; komikliğin bir kuralı filan var mı?”

    Uzmanın cevabı sadece komik filmler için değil, birçok alanda yol gösterici nitelikte: “Eğer, alkışı hak edecek derecede müthiş, ama gerçekleşmesi imkansız (plausible impossible) bir beceri tasarlayabilirseniz bu mutlaka komik olacaktır?”

    Devam ederek bir örnekle de açıkladı: “Mesela, filmlerimizde azgın bir köpek tarafından kovalanan kediler görürsünüz. Kedi can havliyle öyle bir hızla koşar ki, kapalı bir kapıya çarpıp öteki yana geçer ve kedinin profili uyarınca kapıda bir delik açılır; gerçekte böyle bir şey ancak kedinin hızı bir merminin hızına yaklaşırsa olur ama o da imkansızdır. İşte bu alkışlanabilir ama aynı zamanda imkansızdır ve de komiktir (http://bit.ly/1qp3d7l)”.

    Ne alâka?

    Amacım komik filmlerin niçin ya da nasıl komik olduğunu tartışmak tabii ki değil; bu açıklamaya konu olan “alkışlanabilir imkansız (plausible impossible)” kavramının, çeşitli sorunlara çözüm önermek niyetinde olanların kavram dağarcıkları için  çok işe yarar bir alet olduğunu göstermek.

    İşte bir sorun ve çözüm örneği..

    Sorun: Maden kazaları

    Soruna yol açtığı ileri sürülen başlıca birkaç neden ve çözümü:

    1. Gelişmiş ülkelerdeki güvenlik donanımı yerine kullanılan ilkel yöntemler ana nedendir. O halde tüm ocaklar bu tür teçhizatla donatılmalıdır.
    2. Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler yetersizdir. Bu gereklilikler yerine getirilmelidir.
    3. Türkiye’nin enerji ihtiyacı ile enerji üretimi dengesinde, bilgi-yoğun, yüksek katma-değerli ürünlerin payı düşük olduğu için, enerji-yoğun düşük katma-değerli ürünler üretilmekte ve ihraç edilmektedir.

    Bu dengenin, bilgi-yoğun yüksek  katma-değerliler lehine değiştirilmesi gerekmektedir. Bu durumda, işletilmesi verimli ve kârlı olmayan, ancak insan yaşamını riske ederek işletilebilen küçük ocaklar yerine daha uygun koşullu işletmelere yönelmek ve onları konsantre biçimde işletmek mümkün olabilir.

    Bu üç çözüm gerçekten de kuvvetli alkışı hak ediyor.

    Peki niçin imkansız?

    1. Her maden ocağının, gelişmiş ülkelerdeki güvenlik önlemleriyle donatılması ve bu durumda da üretilen cevherin rekabet edebilir maliyette olabilmesi için:
      1. Maden sahibinin yeterli yatırım ve işletme sermayesine sahip olması,
      2. Maden rezervinin yeterli uzunlukta bir süre için gereken miktarda olması,
      3. Madencilerin “eski” tabir ettikleri “önceden işlenip mostrası alınmış ve terkedilmiş; sonra tekrar girilip işletilmek istenen” durumda olmaması,
      4. Cevher damarlarının, emek-yoğun değil donanım-yoğun üretime uygun karakteristiklerde olması,
      5. Üretim yönetiminde rol alacak teknik elemanların yeterli eğitimi almış olmaları,
      6. Üretim ve iç-denetim elemanlarının ekmek-parası uğruna “kendisinden istenilenleri körü körüne yapmak zorunda olmayacak” bir pazarlık gücüne + bir bilince + etik alışkanlıklara sahip olmaları gerekiyor.
      7. Birbirine VE ile bağlı bu 8 koşulun her birinin %90 gibi yüksek bir oranında gerçekleşebilmesi halinde dahi, bileşik imkan ancak %45 kadardır. Daha Türkçesi %50den büyük bir olasılıkla kazasız bir üretim sadece bu birinci açıdan imkansızdır.
    2. Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler alınması yalnızca maden işletmeciliği için değil, demokratik sistem içinde akla gelebilecek tüm süreçler için bir olmazsa-olmaz’dır.

    Ama bunun için de:

    1. İç ve dış denetimleri yapacak kişi ve kurumların (en ünlü global ölçekli olanların dahi), kendilerinden istenileni değil, gerçekleri raporlayabilecek güçte olmaları,
    2. Alınacak önlemler için (1a)da ileri sürülen koşulun gerçekleşebilmesi,
    3. Alınacak önlemleri uygulayacak her kademedeki personelin (yönetim kurulu başkanlarından, ocaktaki çancı’lara kadar hepsinin) değer ölçülerinin virütik değerlerden (El Yüz ve Zihin Temizliği) arınmış olması gerekiyor.
    4. Bu durumda birbirine VE ile bağlı bu 3 koşulun her birinin yine %90 oranında gerçekleşmesi halinde, ancak %70 dolayında bir bileşik imkan dahilinde denetim mümkündür.
    1. Toplumumuzun, bireyleri ve kurumlarıyla ürettikleri mal ve hizmet ürünlerinin bileşimindeki yüksek katma-değerli ürünlerin payının %5’ler düzeyinden hiç olmazsa %20’lere çıkarılabilmesi hedeflendiğine göre (http://bit.ly/1x3C94Q), daha uzunca bir süre %95’ler düzeyinde emek-yoğun iş kollarında çalışacağız demektir.

    Bu ise enerji-yoğun üretim demektir. Enerji ihtiyacı ya iç üretim ya da ithalat yoluyla karşılanacağına; ithalat yapabilmek için ihracat gerektiğine; düşük-katma değerli ihracat konusunda dünya yüzünde çok büyük rekabet olduğuna göre, Türkiye’deki madenlerin işletilmesi yönünde mevcut baskının azalması söz konusu değildir. Uzun sözün kısası, sıralanan “alkışı hak eden ama imkansız” 3 önlemin sonuncusu da bu yüzden “imkansız”dır.

    İyi de ölelim mi yani?

    Bu soru’nun yanıtı –bütün sorularda olduğu gibi- tercihlerimize ve o tercihlerin gereklerini yerine getirmedeki iştahımıza bağlıdır.

    Eğer:

    • Evet ölelim!

    Yukarda çizilen resmin sadece madencilik alanına özgü olduğu sanılıp, “iyi öyleyse bizde madencilik yapmayıp bilgisayar sanayiinde bir iş bakalım” gibi bir çözümün mümkün olduğu sanılmasın.

    Eğer öyle bir sanıya kapılmadan, bugün yaptıklarını yapmaya devam ederse: Ancak yığma inşaat yapabilmeye uygun bir “ortalama” nitelik dokusuna (http://bit.ly/1pl6AkR) sahip insanımız 30 katlı AVM-rezidans inşaatlarından aşağı düşmeye, eğer düşmeden tamamlayabilirse bu defa da tutuşacak cephesi nedeniyle içinde ölmeye, oradan da yırtabilirse 20 kişilik minibüsüne tıkıştırılan 80 kişiyle birlikte devrilip ölmeye, eğer çok şanslı ve o kazadan da yaralı kurtulursa, tedavi için kaldırıldığı hastanede “bişi olmaz yav” zihinsel virüsü nedeniyle evinde ölmeye mahkumdur.

    • Ne münasebet ölmeyelim!

    Kuşkusuz bu, doğru ve insancıl olan tercihtir. Bunun için yapılması gereken ise “sorgulamak” (https://tinaztitiz.com/yerlesik-kaliplarin-sorgulanmasi-2/) ve “gereklerini yapmak”tan ibarettir.

    Örnek alınan bir sorun yoluyla anlatılmak istenen, çok parlak (alkışı hak eden), ama olabilirlikleri dikkate alınmayan çözümleri dile getirenlerin daha dikkatle dinlenilmesine,  aksi halde bu çözümlerin(!) o sorunların sonunda doğabilecek tehlikelere süratle yaklaştırdığına dikkat çekmektir.

    “Yurdumuz parçalanmaktadır, tüm toplum silkinip aklını başına almalıdır”, “çevre sorunları giderek Türkiye’yi çölleştirmektedir, herkes bunun bilincinde olmalıdır”, “su sıkıntısı nedeniyle herkes suyu tasarruflu kullanmalıdır”, “trafik yaşamdır, hız sınırlarına uyulmalıdır” ve daha onlarca önemli konudaki çözüm önerilerine lütfen bir de bu açıdan bakınız. Alkışlanabilir imkansız’ların sayısı komik olsa da acıdır.

    Kolay gelsin.

    5 Kasım 2014 Çarşamba

  • Akıllı telefonlar aptal insan üretmek için de kullanılabilir..

    Bir gazete haberi (http://bit.ly/1ujcLYo), “kalemli silgili öğrencilik devrinin bittiğini, öğrencilerin ceplerinden çıkaracakları akıllı telefonlarla en zorlu matematik sorularını saniyeler içinde çözebileceklerini” müjdeliyor.

    Ben bunun, vergiler nedeniyle azalan telefon satışlarına yeni bir ivme vermek amacıyla yayımlanmış bir reklam-haber olduğunu sanmıyorum. Geçmişte bu yoldaki gelişmeleri (https://tinaztitiz.com/?p=3769) yakından izleyen bir kişi olarak, milletimize hizmet aşkıyla yanıp tutuşan kesime dahil bir gazete elemanının, yeni bir hizmeti duyurma çabası olarak değerlendiriyorum.

    Bu konuya niçin bu denli ilgi duyduğumu ise merak edebilenler olabileceği düşüncesiyle bir açıklama da yapmak istiyorum: Herkesin bir hobisi olabildiği gibi bende de neredeyse takıntı derecesinde bir merak var: Ne zaman boş vaktim olsa, adına gelişmiş denilen toplumların, daha az gelişmiş olanları, daldaki karganın tilkinin dolduruşuna gelip de peynirini kaptırması misali kandırmak için ne gibi icatlar çıkardığını izlerim.

    Daha az akıllı, pardon daha az gelişmiş toplumları sömürmenin en güvenli yolunun, o toplumun insanlarının akıl-fikir düzeyini azaltmaktan, ama bunu da tam aksi izlenim yaratıp kendi kendisiyle giderek daha çok gurur duymalarını sağlayacak bir şekilde yapmaktan geçtiğini keşfettiklerinden uzun süredir şüpheleniyor ama bir türlü kesin kanıtlara erişemiyordum.

    Bu akıllı telefon denilen aletin tam da bu amaca hizmet için birebir olduğunu işte bu gazete haberiyle öğrenmiş oldum. Haberi üreten gazeteciye, onun ekonomi sayfasında yazılmasına onay veren ekonomi editörüne ve sırasıyla tüm yetkililerine bu vesileyle en derinden teşekkür ederim.

    Şimdi bu haberi okuyan, bozguncu karakterde en azından birkaç matematik öğretmeninin (yani hocasının) çıkıp, “böyle rezalet olmaz; matematik soruları, karmaşık gerçek yaşam sorunlarını anlamak için birer modeldir; bu problemler yoluyla insanlar rasyonel ve kritik düşünme becerisi edinirler; sonra da önlerine çıkan bireysel, kurumsal ya da toplumsal ölçekli sorunları doğru anlayıp, doğru vizyonlar geliştirirler; bu soruların cevaplarını otomatik olarak bir makineden almayı adet edinirseniz, mesela Suriye sorununu, mesela Ermeni iddiaları konusunu da akıllı telefonun cevaplandırmasını beklersiniz. Böylelikle, sadece önüne konulan doğru cevapları sorgulama (https://bit.ly/VXCVbt) becerisi kazanmamış, her alanda sömürülebilecek kıvamda salaklar yetiştirmiş olursunuz” diyeceklerdir.

    Siz lütfen bunlara aldırış etmeyin ve lütfen akıllı telefonlarınızın gösterdiği yoldan ayrılmayın; pek yakında doğru cevapların ne olduğunu bizzat yaşayarak göreceksiniz.

    2 Kasım 2014 Pazar

  • Süleymanoğlu – Pavarotti – Löw –Del Bosque – Lucesku – Yaşargil

    Değerli okurlar, zaman zaman, bu yazının konusuna uygun örnekler öğrendikçe yazıyı güncelliyorum. Sonuncusu yeni olmayabilir ama ben yeni öğrendim; onu da en sona ekledim:

    2014 Dünya Futbol Şampiyonası’nda Almanya’yı zafere götüren Joachim Löw, Adanaspor ve Fenerbahçe’de başarısız bulunup kovulmuştu.

    Bundan önce de Yeniköy Kasabı lakaplı Vicente Del Bosque Beşiktaş klübünden futbolu yeterince bilmediği gerekçesiyle kovulmuştu. (Bu futbol bilmeme gerekçesine doğrusu ben de katılıyorum. Özellikle Barcelona’yı her seyrettikten sonra bunların oynadıkları oyunun “futboldan başka bir şey” olduğunu düşünmüşümdür. Bu nedenle, bizim bildiğimiz anlamda futbolu bilmemek nedeniyle kovulan Löw, Del Bosque ve Lucesku’nun uyumsuzlukları anlaşılabilir bir şeydir.

    Aşağıda, 1990 yılında bu bağlamda yazdığım yazıyı 2014 itibariyle güncelledim. Dünya çapında değerleri dışladıkça, kısmetse 10 yıllık aralarla yazıyı güncelleyeceğim.

    <<Dünya halter şampiyonu Naim Süleymanoğlu, devam etmekte olduğu Gazi Üniversitesinde halter dersinden (bir başka dersten değil) sınıfta kalmış. Bir gazete haberi!

    Bir başka gazete haberi: Bundan 30 yıl kadar önce, ünlü tenor Pavarotti, misafir sanatçı olarak geldiği Türkiye’de, “yetersiz” bulunarak geri gönderilmiş.

    Bu ikisi de gazete haberi olup, çıkaracağım sonuçlar, haberlerin doğru olduğu varsayımına dayalıdır.

    Üçüncüsü ise gazete haberi değil. Yüzlerce kişinin (belki daha da fazla olabilir) ortak gözlem ve yargısı.

    1989 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Hintli orkestra şefi Zubin Mehta, yönettiği İtalyan senfoni orkestrasına çaldırdığı Türk Milli marşı ile, tüm salonu hayretler içinde bırakmış ve İstiklal Marşımızın bu denli etkili  de icra edilebileceğini göstermişti.

    Bu, birbirinden bağımsız görünümlü üç olay bir araya getirilebilir mi?

    Getirilmese iyi olur. Çünkü eğer birlikte yorumlanırsa can sıkıcı sonuçlar çıkar.

    İlk iki olaya konu olan ve mükemmelliğini Dünya’ya kanıtlamış  bulunan iki kişiye “yetersiz” damgası vurulabiliyorsa bunun olası açıklaması, bu değerlendirmeleri yapan kişi ya da kurumların evrensel ölçülerden  ve dolayısıyla mükemmellikten uzak olduğudur.

    Son örnek, Dünyaca ünlü beyin cerrahımız Gazi Yaşargil ile ilgili. Bir nöroşirürji cerrahı dostumdan geldiği gibi aşağıya alıyorum:

    Her ameliyatına Dunyanın dört bir yanından gelen 10 kisi (ameliyathane her ameliyata ancak bu kadar misafir nöroşirürjiyen kabul edebiliyordu ve bunun icin aylar önceden, kişisel değil, hastanenin başvurması gerekiyordu) TV ekranlarından izliyordu.

    Benim hastanem (Rotterdam Erasmus Universitesi) asistanlığımın üçüncü yılında bu 4 haftalik eğitime gönderdi. Yaşargil Hocayı izledikten sonra resmen aşağılık kompleksine kapıldım ve “benim böyle olmam mümkün değil, kendime baska ihtisas düşüneyim” dedim. Beni ABD’nin en ünlü  nöroşirürjiyenleri teselli ettiler ve kendilerinin de aynı duygu icinde olduklarını söylediler.

    Zurich Üniversite Hastanesinin en büyük geliri, Yasargil hoca’nın kliniğine gelen yabancı hastalardan sağlandı uzun yıllar boyunca.

    Yaş 65’e gelince yasa gereğince Yaşargil Hoca emekli oldu. Turkiye özlemi ile Türkiye’ye döndü.

    Ne oldu biliyor musunuz? YÖK Yaşargil Hocayı Turkiyede ihtisası olmadığı  için asistanlara uygulanan sınava sokmaya kalktı! Sınav heyeti icinde  benim AUTF’den de “hocalarımdan” vardı! Şu komplekse bakın!

    Bir yanda Dünya’nın saygı duyduğu, bir bilim adamına ASRIN Nöroşirürjiyeni unvanını oy çokluğu degil, oy birliği ile veriyor ve bizim “akademisyenlerimiz” bu yüce insanı “ihtisas” sınavına sokuyor!

    İnanır mısınız bu sınav yapıldı!

    Son olay 2016 yılında gençlerimizle ilgili. İyileşmeyen yaralar için yeni bir metot geliştiren liseli gençlerin projeleri TÜBİTAK tarafından yetersiz bulunarak reddedildi. Çocuklar ve öğretmenleri bundan yılmayıp uluslararası bir yarışmaya katıldılar ve birincilik ödülünü kazandılar.

    Bu takdirde tabii ki Pavarotti yetersiz, Süleymanoğlu da tembel olarak ölçülendirilecektir.

    Bütün bu olaylar farklı gibi görünmesine rağmen, varılabilecek sonuçlar açısından benzer niteliktedir. Başkalarını “yetersiz” olarak değerlendirenlerin kendilerinin yeterliğinin bir sınavıdır.

    Her bir olaya da konu olan kişi ve kurumlar, bu düşündürücü olayları kendi açılarından açıklamak için gerekçeler bulabilirler, bulmuşlardır bile.

    Ancak, onların neler söyleyecekleri önemli değildir.

    Onlar ve onlar gibiler birer “ümitsiz vaka”dırlar ve üzerlerinde vakit kaybetmeye değmez.

    Vakit harcanması gereken sorun, bu dehşet verici tablodan kendimizi nasıl kurtaracağımızdır. Bunun hiç de kolay olmadığı, biraz düşününce görülecektir.

    Kime anlatabilir, kimi inandırabilirsiniz ki herkesin saygı ile adını andığı bir kısım kurum ve kişi, geri kalmışlığımızın bizzat yakıtıdırlar.

    Kim inanır ki Türkiye’nin kurtuluşu, bu tür çağdışı kişi ve kurumların gerçek yüzlerinin herkesin görebileceği şekilde ortaya çıkmasındadır. Birbirinden otuzar yıl ara ile üstelik de birbirinden çok farklı alanlarda meydana gelmiş olaylar, bu açığa çıkma için katiyen yeterli değildir.

    Keşke mümkün olabilse de ünlü fizikçiler, ressamlar, devlet adamları, Türkiye’de sık sık  sınanıp yetersiz bulunup reddedilseler ve insanlarımız, “bu işte bir iş var. Yetersiz olanlar var, ama hangileri?” sorularını sormaya başlasınlar.

    “Katil Cümle” şeklinde nitelenen bazı cümleler var. Bunlardan birisi de “bizim şartlarımız farklıdır” şablonudur.

    Gerçekten inanıyorum ki bizim şartlarımız farklıdır. Ve o şartlar, Süleymanoğlu’nu da Pavarotti’yi de, Del Bosque’yi de, Löw’ü de ve Gazi Yaşargil’i de içinde barındıramaz. Nitekim yıllardır birçok Süleymanoğlu ve Pavarotti barınamadı.

    Çünkü o şartları yaratanlar, böyle mükemmelliklerden çok uzakta olan kişi ve kurumlardır ve o şartları büyük ölçüde  kendileri yaratmışlardır.

    Evet, bu işte bir iş var.

    Süleymanoğlu ve Pavarotti ve de Yaşargil bizim şartlarımıza uymuyorlar.

    Ama onları bu şekilde değerlendirenler de çağa uymuyorlar.

    Ya Süleymanoğlu ve Pavarotti’yi (ve onlar gibileri) içimizde barındıracağız ya da ötekileri.

    İkisine birden imkan yok.

    Milletimizin gözünü daha çok açacak olayların, daha sık olması dileğiyle.

    M.Tınaz Titiz (1990 Ocak)>>

    15 Temmuz 2014

    14 Temmuz 2016