• Bir Strateji: “Alanı b.k ile Doldurmak” (Flood The Zone with Shit)

    Bir süre önce bu sütunlarda yayımlanan “Bilinir Kılma (aleniyet)” başlıklı yazımda1, dış dünyada olup biten hemen tüm plânlı melânetlerin ortak yanının, bunları plânlayıp uygulayanların, başkalarından olabildiğince saklı yapmaya özen göstermeleri olduğunu ileri sürmüştüm.

    Bu özen iki türlü gerçekleştiriliyor: Gizleyerek ya da buna pek imkân yoksa (İsrail’in Gazze operasyonları gibi)  -hırsızlık masası polislerinin (tantanacılık2) adını verdiği yolla- başka bir melâneti hemen devreye sokup, olaya tepki veya müdahale olasılığı olanların dikkatlerinin yeni bir odak noktasına ve giderek yeni odaklara çekmek şeklinde.

    Bu benzetme gündelik olaylar seline uygulandığında hemen anlaşılabileceği üzere, halkımız da her gün yeni bir olay karşısında, önlerine darı atılan aç kuşların telaş içinde rastgele noktaları gagalayarak karınlarını doyurmaya çalışmaları gibi, hiçbir noktaya uzun süreli odaklanamadan darı serpicinin arzusu yönünde birbirlerini çiğneyerek “neyin niçin olduğundan haberdar olmaya” çalışıyor. Bunun beyhude bir uğraş olduğu ancak bu karmaşa dışına -en azından zihinsel olarak- çıkarak anlaşılabilecek gibi görünüyor.

    Bu sürecin uygulayıcı tarafında bulunanlar da, melânetlerinin aleniyet yoluyla etkisizleştirilebilme olasılığına karşı tantana yöntemiyle dikkat dağıtmaya, bunun için de olaya müdahil olma  durumunda olmayanları bile taraf haline getirip kümeyi genişletmeye çalışıyor.

    Düne kadar bu konudaki sezgilerim, ABD menşeli vox.com/policy-and-politics ve Sirkten Notlar adlı iki sitede yayımlanan yazılara3 rastlayınca daha bir ete kemiğe büründü.

    Yazılarda, Trump yönetiminin amaçlarını (her ne ise) gerçekleştirmede önündeki engelin Demokratlardan çok medya olduğu ve onu etkisizleştirmek için de alanı (medya alanı kastediliyor) “b.k ile doldurmak4” stratejisini benimsediği ve başarıyla da(!) uyguladığı anlatılıyor.

    İlginç olan, bu stratejinin esas yaratıcının Putin’in propaganda stratejisi hakkında bir kitap yazan Sovyet doğumlu reality TV yapımcısı akademisyen Peter Pomerantsev olduğu, stratejinin hem Rusya hem de ABD’de başarılı olduğunu anlatmasıdır.

    Biri müseccel iki otoriter liderin aynı yönteme sarılması, “otoriterler arasında bir karşılıklı öğrenme ve yenileşim (inovasyon) ağı bulunduğu” görüşünü ileri sürenlerin bir gerçeği dile getirdikleri görülüyor.

    Bu anlatıdan çıkarılabilecek sonuçlardan biri Türkiyedeki muhalif kesimlerin de aynen ABD’deki Demokratlar gibi  benzer tantanacılığa kapılmış olmasıdır. Medyası, siyasi partileri, partili-partisiz fikir sahipleri, bu tantananın neyi gizlemeye çalıştığını merak etmeyip; kamuoyunun siyasi magazin merakını tatminden -dolayısıyla da reytingten- başkaca bir şey önemsemeyişleri dikkat çekicidir..

    Biraz özenle tantananın gizlemeye çalıştığı şeyin ne olduğunun tam resmini çıkarıp, her gün önlerine  konulan ve giderek de neyin ne olduğu konusunda derin bir kafa karışıklığı yaratan tantanaya göz ve kulaklarını kapatarak o resmin bazı kareleri üzerinde hiç kopmadan durabilseler acaba nasıl olur? Meselâ bir veya iki “doğru soru5” belirleyip kopmadan bunlara cevap istemek gibi. 

    Bu düşüncemi oradaki dostlarıma ileteceğim.

    13 Şubat 2025

    (1)  Bkz. https://tinaztitiz.com/yaygin-bilinirlik-aleniyet-etkili-bir-sorun-cozme-araci/ 

    (2)  Bkz. https://eksisozluk.com/tantanacilik–733709

    (3) Bkz. https://gogl.to/3MoI

    (4) Burada b.k sözcüğü ile kastedilen, tek tek b.k olmasa da bir araya geldiğinde işe yarar anlamlı bir sonuç olmayan bir çeşit kakafonidir. Böylelikle, olaylara bütün olarak bakabilenler dışındakiler, boğazlarına kadar battıkları b.kun farkında olmayıp hattâ büyük zevk almakta; dahası, böylece oluşan popüler kültür, sorunları anlamayı da ona uygun çözüm akılları üretmeyi de imkânsız kılmaktadır.

    (5)Bkz. https://tinaztitiz.com/dogru-sorularisorabilmek/ 

  • Uzun Lifli Akıl Üretimi-2

    Bundan evvelki (Geri dönüşümlü kâğıtlar, lif kısalması ve kullanım yerleri!) başlıklı yazıda1, birkaç kere geri dönüşüme uğrayarak selüloz lifleri iyice kısalmış kağıtlara benzer “kısa lifli (KL) düşünce ürünleri” üzerinde durulmuştu.

    Bu defa ise uzun lifli (UL) düşünceler ve onları üreten UL akıllar (Yetkin Akıl da denilebilir) üzerinde düşünmek istiyorum.

    KL düşüncenin belirleyici özellikleri için kısa sürede üretim, kısa sürede uygulama ve kısa sürede etki gösterme denilebilir. Bir örnek vermek gerekirse “alkollü sürücülerin yol açtığı kazalar” sorunu ele alınabilir. Bu soruna çare arayanların genellikle akıllarına “sıkı denetim”, “ağır cezalandırma” ve “halkın bilinçlendirilmesi” önlemleri gelir. Gerçekten de sadece bu tür nispeten basit önlemlerle kazaların önemli ölçüde azalabildiği görülmüştür2.

    Diğer yandan, UL düşüncenin karakteristikleri:

    1. Sıradışılık da denilebilecek genel kabûl görmüş paradigmanın dışındalık geliyor. Biri çok yakın diğeri ise birkaç on yıl öncesinden iki örnek verilebilir: Birkaç hafta öncesine kullanıma giren DeepSeek YZ uygulaması sadece üretim maliyeti ile değil, ambargolu işlemcileri daha az kullanarak, daha ileri makine öğrenmesi ve açık kaynak kodu ile sergilediği ahlâki tutumla cari paradigmanın dışına çıktı. Birkaç on yıl öncesinden örnek ise, ABD İstihbarat Topluluğu’nun (IC) dev kadro ve bütçesine3 meydan okuyan Good Judgement Program4 – İyi Tahmin Programı adlı girişimdir ve o da yürürlükteki istihbarat paradigması dışındadır.
    1. KL akılların bireysel ya da uzlaşı temelli (demokratik) oluşunun aksine, UL akıllar büyük oranda, farklı kültürden, farklı akıl daraltıcılı5 insanlardan oluşan küme aklı6 ile YZ modellerinin bir araya gelerek Hibrit Akıllar7 oluşturmasına dayanıyor; ayrıca uzlaşıdan çok, “daha iyinin seçimine” (bir çeşit Likit Demokrasi8) dayanıyor.
    2. Bu iki özelliğin kaçınılmaz bir sonucu olarak da orta-uzun vadede üretilebilme, uygulanabilme ve etkileri  duruma bağlı olarak kısa ve uzun arasında bir vadede görülebilme gibi özellikler ortaya çıkıyor.  Bu aynı zamanda, gündelik yaşam içinde üretilen KL düşüncelerin niçin -bağımlılığa yol açacak kadar- çok; UL düşüncelerin de niçin seyrek olduğunu açıklıyor.

    UL ya da Yetkin Akıl üretimine somut örnekler

    Bu tür sıradışı akıl üretimi için, çok geniş bir veri kümesinden, her akıl düzeyindeki kişi(ler)in tek tek ya da gruplar halinde çıkarabilecekleri sonuçları hayal etmek iyi bir zihinsel egzersiz olabilir. Örneğin 100 çocuğa ilişkin her tür veriyi içeren dev bir veri kümesinden basitten başlayarak çıkarılabilecek sonuçlar irdelenmiştir9. Veri kümesini “aritmetik ortalama”dan başlayıp “sistem dinamikleri modeli”ne kadar artan güçteki tekniklerle inceleyerek, tek kişilerin akıllarına gelmeyebilecek ve/ya kapasitelerinin dışına çıkabilecek sonuçlar elde edilebilir. Hattâ daha da ileri basamaklara çıkılıp YZ uygulamalarından; hayvan dostlarımızın hayatta kalmak için geliştirdikleri savunma tekniklerinden öğrenilebilecek tekniklerden de yararlanılabilir. Bütün bu basamakların tanımladığı akıl UL ya da Yetkin Akıl’dır.

    UL aklın daha bir ortalama karmaşıklık sayılabilecek “kadına şiddet” sorununa uygulanmasında, sahip olunabilecek sorun çözme araçlarının gücü “hiç ya da yok” düzeyinden başladığında sonuç da “şiddete katlanma” ile başlayacaktır. Daha etkili araçlar kullanılarak, şiddet gösteren eşin terapiye razı olup şiddetin barışçıl biçimde sonlanacağı noktaya kadar ilerlenebilecektir10.

    Toplumsal düzeydeki sorunların çözümünde UL

    Bu tür sorunların anlaşılması da çözüm ipuçları da üretimi de neredeyse kategorik olarak UL akılların oluşturulmasına bağlı. Son yıllarda Çin’in gösterdiği hızlı gelişme içinde UL aklın ne ölçüde yer aldığına ilişkin bir sorgulama11 içinde bu ilişki görülebiliyor.

    Kısa ve uzun lifli akıl konusundaki ilk yazının son paragrafı ile benzer mesajla kapatmak gerekirse denilebilecek olan şudur: Gündelik yaşamın sonsuz çeşitlilikteki sorunları için geliştirdiğimiz KL akıllar, karmaşıklık düzeyi yüksek sorunlar karşısında işe yaramazlar. Yaramak bir yana, ısrarla -ve toplu olarak- uygulamaya çalıştıkça da hem vakit kaybettiriyor (o süre içinde sorun değişip daha çetrefil hale geliyor), hem özgüven aşındırıyor, hem de etkili araç üretimi için en gerekli malzeme olan dayanışmayı (hangi KL akıl aracının kullanılması gerektiği konusundaki anlaşmazlıklar nedeniyle) aşındırıyor.

    Bu kendini bitirme süreci nasıl durdurulup UL sürecine geçilebilir?

    Bilmiyorum.

    11 Şubat 2025

    [1]  Bkz. https://tinaztitiz.com/geri-donusumlu-kagitlar-lif-kisalmasi-ve-kullanim-yerleri/

    [2] MADD (Mothers Against Drunk DriversSarhoş Sürücülere karşı Anneler) adlı örgüt (https://bitl.to/3vXh) bu tür yöntemlerle can kaybını %40 oranında azalttığını belirtiyor.

    [3] Intelligence Community, ~100,000 kişilik kadrosu, ~50 milyar dolar yıllık bütçesine meydan okuyan iki analist, cari paradigmanın dışında küçük bir ekiple Good Judgement Project adlı yaklaşımla -aynen DeepSeek’te olduğu gibi- IC ile yarışabilir sonuçlar elde etti (Bkz. Süper Tahmin. https://bitl.to/3va0)

    [4] Bkz. https://goodjudgment.com/

    [5] Bkz. Akıl Daraltıcılar, https://bit.ly/3A4bv0C  

    [6] İnsan kümesi aklı deyimi, arı kolonilerinin (swarm) yeni koloni yeri belirlerken veya karınca ya da termitlerin dayanışmalı çalışmaları sırasında harekete geçirebilecekleri küme aklına benzetilerek üretilmiştir. Bkz. https://youtu.be/LHgVR0lzFJc?si=c6go6GRY48D5H0we 

    [7] Buna HHSI (Hibrit Human Swarm Intelligence – İnsan Kümesi temelli Hibrit Akıl) adını verdik.

    [8] Likit Demokrasi için bkz. https://tinaztitiz.com/ortak-kullanim-trajedisi-ve-likit-demokrasi/

    [9] Bkz. https://bit.ly/3C4KtuS

    [10] Bkz. Adım Adım Yetkin Akıl Üretimi örneği, https://gogl.to/3JXJ

    [11] Bkz. https://gogl.to/3Lsi

  • Geri dönüşümlü kâğıtlar, lif kısalması ve kullanım yerleri!

    Lütfen başlığa bakıp “benim geri dönüşümle işim olmaz” demeyiniz, anlatacağım konu kâğıtlarla ilgili değil; herkesin her gün uğraştığı “sorun çözme” çabalarıyla ilgili, hattâ daha da ileri giderek toplumumuzun bekası ile ilgili. Ama iyi örnekleyebilmek için geri dönüşümlü kâğıt örneğini kullanacağım. 

    İnternette yaptığım araştırmaya göre, “4-7 kez geri dönüştürülmüş kağıtlar, selüloz liflerinin kısalması nedeniyle yüksek dayanım gerektirmeyen ürünlerde (ambalâj, yumurta taşıma vbg işlerde) kullanılır ve lifler 4-7 geri dönüşüm sonrası ~0.5 mm nin altına düştüğü için yapısal bütünlüğünü koruyamazmış”. 

    Kâğıtlar ve geri dönüşümle ilgili konu bu kadar.

    Gelelim gerçek yaşama ve sorun çözme çabalarımıza!

    Geri dönüşüm örneğinde giderek kısalan “kâğıdın sağlamlığını temin eden selüloz lifleri”nin gerçek yaşamdaki karşılığı olduğu düşünülen kavram, “sorunların anlaşılması ve sonra da çözüm üretilmesi için harekete geçirilmesi gereken akıl düzeyi”dir. Buna göre; kâğıdın kullanım amacına göre sahip olması gereken lif uzunluğu ile, bir düşüncenin bir sorunu anlamak ve çözüm ipuçları1 üretmek için sahip olması gereken akıl düzeyi birbirine benzetilebilir. Kısaca lif uzunluğu ≈ harekete geçirilebilmiş akıl düzeyi denilebilir.

    Yaşamımızdaki sorunların karmaşıklığı basitten (örn. hava yağacak gibi, şemsiye alayım mı almayayım mı?) düzeyinden ileri karmaşıklık düzeylerine (örn. Cumhuriyete yönelik yıkım girişimleri nasıl durdurulup geri döndürülebilir?) kadar geniş bir alana yayılmıştır. Tabii ki bunların dağılımı sola çarpık şekilde, büyük çoğunluğu basit tarafındadır.

    Bu dağılım böylece, Sorun Çözme Araçları dağarcığımızdaki çeşitli akıl liflerinin de uzunluklarını belirler. Birçok sorun çözme aracının akıl lifleri, aynen 4-7 geri dönüşüm geçirmiş selüloz lifleri gibi iyice kısalmış, ezbere bellenen2şipşak kullanıma hazır” ezber kalıplarına3 dönüşmüştür.

    Bu olgunun dilimizdeki akıllı / akılsız deyimleriyle hiç ilgisi yoktur. Sadece sık rastlanan sorunlar çoğunlukta olduğu için kısa lifli akıl araçları da duruma uyum göstermiştir. Bu durum sanılanın aksine bir zekâ göstergesidir.

    Fakat bir sorun var: Kısa lifli akıl araçları ile karmaşık sorun çözmek!

    Gündelik sorunlarımızın dağılımları konusunda bir tahmine4 göre sorunların %90 kadarı basit sayılabilecek düzeyde iken, %10 kadarı da karmaşık seviyededir. İleri karmaşık düzeyinde olanlar ise %1-2 dolayındadır. İşte sorunun başladığı yer de, bu “ileri karmaşıklık düzeyindeki sorunların, alışkın olunan kısa lifli akıl araçları ile çözme girişimlerinden” kaynaklanıyor.

    Ne var bunda, biz de daha ileri araçlara geçiveririz!

    Bu çözüm önerisine sarılmadan önce, basit sorunlara karşı uzun yıllar (hatta nesiller) boyunca geliştirdiğimiz kısa lifli akıl araçlarının yarattığı bağımlılığın doğasına daha yakın plândan bakmak gerekiyor. Yani daha açık ifadeyle, “bağımlılık yaratan nedir?”

    Soru’nun cevabı, %90 lık basit sorunların bir bölümünü oluşturan “yüreklerimizde irili ufaklı sıcaklıklar yaratan hınç alma isteklerinin soğutulması”nda yatıyor. Tartıştığımız bir kişiye içten hak versek de halâ haklı çıkmaya çalışırken oluşan kızgınlıklarımızdan tutun da, karşı koyma gücümüzün olmadığı bir alanda gözümüze baka baka yüreğimizi yakan haksızlıklara varana kadar tümünün yol açtığı yürek soğutma arzusunun yıllar içinde yol açtığı bağımlılık.

    Bu bağımlılık ve kısa lifli akıl araçlarının yarattığı yürek soğutucu çareler bir çaresizlik yaratır. Kısa lifli araçların yetersizlikleri giderek ses yükseltmeye, alkışlanabilir ama imkansız5 temennilere dönüşür. (TVlerde avazı çıktığı kadar tek çarenin kendisi olduğunu bağıranları mı hatırlatıyor?)

    O halde yüreğimizi susturup uzun lifli akıl üretmeyi öğreneceğiz!

    Yürek soğutucu kısa lifli akıl araçları bireyseldir. Kısa sürede uygulanabilir, kullananı rahatlatır, gevşetir. Uzun lifli akıl araçları ise toplumsaldır; durum liderliği6, dayanışma, doğrularından vazgeçme, aklın emrine girme, kendini değiştirme, yeni yetkinlikler edinme ya da var olanları daha iyi kullanma, başarısızlıklardan medet ummadan tekrar başlama, hattâ sahip olduklarından vazgeçme gibi her biri yürek sıcaklığını artırıcı tercihleri yapabilmeyi öğreneceğiz.

    9 Şubat 2025

     

    [1]  Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/Yuksek_katmadegerli_Dusunce.ppsx 

    [2] “Ezber” ve “belleme” sözcükleri genelde birbirinin yerine kullanılsa da, ezber ≈ sorgulamaya kapalılık anlamında; belleme ise sorgulamaya açık olabilecek şekilde bellekte tutma anlamındadır. Bu farkı vurgulamak için “ezbere bellemek” deyimi kullanılmıştır.

    [3] Bkz. http://www.ezberkaliplarinisorgula.com/

    [4] Bkz. https://gogl.to/3MGL

    [5] Bkz. https://tinaztitiz.com/alkislanabilir-ama-imkansiz/

    [6] Bkz. https://tinaztitiz.com/genclere-yeni-rol-durumliderligi-ya-da-durum-girisimciligi/

     

  • Akla yerleşen her kavram sonrakiler için birer süzgeç olur!

    Özellikle küçük yaştaki çocuklar, ama genelde genç denilebilecek yaşlara kadar hemen herkeste gözlediğim bir olgu hakkında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

    Küçücük çocukların belirli bir ideoloji yolunda nasıl koşullandıklarını, hatta giderek o yolda ölmeye ve de öldürmeye nasıl hazır hale geldiklerini; o fırsatı(!) yakalayana kadar da içlerindekileri nasıl birer nefretle “karşı cephe”ye yönelttiklerine şahit olmuşsunuzdur.

    Bu nasıl olabiliyor?

    Dünyaya gelirken “içine doğdukları ortamlara zarar vermemek” güdüsünü de beraber getiren insan (ve diğer) türler, nasıl olup da bu hale gelebiliyorlar? Bu geçiştirilebilecek, “efendim nasıl eğitir, koşullandırırsanız öyle olur” gibisinden beylik kalıplarla karşı tezleri susturmaya veya düşünsel çaba harcamaktan kurtulmaya dönük bir soru olamaz. Bu zehirli sürecin nasıl işlediği tam anlaşılamadığı sürece herhangi bir toplum ya da kişi varlığını koruyup sürdürebilme (beka diye de okuyabilirsiniz) misyonunu güvende sayamaz.

    Davranışsal psikoloji -çoğu B.F.Skinner’ın hayvan deneylerine dayalı- çok sayıda bulgu ortaya koymuş olsa da çoğu, çevrel koşulların uygun bileşimlerinin bu tür davranışları ortaya çıkardığı şeklinde kısmi bir genelleme şeklindedir; ama esas cevap bulunması gereken, daha da temelde “kendinden sonrasını şekillendiren bir şey”in olup olmadığıdır.

    O şey “süzgeç kavram” olabilir mi?

    Yaşam boyu çeşitli sorulara cevaplar ararız. Eğer soruların önünü kesecek bir “toplu cevap” (ideolojik, siyasi ya da sorgulamaya kapalı bir dini yorum[1]) ile karşılaştırılmayacak kadar şanslı isek, bulabildiğimiz cevaplarla sınırlı, ama giderek genişlemeye açık bir evren tasavvuru[2] oluştururuz. Bilim de dini imân da ancak öyle bir genişleme süreci yoluyla ortaya çıkabilir.

    Bebeklikten başlayarak -çoğu beslenme ve güvenlikle ilgili- sorular ebeveyn tarafından doğrudan fiilen cevaplanırken, daha sonraları okul ve sosyal çevre yoluyla her soru için alternatifli cevaplar ile karşılaşılır; bunlardan önceden (bebeklikte) cevaplanmış olanlarla çatışmayan ve de daha çok soruya cevap veren birileri seçilir ve her bir seçilen cevap aynen bir süzgeç gibi, artık yeni sorulara cevap adaylarını süzer, gerisini “yanlış” olarak niteler.

    Bu süreçteki süzgeç kavramlardan birisi kuşku[3] kavramı olup, yaşam boyu yeni sorular sorabilmenin ve “anlama” denilebilecek mutluluğun önünü açar. Kuşkusuzluk ise yaşamı daraltan “sorusuzluk” denilebilecek ölüm türünün eşdeğeri olup toplu cevaplarca oluşturulan bir yan üründür.

    Süzgeç kavram konusundaki iki kural önerim: (1) Her süzgeç kendisinden önce oluşmuş süzgeç(ler)in geçirebildiği kavramlar yoluyla oluşabilir, (2) Kendinden önce oluşmuş bir süzgece aykırı kavramlar kişide ya kafa karışıklığına ya da çok nadiren o yeni kavramın yolu üzerindeki eski süzgecin terkedilmesine yol açar.

    İster seküler ister dinsel olsun bebeklik ve çocukluk çağlarında karşılaştırılan kavramlar bu nedenle çok belirleyicidir. Toplu cevaplar, soruların önünü kesen tüm doğrular her zaman için hem bireyler hem toplumlar için birer risktir. Toplum sorunlarıyla başa çıkmak isteyenler, toplumu toplu cevaplardan koruyacak rotalar çizebilmek için bu kavramı bir “tohum fikri”[4] olarak kullanılabilirler.

    30 Aralık 2018

    [1] “Sorgulamaya kapalı dini yorum için” bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7356

    [2] Bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7922 (parag. 19)

    [3] Burada bilimsel kuşku (skepticism) kastedilmekte olup, ucu paranoya’ya kadar dayanan kuşku (suspicion) kastedilmiyor.

    [4] Bkz. https://goo.gl/Uz6WCo

  • Ayrık Sorun Alanları Aslında Bir Bütündür

    Bir soru: Üzerinde kafa yorulan çeşitli sorunlar gerçekten de birbirlerinden ayrık olarak var mı, yoksa ortada büyük bir bütünlük var, ama onu tüm boyutlarıyla algılamak imkanımız olmadığı için daha küçük parçalara mı ayırıp üzerinde konuşuyor, yazışıyor, uğraş veriyoruz?

    Akıl Dışı Eğitim (ADE), Kadınsız Toplum (KT), Din İstismarı (Dİ) ya da Beka vd. sorunlar[1] arasında belirli sınırlar var mı ya da bunlar birbirlerini etkileyerek daha farklı ve aralarında sınırlar olmayan (hücre yapıları farklı) yapılara mı dönüşüyorlar?

    Biraz daha ileri giderek, acaba tüm alanlarla bileşik yapmaya istekli ama ayrı -ve saygın- bir alan adı bulunmadığı için önemsenmeyen bazı “kirleticiler” de var mı? Örneğin, kleptoman bir kişi gün içinde girip çıktığı her yerde kimi şeylerin kaybolmasına yol açıyor ve kurnazlığının yardımıyla bunu gizlemeyi de becerebiliyorsa, çeşitli alanlarda ortaya çıkacak sorunları nasıl ele almak gerekir?

    Muhtemelen her alan, eşyalarının kaybını önleyebilecek karmaşık denetim prosedürleri geliştirecekler; bir süre sonra işe yaramadığını görünce bu önlemleri daha karmaşık hale getirecekler; giderek de o alanın asli işlevinin çok geri planlara düşüp, gereksiz işlerin asli unsur haline gelmesi gibi bir ucube ortaya çıkmayacak mıdır?

    Bu ayrık yaşam alanları -genelde- Dünyayı kendilerinden ibaret sayma eğiliminde oldukları için, sorunları kendi çapları içinde çözmeye çalışacaklar ve de çözemeyeceklerdir. Örneğin, İstanbul’un trafik sistemini yönetmekten sorumlu alan ile sokakların temizliğinden sorumlu alan ilgisiz iki alan olduğuna göre, her iki alanı da derinden etkileyen mesela “saygısız hemşeriler” daima dikkat dışında kalacak ve birinciler sorunları daha çok yol yaparak; ikinciler ise daha çok otomatik süpürge satın alarak çözmeye çalışacaklardır.

    Sadece bir adet ”kirletici”nin ne denli karışıklık yaratacağı belliyken, kirletici çeşitlenmesinin ve de kirleticilerin birbirlerinin üremesini özendirmesinin bileşik etkisinin ne kadar büyük olacağı tahmin edilebilir.

    Bu hipotetik -görünüşlü- yaklaşımdan çıkarılabilecek somut sonuçlardan birkaçı şunlar olabilir:

    –       Sorunlar ayrı kompartımanlar şeklinde değildirler; bu ayrıştırma, bütünleşik (sistem yaklaşımı) olmayan “parçalara ayırarak algılama” kolaycılığından kaynaklanır. Halbuki “bütün”, “parçalarının toplamından daha büyük” bir şeydir.

    Ortada masif hale gelmiş, yapı taşları kolay ayırt edilemeyecek kadar birbirlerine geçmiş bir “bütün sorun” mevcuttur. Bu bütün, ilgilenilen alan üzerinde ayrı bir izdüşümü bırakmakta ya da nereye bakılırsa oraya çökmektedir.

    –       Kompartıman olarak algılanan alanlar zaman içinde etkileşerek birbirlerinin içine geçerler ve umulan işlevlerini kısmen ya da tamamen yitirirler. Bu etkileşimleri dürten sebep, alanların içlerinde bulunan “güç kaynaklarından nemalanma” isteğidir.

    Örnek olarak verilen “saygısız hemşeri” kirleticisi durumundaki dürtü, ideal bir trafik düzeninde bulunan “başkasının hakkını çiğnememe” kuralının içerdiği “kuralı çiğneyerek zaman kazanma” dürtüsü; veya yine ideal bir düzende çöpünü atmak için çöp sepeti arama amacıyla harcanan zamanı, çöpü olduğu yere atarak zaman kazanma dürtüsü; ya da ideal olarak vergi affının olmadığı bir düzende vergisini zamanında ödemek yerine, ödemeyip bir seçim affını bekleyerek maddi kazanç sağlama dürtüsüdür. Saygısız hemşerinin bu kazanımlarının hepsi birer güçtür.

    Bu örneklerin hepsinde görülen eğriliklerin çözümü, o kompartımanlara sıkı ve giderek karmaşıklıkları artıracak denetimler koyarak, haksız kazanımları önlemek olamaz. Çünkü o tür karmaşıklaştırmalar, sonunda o ayrık alanlardan beklenen işlevlerin giderek gerilere itilmelerine; ayrıca da kural çiğneyenlerin giderek güç sahibi olup bütünü etkilemelerine yol açacaktır. Bu tam bir “çığ etkisi”dir.

    –       Bu durumda geçerli olabilecek bir çözüm, ayrık alanların -hepsini diyerek genellememek için- çoğunu olumlu etkileyebilecek, sinir uçlarına ekilebilecek “tohum[2]” denilebilecek dönüştürücülerden yararlanmaktır.

    –       Sinir uçları’nın, “güç kaynaklarından nemalanma” ile ilişkisi anlaşılabiliyor. Her nerede bir eğrilik (kirletici) izi yani sorun varsa, orada mutlaka “istismarı yoluyla sağlanan bir çıkar” vardır. O halde çıkar izlerini sürerek sorunların kaynaklarına varılabilir.

    Bu yol çözümlerin de geliştirilebilmesine ışık tutuyor: Süreçler içindeki güç kaynaklarını kaldıramayız; çünkü toplu yaşam zaten bu güç kaynaklarının yönetimi demektir. Ama güç kaynaklarının kullanımını blok zinciri[3] felsefesiyle yaygın denetime açabiliriz. Örneğin trafik dahil onlarca alana “haksız kamu kaynağı kullanma suçu işleyen” saygısız hemşeri sorununa karşı yaygın bir şikayet sistemi[4] oluşturulabilir. Bu bir tohum fikridir.

    –       O halde, ADE, KT, Di ya da Beka olarak adlandırdığımız sorunların, bir bütünün izdüşümleri olarak ele alınıp uygun birincil (o alana yönelik) ve diğer (diğer alanların etkilerine yönelik) tohumların neler olabileceklerine yoğunlaşılması daha geçerli görünüyor.

    Yoğun gücün yaygınlaştırılması (blok zincir) yaklaşımının bir avantajı da, merkezi otoritelerin katkısı olmaksızın tamamen birer sivil yurttaş İnisiyatifi olarak uygulanabilmesidir. Gerek örnek olarak verilen Trafik Şikayet Sistemi, gerek diğer alanlarda uygulanabilecek Yaygın Şikayet (veya denetim) Sistemleri, sivil inisiyatifler olarak uygulanıp, yerel ve/ya merkezi idareyi harekete geçirmek üzere kullanılabileceği gibi, doğrudan etkileri olabilecek şekiller de geliştirilebilir. “Ben ne yapabilirim ki” sloganıyla istirahate çekilmiş geniş bir kesimin toplum düzeni açısından büyük bir atıl potansiyel olduğu bellidir.

    13 Aralık 2018

    [1] Bu şekilde adlandırılan sorunlar, Birleşik Akıl Ağı® (BAA) adlı bir platformun üzerinde çalıştığı bazı sorunlardır. BAA bildirgesi için bakınız. http://www.birlesikakilagi.com/baa-manifestosu/

    [2] Bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7991

    [3] Bkz. https://www.wikiwand.com/en/Blockchain

    [4] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/cms/images/201005121838_Trafik_Sikayet_Sistemi.pps

  • Diller üzerine..

    Önce Aristotle’nin (MÖ 384-322) hitabet (retorik) konusundaki sistematiğinden bir alıntı[1]:

    Hatip dinleyicileri ikna etmek amacıyla üç ana tür çağrı kullanır: Ethos (hatibin karakterini yansıtan çağrı); pathos (dinleyicilerin duygularına hitap eden çağrı) ve logos (mantıksal muhakemelere hitap eden çağrı).

    Aynı zamanda hitabeti üç üslup kategorisine ayırır: Gösterişli, açıklayıcı (kutsayıcı ya da suçlayıcı törensel konuşmalarda); Hukuki, adli (masumiyet ya da suçluluk hakkındaki konuşmalarda); Müzakereye yönelik (dinleyicileri bir konu hakkında karar vermeye çağıran konuşmalarda).

    Üçüncü bir boyut olarak da iki cins hitabet kanıtı kullanır: Örtük (kıyaslama yoluyla kanıtlama) ve paradigmal (örnekleme yoluyla kanıtlama)”

    Aristotle, bu eserinde[2] söz konusu kombinasyonları çeşitli örneklerle veriyor. Buna göre şiir dili, övme dili, sevgi ifadesi dili, öfke dili, teknik dil, sohbet dili, tartışma dili gibi “ayrı dil”lerden söz edilebilir.

    Bu alıntının nedeni, hangi lisanda olursa olsun, amaca uygun dillerin[3] kullanılması üzerinde yaklaşık 2500 yıldır bir uzlaşı oluşup neredeyse evrensel bir norm haline geldiğini; medeni toplumların nerede hangi “dil”in kullanılacağını artık tartışmadıklarıdır.

    Toplumumuzun çeşitli sorunlarının kaynakları olarak ileri sürülen ekonomik güçlükler, dış mihraklar gibi unsurlarla hiç ilgisi olmasa da, “nerede nasıl dil kullanılacağı” konusunda ısrarlı bir biçimde bu Dünya normuna ayak diremek gibi -basit görünüşlü ama hemen her alanı olumsuz etkileyen- bir sorun üzerinde durmak istiyorum.

    2001 yılında bir güneş tutulması sırasında biri yerli diğeri yabancı TV kanalındaki iki kişinin, bu son derece somut konuyu anlatım biçimlerini bir yazıya konu etmiştim[4].

    Daha sonraları, “Cumhuriyet’in doğru dürüst anlaşılmadığı, bu yüzden de değerinin bilinmediğinden” yakınan bir yazarımızdan internete düşen Cumhuriyet tanımları başka bir yazının konusu olmuştu[5].

    Hitabet konusu ile ilgi ve birikimi sadece yukardaki antik eseri okumaktan ibaret olan birisi olarak, burada işaret etmek istediğim konu sadece, sorun çözme amacıyla kullanılan dili, diğer çeşitli dillerden ayıran birkaç özelliğe değinmekle sınırlıdır.

    Güneş tutulmasını iki sevgilinin öpüşmesine benzeterek anlatan TV editörünün kullandığı amaca uygun olmayan dil nasıl ki dinleyenlere hiçbir işe yarar bilgi sağlamadıysa, herhangi bir sorunun çözümü amacıyla kullanılacak dil de doğru seçilmez ise benzer sonuç doğacaktır.

    Ele alınan bir sorun’un çözüm sürecinin değişik aşamalarında değişik diller kullanılabilir. Örneğin:

    • Sorun hakkında sadece genel bilgi vermek amacıyla “halka açık” dil,
    • Sorun ile ilgili uzmanları muhatap alan dil,
    • O sorun alanı ile ilgili olarak muhalefet veya iktidar partilerinin dile getirebilecekleri argümanları içeren dil,
    • O sorunu çözmek amacıyla çalışan bir grubun, akıl yürütmek amacıyla kullanacakları dil.

    Bu sonuncu dil:

    • Ne “güneş tutulmasını iki sevgilinin öpüşmesine benzeten editörünki”, ne “golün ofsayt mı değil mi olduğunu kabadayı üslubuyla anlatan yorumcununki” ve ne de “bir siyasi partiyi eleştirmek için ancak biplenerek dinlenebilecek” üslupta olabilir.
    • Her bir kelimesi önceden ve/ya bağlam içinde tanımlanmış olmalı.
    • İçindeki dolgu kelimeleri (şiirsel betimlemeler, her anlama çekilebilecek sözcükler gibi) çıkarıldıktan sonra geriye bir “öz” kalmalı,
    • Hayal kırıklıkları, inançları ifadeye yönelik değil, tüm övme ve övünmelerden arındırılmış olarak,
    • Mümkün olan kısalık ve mümkün olabilecek azami anlaşılabilir içerikte (efradını cami….),
    • Aynen bir kimya formülüne katılacak her bir harf veya rakamın tüm formülü geçersiz kılacağı duyarlığı içinde,
    • Sadece ve sadece bir değer (grubun diğer üyelerinin gerçekten işlerine yarayabilecek) sunmak amaçlı

    sözcüklerden ibaret olmalıdır. Bu tamamen “duruma özgü” bir dildir[6].

    Çağdaş uygarlık trenine binmek istiyor isek, önce dillerimizi gözden geçireceğiz.

    3 Kasım 2018

    [1] Bkz. https://www.wikiwand.com/en/Aristotle

    [2] Aristotle On Rhetoric, Çeviri: George A. Kennedy, Oxford University Press, 1991

    [3] Lisan ve dil eş anlamlı olmasına karşın, dil içinde dil gibi akıl karıştırıcı bir terim kullanmamak için, Türkçe, Fransızca vb diller için “lisan”, o lisandaki hitabet kategorilerine ise “dil” sözcüğü kullanılmıştır.

    [4] “Güneş ve Ay Tanık İstemedi”, http://wp.me/p2t6mi-Zo , 2001

    [5] “Cumhuriyet Nedir?”, http://wp.me/p2t6mi-1xx, 2012

    [6] Bkz. “Yeni bir dil lazım, hemen”, http://wp.me/p2t6mi-1Zt

  • Yanlış varsayım nelere mal oluyor?

    Kimi uğraşı alanlarının görevlilerinin görev, yetki ve sorumlulukları hakkındaki varsayım hatalarımız -her zaman olmasa da- genellikle katlanılabilir sonuçlara yol açar. Örneğin, bir taksi şoförünün para bozma gibi bir sorumluluğu olduğunu bilmeyen bir kişi, dükkân dükkân gezip para bozdurmaya çalışabilir. Ya da doktorun hastayı mutlaka iyileştirmesi gerektiği varsayımına sahip bir hasta yakını, iyileşmeyen hasta nedeniyle doktoru hastanelik edebilir.

    10 Ağustos döviz krizi bende, bir başka alandaki varsayımlarımız bağlamında epey (yani çok) yaygın bir yanılgının var olduğu kuşkusu yarattı. Bu varsayım, “Allah / Tanrı’ya atfedilen bağışlayıcı (gaffar) sıfatının, yaşam pratiği içinde nasıl işlediği” ile ilgilidir.

    Acaba, bu sıfat şunlardan hangisi anlamına gelmektedir?

    • Tüm uyarılara rağmen yanlışlarını düzeltmeyen bir kulunun her defasında uğradığı kaza belayı bağışlaması, geçmişi silmesi,
    • Eyleme girişmeden önce peşinen bağışlanmayı dileyip sonrasında yine yanlış eylemini sürdürmesi halinde de aynı şekilde bağışlanacağı,
    • Birkaç yanlışından sonra ders alıp eylemini düzelten bir kişinin geçmiş günahlarının yarattığı zararların silineceği,
    • Geçmiş yanlışların yol açtığı zararların birikimli olarak kalıp etkilerinin süreceği, ancak düzelmeden sonraki eylem değerlendirmelerinde bir kin güdülmeyip eski zararların dikkate alınmadan değerlendirme olacağı.

    Allah / Tanrı hakkında ancak kavramsal planda tasavvurlarımız var.Bu nedenle daha somut bir örnek iyi olabilir: Bir sıcak cisim (ütü, soba vbg.) kendi ile ilgili kurallara (örn. “sıcak iken dokunmamak”) uyduğumuz sürece sizi cezalandırmayacak, kurala karşı geldiğiniz her defasında ise cezayı kesecektir. Aslında burada cezalandırma eylemini hiçbir iradesi olmayan sıcak cisim değil, kurala uymama iradesi sahibi kişi bizzat uygulamaktadır. Üstelik, her cezalandırma bir diğerinden tamamen bağımsız, yani adil olsa da cezaların etkileri açısından bir birikimlilik söz konusudur (eğer hep aynı yer yanıyor ise giderek bir yaranın oluşması). Yani bir “toptan af” söz konusu olmayıp, sadece her defaki yargılamanın “tam adil” olacağı garantisi vardır ve gerisi bütünüyle irade sahibi kişiye aittir.

    Evren Tasavvuru

    Sıcak cisim konusundaki bu “eylem-karşılık süreci”nde -akıl sahipleri açısından- hiçbir karışıklık söz konusu değilken, sıra Allah’ın taraf olduğu eylemlere gelindiğinde ne hikmetse inanılmaz bir akıl dışılık ortaya çıkıyor. Kanımca bu akıl dışılığın başlıca nedeni, tabu haline geldiği / getirildiği için gündem dışı kalmış bir kavram ile ilgilidir: Evren tasavvuru!

    Evren tasavvuru[1] içinde tüm sorularımız –cevaplanmış, cevaplanmamış, arzu olarak kalmış, inanca dönüşmüş vd.- ve o bağlamda Tanrı kavramı da bulunuyor, daha doğrusu çoğu kişi için bulunuyor “idi”. Kültürümüzde Allah ile ilgili soru sorulması ya günah ya da “bilgiç bir tavırla” gereksiz-yersiz sayıla geldiği için şu soru’nun karşılığı yoktur: Allah’ın ‘zati (O’na özgü)’ ve ‘sübuti (kanıtlı)’ sıfatlarının zihnimizde şekillenmesine imkân olmadığına göre, insanların haklı olarak, bu sıfatlara kendilerinin işlerine gelebilecek yolda anlam vermeleri kaçınılmaz değil midir?

    Bu durumda, yukarıda 4 seçenek halindeki “bağışlayıcılık” sıfatının yaşam pratiği içindeki karşılığının bu dörtten herhangi birisi olmasını önleyen ne vardır?

    Tanrı böyle tanımlandığı ve yorumlanması konusunda din bilginlerine (CAH gibi) başvurmaktan başka çare bırakılmadığı sürece, doların TL karşısındaki değerinin yükselmemesi için salavat zinciri kurma’nın birçok insan nezdinde çok geçerli bir çare olacağı kaçınılmaz değil midir?

    Allah’ın yaşam içinde nasıl şekillendiğini A. Einstein şöyle anlatıyor[2]: “Ben, Dünya’nın yasalara dayalı uyumunda kendini açığa vuran Spinoza’nın Tanrı’sına inanıyorum, insanlığın işlerini yapan ve kaderi belirleyen bir Tanrı’ya değil”. Dikkat edilirse bu tanım bir yandan Allah kavramının olağanüstü netlikte yerli yerine koyulabilmesini sağlarken, bir yandan da zati ve sübuti sıfatlarına bir aykırılık göstermemektedir.

    Bugüne kadar milyonlarca çocuk ve erişkinin zihinlerinde “pazarlık edilen”, “rüşvet vaat edilen”, gerektiğinde “hesap sorulan” sıradanlaştırılmış bir Tanrı yaratmak yerine, “her alandaki kusursuz yasalarda şaşmaz bir adaletle kendini açığa vuran ve bu sistemin anlaşılabilmesi için insanı da akılla donatan bir Allah” anlamlandırmasının yapılması için A.Einstein’lere ihtiyaç duyuyor olmamız günah sayılamaz, ama Müslüman Dünyası için ayıptır.

    Evren tasavvuru kavramının dağarcıklara girmesi ve sorgulama denilen akıl aracı ile zenginleştirilmesini bugüne kadar yapamamış olmanın cezalarını çektik ve bundan böyle de çekeceğiz. Geçmişe dönük af söz konusu olamaz. Bu nedenle, Allah’ı göreve çağırarak dolar kurunu düşürmeyi düşünmekten vazgeçip, eldeki değerli sorun çözme aracını (akıl) kullanmaktan başkaca çözüm yoktur. Bu kesinlikle aklın putlaştırılması değil, Tanrı’nın kurduğu sistemde tüm canlılara -bu arada biraz da insanlara- verdiği kendini anlama aracıdır.

    14 Ağustos 2018

     

    [1] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-23E, parag.13.

    [2] Albert Einstein’ın, New York’ta Rabbi’ Herbert S. Golstein’ın sorusunu yanıtladığı sözleri, 24 Nisan 1929

  • “Düşünme becerileri” ve eğitimi

    Düşünme becerileri konusunun bir süredir kamuoyu gündemine gelmesi ve “nerede bir sorun varsa hemen onun okul müfredatına konulması” gibi bir alışkanlığımız nedenleriyle kendi çapımda bir önlem almak amacıyla bu yazıyı yazmayı düşündüm.

    Giderek daha sık biçimde, “sorunlarımızın başlıca nedeni düşünme becerisi düşük insanlarımızdır” yargısını dile getirenler çoğaldıkça, bu konuyu biraz didiklemek ihtiyacı duydum.

    Önce bu cümledeki birkaç terim ve onlarla ilişkili olabilecekler hakkında tanımlama girişimi:

    • Beyin: Bütün omurgalı hayvanlarda ve omurgasızların çoğunda, sinir sisteminin merkezi olarak görev yapan bir organ[1].
    • Bellek: Beyin organının bilgileri depolayabilme kabiliyeti.
    • Veri (data), enformasyon ve bilgi (knowledge):
      1. Veri: Mevcut olasılıkları yarıya indiren miktarı 1 birim (bit) sayılan enformasyon parçası.
      2. Enformasyon: Bir bağlam ile ilişkilendirilerek anlam kazanmış veriler.
      3. Bilgi: Bir sonuç üretmeye yönelik enformasyon.
    • Akıl, zihin: Bilinç, algılama, düşünme, yargılama, belleme ve konuşma da dahil olmak üzere bir grup bilişsel yetiye verilen ad[2]. Bellekteki bilgiler arasında tutarlı neden-sonuç ilişkileri kurulmuşluğuna “akletme” (birbirine bağlama) adı verilmektedir[3].
    • Muhakeme (yargılama, akıl yürütme, akletme): Bellekteki “bilgiler” arasında bağlantı zincirleri kurarak anlamlı bir sonuca ulaşma süreci[4].
    • Zekâ: Çeşitli yollarla anlama, öz farkındalık (kendinin farkında oluş), öğrenme, duygusal biliş, mantık, akıl yürütme (yargılama, muhakeme), planlama, yaratıcılık ve problem çözme kapasitesini içeren bir zihinsel yeti. Daha genel olarak, enformasyonu algılayıp içselleştirerek onu bilgi olarak saklayabilme ve bu bilgiyi durumlara uyarlayarak kullanabilme yeteneği olarak tanımlanabilir[5].
    • Entelekt: İnsan aklı (zihni) ile ilgili çalışmalarda kullanılan bir terim olup, neyin doğru veya gerçek olduğunu ve sorunların nasıl çözülecekleri hakkında aklın doğru çıkarımlara varabilme kabiliyetini ifade etmek için kullanılmaktadır[6]. Gerçekte entelekt, zekânın (Intelligence) bir dalı olarak kullanılmaktadır.

    Bütün bu tanımlar arasında bazıları arasında net sınırlar varken (örn. beyin ve zekâ gibi), diğer bazıları arasında ise kesişimler bulunduğuna (örn. entelekt ve zekâ gibi) dikkat edilmelidir.

    Düşünme’nin amacı ne? Yersiz bir soru gibi görünse de bu amacı -her ne ise- en başa yazıp yol boyunca başvuruya açık tutmak iyi olur. Şöyle bir amaç önerisinde bulunayım: Kişinin kendi “akıl”ında oluşan ve/ya oluşturulan sorulara, “tutarlı” cevaplar bulabilmek için girişilen “zihin”sel süreç. Bu özet amaca biraz daha yakın plan bakılırsa şöyle bir çerçeve ortaya çıkıyor:

    • Sorular nereden çıkıyor da düşünmeye yol açıyor? Aslında sorular “var” ve aynı zamanda da “yok”lar. Eğer sorarsanız varlar, sormazsanız yoklar. Onları yaratan ve bizim sorup sormayacağımıza bakmaksızın var eden ise “yaşam” dediğimiz olgunun kendisi.
    • Yaşam ile ilgili sorular, doğum ile başlıyor (öncesini bilemem belki önce de soruyoruzdur). Temel ihtiyaçlar (beslenme gibi) soruları tetikliyor. Meme vakti gelince ağlamaya başlayan bebek aslında henüz konuşmayı sökmediği için ağlayarak -ki o da bir iletişim yolu- soru soruyor: “Ne zaman emzireceksin?”
    • Yaşam karmaşıklaştıkça ve kendini ifade becerisi kazandıkça sorular da çeşitleniyor. Sorulabilecek soruların çeşitliliği bir yandan yaşam ihtiyaçlarına, bir yandan da o sorulara verilecek cevaplara bağlı olarak artıp azalabiliyor.
    • Bu çeşitlenme farklılıkları, soran ve sormayan kişilikleri ilmek ilmek örüyor. Sorduğu sorulara tatmin edici cevap alan ya da alamasa dahi merak uyaracak karşılıklar alabilen çocuklar ömürleri boyunca bilgi peşinde koşan mücadeleci kişilikleri; diğerleri ise aldığı ya da almadığı cevaplarca örgülenen en az zarar göreceği pozisyonlarda sessizce bekleyip, kendisine verilene kanaat eden kişilikleri oluşturuyor.
    • Bu süreçte anne-baba-çevre üçlüsü kişiliklerin temellerinin atılmasında en büyük rolü oynuyor. Sormayan anne-babalar ve normal olarak tercih ettikleri sormayan çevrelerin verdikleri cevaplar genellikle kapalı uçlu (nedeni kendisi) olacağı için giderek sorularına dogmalar yoluyla cevap bulup rahatlamış kişiler bu cevapların mutlaklığına inanmaya başlıyorlar. Toplumdaki -herhangi bir öğretiye- fanatik olarak bağlı kişiler muhtemelen böyle bir süreç sonunda ortaya çıkıyor.
    • Dahası, bu sürecin çeşitli yararlar sağlayabilecek bir maden olduğunu keşfeden uyanık kişiler, o öğretileri deforme ve istismar ederek hem o kişileri hem de öğretileri yozlaştırıyor. (İslam dininin toplumumuzda uğradığı saldırılara böyle bakıldığında çok şey anlaşılabilir).
    • Evren tasavvurları’na ilk adımlar: Sorularının önü kesilmemiş kişilerin, ilk çocukluk çağlarından başlayarak evren ile ilgili sorular sormaya başlayarak, giderek gelişen (zaman zaman bütünüyle yenilenen) birer “evren tasavvuru” oluşturmaya başlamaları kaçınılmazdır.
    • Bu bireysel tasavvurların yararlarından birisi kişiyi sürekli bilgi arayışına itmesi, bir diğeri “bilmiyorum” cevabını utanılacak bir mazeret değil, gelişmelerinin ardındaki itici güç olarak kullanmaları, “bilmiyorum ama merak ediyorum ve öğrenemeye çalışıyorum” diyebilmeleridir.
    • Bu bireysel yararın dışında bir de toplumsal yarar beklenmelidir: “Bilmeyen, merak eden ve sürekli öğrenmek isteyen” bireylerin öğrenme kaynaklarından birisi de kendileri gibi “bilmeyen ama merak eden” kişiler olacağına göre, bu öğrenişim (bu sözcüğü ben icat ettim 🙂 ) süreçleri toplumda ortak kavramların oluşmasına yol açabilecektir.
    • Öyle görünüyor ki, “bilmiyorum ama merak ediyorum ve öğrenemeye çalışıyorum” çok verimli bir zihinsel dönüşüm tohumudur.
    • Merak, kendinin nedeni olmaya başlayınca. Bu tür kişilerin yaşamın her alanının gelişiminde de önemli roller oynamaları kaçınılmazdır. Bilim ve sanat bu alanların başında geliyor.
    • Ama en önemli etki beklenmesi gereken alan din alanıdır. Çünkü geleneksel anlayış, dinde -özellikle de iman bağlamında- soru sormanın, kuşku duymanın kabul edilemezliği üzerine oturmuştur. Bu ise otomatik olarak “iman’ın “sorgulanamaz son nokta” olması anlamına geliyor.
    • İmansızlık, dindarlığın herhangi bir aşamasında kabul edilebilir bir sıfat olamayacağına göre, din ile ilk karşılaşma anında derhal iman edilmiş olduğunun ikrarı gerekmektedir. Bu, evren tasavvuru sınırlarının kapanması, -içten ya da dıştan gelsin- imanı zedelemesi olası her soruya karşı “yaratılış” kalıbına sığınılmasını, nedenini bilmese de merak etmese de bu kalıpla savunmaya çekilmesi sonucunu yaratmaktadır.
    • Allah’ın sonsuz hikmetlerini temel almış bir dine karşı bundan daha büyük bir saygısızlık olabilir mi? Halbuki, sürekli kuşku ve merak içindeki bir kişi, içinde bulunduğu belirsizliği giderebilmek için o hikmetlerin daha derindeki katmanlarını anlamaya, bilmeye çalışacaktır. Nitekim İslam’a altın çağını yaşatan dönemin hâkim Mutezile anlayışının[7] “tahkiki iman” ilkesi, “sonsuza kadar bilgi peşinde koşmak ve bunu akıl yardımıyla yapmak” üzerine kuruludur.
    • Düşünme’nin olmazsa olmaz dörtlüsü!
      1. Kavram dağarcığının geliştirilmesi: Her öğrenilen yeni kavram düşünebileceklerimizin sınırını bir miktar genişletir. Ayrıca gerek öğrenilen yeni kavramların gerekse mevcut olanların iyi tanımlanmış olması da şarttır. Zihindeki bilgilerin taranması, yeni anahtarlara göre sıralanması vbg işlemler kuşkusuz evvelce kurulmamış yeni snaptik bağlantılar kurulmasına yol açabilir ki bunlar yeni bilgiler demektir. Ama, tüm soruları kapsayan küme olan evren tasavvuru’nun genişlemesine yol açan ana etken, öğrenilmiş yeni bilgilerdir. Yeni bilgiler belleğe girdikçe ve mevcutlarla bağlantıları kuruldukça (yani akletme) evren tasavvurumuz da genişleyecektir. Genişlemiş evren tasavvuru altında, düşünme yoluyla cevapları aranan sorulara cevap bulunması bir önceki duruma göre daha kolaylaşacaktır. Yeni bilgilerin edinilmesi ise birkaç yolla mümkündür. Geleneksel okuma, tartışma, gözlem, sezgi bunlardan birisidir. Bir diğeri ise “akılların birleştirilmesi”dir[8]. Bu durumda aklı oluşturan tüm öğeler bir diğeri ile yardımlaşma içine girmektedir.
      2. Bilgilerden, beklentilerden etkilenmemek: Her düşünme bir veya birkaç soru’nun cevaplanmaya çalışılması süreçleri olduğuna göre cevaplar bilgi ve beklentilerimizden de etkilenecektir. Buna göre mevcut bilgi ve beklentilerimiz -ki arzularımız, beğenilerimiz, nefretlerimiz, inançlarımız vb.- ne denli askıya alınabilirse sorular da o denli doğru cevaplanabilecektir. Askıya alabilmenin anahtarı ise bildiğimize inandıklarımızın ne kadar çok ön koşulu olduğunun hatırlanmasıdır[9].
      3. Nedensellik ve sıralamak: Düşündüğümüz, yani bir veya birkaç soruya sırasıyla cevap aradığımız süreçte, neden-sonuç bağlantılarını koparmadan (nedensellik) ilerlemek “gerek koşul”; bulunacak nedenlerin sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralanması ise (eleştirel) “yeter koşul”dur. Gerek bilgi eksiği gerekse askıya alamamak nedenleriyle kopan bağlantılar yerine konulabilecek “zihinsel virüsler[10]” ve/ya referansı kuşkulu bağ elementleri düşünme sürecinin bütünüyle bozulmasına yol açabilecektir.
      4. Evren tasavvurunu kısmen veya tamamen değiştirmeye razı olmak: Birbiriyle tutarlı hale gelmiş, tutarsızlıkları tahminler, virüsler, çarpıtmalar ya da öznel inançlarla giderilmeye çalışılmış çeşitli bilgilerden oluşan bir evren tasavvuru örgüsünü değiştirmek -özellikle de zaman geçtikçe- güçtür ve doğru cevabı saptırmaya çalışan bir mıknatıs gibi etki yapar. Bu etkiden uzak kalmaya çalışmak gerekir.

    Şimdi bir soru!

    Düşünme becerilerini oluşturan bu elementlerdeki olası yetmezlikler dikkate alındığında, bu yetersizlikler acaba nasıl giderilebilir? Ya da okul müfredatlarına böylesi bir ders konularak sorun çözülebilir mi?

    Bu sorunun yanıtının okul müfredatına eklenecek ayrı bir ders olmadığı, kısacık “eğitim” sözcüğü içine tıkıştırılan yüzlerce istendik bilgi-beceri-tutum-davranış’ın okul kurumuna ihale edilerek kazandırılamayacağı bellidir.

    Çözüm, “eğitim paydaşları”nın[11] tümünün birinci derecede sorumlu oldukları gerçeğinde yatıyor. Bir Afrika atasözü de bunu doğruluyor: “Bir çocuk yetiştirmek için bütün bir köy gerekir”.

    İkinci soru!

    Gerek günümüz toplumları arasındaki acımasız rekabet düzeni içinde varlığını sürdürebilmek (beka), gerekse varlıklar bütününü gözeten daha iyi çözümler bulup onları uygulayabilecek konumda olabilmek için, sorularının -dolayısıyla da merakının- önü kesilmiş, her şeyin açıklaması olarak ezbere belletilen[12] değişmez doğrulara tutunarak yaşamak isteyen bir toplumun; evren tasavvurlarını sürekli geliştirmeye çalışan, imanını sabit bir noktaya değil sürekli kuşku, merak ve öğrenmeye odaklamış toplumlar karşısında beka şansı var mıdır?

    Lütfen şu videoyu (https://goo.gl/zu2tjg) izleyiniz ve dev sekoya ağacının liflerinin hangi maddeden yapıldığını merak edip, bunun hangi ihtiyacımızı karşılayabileceğini soran ve nano-lifleri oluşturan maddenin nanocyristalline selüloz olduğunu ortaya çıkaran bir kişi ile bu soruları sormayıp sadece bunların yaratıcının hikmeti olduğunu söylemekle yetinen diğer bir kişi arasındaki farkı açıklamaya çalışınız.

    O halde!

    Sadece düşünme becerileri yetmezliği bağlamında bile bu kısa sorgulamadan çıkarılabilecek çok sonuç var. Seksen milyona yaklaşan nüfusumuzun bir anda silkinip bütün gerçekleri idrak etmesi gibi bir temenni peşinde koşmadan, doğrularını askıya alabilen, mazeret üretmeden gereklerini yerine getirmeye -gerçekten- razı örneğin 10 kişinin bir ağ oluşturması; ardından da uygun tohum fikirleri[13] üretip uygun topraklara (ortamlara) ekmeleri dahi iyi bir başlangıç sayılabilir.

    30 Temmuz 2018

     

    [1] Bkz. http://bit.ly/2uYTq3j

    [2] Bkz. http://bit.ly/2K4TEdN

    [3] Özakıncı, C., “Dil ve Din”, <Sah.107, Arapça “akıl” sözcüğünün kökeni>, Otopsi Yayınları, 2007

    [4] Bkz. http://bit.ly/2K6rkHR

    [5] Bkz. http://bit.ly/2LQRwLP

    [6] Bkz. http://bit.ly/2LQRu6F

    [7] Bkz. Aydoğan.S., “İslamın Altın Çağının Ardındaki Sır”, http://bit.ly/2GYqNXD

    [8] Bkz. http://bit.ly/2xyPr0I

    [9] Bkz. https://goo.gl/2necnY

    [10] Bkz. Zihinsel virüsler, http://wp.me/p2t6mi-1Wz

    [11] Bkz. Eğitim Paydaşları, http://bit.ly/2ClNyWr

    [12]Anlam kayması denilen olgu nedeniyle mi yoksa bilinçli mi yapıldığı belli olmayan, dilimizde (bellemek) olarak karşılığı bulunan ve sorgulamamak ile bir ilgisi bulunmayan kavramın yerine sorgulamaya kapalı olan (ezber)in nasıl geçtiğidir. Bu farkı vurgulamak için ezbere bellemek terimi kullanılmıştır.

    [13] Bkz. “Bir Dönüştürücü: Davranış Tohumlama”, http://bit.ly/2FumYIw

  • Kuşkusuzluk bir hastalıktır

    Önce bir anekdot: Yıllardan beri seyahatler sırasında Sapanca gölü kıyısındaki BERCESTE® tesislerinde mola verirken bir defasında bu tescilli sözcüğün ne anlama geldiğini merak ederdim. Farsça kökenli sandığım bu kelimeyi sözlükte buldum[1] ve bir geçişimde garsonlardan birisine de sordum. Verdiği cevap “bereket, cesaret ve temizlik” sözcüklerinin ilk hecelerinin birleşmesi olduğu idi. “Nereden biliyorsun? diye sorunca “arkadaş söyledi”; “arkadaş nereden biliyormuş, emin misin?” deyince de son noktayı koydu: “abi tabii eminim, kitaptan okumuş”.

    Çılgınlık için “aklın açıklayamadıkları için sonuçta vardığı bir tür açıklama” gibi bir tanımlama duymuştum; uzman tanımı da böyle midir bilmem ama bana oldukça makul görünüyor. Hatta, başka açıklayamadıklarım için de yol gösterici olabilecek.

    Muhtemelen benim gibi başkalarının da açıklayamadıkları olgulardan birisi, “insanların birilerinin peşine takılıp -hipnotize olmuşçasına- söylenenleri -hem de yıllarca- yapması”dır.

    Bu olguya konu olanlar tek grup olmasa gerek; çocuk yaştakiler, asgari yaşam becerilerine öncülük edebilecek akli melekelere sahip olmayanlar, tutkuları akıllarının çok ötesine uzanıp olası çıkar beklentileri için her şeyi yapabilecekler vb. bunlardan birkaçıdır ve sergiledikleri akıl dışılıklar bir dereceye kadar anlaşılabilirdir.

    Esas anlaşılması gereken, okumuş yazmış, toplum içinde saygın konumlara erişmiş, hatta mesleği veya kariyeri kuşkulanma temeli üzerine oturan (örn. FETÖ’nün peşine takılan kurmay subaylar, Adnancı hekimler gibi) kişilerin durumudur.

    Bu durumun iyi anlaşılması önemli midir?

    Evet önemlidir, hem de çok. Eğer bu anlaşılamaz ise, o bilinmeyen nedenle enfekte olmuş zihinlere sahip, ticari, dini, askeri, siyasi ve/ya akademik saygınlık yoluyla ya da gözlerden uzak kaldığı için, saygın görünüşü altında çevresindekilere rol model olmayı sürdüren, sosyal ağlar yoluyla analizlerini, tahminlerini, öğretilerini binlere ulaştıran kişilerin üremesine uygun ortam sürecektir.

    Bir tahmin!

    Ben bu enfeksiyonun başlıca nedenlerinin:

    (1)   Kuşku ve şüphe sözcüklerinin çağrıştırdığı olumsuz anlamlar nedeniyle, varlığını kimsenin kendisine yakıştırmayışı,

    (2)   Bu birincinin tam aksine, inanmak sözcüğünün çağrıştırdığı, hatta zorladığı olumlu anlamlar nedeniyle, yokluğunu kimsenin kendine yakıştırmayışı,

    (3)   Gerek kuşku gerek inanmak kavramlarının her ikisinin de derinlemesine sorgulama gerektirmesi, bunun ise egemen kültürümüz açısından zahmetli ve de ayıp[2]

    olduğunu ileri sürüyor ve özellikle de otomatik saygınlığa sahip kişilerce dile getirilen hikmetlerden kuşkulanmayan, onlara inanan ve böylece oluşan rahatlık ortamında, neyin ne ve niçin olup olmadığından kuşkulanarak merak edip çaba harcamak yerine “arkadaş söyledi”, “kitap yazıyormuş” gibi rahatını sürdürecek yolları tercih ettiğini düşünüyorum.

    Bir konudaki kuşkularını gidermek ya da bir inancın temelini anlamak yolunda çaba harcayanlara yönelik “takdir görüntüsü altında aşağılama” örneklerinden en bilineni, “senin bu söylediklerini acaba kaç kişi anlıyordur” türü istirahat yöntemidir.

    Bir “hoca”nın peşine takılanların hepsi aptal olamaz!

    Bu ve benzer toplumlarda bir kültürel kod haline geldiği anlaşılan “kuşkusuzluk”, ikinci bir kod olan “tembellik” ile birleşmiş ve ölümcül bileşimi oluşturmuştur. Çeşitli “hoca”ların peşlerine takılanların, kişisel çıkarları söz konusu olduğunda bir tilki kadar kurnaz olabildiklerini deneyimlemeyen yoktur. O halde kamuoyunda söylenegeldiği gibi bu kişiler “aldatılıp kötü yola düşmüş” filan değillerdir. Tam aksine toplum çoğunluğu onlar gibidir, sadece herkes toplumun gözüne batacak kadar seçme değildir.

    Toplumumuzun büyük çoğunluğunun zihinlerinde bir kuşku odağı oluşmamıştır. Her insan sorularına cevap arar ve arkadaş söylemi, kitap, hoca dedi ki, dinimizin emri vb. yoluyla buldukları içinden seçtikleriyle bir evren tasavvuru oluşturur; bunu tüm yaşamı boyunca sürdürür ve giderek oluşan tasavvura uygun düşen (ona aykırı düşmeyen) cevapları eklemler. Burada anahtar faktör “tembellik”tir. Yaşamının herhangi bir anına kadar ördüğü evren tasavvurunu silip yeni bir gözlemi çevresinde yeniden işe girişmeye razı olmak yerine, zihindeki kuşku lobunu “selektif inaktivite” konumuna getirir.

    Müteahhitten alacağı yarım metrekare için tüm beyin hücrelerini günlerce harekete geçirmeye üşenmezken, onlarca yıldır doğru bellediklerini gözden geçirmek için “seçici eylemsizlik” konumunu yeğler.

    Kuşku lobu harekete geçirilebilir mi?

    Her gün Atatürk’ün çıkıp gelerek sorunlarımızı çözeceğini düşünen insanımız, O’nun başlayıp bitiremediği zihinsel dönüşümü -ki tam bir bilimsel kuşku inşaı idi- pekala devam ettirebilir. Bunun için, gerek “kuşku”yu gerekse “inanç”ı bugünkü yerlerinden doğru konumlara oturtmak gerekiyor. Bilim de Din de böylece doğru konumlanabilir[3] ve kuşkusuzluk bataklığında üreyen sineklerden kurtulabiliriz.

    16 Temmuz 2018

     

     

    [1] Berceste: (1) Sağlam ve latif, (2) Seçme, (3) Zahmetsizce hatıra geliveren, fakat yüksek bir mana taşıyan mısra.

    [2] Diyanet İşleri Başkanlığı web sitesinde 2014 yılında mevcut olan ve bugüne kadar yeri 4ncü defa değiştirilen “tahkiki iman” (https://goo.gl/61Rc93, Sah 71-72) kavramından duyulan rahatsızlık ilginç bir örnektir.

    [3] “Din ve Bilim Kurumlarının Toplumumuzda Yanlış Konumlanmışlğı”, http://bit.ly/2IayAlS

  • “Zilsiz Okul”

    Zilsiz Okul, derslerin başlayıp bittiğini ilan etmek amacıyla zil, kampana, müzik, sesli anons ve benzeri bir yolla (dikkat! Kritik kavram) “herkese” duyuran bir yöntemin kullanılmadığı (ama bu videodaki kadar da herkesin kafasına göre takılmadığı) bir okuldur.

    Bağımsız düşünüp hareket edebilen (kısaca“kendi ayakları üzerinde durabilen”) kişiler yetiştirmek bir okulun misyonu (varlık nedeni) olduğuna göre “zil”, bütün masum görünüşüne karşın, bağımsız birey yerine “sürüye ait kişi” koşullandırmasına neden olabilir; belki tek başına değil ama benzer uygulamalarla beraber. Baz hallerde amaç bu olmasa da sonuç ister istemez budur.

    Bunun yerine -hangi yaşta olursa olsun- öğretmen ve öğrencilerin (ya da öğrenci gruplarının) kendi aralarında farklı saatlerde randevulaşıp sınıf ya da bir başka ders yapılacak yerde buluşmaları esas olmalıdır. Böylece bir yandan bağımsız birey yetiştirme desteklenirken, bir yandan zamana sadakat, bir yandan da başkalarının meşgul olduğu saatlerde onları rahatsız etmemek gibi bir alışkanlık kazanılmasına yol açılmış olur.

    Bu öneri Beyaz Nokta® (www.beyaznokta.org.tr) tarafından gündeme getirildiğinde, M.E.B. okullarının bir bölümünde zil kalktı, onun yerine müzik geldi; hele daha havalı kolejlerde klasik müzik çalınmaya başlandı. Herhalde zilsiz okul önerisinde esas amacın “zil” olduğu sanıldı.

    Zil veya benzeri bir araçla, dersliklerde süregiden çalışmaların neresinde olunduğuna bakılmaksızın sabit saatlerde dersin otomatik olarak kesilmesi yerine, öğretmen ve öğrenciler arasında yapılabilecek kısa bir görüşme yoluyla:

    (a)   Öğrenciye, fikri değerli olan bir birey olduğu

    (b)  Bireyin tercih yapabilme özgürlüğü demek olduğu,

    (c)   Demokrasinin, tercihlerini dile getirebilme, bu konuda tartışabilme hakkı olduğu,

    (d)  Her tartışmada karşılıklı görüşlere başvurulması gerektiği

    (e)   Tartıştığı kişiler kadar -hatta daha da çok- onların fikirlerinin değerli olduğu

    “saklı içerik” (http://wp.me/p2t6mi-ZA) yoluyla hatırlatılmış olur.

    Bu yararların yanısıra, teneffüs sırasında halen dersi kesmemiş olanları rahatsız etmemenin gerekliliği ve yolları da öğrenilmiş olur.

    Bu öneri -aynen gözetimsiz sınav (http://wp.me/p2t6mi-WO) gibi- tek başına “en kötü eğitim sistemine sahip olma” unvanımızı değiştiremez. Ama, uygulayabilmek için anayasa değişikliği, KHK, geniş mutabakat , maaş artırma vb bir şey de gerektirmez. Bir (sadece 1) öğretmenin uygulamaya başlaması ve büyük olasılıkla bunun niçin olamayacağını iddia edecek diğer öğretmen ve idarecileri ikna etmeye çalışmasını gerektirir.

    Peki yapıl(a)mayışının nedenleri nelerdir?

    O da bellidir: Emperyalizm ve gelişmemizi istemeyen dış güçler mani olmaktadır.

    Bu “zilsiz okul” ve “gözetimsiz sınav” tohumları , sivil toplum açısından toplumumuzdaki potansiyelin kanalize edilmesi açısından da işe yarar. Bu önerilerin ikisi de “tek” kişilerce peşine düşülebilecek hedeflerdir.

    İlgilenenlere duyurulur.

    10 Şubat 2018