• Yargıların Sorgulanması üzerine..

    • Sizin bir yazınızı okudum; başlığını tam çıkaramayabilirim, ama galiba “yargılarımızın sorgulanması” ya da o bağlamda bir başlıktı sanırım. Bu konuda kafama takılan birkaç soru var.
    • Neydi onlar ?
    • Sürekli kullandığımız “yargı” ifadelerinin kalıplaşarak hayatı kolaylaştırdığını, ama o ölçüde de gözlerimizi kör ettiğini iddia ediyordunuz.
    • Evet hatırladım, tam olarak böyle düşünüyorum.
    • Kalıp haline gelen yargılar zaman tasarrufu sağlıyor. Bu doğru. Örneğin, “su 100oC’de kaynar” yerine, “eğer sıcaklık, basınç ve suyun bileşimi normal sınırlar içinde ise su 100oC’de kaynar” gibi konuşmaya başlansa zaman kaybı olurdu. Peki ama kör etme meselesi nedir?
    • Bu tasarruf bir alışkanlık haline gelir ve “ön şartların söylenmeMEsi” gibi bir noktaya varır. Daha da vahimi, her zaman su kaynama örneğinde olduğu gibi bilimsel yargılar değil, daha bulanık (fuzzy) yargılar söz konusu olduğunda, taraflar birbirlerinden tamamen ayrı yargılarda ısrar etmeye başlayabilirler.
    • Evet giderek bir kör döğüşüne dönecek galiba.
    • Ön koşulların söylenmeden söylenmiş varsayılmasının sakıncası daha da önemli bir sorun ortaya çıkarır: Ön koşullar geniş bir alanı daraltarak söz konusu yargının gerçekten geçerli olduğu alanı tarif ederken, o alanın dışındaki alan giderek ilgi alanımızdan çıkar.
    • Kör olma işini şimdi anladım; ama bi dakka, “o alanın dışındaki alan”da ne var ki bu kadar ilginizi çekiyor?
    • Evet bu süper bir soru; örneğin, suyun normal şartlarda kaynaması yerine, o şartların dışında ortaya çıkabilecek yeniliklerden mahrum kalınabilir. Mesela düdüklü tencerede yüksek basınçta daha yüksek sıcaklıklarda pişirme sağlanabilirken, aksine daha düşük basınçlarda 100 derece yerine çok daha düşük sıcaklıklarda kaynama olabileceği gerçeklerini göremeyiz.
    • Bu müthiş bir şey. Acaba tüm keşif ve icatlar, “o alanın dışı” dediğiniz alandan mı geliyor?
    • Aynen öyle. O alanın ortaya çıkarılması, “eğer ….ise” ön koşulu yerine, “eğer …. değilse” ön koşullu bölgede olup bitenlerin sorgulanmasıyla mümkün oluyor. Sorgulama becerisi kazanmış bir kişi için çevresi, bu beceriyi kazanmamış olanlara göre çok daha geniştir (tıklayın); denilebilir ki, tüm keşif, icat ve inovasyonlar (eğer ….. değilse) alanının içinden çıkmaktadır.
    • Yemin ederim şu anda tüm çevrem farklı görünüyor. Oturup tek tek sonu …dir ile biten yargıları eğer ..ise / değilse süzgecinden geçirip ortaya nelerin çıkacağına bakacağım. Ama sen yine de bir örnek verir misin?
    • Vereyim, hatta biri somut diğeri soyut kavramlarla ilgili iki örnek vereyim.
    • Kör istemiş bir göz Tanrı vermiş iki göz.
    • Önce somut olan: “Özgül ağırlığı büyük olan dibe çöker” bir yargıdır ve fizik kuralıdır. Aynen “su 100 derecede kaynar” gibi. Ama nasıl ki kaynamanın ön şartlarını ıska geçmeden söylediğimizde mesela düdüklü tencere gibi bir icat ortaya çıkarsa, ağır olanın dibe çökmesi de böyle.
    • Onun ön şartı ne?
    • “Eğer yüzey gerilimince taşınamayacak ağırlıkta ise” gibi ön şartı var. Ve şimdi “eğer değilse” tarafına bakalım: “Eğer özgül ağırlığı büyük olan madde öğütülüp küçültülür ise” pekala bir sıvının yüzeyinde kalabilir.
    • Peki bundan bir icat çıkar mı?
    • Evet çıkar. Mesela kömür yıkama tesislerinde, suya karışan çok ince tozların –ki toplamda binlerce ton eder- geri kazanılması için, suyun yüzey gerilimini artıran bir madde suya karıştırılır. Böylece kömür tanecikleri suyun üstüne çıkar ve oradan da sıyrılarak alınır.
    • Vay be!
    • Vay ya. Tüm keşif ve icatlara bakarsan hemen hepsi, “eğer değilse” alanına bakmayı sağlayan sorgulamayla bulunmuşlardır.
    • Ne söyleyeceğimi şaşırdım. Peki soyut kavramla ilgili örnek ne?
    • Ona da örnek olarak “demokraside halk kendini yönetmelidir” yargısını vereyim. Bu da neredeyse fizik kuralı kadar doğru değil mi?
    • Evet doğru.
    • Doğru ama ön koşulu var mı ona bakmak lazım. Sonra da o ön koşul yok ise diye bakarız.
    • Peki bak bakalım.
    • Ben niye bakayım, öğrenecek olan sen olduğuna göre sen bak bakalım.
    • Ben nasıl bakacağımı bilmiyorum, öyle bakmaya alışmadım.
    • Biraz kafanı kurcala, halk kendini ne zaman yönetmemelidir diye soru sorarsan ön koşulunu bulursun.
    • Peki; “eğer halk yeterli eğitim düzeyinde ise kendini demokrasi ile yönetmelidir” gibi bir ön koşul buldum, doğru mu?
    • Hem de tam doğru.  
    • Yani buradan şu mu çıkıyor: “Halk eğitimli değilse demokrasiyi bir kenara bırakmalıdır”?
    • Tam böyle çıkmıyor. “Eğer halk eğitimli değilse –herkes eğitimsiz olamayacağına göre- içindeki eğitimlileri seçip, temsilcileri eliyle (temsili demokrasi) kendini yönetmelidir” sonucu çıkıyor. Bu da bir çeşit buluş sayılmaz mı?
    • Bi dakka, bu tam olmadı. Eğitimli olanların iyi yöneteceği de bir yargı değil mi? O halde onun da ön koşulları olması gerekmez mi?
    • Sen bayağı hızlı gidiyorsun, bravo. Demin işi karmaşıklaştırmamak için eğitimli deyip geçtim. Şimdi diğer ön koşulları da koyalım.
    • Nedir onlar?
    • İtiraz eden sen olduğuna göre sen bulabilirsin. Eğitimli olmanın yanındaki ön koşulları bir düşün bakalım.
    • Bir, eğitimi uyduruk olmayacak; iki, yüksek ahlaklı olacak; üç ruh sağlığı yerinde olacak.. Başka aklıma gelmiyor.
    • Bunlar mükemmelen yeter. Şimdi “eğer değilse”yi bir toparla ve tam söyle de buluşun tam ortaya çıksın.
    • Eğer halkın tamamı ya da seçeceği temsilcilerinin eğitimleri yeterli, ahlakları iyi ve ruh sağlıkları yerinde değil ise, o halk kendini demokrasiyle yönetemez”; oldu mu?
    • Eksik oldu ama oldu diyelim.
    • Bu da ne demek, hani eksiksiz bulmuştum.
    • Eksik oldu, çünkü ortaya çıkan sonuç bu kadar değil; “halk kendini yönetemez” dedik bitirdik; ama sonrasında ne olacağı da yine “eğer ..ise” biçiminde tamamlamak gerekmez mi?
    • Haklısın tamamlayalım, onu da sen yap bari.
    • Peki;
      • eğer halk iyi eğitimli, iyi ahlaklı ve ruh sağlığı yerinde insanları seçerse” ve
      • eğer onların doğru yol üzerinde olup olmadıklarını sağduyusuyla denetleyebilirse” ve
      • eğer yoldan çıkmalar halinde gereğini yapabilir ise” o takdirde demokrasi yararlı bir idare biçimi olup halkın sorunlarını çözebilir.
    • Şimdi eksiksiz oldu galiba!
    • Hayır hala olmadı.
    • İnanmıyorum, nesi eksik?
    • Dikkat edersen üç tane ardışık “eğer ..ise” gerçekleşir ise varılacak sonucu söyledik.
    • Daha eksik ne kaldı ki?
    • “Eğer ..değil ise” kısmı eksik kaldı. Yani bu üç koşul aynı anda gerçekleşmez ise ne olacağı. Ancak onu da söyleyebilirsek ancak o zaman eksiksiz bir sorgulama yapmış oluruz.
    • Yani?
    • Yani; “eğer bu şartlar yerine gelmez ise, bu durumda demokrasi sorun çözen değil, sürekli sorun üreten bir rejim haline gelir”.
    • Bitti mi?
    • Seni memnun etmek için istersen bitti derim ama, ne yazık ki sürekli sorun üreten ve çözümünü de yine demokrasiden bekleyen; ama bir türlü onun ön koşullarını yerine getirmeyi akıl edebilecek sorgulamayı yapamayan halkın sorunları bitmez. Bunun adı Kısır Döngü’dür.
    • Ben çözümü anladım, demokrasiden vazgeçmek lazım!
    • Senin aklın da yanlış formatlanmış olduğu için yanlış sonuca vardın. Tabii ki çözüm o söylediğin değil.
    • Ya ne?
    • Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme ikilisini ayırmadan kullanırsan çözümü sen de bulursun.
    • Şimdi bir de n’olur başıma bu kavramları çıkarma zaten kafam karıştı.
    • Kafanın karışmasının nedeni ben değilim, hatta demokrasi de değil. Çocukluktan beri demokrasinin “istediğini yapma rejimi” olduğunu bize ezberleten –ve halen devam eden- süreçtir sorumlu olan.
    • İyi de ne yapmam gerektiğini bir türlü anlamıyorum. Lütfen önüme yapılması imkansız şeyler koyma.
    • Yapman gereken Rasyonel ve kritik düşünme disiplininden kopmadan yargıları sorgulamayı öğrenmek ve bunun yaygınlaşmasına çalışmak.
    • Peki böyle yaparsam Kısır Döngü’den çıkar mıyız?
    • Çıkarız ve çıkamayız.
    • Bu bir bilmece mi?
    • Hayır, gerçeğin ta kendisi ve yine tüm gerçekler gibi koşullu:
      • Eğer, birlikte ortaya çıkardığımız gereksinimleri yerine getirmek için çaba harcar isen ve
      • Eğer, bu çabanı yaygınlaştırmak için çaba harcar isen ve
      • Eğer, kestirme yollar bulacağım diye bu gerekliliklerden kaçmaz isen “çıkabiliriz”;
      • Eğer hayallere kapılır ve kısıtlı enerjini verimsiz kullanır isen ve
      • Eğer etkileyebileceğin insanların da enerjilerini benzer biçimde heba eder isen “çıkamayız”.
    • Galiba şimdi “koşulsuz hiçbir gerçeğin olamayacağını”; “koşulsuz gerçekler peşinde koşanların kendini ve toplumu kısır döngüler içine sokacağını”, kısaca “bedava yemeğin olamayacağını” anladım.
    • mi acaba?

    16 Şubat 2016 Salı

  • A.B.D. Niçin Güçlü?

    1983 yılında A.B.D. başkanı Ronald Reagan’ın isteğiyle Eğitimde Mükemmeliyet Ulusal Komisyonu’nca bir rapor hazırlandı. Adı “Risk Altındaki Ulus” (http://bit.ly/1NDYmOB).

    Raporun giriş bölümünde şöyle bir cümle var: “Eğer bugün sahip olduğumuz eğitim sistemini A.B.D.’ye dost olmayan bir güç empoze etmiş olsaydı, bu bir savaş nedeni (causus beli) sayılabilirdi

    Bundan 15 yıl sonra 1998 yılında Hoover Institution tarafından yazılan bir rapor ise şu adı taşıyordu: “Hala Risk Altındaki Ulus” (http://hvr.co/1NlKe81).

    Eğitim konusunda kendisine bu denli ağır eleştiriler yöneltebilen bir toplum, 2012 yılında yayımlanan Bir Zamanlar Amerika adlı kitapta (http://bit.ly/1iOvN47) gerilemesinin nedenlerini şöyle açıklıyor:

    Ağır tempolu gerilememizin dört ana nedeni var. İlki, başta kendimizin ama özellikle siyasi liderlerimizin Soğuk Savaş’tan sonra hangi Dünyada yaşadığımızı ve başarılı olmak için nelerin yapılması gerektiğini sorgulamayı bırakmış olması. Amerikan siyasetinde gözlemeye, odaklanmaya, karar verip eyleme geçmeye dair hemen hemen hiçbir hareket göremiyoruz.

    İkincisi, son yirmi yılda en büyük problemimiz olan eğitim, bütçe açıkları, borçlar, iklim değişikliği ve enerji alanlarında başarısız olmamızdır.

    Üçüncüsü, büyük ülke olma formülümüze yatırım yapmayı bırakmış olmamızdır.

    Ve dördüncüsü ise, siyasetimizin tıkanmış olmasıdır. Değerler sistemimizin erozyona uğramış olması nedeniyle problem çözme yeteneğimiz yitirilmiş durumdadır.≫

    Türkiye’de bir sivil toplum kuruluşu, Beyaz Nokta® Gelişim Hareketi (www.beyaznokta.org.tr), 1994 yılından bu yana, Sorun Çözme Yeteneği’nin, toplumun üzerinde en önemle durulması gereken sorunu olduğunu anlatmaya çalışıyor. Öyle ki, tek tek üzerinde durup boğuştuğumuz sorunlarımızın tümünü üreten, ama o sorunların birleşmesinden oluşmayan bir kaynak.

    Bu kavramı önemseyip üzerinde durmayı engelleyen özel bir gene doğuştan sahip değil –ya da zaman içinde oluşturmadık- ise, acaba bu aymazlığın özel bir nedeni mi vardır?

    Acaba ne yapıyoruz da –ya da yapmıyoruz-, böylece ancak sorunları tek tek, o da genellikle yakınma modunda ele alıyoruz?

    Bir ağacın köklerinin topraktan emdiği besin elementlerinin en uçtaki yapraklara iletilmesi gibi, tüm sorun alanlarına (yani yapraklara) kadar gidebilecek sosyal besin elementleri nelerdir?

    Hemen her sorun alanı ile ilgili bir çok kurum var iken, niçin bu besin elementleri ile ilgilenen çok az kimse vardır?

    Yukarda değindiğim STK 21 yıldır “sorgulanamazlık” (ezber) ile uğraşa uğraşa ancak eğitimcilerin dillerine (ama sadece dillerine) bir deyimi yerleştirdi: Soran, sorgulayan öğrenci”..

    Peki acaba çoğu okulun, çoğu öğretmeni niçin “doğru soru nasıl sorulur?”, “sorgulama ne demektir, nasıl yapılır?” gibi iki temel soruyu sormayı akıl etmez?

    Her yere doldurduğumuz din kültürü öğretmenleri ve onları yetiştirenler, öğrettiklerini sandıkları dinin imân ilkesinin sorgulamaya dayalı olduğundan, (http://wp.me/p2t6mi-1UE) sorgulanmayan imaânın değersiz sayıldığından niçin bihaberdirler?

    Onları yetiştiren anlı – şanlı hocaları niçin bunları sorabilen öğretmenler yetiştiremezler?

    Niçin hiçbir siyasi partinin vaat dolu programlarında böyle vaatler yoktur?

    Niçin her tarafından güç akan kurum yöneticilerimiz, kurumlarının Sorun Çözme Yeteneğini geliştirmek gibi bir hedefi stratejik planlarına koymazlar?

    Bunlara verilecek yanıtların hep “biz zaten….” İle başlayacak içi boş övünmeler olması bizim kaderimiz midir?

    Seçimlerde o parti değil de bu parti kazansa bu kader değişecek mi?

    Din dersi öğretmenleri sorgulamanın İslam’ın temel ilkelerinden birisi olduğunu; ağzından “kul hakkı” deyimini düşürmeyen siyasi parti lideri bu deyimin gerçek anlamını[1] farkedecek mi?

    Bu soruların yanıtları kendi içindedir. Hatta tüm doğru soruların yanıtları kendi içindedir. Yeter ki sormaktan vazgeçmeyelim, korkmayalım.

    A.B.D. güçlü ülke ise bunları sorabildiği için güçlüdür, biz ise soramadığımız için güçsüz.

    9 Kasım 2015

     

    [1]El-Müfredat, Ragıb Isfahani: Kul (abd) sözcüğü tüm varlıklar için kullanılmakta olduğu belirtiliyor. (Prof. Dr. M.Saim Yeprem notundan ve http://bit.ly/1pqhhio kaynağından alınmıştır).

Bu durumda İslam’ın “Kul Hakkı” kavramı; sadece insanları (veya canlıları) değil, canlı ve cansız tüm varlıkları kapsamaktadır.

    Kul kavramının “her şey” olarak tanımlanması İbn-ül Arabi tarafından (http://bit.ly/1pqhhio) kaynağında daha ayrıntılı açıklanmaktadır.

Böylece insan yalnızca insanların haklarını değil, tüm varlıkların haklarını korumak gibi daha anlamlı bir görevle yükümlenmektedir

  • “Ortak Kullanım Trajedisi” ve “Likit Demokrasi”

    Önce biraz önbilgi:

    Ortak Kullanım Trajedisi (Tragedy of Commons) ilk olarak William Forster Lloyd, daha sonra da Garrett Hardin tarafından, ortak kullanılan kaynakların, kaynağın sahibi olanların tümüne en yüksek çıkarı sağlayacak şekilde değil de, herkesin sadece kendi çıkarını gözetecek şekilde kullanımını ifade etmek amacıyla kullanılmıştır.

    (Her ne kadar daha sonraları, ortak varlıkların kullanımları ile ilgili -trajediye yol açmayacak- paylaşım modellerinin mümkün olduğu ortaya konulmuş ise de, önerilen modellerin -henüz- “öneri”den ileri gidemediği, gezegenimizin durumundan görülmektedir

    Kullanımı kurallara bağlanmamış meralardaki aşırı otlatma konusunda, Victoria döneminin bir ekonomisti olan W.F. Lloyd tarafından 1883 yılında yazılan bir yazıda kullanılan bu kavram, 1968 yılında da G.Hardin tarafından yazılan bir makaleyle geniş kesimlerin ilgisini çekmiştir.

    Kendi alanında bir klasik sayılabilecek bu makale, küresel ısınma da dahil birçok sorunun kaynağını ortaya koyuyor: Grup (aile, kurum, kesim,, ulus vb.) çıkarı karşısında bireysel çıkar!

    Hardin makalesinde, söz konusu sorun’un teknik yollarla çözülemeyeceğini; teknik çözümün, doğal bilimler alanında gerçekleştirilen, insani değerler veya ahlâki düşüncelerde herhangi bir değişikliğe pek az yer veren ya da hiç̧ yer vermeyen bir çözüm olarak tanımlıyor[1].

    Kavramın gerek ortaya koyuluşu gerekse yaygınlaşması maddesel kaynaklarla ilgili; otlaklar, ormanlar, atmosfer, denizler, deniz ürünleri gibi.

    Ortak kaynakların bireysel çıkarlar uğruna aşırı kullanımı gibi, eksik kullanımları da aynı derecede ciddi bir sorundur. Örneğin, toplumun aydın tavırlı[2] insanlarının ilgi göstermeleri gereken konulardan geri durmaları da yine Ortak Kullanım Trajedisi kavramıyla ilgilidir.Çünkü aydın tavır (ya da örnek tavır) aynen otlaklar, denizler vd. kaynaklar gibi toplumun ortak kaynağıdır, hatta en değerlisidir.

    Ortak kaynakların aşırı kullanım yoluyla istismarına nasıl ki doğal bilimlerin “teknik” çözümleriyle engel olunamıyorsa, benzer şekilde eksik kullanımlarının da kurallar vazederek artırılması imkansızdır.

    Giderek karmaşıklaşan toplum yaşamının gerektirdiği “aydın tavır” katkısının, dünlere göre çok daha fazla olması gereği kolayca görülebiliyor. Bu bağlamda, plüralist demokratik yaşama öykünen insanımız açısından, giderek de artacak bir katkı söz konusudur.

    Daha düz Türkçe ile, dünün az karmaşık ve çoğunlukçu demokrasinin normlarına göre insanlarımız sorumluluklarını yönetimlere ihale edegelmiş; yönetimler de yetmezliklerini anlaşılmaz söz söyleme ustalığı yoluyla muhaliflerine fatura etme yolunu seçmişlerdir.

    Bugünün –öykünme de olsa- çoğulcu demokratik yaşamın daha karmaşık ilişkileri içinde ise, gerçekleştirmesi gereken uyum için artık bireysel olarak değişmek zorundadır. Bu değişim, söz kalabalığı, unvan ardına sığınma, kalabalığa karışma, sürekli yakınarak kendini unutturma, mazeret gösterme, “zaten” değişim içinde olduğunu iddia etme ya da benzer kurnazlık ve/ya vurdumduymazlıklarla geçiştirilebilir türden değildir.

    Daha daha düz Türkçe ile, dünün zihinsel donanımı ile bugünün karmaşıklığı içinde ve de dünün refah koşulları içinde yaşayamazsınız; eğer yaşayabiliyorsanız, bu mutlaka “aşırı otlama” yoluyla kendi çocuk veya torunlarınızdan çalınarak oluyordur.

    Buna göre milyon dolarlık soru!

    Madem Ortak Kullanım Trajedisi sorunu doğal bilimlerin teknik çözümleriyle (yasaklama, teşvik etme gibi) çözülemiyor ve madem toplumsal nitelikli sorunlarımızın çözümleri, aydın tavırlı kategorisindeki insanlarımızın katkılarına gereksinim gösteriyor,

    Bir yanda herhangi bir bedel ödemeden yaratılan sonuçlardan yararlanan –ama sürekli de yakınan- “bedava biniciler[3]” ile diğer yanda o sonuçları üretmek yolunda çeşitli türde çaba harcayanlar. Bu ikilem nasıl kırılabilir, dahası kırılabilir mi?

    Kırılabilir, kırılmalı!

    Bu ikileme tek neden yol açamayacağına, ama yüzlerce neden de eşit ağırlıklarda olamayacağına göre, kritik[4] (eleştirel) düşünerek bunların en ağırlıklılarını eleyip, onlara çareler düşünmek tek çıkar yol gibi görünüyor. Buna göre en önemli görünen dört neden için şöylesi bir sıralama olabilir:

    Olası neden 1.         Ne “bedava binici” ne de “çaba harcayan” kategorisinde olmasına karşın, önemsenmedikleri için katkı süreci dışında kalmış olan gençlerden katkı alınmaması.

    Çözüm önerisi 1    Aydın olmanın belki de temel kuralı sayılması gereken “bildiklerinden emin olmamak, kuşku duymak” yeteneğine doğal olarak sahip olan, fakat kısa bir süre sonra bu yeteneklerini kaybedebilecek olan gençler (ve çocuklar), erişkinlerimizin çok sözünü etmelerine rağmen hemen hiç kullanmadıkları –hemen her konudaki- ortak akıl süreçleri için mükemmel birer paydaştırlar.

    Onları –hangi eğitim düzeyinde olurlarsa olsunlar- ortak akıl süreçleri içine katmak gerekir.

    Olası neden 2.         Network, Ortak Akıl, Doğru Soru Sorma vb. teknikler konusunda kendilerini yeterince iyi hissetmeyenler.

    Çözüm önerisi 2    Oluşturulacak Sorun Çözme Gruplarına, bu konularda mentorluk edilmesi yeterli olabilir.

    Olası neden 3.         Katkıda bulunabileceği eylemlerin paydaşlarının herhangi diğer bir hatta aynı konudaki çözüm önerisine tepki duyduğu için katılmayanlar (örn. Nükleer karşıtı –ya da yandaşı- olduğu için veya her konuya din –ya da bilim- odaklı yaklaştığı için, … gibi).

    Çözüm önerisi 3    Evet-Hayır Demokrasisi (https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/01/E-H_Demokrasisi.pdf) yerine Likit Demokrasi (http://bit.ly/1H4HLwO) yaklaşımını yaygınlaştırarak.

    En basit anlatımla, temsili demokraside tüm seçimlerimizi bizim yerimize yapması için birer kişi (milletvekili) ya da siyasi parti yetkilendiririz. Böylece, yetkilendirdiğimiz kişi / parti dışındakileri -hiç öyle düşünmesek de- “işe yaramaz” olarak nitelemiş oluruz. Bu sistemin garabeti bellidir.

    Likit demokratik sistemde ise, her konu için ayrı bir kişi / partiyi görevlendiririz. Böylece, her konuda en yetkin olanları yetkilendirmiş oluruz.

    Buna göre, bir topluluk içinde, kimi görüşleri onaylamadığı ve karar alma süreçlerinde de ya hep ya hiç şeklinde hareket edileceğini bildiği için topluluğa katılmayı ret eden kişiler, likit oylama yöntemiyle karar alınması halinde çalışmalara katkıda bulunabileceklerdir.

    Olası neden 4.         Girift hale gelmiş ve sebep ve sonuçları birbirine karışık hale gelmiş sorunlar yumağının neresinden tutulacağı konusunda tereddütte oldukları, ortalıkta dolaşan çeşitli çözüm önerilerinin hiçbirisinin derde deva olamayacağına inandığı için geri duranlar.

    Bu gruba “şimdi ve burada” tipi çözüm (http://wp.me/p2t6mi-1PH) arayışları içinde olup, uzun vadeli çözümleri hayalci bulanlar da dahil edilebilir.

    Çözüm önerisi 4    Sorunları doğrudan çözme yerine önce onları anlama, bunun için de Kök-sorun, Sorun Kimyası gibi yaklaşımlarla kavram dağarcıklarını zenginleştirici programlar önerilir.

    Katkısı alınamayanlar içinde büyük çoğunluğu oluşturan bu dört grup içindeki her birey için etkili yöntemler kuşkusuz farklıdır. Bununla beraber bu konuların işlendiği TV ve radyo programları[5] ile, bunların kayıtlarını içeren DVD’lerin hazırlanması yararlı olabilir.

    26 Ekim 2015

    [1] İlgili makaleler için bkz. http://bit.ly/1Xqmxmm

    [2]Eğitim düzeyi veya herhangi bir alandaki kariyerinden çok, çevresindekilere daha doğruyu, daha iyiyi ve daha güzeli bizzat örnek olarak göstermek, aydın olmanın bir ölçütüdür denilebilir.

    Bir diğer ölçüt ise, aydınlatma işlevini bir toplumsal sorumluluk olarak duyumsayarak özellikle de bunu uygun sayılmayabilecek koşullarda da yerine getirmektir.

    Kişiliğinin tüm yönleriyle olmasa da bazı yönleriyle çevresindekilere örnek olabilmek, daha gerçekçi bir beklenti olup, o kişiye örnek tavır sahibi denilebilir. Hemen herkesin en az bir konuda örnek tavrının olabileceği unutulmamalıdır.

    [3] Bedava binici problemi (free rider problem), (bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Free_rider_problem) ekonomide mal ve hizmetlerden ücretsiz yararlanmaya verilen bir addır. Problem, bu durumlardaki olumsuz etkilerin nasıl sınırlanacağıdır. Örneğin, 65 yaş üstü kişilerin kamu taşıtlarından ücretsiz yararlanmaları bir “bedava binici problemi” olup, bu tür kişilerin örneğin yoğun sabah trafiğinde işe gidenleri engellememesi için kimi ülkelerde sabah ve akşam saatlerinde ücret ödemeleri gibi önlemler alınmaktadır.

    [4] Kritik, Grekçe krisis = elemek kökünden türeme. Eleştiri de benzer kökten.

    [5] Bu bağlamda bir dizi konunun işlendiği TV ve radyo programları için bkz: http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=224, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=504, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=585, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=251

  • EVET-HAYIR DEMOKRASİSİ ARTIK YETMİYOR

    Düşünce tarihimizin bütünü, evet-hayır mantığı’na (binary logic) dayalı olarak gelişti. Teknolojide alınan yola bakıldığında, o gelişmenin bütünüyle evet-hayır mantığının ürünleri olduğu görülecektir. Özellikle de son 25 yılın bilgisayar alanına getirdiği gelişmeler tamamen bu mantık sisteminin muhteşem eserleridir.

    Bu yüzden de hemen her değeri, her sistemi sorgulayan insanlar, bu mantık sistemini sorgulamadı. Ama acaba aynı şey, insan davranışları ve toplum yaşamı için de söylenebilir mi? İnsanlığın bugün karşıkarşıya bulunduğu ‘kaos’un oluşumunda acaba bu kutuplaştırıcı mantık sisteminin rolü ne olmuştur?

    1980 öncesinde ülkemiz insanlarının sağcı ve solcu olarak iki-ye ayrılma “zorunluğu”, Cumhuriyet mi yoksa Tercüman mı okuduğu, bıyıklarının pos mu, pala mı olduğu hep bu ikili mantık sisteminin ürünleri değil miydi? Bir insanın, bir kısım değerleri sağ (denilen) ve bir kısmını da sol (denilen) Dünya görüşünden alması, iki gazeteyi de okuması ve mesela bıyıksız olması acaba mümkün değil midir?

    Bugün bunları geride bıraktık. Ama ikili mantık sistemi aynı gücüyle yerinde oturup düşüncelere yön veriyor. Artık kimse kimseye sağcı mı solcu mu olduğunu sormuyor ama bu defa da Türk mü Kürt mü olduğunu merak ediyor. Ve kimse de hem Türk hem de Kürt olabilmenin mümkün olup olmadığını tartışmıyor.

    Teknolojide çok kullanışlı olan, hatta toplum yaşamı pek karmaşık değilken o alanda da pekala geçerli olan evet-hayır mantığı artık toplum yaşamında hatta artık teknolojide ve özellikle de evet-hayır mantığının en çok kullanıldığı bilgisayar alanında da yetmemektedir. Bu yetmezlik nedeniyle, yeni nesil bilgisayarların tasarımında ikili mantık yerine Fuzzy Logic denilen ve 0 ile 1 arasında başka değerlerin de bulunabileceğini kabul eden yeni bir mantık sistemi kullanılmaya başlanmıştır.

    Teknik alanda dahi yetersizliği ortaya çıkan bu mantık sistemine dayalı olan demokrasi anlayışı da artık Demokrasinin başlıca aletlerinden biri olan “seçim”, ikili mantığın en çarpık ürünlerinden birisidir. Bir seçmen A, B, C gibi ü. adaydan birini seçmek zorunda bırakıldığında, oy vereceği adayın dışında kalan iki adayı -birbirlerinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar-, “yaramaz” safına koymaktadır.

    Halbuki, bu üç adayın hepsi de yarayışsız, üçü de yarayışlı olabileceği gibi, herbirinin bazı özellikleri “tercih edilebilir” durumda olabilir. Zaten genellikle karşılaşılan durum da bu olmasına karşın sırf mantık sisteminin gereği olması nedeniyle doğru olan yerine, bu acayip tercih yapılmak zorunda kalınmaktadır.

    Nitekim, sistemin bu eksikliğini gidermek için “koalisyon” denilen araç geliştirilmiş, seçmenlerin katılmadığı, muhtemelen olurlarının da bulunmayabileceği bir süreç parçası sisteme dahil edilmiştir. Bütün bunlar ikili mantık sisteminin eksikleridir.

    Her nekadar demokrasimizin iyi işlemeyişinin nedeni yalnızca, sistemin esas aldığı mantık sisteminin yetersizliği değilse de, restorasyonu kaçınılmaz olan demokrasimizin geçireceği onarım sürecinde bu temel yetmezliğin de dikkate alınması zorunludur. Hiç olmazsa böylece önemli bir konuda Dünyaya bir örnek vermiş de olabiliriz.

    İkili mantık sisteminin yıkılması, benimle beraber misin- bana karşı mısın? mantığına dayalı tüm kurumların yeniden yapılanmasına, belki de bazılarının tamamen ortadan kalkmasına yol açacaktır.

    Bir senet etrafında -ki bu bir dernek tüzüğü ya da bir parti programı olabilir- bir araya gelmeye mecbur kalan insanlar, birbirine zıt görüntüler verseler dahi artık aynı anda birden fazla sayıda kümenin üyesi olabilmektedir.

    Bu eğilimin doğal bir sonucu “çok az sayıda kişiden oluşan kümeler” dir. Bunlar birer “uyum ve güven grubu” olacaklar, birbirleriyle birçok konuda -herhangi zorlayıcı bir senet olmadan- anlaştıkları için, kurumlardaki geleneksel zorlayıcı ve yapay (ve de işlemeyen) denetim, yetki devri (delegasyon) ögeleri ortadan kalkacaktır.

    Bugünkü siyasi sistemimizi ve özellikle de siyasi partilerimizi bu anlayışla yeniden yapılandırmaya mecburuz. Bu, belirli özellikler çevresinde uyum ve güven oluşturmuş, küçük ve çok sayıda siyasi partinin parlamentoyu oluşturması, bunların da aralarında uzlaşacakları konular yönünde icraat yapacak hükümetleri görevlendirmesi demektir.

    İkili mantık sistemi yerine geçecek olan Fuzzy mantığı ‘na göre, seçimlerde birden fazla partinin seçilmesi mümkün olabilecek, daha doğrusu partilere birer not verilecektir. Böyle bir değerlendirmenin sonuçları muhakkak ki geleneksel evet-hayır mantıklı seçime göre farklı sonuçlar, yani farklı parlamento yapıları verecektir. Bunun ise, insanların tercihlerini çok daha doğru olarak yansıtacağı bellidir.

    Bugün için spekülasyon gibi görünen bu konu yakın bir gelecekte -bir biçimde- yaygın olarak Dünyada tartışılmaya başlanacaktır*. Niçin önce Türkiye’de tartışmaya başlamayalım? Temiz Siyaset platformunun oluşumuna en büyük katkı bu olacaktır.

    Aralık-1993

    Rev. Eylül 2016

    (*) Nitekim şimdilerde gündemde olan Likit Demokrasi kavramı tam olarak budur.

  • Değer İletişimi

    Ağızdan  ya da kalemden çıkacak her sözcüğün mutlaka belirli bir amaçla kullanılmış olması anlamına gelmektedir.  Diğer deyişle, her sözcüğün mutlaka bir katma değer taşıması demektir.

    İşte, erişkinlerimizin -genelde- dili bir sorun çözme aracı olarak kullanamayışlarının nedeni bu ilkenin ihlalinde gizlidir. Her sözcüğün bir değer içermesi ise, onların ancak yeterince net olmasına bağlıdır.

    Çoğu erişkinimiz –kuşkusuz hepsi değil- kullandıkları sözcüklerin ne anlama geldiğini düşünmeden -zaman zaman bu bulanıklıktan bir yarar umarak – kullana kullana zamanla onun büyük sorun çözme gücünü kaybetmişlerdir. Bu ise, bir şeyi gerçekten ifade etmek gereğinde, bir sürü buğulu kavramı peşpeşe dizerek ifadenin güçlendirilmeye çalışılmasına, bu ise yeni sorunlar yaratılmasına yol açmaktadır. Medyada sık sık  izlediğimiz “kalabalık söz –yetersiz anlam”ın nedeni budur.

    Bir son adım atılarak, sözcükleri değer iletişimi ilkesine uygun olarak kullanmak kaydıyla “ne yapılarak” bilgi katma değeri üretileceği ortaya konulmalıdır.

    Bu adım “soru sormak”tır. Katma değer ancak, ona yol açabilecek sorular sorup yanıtlar bulmaya  çalışılarak üretilebilir.

    Bütün bunlar, dil kullanımının (rhetoric) ne denli güçlü bir araç ya da aksine tehlikeli bir sorun kaynağı olabileceğini göstermektedir.

    Sorun çözme ile herhangi bir düzeyde ilgilenenler, dilin etkili kullanılamayışını ve onun da giderek dilin yetersizleşmesine yol açmasını bir numaralı sorun olarak görmek durumundadırlar.

    Salı, 16 Ocak 2001 (Rev. Ekim 2015)

  • “Fraktal” Çözüm Elementleri! (Rev 3)

    Hemen her toplumu, hatta topluluğu oluşturan “sıradan çoğunluk” ve “nadir azınlık”lar yaşamın her evresinde önemlidir, ama özellikle kriz dönemlerinde daha da kritik roller oynamaya adaydır. Yaşam enerjisinin ve zamanının neredeyse tamamını kendisi ve ailesinin yaşamlarını sürdürebilmek için koşturan, gerektiğinde yasal ve ahlaki kuralları zorlamak zorunda kalan sıradan çoğunluk… Ve, yaşam sürdürme zorunluklarını aşabilmiş, yaşam enerjisinin ve zamanının en azından bir bölümünü, üyesi olduğu toplumunun refah ve mutluluğuna katkıda bulunmak üzere harcayabilecek “durumdaki” nadir azınlık.

    Bu kesimin çoğunluğunun baskın karakteristiği, sahip olduğu para ve unvan gibi konfor araçlarını artırmaya çalışıp, bunlar yoluyla mutluluk öğeleri tüketmeye çalışmaktır. Sorgulanmış bir vizyona sahip olmamak, sürekli yakınmak, suçlamak, diğer özellikleridir. Bu ikinci kısmın içinden ayrışan küçük bir üçüncü kesim daha var: Kendilerine hareket özgürlüğü sağlayan sosyo-ekonomik durumlarını, toplumun refah ve mutluluğu yolunda kullananlar. Toplumsal kriz zamanları için kritik kaynak durumunda olacak olanlar bu kişilerdir.

    Bugün toplumumuz çok yönlü denilebilecek bir kriz içindedir. Uzun süredir işlenen inanan – inanmayan, Alevi – Sünni, Türk – Kürt ayrıştırması, bunları besleyen ekonomik sorunlarla yeni bileşikler üretiyor. Bu gibi kriz ekosistemleri, içinde yukardaki üç kesimden de kişileri barındırarak çeşitli oluşumlar üretiyorlar. Bu olumlu bir adım ise de, şu birkaç soru cevaplan(a)madığı takdirde olumlu sonuç vermek bir yana, üçüncü gruptaki kişilerin –başta zaman olmak üzere- kıt kaynaklarını tüketmek gibi bir tehlikesi vardır. Ayrıca da, üçüncü grup dışındaki geniş toplum kesimlerinin olası desteklerinin ve ümitlerinin tükenmesi gibi de bir riski mevcuttur. Bu durumda sorulması gereken birkaç soru şunlardır:

    1. “Ne” yapılmak isteniliyor? (girişimin vizyonu)
    2. O yapılmak istenilen “niçin” yapılmak isteniliyor? (girişimin misyonu)
    3. Yapılmak istenilen, ne pahasına yapılmak isteniliyor? (girişimin öz-değerleri) VE
    4. Yapılmak istenilenin, hangi “Fraktal Çözüm Elementleri[1]” kullanılarak gerçekleştirilmesi öngörülüyor?

    Karşı karşıya bulunduğumuz sorunları bir defada, bütünüyle ve de şimdi çözmenin (hatta anlamanın) neredeyse imkansız olduğu düşünüldüğünde, bu dört soruya cevap aramadan sorunlarımıza çözümler arayanları bekleyen tuzaklar kolayca görülebilir.

    İlk üç soru, cevapları sinirlendirici derecede kolay görünüşlüdür. Ama eğer her anlama gelebilen (joker gibi) ifadeler kullanılmazsa cevaplamak oldukça güçtür. Örneğin, “ülkeyi sarmış bulunan irrasyonel akıl yürütme salgını”, çözülmek istenilen bir sorun olarak ele alınır ve birinci soru olan (“Ne” yapmak isteniliyor?) sorusu sorulursa şöyle cevaplar alınacağı neredeyse garantidir: “ülkemizi karanlıktan kurtarmak”, “X veya Y partisini iktidara getirmek ya da indirmek”, “Yüzümüzü tekrar Batı’ya çevirmek” vb. Halbuki bu yanıtların hiçbiri işe yarar değildir; tanımsız kavramlara dayalıdır ya da kök-sorun olmayan sorunların çözümlerine yöneliktir; her cevap seçeneği joker gibidir, her yere uyar.

    Sorulan “Ne yapılmak isteniliyor?” sorusuna karşı verilebilecek iyi bir yanıt örneğin şöyle olabilirdi: Nedensel (rasyonel) ve eleştirel (kritik) düşünme türlerinin, başta devlet yönetimi olmak üzere, kamu, özel ve gönüllü kuruluşların kararlarına egemen kılınması.

    İkinci ve üçüncü sorular “Niçin yapılmak isteniliyor?” ve “Ne pahasına yapılmak isteniliyor?” soruları da benzer biçimde iyi düşünülerek, kolay yanıtlardan kaçınılarak yanıtlanmalıdır.

    Üzerinde durulmak istenilen esas soru olan “Hangi Fraktal Çözüm Elementleri (FÇE) kullanılarak çözüm öngörülüyor?”a gelince.. FÇE’nin bir sorun çözme yaklaşımı olarak öne sürülmesinin nedeni, yazının başlangıcında değinilen üç toplum kesiminden sonuncusunun –ki onlara toplum yararına adanmışlar da denilebilir- bir ortak özelliğidir.

    O özellik, yapabilecekleri katkının sınırlı oluşu, basit oluşu ve en önemlisi de çözülmek istenilen kompleks sorunun tekrarlı yapı taşlarından oluşudur. Bu üstün özelliğine karşı FÇE’nin iki de dezavantajı mevcuttur:

    (1) Kompleks yapının, bu küçük yapı taşlarından örülmesi halinde geçecek zaman süresinin, toplumun sabrederek katkılarını sürdürmesine yeterli olamama ihtimali,

    (2) Çözülmek istenen sorun’un kendi kendini büyütme hızının, Fraktal Çözüm Elementleri’nin birleşerek tüm sorunu küçültmeye başlaması hızından daha büyük olup, durumun giderek daha kötüleşmesi.

    Bunlardan birincisine karşı koymak nispeten kolaydır. Eğer, çözüm peşinde olanlar FÇE’nin doğasını anlamışlarsa, geçecek sürenin uzun olacağını peşinen kabul etmişler demektir.

    İkinci olası sorun daha güçtür. Bu tür süreçlerin nihai aşamalarına doğru “kaba kuvvet egemenliği” arttıkça, toplum kurumlarının düzenleyici etkileri giderek etkisizleşmeye başlar. Bu bir negatif sarmaldır. Hukuk hak’ka değil güçlüye hizmet etmeye başladığı anda, genel olarak hukuka ve onun yaptırım aracı olan adalet sistemine güvenmeye devam eden sıradan çoğunluk sessiz kalırken, diğer kesim yol alır ve bu bir çığ etkisi oluşturur.

    Bu olasılık ister istemez tek çözüm yolu dayatır: Zamanın her bir saniyesini etkili kullanarak bu negatif sarmal içine girmemeye özen göstermek ve aynı zamanda, çeşitli FÇE arasından en etkili, en çabuk yaygınlaşabilenleri seçmek. Bu ise, üçüncü kategori olarak nitelenenlerin, aralarındaki iletişimi , dolayısıyla da dayanışmayı –o ana kadar hiç yapmadıkları ölçüde- etkilileştirmeleridir.

    Çeşitli FÇE örnekleri..

    1)      Eğer … ise … dir:

    Çeşitli hüküm (yargı) ifade eden cümlelerin başlarına eklenebilecek (eğer … ise) şeklindeki ön koşul ifadeleri yerleştirilmesini kalıcı bir beceri haline getirebilmek. Yazıp söylediklerinin ve de dinleyip okuduklarının mutlak doğrular olduğuna inanan insanlar yerine, her yargının mutlaka ön koşulları olacağını bilinci verilmesi.

    2)      “Zilsiz Okul”:

    Bağımsız düşünebilen ve hareket edebilen kişiler yetiştirmek bir okulun misyonu (varlık nedeni) ya da misyonlarından başlıcası olmalıdır. O halde ders başlangıç ve bitişlerini haber vermede kullanılan “zil” ise, bütün masum görünüşüne karşın, bağımsız birey yerine “sürüye ait kişi” koşullandırmasına yol açmaktadır.

    Bunun yerine -hangi yaşta olursa olsun- öğretmen ve öğrencilerin (ya da öğrenci gruplarının) kendi aralarında farklı saatlerde randevulaşıp sınıf ya da bir başka ders yapılacak yerde buluşmaları esas olmalıdır. Böylece bir yandan bağımsız birey yetiştirme desteklenirken, bir yandan zamana sadakat, bir yandan da başkalarının meşgul olduğu saatlerde onları rahatsız etmemek gibi bir alışkanlık kazanılmasına yol açılmış olur.

    3)      Gözetimsiz sınavlar (Onur sistemi):

    Sınavda kopya almak ve vermek hırsızlıktır ve sizler bu hırsızlığı yapmayacak düzeyde onur sahibi çocuklarsınız. Yarınlarda sizlere bu ülkenin birçok imkanını hiçbir gözetim olmaksızın, yalnızca onurlarınıza güvenerek teslim edeceğiz. Bu nedenle şimdi sizi sorularınızla baş başa bırakıyorum. Sizlere güveniyorum ve bu güvenimi kötüye kullanmayacağınıza inanıyorum. Hepinize şimdiden teşekkür ediyorum, hepinizi böyle bir hırsızlığa tenezzül etmediğiniz için kutluyorum ve hepinize başarılar diliyorum!”

    demek yerine;

    Sizler güvenilmez çocuklarsınız, aynı zamanda da uzun vadeli çıkarlarınızı düşünemeyecek kadar da akılsızsınız. Sizleri kendi başınıza bıraksak hepiniz ya kopya alır ya da verirsiniz; çünkü̈ sizler potansiyel hırsızlarsınız. Ama ben buna izin vermeyeceğim. Şimdilik hırsızlık yapmanıza izin yok, ama ileride gözetim olmadığında, onurunuza teslim edilecek imkanları çalabilirsiniz!”

    mesajı çocukların gözlerinin içine baka baka verilir.

    Tüm sınavlarda, %99 öğretmen tarafından uygulanan bir yöntemle, yaşamının etkilenmeye en açık döneminde “sen güvenilmez bir kişisin” mesajıyla beyni yıkanan çocuk ve gençlerimizin, erişkin hale geldiğinde niçin türlü eğrilikler yaptığının bu açıklamasını anlayabilen öğretmenler, okul idareleri, veliler ve nihayet öğrenciler, bilmeden yaptıklarının ne anlama geldiğini düşünmeli, ve bu yanlıştan dönmelidirler.

    4)      Yabancı dil eğitimi:

    Bir yabancı, pek kimsenin söylemediği bir gerçeği şöyle dile getirmişti: “Biz normal bir ticari, siyasi ya da diplomatik müzakerede sizin anlayacağınız kadar basit bir dille konuşuruz. Sizin dilinizde yaklaşık yüzbin, bizimkinde ise beşyüzbin sözcük ve kavram var. Dolayısıyla bizim, sizin gibi konuşmamız mümkündür. Ama siz bizim gibi konuşamazsınız, .Çünkü dilinizde olmayan kavramları kullanmanız imkansızdır. Müzakere bizim çıkarlarımızın tehlikeye düşeceği bir noktaya gelirse biz öyle bir dil kullanmaya başlarız ki siz anlayamazsınız, ama anlamadığınızı da söyleyemezsiniz. İşte bizim size karşı en büyük üstünlüğümüz dilimizdir..”

    Bir Batılı kamu görevlisi, uzun süreli görev için gittiği ülkenin dilini gayet süratle öğrenebilmektedir. Biz ise yıllarca yabancı dil eğitimi yaptırdığımız çocuklarımıza bunu öğretemiyoruz. O halde bu işte bir yanlışlık vardır. Uluslararası müzakerelerde kırık dökük yabancı diliyle hamaset yapan insanlar yerine diline hakim insanlar yetiştirmek, bugün için bir teknik sorundur ve teknik eğitim veren üniversitelerimizde böylesi bölümlerin açılması büyük imkanlar gerektirmemektedir.

    5)      Sorunları sorulara çevirerek anlaşılabilirliğini, dolayısıyla da çözülebilirliğini artırmak:

    Karmaşık sorunları çözmek güçtür; çünkü öncelikle onları anlamak güçtür. O halde sorunları çözmeye girişmeden önce onların iyi anlaşılması sağlanmalıdır. Sorunların anlaşılabilirliklerinin artırılmasının bir yolu da önce onların sorulara çevrilmesidir. O halde doğru soruların sorulma becerisinin yaygınlaştırılması, sorun çözme kabiliyetinin de artmasına yol açar. Bu beceri sadece toplumsal açıdan değil, bireysel ve kurumsal, hatta ailevi sorunların çözümlenmesi açısından da önemlidir.

    6)      Bireylerin kavram dağarcıklarının zenginleştirilmesi:

    Sorunları çözebilme yeteneğimiz, kavram dağarcığımızın zenginliği ve de onları kullanabilme becerilerimizle doğru orantılıdır. Düşünsel yapı taşları denilebilecek kavramları içselleştirmiş kişilerin sorunları daha iyi analiz edebilecekleri, onlar için yaratıcı çözümler geliştirebilecekleri doğaldır.

    7)      Öğrenmeyi öğrenme:

    Her sorun’un çözümünün eğitime, eğitimin de okul ve öğretmene bağlandığı; böylece kısıtlı okul ve öğretmen sayısı nedeniyle kısır döngüye düştüğü için bir türlü gerçekleşemeyen; üstüne üstlük eğitimin de siyasal mekanızma tarafından ideolojik amaca oturtulan eğitim, “öğrenmeyi öğrenen kişiler” tarafından gerçekleştirilebilir.

    Böylece, ihtiyaçları ve giderilme biçimleri kendi dışındaki kişilere bırakılarak birey olma özelliği reddedilen insanlar, ihtiyaçlarını kendilerini belirleyip, kendileri öğrenme yoluyla giderebilirler. Sen kendi başına öğrenemezsin koşullanmasını yıkabilecek olumlu örneklerle karşılaştırılacak kişiler, bu yolla istihdam sorunlarına da daha işe yarar çözümler üretebileceklerdir.

    8)      Yargıları askıya almak( deferred judgement):

    Bu kavram basit ama son derece yaratıcı bir buluştur denilebilir. Çünkü, dogmatik yargıların sorgulanması karşısındaki en önemli engel durumundaki sorgulanan yargıya duyulan saygı ve inancın sorgulama sürecinden zarar göreceği şeklindeki korku, dogmatik yargı bir süreliğine askıya alınarak aşılabilir; askıya alınan yargı ise, sorgulama sonunda tekrar “askıdan” indirilir.

    9)      “iyi”lerin Örgütlenmesine Destek Olunması:

    Yaşamın her alanında, o alandaki işlerini “iyi” yapan, bir de onlarla haksız rekabet ederek topluma zarar veren kişiler / kurumlar nitelik_dagilimişeklinde tanımlanabilecek iki uç kesim var. Bu uçların arasında ise, “uçlardakini olabildiğince taklit eden” iki kesm ve ortada da zaman zaman kesimlerden birisine yanaşan kalabalık bir “sıradan çoğunluk” yer alıyor.

    İş, siyaset, sanat ve akla gelebilecek tüm yaşam alanlarında “haksız rekabet” yaratan kesimlere karşı mücadelede alışılmış araç, o kesimlerin cezalarla caydırılması / yola getirilmesi biçimindeyse de bunun çok da bir dereceye kadar işe yaradığı biliniyor.

    Dağılımın tam aksi yanında ise “iyi”ler sadece var olduklarının kabulünü ve tutumlarının -gündelik dille- enayi olmadıklarının teslimini bekliyor.

    Topluma rol model olarak sunularak, gerek sıradan çoğunluk gerekse diğer kesimler yoluyla bir sosyal baskı ortamının yaratılması için yapılması gereken ise “iyilerin örgütlenmesine destek olunması”ndan ibarettir.

    İyi yapılacak bir örgütleme, çeşitli kesimler arasında viral yolla kendini çoğaltabilecek bir fraktal çözüm elementidir.

    10)      Ve en etkili FÇE!

    Bildiğimiz ya da bildiğimizi zannettiğimiz her konu, o alandaki bilgi ile aramıza aşılmaz bir duvar örer. Bu duvar tarafımızdan örüldüğü gibi yine ancak tarafımızdan yıkılabilir.

    Bildiğimiz, inandığımız her şeyin, ama her şeyin doğruluğunun koşullara bağlı olduğunu, doğruların göreceli olduğunu bilen, doğru bildikleri için ölen ve öldüren değil, gerçekler ve doğruları sürekli merak ederek yaşayan ve yaşatan insanlara ihtiyaç var. Bunun için inançlarını sorgulama ve böylece daha sağlam kavrayışlara kavuşma alışkanlığının, her yaşam alanında çoğalmasına çaba harcanmalıdır.

    21 Ekim 2015  (Rev. 3)

     

    [1] Fraktal Çözüm Elementi, tekrarlandığında kendisinden daha karmaşık (kompleks) çözümler oluşturulabilen elemanter bir çözümdür. Örneğin, “çeşitli hüküm (yargı) ifade eden cümlelerin başlarına eklenebilecek (eğer … ise) şeklindeki ön koşul ifadeleri” birer Fraktal Çözüm Elementi’dir. Yaşamlarımız içinde ne denli çok hüküm cümlesi kurduğumuza ve bunların çoğunun ön koşullarının dikkate alınmadığına ve bunun da dönerek çoğu anlaşmazlığın kaynağı olduğuna dikkat edilirse, “anlaşmazlıkların azaltılması” gibi kompleks bir soruna bu yolla yaklaşımın değeri ortaya çıkacaktır.

  • Ölüm & ölüm!

    Leyla Zana’nın, tırmanan terör nedeniyle ölüm orucuna yatacağını duyurması, yaşamlarımızın hep ölüm ile çevrelendiğini, hedeflerin yaşamakla değil hep ölüm ile tanımlandığı olgusunu ortaya koyuyor.

    “Kefenli siyaset”, “şehit olma arzusu”, “çocuğunu askere şehitlik temennisiyle yollama töresi”, “yaşayıp yüceltmek yerine vatan için ölmek, öldürmek”, “ölümleri durdurmak için bile kendini öldürmek”le tehdit etmek, ölüm’ün aksi düşünülemez bir sorun çözme aracı haline geldiğini gösteriyor.

    Her canlı için zaten kaçınılmaz bir son olan ölümü elden geldiğince geciktirip yaşam için çaba harcamak yerine, bu sonu öne çekmeye çalışmak psikolojisinin bu denli yaygınlaşması ne anlama geliyor? Bu bir toplumsal çıldırma hali mi?

    Ne olup bittiğini ve de bunların niçin olduğunu birlikte anlamaya çalışmak, olaylar içindeki kurguları birlikte bozup yaşamak yerine, ölmeyi, öldürmeyi, yakmayı, insan toplulukları arasındaki bağları koparmayı; bütün bunları da kafasındaki tek doğrular uğruna bu denli içselleştirmek “normal” sayılabilir mi?

    Özgürlüğü, refahı mutluluğu, kendinin ya da başkalarının ölümünde arayanların çoğu, bir an durup düşünebilecek akıl sağlığından yoksun olabilirler. Peki az da olsa, akıl sağlığını kaybetmemiş, ölüm değil yaşam tarafında olanlar, birbirlerinin kimliklerine bakmaksızın yenilikçi bir sorun çözme aracı ortaya koyamazlar mı?

    Yıllardır bu toplumu inanan-inanmayan, Alevi-Sünni, bunlar-onlar, Arap-Kürt-Türk diye kategorize edenlerin dolduruşuna gelmeden sağduyusunu koruyabilmiş, tüm varlıklar arasında fark gözetmeden onları bir’in parçaları saymayı idrak etmiş kişiler yenilikçi (inovatif) araçlar geliştiremezler mi?

    Kuşkusuz bunu yapabilirler; eğer yaşamayı seçtiler ise bunu yapmalılar da.

    Örneğin, 2010 yılının Şubat, Nisan ve Kasım aylarında, Kürt Sorunu adı verilen sorunun çeşitli taraflarının radikal sayılabilecek uçlarını da kapsayan yaklaşık 40’ar kişinin katıldığı üç Soru Konferansı’nın birincisinde (bkz. http://bit.ly/1Mbb4lr), katılımcılara şöyle bir soru sorulmuştu: “Her sorun aslında bir dizi “istenen” ve “istenmeyen” şeklinde tanımlanabilir. Buna göre, tüm katılımcıların üzerinde uzlaşabilecekleri, yine Kürt Sorunu bağlamında en önemli toplam 10 adet istenen / istenmeyen sizce nelerdir?”

    Katılımcılar bu soruya 18 başlık altında toplam 144 cevap üretmişler, sonra da 5 ayrı çalışma grubu bu istenen / istenmeyenleri aralarında tartışıp, sonunda da grup uzlaşıları arasında genel uzlaşı tartışması yapıp şu 6 sonuçta birleşmişlerdir:

    1. Modern, demokratik standartlara dayalı -yeni bir anayasa da dahil- toplumsal bir sözleşme
    2. Şiddetin, siyaset araci olarak kullanilmaması
    3. Kürt dilinin öğrenilmesi, eğitimde kullanılması, geliştirilmesinin, yurttaşların hakkı ve devletin görevi olması
    4. Genel siyasi af
    5. Yönetimde yerindenlik ilkesinin benimsenmesi
    6. Demokratik açılım girişimlerinin, ihtiyaca cevap verecek şekilde yeniden düzenlenip, desteklenmesi

    Bunlara bakıldığında, 2010 yılı Türkiye’sinde, sorun’un “ölüm dışı” araçlarla çözülebileceğinde uzlaşmış, her biri bir kesimin kanaat önderi sayılabilecek insanların bulunduğu görülüyor.

    Buradan çeşitli başka sonuçlar da çıkarılabilir. Bunların en önemlilerinden birisi de, söz konusu sorun’un bu denli bir şiddet sarmalına dönüştürülmesinin altında yatan nedenin, etnik haklar olmadığı; Sorun Çözme Kabiliyeti’nde ciddi zafiyetler bulunan bir toplumun “İstismara Açık Alan”ları (bkz. http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram) yoluyla, sahip olduğu değerlerin, daha güçlü toplumlara transfer edilmesi sürecinin saf insanlarca farkına varılmaması için çıkarılan gürültüler olduğudur (bkz. http://bit.ly/1wUOojv).

    Bir etnik azınlığın özerklik talebinin dışa vurumu olarak anlaşılagelen bu sorun’un, yürüyüş yaparak “bakın ne kadar kalabalığız” mesajıyla ya da esnafa, dükkanlarına asılmak üzere dağıtılan “kahrolsun terör yaşasın birliğimiz” gibisinden sloganlarla çözülmesinin mümkün olmadığını; bu önlemlerin(!) hiçbirisinin, kök sorun ile ilgisi olmadığını “anlamak” gerekiyor.

    Anlamak ya da en azından anlamaya çalışmak, şiddete karşı en etkili –ama nisbeten uzun erimli- çaredir. Ama bu çarenin karşısında ise Türkiye’nin değerlerini sömürerek kendi refah taleplerini karşılamak isteyen toplumlar (yani onların kurumları) değil, bizzat kendi toplumumuzun insanları duruyor.

    Çünkü şiddetin kök-nedenlerini anlamak için, herkesin kendi ideolojik bagajlarını, daha düz Türkçe ile kendi bağlı bulunduğu ve doğruluğundan kuşku duymadığı değer yargılarını –kısa bir süreliğine- bir kenara bırakması ve zihninde doğacak netlik ortamında sorular sorması, cevaplarını da benzer netliğe ulaşma cesaretini gösterebilenlerle yardımlaşarak ortak-akıl yoluyla araması gerekiyor. Kısacası, şu an için en az ihtiyacımız olan şey, doğruluğundan kuşkulanmadığımız yargılarımızdır.

    Gerçekçi olmak gerekirse, toplumu oluşturan milyonlarca insanın böylesi bir zihinsel duruluğa erişmesi beklenemez. Yaşam kavgasında varlığını sürdürmeyi bir partiye yandaş olmakta bulmuş milyonlarca insan var. Kendisinden istenen birkaç doğruya ölesiye (ve öldüresiye) bağlı bu insanlar, bu doğruları sorgulayamazlar.

    Ama, yaşamını daha özgürce kazanabilen –daha az da olsa- milyonlar var. Bu insanların ağızları, özgürlük sözcükleri ile dolu olsa da, uğruna ölümü bile göze alabilecekleri çocuklarının, en basit yargıları daha sorgulayamayacak şekilde zihinlerinin iğdiş edilmesine (ezber yani sorgulanamazlığı kast ediyorum) hiç sesleri çıkmıyor. Böylece yetişen insanlar özgür olabilirler mi? Özgür bireyler olarak yaşamak isteyen, en azından çocuklarının öyle yaşamasını isteyen insanlar, sorgulanamazlık karşısında bir rahatsızlık duymazlar mı?

    Bir diğer örnek, “anlama” olgusunun karşısındaki bir diğer “yasak kavram” ile ilgilidir. Bu yasak vizyon kavramıdır.

    Cumhuriyetin 100ncü yılı için, anlı şanlı kurumlarımızın ortak çalışması ile bulunan vizyon, http://bit.ly/1igSCxt adresindeki, veli tarafından yapılmış ilkokul ödevi nitelikli laf kalabalığıdır. Bunu yapıp topluma ilan eden insanlar vizyonun ne olduğu konusunda basit bir araştırma dahi yapmayı akıl edememişlerdir[1].

    Tüm toplumu heyecanlandıracak, herkesin, içinde kendisine bir yer bulabildiği, uğruna çaba harcamaya değer bulduğu bir vizyon bulunamamış, 500 milyar dolar ihracat gibi garip bir hedef bulunmuştur (zaten o da yanlıştır ve olsa olsa “yüksek katma değerli 500 milyar dolar ihracat” olabilirdi).

    Şiddete karşı en etkili –ve yine uzunca erimli- bir araç, hangi görüşten olursa olsun en azından birey olarak yaşamak isteyenleri sarmalayıp şiddeti desteklemekten uzaklaştırabilecek bir vizyon’dur. Siyasi partilerimizin yöneticileri böylesi bir anlayıştan yoksundurlar, ama ne yazık ki bu değerli kavram ne bireyler ne de kurumlarımız için (%99u diyelim) anlaşılmaya çalışılan bir kavram olamamıştır. İnanmayanlar, Türkiye’nin en büyük 10,000 firmasının web sitelerine baksınlar.

    Bunları pratik (ne demekse) bulmayanlar, şiddeti hemen ve burada (bkz. http://wp.me/p2t6mi-1PH) durdurmak isteyenler için en kullanışlı araç ise sonuçları bizzat deneyimlemek gibi görünüyor. Bunda bir yanlışlık yoktur.

    16 Eylül 2015

     

     

     

    [1] http://bit.ly/1KmEAkd adresindeki basit örnekler bile, bu konudaki yetersizliği gösteriyor.

     

  • En ahlaklı biziz ama..

    Pazartesi 20 Temmuz 2015

    Değerli dostlarım,

    Yaklaşık 20 yıldır  Gözetimli Sınav Sistemi‘nin yol açtığı doğrudan ve dolaylı sorunları ve ona yol açan nedenleri tanıtmaya çalışıyor ve bu sınav sistemi yerine Onur Sistemi adını verdiğimiz bir yöntemi öneriyoruz.

    Sisteme -belki tahmin edilemeyebilir ama- en çok karşı çıkanlar öğretmenler ve velilerdir. Her ikisinin de gerekçesi, Onur Sistemine göre sınavı savunanların, öğrencilerin ne ölçüde “kandırıkçı” -yakıştırılan esas sıfatı söyleyemiyorum- olduklarını bilmemeleridir.

    Bir bölüm kişi de Türkiye’nin sorununun bu tür boş işler yerine doğrudan sonuca – yani insanları doğrudan mutlu ve müreffeh yapmak- giden işlerle uğraşılmasıdır(!).

    Aşağıda sizlere herhangi bir yorumda bulunmadan, bir metin sunuyorum.

    Stanford bunun için Stanford’dur.

    Selam ve saygılarımla,

    Tınaz Titiz

    ONUR YASASI[1] (The Honor Code)

    Bir öğrenci topluluğu tarafından yürütülen yedi yıllık bir kampanya sonunda, 1921 yılı ilkbaharında, bütün üniversiteyi kapsayacak bir onur yasası ilk kez Üniversitece benimsenmişti. Bu yasa, yıllar boyunca türlü değişiklikler geçirdi. En son değişiklik de 1977 yılının ilkbaharında yeraldı.

    Stanford Üniversitesi’nin –halen uygulanan- standart akademik Onur Yasası aşağıdaki gibidir:

    1. Onur Yasası, öğrencilerin bireysel ve kollektif olarak bir taahhüdüdür. Buna göre, öğrenciler

    (1)    sınavlarda arkadaşlarına yardım etmeyecekler ve arkadaşlarından yardım almayacaklardır; sınıf ödevi sırasında, raporların, ya da öğretim üyesinin vereceği nota esas olacak herhangi başka bir ödevin hazırlanmasında izin alınmadan herhangi bir yardımda bulunmayacaklar ve bu gibi bir yardım almayacaklardır;

    (2)    Onur Yasasının lâfzı ve ruhuna bağlı kalmak üzere kendilerine düşenleri etkin bir biçimde yerine getirecekleri gibi başkalarının da aynı biçimde davranmaları yönünde aktif olarak hareket edeceklerdir;

    1. Öte yandan fakülte de, öğrencilerinin onuruna güvendiği için, sınavlarda gözetmen bulundurmayacak ve yukarıda sözü edilen türlü biçimlerde yeralabilecek onursuz davranışları engellemek amacıyla olağanüstü ve mantığa aykırı önlemlere başvurmaktan imtina edecektir. Fakülte, aynı zamanda, Onur Yasasını ihlâl etmeyi özendirebilecek akademik usullere başvurmaktan da kaçınacaktır.
    2. Her ne kadar akademik şartları tespit hakkı ve yükümlülüğü fakültenin ise de, onurlu bir akademik çalışma ortamı oluşturmanın gerektireceği en uygun koşulların oluşturulmasında fakülte öğrencilerle işbirliğinde bulunacaktır.

    Onur Yasasını ihlâl edeceği düşünülen davranış biçimleri arasında aşağıdakiler bulunmaktadır:

    • Bir başkasının sınav kâgıdından kopya çekmek veya kendi kağıdından bir başkasının kopya çekmesine izin vermek,
    • İzinsiz birlikte çalışmak,
    • Birbaşkasının yapıtından aşırmalar yapmak,
    • Öğretim üyesinin bilgisi ve muvafakati dışında yeniden derecelendirilmek üzere bir test veya sınav kâğıdını revize edildikten sonra sunmak,
    • Ev sınavında (take-home exam) izinsiz yardım alıp vermek,
    • Bir başkasının yaptığı ödevi kendisininki gibi göstermek,
    • Akademik bir çalışma durumunda, makul bir kimsenin, kabul edilemeyecek gibi takdir edeceği bir yardım alıp vermek.

    Yakın geçmişte, öğrencilerin karıştığı disiplin olaylarının çoğunda karşılaşılan Onur Yasası ihlâlleri:

    Bir öğrencinin bir başkasının çalışmasını kendisininmiş gibi sunması, izinsiz yardım alması veya yardımda bulunması.

    Birinci suç için standart ceza, üniversiteden bir sömestre uzaklaştırma ve 40 saat üniversite camiası içinde hizmet etmedir. Ayrıca, çoğu üniversite üyeleri, hangi dersde ihlâlde bulunulmuşsa o dersten öğrenciyi bırakmaktadır.

    Birden çok ihlâlde (örneğin, aynı derste bir defadan daha çok kopya etme durumunda) öğrenci üç sömestre üniversiteden uzaklaştırılmakta ve kendisine üniversite camiasında 40 ya da daha çok saat hizmet etme zorunluluğu getirilmektedir.

     

    [1] Bu metin, Prof. Haldun M. Özaktaş, (90) (312) 290 16 19, (secretary) (90) (312) 266 43 07, (90) (312) 266 41 92 (fax) Bilkent University , Department of Electrical Engineering, TR-06533 Bilkent, Ankara, Turkey       haldun@ee.bilkent.edu.tr, haldun@stanfordalumni.org, www.ee.bilkent.edu.tr/~haldun tarafından iletilmiştir.

     

  • “Emperyalizm”in başlıca kök-nedeni: Ezber geleneği!

    İnternet’ten gelen ve bir akademisyenin yazdığı belirtilen “A.B.D.nin Karanlık Tarihi” başlıklı bir yazı, kuzey Amerika topraklarının ele geçirilişinden başlayıp Suriye, IŞİD meselesine kadarki geçmişte A.B.D.nin oynadığı çoğu zalimce rolleri popüler bir dille anlatıyor.

    Benzer yazı, anlatı, kitap, internet mesajları vb. birikimleri zihnimde bir araya getirince ilginç bir nokta dikkatimi çekti. Bunların neredeyse tamamında anlatılanlar –bir bölümü dayanaksız, duygusal, kişilerin kendilerinden menkul olsa da- çoğu toplumsal sorunların kaynağı olarak “emperyalizm”i gösteriyor.

    Birikimleri gözden geçirince ikinci dikkatimi çeken ise, her sorunun getirilip emperyalizm’e, çözümlerinin de emperyalizm ile mücadele’ye dayandırılması ve katiyetle bir adım daha ileri gidilmeyip bu meşum olgunun sorgulanmaz (ezber[1]) oluşu, zihnimde emperyalizm = Tanrı eşitliğinin oluşmasına sürükledi.

    Madem ki kavram olarak Tanrı da kendinin nedeni ve sonucudur, öncülü yoktur, bu kadar insan ağızbirliği etmişçesine emperyalizmi nihai suçlu gösterdiğine göre, onun da tanrısal bir niteliği var demektir.

    Emperyalizm, üstünde yatılacak yastık olamaz!

    Bir zamanlar bir meslek ağabeyim, yaptığımız hataları geçiştirmek için özür dileme enstrümanını keşfettiğimizi görünce, “özür, üstünde yatılacak bir yastık değildir; önce, tekrarlamamayı güvence altına alacaksınız sonra da bir cila olarak özür dileyebilirsiniz” demişti. Emperyalizm de her melanetin ihale edileceği, sonra da yapılanların yapılmaya devam edilip sonuçlarının yine aynı yere fatura edileceği bir yastık olamaz. Eğer bu bir uyanıklık değilse –ki çoğu kimsenin bu amaçla kullandığını düşünüyorum- mutlaka bir aymazlık boyutu vardır.

    Aslında biraz düşünülürse, tamamen soyut bir kavramı suçlu ilan edip savaş açmanın, bedava kahramanlık için çok da uygun bir araç olduğu görülecektir.

    Önce adlandırmayı doğru yapalım: Sömürü!

    Emperyalizme fatura edilen ne varsa “sömürü” kavramıyla açıklanabilir. Sömürü ise son derece somuttur ve “değer transferi” denilen olgunun ta kendisidir.

    –     Maslow ihtiyaçlar piramidinin her basamağındaki kişiler, bir üst ihtiyaç basamağına tırmanmak ister. Ender haller haricinde bu eğilim insan türünün ortak bir özelliğidir denilebilir.

    –     Herhangi bir –somut ya da soyut- ihtiyacın giderilmesi, mutlaka bir enerji harcamayı gerektirir. Çünkü her şey:

    1. Ya doğrudan bir enerji (güneş),
    2. Ya güneş yoluyla doğrudan üretilenler (bitki, odun, kömür, petrol, gaz, madenler),
    3. Ya bu ilk ikisi kullanılarak elde edilmiş daha karmaşık bileşik ürünler (bina, alet, makine),
    4. Ya da bunların tümü kullanılarak üretilmiş daha karmaşık ürünler (bilgi, beceri, ar-ge)

    dir[2]. Bunların tümüne bir ad vermek gerekirse en uygun isim “değer”dir[3].

    –     Maslow’un her ihtiyaç basamağı, bir alt basamaktakinden daha fazla enerji (ve/ya türevine) ihtiyaç gösterir. Örneğin, üzeri ağaç dallarıyla kaplı bir barınak sahibi insanlar, üstü akmayan –mesela kamış paketlerinden yapılmış- çatıya sahip barınağı nispeten daha kolay elde ederken, vahşi hayvanlara karşı daha korunaklı taş duvarlı bir ev yapmak daha fazla enerji gerektirir.

    –     Toplumlar, yukarda sıralanan 4 kategorideki enerji (ve türevleri) kaynaklarına bütünüyle sahip değillerdir. Çünkü, sahip oldukları enerji ve türevleri arttıkça, o toplumdaki insanlar da daha üst ihtiyaç basamaklarına tırmanmak istemekte, kendilerini yönetenlerin üzerinde başa çıkılamaz bir baskı kurmaktadırlar.

    –     Bu baskıların kaçınılmaz iki sonucundan birisi, bir toplumu oluşturan çeşitli kesimler arasında, söz konusu enerji ve türevlerinin birbirilerinden transferi çatışmalarıdır. Sınıf çatışmalarının, toplum içi sömürülerin başlıca nedeni budur.

    Diğer sonuç ise, ihtiyaç duyulan enerji ve türevlerinin, başka toplumlardan ya barışçıl yollarla (ticaret gibi) ya daha az barışçıl yollarla (sömürü yoluyla) ya da zorla (işgaller, savaşlar yoluyla) transfer edilmesidir[4].

    –     Bir toplum ortalama olarak ihtiyaçlar piramidinde ne kadar yukarılara tırmanmış ise (kalkınmış, gelişmiş) ise, daha üstlere tırmanmak için toplumdaki arzu o kadar fazla, bu ek tırmanışa karşılık gelen enerji ve dolayısıyla da transfer etmek ihtiyacında olacağı enerji ve türevi o kadar büyük olacaktır. Bu ise, barışçıl-az barışçıl-saldırgan araçların tümünün birden sonuna kadar kullanılması demektir. Nitekim bugün fiilen olan da budur.

    –     Buradaki kritik kavram, her iki halde de geçerli olan yöntemin “değer transferi” olduğudur. İnsanlığın ilk çağlarından bugüne kadar çatışmaların büyük çoğunluğunun nedeni “değer transferi” olgusudur.

    –     Bu mekanizmayı anlamaya çalışmak yerine, emperyalizm, kapitalizm gibi “değer transferi” yöntemlerinden ya da bu yöntemleri kullanan X, Y, Z gibi ülkelerden yakınmak, ilkel kabilelerin gök gürültüsüne karşı keçi kurban etmeleri kadar etkilidir. Yapılması gereken “sorgulamak yoluyla anlamak” ve “gereğini yapmak”tır.

    İkinci adım: Sömürmek için sömürülecek birileri lazım!

    Böylece açıklanan “sömürü” olgusu kendi kendinin sebebi (Tanrı gibi) değildir; tam aksine bir neden dolayısıyla ortaya çıkar ve sonrasında da o neden ile birlikte sürekli olarak birbirlerini üretirler (yumurta ve tavuk arasındaki döngüsellik gibi).

    “O neden” sorun çözme kabiliyeti yetersizliğidir!

    Her bakımdan birbirine eşit güçte iki kişi arasında sömürü olamaz; aralarında potansiyel farkı yoktur. Aynen aynı yükseklikteki iki havuzdan birbirlerine su akımı olamayacağı gibi.

    Bu potansiyel eşitliği bozabilecek herhangi bir neden (akıl, bilgi, kurnazlık, acımasızlık, biat, ahlaksızlık, ezber, yaratıcılık vb farkı) dolayısıyla taraflardan birisinin, karşılaştığı sorunları çözmedeki yetersizliği derhal bir “sömürüye açık alan” yaratır. Sömürüye açık alan bir iştah açıcı gibidir ve o ana kadar sorunsuz –hatta dost- birlikte yaşayan iki kişiden göreceli olarak daha yüksek sorun çözebilirliğe sahip olanın sömürme iştahını tahrik eder; teknik olarak, arada bir potansiyel farkı oluşur.

    Bir kural olarak bir kişi ya da bir toplumun çözemediği her sorun, çevresindekiler için birer sömürüye açık alandır. Bu alan, düşük potansiyelli olanın sömürülmesine yol açarken, yüksek potansiyelli olanlar arasında da bir paylaşım kavgasına yol açar. Sevr’e giden yol boyunca bunu bizim kadar somut yaşayan toplum galiba yoktur.

    Bu süreç kin, nefret, beddua, öbür dünyada hesaplaşma vs ile ilgisi olmayan, yer çekimi, rüzgar oluşumu gibi doğal bir olgudur. Tek çaresi ise önce ne olduğunu, niye olduğunu sorgulamak, sonra da yol açan nedenlere karşı araç geliştirmektir.

    O da ne: Ezber sorgulamayı imkansız kılıyor!

    Ezber, sosyal laboratuvarlarda üretilmiş bir virüs ya da kendiliğinden ortaya çıkmış bir mutant olabilir, bunun bir önemi yok; çünkü sonuç değişmiyor. Değişmiyor ve okul dahil tüm kurumların dokuları içine yerleşiyor ve sadece kendisine belletilenleri, söylenenleri yapıp, sonra da ortaya çıkan sonuçlardan yakınıp küfür, kahır, nefret, göğüs yumruklama, övünme, öbür dünyaya havale gibi işe yaramaz –ama enerji tükettirerek doğru işler yapmayı imkansızlaştıran- yollardan medet uman bir zavallılar topluluğu haline getiriyor.

    Evet emperyalizm, ezber’in ta kendisidir!

    Ezber, toplumumuzun sorgulama (dolayısıyla anlama, anlamayı önemseme) yetisini yok eden bir hastalıktır ve sürekli olarak sorun çözebilirlik potansiyelini azaltıp, sömürüye açık alan yaratmaktadır.

    İnanmayanlar, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki bildirgeyi 5 yıl içinde niçin sadece 621 kişinin imzaladığına, her ay siteyi ziyaret eden 50,000e yakın kişinin niçin bu konuya aldırmadığına bakıp şaşabilirler.

    18 Temmuz 2015

     

    [1] Farsça “kalpten” (ez: kalp, yürek, göğüs , ber: -den eki), by heart (İng), par coeur (Fr), Sorgulanmazlık, sorgulanamazlık (Tür)

    [2] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1vI, http://bit.ly/1taV5J3

    [3] Bkz. http://bit.ly/1xa9iuL

    [4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Dd

  • Mavi – Beyaz Yaka ayrımında yeni dönem..

    Alimler ve Medreseler Birliği web sitesinde (http://bit.ly/1F0rlHQ) duyurulduğuna göre, Van ilimizde 11 alime bayan diplomalarını almışlar. Sitede bu olayın niçin önemli olduğu, alim ve alimeler yoluyla ne gibi toplumsal yararlar sağlanacağı anlatılıyor. Ne diyeyim vatana millete hayırlı olsun.

    Aynı tarihli bir gazete haberinde ise, ping-pong oynayan robotun, Dünya 1 numarası karşısında 20 oyunun 9’unu alarak nasıl zorladığı video kanıtlı (http://bit.ly/1zOfWL2) duyuruluyor. Bu iki haberi peş peşe okuyunca aklıma ister istemez şunlar geldi..

    Açık mavi – kirli beyaz!

    Yakın geçmişe kadar mavi renk bedensel yönü ağırlıklı zihinsel yönü hafif işlerin simgesiydi. Beyaz ise tam aksi. Henüz içinde bulunduğumuz çağa net bir isim konulmadı ise de “bilgi çağı” gibi bir niteleme yerleşiyor gibi.

    Bu çağın simgeleri ise, bilgileri giderek daha hızlı işleyen “işlemciler” ile daha çok bilgiyi daha küçük hacimlerde –atomik düzeyde-depolayabilen “bellekler”.

    Bu iki öğenin otomatik bileşimi ise yapay zeka yazılımlarının giderek gelişmesi ve onun da bir türevi olan robotlar. Masa tenisi oynayan robot videosu bu gelişim sürecinin an itibariyle en ileri aşaması gibi. Geleneksel mavi yaka – beyaz yaka skalasındaki yeri açısından teknolojinin bu son durumuna karşılık gelen iki renk var: Açık mavi ve kirli beyaz.

    İster halı süpürme, ister masa tenisi, isterse apandisit ameliyatı, hangi işi yaparsa yapsın, robot teknolojisinin birkaç öğesinden birisi o işlere ait modelleme (algoritma tasarımı), diğeri de oluşturulan modelleri uygulanabilir kılabilecek yazılım (programlama).

    Bu süreçteki algoritma tasarımıkirli beyaz” renge, programlama (kodlama) ise “açık mavi” renge karşılık geliyor. Bu süreçteki iki işin ortak yanı ise, düşünme zincirinde iğne ucu kadar bile boşluğa yer vermeyen, her şeyi ama her şeyi sorgulayıp kuşku eleğinden geçirebilen düşünme biçimidir.

    Bu yeni düşünme içiminde alim ve alimelere yer yoktur; ama, nedensel (rasyonel) ve eleştirel (kritik) düşünmeyi konu alan kitaplar yazıp, nedensel düşünmenin “bir sonuca yol açan tüm nedenleri bir ağaç formunda ortaya koymak”; kritik düşünmenin ise, bu “çok sayıdaki nedeni, sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralamak” olduğunu anlatamayan bilgin ve bilginelere de yer yoktur.

    Masa tenisi videosu birçok yönden göz açıcıdır. Hatta, modelleme ve kodlama işleri gün gelip bizzat robotlarca yapılmaya başlanacak, bu yeni yaka renklilere de ihtiyaç azalacaktır. Bu şu demektir: Geri kalan posalar (yani bu işlere yaramayan, herhangi bir değer üretemeyenler) temizlenecektir.

    Nasıl mı, şöyle:

    Bu acılı süreç alim ve alimelerce başlatılacak; kendisine sorgulamadan belletilenlerden başka şeyler düşünmesi imkansız hale getirilenler –laik sandığımız okullarda ezber profesörü haline gelmiş çocuklardan büyüyenler de dahil-, birbirlerini kıtır kıtır keseceklerdir. Herkes bildiği yolda devam etsin, yanlış olmuş ve olacak bir şey yoktur.

    7 Mayıs 2015