• “Düşünme becerileri” ve eğitimi

    Düşünme becerileri konusunun bir süredir kamuoyu gündemine gelmesi ve “nerede bir sorun varsa hemen onun okul müfredatına konulması” gibi bir alışkanlığımız nedenleriyle kendi çapımda bir önlem almak amacıyla bu yazıyı yazmayı düşündüm.

    Giderek daha sık biçimde, “sorunlarımızın başlıca nedeni düşünme becerisi düşük insanlarımızdır” yargısını dile getirenler çoğaldıkça, bu konuyu biraz didiklemek ihtiyacı duydum.

    Önce bu cümledeki birkaç terim ve onlarla ilişkili olabilecekler hakkında tanımlama girişimi:

    • Beyin: Bütün omurgalı hayvanlarda ve omurgasızların çoğunda, sinir sisteminin merkezi olarak görev yapan bir organ[1].
    • Bellek: Beyin organının bilgileri depolayabilme kabiliyeti.
    • Veri (data), enformasyon ve bilgi (knowledge):
      1. Veri: Mevcut olasılıkları yarıya indiren miktarı 1 birim (bit) sayılan enformasyon parçası.
      2. Enformasyon: Bir bağlam ile ilişkilendirilerek anlam kazanmış veriler.
      3. Bilgi: Bir sonuç üretmeye yönelik enformasyon.
    • Akıl, zihin: Bilinç, algılama, düşünme, yargılama, belleme ve konuşma da dahil olmak üzere bir grup bilişsel yetiye verilen ad[2]. Bellekteki bilgiler arasında tutarlı neden-sonuç ilişkileri kurulmuşluğuna “akletme” (birbirine bağlama) adı verilmektedir[3].
    • Muhakeme (yargılama, akıl yürütme, akletme): Bellekteki “bilgiler” arasında bağlantı zincirleri kurarak anlamlı bir sonuca ulaşma süreci[4].
    • Zekâ: Çeşitli yollarla anlama, öz farkındalık (kendinin farkında oluş), öğrenme, duygusal biliş, mantık, akıl yürütme (yargılama, muhakeme), planlama, yaratıcılık ve problem çözme kapasitesini içeren bir zihinsel yeti. Daha genel olarak, enformasyonu algılayıp içselleştirerek onu bilgi olarak saklayabilme ve bu bilgiyi durumlara uyarlayarak kullanabilme yeteneği olarak tanımlanabilir[5].
    • Entelekt: İnsan aklı (zihni) ile ilgili çalışmalarda kullanılan bir terim olup, neyin doğru veya gerçek olduğunu ve sorunların nasıl çözülecekleri hakkında aklın doğru çıkarımlara varabilme kabiliyetini ifade etmek için kullanılmaktadır[6]. Gerçekte entelekt, zekânın (Intelligence) bir dalı olarak kullanılmaktadır.

    Bütün bu tanımlar arasında bazıları arasında net sınırlar varken (örn. beyin ve zekâ gibi), diğer bazıları arasında ise kesişimler bulunduğuna (örn. entelekt ve zekâ gibi) dikkat edilmelidir.

    Düşünme’nin amacı ne? Yersiz bir soru gibi görünse de bu amacı -her ne ise- en başa yazıp yol boyunca başvuruya açık tutmak iyi olur. Şöyle bir amaç önerisinde bulunayım: Kişinin kendi “akıl”ında oluşan ve/ya oluşturulan sorulara, “tutarlı” cevaplar bulabilmek için girişilen “zihin”sel süreç. Bu özet amaca biraz daha yakın plan bakılırsa şöyle bir çerçeve ortaya çıkıyor:

    • Sorular nereden çıkıyor da düşünmeye yol açıyor? Aslında sorular “var” ve aynı zamanda da “yok”lar. Eğer sorarsanız varlar, sormazsanız yoklar. Onları yaratan ve bizim sorup sormayacağımıza bakmaksızın var eden ise “yaşam” dediğimiz olgunun kendisi.
    • Yaşam ile ilgili sorular, doğum ile başlıyor (öncesini bilemem belki önce de soruyoruzdur). Temel ihtiyaçlar (beslenme gibi) soruları tetikliyor. Meme vakti gelince ağlamaya başlayan bebek aslında henüz konuşmayı sökmediği için ağlayarak -ki o da bir iletişim yolu- soru soruyor: “Ne zaman emzireceksin?”
    • Yaşam karmaşıklaştıkça ve kendini ifade becerisi kazandıkça sorular da çeşitleniyor. Sorulabilecek soruların çeşitliliği bir yandan yaşam ihtiyaçlarına, bir yandan da o sorulara verilecek cevaplara bağlı olarak artıp azalabiliyor.
    • Bu çeşitlenme farklılıkları, soran ve sormayan kişilikleri ilmek ilmek örüyor. Sorduğu sorulara tatmin edici cevap alan ya da alamasa dahi merak uyaracak karşılıklar alabilen çocuklar ömürleri boyunca bilgi peşinde koşan mücadeleci kişilikleri; diğerleri ise aldığı ya da almadığı cevaplarca örgülenen en az zarar göreceği pozisyonlarda sessizce bekleyip, kendisine verilene kanaat eden kişilikleri oluşturuyor.
    • Bu süreçte anne-baba-çevre üçlüsü kişiliklerin temellerinin atılmasında en büyük rolü oynuyor. Sormayan anne-babalar ve normal olarak tercih ettikleri sormayan çevrelerin verdikleri cevaplar genellikle kapalı uçlu (nedeni kendisi) olacağı için giderek sorularına dogmalar yoluyla cevap bulup rahatlamış kişiler bu cevapların mutlaklığına inanmaya başlıyorlar. Toplumdaki -herhangi bir öğretiye- fanatik olarak bağlı kişiler muhtemelen böyle bir süreç sonunda ortaya çıkıyor.
    • Dahası, bu sürecin çeşitli yararlar sağlayabilecek bir maden olduğunu keşfeden uyanık kişiler, o öğretileri deforme ve istismar ederek hem o kişileri hem de öğretileri yozlaştırıyor. (İslam dininin toplumumuzda uğradığı saldırılara böyle bakıldığında çok şey anlaşılabilir).
    • Evren tasavvurları’na ilk adımlar: Sorularının önü kesilmemiş kişilerin, ilk çocukluk çağlarından başlayarak evren ile ilgili sorular sormaya başlayarak, giderek gelişen (zaman zaman bütünüyle yenilenen) birer “evren tasavvuru” oluşturmaya başlamaları kaçınılmazdır.
    • Bu bireysel tasavvurların yararlarından birisi kişiyi sürekli bilgi arayışına itmesi, bir diğeri “bilmiyorum” cevabını utanılacak bir mazeret değil, gelişmelerinin ardındaki itici güç olarak kullanmaları, “bilmiyorum ama merak ediyorum ve öğrenemeye çalışıyorum” diyebilmeleridir.
    • Bu bireysel yararın dışında bir de toplumsal yarar beklenmelidir: “Bilmeyen, merak eden ve sürekli öğrenmek isteyen” bireylerin öğrenme kaynaklarından birisi de kendileri gibi “bilmeyen ama merak eden” kişiler olacağına göre, bu öğrenişim (bu sözcüğü ben icat ettim 🙂 ) süreçleri toplumda ortak kavramların oluşmasına yol açabilecektir.
    • Öyle görünüyor ki, “bilmiyorum ama merak ediyorum ve öğrenemeye çalışıyorum” çok verimli bir zihinsel dönüşüm tohumudur.
    • Merak, kendinin nedeni olmaya başlayınca. Bu tür kişilerin yaşamın her alanının gelişiminde de önemli roller oynamaları kaçınılmazdır. Bilim ve sanat bu alanların başında geliyor.
    • Ama en önemli etki beklenmesi gereken alan din alanıdır. Çünkü geleneksel anlayış, dinde -özellikle de iman bağlamında- soru sormanın, kuşku duymanın kabul edilemezliği üzerine oturmuştur. Bu ise otomatik olarak “iman’ın “sorgulanamaz son nokta” olması anlamına geliyor.
    • İmansızlık, dindarlığın herhangi bir aşamasında kabul edilebilir bir sıfat olamayacağına göre, din ile ilk karşılaşma anında derhal iman edilmiş olduğunun ikrarı gerekmektedir. Bu, evren tasavvuru sınırlarının kapanması, -içten ya da dıştan gelsin- imanı zedelemesi olası her soruya karşı “yaratılış” kalıbına sığınılmasını, nedenini bilmese de merak etmese de bu kalıpla savunmaya çekilmesi sonucunu yaratmaktadır.
    • Allah’ın sonsuz hikmetlerini temel almış bir dine karşı bundan daha büyük bir saygısızlık olabilir mi? Halbuki, sürekli kuşku ve merak içindeki bir kişi, içinde bulunduğu belirsizliği giderebilmek için o hikmetlerin daha derindeki katmanlarını anlamaya, bilmeye çalışacaktır. Nitekim İslam’a altın çağını yaşatan dönemin hâkim Mutezile anlayışının[7] “tahkiki iman” ilkesi, “sonsuza kadar bilgi peşinde koşmak ve bunu akıl yardımıyla yapmak” üzerine kuruludur.
    • Düşünme’nin olmazsa olmaz dörtlüsü!
      1. Kavram dağarcığının geliştirilmesi: Her öğrenilen yeni kavram düşünebileceklerimizin sınırını bir miktar genişletir. Ayrıca gerek öğrenilen yeni kavramların gerekse mevcut olanların iyi tanımlanmış olması da şarttır. Zihindeki bilgilerin taranması, yeni anahtarlara göre sıralanması vbg işlemler kuşkusuz evvelce kurulmamış yeni snaptik bağlantılar kurulmasına yol açabilir ki bunlar yeni bilgiler demektir. Ama, tüm soruları kapsayan küme olan evren tasavvuru’nun genişlemesine yol açan ana etken, öğrenilmiş yeni bilgilerdir. Yeni bilgiler belleğe girdikçe ve mevcutlarla bağlantıları kuruldukça (yani akletme) evren tasavvurumuz da genişleyecektir. Genişlemiş evren tasavvuru altında, düşünme yoluyla cevapları aranan sorulara cevap bulunması bir önceki duruma göre daha kolaylaşacaktır. Yeni bilgilerin edinilmesi ise birkaç yolla mümkündür. Geleneksel okuma, tartışma, gözlem, sezgi bunlardan birisidir. Bir diğeri ise “akılların birleştirilmesi”dir[8]. Bu durumda aklı oluşturan tüm öğeler bir diğeri ile yardımlaşma içine girmektedir.
      2. Bilgilerden, beklentilerden etkilenmemek: Her düşünme bir veya birkaç soru’nun cevaplanmaya çalışılması süreçleri olduğuna göre cevaplar bilgi ve beklentilerimizden de etkilenecektir. Buna göre mevcut bilgi ve beklentilerimiz -ki arzularımız, beğenilerimiz, nefretlerimiz, inançlarımız vb.- ne denli askıya alınabilirse sorular da o denli doğru cevaplanabilecektir. Askıya alabilmenin anahtarı ise bildiğimize inandıklarımızın ne kadar çok ön koşulu olduğunun hatırlanmasıdır[9].
      3. Nedensellik ve sıralamak: Düşündüğümüz, yani bir veya birkaç soruya sırasıyla cevap aradığımız süreçte, neden-sonuç bağlantılarını koparmadan (nedensellik) ilerlemek “gerek koşul”; bulunacak nedenlerin sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralanması ise (eleştirel) “yeter koşul”dur. Gerek bilgi eksiği gerekse askıya alamamak nedenleriyle kopan bağlantılar yerine konulabilecek “zihinsel virüsler[10]” ve/ya referansı kuşkulu bağ elementleri düşünme sürecinin bütünüyle bozulmasına yol açabilecektir.
      4. Evren tasavvurunu kısmen veya tamamen değiştirmeye razı olmak: Birbiriyle tutarlı hale gelmiş, tutarsızlıkları tahminler, virüsler, çarpıtmalar ya da öznel inançlarla giderilmeye çalışılmış çeşitli bilgilerden oluşan bir evren tasavvuru örgüsünü değiştirmek -özellikle de zaman geçtikçe- güçtür ve doğru cevabı saptırmaya çalışan bir mıknatıs gibi etki yapar. Bu etkiden uzak kalmaya çalışmak gerekir.

    Şimdi bir soru!

    Düşünme becerilerini oluşturan bu elementlerdeki olası yetmezlikler dikkate alındığında, bu yetersizlikler acaba nasıl giderilebilir? Ya da okul müfredatlarına böylesi bir ders konularak sorun çözülebilir mi?

    Bu sorunun yanıtının okul müfredatına eklenecek ayrı bir ders olmadığı, kısacık “eğitim” sözcüğü içine tıkıştırılan yüzlerce istendik bilgi-beceri-tutum-davranış’ın okul kurumuna ihale edilerek kazandırılamayacağı bellidir.

    Çözüm, “eğitim paydaşları”nın[11] tümünün birinci derecede sorumlu oldukları gerçeğinde yatıyor. Bir Afrika atasözü de bunu doğruluyor: “Bir çocuk yetiştirmek için bütün bir köy gerekir”.

    İkinci soru!

    Gerek günümüz toplumları arasındaki acımasız rekabet düzeni içinde varlığını sürdürebilmek (beka), gerekse varlıklar bütününü gözeten daha iyi çözümler bulup onları uygulayabilecek konumda olabilmek için, sorularının -dolayısıyla da merakının- önü kesilmiş, her şeyin açıklaması olarak ezbere belletilen[12] değişmez doğrulara tutunarak yaşamak isteyen bir toplumun; evren tasavvurlarını sürekli geliştirmeye çalışan, imanını sabit bir noktaya değil sürekli kuşku, merak ve öğrenmeye odaklamış toplumlar karşısında beka şansı var mıdır?

    Lütfen şu videoyu (https://goo.gl/zu2tjg) izleyiniz ve dev sekoya ağacının liflerinin hangi maddeden yapıldığını merak edip, bunun hangi ihtiyacımızı karşılayabileceğini soran ve nano-lifleri oluşturan maddenin nanocyristalline selüloz olduğunu ortaya çıkaran bir kişi ile bu soruları sormayıp sadece bunların yaratıcının hikmeti olduğunu söylemekle yetinen diğer bir kişi arasındaki farkı açıklamaya çalışınız.

    O halde!

    Sadece düşünme becerileri yetmezliği bağlamında bile bu kısa sorgulamadan çıkarılabilecek çok sonuç var. Seksen milyona yaklaşan nüfusumuzun bir anda silkinip bütün gerçekleri idrak etmesi gibi bir temenni peşinde koşmadan, doğrularını askıya alabilen, mazeret üretmeden gereklerini yerine getirmeye -gerçekten- razı örneğin 10 kişinin bir ağ oluşturması; ardından da uygun tohum fikirleri[13] üretip uygun topraklara (ortamlara) ekmeleri dahi iyi bir başlangıç sayılabilir.

    30 Temmuz 2018

     

    [1] Bkz. http://bit.ly/2uYTq3j

    [2] Bkz. http://bit.ly/2K4TEdN

    [3] Özakıncı, C., “Dil ve Din”, <Sah.107, Arapça “akıl” sözcüğünün kökeni>, Otopsi Yayınları, 2007

    [4] Bkz. http://bit.ly/2K6rkHR

    [5] Bkz. http://bit.ly/2LQRwLP

    [6] Bkz. http://bit.ly/2LQRu6F

    [7] Bkz. Aydoğan.S., “İslamın Altın Çağının Ardındaki Sır”, http://bit.ly/2GYqNXD

    [8] Bkz. http://bit.ly/2xyPr0I

    [9] Bkz. https://goo.gl/2necnY

    [10] Bkz. Zihinsel virüsler, http://wp.me/p2t6mi-1Wz

    [11] Bkz. Eğitim Paydaşları, http://bit.ly/2ClNyWr

    [12]Anlam kayması denilen olgu nedeniyle mi yoksa bilinçli mi yapıldığı belli olmayan, dilimizde (bellemek) olarak karşılığı bulunan ve sorgulamamak ile bir ilgisi bulunmayan kavramın yerine sorgulamaya kapalı olan (ezber)in nasıl geçtiğidir. Bu farkı vurgulamak için ezbere bellemek terimi kullanılmıştır.

    [13] Bkz. “Bir Dönüştürücü: Davranış Tohumlama”, http://bit.ly/2FumYIw