-
Ara 07 2014 Yeni BDE (Bilgisayar Destekli Eğitim)
BDE-Bilgisayar Destekli Eğitim, bundan 10 yıl önce (1986’da), o günün bilgisayar donanım ve yazılım teknolojilerine göre tasarımlanmış bir proje idi. Okulların hemen hepsi, bilgisayarı, öğretilmesi gereken yeni bir ders olarak yorumlayıp buna göre dersler koydular. Bunların içinde ilkokullara Basic programlama dili öğretimini koyanlar bile oldu.
Okulların çok küçük bir bölümü ise, BDE’nin gerçek anlamını kavradı, fakat onların da büyük çoğunluğu ya mali engellere ya da kalıplaşmış anlayışların engellerine takıldılar.
Bu sınırlara ilaveten teknoloji de önemli kısıtlar getiriyordu. Zamanın başbakanı Turgut Özal’a, bilgisayarın yabancı dil öğreniminde de kullanılabileceğini kanıtlamak üzere planlanan bir gösteride, bir-iki cümleyi bilgisayara söyletebilmek için yaklaşık 2 ay kadar uğraşılmıştı. O zaman “mikro” denilen bilgisayarların en kabacasının RAM belleği 520 KB, disk belleği de 20MB civarındaydı. Ses kartı, video kartı, CD-ROM gibi eklerin gelecekte “mümkün olabileceği” konuşulurdu.
Bütün bu kısıtlar altında BDE, bir “bilgisayar satınalma” sürecine dönüştü. Bilgisayar firmaları, Türkçeleşmiş eğitim yazılımları üretmek, yazın dilleri aracılığıyla özgün programlar üretmek gibi güç uğraşlar yerine, bilgisayarı yarı-Tanrı gibi gören kişilere bol miktarda bilgisayar satmayı yeğlediler. Bu tür uğraşlara girenler ise diğerlerinin yarattığı acımasız rekabet dolayısıyla, doğruluklarının cezasını gördüler.
Eğitim alanındaki bu olaylara paralel olarak, eğitim alanının dışında da ilginç durumlar meydana geliyordu. Örneğin, Anadolu ilçelerimizden birinin kaymakamı, ilçenin ortaokuluna gönderilen bir bilgisayara ihtiyati tedbir koyduruyor, bu şüpheli mahlukun ancak aklandıktan sonra kullanılabileceği fetvasını veriyordu.
Bugün geldiğimiz noktada, bütün bu olumsuzluklara karşın bazı olumlu sonuçlar da ortadadır. Artık bilgisayarlar tutuklanmıyor. Hemen her okulda az ya da çok bilgisayar vardır, ya da en azından bilgisayar sahibi olma arzusu vardır. Bazı okullar bilgisayarı oldukça etkin olarak, eğitim sürecinin bir parçası haline getirme yolundadırlar.
Donanım ve yazılımda ise, sıçrama denmese de ona yakın gelişmeler olmuş, bellek bir sorun olmaktan neredeyse çıkmış, erişim hızı da eskiye oranla neredeyse 100 kat artmıştır. CD teknolojisi gelişmiş, etkileşimli videodisk pratik olarak katlanılabilir maliyet sınırları içine girmiştir.
Bu gelişmeler karşısında BDE, daha kolay gerçekleştirilebilir durumdadır. Şimdilerde bir “yeni BDE” ‘yi hayata geçirebiliriz.
Projenin ilk şeklinde, gerekli finansmanın bütününün devlet tarafından karşılanacağı öngörülüyordu. Bugün devlet bunu yapabilecek durumda değildir. Buna göre, finansman için de “yeni” bir model bulmak zorundayız.
Bu yeni modelin içinde finansal kiralama’nın yer alması kaçınılmazdır. Çünkü ne devlet ne de bir özel okul, gereken sayıda bilgisayarın satınalma finansmanını, leasing kullanmadan karşılayamaz. Hele, öğrencinin evde de bir bilgisayara sahip olması gibi bir seçenek, ancak çok az sayıda kişinin başarabileceği bir iştir. Dolayısıyla kiralama kaçınılmazdır.
Bilgisayar edinme modelinin ikinci parametresi, bilgisayar yatırımının ne kadarının okul (devlet ya da özel okul sahibi), ne kadarının da öğrenci tarafından karşılanacağıdır.
Bugün bilgisayar piyasasında bir durgunluk yaşanıyor. Devlet, bütçe kısıtları nedeniyle alım yapmıyor ve bu gidişle yapmayacak da.. Özel kesim ise sınırlı bir talep yaratıyor.
Eskiden beri potansiyeli en büyük pazar kesimi eğitimdir. Oradaki engel ise firmaların dışında değil bizzat kendileriyle ilgili. Bilgisayarın eğitimde kullanımının ortaya atıldığı 1986’dan bu yana, eğitim konusunda (özellikle Türkçeleştirilmiş veya Türkçe üretilmiş olanlar) kayda değer bir gelişme yaratamamış durumdadırlar.
1960’ların başlıca pazarlama stratejisi olan “bir düğmeye bastın mı istediğine cevap verir” yaklaşımı [bkz.1], bugün henüz değişmemiştir. Küçükler bir yana, hiç bir büyük bilgisayar firmasının ya eğitim bölümü yoktur ya da varsa pazarlama organizasyonunun bir parçası olarak vardır. Temsil ettiği ana firmanın inanılmaz zenginlikteki eğitim yazılımlarının Türkiye’ye getirilmesi, bir zamanlar Sovyet Rusya’ya satışı yasak olan yazılımları hatırlatacak gibidir [bkz.2].
“Yeni BDE”, bunların aşılması anlamına gelmektedir. Bilgisayar yazılım ve donanım firmaları, yanlarına eğitim konusunda uzmanlaşmış yerli ve yabancı kişileri, finansal kiralama kuruluşlarını ve belki bankaları da alarak konsorsiyomlar oluşturmalı ve ilk iş olarak, ana firmalarının eğitim bölümlerini Türkiye’ye irtibatlamalıdırlar.
İnsanların karşısına makul seçenekler oluşturulabildiği takdirde, eski BDE’nin saplandığı “bilgisayar laboratuvarı” çıkmazından kurtulunması ve büyük bir pazarın açılması mümkündür.
BDE projesinin ortaya atıldığı 1986’dan bu yana meydana gelen büyük değişiklik, İNTERNET oldu.
İletişim tekelini, bilgilenme özgürlüğünü güçleştirmek olarak anlayan kuruluş ve onlara bu cesareti veren “tepkisizlik ortamı” böyle sürmez de bir değişiklik olursa, İNTERNET’den en büyük yararı okullarımız sağlayabilecektir. Ancak bunun için bazı değişiklerin gerçekleşmesine ihtiyaç vardır. İNTERNET erişiminin hızlandırılması ve düşük gelir kesiminin yoğun olduğu yörelerin – ki çoğunluktur- , katlanabileceği kullanım ücretlerinin gerçekleştirilmesi, bu değişikliklere dahil değildir.
İnsanlarımızın ortalama gelirleri, gelirini dolar ölçüleriyle kazanan ülke insanlarına oranla 80,000 kat daha düşüktür. Bu nedenle İNTERNET ücretlerinin büyük oranda sübvansiyone edilme zorunluğu vardır.
Bütün bunların dışında gereken birinci değişiklik, İNTERNET kanalıyla, istenilen aramaların yapılabilmesi için İngilizce dilinin iyi düzeyde bilinmesi zorunluğudur. Bu, bugün için önemli bir handikaptır ve geri kalmış yöreleri geri kalmış olarak bıraktıracak ve BDE’den yararlandırmayacak olan bir handikaptır.
İkinci değişiklik gereği, eğitimizin temel öğretme yöntemi olan ezberden vazgeçilmesidir. Meraklı insanlar, ezberle yetiştirilemez. Ezber merak ve yaratıcılığı öldürür.
BDE’nin amaçlarına ulaşabilmesini engelleyebilecek bir unsur da, bilgisayarın eğitimde ne amaçlarla kullanılabileceği konusundaki bulanıklıktır. Bu bulanıklık, bu aletleri “bilgisayar laboratuvarı” denilen odalara hapsetmiş, böylece “bizde de var” gösterişi altında öğrencilere, öğretmenlere ve velilere şu mesaj ulaştırılmıştır: “Bilgisayar oyuncak değildir. Ciddi laboratuvarlarda ancak haftada bir defa, o da fazla kurcalamadan dersi yapılır”..
Öğrencilere, bilgisayar konusunda yol gösterebilecek bilgi düzeyindeki öğretmen sayısını dikkate alırsak, BDE’nin bu boyutunun diğer boyutlarından daha önemli olduğu anlaşılacaktır.
Bu bulanıklığın nedenlerinden birisi kuşkusuz, halen dünya eğitim piyasalarında dolaşan yazılımların çok büyük bir bölümünün, dil farklılığı, bilgiye erişme konusundaki isteksizliğimiz, fiyat pahalılığı ve özellikle de “kültür farkı nedeniyle bunları reddedişimiz” gibi nedenlerle Türkiye piyasasına girmemiş oluşudur.
Sık sık ve de ağırlıkla dile getirilen, “yabancı yazılımlar bizim kültürümüze uymaz, bu nedenle biz yazılımlarımızı kendimiz üretmeliyiz” gerekçesi, fazla üzerinde durulmaması gereken bir noktadır. Çünkü, yabancı kültürleri tanımak ve düşünce biçimimizi değiştirmek için bundan daha iyi fırsat olamaz.
Hele hele, fen yazılımları bakımından dile getirilen, “birim farklılıkları”, tam tersine bir avantajdır. Kullanageldiğimiz birimlerden başkaca birim bulunmadığı gibisinden bir yanlışa yönlendirilen çocuklarımızı bu kalıptan kurtarmanın yolu, farklı birim sistemlerine sahip toplumların yazılımlarını kullanmaktır.
Bilgisayarın eğitimde nasıl kullanılacağı konusundaki bir diğer bulanıklık nedeni, tüm okullarda tek müfredatın uygulanması, bu nedenle de mevcut dış kaynaklı bilgisayar yazılımlarının işe yaramaz hale gelişidir. Ama çok daha önemli bir neden, bu müfredatın, çevrel koşullara uygun işlenebileceği konusundaki genel ilkenin göz ardı edilmesidir. Ezber yalnız verilen bilgilerde değil, onların verilme yöntemlerinde de kalıplaşmaya, yaratıcılığın kaybolmasına yol açmıştır.
Bilgisayarın eğitimde kullanım yolları olarak düşünülebilecek olanlar şunlardır:
- İNTERNET aracılığıyla belli bir konuda araştırma yapmak, surf yapmak, özel ilgi grupları ile akademik ya da hobi amaçlarıyla ilişki kurmalarında,
- Kelime-işlemci (word processor) olarak, öğrencilerin ödevlerini yapmalarında,
- Eğitsel yazılımları (educational software) kullanarak;
-
- Öğretmenin işini kolaylaştırmak için,
- Öğrencinin kendi kendine deneyler ve/ya ekzersiz yapması için,
- Yabancı dil öğrenmek ya da pekiştirmek için,
- Eğitlence (edutainment) yoluyla okul öncesi dönemde temel yetenekler kazandırılmasında,
- Sınırlı ölçüde programlama öğrenmede (özel merak ve/ya yetenek sahibi olanlar için)
- Otomatik sınav makinesi olarak,
- Öğretmenlerin, öğrencileriyle ilgili kayıtları tutmasında,
- Çok az sayıdaki öğretmenin, yazarlık dili (authoring language) kullanarak eğitsel yazılım hazırlamasında,
- Diğer tasarımlanabilecek eğitsel ve idari amaçlar için..
Bu bağlamda yanıtlanması gereken iki soru şunlardır:
(1) Zaten ağır ders yükü altında bulunan öğrenciler, bunları ne zaman yapacaklardır?
(2) Derslerin geleneksel yöntemlerle işlenmesi sırasında bilgisayar (daha doğrusu yazılımlar), nasıl kullanılacaktır?
Bugüne kadarki uygulama, bilgisayar laboratuvarı yoluyla bir ek ders biçiminde olmuştur. Bu aynen, çamaşırları elle yıkamaktan bunalmış bir ev kadınının, eve getirilen çamaşır makinesi için söylediği, “bu kadar işin yanında bir de bununla mı uğraşacağım?” yakınmasına benzemektedir.
Bilgisayar, öğrenci ve öğretmenin işlerini kolaylaştırıcı bir araç olarak anlaşılıp kullanılmalıdır. Buna göre, mevcut ağır ders yüküne eklenmesi gereken değil, o yükün bir bölümünü ortadan kaldıran, bir “eğitim süreci yeniden yapılandırma” yöntemi olarak algılanmalıdır. Aynen, (BPR-business process re-engineering) yöntemi gibi, (yani EPR-education process re-engineering) !
Bilgisayar, böylesine bir yaklaşımın içine oturtulunca, yukarıdaki iki soru birleşmekte ve tek soruya inmektedir: Bilgisayar, ders işleme sürecinde nasıl kullanılmalıdır?
Bu soru ise, “dersin amacı ne olmalıdır?” sorusunun yanıtına bağlıdır: Bilgi-Beceri-Tutum-Davranış (BBTD) konisinde yer alması arzu edilen bir BBTD’ın, kişide var olan BBTD örgüsüne eklenmesi, bir dersi işlemenin amacı olmalıdır
Bu amacın ışığı altında:
ilke 1- Her öğrenci, kendi “öğrenme profili”ne göre öğrenir
Her öğrencinin fiziki ve akli yetenekleri, belirli biçimlerde öğrenmeye uygundur. Bu bilinmeksizin öğrenme süreci başarıya ulaşamaz. Bu profilin öğretmen ve öğrencinin kendisince keşfedilmesi, zaman içinde dersler işlendikçe olabilir. Bir dersi işlemenin vazgeçilemeyecek ögesi budur.
ilke 2- Ortalama tempoda toplu öğretme yerine, herkesin kendi hızında bireysel öğrenmesi
Bu ilkenin pratik sınıf ortamında uygulanması, ön-bilgileri ve öğrenme profilleri birbirine yakın öğrencilerin gruplandırılması anlamına gelecektir. Evvelce değinilmiş bulunan “Bilgisayar sınıfı” kavramı da bu uygulamayı kolaylaştıracak bir ögedir.
ilke 3- “Oyun” yoluyla öğrenme
“Oyun”, tüm canlıların en etkin öğrenme yöntemidir. Kişiye kazandırılması arzulanan tüm BBTD, tüm canlıların kısa süre içinde yaşam becerilerini kazanmasında en önemli genetik araç olan “oyun” aracılığıyla verilmelidir. Fen bilimleri alanında yaptırılmak istenilen tüm deneyler, fiilen oynanacak olan ya da bilgisayar benzetimi (computer simulation) oyunları haline getirilmelidir.
ilke 4- “Gözlem”, öğrenmenin bir başka etkin yoludur
Kişilere kazandırılması arzulanan tüm BBTD, çevredeki doğal ve toplumsal ortamlarda mevcuttur. Bunları gözlemeye yönlendirilen bir kişi, buralardan kaynaklanacak BBTD’ı, kendinde var olan BBTD örgüsüne eklemekte güçlük çekmeyecektir.
Kazanılması arzulanan bir BBTD’a ilişkin dersin işlenmesi, yukarıda sıralanan ilkelerin ışığı altında, şu formlardan birisi altında “tasarım”lanmalıdır:
(A) Konu hakkında merak uyandırmak
Öğrenme sürecinin bu en önemli evresine öğretmenlik mesleğinin sırı olarak bakılabilir. Meraksız öğrenme ancak ezberle mümkündür. Dolayısıyla, EE’in ‘olmazsa olmaz’ koşulu merak uyandırmaktır. Merak uyandırma, öğrenci grubunun ilgi alanlarına göre değişir. Öğretmen buna göre özgün tasarımlarla konu hakkında merak uyandırmalıdır. Bunun için:
(a) Günlük yaşam içinde dikkat çekmeyen bir gerçeği sergilemek
(örn. hava basıncının büyük bir yüzey -mesela insan bedeni- üzerine büyük bir kuvvet uyguladığını göstermek için, yarısı bir gazete kağıdı altına sokulmuş bir uzun tahta cetvel üzerine vurulduğunda cetvelin kırılması hayret uyandıracak bir gerçektir. Böyle basit bir deney, hava basıncı konusunu sıkıcı olmaktan çıkarabilir.
(b) Basılı – görsel – işitsel araçlardan yararlanmak
Merak uyandırmak için, video film veya CD, çizgi roman, çevrede yapılacak bir gözlem yoluyla dikkat edilmemiş bir gerçeği göstermek gibi yollar kullanılabilir. Merak uyandırma, yaratıcılığın sonuna kadar zorlanmasını gerektiren bir adımdır. Bundan sonraki adımda, öğrencilerden şunlar istenilebilir:
(B) Gerçekleri ortaya koymak için oyun tasarımı
Bu konu hakkındaki “gerçekler”i (facts) ortaya getirebileceğiniz bir oyun “tasarım” ı yapınız. Bu tasarıma göre rol paylaşımı yapıp, ilgili gerçekleri (relevant facts) toparlayacak şekilde oyunu oynayınız.xx
(C) Gerçeklerin gözlenebileceği bir gözlem süreci tasarımı
Bu gerçekleri gözlemleyebileceğiniz bir gözlem süreci tasarımlayınız. Tasarladığınız gözlem süreci için rol paylaşıp gözlem yapınız.
(D) Bu olayı bir bilgisayar benzetimi haline getiriniz ya da hazırlanmış böyle bir yazılım varsa onu kullanarak olayı bilgisayar ortamında oynayınız.
(E) Şunları düşleyiniz:
– Bu olmasaydı ne olurdu?
– Bu olduğu için neler olmuştur?
– Bunun yerine şu olsaydı ne(ler) olurdu? (What if analysis)
(F) Kazandırılmak istenilen BBTD’ı kazanabileceğiniz ve gerçekleşmesi mümkün olan bir senaryo tasarlayınız ve rol bölüşümü yaparak senaryoyu oynayınız.
Amacı ve ilkeleri bu olması gereken derslerin bir bölümü de sınavlardır. Sınavlar açısından kritik soru ise, “soru nasıl sorulmalıdır?” biçimindedir. Bu, şu iki alt-soru biçiminde anlaşılmalıdır.
(a) Nasıl soru sorulmamalı ?
Soru, kişinin sınava hazırlanma sürecine yansıyıp, sınanacak bilginin, ilişkili diğer bilgilerle ilişkilerini kuramayarak, kalıp halinde bellemeye ve bunları sınavda geri vererek başarılı sayılmasına yol açacak biçimde olamaz.
(b) Nasıl soru sorulmalı ?
Buna yanıt verebilmek için, “sınav ne için yapılmalıdır?” ın yanıtını vermek gerekir. Sınav, şunları anlamak için yapılmalıdır:
1) Bir bilgi, beceri, tutum ya da davranışın (BBTD), kişinin var olan BBTD’ları ile ilişkisinin ne ölçüde kurulduğunu,
2) “Ezber Tabanı”nda* bulunması gereken bir BBTD’ın ne ölçüde kazanıldığını,
3) Öğrencinin, belirli bir konudaki bilgilere erişme becerisini ne ölçüde kazandığını,
anlamak ve buna göre öğretmen ve öğrencinin, gerekli önlemleri alıp eğitim ve öğretim hedeflerine yaklaşmasını temin için sınav yapılmalıdır. Bunlara göre, soru sorma ilkesi şöyle özetlenebilir:
Soru, dersin işlenmesi sırasında verilmiş ya da ders kitaplarında bulunan bir bilginin hatırlanmasını istemek biçiminde olmamalıdır. Soru’nun, üzerine yapılandırılacağı “ön-bilgiler”, ya soru metni içinde verilmeli, ya da belirli bir kaynak (ders kitabı, notlar vbg) belirtilerek oradan edinilmesi önerilmelidir.
Sorular, onların yanıtlanması için bilinmesi gereken “ön-bilgiler”in ışığı altında, şu formlardan birisi ya da benzeri içinde “tasarım”lanmalıdır:
– Siz olsanız ne yapardınız?
– Bu olay karşısında başka neler olabilirdi?
– Bu olayın ardışık sonuçları ne oldu, niçin?
– Bu olay olmasaydı ne(ler) olurdu?
– Bu, niçin oluyor?
– Bu, nasıl oluyor?
– Bu olay, açıklayamayıp öylece kabul ettiğimiz (ez-ber) hangi varsayımlara dayalıdır?
– Bu varsayımlar değişirse, bu olay nasıl olur?
Bilgisayar kullanılarak bir dersin nasıl işleneceği, görüldüğü gibi, mevcut “öğretme” geleneğimizden epey farklı bir yaklaşımı gerektirmektedir. Geleneksel ders işleme yöntemimiz ise, kitaptaki (veya öğretmenin notlarındaki) kalıp bilgilerin öğrencilere belletilmesi, sınavlarda da bunların (ya da benzerlerinin) geriye istenilmesidir.
Bu yeni yaklaşımın her bir evresine egemen olan anlayış ise, “öğretme” yerine “öğrenme”nin geçmiş oluşu; öğretmen, bilgisayar, tüm ders araç ve gereçlerinin, “öğrenme” sürecine yardımcı olacak biçimde konumlandırılmalarıdır.
Bu yeni yaklaşımda, dersin işlenmesi ve sınav sorularının hazırlanması evrelerinde daima öğrenciden “tasarım”lar yapması istenmekte, ondan birşeylerin adlarının ezberlemesi istenmemektedir. Bugünkü metodumuz ise neredeyse bütünüyle “ad öğretme”ye dayalıdır.
Öğrencilerin ezber tabanlarında bulunması gereken bilgilerin bellenmesi ise burada üzerinde durulan noktadan çok farklıdır.
İşte, bilgisayarın derslerde en çok kullanılacağı nokta budur. Öğrenci, sık sık karşılacağı, “….konusunda bir tasarım yapın” ya da “….konusunda bir fikir üretin” istekleri için bilgisayarını kullanacak, öğretmen, merak uyandırmak için vermek istediği örnekleri, bilgisayarındaki veri-tabanına zaman zaman yüklediği örnekler içinden seçebilecektir. Ayrıca, her dersin öğretmenleri, aralarındaki örnek ya da soru alışverişini yine bilgisayar aracılığıyla yapabileceklerdir.
Bütün bunların yapılabilmesi, öğretmen ve öğrencilerin ellerinin altında zengin birer yazılım stokunun bulunmasına ve internet erişiminin kolaylığına bağlıdır.
Okul içinde bir intranet kurulması, çocukların birer NC (network computer) ile okul ve evlerinden bu ağa erişmeleri gibi uygulamalar da bilgisayarın eğitimde kullanılabilme alanı içine girmektedir.
Ama önce, bilgisayarı bir “laboratuvar aracı”, onun kullanımını ise matematik öğretmenlerine özgü bir görev olmaktan çıkarabilmemiz gerekiyor.
Pazar, 11 Ağustos 1996
[1]2014 yılında eklenen not: Bu olay gerçektir. Bu satırların yazarı bir zamanlar bilgisayar pazarladığı bir firmaya sattığı bilgisayar nedeniyle, arayan firma sahibinin “size teessüf ederim; bu bilgisayarın tüm düğmelerine bastık geleceğe ait hiçbir şey söylemedi “ sözlerine muhatap olmuştu. Bugün ülkemizin büyükçe firmalarından birisidir.
[2]Apple firmasının eğitim departlmanı, ülkemizin üniversitelerinden geniş bir eğitim birimine sahip;ti.
-
Kas 28 2014 Öğrenme Nasıl Engellenir?
“İnsanoğlunun –ve diğer canlıların- çeşitli yetenekleri arasında en hayranlık verici olanı hangisidir?” denilse başkalarını bilemem ama ben “öğrenme yeteneğidir” derim. Sanırım evrim de bunu “daha iyi öğrenebilenlerin hayatta kalıp türünün varlığını sürdürebilmesi” yoluyla yapmıyor mu?
Ama o da ne? İnsanoğlu –belki de sadece insanoğlu- bu benzersiz yeteneğini bloke ediyor ve kendini sadece çevresindeki insanlardan değil, bir parçası olduğu evrenden de koparıp, kendine hayran biçimde yalnız yaşama yolunu “seçiyor”.
“Seçiyor”, evet bu bir tercih; fıtratının filan bir gereği değil, hatta varoluşuna aykırı.
Bunu niye ve nasıl yapıyor?
Niçin yaptığı konusunda emin olmamakla birlikte, sosyalleşmiş bir hayvan olarak, içinde bulunduğu topluluklarda hem daha yüksek beğeni kazanmak hem de daha az tehdide maruz kalarak, daha çok yiyecek, eş vs. bulmak ve böylece de öğrenerek yaşam şansını artırmak yerine, miş gibi yaparak varlığını sürdürmek için olabilir.
Nasıl yaptığı ise daha belirli. İnsan topluluklarının bugünkü normlarına göre, yiyecek, eş vs.ye erişmek için daha iyi avlanmak yerine daha bilgili olmak, çevrenin beğenisini bu yolla kazanarak keskin aş ve eş rekabetinde öne geçmek geçerli.
Ancak öğrenme yoluyla bilgili olmak, öğrenmiş gibi yapmaktan çok daha zahmetli. Milyon yıllık evrimi sırasında büyümüş beyni, bu konuda kendisine yardımcı ve miş gibinin gerektirdiği “inandırıcı taklidi” gayet iyi yapıyor; daima temasta olduklarına karşı değilse de en azından yeni karşılaştığı rakiplerine karşı.
Bu arada bir sorun doğuyor: Bilincinin en alt katmanlarında, miş gibinin uzun vadede işe yaramazlığının bilinci var ve bu kandırmacadan rahatsız. Süreç buna da geçici bir çare bulmuş ve bu sürekli rahatsızlığı “miş gibi’yi içselleştirip, inanca dönüştürme” yoluyla susturmuş.
Buraya kadar –geçici de olsa- bir sorun yok sayılır. Rakipleri uzak tutacak bir yol bulunmuştur. Kuşkusuz rakipler de benzer teknikler geliştirdiklerine göre, mesele gelip kimin daha çok kendini inandırdığına ve böylece miş gibi taklidini kimin daha iyi yaptığına geliyor.
Kolayca tahmin edilebileceği gibi burada zeka keskinliği işe karışıyor ve daha zeki olanlar, kendilerini öyle inandırıyorlar ki, çevresindeki çoğu kimse de bu aldatmanın farkına varamıyor. Kuşkusuz bu arada, gerçekten birçok öğrendikleri de var ve bu miş gibi olmayan öğrendikleri, kişinin kendini inandırmasında daha da bir kolaylık sağlıyor. Öğrenme’nin bir alternatifi böylece ortaya çıkmış oluyor.
Hesapta olmayan yalnızlık!
Eğer bir şey eğreti ise er geç bir yerlerde sorun yaratır. Nitekim bu “öğrenme yerine miş gibi öğrenme” de, bambaşka ve daha baş edilemez bir sorun olarak ortaya çıkıyor: Bir parçası olduğu ve muhtemelen bilincin alt-katmanları yoluyla sürekli alış-veriş halinde olduğu evren ile arasına koyduğu bu tercihli blokaj, kişiyi hem çevresinden hem de evrenden koparıp bir yalnızlığın içine itiyor.
Bu olgunun farkına varıp, blokajı zaman zaman da kaldırmayı başarabilenler, kendini çevreleyen “her şeyden” ve de “her an” öğrenmeye başlıyor; sonra tekrar kendini inandırdığı yalnızlığına dönüyor.
Neredeyse bir kural gibi!
Her bildiğimiz, biliyoruz zannettiğimiz, bildiğimizi iddia ettiğimiz, biliyormuş gibi yaptıklarımız ya da bildiğimize inandıklarımız, o alandaki öğrenmeyi bloke eder. Ve bu süreç bir süre sonra ayrılmaz bir kişilik özelliğimiz haline gelir.
Aksine, bunlardan kurtulmayı başarabildiğimiz her alandaki bilgilerle inanılmaz biçimde karşılaşmaya yani öğrenmeye başlarız.
Bir süreçten diğerine geçmek ise tamamen bir tercih meselesidir. Her değişim gibi bu değişim için de bir motto işe yarayabilir. Mesela “bilmiyorum, ama öğrenmek istiyorum” gibi.
Niels Bohr bunu şöyle ifade etmiş: “İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil, bir soru olarak anlaşılmalıdır. ”
28 Kasım 2014
-
Kas 13 2014 Aksi halde demokrasi olmaz!
Bir TV söyleşisi (benzetmesi):
- “Toplum kesimleri tam temsil edilmez ise demokrasi söz konusu olamaz”
- “Sadece sandık yoluyla demokrasi olmaz”
- “Kurumsal alt-yapı eksikse demokrasi olmaz”
- “Eğitimsiz kitlelerle demokrasi olmaz”
- “Sivil toplum örgütlenmemişse demokrasi olmaz”
- …… olmaz
- …… olmaz ve
- …… katiyetle olmaz.
Sanırım, uzun yıllardır günde üç öğün, demokrasinin hangi koşullar var olmayınca söz konusu olamayacağını dinleye dinleye artık öğrendik, ezberledik. Ayrıca, bu yolla demokrasinin çok önemli bir şey olduğu da dolaylı yoldan beyinlerimize işlendi.
Peki, bütün bunlar olmazsa demokrasinin olamayacağı tamam da, bunlar olup da demokrasi gerçekleşir ise ne olacak? Yani demokrasi bize ne verecek o belli değil.
Demokrasi işsiz olana iş mi verecek, işi olana daha çok para mı verecek, parası olana başka mutluluklar mı verecek? Gizemli, şiirsel ifadelere başvurmaksızın bunu anlatmanın bir yolu yok mudur?
Demokrasi halkın kendini yönetmesidir; hadi daha kısacası öz-yönetim diyelim; demek ki demokrasi olunca toplum kendi kendini yönetecek; olmadığı takdirde ise toplum kendi kendini yönetemeyecek, toplum adına başka birileri toplumu yönetecek. Daha açıkçası, kendi-kendini-yönetmek, yani öz-yönetim yerine birilerinin -mesela seçilerek belirlenmiş birilerinin- toplumu yönetmesinin ne gibi bir sakıncası var?
Daha da Türkçesi, “yönetmek” ne demek? İster kendi kendini yönetsin ister başkası yönetsin, bunun somut anlamı nedir?
“Sorun”, istenmeyen ve/ya istenen ama gerçekleşmesinin önünde engel bulunan ‘durum’lar olduğuna göre, yönetmek sorun çözmek anlamına geliyor. O halde, önemli olan sorunların çözülmesi ise, bunu kimin çözdüğünün ne önemi olabilir ki? Üstelik de toplumun kendi kendinin sorunlarını çözmeye çalışması yerine, seçeceği birilerine (bir çeşit taşeron) bu işi ihale etmesi daha az zahmetli bir yol değil mi?
İhtiyaçlar piramiti’nin en alt katmanındaki yaşam-sürdüme-ihtiyaçlarını karşılamak derdindeki çoğunluğun meselesi, toplumu kimin yöneteceği midir ki demokrasiyi önemsesin? Üstelik de canını dişine takmış yaşamaya ve ailesini yaşatmaya çabalayan insanların sorunlarının çözümünü üstlenecek birileri varsa daha ne istenebilir ki?
“Ben bu yönetme yani sorun çözme işini kimseye ihale etmem; çünkü sorun çözmek demek çeşitli seçenekler arasından tercihler yapmak demektir. Ben yaşamımın her alanındaki tercih yapma özgürlüğümü kimseye bırakamam” diyen birileri varsa, bu kişiler yukarıda anılan “ihtiyaçlar piramiti”nin üst katmanlarına çıkmışlar, yaşam sürdürme ihtiyaçlarının giderme endişesini aşmışlar demektir.
Burada “yaşam tercihleri” deyimiyle kast edilen, giyim-kuşamından neye inanacağına, kaç çocuk sahibi olacağından neler içilip içilemeyeceğine kadarki geniş alandaki irili-ufaklı yüzlerce tercihtir.
Buradan net olarak görünen odur ki, yaşam sürdürme savaşını verenlerin “yaşam tercihlerini kimin yapacağı” konusunda bir dertleri olamaz; ta ki bir üst ihtiyaçlar katmanına çıkıncaya kadar.
Bu durumda, çoğunluğu ihtiyaçlar piramitinin ilk basamaklarında yaşamaya çalışan insanlara durup durup “şöyle olmazsa demokrasi olmaz, böyle yaparsanız demokrasi olmaz” demenin pratik bir anlamı yoktur. Onların öncelikli sorunu; demokrasi = öz-yönetim = kendi sorunlarını çözmek = kendi yaşam tercihlerini yapmada özgür olmak = birey olmak değildir. Onlara, neleri tercih edecekleri, seçtikleri insanlarca söylenecek ve onlar da ister istemez uyacaklardır.
Ancak, o kesimler bu durumun pekala farkındadırlar ve bir üst refah katına ulaştıklarında derhal “tercih özgürlükleri”ni talep edecek, hattâ talep etmeksizin kullanmaya başlayacaklar; kendi adına tercih yapmaya kalkanlarla çatışmaya başlayacaklardır.
Toplumumuzun ortalama refah düzeyi, çeşitli hesap yöntemlerine göre değişse de pek düşük değildir (bkz. http://bit.ly/11iNX6f). Fakat iller ve kişiler arasındaki dağılım dikkate alındığında durum değişiktir (bkz. http://bit.ly/1v5b291).
Refah düzeyi dağılımındaki bu çarpıklık, toplumumuzdaki –hattâ diğer toplumlardaki- kutuplaşmanın temel nedenlerinden birisi olarak ortaya çıkıyor.
Bir toplumun gerek iç gerekse dış güvenliğini sağlayacak öğelerin başında, o toplumu oluşturan kişilerin içindeki “birey” sayısının geldiği söylenebilir. Birey sayısı arttıkça alınacak kararlar daha sağlıklı olmaya başlarken, birey sayısı az olan bir toplum, kendi içindeki ve/ya dışındaki niyet sahiplerinin güdümünde –sonunda kendilerini de yok edebilecek- yönlere doğru hareket eder, ettirilebilirler.
13 Kasım 2014 Perşembe
-
Kas 05 2014 Alkışlanabilir ama imkansız!
‘70li yılların başlarında Türkiye’de henüz siyah-beyaz televizyon yeni yaygınlaşıyor; çoğu yer kapsama alanı dışında. İnsanlar TRT’nin sınırlı süre yayınlarını izleyebilmek için türlü hokkabazlıklarla yüksek antenler kuruyor; ucundan-kıyısından karlı da olsa bir şeyler izlemeye çalışıyorlar.
O tarihlerde Zonguldak’ta, deniz kenarına çok yakın bir evde oturuyoruz. Karşı kıyı görünmese de, Romanya, Bulgaristan, SSCB (o zamanki adıyla) karşımızda. Arada TV yayınlarını engelleyecek bir şey olmadığı için, o ülkelerin TV yayınları bize kadar erişebiliyor. Sözlerinin çoğunu (bazı filmler İngilizce olsa da) anlamasak da resmine bakabiliyoruz.
Günün birinde, Romanya TV’sinde bir söyleşiye denk geldik: Walt-Disney’in bir uzmanı ile söyleşide şu soruyu soruyor: “Filmlerinizdeki komik sahneler o kadar çok ki bunları nasıl ürettiğinizi merak ediyorum; komikliğin bir kuralı filan var mı?”
Uzmanın cevabı sadece komik filmler için değil, birçok alanda yol gösterici nitelikte: “Eğer, alkışı hak edecek derecede müthiş, ama gerçekleşmesi imkansız (plausible impossible) bir beceri tasarlayabilirseniz bu mutlaka komik olacaktır?”
Devam ederek bir örnekle de açıkladı: “Mesela, filmlerimizde azgın bir köpek tarafından kovalanan kediler görürsünüz. Kedi can havliyle öyle bir hızla koşar ki, kapalı bir kapıya çarpıp öteki yana geçer ve kedinin profili uyarınca kapıda bir delik açılır; gerçekte böyle bir şey ancak kedinin hızı bir merminin hızına yaklaşırsa olur ama o da imkansızdır. İşte bu alkışlanabilir ama aynı zamanda imkansızdır ve de komiktir (http://bit.ly/1qp3d7l)”.
Ne alâka?
Amacım komik filmlerin niçin ya da nasıl komik olduğunu tartışmak tabii ki değil; bu açıklamaya konu olan “alkışlanabilir imkansız (plausible impossible)” kavramının, çeşitli sorunlara çözüm önermek niyetinde olanların kavram dağarcıkları için çok işe yarar bir alet olduğunu göstermek.
İşte bir sorun ve çözüm örneği..
Sorun: Maden kazaları
Soruna yol açtığı ileri sürülen başlıca birkaç neden ve çözümü:
- Gelişmiş ülkelerdeki güvenlik donanımı yerine kullanılan ilkel yöntemler ana nedendir. O halde tüm ocaklar bu tür teçhizatla donatılmalıdır.
- Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler yetersizdir. Bu gereklilikler yerine getirilmelidir.
- Türkiye’nin enerji ihtiyacı ile enerji üretimi dengesinde, bilgi-yoğun, yüksek katma-değerli ürünlerin payı düşük olduğu için, enerji-yoğun düşük katma-değerli ürünler üretilmekte ve ihraç edilmektedir.
Bu dengenin, bilgi-yoğun yüksek katma-değerliler lehine değiştirilmesi gerekmektedir. Bu durumda, işletilmesi verimli ve kârlı olmayan, ancak insan yaşamını riske ederek işletilebilen küçük ocaklar yerine daha uygun koşullu işletmelere yönelmek ve onları konsantre biçimde işletmek mümkün olabilir.
Bu üç çözüm gerçekten de kuvvetli alkışı hak ediyor.
Peki niçin imkansız?
- Her maden ocağının, gelişmiş ülkelerdeki güvenlik önlemleriyle donatılması ve bu durumda da üretilen cevherin rekabet edebilir maliyette olabilmesi için:
- Maden sahibinin yeterli yatırım ve işletme sermayesine sahip olması,
- Maden rezervinin yeterli uzunlukta bir süre için gereken miktarda olması,
- Madencilerin “eski” tabir ettikleri “önceden işlenip mostrası alınmış ve terkedilmiş; sonra tekrar girilip işletilmek istenen” durumda olmaması,
- Cevher damarlarının, emek-yoğun değil donanım-yoğun üretime uygun karakteristiklerde olması,
- Üretim yönetiminde rol alacak teknik elemanların yeterli eğitimi almış olmaları,
- Üretim ve iç-denetim elemanlarının ekmek-parası uğruna “kendisinden istenilenleri körü körüne yapmak zorunda olmayacak” bir pazarlık gücüne + bir bilince + etik alışkanlıklara sahip olmaları gerekiyor.
- Birbirine VE ile bağlı bu 8 koşulun her birinin %90 gibi yüksek bir oranında gerçekleşebilmesi halinde dahi, bileşik imkan ancak %45 kadardır. Daha Türkçesi %50den büyük bir olasılıkla kazasız bir üretim sadece bu birinci açıdan imkansızdır.
- Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler alınması yalnızca maden işletmeciliği için değil, demokratik sistem içinde akla gelebilecek tüm süreçler için bir olmazsa-olmaz’dır.
Ama bunun için de:
- İç ve dış denetimleri yapacak kişi ve kurumların (en ünlü global ölçekli olanların dahi), kendilerinden istenileni değil, gerçekleri raporlayabilecek güçte olmaları,
- Alınacak önlemler için (1a)da ileri sürülen koşulun gerçekleşebilmesi,
- Alınacak önlemleri uygulayacak her kademedeki personelin (yönetim kurulu başkanlarından, ocaktaki çancı’lara kadar hepsinin) değer ölçülerinin virütik değerlerden (El Yüz ve Zihin Temizliği) arınmış olması gerekiyor.
- Bu durumda birbirine VE ile bağlı bu 3 koşulun her birinin yine %90 oranında gerçekleşmesi halinde, ancak %70 dolayında bir bileşik imkan dahilinde denetim mümkündür.
- Toplumumuzun, bireyleri ve kurumlarıyla ürettikleri mal ve hizmet ürünlerinin bileşimindeki yüksek katma-değerli ürünlerin payının %5’ler düzeyinden hiç olmazsa %20’lere çıkarılabilmesi hedeflendiğine göre (http://bit.ly/1x3C94Q), daha uzunca bir süre %95’ler düzeyinde emek-yoğun iş kollarında çalışacağız demektir.
Bu ise enerji-yoğun üretim demektir. Enerji ihtiyacı ya iç üretim ya da ithalat yoluyla karşılanacağına; ithalat yapabilmek için ihracat gerektiğine; düşük-katma değerli ihracat konusunda dünya yüzünde çok büyük rekabet olduğuna göre, Türkiye’deki madenlerin işletilmesi yönünde mevcut baskının azalması söz konusu değildir. Uzun sözün kısası, sıralanan “alkışı hak eden ama imkansız” 3 önlemin sonuncusu da bu yüzden “imkansız”dır.
İyi de ölelim mi yani?
Bu soru’nun yanıtı –bütün sorularda olduğu gibi- tercihlerimize ve o tercihlerin gereklerini yerine getirmedeki iştahımıza bağlıdır.
Eğer:
- Evet ölelim!
Yukarda çizilen resmin sadece madencilik alanına özgü olduğu sanılıp, “iyi öyleyse bizde madencilik yapmayıp bilgisayar sanayiinde bir iş bakalım” gibi bir çözümün mümkün olduğu sanılmasın.
Eğer öyle bir sanıya kapılmadan, bugün yaptıklarını yapmaya devam ederse: Ancak yığma inşaat yapabilmeye uygun bir “ortalama” nitelik dokusuna (http://bit.ly/1pl6AkR) sahip insanımız 30 katlı AVM-rezidans inşaatlarından aşağı düşmeye, eğer düşmeden tamamlayabilirse bu defa da tutuşacak cephesi nedeniyle içinde ölmeye, oradan da yırtabilirse 20 kişilik minibüsüne tıkıştırılan 80 kişiyle birlikte devrilip ölmeye, eğer çok şanslı ve o kazadan da yaralı kurtulursa, tedavi için kaldırıldığı hastanede “bişi olmaz yav” zihinsel virüsü nedeniyle evinde ölmeye mahkumdur.
- Ne münasebet ölmeyelim!
Kuşkusuz bu, doğru ve insancıl olan tercihtir. Bunun için yapılması gereken ise “sorgulamak” (https://tinaztitiz.com/yerlesik-kaliplarin-sorgulanmasi-2/) ve “gereklerini yapmak”tan ibarettir.
Örnek alınan bir sorun yoluyla anlatılmak istenen, çok parlak (alkışı hak eden), ama olabilirlikleri dikkate alınmayan çözümleri dile getirenlerin daha dikkatle dinlenilmesine, aksi halde bu çözümlerin(!) o sorunların sonunda doğabilecek tehlikelere süratle yaklaştırdığına dikkat çekmektir.
“Yurdumuz parçalanmaktadır, tüm toplum silkinip aklını başına almalıdır”, “çevre sorunları giderek Türkiye’yi çölleştirmektedir, herkes bunun bilincinde olmalıdır”, “su sıkıntısı nedeniyle herkes suyu tasarruflu kullanmalıdır”, “trafik yaşamdır, hız sınırlarına uyulmalıdır” ve daha onlarca önemli konudaki çözüm önerilerine lütfen bir de bu açıdan bakınız. Alkışlanabilir imkansız’ların sayısı komik olsa da acıdır.
Kolay gelsin.
5 Kasım 2014 Çarşamba
-
Kas 02 2014 Akıllı telefonlar aptal insan üretmek için de kullanılabilir..
Bir gazete haberi (http://bit.ly/1ujcLYo), “kalemli silgili öğrencilik devrinin bittiğini, öğrencilerin ceplerinden çıkaracakları akıllı telefonlarla en zorlu matematik sorularını saniyeler içinde çözebileceklerini” müjdeliyor.
Ben bunun, vergiler nedeniyle azalan telefon satışlarına yeni bir ivme vermek amacıyla yayımlanmış bir reklam-haber olduğunu sanmıyorum. Geçmişte bu yoldaki gelişmeleri (https://tinaztitiz.com/?p=3769) yakından izleyen bir kişi olarak, milletimize hizmet aşkıyla yanıp tutuşan kesime dahil bir gazete elemanının, yeni bir hizmeti duyurma çabası olarak değerlendiriyorum.
Bu konuya niçin bu denli ilgi duyduğumu ise merak edebilenler olabileceği düşüncesiyle bir açıklama da yapmak istiyorum: Herkesin bir hobisi olabildiği gibi bende de neredeyse takıntı derecesinde bir merak var: Ne zaman boş vaktim olsa, adına gelişmiş denilen toplumların, daha az gelişmiş olanları, daldaki karganın tilkinin dolduruşuna gelip de peynirini kaptırması misali kandırmak için ne gibi icatlar çıkardığını izlerim.
Daha az akıllı, pardon daha az gelişmiş toplumları sömürmenin en güvenli yolunun, o toplumun insanlarının akıl-fikir düzeyini azaltmaktan, ama bunu da tam aksi izlenim yaratıp kendi kendisiyle giderek daha çok gurur duymalarını sağlayacak bir şekilde yapmaktan geçtiğini keşfettiklerinden uzun süredir şüpheleniyor ama bir türlü kesin kanıtlara erişemiyordum.
Bu akıllı telefon denilen aletin tam da bu amaca hizmet için birebir olduğunu işte bu gazete haberiyle öğrenmiş oldum. Haberi üreten gazeteciye, onun ekonomi sayfasında yazılmasına onay veren ekonomi editörüne ve sırasıyla tüm yetkililerine bu vesileyle en derinden teşekkür ederim.
Şimdi bu haberi okuyan, bozguncu karakterde en azından birkaç matematik öğretmeninin (yani hocasının) çıkıp, “böyle rezalet olmaz; matematik soruları, karmaşık gerçek yaşam sorunlarını anlamak için birer modeldir; bu problemler yoluyla insanlar rasyonel ve kritik düşünme becerisi edinirler; sonra da önlerine çıkan bireysel, kurumsal ya da toplumsal ölçekli sorunları doğru anlayıp, doğru vizyonlar geliştirirler; bu soruların cevaplarını otomatik olarak bir makineden almayı adet edinirseniz, mesela Suriye sorununu, mesela Ermeni iddiaları konusunu da akıllı telefonun cevaplandırmasını beklersiniz. Böylelikle, sadece önüne konulan doğru cevapları sorgulama (https://bit.ly/VXCVbt) becerisi kazanmamış, her alanda sömürülebilecek kıvamda salaklar yetiştirmiş olursunuz” diyeceklerdir.
Siz lütfen bunlara aldırış etmeyin ve lütfen akıllı telefonlarınızın gösterdiği yoldan ayrılmayın; pek yakında doğru cevapların ne olduğunu bizzat yaşayarak göreceksiniz.
2 Kasım 2014 Pazar
-
Tem 15 2014 Süleymanoğlu – Pavarotti – Löw –Del Bosque – Lucesku – Yaşargil
Değerli okurlar, zaman zaman, bu yazının konusuna uygun örnekler öğrendikçe yazıyı güncelliyorum. Sonuncusu yeni olmayabilir ama ben yeni öğrendim; onu da en sona ekledim:
2014 Dünya Futbol Şampiyonası’nda Almanya’yı zafere götüren Joachim Löw, Adanaspor ve Fenerbahçe’de başarısız bulunup kovulmuştu.
Bundan önce de Yeniköy Kasabı lakaplı Vicente Del Bosque Beşiktaş klübünden futbolu yeterince bilmediği gerekçesiyle kovulmuştu. (Bu futbol bilmeme gerekçesine doğrusu ben de katılıyorum. Özellikle Barcelona’yı her seyrettikten sonra bunların oynadıkları oyunun “futboldan başka bir şey” olduğunu düşünmüşümdür. Bu nedenle, bizim bildiğimiz anlamda futbolu bilmemek nedeniyle kovulan Löw, Del Bosque ve Lucesku’nun uyumsuzlukları anlaşılabilir bir şeydir.
Aşağıda, 1990 yılında bu bağlamda yazdığım yazıyı 2014 itibariyle güncelledim. Dünya çapında değerleri dışladıkça, kısmetse 10 yıllık aralarla yazıyı güncelleyeceğim.
<<Dünya halter şampiyonu Naim Süleymanoğlu, devam etmekte olduğu Gazi Üniversitesinde halter dersinden (bir başka dersten değil) sınıfta kalmış. Bir gazete haberi!
Bir başka gazete haberi: Bundan 30 yıl kadar önce, ünlü tenor Pavarotti, misafir sanatçı olarak geldiği Türkiye’de, “yetersiz” bulunarak geri gönderilmiş.
Bu ikisi de gazete haberi olup, çıkaracağım sonuçlar, haberlerin doğru olduğu varsayımına dayalıdır.
Üçüncüsü ise gazete haberi değil. Yüzlerce kişinin (belki daha da fazla olabilir) ortak gözlem ve yargısı.
1989 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Hintli orkestra şefi Zubin Mehta, yönettiği İtalyan senfoni orkestrasına çaldırdığı Türk Milli marşı ile, tüm salonu hayretler içinde bırakmış ve İstiklal Marşımızın bu denli etkili de icra edilebileceğini göstermişti.
Bu, birbirinden bağımsız görünümlü üç olay bir araya getirilebilir mi?
Getirilmese iyi olur. Çünkü eğer birlikte yorumlanırsa can sıkıcı sonuçlar çıkar.
İlk iki olaya konu olan ve mükemmelliğini Dünya’ya kanıtlamış bulunan iki kişiye “yetersiz” damgası vurulabiliyorsa bunun olası açıklaması, bu değerlendirmeleri yapan kişi ya da kurumların evrensel ölçülerden ve dolayısıyla mükemmellikten uzak olduğudur.
Son örnek, Dünyaca ünlü beyin cerrahımız Gazi Yaşargil ile ilgili. Bir nöroşirürji cerrahı dostumdan geldiği gibi aşağıya alıyorum:
Her ameliyatına Dunyanın dört bir yanından gelen 10 kisi (ameliyathane her ameliyata ancak bu kadar misafir nöroşirürjiyen kabul edebiliyordu ve bunun icin aylar önceden, kişisel değil, hastanenin başvurması gerekiyordu) TV ekranlarından izliyordu.
Benim hastanem (Rotterdam Erasmus Universitesi) asistanlığımın üçüncü yılında bu 4 haftalik eğitime gönderdi. Yaşargil Hocayı izledikten sonra resmen aşağılık kompleksine kapıldım ve “benim böyle olmam mümkün değil, kendime baska ihtisas düşüneyim” dedim. Beni ABD’nin en ünlü nöroşirürjiyenleri teselli ettiler ve kendilerinin de aynı duygu icinde olduklarını söylediler.
Zurich Üniversite Hastanesinin en büyük geliri, Yasargil hoca’nın kliniğine gelen yabancı hastalardan sağlandı uzun yıllar boyunca.
Yaş 65’e gelince yasa gereğince Yaşargil Hoca emekli oldu. Turkiye özlemi ile Türkiye’ye döndü.
Ne oldu biliyor musunuz? YÖK Yaşargil Hocayı Turkiyede ihtisası olmadığı için asistanlara uygulanan sınava sokmaya kalktı! Sınav heyeti icinde benim AUTF’den de “hocalarımdan” vardı! Şu komplekse bakın!
Bir yanda Dünya’nın saygı duyduğu, bir bilim adamına ASRIN Nöroşirürjiyeni unvanını oy çokluğu degil, oy birliği ile veriyor ve bizim “akademisyenlerimiz” bu yüce insanı “ihtisas” sınavına sokuyor!
İnanır mısınız bu sınav yapıldı!
Son olay 2016 yılında gençlerimizle ilgili. İyileşmeyen yaralar için yeni bir metot geliştiren liseli gençlerin projeleri TÜBİTAK tarafından yetersiz bulunarak reddedildi. Çocuklar ve öğretmenleri bundan yılmayıp uluslararası bir yarışmaya katıldılar ve birincilik ödülünü kazandılar.
Bu takdirde tabii ki Pavarotti yetersiz, Süleymanoğlu da tembel olarak ölçülendirilecektir.
Bütün bu olaylar farklı gibi görünmesine rağmen, varılabilecek sonuçlar açısından benzer niteliktedir. Başkalarını “yetersiz” olarak değerlendirenlerin kendilerinin yeterliğinin bir sınavıdır.
Her bir olaya da konu olan kişi ve kurumlar, bu düşündürücü olayları kendi açılarından açıklamak için gerekçeler bulabilirler, bulmuşlardır bile.
Ancak, onların neler söyleyecekleri önemli değildir.
Onlar ve onlar gibiler birer “ümitsiz vaka”dırlar ve üzerlerinde vakit kaybetmeye değmez.
Vakit harcanması gereken sorun, bu dehşet verici tablodan kendimizi nasıl kurtaracağımızdır. Bunun hiç de kolay olmadığı, biraz düşününce görülecektir.
Kime anlatabilir, kimi inandırabilirsiniz ki herkesin saygı ile adını andığı bir kısım kurum ve kişi, geri kalmışlığımızın bizzat yakıtıdırlar.
Kim inanır ki Türkiye’nin kurtuluşu, bu tür çağdışı kişi ve kurumların gerçek yüzlerinin herkesin görebileceği şekilde ortaya çıkmasındadır. Birbirinden otuzar yıl ara ile üstelik de birbirinden çok farklı alanlarda meydana gelmiş olaylar, bu açığa çıkma için katiyen yeterli değildir.
Keşke mümkün olabilse de ünlü fizikçiler, ressamlar, devlet adamları, Türkiye’de sık sık sınanıp yetersiz bulunup reddedilseler ve insanlarımız, “bu işte bir iş var. Yetersiz olanlar var, ama hangileri?” sorularını sormaya başlasınlar.
“Katil Cümle” şeklinde nitelenen bazı cümleler var. Bunlardan birisi de “bizim şartlarımız farklıdır” şablonudur.
Gerçekten inanıyorum ki bizim şartlarımız farklıdır. Ve o şartlar, Süleymanoğlu’nu da Pavarotti’yi de, Del Bosque’yi de, Löw’ü de ve Gazi Yaşargil’i de içinde barındıramaz. Nitekim yıllardır birçok Süleymanoğlu ve Pavarotti barınamadı.
Çünkü o şartları yaratanlar, böyle mükemmelliklerden çok uzakta olan kişi ve kurumlardır ve o şartları büyük ölçüde kendileri yaratmışlardır.
Evet, bu işte bir iş var.
Süleymanoğlu ve Pavarotti ve de Yaşargil bizim şartlarımıza uymuyorlar.
Ama onları bu şekilde değerlendirenler de çağa uymuyorlar.
Ya Süleymanoğlu ve Pavarotti’yi (ve onlar gibileri) içimizde barındıracağız ya da ötekileri.
İkisine birden imkan yok.
Milletimizin gözünü daha çok açacak olayların, daha sık olması dileğiyle.
M.Tınaz Titiz (1990 Ocak)>>
15 Temmuz 2014
14 Temmuz 2016
-
Tem 02 2014 Yargıları askıya almak: İyi de nereye kadar?
Özellikle günümüz dünyasının kargaşa ortamına uzaktan baktığımızda görünen büyük resim, çatışmaların büyük çoğunluğunun tek sebepten kaynaklandığını ve bu çatışmalarda üste çıkmak için pek az sayıda “araç” kullanıldığını gösteriyor.
Başlıca çatışma kaynağı..
En altta yaşamını sürdürmek, üst üste katmanların tepesinde ise potansiyellerini gerçekleştirmek yer alacak şekilde bir ihtiyaçlar piramiti (tıklayınız).
Piramitin her katmanındaki her bir ihtiyaç, bir miktar “yoğunlaşmış enerji formuna”na (güneş ışını, bitki, odun, kömür, petrol, gaz gibi) ihtiyaç gösteriyor. Daha da yoğunlaşmış formlar (eşya, canlılar, bilgi gibi) yine birer enerji türü.
İnsan –yapısı gereği- durmaksızın bu piramitin tepesine tırmanmaya çalışırken (yani daha az zahmet daha çok konfor) sürekli olarak enerjiye[1] ihtiyaç duyuyor; duyuyor ama, her nedret ürünü gibi enerji de (çeşitli formları) bol bulama bulunmadığı için, süreç ister istemez sahip olan birilerinden güzellik, hile ya da zorla almaya dönüşüyor. Çatışmaların bir kaynağı bu.
Diğer çatışma kaynağı ise, yine gereksinilen enerjinin kapışılmasındaki dağılım eşitsizliği. Örneğin birisi pirzola, diğeri ise kuru ekmek yiyen kişiler, kesimler, toplumlar çatışmaların bu ikinci kaynağını oluşturuyor.
Bu iki (aslında tek) çatışma kaynağı, milyonlarca insanın birbirine değişik isimler altında uygulayageldiği kırımların özünü oluşturuyor. Sürekli aşağıladığımız hayvanlar ise insan türüne göre meselenin temelini daha iyi kavradıkları için, bu mücadelenin sınırını birinci basamak ihtiyaçla sınırlı tutma bilgeliğini gösteriyorlar ve çatışmaların çapını çok medeni düzeyde tutuyorlar.
İnsanlar muhtemelen kıskançlık nedeniyle bu medeni tutumu “hayvanca” şeklinde niteliyorlar. Keşke bizler de hayvanca davranabilseydik!
Başlangıçta çatışmaların bir kaynağı olmasa da, uzunca süren çatışmaların kendini sürdürmek gibi bir de yan etkisi olabiliyor. Çatışmanın bizzat kendisi, çatışmanın devamı için bir neden olmaya başlıyor. Bu geri-besleme olgusu, uzun süre savaşan askerlerin, savaş bittikten sonra barış dönemine uyum sağlayamaması şeklinde kendini gösteriyor.
Kullanılan başlıca araçlar..
Birbirleriyle ilgisiz gibi görünen onca çatışma türünün aynı bir kaynaktan türemiş olması kadar şaşırtıcı olabilecek bir diğer konu da, bu çatışmalarda kullanılan araçların azlığıdır.
Piramite tırmandıkça ortaya çıkan ihtiyaçları gidermek için çatışanlar, güzellikle (yani ticaret) ve/ya hile ile (yani akılsızlığın sömürüsü) ve/ya zorla (yani terör, iç savaş, savaş) yollarını kullanıyorlar.
Başlıca üç grupta sayılsa da çeşitli kılıklar altında ortaya çıkabilen çatışma araçları ise, o pek güvendiğimiz aklımızın bir özelliğinden yararlanıyor: Kolay yargı!
Kitle hareketlerinin ortak özelliklerinin başında gelenin, bir yargıya kolayca ve kesinlikle teslim olma hali olduğu, Eric Hoffer’in Kesin İnançlılar adlı kitabında, gerçek hayattan alınmış çarpıcı örneklerle açıklanıyor.
Kolay yargı sorunu (hastalık dememek için), herhangi bir öğretinin maksimlerini merak edip sorgulamadan kabul etmek, ona “inanmak”, sorgulanmasına rıza göstermemek anlamına geliyor.
Tüm radikal grupların vazgeçilmez ihtiyacı: Kolay yargılı insan malzemesi..
Her nerede bir radikal hareket varsa orada mutlaka sorgulamayan (kolay yargılı) insan malzemesi olmalıdır. O hareket içinde niçin yer aldığını, kendisinden yapması istenilenleri niçin yapması gerektiğini sorgulayan insanlardan bir radikal grup oluşturulabilir mi?
Radikal hareketler günümüz dünyasını cehenneme çevirdiğine göre, öncelikle doğası anlaşılmak gereken olgu, kolay yargının nasıl oluşup yaygınlaşabildiği değil midir? Öyle ise, nasıl oluyor da dünyada radikal hareketlerle mücadele adına, onun “kolay yargılı insan” malzemesinin oluşumunu destekleyen unsurları anlamak için bir girişim yoktur?
Türkiye özelinde, sürekli olarak radikal eğilimlerin güçlenmesinden yakınan ve yeni Atatürk’lere umut bağlamış kesimler nasıl olup da bu eğilimlerin kökündeki sorgulama tembelliğinin yarattığı kolay yargı tümörünü görmezden gelirler?
Örneğin demokrasi ya da din..
Örneğin demokrasi öğretisi sorgulanmayıp bir inanca dönüştürülürse, onu oluşturan yapı taşının “birey” olduğu, birey’in temel özelliklerinin ise “yaşam tercihlerini ve de sorunlarının çözümünü başkalarının iradesine bırakmamak” olduğu kolayca atlanıp, seçimden seçime oy vermek gibi bir düzeye indirgenebilir. İradesini ipotek etmiş kişilerden oluşan toplumların ise demokrasi adı altında nerelere sürükleneceği ise çok yaşanmış trajediler değil mi?
Bu arada işaret edilmesi gereken bir nokta, sorgulamak deyimiyle kastedilenin, bir öğreti (ya da ilkeyi) gözden düşürmek amacına yönelik eylemler olmadığı; tam aksine, ancak sorgulanmış söylemlerin “daha inanılabilir” hale geleceğidir.
Demokrasi ile benzer bir sorgulanamazlık din kurumu için de geçerlidir. Genel söylem, din kurumunun –özellikle de imân’ın- sorgulamaya kapalı olduğudur. Sokaktaki çoğunluk dini söylemleri –arzu etse dahi- sorgulamayabilir. Ama acaba, düşünmekten korkmayan, inandığı doğruları kaybedebileceği korkusu taşımayanların durumu nedir?
Askıya alınmış yargı kavramı..
Bu kavram basit ama son derece yaratıcı bir buluştur denilebilir. Çünkü, dogmatik yargıların sorgulanması karşısındaki en önemli engel durumundaki sorgulanan yargıya duyulan saygı ve inancın sorgulama sürecinden zarar göreceği şeklindeki korku, dogmatik yargı bir süreliğine askıya alınarak aşılabilir; askıya alınan yargı ise, sorgulama sonunda tekrar “askıdan” indirilir.
Bir yargının askıya alınması somut olarak ne demek?
Herhangi bir yargı aslında, bir bilgi, bir tahmin, bir içe doğuş ve benzeri kaynaklı bir “ikna oluş”tur ve temelinde, bu kaynaklara duyulan güven ve o güvenin yarattığı rahatlık yer almaktadır. Rahatlık, sürekli olarak kendini genişletmek eğiliminde olduğu için, zamanla yargının çevresi, hiç de ikna olmaya yeterli olmayan bilgi, tahmin vb ile dolup genişlemeye başlar.
İşte askıya alma, kısa bir süreliğine bu rahatlıktan vazgeçmek ve öylece oluşan boşluğa merak ve endişe karışımı olarak kendini gösteren bir duygunun dolmasına izin vermektir. Bu esnada, sorular sorarak, rahatlık yaratan tüm öğelerin dayanakları sorgulanır ve dayanaksız görülenler ayıklanır. Bu süreç bir defa deneyimlendikten sonra, yargı özü zaman içinde tekrar sorgulanarak güvenilirliği artar.
Nitekim, çoklukla sorgulanamaz olarak kabul edilen “imân”ın, taklidî ve tahkikî olmak üzere ikiye ayrılmış ve de makbûl olanın tahkikî imân[2] olarak belirlenmiş olmasının nedeni de budur.
Yüzde 99’unun Müslüman olduğu sürekli tekrarlanan toplumumuzda, inancın özünü oluşturan imân tahkikinin hiç konu edilmeyişi; buna karşı onlarca medya kanalında yüzlerce din uzmanının binlerce ayrıntı öğüdü vermesi acaba meraksızlığın mı, cehaletin mi yoksa bilmediğimiz bir başka eğilimin mi işaretidir?
Neye ve de niçin imân ettiğini tahkik etmeyi önemsemeyen, ama bir yandan da toplumu inanan-inanmayan diye kutuplaştıran söylemler karşısında IŞİD ya da onlarca benzeri söylem ve eylem ayıplanabilir mi?
Kutuplaşmalar için önlem olabilir(mi?)
Yargıların askıya alınarak, onları çevreleyen “özle ilgili olmayan” bölümlerinden ayrılıp daha yoğun birer öz haline getirilmeleri, sadece dinî bağlamda değil birçok alanda kutuplaşmaları önleyebilecek bir yöntem[3] olarak kullanılabilir. Çünkü sıklıkla gözlendiği gibi kutuplaşmalar, sorgulanmadığı için çevresi genişlemiş kavramlar yoluyla doğmaktadır.
Dinî bağlamdaki mezhepler nasıl ki çevresi özle ilgisi olmayan ayrıntıların “inanç” kapsamı içine girmesiyle doğduysa, benzer şekilde işçi-işveren, genç-yaşlı, Türk-Kürt, iktidar-muhalefet, sağ-sol gibi kutuplaşmış alanlar da özle ilgisi olmayan ayrıntıların geniş birer “inanç” alanı oluşturmasıyla ortaya çıkmışlardır. Bu yargılar askıya alınıp sorgulamaya tabi tutulabilseydi, birbirleriyle neredeyse ortak yanı bulunmadığı düşünülen kutuplaştırıcı yargıların çerçevesi çok daralabilirdi ve halâ daralabilir.
Giderek kaosa dönmekte olan sınırlarımızın ötesi için endişelenmek ya da hiç endişelenmemek yerine, askıya alınacak yargılarımızın –bireysel, kesimsel ve toplumsal olarak- neler olduğunu düşünmek hem bilimin hem inancın bir vazgeçilmezi değil midir?
2 Temmuz 2014 Çarşamba
[2] Bkz. Tahkiki İman, https://bit.ly/37Xi22M
[3] Buna günümüz Türkçesiyle “sorgulanmış (tahkikî) kavramlar” denilebilir.
-
Kas 24 2013 Görsel Not Tutma (Visual Note Taking)
Eğitimin başlıca amaçlarından birisi de kendini doğru ifade edebilme ve ifade edilenleri doğru anlayabilme becerisi kazanmaktır denilebilir. Hattâ denilebilir ki tüm dersler, değişik alanlara özgü ifade yöntemleri’dir.
– Coğrafya, “yer” ile ilgili bilgileri harita, fotoğraf, grafik, yazı, söz vb araçlar ile,
– Tarih, “geçmiş” ile ilgili bilgileri yukarıdakilere ek olarak kronoloji şeritleri ile,
– Matematik, “sayı ve şekiller” ile bilgiler için özel notasyonlarla,
– Ve birden çok alan ile ilgili “olayları” ifade etmek için özel olarak geliştirilmiş araçlar [1] kullanılıyor.
Bunların hepsi aslında heyecan verici buluşlar, ama öğrencilerin derslerde not tutmalarını kolaylaştırmak için geliştirilmiş bir tanesi daha da ilginçtir: Cornell not tutma sistemi (bkz. http://bit.ly/9NcDI). Üstelik de bu konuda yapılmış birçok araştırma [2] var.
Öğrencilik yıllarında, bir yandan dersi dinleyip bir yandan not tutmanın en riskli yanının, aynı anda bu ikisinin yeterince dikkat yoğunlaştırmaya izin vermeyişi olduğunu deneyimlemeyen pek kimse yoktur.
https://www.youtube.com/watch?v=3tJPeumHNLY adresinde Rachel Smith, konuşmasının 1’45”nci dakikasında “bir bütün olarak ve tam olarak dikkatini vermek”ten söz ediyor ve ardından, yaşamını “dikkat verme” yoluyla nasıl kazanmakta olduğunu anlatırken “dikkatini vermek” kavramına dikkat çekiyor.
Rachel Smith’in her iki sunumu:
- Görsel Not Tutma tekniğinin ne kadar bir hızla yaygınlaştığını,
- İnsanların –genç, yaşlı, çocuk, amir, memur- çeşitli seminerlerde bu tekniği öğrenmek için nasıl çaba harcadıklarını, dolayısıyla da nasıl devasa bir pazar oluştuğunu,
- Bizim bütün bunları ancak mal ve hizmet ürünlerinin içine gömülü biçimde satın aldığımızı ve
- Satın alırken de bunları üretenlere değer transfer ettiğimizi [3] (ve bu arada da sömürülüyoruz diye bağrışmakta olduğumuzu)
anlatıyor. Özellikle de o son derece mütevazı edasıyla, yaptığı işin sadece “dikkatini vermek” olduğunu, bu kavramdan nasıl yepyeni işler (istihdam anlamında) doğduğunu izlemek ilham vericidir.
Çocuklarımızı yetiştirirken yabancı dil öğrenme konusundaki çabalarımızı yöneltmemiz gereken esas yönün, “kendini ifade etme ve ifade edilenleri anlama” konusundaki çeşitli araçları öğrenme / keşfetme / gerekirse icadetme olduğu bir kere daha net olarak görünüyor.
Torunlarımızı, “yarınlarda bu keskin rekabet içinde nasıl iş bulacaklar” endişesi ile, önünde kuyruklar oluşacak işlerden pay kapmaya zorlamak yerine, bu yüzyılın yeni iş alanlarının başlarında gelen bu ve benzeri alanlara yönlendirebilmeliyiz.
Türkiye’de eğitim adına yaptığımız –büyük çoğunluğu eğitimle değil ideolojilerle ilgili- tartışmalarda hiç adı geçmeyen ve dünyaya yayılan Cornell Not Tutma Sistemi de, daha iyi eğitim kavramının temel taşının kendini daha iyi ifade etmek ve ifade edilenleri daha iyi anlamak olduğunu gösteriyor.
Resimlerle (görsel) düşünme (visual thinking)
Sözü getirmek istediğim yer sadece okullarla ilgili değildir. Her ne kadar okullar kendini ifade etme becerisinin kazanıldığı yerler olsa da, yaşamın bütünü bu kavram çevresinde akıyor. Edindiği deneyimleri başkalarıyla paylaşmak isteyen bir kişi bunu çeşitli yollarla yaparken aslında esas yaptığı “kendini ifade”den başka bir şey değildir; ister bilimsel makale, ister roman, ister gazetede köşe yazısı ya da bunların TV’deki karşılıklarıyla uğraşsın..
İnternette yüzlerce konunun her birisinde farklı konularda kendini ifade etmek isteyen ve her biri kendi alanında uzman sayılan kişilere ait film klipleri [4] var.
Bunlar ve diğerleri, görsel öğrenme (visual learning) denilen bir “KEndini Daha etkili İfade etme” (kısaca KEDİ 😊) teknolojisi oluşturmuş durumda.
KEDİ’nin niçin bu denli etkili olabildiği ve dünyada bu denli hızla yayıldığı düşünülünce şu görülüyor: Kişilerin kendilerini ifadeleri sırasında, değer iletişimi [5] (value communication) ilkesinin ne kadar farkında olduklarına bağlı olarak %10 ila %95 arasında “dolgu malzemesi” kullanılıyor. Tabii ki her dolgu birimi (sözcükler), dinleyeni / izleyeni bir ölçüde odak dışına itiyor; hatta çoğu zaman savrulduğu o odak dışı alandan çıkamıyor ve sonunda hiçbir şey anlamıyor.
İşte, sesli anlatımın üzerine bindirilmiş grafik görseller bu dolguları büyük ölçüde sildiği için, bir çeşit esas anlatım rotasında tutan jiroskop işlevi görüyor.
Şimdi bunlara dayanarak bir kehanet üretilebilir.
Bundan sonra:
1. İşlerini, kendini sözel olarak ifade ederek yapan:
1.1. Politikacılar,
a. Meclis kürsüsünde konuşan parlamenterler,
b. Açık hava toplantılarında meydan nutku verenler,
c. Basın toplantısı yapanlar vbg1.2. STK mensupları
1.3. Camilerde (vaaz, hutbeler)
1.4. Eğitimde
a. Okullarda
b. Askeri eğitimde (özellikle düşük eğitim düzeyindeki kişilerin kışla eğitiminde)
2. Reklamcılar: (açıklamaya gerek yok)
3. Ticaret erbabı: Pazarlamada (hatta kapıdan kapıya pazarlamada dahi kullanılabilir)
4. Kamu yönetiminde:
4.1. Kamu spotlarında
4.2. Kamu görevlilerinin eğitiminde5. Bir beyin fırtınasında üretilebilecek yüze yakın diğer kullanım alanlarında KEDİ’nin çok yaygın kullanılacağı görünüyor. Görsel Not Tutma ile ilgili kaynakçalarin [6] incelenmesi konunun geldiği boyutları açıkça gösteriyor.
Bu yaygınlık, şimdilerde iş yaşamına da atlamış durumda. Görsel kolaylaştırıcılık (visual facilitation) adı verilen bir meslek, “dikkatini vermeyi”, “bir toplantı sırasındaki tartışmalar içinden anahtar ifadeleri seçmeyi”, “o ifadeleri, kendi grafik arşivi içindekiler yoluyla çizmeyi” ve bunları toplantı katılımcılarına göstererek, nereye gittiklerini bilmelerini” sağlıyor.
Bu teknolojiyi öğrenmemiz gerekiyor..
Kız ve erkek öğrenciler birlikte eğitilirken ne gibi sakıncaların doğabileceğine kafa yoran insanlarımız, bu mesainin küçük bir bölümünü de, bu küçücük dünyamızın dışındaki her cinsiyetten, her yaştan, her meslekten insanın, bulabildiği imkanlarla bu teknolojiyi öğrenmeye çalıştığını; bir yandan da bu alanda yetişmekte olan kişilerin, seminer, webinar, kurs, konferans, makale vd yollarla bildiklerini aktardıklarına ilgi göstermeliler.
24 Kasım 2013
[1] Örneğin http://bit.ly/18yu7nH, http://bit.ly/2xhuhB
[2] http://bit.ly/9NcDI adresindeki sayfanın altındaki referanslar işin ne denli ciddiye alındığını gösteriyor.
[3] Değer transferi hakkında bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/deger-transferi
[4] Birkaç örnek için bkz. https://unanimous.ai/, https://bit.ly/43o5h9f, https://bit.ly/3OXnS7G, https://youtu.be/k2-fWhkGQl0
[6] Çeşitli konularda bilgi edinmek / araştırma yapmak isteyen kişilerin ilk gereksindikleri şey, o alandaki birikimleri incelemektir. Bu ise bilimin vazgeçilmez öğesi demek olan “kaynakça”dır. Ülkemizde ilk kaynakça çalışmalarını yapan Katip Çelebi’den (1609-1657) sonra ilk defa bu konuya eğilen kişi Bülent Ağaoğlu’dur. Söz konusu adresteki kaynakça da kendisince yapılmıştır.
-
Tem 19 2013 Taksim Gezi Parkı olaylarının nedenlerinin irdelenmesi
Taksim Gezi Parkı olaylarının nedenleri ve sonuçlarını irdeleme amaçlı sanal beyin fırtınasının (e-BF) süzülmüş sonuçları.. (Rev 3.0 – 16.07.2013)
ÖZET
Gezi Parkı olayları ilk defa karşılaşılan bir toplumsal olay gibi görünse de, aslında çeşitli kisveler altında çok sık olarak ortaya çıkan bir durumdur. Şablon’un aşamaları şöyledir:
(1) Biz bir sorun yaratırız ya da önümüze bir sorun konulur ,
(2) Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK) yetmezliği nedeniyle sorunu çözemeyiz,
(3) Yurt içi ve dışındaki çeşitli niyet sahipleri bu çözüm yetmezliğini kullanarak sorunu derinleştirir ve kendi amaçlarına katkı sağlamaya çalışırlar –ki bu süreç yerçekimi kadar doğal sayılmalıdır-,
(4) Bu sürecin doğallığını ve temel nedenin Sorun Çözme Kabiliyeti’mizin yetersizliği gerçeğini reddedip, iç ve dış düşmanlarımızın komplo kurduğunu iddia eder, onları aşağılar, cezalandırırız,
(5) Böylece, evvelce karşımızda olmayanları da kendimize muhalif hale getiririz,
(6) Sorun Kimyası uyarınca yeni sorunlar üremeye başlar,
(7) GİT (2)
Bu 7 adımlı şablon UEFA’nın şike konusundaki kararına, Suriye ile düşman hale gelmemize ya da Gezi Parkı’ndaki demokratik tepki başlangıcını yönetmekteki zaafiyete uygulandığında şaşmaz biçimde benzer şekilde işlemiştir.
Gezi Parkı protestolarının da durup dururken ortaya çıkmadığı, bir dizi SÇK yetmezliğinin sonucunda ortaya çıktığı bu belgedeki ortak akla dayalı incelemede net olarak görülmektedir.
Gezi Parkı olayları, genelde aşağılama, özelde cumhuriyet değerlerinin aşağılanması, din-mezhep temelli ayrımcılık, yaşam tarzına müdahale, tek adam temelli otoriter yönetim ve polis şiddetinin, birikmiş rahatsızlıklar’la birleşmesiyle oluşmuş, meşruiyeti sağlam bir taşıyıcı üzerine binmesi kaçınılmaz olan iç ve dış niyetlerin açık ve/ya örtülü bileşiminden ibarettir.
Bu olgunun nedenleri iyi anlaşılırsa, çoğunluk egemenliğinden çoğulcu demokrasiye geçiş için bir kazanım olarak değerlendirilebilir. Aksi halde sorunun giderek derinleşeceğinden kuşku duyulmamalıdır. Çünkü yukarıdaki şablon bir doğa kuralı kadar hatasız işlemektedir.
GİRİŞ
Doğruların neler olduğu koşullara bağlı ise de, bir dizi koşul altındaki doğrulara erişmek için iyi yollardan birisi de, “analiz edilmek isenilen konuyu, onu iyi ifade edebilen sorulara çevirmek, sonra da bu sorulara ortak akılla cevap arayabilmektir” denilebilir.
Bu yaklaşıma göre Taksim Gezi Parkı olayları için aşağıdaki üç soru ve bir de bunlarca kapsanmayan diğer cevaplar için dört başlık oluşturulmuştur. Bunlar:
- SORU 1) Bu toplumsal hareketi oluşturan birbiriyle etkileşim içindeki nedenler arasında, bütün resmi etkileyen “en doğurgan birkaç neden” sizce nelerdir?
- SORU 2) Farklı değer yargılarına sahip kesimlerin birlikte barışık yaşayabilmeleri için, sizce en önemli ortak değer ne olmalı?
- SORU 3) Çoğulcu (plüralist) demokrasi, erişilmek istenen bir hedef ise, bu süreç içinde hükûmetlerin rolünü en iyi açıklayabilecek yol gösterici ilke sizce ne olmalı?
- Ilk 3 soru tarafından kapsanmadığı düşünülen fikirler.
Bu sorulara verilebilecek cevapların farklı yer ve zamanlarda, birbirleriyle etkileşmeksizin oluşturulması yerine, kalabalıkça bir grubun, internet üzerinden on-line olarak ve bir beyin fırtınası (e-BF) şeklinde yapılması yoluna gidilmiştir. Bu amaçla:
- Toplam yaklaşık 180 kişiye katılım çağrısı yapıldı (tüm BN üye ve gönüllüleri ile, onların referansları ile çağrılanlar).
- Davet edilen 137 kişiden (yanlış e-posta adresi, seyahat, yönteme yabancılık, kişisel neden vbg) çeşitli nedenlerle cevap alınamadı; 41 kişi katılacağını teyit etti ve teyit edenlerden de 25 kişi 20 Haziran’daki e-BF’ye fiilen katıldı.
- Katılımcılar İstanbul, Yalova, Ankara, İzmir, Trabzon, Washington DC ve Colorado’dan on-line olarak katıldılar. 3 saat süren e-BF sırasında yukarıdaki sorulara toplam 827 cevap ürettiler.
- Çalışmadan beklenen yararlardan birisi de değişik yerlerdeki çok sayıda katılımcının etkileşimli olarak, hatta zaman zaman chat yaparak çeşitli sorunların çözümü için fikir üretebilmeleri oldu.
Beyin fırtınalarında üretilen fikirlerin önce gruplandırılmaları, sonra da süzülmeleri nesnel bir süreç değildir. Gruplama ve süzmeyi yapacak, sonra da bunları yorumlayacak kişi sayısı kadar farklı sonuç elde edilebilir. Aşağıdaki sonuçlar incelenirken bu özellik dikkatten kaçırılmamalıdır.
Tek doğru tuzağından kaçınabilmek için, e-BF sonunda üretilen 827 fikir aynen tüm katılımcıların bilgisayarlarına indirilebilmiştir. Böylece, her katılımcı kendi ölçütlerine göre süzme yapıp sonuçlar çıkarabilir.
Bu raporda yazılanlar, sorulan üç soru ile bunlarca kapsanmayan konulardaki cevap ve fikirler içinden, “soruya en çok katkı yaptığı değerlendirilenler”in moderatör görüşleri ile birleşimleridir. Bunların salt moderatör görüşleri olmadığına özellikle dikkat edilmelidir.
Özet olarak, sonuçlar birkaç bakımdan ümit vericidir. Birincisi, bundan böyle yapılabilecek ortak akıl çalışmaları için etkili bir yöntem denenmiş ve işlerliği görülmüştür. İkinci olarak ise, önemli bir konuda, tek yönlü bakış açıları yerine akla gelebilecek tüm yönler irdelenmiştir. Yeni bir e-BF için, daha iyi hazırlık yapılması, yöntem yabancılığını aşabilecek bilgilendirmelerin yapılması gibi öğrenme kazanımları da unutulmamalıdır.
AÇIKLAYICI NOTLAR
(1) e-BF sonuçlar için siyah ve URL adresleri için ise alt çizgilimavi font kullanılmıştır.
(2) Gerek gruplandırmalar, gerek moderatör katkıları ve gerekse katılımcı yorumları tamamen kişisel görüşleri yansıtmakta olup, başka kişileri ve kurumları bağlamaz. Aynı belge üzerinde farklı kişiler farklı gruplamalar ve farklı yorumlar yapabilirlerdi.
(3) Sayfa düzeni açısından seçilen font Cambria 11 punto olup, kolay okuma için sayfa %150 gibi bir büyütme ile görüntülenebilir.
(4) Rapor MS WORD ve PDF olmak üzere iki ayrı formatta düzenlenmiştir. Doğrudan yazılmış URL adreslerine tıklanmasında sorun yoktur; ancak söcüklere bağlı URL adresleri bazı Acrobat Reader okuyucularda görüntülenemeyebilir. Bu gibi durumlarda belgenin MS WORD formatlısına bakılmasıdır.
İyi okumalar.
Moderatör: Tınaz Titiz ,
16 Temmuz. 2013
BAŞLIKLAR
SORU 1
1. Protesto olaylarinin morfolojisi
1.1. Çok bileşenli sosyal taşıyıcı
1.2. Lidersiz, plansız
1.3. Ateşleyici öğeler
1.4. Sürdürücü nedenler
1.5. Faydalanıcılar
1.6. En temeldeki kök neden
1.7. Nedenlerin ağırlıklandırılması
2. Birikmiş rahatsizliklar
2.1. Kapitalizmin eziciliği
2.2. Korku Ortamı
2.3. Ayrımcılık
2.4. Aşağılama
2.5. Otoriter yönetim
2.6. Yaşam tarzına müdahale
2.7. Uluslararasi boyut
2.8. İletişim yetersizliği ve kavramlara farklı anlamlar yüklenmesi
2.8.1. İletişim kanallarının azlığı
2.8.2. Demokratik ortam eksiği
2.8.3. Çalışmanın tekrarı
2.8.4. Ortak kavram tabanı eksiği
SORU 2
3. Saygılaşım ve dini değerler
4. Dil
5. Temel hak ve özgürlükler
6. Sözleşme – fayda esaslilik
SORU 3
7. Ortam hazirlayicilik
8. Sorun çözücülük
9. Hukuk, hesap verebilirlik
ILK 3 SORU TARAFINDAN KAPSANMADIĞI DÜŞÜNÜLEN FİKİRLER
10. Katılımcıların soru önerileri
10.1. “Dış güçler”in bir ülkeyi “kaos”a sürüklemesinin ortamını kimler, nasıl hazırlar?
10.2. Nitelikli kesimlerin ilgi eksiği sorunu nasıl aşılabilir?
10.3. Peki ne yapmalı?
10.4. GP eylemcileri STK / siyasi partide yer alır mı?
10.5. GP eylemlerinin STK gelişimine etkisi
10.6. Cumhuriyet ile hesaplaşma
__________
SORU 1) Bu toplumsal hareketi oluşturan birbiriyle etkileşim içindeki nedenler arasında, bütün resmi etkileyen “en doğurgan birkaç neden” sizce nelerdir?
- PROTESTO OLAYLARININ MORFOLOJİSİ
1.1. Çok bileşenli sosyal taşıyıcı: Genelde aşağılayıcılık, özelde cumhuriyet değerlerinin aşağılanması, din-mezhep temelli ayrımcılık, yaşam tarzına müdahale, tek adam temelli otoriter yönetim, polis şiddetinin, birikmiş rahatsızlıklar’la birleşmesi.
Önerilebilir Eylem: Tanımları üzerinde genel uzlaşı bulunmayan kimi cumhuriyet değerlerinin (laiklik, bağımsızlık, egemenlik gibi) ortak bir tanıma kavuşturulması için katılımlı bir tanım çalışması yapılabilir.
1.2. Lidersiz, plansız
Önerilebilir Eylem : Spontan başladığı gözlemlenen olayların, amaçlananın dışındaki yönlere evrilmeyip, aksine çoğulcu demokrasinin yeşerebilmesi için, Taksim Platformu ile işbirliği halinde bir manifesto ve yol haritası hazırlanabilir.
1.3. Ateşleyici öğeler: Gezi parkı ağaç sökümü, topçu kışlası israrı, gençliğin yoldan çıkmışlığına karşı islâh edilmeleri söylemi.
1.4. Sürdürücü nedenler: Kullanılan kriz yönetimi araçlarının, bizatihi krizi oluşturan nedenler oluşu (pozitif feedback)
1.5. Faydalanıcılar: Yurt içi çeşitli örgütler ile yurt dışı çeşitli istihbarat servislerinin kendi özel amaçları.
Önerilebilir Eylem : Değişik ve zaman içinde değişebilir Sorun Çözme Kabiliyetlerine sahip toplumların kaotik bir yapı içinde amaçlarına erişmek için mücadele içinde olduğu uluslararası ortamda:
– bir toplumun bir sorunu’nun, bir diğerinin nasıl “koz”u haline gelebildiği,
– toplumların içinde ve dışında, söz konusu kozları kullanmak yolunda nasıl örgütlenmeler geliştiği (Bkz 10.1)
bir güç mücadelesi simülasyonu yoluyla incelenebilir. Akademik kuruluşlar içinde böylesi bir benzetim çalışmasını yapmak isteyenler aranabilir.
1.6. En temeldeki kök neden: Kendi sorunlarını çözmek ile eş anlamlı bir kavram olan “demokrasi” ile bağdaşmayacak düzeyde düşük “sorun çözme kabiliyeti” ve onun türevlerinden birisi olan “yetersiz liderlik üslubu”.
Önerilebilir Eylem : Hemen daima soyut bir kavram olarak işlenegeldiği için somut ön koşulları gündeme gelememiş “demokrasi”nin, halkın kendini yönetmesi özü’nün aslında bunun yüksek sorun çözme kabiliyeti’ne sahip bir halk demek olduğu (Bkz 2.5) yolunda bir iletişim kampanyası yapılabilir.
1.7. Nedenlerin ağırlıklandırılması (kritik düşünce): Gezi Parkı olaylarını “anlamak” amacına yönelik BF’nda ortaya konulan nedenlerin (ana başlıklar olarak) ağırlıklandırılması önemlidir. Kritik (eleştirel) düşünme bu ağırlıklandırmaya yarasa da, aralarında çapraz ilişkiler bulunan karmaşık olayları ağırlıklandırmak için daha sofistike ağırlıklandırma yöntemlerine ihtiyaç var.
Bunlardan birisi, BN’nın Rüşvet Olgularının İncelenmesi amacıyla kullandığı EZ-Impact [1] adlı çapraz etki analizi (cross impact analysis) yazılımıdır [2]. Üniversitelerimizin sosyal bilim bölümlerinin ilgi göstermesi halinde gerekli paylaşım sağlanablir.
Önerilebilir Eylem : (1.5)de önerilen eylem için önerilen benzetim (simulasyon) aracı bu amaçla da kullanılabilir.
2. BİRİKMİŞ RAHATSIZLIKLAR
2.1. KAPİTALİZMİN EZİCİLİĞİ
Ortak Katılımcı Görüşü: Giderek ezici, vahşi kapitalizmin, yaşamın her alanında kendini göstermesi.
Önerilebilir Eylem : Ezici kapitalizmin, sosyal piyasa ekonomisi adı altında ehlileştirilmesi taahhüdünü siyasi partilerin programlarına almaları için bir etik güvenceyi imzalamaları, etkili bir eylem olabilir.
Daha kısa vadeli önlemler ise, kişilerin pazarlık güçlerini (bireysel rekabet güçleri) artırabilecek eğitimlerin yaygınlaştırılması ile aileler arasındaki dayanışmayı sağlayabilecek bir projenin yerel yönetimler eliyle uygulamaya konulması olabilir.
Bu üç girişim de, bu konuyu destekleyebilecek STK nezdinde (örneğin Anti-Kapitalist Müslümanlar, Toplum Gönüllüleri Vakfı vb) tanıtılabilir.
2.2. KORKU ORTAMI
Ortak Katılımcı Görüşü: Hukuk’a güven yok, korku var.
Önerilebilir Eylem : Hukuk ve ona dayalı bir adalet sisteminin, kendini mağdur hisseden herkesin başvurulacak yer olarak varlığına güvenilmesi, korkmama özgürlüğü’nün temelidir.
Bu temel insan hakkının birdenbire gerçekleşmesi beklenemeyeceğine göre, ilk adım toplumda zaten var olan ama adı böyle konulmamış ve de siyaset diline, parti programlarına, politik vaatlere girmemiş olan bu kavramın kamuoyu gündemine getirilmesi olmalıdır.
Bu yolda etkili olabilecek bir araç, 170 civarındaki üniversite ve 80 dolayında hukuk fakültesi nezdinde bir girişimde bulunularak, bu konuda etkili olmalarını talep etmek olabilir. Bir diğer girişim, Dört Özgürlük Ödülü benzeri bir ödül ihdas edilip, bu yolda en etkili çalışan kişi veya kuruma verilmesidir.
2.3. AYRIMCILIK
Ortak Katılımcı Görüşü: Toplum inanan-inanmayan diye bölünmüştü; şimdi bir de mezhep ekseninde ayrım var. Ayrıca, diğer %50 üzerinden tehdit.
Önerilebilir Eylem : Toplumu kendi tek doğrulu görüşlerine göre bölmek isteyebilecek kişi ve kurumlar daima olacaktır. Eğer toplum, belirli ilkeler çevresinde uzlaşan ve bunları “birarada yaşama iradeleri”nin temeli yapabilen bir yapıya sahipse, bu tür bölücü girişimler başarılı olamayacak, aksine girişimler bu iradeyi güçlendirebilecektir.
Aksi durumda ise toplum her an herhangi bir sosyolojik fay hattı (din, mezhep, etnik köken, dil gibi) çevresinde bölünme eğiliminde olacak, uluslararası çok yönlü rekabet ortamı da bu tür eğilimleri istismar edebilecektir.
Buna göre yapılabilecek olan, az sayıda temel ilke (maxim [3]) çevresinde uzlaşabilmektir. Çoğulcu demokrasinin gereği olan dört özgürlük –iyi tanımlanmaları şartıyla- bunun için yeterlidir.
Görünen odur ki, toplumumuzdaki yerleşik kalıp, bu özgürlüklerden birisi olan inanç-ibadet özgürlüğü’nü, sadece İslam inancı ve onun Sünni mezhebinin sınırsız özgürlüğü olarak yorumlamak şeklindedir ve bu konuda bir uzlaşı arayışı yoktur.
2.4. AŞAĞILAMA
Ortak Katılımcı Görüşü: Kürt açılımı / barış süreci bağlamında, Kürt milliyetçilerince ileri sürülen T.C., Türk gibi adlandırmaların kullanılmaması girişimleri, Devletin adının (T.C.) değiştirilmeye çalışılması; Atatürk adı ile birlikte cumhuriyetin kurucularının sistematik aşağılanması yoluyla sürekli bir aşağılanma gözleniyor. Dindar gençlik, kinini unutmayacak gençlik, yoldan çıkmış islaha muhtaç gençlik, ya dindar ya tinerji gibi söylemler de, yönetime hakim din referanslı anlayışı paylaşmayanların aşağılanması anlamına geliyor.
Önerilebilir Eylem :
Sorun’un ideolojik yönü: Cumhuriyet rejiminin en önemli özelliklerinden birisi olan “sorgulayıcılık”, “bilim”, “kuşku” gibi özellikler toplumun geniş kesimlerince benimsenip içselleştirilememiştir.
Bu kesimlerin laiklik başta olmak üzere Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmayışı, bu eğilimdeki siyasal partilere –Cumhuriyetin ilk yıllarından beri- uygun bir alan yaratagelmiştir.
Bu alan basit / zoraki önlemlerle daralabilir olmadığına göre, T.C. yerine Osmanlı özlemlerinin yol açtığı bu sorun için ancak orta-uzun erimli bir yaklaşım söz konusu olabilir. Buna göre: “Sorgulama”, “kuşku” gibi kavramların tüm okul sistemine, özellikle de dini eğitim veren İH okullarının tüm derslerinin dokuları içine yerleştirilmesi [4] için, eğitimle ilgili STK’nın girişimde bulunmaları düşünülebilir.
Sorun’un iletişim yönü: Muhalefet partilerinin benimsemiş oldukları “ayniyle mukabele” yöntemi, misliyle geri dönerek söz konusu aşağılayıcılığın olumsuz etkilerini artırmakta; kutuplaşmayı keskinleştirmekte, ayrıca da bir işe yaramamaktadır.
Gerek iktidar gerekse muhalefet partilerinin dikkatlerinin çekilerek daha yapıcı bir strateji geliştirmeleri istenilebilir.
Önerilebilir Eylem : Kürt açılımı bağlamında ortaya çıkan T.C., Türk gibi adlandırmalardan kaçınılması sorununun kestirme bir çözümü görünmüyor. Tarafların kırmızı çizgileri belirlenmeksizin “ne pahasına olursa olsun akan kanın durması” gibi bir söylem, son derece belirsiz ve sonu gelmeyebilecek taleplere açıktır. Bu söylemin totoloji olmaktan öte bir anlam taşıması için, barış için nelere razı olunabileceği ve olunamayacağı bilinmeli ve bu bağlamda bir uzlaşı sağlanmaya çalışılmalıdır.
2.5. OTORİTER YÖNETİM
Ortak Katılımcı Görüşü: “Çoğunlukçu demokrasi = sandık’tır. Kuvvetler ayrılığı yerine kuvvetler birliği esastır. Ve o kuvvet tek kişiye aittir. Toplumun tüm kurumları o tek sesle uyum içinde olmalıdır” anlayışı. “Doğrular tektir; o da bizim dediğimizdir” anlamına gelen durum.
Önerilebilir Eylem : Siyaset kadroları, oluşumlarından itibaren tek kişilere (genel başkan) biat etmeye ya da eder görünmeye dayalıdır. İktidar ya da muhalefet partilerinde de şablon aynıdır.
Bu şablon, genel başkanlara yaranarak çıkar sağlamayı amaç edinmiş kişilerin ezici bir baskı oluşturmalarına, şablonu benimsemeyenleri pasifize ya da elimine etmeye; bir yandan da genel başkanlarda aşırı bir özgüven oluşmasına yol açıyor. Bu resmin geri planında ise hakim bir toplumsal renk yer alıyor: Övünme!
Bu iki öğe, benmerkezli bireysel özelliklerle birleştiğinde, tek adamcılığın rahatsız edici semptomları ortaya çıkıyor. Bununla beraber sorunun özü bu bireysel özellikler değil, onun yıkıcı hale gelmesine yol açan ortam koşulları, yani yukarıda açklanmaya çalışılan “biata veya öyle görünmeye dayalı siyaset şablonu”. Ezberci eğitimle yetişen bireyler elinde siyasetin rant paylaşım aracı haline gelmiş olması; öyle kalması için direnen “siyaset esnafının” toplumsal dinamikleri doğru okuyup etkin sorun çözme araçları geliştirmesi beklenemez.
Tek adam – otoriter yönetim sorunu’nun bir diğer bileşeni, üzerinde bu denli çok konuşulan demokrasi içinde “sandık bileşeninin ağırlığı”dır.
Eğer “halk”, seçimlere katılan ve katılmayanlar + aramızdan ayrılmış olanlar + henüz doğmamış olanlar’ın toplamından oluşan paydaşlar olarak anlaşılırsa, “sandık”, bu paydaşlar arasında çoğulculuk ortamının kim tarafından oluşturulacağının belirleyicisi olarak anlaşılır.
Ve ancak bu durumda, çoğunlukçuluğun karanlıklarından uzak durulabilir. Buna göre yapılabilecekler:
– Alternatif siyaset anlayışı bağlamındaki az sayıdaki temel ilkenin bir etik güvence olarak ortaya konulup, siyaseti çıkar amaçlı kullanmayacağına söz verenlerin imzalarına açılması. Demokrasi ve siyasal yönetişim modeli burada ortaya konulmalıdır. ABD’de founding fathers bunu Philadelphia bildirisiyle başarmıştır.
– Yeni paradigma, herkesin katılımını sağlayabilen (Ağ Temelli Yapılanma), küçük partilerin koalisyonlarıdır. Yeni siyasi örgütlenmenin yönetişim tarafı kadar kimlerin desteğiyle organize olacağını da görmek gerekir. Görünen o ki çevreci/yeşil bir partinin başarılı olması şansı vardır.
– Yeni anayasada dar bölge sistemi, geri çağırma (recall) kurumlarının getirilmesi için kamuoyu baskısı oluşturulması,
– Sandığın demokrasideki yeri konusunun kamuoyunda netleştirilmesi için yapılması gerekenler konulu bir e-Beyin Fıntınası (e-BF) düzenlenmesi.
2.6. YAŞAM TARZINA MÜDAHALE
Ortak Katılımcı Görüşü: Dini referanslara dayalı yaşam empoze edilmesi (içki, ayran, flörte ayar, minimum çocuk sayısı, vapurdan çıkan kadınlar, kürtaj, zorunlu din dersleri, İH okullarına dönüştürme, dindar gençlik gibi).
İslam dininin, tüm kuralları ile bir bütün (şeriat) olduğu, bunların bir bölümünün kabul edilip bir bölümünün edilmeyişinin “izin verilebilir bir tutum” olmadığı, din bilginlerince ileri sürülüyor.
Diğer yandan, örneğin hırsızlık yapanın elinin kesilmesi, zina edenin taşlanarak katli gibi kurallar, şeriat hükümlerinin toplumca ya hep ya hiç biçiminde kabul edilmeyeceğini gösteriyor. Ayrıca da toplum içindeki farklı inanç gruplarının ahlak anlayışları farklı da olabilir.
Bu basit muhakeme, devlet yönetiminin herhangi bir dini referansa dayanmaması gerektiğini, devlet yöneticilerinin tüm tutum ve davranışlaryla dini referanslardan uzak durmaları gerektiğini gösteriyor. Bu, yöneticilerin sofu düzeyinde de olsa dindar olabileceklerini, ama çoğulculuğun bir gereği olarak bunu sergilememeleri gerektiği anlamına geliyor.
Ayrıca, toplumun çeşitli kesimlerinin kendi özerk alanlarında dine ya da bir başka öğretiye dayalı ahlak kuralları uygulayabilecekleri; ortak yaşam alanlarında ise -dini öğretilerden dahi esinlenebilerek- seküler ahlak kuralları geliştirmeleri anlamına geliyor.
Aksi tutum ve davranışların sadece toplum kesimleri arasında huzursuzluk doğmasına, kendilerine adil davranılmadığı algısı geliştirmelerine değil, bizatihi dini öğretilere de zarar vereceğini görmek gerekiyor. Buna göre:
Önerilebilir Eylem : Toplum kesimlerinin farklı değerlere sahip olabileceklerinin kabulü ile, her birine eşit saygının, ama hiçbirisinin bir diğerine baskı ve/ya koşullandırma uygulamamasının çoğulcu demokrasinin temel şartı olduğunun iletişimi amacıyla neler yapılabileceğinin dindar kesimlerin ağırlıklı olduğu bir grupla e-BF yoluyla aranması.
2.7. ULUSLARARASI BOYUT
Ortak Katılımcı Görüşü: Ortadoğu’nun uluslararası siyasal dinamikleri ve çıkar çatışmaları gözardı edilerek, daha yurt içindeki barış ortamı sağlanmadan, kısa yoldan bölgesel güç olup Osmanlı’yı canlandırmak gibi heveslerle uluslararası planda oyun kuruculuğa soyunulması.
Önerilebilir Eylem :
– “Değer transferi”, “her şey enerjidir” gibi kavramların toplumsal ölçekte iletişimi,
– Sorun Çözme Kabiliyeti düşük bir Türkiye için herkesin düşman sayılabileceği gerçeğinin toplumsal ölçekte iletişimi.
2.8. İLETİŞİM YETERSİZLİĞİ VE KAVRAMLARA FARKLI ANLAMLAR YÜKLENMESİ
2.8.1. Moderatör Görüşü: Demokratik tepki (iletişim) kanallarının azlığı ve yetersizliği (Bkz. Slide 4, 5 ve 16) nedeniyle kişilerin ve STK’nın (kaale alınmayışlarından ötürü) kendilerini yeterince ifade edemeyişleri de öfke birikimine katkıda bulundu.
Önerilebilir Eylem :
– Gezi olayları özellikle sosyal medyanın etkin bir kanal olarak kullanılabileceğini gösterdi. Bu kanalın istismar edilmeden kullanımı için iletişim etik kurallarının belirlenmesi önerilir.
– Halkın oyu ile süreli bir yetki ve sorumluluk almış olan hükümet ve yerel yönetimler ile bir iletişim yararlı olur.
– Gezi parkı eylemine katılmış ve destekleyenlerin içinden rastgele bir grupla iletişim kurulması ve buna benzer bir e-BF içinde görüşlerinin alınması.
– Kullanılan e-BF yönteminin daha geniş kesimlerce kullanımı amacıyla bir webinar (web üzerinden seminer) düzenlenmesi. (Bu konuda çeşitli web siteleri mevcuttur).
2.8.2. Ortak Katılımcı Görüşü: Kişiler fikirlerini ifade edebilecekleri uygun demokratik ortamlar bulamıyorlarsa, ihtiyaçlarını birer politika belgesi olarak hazırlamalıdırlar.
Önerilebilir Eylem : BN’nın elindeki belgeler bu çalışma havuzuna küçük bir katkı olabilir. Bu belgelerin en azından formatları örnek alınarak çeşitli konularda Politika Belgeleri (örn. Hayvan Hakları PB) hazırlanıp, siyasi partilere (iktidar, muhalefet dahil) önerilebilir. Bu yolla, genellemeler yoluyla siyaset yapma üslubu yerine bir politika belgesinin netliği içinde siyaset yapma konusunda da iyi örnekler ortaya çıkabilir.
2.8.3. Ortak Katılımcı Görüşü: Bu çalışma ümit verici oldu. Farklı sorularla tekrarlanırsa -bugün edindiğimiz deneyimlerle- daha iyi sonuçlara varabiliriz.
Önerilebilir Eylem : .
– Bu e-BF çalışmasının, çeşitli sosyal medya gruplarına (Twitter, FaceBook gibi) duyurulması ve katılmalarının özendirilmesi.
– Bu e-BF sonunda bir ortak metin hazırlamak için, İstanbul’da bir Üniversite Kampusu içindeki bir kapalı spor salonunda, karma on kişilik grupların oturduğu masalar ve bir günlük çalıştayın düzenlenmesi.
2.8.4. Ortak Katılımcı Görüşü: Aynı dili konuşmanın koşulu olan “ortak kavram tabanı”, demokrasi, özgürlük, çoğulculuk, sekülerlik vbg kavramlar konusunda eksiktir, bazıları da tahrif edilmiştir. Türk toplumu, bu tanım farklılıkları altında birlikte yaşamaya çalışıyor.
Önerilebilir Eylem : Türkiye ölçeğinde, kavram tanımlama konusunda yetkin bir çalışma grubu oluşturularak, ortak akılla belirleyecekleri az sayıda temel kavramın tanımlarını yapmaları ve sonuçlarının, (senaryo entegrasyonu) yöntemi de dahil olmak üzere toplumsal iletişimi.
SORU 2) Farklı değer yargılarına sahip kesimlerin birlikte barışık yaşayabilmeleri için, sizce en önemli ortak değer ne olmalı?Aşağıda, bu soruya cevap olabilecek katılımcı önerilerinden derlenmiş seçenekler yer almaktadır:
3. SAYGILAŞIM VE DİNİ DEĞERLER
Ortak Katılımcı Görüşü: Din tamamen bireysel planda tutulmalıdır. Kutsal kitaplar bireyler için anlam ifade ederler. Çeşitli inançların karışımından oluşan toplumlar ise kendi yasalarını ihtiyaçlara göre inançlardan bağımsız olarak düzenlemelidir. AB hukuku ihtiyaçlar doğrultusunda sürekli olarak değişmektedir. ABD anayasası 27 defa değiştirilmiştir. Keza Fransa beşinci cumhuriyet dönemini yaşamaktadır.
Toplum kesimlerinin birarada barışık yaşamasını sağlayacak ortak değer ise tek kelimeyle, “saygılaşım” olmalı; yani canlı ve cansız tüm varlıklardan oluşan büyük bütünün parçaları arasındaki karşılıklı saygı (recognition).
Önerilebilir Eylem :
– Saygılaşımı kolaylaştırıcı ortak değer olarak, İslamî inanışın rolü akla gelebilse de pratikte gözlemlenen din algısı’ndaki çarpıklıklar yüzünden bu dinin, paradoksal bir etkiyle ayrıştırıcı rolü oynar duruma düşürüldüğü görülüyor. Buna göre, şekilciliği dinin temeli sayan kısır bakışın ötesinde; İslamî inanış sisteminin hayata yönelik temel değerlerinin (maxims) ortaya koyulması önerilir.
– Çeşitli inançların, çeşitli değerlerin birlikte yaşayabilmesi konusunda çalışmalar yürüten http://www.pluralism.org ile ilişki kurulabilir.
4. DİL
Ortak Katılımcı Görüşü: Birlikte yaşamayı kolaylaştırabilecek öğelerin başında dil birliği gelse de, ortak tanıma kavuşmamış kavramlar, yaşam kolaylaştırıcı değil güçleştirici olabilir. Demokrasi, hak, özgürlük, inanç, laiklik, sekülerlik vbg çok sayıda soyut kavram konusunda bir uzlaşı yoktur. Bu sorun, sorgulama konusundaki tüm tabulardan kurtulabilme ve sorgulama yoluyla yüksek düşünsel ürünler üretebilecek bir düşünme-anlama-ifade etme becerisi’ne erişerek çözülebilir.
5. TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER
Ortak Katılımcı Görüşü: Koşullanmama hakkı ile desteklenmiş temel hak ve özgürlükler, ortak değerler olarak kabul edilebilir.
6. SÖZLEŞME – FAYDA ESASLILIK
Ortak Katılımcı Görüşü: Sosyal Kontrat (bireyin bazı haklarından devlet lehine feragati karşılığında devletin geri kalan hakları korumayı taahhüt etmesi) kavramına esas olacak haklar üzerinde bir toplumsal mutabakat oluşmuş ise sözleşme bir anlam taşır. Ortak kavram tabanının henüz oluşmadığı toplumumuzda, yeni anayasa da bu nedenle yapılamıyor.
Arrow Çelişkisi (http://bit.ly/oacId6) olarak adlandırılan teori, özellikle çoğunlukçu demokrasinin nasıl haksız tercihlere yol açtığını gösteriyor. Özellikle derin kültürel ayrılıklar bulunan ve çeşitli niyetlerle ayrılıkların derinleştirildiği toplumlarda demokrasinin giderek imkansızlaşması bir vakıadır. Bu durumda çoğulcu demokrasinin uzun uzlaşı labirentlerine razı olmak (İtalya örneği) veya ayrı kültürlerin kendi özerk alanlarını kurabildiği federatif sistemler (ABD örneği) veya kalkınmacı diktatörlerin hükümranlığı (Singapur örneği) ya da her kültür grubu için özgün modeller bulup uygulamak (İngiltere gibi) gibi seçenekler irdelenebilmelidir.
SORU 3) Çoğulcu (plüralist) demokrasi, erişilmek istenen bir hedef ise, bu süreç içinde hükûmetlerin rolünü en iyi açıklayabilecek yol gösterici ilke sizce ne olmalı?
7. ORTAM HAZIRLAYICILIK
Ortak Katılımcı Görüşü:
Karmaşık yapılı toplumsal ilişkiler içinde hükûmetlerden beklenen en iyi rol, ilave bir aktör olarak ortaya çıkıp, elinde bulurduğu olağanüstü güçlerle yeni ve dengeleri bütünüyle değiştirebilen bir aktör olması olamaz. Teorik olarak en iyi hükûmet, bu ilişkiler yumağı içine sıfır etki yapan, yani hiç görünmeyen bir hükûmettir.
Bu yaklaşımın ön koşulu, toplumu oluşturan birey, kurum ve kesimlerin, kendileriyle ilgili karar seçeneklerini en katılımlı ve bilgiye en dayalı biçimde oluşturabilme yetisine (teknik deyimle Sorun Çözme Kabiliyeti’ne) sahip olduklarıdır.
Kuşkusuz bu yolla ortaya konulacak seçenekler her zaman için tüm birey, kurum ve kesimleri mutlu etmeyebilecek, aralarında oydaşmaya dayalı bir seçim yapmaları gerekecektir. Bu oydaşmaya dayalı seçim süreci, tüm bozucu etkilerden arınmış bir ortam gerektirir. Seçime konu olan seçenekleri manipüle edebilecek hiçbir etki bulunmamalıdır. Bu ortamı oluşturmak ve korumak bir kuruma ihtiyaç gösterir ki bunun adı hükûmettir.
Hükûmetin ikinci işlevi ise, oluşturdukları özgür ortam içinde ortaya çıkacak seçenekler arasından, programlarında ilan ettikleri ilkeler uyarınca bir optimal seçim yapmalarıdır.
Özet olarak, kararları halk alacak ve bunun uygulanmasını hükûmetler yapacaktır. Bir benzetmeyle, otobüs durağının yerine ve tasarımına halk karar verecek, uygulayıcı organ ise tam olarak bu kararı icra edecektir. Ne azı ne de fazlası.
Hükümetlerin rolünü en iyi açıklayabilecek yol gösterici ilke, “bütün bir toplumun hükümeti olduğunun bilincinde ve yolunda; bireyin ve devletin karşılıklı hukukunun adilane düzenlenmesi ve korunmasının zeminini ve imkanlarını hazırlayıp uygulanmasını güvence altına almak” olmalıdır.
Kuşkusuz pratikte olaylar tam böyle yürümez. Ama ilkeler bunlar olup, olabildiğince buna yaklaşılmaya çalışılmalıdır.
Toplumumuzda sorumluluk taşıma kültürü genelde ihaleye dayalı olduğu için, yukarıda çerçevesi çizilen katılımlı karar alma süreci de ihale edilir. Müteselsil ihaleler sonunda da tüm kararlar tek kişi tarafından alınır. Şimdi bundan şikayet ediliyorsa, bunun sadece bir sonuç olduğuna dikkat edilmelidir.
Önerilebilir Eylem :
Bu görüşler ışığında halkın her ölçekte katılımının sağlanabileceği ortamların özendirilmesi ve buna paralel olarak da çoğulcu demokrasinin bir ihale rejimi olmadığı, içinde senaryo entegrasyonu aracının özellikle kullanıldığı bir iletişim kampanyası olabilir.
8. SORUN ÇÖZÜCÜLÜK
Ortak Katılımcı Görüşü: Ortam hazırlayıcılık rolüne paralel olarak eğer hükûmetlerden mutlaka bir işlev daha bekleniyorsa bu, “eğitim” olmalıdır.
Geleneksel olarak ideolojik benimsetmeye dayalı eğitim sistemlerinin, her türlü dogmadan arındırılmış, rasyonel ve kritik düşünme temelli sorgulamaya dayalı hale dönüştürülmesi ve ezberden (sorgulanamazlık) arındırılması tüm sistemi derinden etkileyebilecek bir adım olabilecektir.
9. HUKUK, HESAP VEREBİLİRLİK
Ortak Katılımcı Görüşü: Hükûmetlerin birinci derecede yol göstericisinin hukuk olması tartışmasız olsa da, hukuka can veren öğenin kavramlar ve kavram tabanında mutabakat olduğu bir gerçektir.
Örneğin, “laiklik” kavramının, birisi “her inancın gereklerinin özgürce yaşanabilmesi”, diğeri ise “kamusal kararların din referanslı olmaması” gibi iki zıt tanımı, iki ayrı kesim tarafından hukukun gereği olarak tanımlanıyor.
ILK 3 SORU TARAFıNDAN KAPSANMADIĞI DÜŞÜNÜLEN FİKİRLER
10. KATILIMCILARIN SORU ÖNERİLERİ
10.1. Katılımcı Sorusu: “Dış güçler”in bir ülkeyi kaosa sürüklemesinin ortamını kimler, nasıl hazırlayabilir?
Önerilebilir Eylem : “Bir Ekonomik Tetikçisinin İtirafları” adlı yayında yeterli ayrıntı vardır. Ayrıca, İstismara Açık Alan kavramı’na da göz atılması önerilir (Bkz. http://bit.ly/WylFPW, sh. 36 ve 91)
10.2. Katılımcı Sorusu: Nitelikli kesimlerin ilgi eksiği sorunu nasıl aşılabilir?
Moderatör Görüşü: Nitelikli kesimin toplum sorunlarına ilgi eksiğine yol açmış olabilecek kimi nedenler şunlar olabilir: Çeşitli mazeretler (seyahat, sağlık, ailevi vd nedenler), korku, utangaçlık, çıkar hesabı, Kafa karışıklığı, kibir, ünvan arkasına saklanma, aldırmazlık, tembellik, “ben fazlasıyla yaptım şimdi başkaları yapsın”, “filan dururken bana sorumluluk düşmez”, tavırları, sürükleyiciler vd.
Ama bunların dışında öyle bir neden vardır ki, o neden, en önemli konularda ihtiyaç duyulan nitelikli kesim katkılarının alınamayışına yol açar. Buna bir isim vermek gerekirse yapışma veya odak iddia denilebilir.
Eğer, sorunlara yol açan nedenlerin sorgulanıp ortaya çıkarılmasında nedensel düşünme’yi, bunların ağırlıklandırılmasında ise kritik düşünme’yi, sağlam bir bilim ahlakı doğrultusunda, bir angajmana kapılmadan kullanabilen insanlar hariç tutulursa, insanların çoğunluğu, bir odak iddia aracılığıyla tüm sorunları açıklamak eğilimindedirler.
Bu öylesine ilginç bir süreci tetikler ki, kavramlara kendi iddialarını destekleyecek biçimde anlamlar yükleyerek, o odak iddia’ın açıklayıcılık kabiliyetini giderek artırır; kendi tanı ve çözümlerinin dışındakileri süzüp atan bir filtre oluşur. Odak iddia, kişilere ek bir konfor alanı (comfort zone) yaratır; katkıda bulunması gereken durumlar karşısında hiçbir şey yapmadan ve sadece odak iddiasını tekrarlayarak yaşamını huzur içinde sürdürmesini sağlar. Bu korunma kalkanını aşarak kişileri katılıma ikna etmek imkansız değilse de çok güçtür.
Önerilebilir Eylem :
– Bilimi sorun çözme yolunda etkinlikle kullanabilen aydınların rol model olarak toplumu değiştirme katsayısı daha yüksek. Bilimsel elitlere ayrıcalık tanımanın demokratiklik standartları açısından doğru bir yol olduğu söylenemeyeceğinden; onların toplumun değişerek gelişiminde öncü rol üstlenmeyi kendiliklerinden görev saymaları beklenir.
– http://bit.ly/15AQF2v adresinde bu konuda kimi öneriler bulunmaktadır.
– Bu önemli sorun konusunda bir e-BF düzenlenebilir.
– Bu sorun için örnek olabilecek birkaç nitelikli kişiyle derinlemesine görüşme tekniğine göre görüşme yapılabilir.
10.3. Ortak Katılımcı Sorusu : Peki ne yapmalı?
Ortak Katılımcı Görüşü: En önemli sorulardan birisi. “Ezberlerimizi bir kenara koyup önce ne olup bittiğini TAM anlamaya çalışmalıyız. Slogan ÖNCE ANLA olmalı”. Sorunları ve çözümleri bildiğinden emin olmak en kolay yanlışa erişme yoludur.
Eylemden kaçınmak insan doğasına uygun olsa da bir süre sonra bir karakter özelliğine dönüştüğünde bir çeşit “yaşayan ölü” yaratabilir. Öteki uç ise düşünme-anlama aşamalarından sürekli kaçış olarak adlandırılabilecek durum olup, en az birincisi kadar sorun kaynağıdır.
Eylem Eğilimlilik [5] olarak adlandırılabilecek bu ikincisi, kuşkusuzluk ile birleştiğinde, sürekli eylemden eyleme koşan, hiç birisini tam anlamak için gerekli çabayı gösteremeyen, bunun bir sonucu olarak da sürekli konuşan, herkesi harekete geçmeye davet eden bir çeşit hiperaktivite ortaya çıkabiliyor. ÖNCE ANLA bu açıdan –özellikle de yüksek enerjili gençler için- yararlı bir ilke olabilir.
10.4. Ortak Katılımcı Sorusu : Gezi parkı eylemcileri bir sivil toplum örgütü ya da siyasi parti oluşumunda yer alablir mi?
Ortak Katılımcı Görüşü: Sosyal eşitliği unutmadan ekonomik ve fikirsel serbestilerin yaşandığı yeni bir düşünce şekillenmekte. Bunu okuyarak topluma öncülük edebilecek fikri yapıların oluşması ve sonra icraata dönecek fiziki alt yapılarının tesis edilmesi gerekli. Beyaz Nokta® vizyon ve misyonu şu anda silkelenmiş gibi görünen insanlara yol gösterici olabilir.
Diğer yandan, bir çok kişinin, bu metinde ortaya koyulan yol göstericiliğe ihtiyacı olduğu görülüyor. Örneğin:
– ”Ağ tipi örgütlenme” gibi bir modelle etkin olabileceklerini, tepkisellikten öte dönüştürücü ”örnek tavır ağları” oluşturabilirler,
– Seçim sistemi ve gerçek çoğulcu demokrasinin nasıl işlemesi gerektiği konusunda net vizyona sahip olabilirler,
– Sorun çözme, empati, ortak akıl oluşturma, koşullanmama özgürlüğü…vb .gibi konulardaki bilgi ve davranış eksikliklerinin giderilmesine katkıda bulunulabilir.
Önerilebilir Eylem : İyi şeyler yapmak isteyen insanlara bu metindeki bilgileri ulaştırabilirsek çok yardımcı olabiliriz.
Hazırlanan metin, bu amaçlara ve net hedeflere yönelik parçalara ayrılarak, kendi çevrelerimizde ve eyleme dönüştürülerek büyük farklar yaratılabilir.
10.5. Ortak Katılımcı Sorusu : Sivil toplumun gelişmesinde Gezi Parkı eylemlerinin olmulu bir etkisi olacak mı? Varsa bu etki nasıl sürdürülebilir? Etkileşimli hareketi sağlayan bir iletişim ağı nasıl dizayn edilir?
10.6. Ortak Katılımcı Sorusu : “Cumhuriyet ile hesaplaşma” niçin şu ana kadar bitememiştir? Yüzlerce yıllık kalıpları sorgula(ya)mayanlar Cumhuriyet değerlerini sorgulamaya nasıl geçiverdiler?
Ortak Katılımcı Görüşü:
– Her nerede bireylerin nedensel ve kritik düşünmeye dayalı kararları, yerini kitlelerin sorgulamasız karar ve eylemlerine bırakmıştır, orada her türlü hak-hukuk biter, dogmalar ve bu dogmaları kullanan istismarlar başlar.
Cumhuriyetle birlikte yürürlüğe giren eğitim sistemimiz, olağanüstü sayılabilecek başarıları ile hiç de bağdaşmayan, sorgulanamazlığa (ezbere) dayalı geleneksel yöntemi bünyesinde barındırmış ve bugünlere kadar getirmiştir. Bu konuda UNDP için hazırlanmış bir raporda konu etraflı olarak irdelenmiştir.
– Bunun bir evrim olduğu unutulmamalı, bundan sonra olacakların nasıl kurgulanabileceği tartışılmalı.
[1] Anılan adresteki Ek-5’e bakılmalıdır.
[2] Anılan yazılım BNGV kurucu üyelerinden Prof. Birsen Karpak tarafından sağlanmıştır.
[3] Maxim için bir örnek: Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/bilim_icin_maximsv6.docx
[4] “İmanı pekiştirmek üzere sorgulama”, en az fizik biliminde olduğu kadar dinde de gereklidir. Bu yapılmadığı takdirde, “taklidi iman” (Bkz. https://bit.ly/37Xi22M) denilen inanç türünden ileri gidememek tehlikesi de vardır. Bu ise her şeyden önce dinin kendisine zarar demektir.
[5] Bkz. https://bit.ly/12cSe7A Sayfa 203-205 ve https://bit.ly/17xdD0a Sayfa 187.
-
Tem 06 2013 En büyük günah ne olabilir?
Ateistlerin, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı ileri süregeldikleri en önemli tez şudur: “Madem ki üstün bir güç her şeyi yaratıyor, o halde benim O’nun iradesi dışında bir şey düşünüp yapabilmem imkansız olmalıdır. Değilse, O’nun gücünün üzerinde bir başka saik vardır ki, bu da O’nun varlığının imkansızlığı demek olur. O halde ben her ne yapıyorsam O istediği için yapıyorum ve sorumlu tutulamam”
Buna karşı ileri sürülen tez ise şöyle özetlenebilir: “Üstün güç, gücünün sınırsızlığı tanımı dolayısıyla, kendisinin –bağımsız davranabilme- özelliğini yarattıklarına da vermiş; buna karşılık doğruları ayırdedebilecekleri düşünebilme yetisiyle de donatarak, tutarlı bir sistem kurmuştur. O halde, doğru ya da eğri davranışlarınızın hesabını vermekten O’na karşı sorumlusunuz”
Bu tezler arasında seçim yapmak insanların bireysel kararlarına bağlıdır ve her biri birer inanç olduğu için de doğruluklarını tartışmak yersizdir. Ayrıca, teistleri, ateistleri ve agnostikleri “doğru” yaşamaya sevkeden dinler, bilim ya da özgün öğretiler (Budizm gibi) gibi çeşitli yol göstericiler mevcuttur.
Bu yol göstericilerin hepsinde, doğruları eğrilerden ayırdedebilmek için emredilen sorun çözme aracı “düşünmek”tir.
Örneğin, İslami yol göstericinin kitabı Kuran’ıın tam 79 ayetinde düşünmek öğütlenmiş ya da emredilmiştir. İncilde de 75 ayetde akıl ve düşünme öğütlenmiştir. Budizm düşünmeye özel bir yer vermiş, kritik düşünmeye[1] de özel vurgu yapmıştır.
Agnostisizm ya da bilimi yol gösterici kabul edenler için düşünmek neredeyse en üst düzeydeki sorun çözme aracıdır.
Bütün bunlardan basit ve güvenilir bir yargıya varılabilir: Hangi tür inanca sahip olursanız olunuz, sizin eğrileri doğrulardan ayırdetmenizi sağlayabilecek en önemli araç “düşünmek º aklı işletmek” olduğuna göre, bu yeteneği dumura uğratmak veya belirli bir amaç doğrultusunda koşullandırarak sadece o amaca hizmet eder hale getirmek en büyük günah sayılabilir.
Şimdi, ister siyasal, ister dini, ister ticari bir ideoloji yönünde insanları eğitmeyi amaçlayan, icra eden, destekleyen ya da ses çıkarmayarak ortam oluşturmanın günah olup olmadığını, bunun cezasının hangi inanç sisteminde ne olacağını “düşünmek” gerekmez mi?
Ezber’in (sorgulanamazlık) ne büyük bir dini günah, ne büyük bir insanlık suçu olduğunu kabullenenler için acaba bir görev doğuyor mu?
6 Temmuz 13 Cumartesi
[1] Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme genelde birbiri yerine kullanılabiliyor. Halbuki; rasyonel düşünme, neden-sonuç bağlantılarını kesintisiz ve yanlışlanabilir adımlar halinde düşünmek; kritik (Yunanca- iyiyi kötüyü ayırmak, kalburdan geçirmek, ayırt etmek) düşünme ise, bir sonuca yol açan çeşitli nedenleri ağırlıklandırılarak düşünmek olup, bu iki bileşen ancak “birlikte” kullanıldıklarında “doğru” olarak nitelenebilir düşünme ortaya çıkıyor.
Bu birliktelik sağlanmadığında, herhangi bir sonuca yol açan ve kritik düşünme bileşenine göre az önemli olan –kişinin duyguları doğrultusunda- herhangi bir nedenin, sonucu belirleyen esas neden olduğu savunulabilir ki bu durumda nedensel düşünce tamamen işlevini kaybetmektedir. Rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerin tanımlarının dahi önemsenmemiş oluşu, sorun çözme kabiliyetinin önemli bir gereği olan doğru düşünebilme aracından yoksun kalındığını gösteriyor.