• Din ve bilim kurumlarıyla ilgili sorun nedir?

    Muhtemelen tüm varlıkların –bu arada insanın- doğuşundan itibaren en güçlü arzularından birisi, içine doğduğu –her türlü- ortamı, en genel deyimle “evreni” duyu organları ve aklı yardımıyla canlandırmak (tasavvur etmek), bunun için de sorular üretmek ve cevaplarını aramak olmuş görünüyor.

    Kendisini böylece güvende hissedebiliyor. Buna göre dinin de, sonradan gelişen bilimin de amacı aranan bu cevapları vermeye çalışmak olmuştur denilebilir. Bunun için, toplum içinde çeşitli biçimlerde kurumlaşmışlar.

    Normal olarak, her iki kurumlaşmanın da temel işlevi olarak kabul edip uyması beklenen amaç, kişilerin “evren tasavvurlarını özgürce oluşturmak” için uygun ortamlar yaratmak ise de pratikte durum böyle olamamıştır.

    Dini kurumlar, kaynaktan (yaratan) aldıklarını iddia ettikleri “hesap vermezlik” zırhını kullanarak hem bilim alanına müdahale etmişler, hem de temel işlevlerini bir kenara bırakıp, çeşitli (siyasi, ticari, ideolojik vd) çıkarlar sağlamaya (istismar) girişmişler.

    Bu yanlış konumlanmayı durdurabilecek tek imkan olan akıl (artikülasyon aracı da bilim kurumları) ise, din’in bir toplumsal gerçeklik olduğunu reddetmiş, hızlı gelişiminden de kazandığı kibir ile, kendini  evren tasavvuruyla ilgili tüm soruları cevaplayabileceği (hatta cevapladığı) iddiasına konumlamış durumda. Halbuki soruların sadece “nasıl” tarafını (o da bir bölümünü) açıklayabilirken, “niçin” tarafına ait bir açıklaması da yok.

    Bilim kurumları bu kibirli tutumları içinde, toplumun çok büyük bir bölümünün evren tasavvurlarını, değinilen yozlaşmışlıktaki din kurumlarının cevaplamasına terketmiş durumda. Aslında din kurumları da bilim kurumları da temel işlevlerinden uzakta sadece kendilerine hizmet eder durumdalar. Halk ise ikiye ayrılmış, ne din ne de bilimle ilgisi olan dini ve bilimsel hurafeler denizinde her iki kurumun temeldeki aynılığı yüzeydeki ayrılığı ile birbiriyle çatışıyor.

    Din ve bilim kurumlarının kazandıkları mevzileri terketmesi eşyanın doğasına aykırı görünüyor. Her sistem (yanlış oluşmuşlar daha da güçlü olarak) her tür değişime karşı kendini koruyor, koruyacak.

    Bu durumda, ilk aşamada yapılabilecek olan, din ve bilim kurumlarının bu ortak temel varlık nedeninin kabul edilmesi olabilir. İkincisi, her iki kurum yandaşlarının çok az şey bldiklerini kabul etmeleri ve bilgiçlikten vazgeçerek, binlerce yıllık geçmişlere ya da kulaktan dolma söylentilere dayanan ayrıntılar yoluyla keskin iddialar ileri sürmek yerine, şu temel ilkeyi kabul edip alçakgönüllü bir merak duygusuna teslim olmalarıdır: “İnsan cevap arar ve en kolay nerede bulursa onu benimser”.

    Dinin ya da bilimin tüm cevapları herkesin algılayabileceği kadar yalın olamayabilir. O halde, tüm cevapları bildiği iddiasından vazgeçip, sadece temel ilkelerle (maxims) çevrili alanlardaki cevaplarla ilgili “kesin olmayan iddialara sahip olduğu” gerçeğini ilan etmeli ve böylece insanların “varlık nedenleri ile ilgili sorularının peşinde koşmaları için meraklarını (ki o yaşam sevincidir) diri tutmaları olabilir.

    Kurumlaşmış istismar ancak bu yolla, o da ancak zaman içinde azalıp yok olabilir.

    Alanya, 27 Ağustos 2017

  • Birleşik akıl ve sorun çözme kapasitesi

    Bildiğinizden emin olduğunuz bir şeyler düşünün. Örneğin okulda öğrendiğimiz, “üçgenin iç açıları toplamının 180o olduğu”. Bu bilginin aksini[1] iddia eden kimseye rastlamayan, her yargının en az bir ön koşulu olduğunu da kimseden duymamış bir çocuk, bu bilgiyi öylesine sahiplenir ki, zihninde bir küçük duvar örerek bu bilgiye uymayabilecek tüm alanları “öte taraf” ilan eder ve hiç kuşkusu olmadığı için de öte tarafa ait her şeyi –otomatik olarak- “tamamen” devreden çıkarır. Öte taraf “yok” hale gelir.

    Aile ortamında edinilen değerlerden birisi –mesela- “yardım isteyenlerin geri çevrilmemesi” ise, bu defa ikinci bir duvar örerek, bu kurala uymama hallerini[2] duvarın öte tarafı olarak ilan eder. Zihnin bir bölümü daha “öte” olarak etiketlenir.

    Ve 180 derece ve geri çevirmeme “öte taraflarından” arta kalan biraz küçülmüş ama yine de epey geniş olan “beri taraf”ta yaşamını sürdürür.

    Ama, aile, okul, sosyal çevre, TV, internet vd. bilgi ve değer kaynaklarından “her öğrendiği” küçük küçük duvarlar örmeye, yeni “öte taraflar” tanımlamaya başladıkça giderek daralan “beri alan” içinde yaşam sürdürülür. İnsan doğasının alışmak denilen özelliği nedeniyle, her defasında daralan alanı normal sayarak, bir rahatsızlık duymadan –hatta mutlu olarak-, oluşan “rahatlık alanında” yaşamını sürdürür.

    Keşke böyle olsa!

    Ne yazık ki bu duvar örme olgusu durmaz. Her korku, her takıntı, her yeni bilgi, her alışkanlık, her travma yeni küçük duvarlar örmeye devam eder ve kişinin asıl özgürlüğünü oluşturan düşünsel özgürlük alanı giderek daralmaya başlar.

    Yine de durmaz!

    Yapısı itibariyle mevcut bilgiler arasında sürekli yeni bağlantılar kuran insan beyni, dış etkilerle oluşan duvarlar üzerinde çalışarak onları genişletir. Örneğin, kedi tırmalaması nedeniyle oluşan “kedilerin uzak durulması gereken küçük canavarlar olduğu” yolundaki küçük duvar, kişinin kendi çabasıyla(!) uzar ve önce diğer kedileri (kaplan, pars vs), sonra diğer hayvanları “öte” ilan eder.

    Bir çeşit zihinsel sterilizasyon gibi işleyen bu mekanizma giderek hızlanır ve rahatlık alanını kirletebilecek her ne varsa “düşünerek” bulur ve “öte”ye atar. Bu duvar inşaatının birincil parametresi dış kaynaklı bilgi ve deneyim girdileri ise, ikincisi açıklanan bu “iç inşaat” ve üçüncüsü de “zaman” faktörüdür. Yaşlanan insanların –genellikle- her şeyden (parasızlıktan, yalnız kalmaktan, hastalanmaktan vs vs) korkması belki de böyle açıklanabilir.

    Her beklenti / korku / takıntı / vizyon / tutku / bilgi – beceri / kendini beğenme – beğenmeme / nefret /unvan, rütbe / meslek / siyasal veya dini ideoloji / inanç veya inançsızlık / yasal ve ahlaki kurallar / gelenek ve töreler / ritüeller / genetik miras / gen–kültür etkileşimi (https://goo.gl/7ho2dS) / ezber (sorgulamaya kapalılık) / çeşitli amaçlı koşullandırmalar / çeşitli nörolojik farklılıklar ve daha bir çok faktör özgürlük alanını daraltıp öte alanı genişletir.

    Kuşkusuz bu etmenlerin etkileri kişiden kişiye değişse de net olarak ortaya çıkan durum, yukarıda ancak bir bölümü sayılan duvar öğeleri ile çevrelenmiş özgür düşünme alanlarının son derece çeşitli olduğu ve benzer özgür düşünme alanına sahip iki kişinin bile bulunmasının neredeyse imkansızlığıdır.

    İyi de bu durumda nasıl anlaşabiliyoruz?

    Aslında anlaşma söz konusu değildir; gerçek yaşam, karşı tarafların savlarından en az zarar görebilecek pozisyonlar alabilmek amacı çevresinde oluşur; o pozisyonlanmaların koruyamadığı bölüm ise dedikodu, yakınma, şiddet gibi yollarla dengelenir.

    Toplum içindeki çeşitli roller bu pozisyonlanmayı kolaylaştırma amacına yöneliktir. Ast-üst ilişkileri gerek iş yaşamında gerek aile içi hiyerarşide standart pozisyonları tanımlamıştır. “Üst’ün fikirleri, ancak kendisinin izin verdiği ölçüde eleştirilebilir” kuralı hemen hemen tüm sosyal yapılanmalarda en geçerli kuraldır. Bu yapılandırılmış iletişimin dışındaki gerçek ise “körler sağırlar birbirini ağırlar” vaziyetidir, kimsenin kimseyi anlamak gibi bir derdi olmadığı gibi, bu pek mümkün de değildir.

    Bu denli sınırlanmış özgür düşünme alanlarına sahip bireylerin, kendi zihinsel kapasitelerinden daha büyük bir kapasite ortaya koymaları gerçekten önemli bir sorundur ve üzerinde ne kadar çalışılsa yeridir.

    Daha büyük kapasite niçin gerekli olsun ki?

    Cevap basittir: Çünkü sorunlar, kişilerin zihinsel kapasitelerini aşmayacak giriftlikte olmak zorunda değildir. Ayrıca, sorunlar arasındaki etkileşimler (https://goo.gl/nNXk5x) sonunda öylesi karmaşık yapılar ortaya çıkabilir ki, çözmek bir yana anlamak (https://goo.gl/YVBhdQ)  dahi güç olabilir. Böylece çitişmiş sorunlar yumağı için doğal olarak daha yüksek sorun çözme kapasitesi gerekir.

    Çare yok mu?

    Bu tablo karşısında, düşünme alanlarının bir sürü duvarla daralmış olduğunun farkına varmaları sihirli bir etki kadar önemlidir. Çünkü bu “farkına varma” halinde iki şey olabilir:

    (1)  Kendisi açısından doğru-iyi-güzel[3] olanların, ancak kendi özgürlük alanının ürünleri olduğunu; bunların ise bir başkasınınki ile aynı olması olasılığının sıfıra yakın olduğunun bilincine varabilir. Kendisine doğru-iyi-güzel görünen perspektifin nasıl çarpılmış bir perspektif olduğunu, bir başkasındaki perspektifi anlamak yolunda müthiş bir merak doğar –ki yaratıcılığın kaynağı bu meraktır-.

    Aynı zamanda sorunları çözmek için çok güçlü bir aracın, yani başkalarının perspektiflerinin varlığını keşfeder. Bu gerçeğin bilincine varmış iki veya daha çok kişinin perspektiflerini birleştirerek, her birinin tek tek çözebileceğinden daha karmaşık bir sorunu çözmeleri olgusuna ise Birleşik Akıl denilebilir. Bu, uzlaşmaya dayalı olan ortak akıldan farklı bir olgudur.

    Daha güç olsa da bir olasılık, duvarların bir bölümünden kurtulma ya da en azından küçültme çabalarıdır. Bir uç durum ise –en azından zaman zaman kısa süreliğine- duvarlarını askıya alabilmeyi deneyimlemesidir. Bu gibi hallerde neler olabileceğine ilişkin bir örnek Jacob Barnett adlı 11 yaşındaki bir dahi çocuğa ait bir videoda kendi ağzından anlatılıyor (https://goo.gl/RXZ5VE).

    Farkına varma için yardımcı olabilecek ne var?

    Kişi, kendi aklının ürünleri olarak görüp gurur duyduğu her ne varsa, onların ne denli güvenilmez olduğunu görebilme cesaretine sahipse “farkına varma” çok kolaydır. Bu durumda II Dünya Savaşı ile ilgili bir olay (https://goo.gl/XVLCLJ) yeterlidir. Aslında çoğumuzun başından, akıl sınırlarımızı yüzümüze vuran epey olay geçmişse de bunları hatırlamak pek işimize gelmez; halbuki onlar, başkalarının akıllarının değerini anlayabilmemiz için altın değerinde birer fırsattır (kişisel bir örnek için http://wp.me/p2t6mi-218).

    Eğer bu cesarete sahip değilse, duvarlarla sınırlanmış küçük cehennemini, övünülecek sıfatlar, unvanlar, ilişkiler, yıllar vb ile sarmalayıp başkalarının gözünden saklamaya çalışır ve orada yaşamaya çalışır.

    Uzun sözün kısası!

    • İnanılmayacak kadar çok sayıda dış etken ve beynin bunlar arasında yeni bağlantılar oluşturması sonunda, zihinsel özgürlük alanlarımız ister istemez daralır. Bu olgu, sorun çözme kapasitemizi önemli ölçüde azaltır.
    • Her kişinin zihinsel özgürlük alanının büyüklüğü ve çevreleyen sınırlayıcı etkenler farklıdır. Bu bir zihinsel imza gibi özgündür. Fakat kişi bunu genellikle fark etmez ve farklılıkları yok eden eğitim, sosyal çevre ve medya nedeniyle herkesin aynı şekilde düşündüğünü varsayar.
    • Toplumun özgün zihinsel imza sahibi kişilerden oluşması, gerek bireysel gerek kurumsal gerekse toplumsal sorun çözme kapasiteleri açısından büyük bir şanstır. Çünkü birinde olmayan diğerinde olabilir ve birleştirilebildiğinde ikisinde de olmayan daha etkili bir zihin ortaya çıkabilir.
    • Bu farklılıkların farkına varılması, girift sorunların çözümü için bir zorunluktur. Birleşik Akıl’lar ancak bu şekilde oluşabilir. Buna bir anlamda çeşitliliğin gücü de denilebilir.
    • Farkına varma olgusu bir cesaret meselesidir. Giderek daralacak rahatlık (konfor) alanında yaşamak ya da sınırlayıcı duvarların farkına varıp onları “yönetmek” tercihleri karşısındayız.
    • Merak, duvarlarının farkına varan kişilerin, başkalarının akılları ile dayanışma kurma konusundaki arzularının bir dışavurumudur.
    • Zihinsel duvarları olmadığına, en doğruları düşündüğüne, dolayısıyla da başkalarının akıllarına ihtiyacı olmadığını düşünenler için ise tüm yemekler serbesttir; birey olarak da ulus olarak da.

    13 Mayıs 2017

     

    [1] Ancak düzlem üstüne çizili üçgenler için geçerli olan 180o kuralı, yüzey üzerindeki üçgenler için geçerli değildir.

    [2] Sınav sırasında kopya “yardımı” talep eden kişinin bu talebi –ve benzer gayrı ahlaki yardım talepleri-  ise tabii ki geri çevrilmelidir.

    [3] Akıl – Ahlak – Estetik yaşam alanlarımızın 3 boyutu ise, “doğru – yanlış” akıl boyutunun iki ucunu; “iyi – kötü” ahlak boyutunun iki ucunu; “güzel – çirkin” ise estetik boyutunun iki ucunu temsil eder.

  • Otobiyografi kesiti-4: Bildiğimi zannettiğim dağlara kar yağışı nasıl başladı?

    Yıl 1970. Bir yıl kadar önce, çalıştığım kurum (Ereğli Kömürleri İşletmesi) beni Ankara’da iki haftalık bir kursa yollamış. FORTRAN-IV programlama dilinin öğretildiği bu kursu tamamlamışım ama, işimle ilgili olarak doğrusu neye yarayacağı konusunda pek de bir fikrim yok.

    Bir süre sonra işletmemizde “muhasebe makinesi” olarak bilinen bir bilgisayar olduğunu öğrenip, bir yolla (https://tinaztitiz.com/3129 adresindeki yazımda uzunca anlatmışım) kullanma imkânı bulunca, 16K’lık makinenin azami 8K’lık bölümüne sığabilecek programlar yazabileceğimi düşünüyorum.

    Bu programların bir işe yaraması o an için önemli değil, yeter ki basit de olsa tanımlanan bir işlemi yapabilsin. Mesela 1’den 1000’e kadar sayıları toplayabilsin. Amaç belli; bunları yaptırabilirsem giderek daha karmaşık işleri de yaptırırım. Bilgisayarı ilk kullanmama izin verildiği günü hatırlıyorum; yaklaşık 200m2’lik, tabanı –kabloların geçirilmesi için- yükseltilmiş ve klimatize edilmiş bir salonda, her birinin aylık kirası $5,500 olan iki makine var (birisi yedek); IBM 360/20.

    Bilgisayarın yedeği olur mu diye düşünenler olabilir, ama 40,000+ maden işçisinin –ki Dünyada da maden işçileri genelde en isyankâr işçiler sayılır- ücret bordrolarını yapan bilgisayarın bir yedeğinin olması kolayca anlaşılabilir bir şey. (Nitekim zaman zaman, bir yasal gereklilik nedeniyle ücretlerde küçük de olsa bir kesinti olduğunda ortaya çıkan toplu gösteriler bunun kanıtıydı. Bir mühendisin öldüresiye dövüldüğü Kozlu olaylarını yaşıtlarım hatırlayabilir).

    Bu nedenle herhangi bir bilgisayar arızasına karşı IBM firması bir de teknisyen tahsis etmiş, işletme de bilgisayarların bulunduğu binaya yakın bir lojman tahsis etmiş. Bir arıza olduğunda teknisyen –gecenin hangi saati olursa olsun- hemen koşup geliyor. Bilgisayar odasının kendine özgü bir teknolojik kokusu var. Öyle her önüne gelen giremiyor.Bilgisayar o denli önemli bir şey ki, gösterilen bu saygıyı hak ediyor. Bunun ayrıcalığını da bir yandan hissediyorum.

    Nihayet, bilgisayarı kullanmama izin verilen sabah 04.30’da, önceden özel program yazma formuna özenle yazdığım programı çalıştırmak üzere o saygın mahale giriyorum. Hafiften ellerim titreyerek, kağıttaki kodları delikli kartlar şeklinde hazırlıyorum. Sıra, programı çalıştırmaya geldi ve RUN (koştur) düğmesine bastım. O da ne ERROR (hata)!

    Hata mesajını görünce en küçük bir kuşku duymadım, bilgisayar arıza yapmıştı. Gerçekten de program çok basitti. Tek döngüden ibaret, 5-6 satırlık bir programda yanlış yapılabilecek bir şey yoktu.

    Derhal telefona sarılıp teknisyeni uyandırdım ve –biraz da sitemle- (sanki bilgisayarı teknisyen yapmış gibi) bilgisayarın arıza yaptığını ve derhal gelmesini istedim. Beş-on dakika içinde teknisyen uyku sersemi geldi ve biraz çekingen tavırla “yazdığım programda bir hata olup olmadığını” sorma gafletinde bulundu.

    Zaten patlamaya hazırken bu küstahlığını karşılıksız bırakır mıyım? Böyle bir olasılığın asla olamayacağını kendisine anlattım. Adam da zaten pişman olmuş ve bilgisayar konsolu üzerinde testler yapmaya başlamıştı.

    10 dakika kadar sonra yazıcıdan test raporu çıktı. Laboratuvardan çıkan kan testi gibi uzun rapordan ben pek bir şey anlamadım ama sonuç netti: Program hatası! Bu ilk ders, aklıma gelen ve doğruluğundan hiç kuşkulanmadığım “sorun ve çözüm tanımlamalarımın” pek öyle güvenilir şeyler olmadıklarını, çoğunlukla kendimi başkalarına benimsetme gizli arzumun bilgisayar kodları arasına gizlenmiş formu olduğunu gösteriyordu.

    Giderek –bu defa bilgisayarlara kusur bulmadan- daha karmaşık kodlar yazdıkça, insan akıl ve birikimlerinin ne denli yanıltıcı olabildiğini görmeye başladım.

    Huylu huyundan vazgeçer mi?

    Yıl 1988. Turizm Bakanlığı görevindeyim. Kamu arazilerini, üzerlerine turistik tesisler yapılması amacıyla 49 yıllığına girişimcilere tahsis ediyoruz. Bu arada aklıma müthiş bir fikir geldi: Ailemizde bedensel engelli bir yakınımız olduğu için engellilerin sorunlarıyla yakından ilgiliyim. Bu insanların büyük çoğunluğu, çevrenin hep sportmen yapılı insanlarla dolu olduğu, yaşlı, engelli, çocuk, hasta gibi kişilerin de pek önemli olmadığı varsayımına göre düzenlenmesi nedeniyle, evlerinden dışarı çıkamaz durumdadır.

    O halde madem ki elimizde bir imkan var, tahsis ettiğimiz kamu arazilerinden birisini bir koşulla tahsis edelim: Sadece bedensel engellilerin kullanabileceği bir tatil tesisi. Ama, geçmiş deneyimlerim dolayısıyla bu fikrimde de bir “kod hatası” olabileceği nedeniyle bakanlık ilgililerine bu fikrimi açtım. Hepsi inanılmaz bir birliktelikle, böylesi bir fikrin ancak benim aklıma gelebileceğini belirtip kutladılar (zaten ben de doğru fikir olduğunu biliyordum).

    Hemen şartname hazırlıklarına başlandı. Bu arada, insan iyi bir fikrini başkalarıyla paylaşmazsa çatlarmış, ben de Hacettepe Üniversitesindeki bir tanıdığıma (Prof. Güler Gürsu) fikrimi nasıl bulduğunu açtım (aslında onun da hayran kalacağından emindim).

    Güler hocanın dehşetle açılmış gözleri, IBM teknisyeninin ERROR mesajına ait bilgisayar çıktısını yorumlarkenki bakışları gibiydi: “Tınaz bey bunu sakın yapmayın, onları bir araya toplayıp toplumdan izole etmek değil, tam aksine diğer tesisleri de engellilerin kullanabileceği hale getirmek lazım”.

    Bu defa kendi fikrimin doğruluğuna koşulsuz güvenmemiştim ama, çeşitlilik oluşturmayan, amirinin fikirlerini sadece “neresi desteklenebilirdir?” süzgeciyle dinleme konusunda uzman olmuş kişilerle yetinme tuzağına düşmüştüm. Kim olursa olsun, -hangi saiklerle olursa olsun- aykırı fikir üretenlere olan düşkünlüğümün, özellikle güç sorunlar karşısında “birleşik akıl” arayışlarımın altındaki bir neden de budur.

    25 Nisan 2017

  • Eğitim’den ne bekliyoruz?

    Sık sık, yeni tanıştığım kişilere aynı bir soruyu sorarak bir çeşit anket yapıyorum. Aşağıda, şu ana kadar aldığım cevaplardan oluşturduğum gruplamalar var. Sorduğu soru şu: “Eğitimden en temel beklentiniz nedir?

    Cevap grupları:

    • Vatana millete yararlı olsun.
    • Arkamdan bir yasin okusun.
    • Dünya vatandaşı olsun.
    • Devrimci olsun.
    • Altın bilezik (meslek) sahibi olsun.
    • İşgücü piyasasının gereksindiği insanları yetiştirebilsin.
    • Ayakları üzerinde durabilsin.
    • İnsanlık ailesine katkıda bulunsun.
    • Altın nesil olsun.
    • Asımın nesli olsun.
    • Dindar ve kindar nesil olsun.
    • İyi ahlaklı olsun.
    • Her durumda gemisini yürütebilsin.
    • Mum gibi doğru olsun.
    • Cemaatimizin üyesi olsun.
    • Milliyetçi olsun.
    • Atatürk’ün askeri olsun.
    • Birey olsun.

    Bunlardan çıkarabildiğim üç sonuç var:

    (1)  Eğitim’den ne istediğini netleştirememiş bir kitle.

    (2)  Eğitimi de dini de kendi özgün işlevleri dışında kullanarak ikisini de işe yaramaz hale getirmişiz.

    (3)  Mevcut eğitim sistemi bütün bu isteklerin her birinden birazcık içerecek bir yapıda (yani little little in the middle)

    28 Mart 2017

  • Anlar gibiyim!

    http://goo.gl/t4SaLK adresinde bir video var; yüzlerce benzerinden rastgele birisi. Bunu izleyince uzun süredir anlamadığım bir konuyu anlar gibi oldum. Anlar gibi dememin nedeni, acele edip eksik bilgiyle kesin yargılara varmamak. Bu nedenle de çıkarımlarımın her birisinin birer soru olarak kabul edilmesi yerinde olur.

    Doğrusu bu tür söylemleri duydukça, pek tereddüt etmeden bunların yozlaştırılmış dini içeriklerin istismar amacıyla kullanımı olduğunu düşünürdüm; şimdi ise meselenin pek böyle olmadığı kuşkusuna kapıldım.

    Videoda görülen izleyici kümesinin profiline bakılarak şunlar söylenebilir:

    1. Birey[1] olmayan, tercihlerini (söylem, giyim, tavır vd.) toplu olarak yapabilen,
    2. Kümeyi oluşturan bireylerin büyük çoğunluğu orta-alt ekonomik sınıftan,
    3. Konuşmacının olağanüstü düşük hitabet yeteneği ve söyleminin düşük kalitesine razı olduklarına, zaman zaman da coşkuyla karşılık verdiklerine göre, küme bireylerinin eğitim düzeylerinin de oldukça alt seviyede olduğu söylenebilir,
    4. Konuşma ve tepkilerin meydan okuyucu, hınç ve nefret dolu, ötekileştirici tarzı, söylem ve tepkiler zaman zaman İslâm’a ait motifler içerse de, katılımcıların İslâm dahil herhangi bir dinin özüne saygı göstermedikleri; hiçbir dinin böylesi kişiliklere cevaz vermeyeceği gerçeğine dayanarak söylenebilir,

    Bu tahminlere dayanarak şöyle bir profil çizilebilir:

    • Yaşamlarını, ancak kendi aralarındaki dayanışma ile sürdürebilen; bu yüzden medeni hayatın bireyselliğe dayalı tüm yüzlerinden doğan korku. Toplu olma ve korku iki ana öğe.
    • Değerli bir kimliğe sahip olamayacakları inancı ile değerli kimlik özelliklerine düşman.

    Pekiyi, bu insanları bu denli irrasyonel bir tutku çevresinde toplayan nedir? Kanımca, gerek yaşam sürdürme gerekse ortak nefretlere sahip olma özelliklerini tatmin edebilecek çözüm aracı, “tehdit olarak gördükleri her şeyi alt edebilecek güçte bir koruyucuyu sık sık cismanileştirmeye[2] çalışarak, güçlü ve gurur verici bir kimlik edinmek, böylece de değerli sayılmak” olarak beliriyor.

    Fakat bu hipotez yine de tek başına bu yıkıcı olguyu açıklamaya yetmiyor.  Bir kuvvet’in ortaya çıkması için nasıl ki bir kütle gerekiyorsa, tanımlanan bu olgu da onun varlığını ortaya çıkarabilecek karşıt(lar)ı olmadan görünür olamazdı. Bu karşıtlar –hatibin tek tek saydığı tank, top, atom, fantom, Kemalizm,  Siyonizm, kapitalizm, faşizm, komünizm vd.-, kısacası hemen her şeydir. Kuvvet – kütle analojisinden hareketle, söz konusu irrasyonel tutkunun büyüklüğü de:

    • Onunla mücadele eden unsurların büyüklüğü ile doğru orantılıdır.
    • Bir bütün olarak ya da onu oluşturanların değersizliğini vurgulayan her eylem ve söylem, olguyu güçlendirmeye yaramaktadır.

    Bu iki etki altında oluşan sarmal, topluluğun sorgulamaya kapalı insan malzemesi nedeniyle bir inanca dönüşmekte, inanç sorgulanamazlığı daha da artırmaktadır.

    Bir soru: Bu inanç olgusu din ile ne kadar bağlantılıdır?

    İnanç terimi genellikle din bağlamında kullanılsa da kaynağı herhangi bir şey olabilir. Bir fanatik taraftarın tuttuğu takımın galip geleceğine inancı, bir girişimcinin başarılı olacağına inancı, bir lidere ölesiye bağlı insanların liderin kararlarının doğru olduğuna inancı, hiç biri dini değildir.

    Din ve inancın neredeyse özdeş sayılmasının nedeni, dini inanca kaynaklık eden öznenin “gücünün sınırsızlığı” tanımıdır ve bu da sadece dini alanda söz konusudur. Değersizlik duygusu, korku ve nefret ne denli büyükse, bunlara karşı yapılabilecek söylem ve eylemlere karşı koruyabilecek güç de o denli büyük olmalıdır. Bu üç duygunun en yüksek olduğu haldeki koruyucu gücün Allah olarak “atanması” –ve bundan dolayı da olgunun dini olarak anılması- rastlantı değildir.

    Burada ikinci bir sarmal söz konusudur: Başlangıcı dini olmayan bu olgu, söylemlerine dışarıdan bakanlarca dini olarak tanımlanması nedeniyle, dini eğilimlere sahip kişileri çevresine çeken, -manyetik alan gibi- bir “alan” yaratmakta, topluluk içinde giderek dini söylemler birer örgüt söylemi şeklinde gelişmektedir. Yine de bu söylemlerin –İslam dahil- herhangi bir dinin öğretilerine saygılı olmadığı belirtilmelidir.

    Bu tür “din görünümlü nefret toplulukları” ile mücadele..

    Halen adı bilinen IŞİD, Nusra, Boko Haram gibi örgütler ve pek bilinmeyen onlarcası ile mücadele “nasıl yapılmalı?” sorusu yerine “nasıl yapılmamalı?” ile başlamalıdır.

    Halen bolca kullanılan “İslam bu değildir”, “IŞİD yerine DAİŞ” diyelim vs. gibi yaklaşımlar tek kelimeyle akılsızcadır. İslam, insanların önüne 6236 ayeti koyup içinden istediklerini seçip bütüne teşmil edilebilecek bir din olarak algılandığı takdirde, pekala kendi aklınca müşrik (Allah’a ortak koşan) gördüğü kişileri tek tek temizleyen bir örgüt mensubu Tövbe Suresinin 5nci ayetini referans gösterebilir.

    Eğer bu kişi, Kuran’ın en önemli ilkelerinden birisinin içtihat (hükümleri zamanın gereklerine göre yorumlama[3]) olduğunu bilse ve “müşriklerin öldürülmesi” emrinin 1400 yıl önceki koşullar ve kültür uyarınca verilmiş olabileceğini, bugün bunun cezasının ömür boyu ağırlaştırılmış hapis olduğunu bilebilecekti.

    Buna göre, din görünümlü şiddet örgütleriyle mücadelenin ilk araçlarından birisi, dinin temel ilkelerinin ortaya konulması olmalıdır. Bu ilkelerin dikkate alınmadığı herhangi bir söylem veya eylemin referansının din olamayacağı böylelikle netleştirilebilir.

    Bu yolla dinin, din dışı amaçlara alet edilmesi önlenebilir ya da en azından azaltılabilir; ama, profili başlangıçta tanımlanan kişiliklerden oluşan toplulukların nefret söylem ve eylemleri yaratan koşullar ortadan kalkmadıkça sorun çözülmemiş olarak kalır.

    Söz konusu kişilik profilinin temelindeki sorunlar azaldıkça üreyen sorunlar da azalacaktır. Kişilerin kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayabilecek eğitim imkanlarının yaygınlaşması, değersiz sayılma, başkalarına muhtaç olma gibi yetersizliklerin azalmasını, ancak topluluklar içinde ortak kimlikle yaşayabilen “bağımlıların” yerlerini, yaşam tercihlerini kendisi yapabilen “bireylerin” almasını sağlayabilir.

    Söz konusu eğitimin –hangi sistem içinde yapılırsa yapılsın ve ne düzeyde olursa olsun– temel yapı taşının “tüm bilgilerin sorgulamaya ve yanlışlanabilirliğe[4] açık” olması, bağımlılar yerine bireylerin yetişmesine birinci derecede etkili olduğu bilinmelidir.

    Nihayet, birbirini destekleyen sarmallardan üçüncüsüne işaret edilmelidir: Yukarıda açıklanan biçimde oluşan toplulukların yönetimleri kuşkusuz liyakat sistemine göre değil, söylem ve eylemleri en keskin olanların rekabetlerine göre oluşur. Örgütlenme genellikle din kıyafetli olduğu için de tepe yöneticilerinin de “inançlı taklidini iyi yapan ağzı kalabalık”lar içinden çıkması kaçınılmazdır. İnanç taklidi, giderek daha çok dini eğilimli kişinin çekilmesine, bu ise örgütün giderek daha çok dini örgüt olarak tanımlanmasına yol açar.

    Buna karşı doğrudan alınabilecek bir önlem olmadığı defaatle görülmüştür. Tek önlem yorucu ve uzun erimlidir. 6236 arasında yol kaybetmeye engel olabilecek temel ilkelerin ortaya konulmasından başkaca çare görünmemektedir.

    13 Eylül 2016 Salı

     

    [1]http://goo.gl/QMK6GV adresinde açıklandığı üzere birey, öz olarak “tercihlerini yapabilme” özelliği olarak tanımlanabilir.

    [2] Yerli veya yersiz hemen her vesile ile neredeyse bir slogan olarak dile getirilen “Allah-ü Ekber” söylemi, Allah’ın her şeyin yaratıcısı ve hakimi olduğu inancının hatırlanarak, davranışların buna uygun olarak düzenlenmesini sağlayan bir araç olarak değil, çevrelerinde tehdit olarak gördükleri her şeye karşı somut bir koruyucusu ve eylemlerinin onaylayıcısı ihtiyacının dışavurumu olarak görülebilir.

    [3] Bkz. http://goo.gl/WSXd1N sayfa 3, Md 4.

    [4] Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Falsifiability

  • Çare arayışları

    İki soru..

    15 Temmuz darbe girişimi sonrasında hemen herkesin tek tek ve gruplar halinde kafa yorduğu, tartıştığı konular genel olarak ikiye ayrılıyor: Niye oldu? ve Ne yapalım da bir daha olmasın?

    Bu bence sağlıklı bir tutumdur; rasyonel akıl da bunu gerektirir. Bununla beraber toplumumuzun nitelik (http://wp.me/p2t6mi-UR) dağılımı uyarınca, çözüm arayışları genellikle kestirme yollar bulmaya, eğer yok ise icat etmeye dayalıdır ki aslında bu da iyidir, yeter ki kendi zihinlerimizdeki yargı kalıplarını (http://goo.gl/v4B3fc) evirip çevirip, bunun da adını düşünmek olarak koymayalım.

    Medya ve internet kanalıyla gördüğümüz kadarıyla, darbe girişiminin “niçin” olduğu ve bundan sonra tekrar olmaması için “ne yapılması” gerektiği konularında ortaya atılan fikirlerin ağırlığı, askeri kurumların sivilleştirilmesi (askeri okulların kaldırılıp MEB’e bağlanması gibi) çevresinde toplanıyor.

    Girişimin açık yaralarının henüz taze olduğu günlerde bu tür çözümler düşünülse de zaman içinde ortak aklın galebe çalacağı, askeri kurumsal kültürlerin değerinin daha iyi anlaşılacağı beklenir.

    Aranan ipucu şu özlemdir:

    Bu bağlamda naçizane öneride bulunmama, İçişleri sayın bakanının bir gazetede okuduğum şu cümlesi yol açtı: “öyle bir düzen kuralım ki bir daha askeri darbe yapmak mümkün olamasın”. Bu bir anahtar özlemdir ve çare üretmek isteyenler –tüm yargılarını askıya alarak- bu özlem doğrultusunda fikir üretmelidirler.

    Askeri kurumların sivil otoriteye tabi olması demokratik rejimin bir ilkesidir; ama bu, askeri kurumları sivillere bağlamakla gerçekleştirilebilir bir şey değildir. Ülkemizde bol miktarda bulunan dini örgütler, sivil kurumlar içine de sızabilirler, nitekim sızmışlardır da. O halde aranan çözüm bu olamaz, aksine TSK’nın iyiden güçsüzleşmesinin yolunu da açar; bu da temeldeki amaca hizmet eder.

    Ne yapmalı yerine “ne yapmamalı”..

    Tam bu noktada, özlemimizi ifade eden cümleyi ters çevirerek bir soru sormalıyız:

    Bugüne kadar yapageldiklerimiz içinde en önemli neyi yapmayalım ki bir daha askeri ya da diğer türlerde darbeler yapmak mümkün olamasın?

    CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın 26 Temmuz’daki Tarafsız Bölge programına katılanlardan Eray Güçlüer (E.Jand.K.Alb), “TSK’dan çeşitli kumpaslarla ilişiği kesilenlerin ortak özelliği nedir?” sorusuna şu cevabı veriyordu: “bu soruyu yıllardır düşündük; sonunda bulduğum ortak özellik biat etmezlik idi”.

    ve bir gün sonra aynı TV’nin haber saatinde Deniz Harp Okulu’ndan mobbing yoluyla atılan bir öğrenci (Ufuk İmrek) de, bu yolla atılan öğrencilerin ortak özellikleri olarak yine “biat etmezlik” niteliğine dikkat çekiyordu.

    Bu bir rastlantı değildir ve son derece anlaşılabilir bir nedene dayanmaktadır: Sadece 15 Temmuz girişimi için değil, Dünyadaki tüm kökten dinci hareketlerin ihtiyaç gösterdiği insan malzemesinin ortak özelliği “biat kültürüne yatkınlıkları” olarak görünüyor.

    Aranan cevaba bir adım daha..

    Peki buradan, “ne yapmayalım ki bir daha darbe olmasın?” sorusunun cevabına giden bir ipucu var mı? Evet var; hem de ipucu değil, cevabın tam da kendisi var: Her ölçekteki eğitim sistemi içinde, biat’ın ana elementi olan sorgulanamazlık (ezber) öğeleri tek tek temizlenmelidir (http://wp.me/p2t6mi-Ok).

    Yani..

    Askeri ya da sivil, hangi türden olursa olsun, her nerede sorgulanamazlık (ezber) var ise orada darbeci (en azından otoriter) eğilimleri özendirip besleyen bir iklim oluşur. Darbe istemiyorsanız her gün yemek öncesi alınacak ilaç “sorgulanamazlık”tır.

    Daha da ötesi..

    Çeşitli nedenlerle biat’tan vazgeçmeyip, bir yandan da darbe eğilimlerini önlemek için, okullara dersler koymak, anti-darbe yolunda beyin yıkamak, darbe cezalarını daha artırmak, sivil kurumlara bağlamak ve benzeri önlemlerin, sonuçta daha da baş edilemez belalara yol açması kaçınılmaz görünüyor.

    Esas suçlular..

    Genellikle her kriminal olayda, bir görünenler bir de hiç dikkati çekmeyenler vardır. En barizlerinden birisi eğer cinsel içerikli suçlar ise, bir diğeri de darbeler veya girişimleridir.

    Cinsel içerikli suçlar için nasıl ki sorgulama yerine hadım etme gibi zihni sinir türü bir önlemi alkışlayanlar bir anlamda bu tür suçlar için uygun iklim yaratmaya katkıda bulunuyor iseler; benzer şekilde darbe girişimleri için de, esas bakılması gereken yer eğitim sistemimizdeki ezber[1] uygulayıcıları ve yandaşlarıdır.

    İyi de kısa kes, “ne yapmayalım?”..

    Bu konularda –tam bu sözcüklerle olmasa da- sık duyduğum kestirmeci itirazını varsayarak tekrar etmeme lütfen izin veriniz: Her toplumun kültürü içine yerleştiği için farkına varılmaz hale gelen kültürel öğeler olması doğaldır. Toplumumuzun kültürü içinde de olumlu ya da olumsuz, diğer kültürlerden ayıran öğeler olduğu söylenebilir. Misafirperverlik, cesaret, tehlike anında dayanışma gibi bileşenler birkaç olumlu unsur iken, olumsuzların başında (sorgulanamazlık) gelmektedir.

    Eğer mutlaka bir şeye savaş açmak gerekiyorsa buna savaş açılmalı ve kim(ler) karşı çıkarsa çıksın açılmalıdır. Biata alıştırılmış topluluklar ile bir arada bulunamayacak bir şey varsa o da demokrasidir.

    Toplumumuzun en azından aydın (http://goo.gl/dER6ZE) kesiminin, kendisi ve ulusunun varlığını sürdürmekten daha önemli bir misyonu olabilir mi?

    Lütfen nasıl diye sormayınız, “nasıl” kavramını ince ve saklı bir itiraz aracı olarak kullanmayınız.

    Darbe = otoriter eğilimler = ezber = sorgulanamazlık = biat

    denklemini görünür bir yerlere yazınız; sonra da nasıl’ını konuşalım.

    28 Temmuz 2016

     

    [1] 1994 yılından itibaren 15 yıl, ezber sözcüğü –anlam kayması nedeniyle farklı anlam (yani “bellemek”) kazanmış olduğunu bile bile ısrarla- “sorgulanamazlık” yerine kullanılmış, eğitim sınıfının bunu idrak etmesi beklenmiştir. Ancak 2010 yılından itibaren, biraz da zorlama bir sözcük olan sorgulanamazlık terimi  kullanılmaya başlanmıştır.

    Çoğu öğretmen bir yandan (ezber)in yıkıcılığını az da olsa farketmiş, ama bir yandan da gerek (belleme)nin yabancı dil öğretimi, hemen hatırlanması gereken bilgilerin bellekte tutulması gibi yerlerde gerekli olması, gerekse (sorgulama)yı nasıl yapacağını bilememesi, bunun için gerekli çabayı göstermemesi nedenleriyle alışkanlıklarını sürdürmüştür.

    Bu yolda harcadığım yıllar boyunca edindiğim izlenim, eğitim sınıfı’nın %95+’nin, ezber kavramının sorgulanamazlık anlamına gelen esas anlamını bilmediği ve öğrenmek yolunda bir çabasının olmadığıdır. Daha da ilerisi, bir ulusal yıkım aracı olarak kullanılabilecek (ve de 15 Temmuz’da kullanılan) sorgulanamazlık konusunda yüksek öğrenim görmüş kesimin de hem yeterli beceriye ve de ilgiye sahip olmadığıdır.

  • Domino ve iletişim..

    ” Uzun yılların sosyo-kültürel birikiminin yoğunlaştığı Güneydoğu Anadolu topraklarında meydana gelen ve cennet yurdumuzu çevreleyen topraklarda yaşamakta bulunan kimi komşularımızın, bu topraklar üzerinde emeller besleme durumunda olan diğer devletlerin de katkılarıyla kanalize edilip, yönlendirilip, cesaretlendirildiği bazı olaylar hepimizin malumudur.”

    Yani; ” Güneydoğu olaylarını biliyorsunuz.”

    Yazımın başlığındaki iki sözcük arasındaki münasebeti ( ya da münasebetsizliği ) düşünürken Güneydoğu olayları da işe katılınca galiba durum iyice anlaşılmaz oldu. Üzerinde durmak istediğim konu G.Doğu ya da domino oyunu değil “iletişim”dir.

    Bildiğiniz gibi domino, iki ucunda farklı sayılar bulunan taşların rastgele çekilip aynı sayılar birbirine değecek biçimde yerleştirilmeye çalışıldığı  bir oyundur. Yukarıda, rastgele seçtiğim bir konudaki  basit bir bilginin, domino benzeri bir teknikle  nasıl anlaşılmaz hale gelebildiğini göstermek için bu örneği verdim.

    Bu yolla laf uzatmada kural, her sözün başına ona uyabilen bir ek getirmek ve sonra o ekin de başına  o eke uygun başka ek getirmek ve böylece devam etmektir. Bir örnek daha vermek gerekirse; ” havalar ısınıyor”   ifadesi önce ” yurdumuzda havalar giderek ısınıyor”   haline, sonra  ” güzel yurdumuzda , geçen yıl da olduğu gibi havalar giderek ısınıyor ”  haline getirilir ve giderek NATO üyeliğimiz ile doğadaki sera etkisi de işe katılarak değme dilbilimcinin içinden çıkamayacağı hale getirilir.

    Okuyucuların aklına bu abesle iştigal metodunun faydası nedir gibi bir soru mutlaka gelir. Durum sanıldığı gibi olmayıp bu metodun kullanıldığı bir çok hal vardır. Bunlardan birkaçını hemen sıralayabilirim:

    1. Az söz söyleyip çok söylendi imajı yaratılmak istenen haller (eşinin kendisine fazla birşey anlatmadığı şikayetine muhatap olanlar ve diplomatlar kullanabilir)
    2. Ne söyleneceği düşünülürken vakit kazanılmak istenilen haller,
    3. Hafif saf insanların aklını karıştırarak, yapılmak istenen bir cinliğin farkına varılmasının istenmediği haller,
    4.  Hazırlıksız yakalanılan haller (öğrencilere sınavlar için tavsiye edilir, ancak sonuç garanti edilmez,
    5.  ve bütün bunlardan daha sıkça, bir konuda fikir belirtmek durumunda olunmasına rağmen, yeterli bilgi ve/ya deneyime sahip olunmayan ama bu durumun karşısındakilere de belli edilmemesi gereken haller.

    Domino tekniği tek başına kullanıldığı gibi, etkisini artırıcı diğer tekniklerle birlikte de kullanılabilir. Bunlar, konuşurken kelimeler arasında bekleme tekniği, parmağını karşısındakine uzatarak telaş yaratma tekniği ve sıkıntılı -düşünceli tavır takınarak ” zaten canım sıkılıyor bir de seninle uğraşmayalım ”   tekniği gibi metodlardır.

    Denilebilir ki bu basit bir laf uzatma sorunudur. Bu konu toplum hayatımızda ne gibi ciddi problemlere yol açabilir ki ?

    Değerli okurlarım; sizleri temin ederim ki başta demokratik yaşamımızdaki kesintiler dahil olmak üzere, çoğu sorunumuzun altında  iletişim becerisi yetmezliğimiz  yatmaktadır.

    Eğer sivri akıllının biri çıkıp da uzun ve tumturaklı söz söyleyip yazı yazmayı yasaklayıp sadece ifade edilmek istenilenin özünü (mesaj) söyleyip yazmaya izin verse,  okuyup dinlediğimiz birçok kişinin elinin veya dilinin tutulduğunu  hayretler içinde görürdük.

    Birçok kişinin, söz söyledikleri konuda hiçbir “öz”e sahip olmadıklarını, çözüm önerisi diye önümüze konulanların domino tekniği ile üretilmiş olduğunu ve belki kendilerinin dahi bunun farkında olmadıklarını görürdük.

    Şaka ile karıştırarak sizlere sunduğum domino tekniği aslında öldürücü bir silahtır. İnsanların zamanlarını çalarak onları yavaş yavaş (ama kesinlikle) öldürür; toplumlara ise boş umutlar sunarak onların yok olmasına yol açar

    Önümüzdeki haftalarda iletişim becerimizin niçin gelişemediğini irdelemek üzere bu haftalık hoşça kalınız.

    M.TINAZ TİTİZ

    1990 Şubat

  • Yanıltıcı Düşünme biçimi

    Lider (en genel anlamda) ve çevresi (yine en genel anlamda) arasındaki ilişkilerin en önemli bileşeninin, “karar alma” ve “alınan kararları uygulaması”dır denilebilir.

    Kuşkusuz lider ve çevresi arasındaki ilişkileri etkileyebilecek akrabalık, çıkar vb başkaca  öğeler olabilirse de, bunların istisnai durumlar olduğunu varsaymak zorundayız.

    Deneyim paylaşımı ve bir gözlem!

    Önemli kararlar –büyük çoğunlukla- lider tarafından alınır; kararlar her zaman olmasa da çevresiyle tartışılır. Yine çoğunlukla bu tartışmalar, liderin kararlarından emin olmak amacına yöneliktir.

    Lider çevresinin bu süreçteki olası itirazları genelde “cılız ve her an ricata hazır” tondadır. İşçi işveren ilişkilerindeki “kapıda senin işini yarı ücrete yapacak çok kişi var” kalıbı burada da geçerli sayılabilir.

    Bir soru: Bu niye böyledir?

    Olası cevap grupları şunlar olabilir (mi?):

    (1)Lider o denli üstün yeteneklere sahiptir ki, çevrenin itirazi fikirlerinin dikkate alınabilir olması olasılığı çok zayıftır.

    (2)Lider normal yetenekte bir kişidir, ama çeşitli nedenlerle çevresine nitelikleri düşük olanları toplamıştır.

    (3)Hem lider hem çevresi, uymayı zorunlu saydıkları bir “ortak düşünme disiplini”ne sahip değillerdir.

    İçinde bulundukları toplumun başat kültürü haline gelmiş bulunan “delusional thinking[1]” (rasyonel düşünce halkalarının boşluklarını dolduran irrasyonel halkalardan oluşan kopuksuz görüntülü zincir), lider ve çevresinin de düşünme biçimidir.

    Kanımca, liderler ve çevreleri arasındaki sağlıksız ve değer üretemeyen, aksine tüketen geleneksel ilişki biçiminin nedeni, bu üç ihtimalden sonuncusudur. Sürekli öykündüğümüz, ama aşağılamaktan da geri durmadığımız gelişkin kültürlerle aramızdaki fark bu üçüncü neden yoluyla doğmuştur.

    İnanılmaz görünebilir ama, toplumumuzda, arasına az sayıda rasyonel düşünce halkaları karışmış, çoklukla, ses tonu, unvan, rütbe, zenginlik, şöhret  gibi irrasyonel halkalar’dan[2],[3] oluşan “delusional thinking” düşünme biçimi son derece yaygındır. Bu o denli doğal hale gelmiş ve rasyonel[4] düşünceye o denli “benzer” hale getirilmiştir ki, aradaki fark ancak farklı kültüre sahip kişilerce görülebilir durumdadır.

    Söz konusu benzerlik, toplum içinde popüler olmuş dini, etnik, siyasi, ideolojik söylemlerden ödünç alınan kavramlar yoluyla sağlanmakta, bu söylemlerden herhangi birisinin sempatizanı olanlarca “rasyonel gibi” (pseudo-rational[5]) algılanmaktadır.

    Bu ilişki biçiminin yaşam içindeki başlıca kodları şunlar:

    (1)Bir şey ya bütünüyle doğru (beyaz) ya da yanlıştır (siyah). Yanlışlar ve doğrular birleşerek bir bütün (gri) oluşturamazlar.

    (2)Benim düşüncem doğrudur; doğrular da tektir.

    (3)Güçlünün düşünceleri doğrudur; değilse de itaat edilmelidir.

    Kimse kötü olmayabilir ama..

    Yıllardır siyasi partileri yöneten liderlerin hiç birisi –muhtemelen- kötü insanlar değillerdir; ama bu insanlar ve çevresindekilerin kabul edilemez görünen ilişkilerinin temelinde, açıklanan sağlıksız düşünme biçimi vardır. Bu sağlıksızlık, toplum içinde kimsenin birbirini anlamaması bir yana, ideolojik, etnik, siyasi ve özellikle de dini söylemlerin de içlerinin boşalmasına yol açıyor.

    Nitekim, toplumumuzda –sınırlı da olsa-  ulusal bütünlüğü sağlama görevi yapan unsurlardan birisi olan din kurumunun, irrasyonel halkalar üreticisi olarak görev yapmasındaki yaygınlık tek isimlendirme altında binlerce “yapay din” oluşmasına yol açmıştır. Medyada dini söylemler yoluyla siyaset yapan ya da “dini aydınlatmalar” yapan kişilerin bu denli ayrıntı düzeyinde, ama bir işe yararlılık da içermeyen ifadeleri bunu göstermiyor mu?

    Aydınımız rasyonel düşünceyi yeniden keşfetmelidir; ama nasıl?

    Aydın kesim –belirgin biçimde- bölünmüş durumdadır: Dünyevi yaşam kurallarını dini esaslara dayandırma yanlıları ile seküler yaşam kurallarını savunanlar.

    Bu kesimler geleneksel olarak ayrı dünyaların insanları olarak yaşayageldiler ve aralarında –Kurtuluş Savaşı hariç- pek bir yardımlaşma da ol(a)madı. Bu denli ayrışmış olsalar da ilginç bir gerçeklik olarak her iki kesimin de –tabii ki tamamı olamaz- düşünme biçimleri, yukarda açıklanan “delusional thinking” (kısaca yanıltıcı düşünme denilebilir) modelinin özelliklerini taşıyor.

    Bu iddianın somut bir örneği, iki kesimi ayırt eden din ve sekülerlik kavramları konusundaki bulanıklıktır. Bu denli ayrıştırıcı rol oynayan iki kavram konusundaki bu bulanıklık, bilgi eksiği, dikkatsizlik ya da kasıt değil, ancak düşünme biçimlerindeki ortak yanıltıcılıktan kaynaklanabilir.

    Bu kesimleri ikna ederek, bireysel özel yaşamları dışındaki ortak yaşam alanlarında ortak düşünme biçimi olarak rasyonel düşünceyi benimsemeleri güç görünüyor. Ama, bu iki kesim dışında kalan seküler ve/ya dindar kişilerin halen sahip oldukları rasyonel düşünme biçimini kullanarak:

    (a)Sekülerliği temsil eden akıl ve inancı temsil eden sezgi’yi, değer üreten bir spiral biçiminde kullanma yolunda işbirliği imkanları aramaları,

    (b)Yanıltıcı düşünme biçimine sahip kesimler içindeki “kazanılabilir nitelikteki” kişilere rol model oluşturabilecek kurgular üretmeleri

    mümkün olamaz mı? Her iki yolun da –özellikle ikincisi- güçlükler içerdiği bellidir; ama kazanımları tahmin edilebilecekten daha fazladır. Örneğin, akıl ve sezgi’nin parçalanması (bkz. http://wp.me/p2t6mi-Zu) olgusu tersine dönebilir ya da din kurumunu yozlaştıran irrasyonel düşünme öğeleri hakkında bir farkındalık oluşmaya başlar ve böylece din kurumu daha yapıcı bir konuma gelebilir.

    Bütün bu beklentilerin ötesine uzanabilen olumluluklar da beklenebilir; ama bütün bunlar, tüm yaşamımızı derinden etkileyen hastalıklı düşünme biçiminin (yanıltıcı düşünme) farkına varılmasıyla başlayabilir.

    17.06.2016

    [1] Bkz. http://psychcentral.com/lib/identifying-irrational-thoughts/

    [2] Sokaktaki sıradan kişiden en sıradışı kişilere kadar, her gün dinlemeye alıştığımız, “sen kimsin?”, “benim kim olduğumu biliyor musun?”, “işine bak”, “kanun manun tanımam”, “verdimse ben verdim” vb irrasyonel halkalar…

    [3] Bkz. Zihinsel Virüsler (http://wp.me/p2t6mi-1Wz)

    [4] Metin içinde kullanılan rasyonel düşünce, aslında rasyonel ve kritik düşünce ikilisini kapsamak üzere kullanılmıştır. Rasyonel (nedensel) düşünce için bkz. http://bit.ly/1UIfMew; kritik (eleştirel) düşünce için bkz. http://bit.ly/1XfltUS.

    [5]http://bit.ly/1U6es8o

  • İnovasyon teşvikle değil sorgulamakla mümkündür..

    (Eğer…. ise / Eğer ….değilse) Yöntemini Kullanarak Geliştirilebilir İnovasyon (yenileşim) Örnekleri (Rev 0 – 25.03.16) Lütfen aşağıdaki tabloyu incemeden önce Eğer … ise konulu ppt sunuma tıklayıp izleyiniz.

    TABLO >> egerdegilse_inovasyondur

    Toplumumuz inovasyonla yatıp yenileşimle kalkıyor. Devlet teşvik veriyor, inovasyon yapılırsa ne gibi “iyi şeyler” olacağı anlatılıyor.

    Yukarıdaki basit örneklerden görüleceği gibi, inovasyon talimat, teşvik ya da rica ile olmuyor. Görüldüğü gibi tek yol, “eğer ….değil ise” alanındaki inovasyon fırsatlarını görebilecek “gözlükleri takmak”.

    Bu gözlüğün adı “sorgulama”dır. Çocuklarımız Dünya’ya doğal bir sorgulama becerisiyle gelirler. Gelirler ama biz onları -kendi ideolojilerimiz yönünde- ezberletir ve yaratıcılıklarını öldürürüz.

    Gelişmemizi daha çok cahil yetiştirmeye ya da okuduğunu anlamadan Kuran’ı yüzünden okuyacak çocuklar yetiştirmeye bağlamış eğitim sınıfı mensupları ve yaranmaya çalıştıkları siyasi görevliler, tuttuğumuz bu yolla ancak başkalarına muhtaç insanlar yetiştirdiğimizin farkına varıp, inovasyonun teşvikle değil özgür düşünceli her şeyi -ama her şeyi- sorgulayabilen çocuklarımızın beyinlerini iğdiş etmekten vazgeçmekle mümkün olabileceğini idrak etmelidirler.

    25 Mart 2016