• Otokrasi ve demokrasi..

    Rejimleri çok kaba olarak ikiye ayırıp, otokrat ve demokrat olarak adlandırmak mümkündür.

    Otokrat (buyurgan) rejimlerin temel özelliği, yönetimlerin halk adına karar vermesi, iyi- doğru- güzel’leri dayatması, buna karşılık da halkın sorunlarının çözülmesini üstlenmesidir.

    Demokrat (katılımcı) rejimlerin temel özelliği ise halkın kendisi için iyi, doğru ve güzel olanlara kendinin karar vermesi; sorunlarının çözümlerini kendisinin üretmesi, yönetimlerin de bu çözümlerin hayata geçirilmesi için -varsa- engelleri ortadan kaldırmasıdır. Demokrasilerde, toplumun, sorunlara karşı ürettiği çözümlerin yönetimlere iletilmesi için de temsilcilerini kullanması bu sistemin belirgin özelliğidir.

    Buyurgan ya da yarı-buyurgan rejimlerde de halkın temsilcileri bulunmakla birlikte, onlar, “toplumun ürettiği çözümlerin yönetime iletilmesi” göreviyle yüklü görevliler değil, -yönetimin devamı sayıldıkları için- sorunlara toplum adına çözümler bulması gereken kişiler olarak görülürler.

    Bu ayrıma göre toplumumuza bakılırsa, en çok kullandığı sözcük “demokrasi” olan insanımızın -özellikle de aydın kesimin çoğunluğunun- oldukça sıkı bir “otokrasi özlemcisi” olduğu görülecektir.

    İlgi duyduğu hemen her konuda “devlet politikası” -değişmez, toplum katkısına kapalı- isteyen toplum, hava kirliliğinden teröre, gelir azlığından trafik anarşisine kadar tüm sorunların devlet tarafından çözülmesini beklenmektedir.

    Devlet, halkın örgütlenmesine ve bu yolla yönetime katılmasına sıcak bakmıyor“, “anayasa sivil anayasa değildir” gibi argümanlar kuşkusuz doğruluk payı içermektedir. Ama bunların hiçbiri, insanların, kendi sorunlarına sahip çıkmalarını, o sorunların nedenlerini ve de onların nedenlerini aramalarını, buna göre çözümler üretip temsilcilerine bu yolla baskı yapmalarını engelleyebilecek gerekçeler değildir.

    İnsanımız, sorunların anlaşılmasını, onlara çözümler geliştirilmesini, o çözümlerin uygulanıp gerekirse değiştirilmesini, bütünüyle kendisini yöneteceğini düşündüğü kadrolara ihale etme yöntemini demokrasi olarak adlandırmaktan vazgeçmelidir.

    Her kişi ve kurumun yeterliğine, çözmek zorunda kaldığı ya da bırakıldığı sorunların güçlüğüne “göre” bakılmalıdır. Devlet kurumlarının -yasama, yürütme, yargı- yeterliği kıyasıya eleştiriliyor. Bu kurumların erdem açısından yeterlikleri de en az sorun çözme becerileri kadar sorgulanıyor.

    Ama, bu kurumların çözmek durumunda bırakıldıkları sorunların onların gerçekteki işlevlerinden farklı bir “boyut”ta yer aldığına, sorunları ancak bireylerin ve onların örgütlerinin çözebilecekleri, devlet kurumlarının ise ancak ve yalnız bu çözümler için “uygun ortam yaratma” görevlerinin bulunduğunu unutmamalıyız.

    Hatta erdem sorununa dahi aynı açıdan bakmalıyız. Çözemeyeceği ve de çözmemesi gereken sorunlarla karşı karşıya bırakılan kurumların, giderek daha geniş yetkilerle donatılmasının,  daha yoğun erdemsizlik sorunlarına yol açtığını görebilmeliyiz.

    Devlet kurumlarındaki bireylerle, diğer bireylerin sorun çözme kabiliyetleri ve erdem standartları arasında fark yoktur, olmaması da gayet doğaldır. Tek fark, iki grup bireyin, çözmek durumunda bulundukları sorunların miktarı ve de ellerini uzatabildikleri “kamu pastası”nın büyüklükleridir.

    Salı, 17 Ocak 1995

  • “Bulanık Mantık” şimdi gerekli!

    Alt-kimlik, üst-kimlik tartışmaları aldı başını gidiyor. Kafası zaten karışık olan çoğu insanımız şimdi bir yandan kimliğinin ne olduğunu düşünüyor, bir yandan da her kafadan çıkan sesler, kimin kimliğinin ne olduğu, hatta ne olması gerektiği konusunda talimatlar yağdırıyor.

    Yeni bir düşünme biçimi şekilleniyor

    Halbuki diğer yandan, her şeyi iki uca (evet-hayır, siyah-beyaz) indirgeyen İkili Mantık sisteminin en çok kullanılageldiği teknik alanda dahi artık yeni bir yaklaşım ortaya çıktı: Bulanık Mantık (fuzzy logic).

    Bugüne kadar İkili Mantık yoluyla tasarımlanan çamaşır makineleri dahi artık Bulanık Mantık ile yapılıyor. Su sıcaklığı, kirlilik ya da yıkanacak eşyanın duyarlık düzeyi gibi özellikler artık bu yeni mantık uyarınca gri tonlara bölünüyor.

    İkili Mantık -doğası gereği- bölücüdür

    Kimlik gibi tamamen öznel kavramların İkili Mantık yoluyla tanımlanmaya çalışılması ise sadece tek sonuç verebilir: insanların ister istemez ve çeşitli yönlendirmelerin etkisinde kalarak iki uçtan birisinde toplanmaları yani bölünmeleri.

    İkili Mantık sisteminin öznel temelli (inanç, kimlik, ideoloji gibi) konulara uygulanmaya çalışılması toplumun çeşitli kamplara bölünmesiyle sonuçlanmıştır.

    Örneğin her fırsatta dile getirilen inananlar-inanmayanlar ayrımı ikili mantık sisteminin melanet ürünlerinden birisidir. İki uçtakilerin tanımları üzerinde dahi bir uzlaşı yokken bir de kalkıp uçlar arasındaki sayısız tonlardaki çoğunluğu yok saymak eğer bilerek yapılmıyorsa tam bir ahmaklıktır.

    İkili mantık iyidir ama..

    İkili mantık sistemi yerinde ve zamanında kullanıldığında yaşamı kolaylaştıran bir yaklaşımdır. Taze ve bayat balık kavramları gerçekte bulanık mantıkla daha doğru ifade edilebilirse de balıkçı ile bunları tartışmak yerine belirli bir tazelik düzeyinin altını toptan bayat diye nitelemek hem pratik hem de sağlığa yararlıdır. İkili mantığın böylece kullanılması gereken sayısız alan vardır.

    Toplu yaşam alanlarındaki düzeni sağlamak için de ikili mantıktan sık sık yararlanılabilir. Kırmızı ışıkta geçenleri, ihlal nedenlerinin kabul edilebilirliğine göre bulanık mantık ile değerlendirip ona göre ceza kesmek büyük bir kargaşa yaratır. Bu nedenle kırmızı ışıkta geçenler ve geçmeyenler olarak ikili mantık uygulamak çok daha doğrudur.

    İlke olarak, ortak yaşam alanlarında düzeni sağlamak için koyulan yasaların ikili mantık uyarınca tanımlamalar yapması normaldir. Anayasal vatandaşlık da böyle bir tanımdır.

    Evet-Hayır Mantığı’nın sınırlarını iyi bilmeliyiz

    Ama konu kişisel alanlara ve özellikle de öznel kavramlara ilişkin hale dönüştüğünde artık ikili mantık değil bulanık mantık söz konusu olmalıdır. İnsanların, zorla, uçlardan birisine ait olduğunun benimsetilmeye çalışılması kelimenin tam anlamıyla abesle iştigal ve de bölücülüğe çanak tutmaktır.

    Kimliğin adı değil içine ne konulacağı önemlidir

    Öyle görünüyor ki bu “uç kimliklerden birisini benimsemeye zorlanma” olgusu, gündemdeki etnik bölücülüğe karşı bir önlem olarak ortaya çıkmıştır. Eğer bu saptama doğruysa, bunu ortaya atanlar ve tartışmaları sürdürenler bilmelidirler ki sorun kimlik adlandırmasıyla değil, kimliğin içinin hangi taleplerle doldurulacağı ile ilgilidir. (Bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=769)

    Zorla bir kampa itmek

    Bu nedenle kimlik konuları gibi öznel temelli ve dolayısıyla ancak bulanık mantık sistemi içinde ifade edilebilecek konuları tartışmanın hiçbir yararı yoktur; bu işleri hiç düşünmemiş ve doğal bir uyum içinde birlikte yaşamakta olan insanları durup dururken kamplaştırır.

    Kendimizi kandırmayalım. Yeni bir dünya, o dünya içinde yeni bir Avrupa, yeni bir Orta-doğu şekillenmektedir. Bu şekillenme içinde her güç odağı elindeki kozlar kadar konuşabilir.

    Aklımızı yoracağımız yer: Koz AR-GE’si

    Türkiye Cumhuriyeti’ni, anayasasında tanımlanan çerçeve içinde tutmak isteyen güçlerin, öznel algılamaları standardize etmek gibi beyhude işlere zaman ve enerji harcamayıp, konuşma gücünü artırabilecek tek parametre olan “koz” kavramını anlamaya, kozlarını geliştirmeye, var olan kozlarını keşfetmeye, kısacası “Koz AR-GE’si”ne ihtiyaçları vardır. (Bkz. http://bit.ly/SlKZlk). Bu, kurumsal ya da kişisel tüm güçler için geçerli tek seçenek gibi gözükmektedir.

    Cuma, Aralık 2, 2005

  • Felaket geliyorum diyor ve geliyor..

    Sakatlık kaynaklarının sıralanmasında baş sıralarda yer alan bir neden grubu “ev kazaları”dır. “Trafik kazaları”nın bu sıralamada önemli bir yer tuttuğunu herkesin bilmesine karşın acaba “ev kazaları” niçin yaygınlıkla bilinmez?

    Neden basittir; çünkü, ev kazaları son derece geniş bir alana dağılmıştır ve dahası bu tür kazaları raporlayan bir sistem de mevcut değildir. Halbuki buna karşılık hemen her trafik kazası rapor edilir.

    Yaşamın çeşitli kesitlerine dağıldığı ve rapor edilirken aynı neden ile açıklanmadığı için, toplumun dikkatinden kaçan bir olgu, patlayıcı gaz veya toz içeren iş yerlerindeki kazalardır. Kamuoyuna daha açık olup, herkesçe tehlikeli olduğu bilinen benzin istasyonları, tüpgaz bayileri ya da dolum tesislerindeki kazalar sık sık gündeme gelir. Buna karşın, aynı derecede tehlikeli olan diğer gaz veya toz patlaması riski içeren iş yerleri konu edilmez.

    Hububat siloları, boya üretim fabrikaları, boyama atölyeleri, film yapım ve basım stüdyoları, zeytinyağı üretim tesisleri, petrol rafinerileri, şeker fabrikaları ve doğalgaz tesisleri, bu tür risk içeren yerlerden “çok az” bir kısmıdır.

    Bir kaç yıl önce İstanbul Tuzla’da meydana gelen tanker yangını ile son benzin tankeri yangını, kapalı bir ortamda oluşan patlayıcı gaz atmosferinin ne denli büyük bir tehlike olduğunu kanıtlamıştır.

    Bu tür kapalı alanlarda belirli bir yoğunluğa erişen herhangi bir gaz ya da toz, herhangi bir ateşleme kaynağınca ateşlenebilir.

    Örneğin un değirmenlerinde havaya dağılıp “asılı” hale gelmiş un, ya da demir-çelik imalhanelerindeki havada asılı metal tozu, aynen benzin buharı gibi patlayabilir.

    Medeniyet çeşitli şekillerde tanımlanabilir. Bunlardan birisi de belki, “medeniyet, enerji türlerinin yoğunlaştırılıp saklanması ve kullanılması demektir” şeklinde olabilir.

    Mutfaklarımızda kullanılan 25 kg’lık bir tüpgazın içinde saklı bulunan enerji, 1 tonluk bir kayanın yaklaşık 200 metre yukarıdan düşmesi halinde kazandığı enerjiye eşittir.

    Bu kadar yoğun enerjilerle burun buruna yaşamanın ön-koşulu, bunların yaratabileceği potansiyel tehlikelerin farkında olmak, farkında olunmaması halinde ise bunun faturasını ödemeye hazır olmaktır.

    Bu riskleri en aza indirmenin medeni Dünya’daki yolu, patlama tehlikesi mevcut olan ortamlarda kullanılan ve kıvılcım yaratabilecek tüm donanımı sertifikalandırmaktır.

    Türkiye’de bu amaçla kurulmuş ve yetkilendirilmiş bulunan ilk istasyon, Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu bünyesinde ve Maden Dairesine bağlı olarak çalışmakta (idi) (yararlı olduğu için hala kapatılmadı ise). TSE ise bazı sertifikalandırma işlemleri için İzmir’de bir istasyon açmış.

    Potansiyel patlama riski içeren tesislerin, bu istasyonlardan sertifika almaları yasal bir zorunluk ayrıca da sağduyunun gereğidir.

    Bununla beraber, mahalle aralarına kadar yayılmış bulunan benzin istasyonlarında kullanılan benzin pompalarının elektrik donanımlarının sertifikalandırılması zorunluğu, birkaç yıldır- inanılmaz bir biçimde- kaldırılmıştır.

    Halkımızın tüm bireylerinin, örneğin Hepatit C ya da alevsızdırmazlık konularında uzman olmasını beklemek mantıklı değildir. Yarın bir gün bu nedenle doğabilecek bir patlama ve felaketin nedeni belki sokaktaki insanlarca anlaşılmayabilecektir. Ama kamu otoritesinin bunu bilmek ve açıklamak zorunluğu sürecektir.

    Yoğun enerjilerle bu denli yakın yaşamanın gerektirdiği ciddiyet, kapı arkalarındaki uzlaşmaları ya da “bi’şi olmaz” ukalalıklarının dışında tutulmalıdır.

    Felaketlerin tek tek gelmesi, bunlara karşı kamuoyu duyarlığını azaltmaktadır. Ama medeni ve medeni olmayan toplumları ayıran da bu duyarlığın eşik düzeyi değil midir?

    5 Haziran 2000

  • Kedi resmi çizmek ya da Kürt Sorunu..

    Bir kedi resmi iki türlü çizilebilir

    Birincisi, bir noktadan başlayıp ayrıntıları atlamadan tüm resmi çizmektir. Örneğin kedinin başından başlanır, gözleri, burnu, ağzıve bıyıkları gibi başı tamamlayıcı öğeler yerleştirilir, hattâ bir karakter verilmek isteniliyorsa gözleri renklendirilir, tüyleri kısa ya da uzun yapılır, sokak ya da ev kedisi tiplerinin belirgin karakteristikleri filan yerleştirilir. Sonra giderek diğerbölümlere geçilir, gövde, ayaklar ve kuyrukla tamamlanır. Bu arada her bölüme geldikçe o bölümün ayrıntıları resmedilir.

    Bu yöntem ressamlarca kullanılabilir. Resim sanatı ile ilişkisi olmayan, hattâ resim konusunda ortalama yeteneği bulunmayan kişiler ise bu yöntemle kedi resmi çizmeye kalktıklarında olacak olan, organları arasındaki orantıları bozuk bir hilkat garibesinin ortaya çıkmasıdır.

    Ressamların sayısının geride kalanlara göre ne kadar küçük bir azınlık olduğu tahmin edilebilir. Dolayısıyla çoğunluk, organlar arasındaki orantıları -ayrıntılara dalarak- her an kaybedebilecek olanlardır.

    Bir de bu yol var: önce çerçeveyi çizmek!

    İşte bu kişiler için kedi resmi çizmenin güvenilir bir yolu, önce çerçeve çizgilerini çizmektir. Başı ayrıntılarına girmeden bir daire, gövdeyi bu daire ile bir noktada temas eden ve dairenin çapına göre gözü rahatsız etmeyen bir elips, ayakları elipse yani gövdeye orantılı olarak dört uzantı ve nihayet kuyruğu da elipsin bir ucuna yine orantıya dikkat ederek bir uzantı olarak çizen bir kişi daha sonra istediği ayrıntılara girebilir.

    Bu yolla mükemmel bir kedi resmi çizilebileceği garanti edilemese de bu resme bakanın “bu bir horozdur” deme olasılığı hemen hemen yoktur. Üstelik, orantıları düzgün oturtulmuş bir çerçevenin ayrıntılarla zenginleştirilmesi ve iyice bir resim ortaya çıkması da pekalâ mümkündür.

    Bu yöntem sadece kedi resmi için değil tüm resimler için geçerlidir.

    Hattâ resimler için değil tüm sorun çözme girişimleri için geçerlidir.

    Ortak halk aklı doğru adlandırmayı bulmuş!

    Halk arasında “ağaçlara bakmaktan ormanı görememek” diye adlandırılan olgu, bir resmin bütününe bakmak yerine onun parçalarının ayrıntıları ile meşgul olmak ve bu arada bütünün ne olduğunu ıska geçmektir.

    Sayın başbakanın Diyarbakır’da “Kürt sorununun varlığını kabul ediyoruz; daha evvel devletin ve hükûmetlerin hatalarını kabul ediyoruz; büyük devletler hatalarını kabul ederler” mealindeki sözleri, yukarıda resim çizmek için önerilen iki yöntemden birincisine tıpatıp uymaktadır.

    Bir baş, gözler ve bıyıklar tamam; fakat geri kalan bölümler henüz çizilmediği için ortaya çıkacak yaratığın pek sevimli olmayacağı, sevimlilik bir yana öldürücü bir canavar olup olmayacağı henüz belli değil.

    O halde işe daha garantili bir yöntemle başlamak akılcılığın gereğidir.

    Ortada bir dizi sorun olduğu bellidir. Ölen yurttaşlarımız sorunun en önemli belirtisidir. Yurdun batı kesimleri ile gelişmişlik farkının kabul edilemez düzeylerde oluşu da bir diğer belirtidir.

    Şimdi bu resmin ayrıntılarına girmeden çerçeve çizgilerini çizmeye çalışalım. Ortaya çıkanın kedi mi piyade tüfeği mi yoksa bir tümör mü olduğuna ondan sonra bakılıp ne(ler) yapılacağına, nelerin doğru nelerin hata olduğuna karar verilebilir. Görünen çizgiler şunlar:

    Türkiye’nin güney doğusunda katı petrol rezervi mevcuttur.

    MTA, TTK gibi kurumların etüdleri bunu gösteriyor. Petrol şirketlerince açılıp sonra kapatılan petrol kuyuları, o gün için ekonomik olmadığı gerekçesiyle kapatılmıştır. Bugün için maliyeti daha düşük petrol rezervleri işletilirken, yarınlarda katı petrol de ekonomik olmaya başlayacaktır.

    Alternatif enerji kaynaklarının laboratuvar ölçeğinden çıkıp ticari kullanıma girmesine kadarki birkaç on yıllık süre içinde bu katı petrol rezervi stratejik önem taşıyacaktır. Birinci çerçeve çizgisi budur.

    Demokratik yapı uygun değil!

    Bu bölgenin, Gülbenkyan’nın -ki kendisi jeologdur- red-line olarak adlandırdığı (kızının ruj kalemi ile çizdiği için bu ad verilmiştir) çizgilerin içinde kaldığı yüzyıldır bilinmektedir. Bu nedenle, bölgenin çoğulcu demokratik bir ülkenin yönetimine bırakılamayacağı, körfez ülkelerine benzer bir modelin ideal olacağı(!) uzun zamandır bellidir. Bunun için bir taşeron gereklidir.

    İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli nüfusun etnik köken adlandırması dışında dil, din ya da diğer daha az belirleyici kültürel özellikler açısından birleştirici bir bütünlük taşımadığı bilinmektedir.

    Bu nüfus temel alınarak tanımlanabilecek bir siyasi yapılanma (bağımsız ulus devlet, federasyon, konfederasyon ya da gevşek konfederasyon gibi) bitmek bilmez iç çekişmelere gebe olarak doğacaktır (Irak’ta olduğu gibi). Bu ise yapıyı oluşturacak parçalar üzerine tasarımlanabilecek manipülasyonlarla yapıyı yönlendirme -ve enerji rezervlerini kontrol- imkânı demektir.

    İkinci çerçeve çizgisi de budur.

    Kontrol tek eldedir

    Sıvı ya da katı, kaliteli ya da az kaliteli petrol ya da doğal gaz rezervlerinin kontrolu -kaynağı kimde olursa olsun- petrolün bulunuşundan bu yana ağırlıklı olarak A.B.D. elindedir. A.B.D. dışında hiçbir ülke bu kontrolu eline geçirememiş, geçirmek isteyenlerin başlarına çeşitli kazalar gelmiştir.

    Alman Anglo-Sakson çekişmesinin altında yatan da enerji kaynakları üzerinde bir kontrolu bulunmayan Almanya’nın -Hitler’in Rusya fethi girişiminden sonra- biraz olsun kontrol sahibi olma isteğidir.

    Tek görev bekçilik, gerisi düştür!

    Parça parça oluşturulmak istenen konfedere Kürdistan’ın tek gelir kaynağı olarak ümit bağladığı enerji kaynaklarının bekçiliğini yapacak, gerektiğinde çıkacak savaşlarda ölecek olanlar bu yapay devletin insanları olacak, ama enerjinin kokusundan ve tortusundan başka bir parçasına ortak olamayacaklardır.

    Üçüncü çerçeve çizgisi de budur.

    Dezavantajlı coğrafya!

    Türkiye’de Kürt kökenli insanlarımızın yaşadıkları yerler ekonomik kalkınma -dolayısıyla da sosyal gelişme- açısından avantajlı yöreler değildir. Uluslararası mal ve hizmet akımlarında karşılaştırmalı üstünlük sağlayabilecek faktör maliyetleri açısından dezavantajlı bu bölgelerin daha avantajlı bölgelere göre fakir kalmaması ancak bazı koşullarla mümkündür.

    Yüksek doğurganlık hızı altında giderek artan bölge nüfusunun yüksek bir yaşam düzeyine erişebilmesi ancak bir dizi faktörün bir araya gelebilmesine bağlıdır. En az yüzyıldır çeşitli araçlarla kaşınan ayrılıkçılık akımları altında bu faktörlerden başlıcası olan “iç enerjisini gelişme yolunda harcama iradesi” bir türlü oluşamamaktadır.

    Yapıcı enerjimiz nereye gidiyor?

    Tüm ihtiyaçlarının T.C.’den karşılanmasını talep etmek, karşılanamayanlar için silahlı-silahsız muhalif tavır içinde olmak bu enerjiyi tüketmektedir.

    Bu bir kısır döngü oluşturmaktadır. Günümüz kitle iletişim imkânları karşısında bu döngünün kırılması mümkün hale gelmekte ise de henüz kırılmamış, üstüne üstlük çeşitli nedenlerle kaşıma girişimleri de artmıştır. Dördüncü çerçeve çizgisi bu kısır döngüdür.

    Belirleyici çizgi: Bağışıklık sistemi zafiyeti!

    Beşinci ama belki en önemli çerçeve çizgilerinden birisi genel olarak toplumumuzun, özelde ise devlet kurumlarımızın düşük sorun çözme kabiliyetidir. Sosyal organizmamızın bağışıklık sistemi son derece güçsüzdür (sosyal AIDS).

    Dünya toplumları arasında, “koşullandırma” denilen illetten en çok zarar gören toplum biziz. İlk okullardan başlayarak üniversite sonlarına kadar tek norm haline gelmiş olan (ezberleme – ezberi geriye kusma – iyi kusmanın kanıtı olan diplomayı eline alıp ezberine uygun iş bekleme) döngüsü çoktandır okul sistemin dışına çıkmış toplumun tüm kurumlarını eline geçirmiştir.

    Kendi mutlak doğruları için insanları öldürmekten çekinmeyenlerin motivasyonu ezberdir.

    Anlaşılamaz bir aymazlık!

    Peki nasıl olur da bu illetin farkına varılamaz. Sabahtan akşama eğitim konusunda akıl veren onca insan ezbere karşı bir tavır alamaz? Körpe beyinleri mutlak doğrularla doldurmayı hedef edinenler, bunları uygulayanlar, uygulayanları yetiştirenler, bu konularda yazı yazanlar nasıl olur da ezberin dalga dalga nerelere kadar uzandığını göremezler.

    Gelişmişliğin bir numaralı ölçütü aransa (yüksek sorun çözme kabiliyetine sahip olmak) denilebilir. Karl Popper “Tüm yaşam Sorun Çözmedir” adlı kitabında uzun uzun bunu anlatmak istemiştir.

    Bu bir aymazlık mıdır, yoksa kökü daha derinde olan genetik bir miras mıdır? Etrak-ı bî idrak hakareten mi söylenmiştir yoksa acı bir tesbit midir?

    Sorun çözme araçlarının başında dil gelir.

    Bir sorunun çözülebilmesi önce onun iyi anlaşılabilmesine, iyi ifade edilebilmesine bağlıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=87). “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan sorun, sorun tanımlama kurallarına uygun tanımlanmış (tıklayıp indiriniz) değildir; dolayısıyla da herkes kendine göre tanımlamaktadır. Aynen çerçevesi çizilmeden kuyruğunun ayrıntıları çizilmeye çalışılan kedi resmi gibi. Bu durumda, bu kuyruğa takılabilecek tüm hayvanlar -yırtıcılar dahil- gündeme gelebilmektedir.

    Özet olarak, bu tasarımlanmış sorunun üstesinden gelebilmek için bir zihinsel netliğe, onun için de öncelikle bir ifade netliğine ihtiyaç vardır.

    Kedi resmini ayrıntıları ile tanımlamaya çalışırken, çerçeve çizgilerine sadık kalmaya özen gösterilmelidir.

    Ağustos 21, 2005

  • Demokrasinin kırılganlığı

    Çoğu üst-kurumda olduğu gibi demokrasi de toplumumuza dışarıdan, hazır elbise gibi ithal edilmiştir.

    Tüm alt-kurumlarıyla birlikte tam bir otokrasi toplumuyken, “haydi, artık demokrat olalım” denilerek, demokrasi denilen üst-kurum “ilan” edilmiş ve mevcut tüm alt-kurumların da bu ilana göre hizaya girip kendilerini yenileyecekleri zannedilmiştir.

    Ama, aradan geçen yaklaşık 50 yıl, bunun olmadığını göstermiş bulunuyor. Bugün, tüm sorunlarımızın demokrasiyi yerleştiremediğimizden doğduğu bilinmekte, fakat demokrasinin, kanunları değiştirerek yerleştirilebileceği sanılmaktadır.

    Demokrasi kırılgan (fragile) bir yönetim biçimidir. Onun somut girdilerini oluşturan yüksek nitelikli (zeka-bilgi ve beceri-ruh sağlığı ve ahlak bileşkesi) “insan dokusu”nun yanısıra, onu dejenere edebilecek etkenlerden korunmuş olmasına ihtiyaç gösterir. Bunların başında da, demokrasinin getirdiği özgürlükleri birer silah olarak kullanan küçük militan gruplar yer almaktadır.

    Kendini koruyabilecek alt-kurumlarını –ki buna iç bağışıklık sistemi denilebilir– oluşturmuş bir demokrasi, onu dejenere hatta yok etmek isteyebilecek küçük militan gruplar’a karşı dahi direnç gösterebilir ve o durumda bu küçük gruplar demokrasiyi -net sonuç olarak- güçlendiren bir rol oynayabilirler.

    Ama, bu bağışıklık kurumlarını -ki hemen hepsi insan nitelik dokusuyla ilgilidir- kuramamış bir demokrasi adayı rejimin demokratikleşmesine imkan yoktur.

    Her sorunun çözümünün salt demokraside ve daha çok demokraside görüp, onun alt-kurumlarını ısrarla göz ardı edenler, net sonuç olarak demokrasinin gelişmesine değil, bu kırılgan rejimin daha da dejenere olmasına hizmet etmektedirler. Niyetleri bu değildir ama sonuç budur.

    Pazar, 05 Şubat 1995

  • Kısır döngüler birer avantaja çevrilebilir mi?

    İki veya daha çok olay, bir kapalı çevrim halinde birbirlerini üretiyorlarsa buna “Kısır Döngü” ya da eskilerin deyimiyle “Fâsit Daire” adı veriliyor. Ancak bu tür kapalı çevrimler her zaman fesat üretimine (fâsit) sebep olmazlar. Bir bölümü son derece yararlı işlevler de görürler. Tavuk ve yumurta döngüsü gibi. Bunlara çeşitli örnekler vererek döngülerin neler ürettiğine daha iyi karar verilebilir. İşte birkaç örnek:

    • Yumurta > Tavuk > Yumurta
    • Kalabalık kamu kadroları > Personel için ayrılabilecek bütçenin daha çok kişiye bölünmesi > Düşük ücret > Düşük ücrete, ancak düşük nitelikli çalışanların istihdam edilebilmesi > Beklenen görevlerin standartının düşmesi > Düşük standartlı görevlere, çok sayıda düşük nitelikli işsizin talep yaratması > Taleplerin siyasi baskıya dönüşmesi > Kamu kadrolarının daha da kalabalıklaşması.
    • Gelişmiş bir demokratik ortam > İnsanların nitelik dokularının gelişmesi > Yüksek nitelikli insanların demokratik ortamı daha da geliştirmeleri.
    • İnsanların nitelik dokularının yetersizliği > Demokrasinin yarattığı özgürlük ortamının, karşılıklı hakların çiğnenmesine yol açması > Demokrasinin yozlaşması > İnsanların nitelik dokularının daha da bozulması.
    • Eğitim sisteminin çarpıklığı > Yetersiz nitelikli insan yetiştirilmesi > Yetersiz nitelikli insanların “oyun kurucu” durumuna yükselmesi > Yetersiz sistemlerin kurulması ve/ya mevcut sistemlerin kötü işletimi (eğitim sistemi de dahil) > Eğitim sisteminin daha da bozulması
    • Terör > Devlete güven ortamının zedelenmesi > Kamu görevlilerinin hizmetten kaçışı > Yetersiz hizmet sunumu >   Halkın şikayet ve reaksiyonları > Terörün bu reaksiyonları istismarı >Terörün daha da güçlenmesi.
    • Yüksek enflasyon > Küçük ölçekli işlerin batması   > üretimin azalması > Artan enflasyon.
    • Kendi işini kuranların sayısının artışı > Daha çok insanın bundan haberdar oluşu > Daha çok kişinin cesaretlenmesi > İşini kuranların daha da artması.

    Bu tür “kendini besleyen döngü”lerin büyük bir bölümüne dikkat edilirse, başlanan nokta yerine ya daha geri (ya da ileri) bir noktaya varıldığı görülecektir, aynen açılan ya da kapanan bir spiral gibi. Eğer döngü “iyi” birşeyler üretiyorsa bu spiral giderek daha iyi sonuçlara; aksine “kötü” birşeyler üretiyorsa bu defa giderek daha kötü şeyler doğmasına yol açacaktır.

    Toplumu yönlendirenler (politikacılar, bürokratlar, bilim adamı, düşünür, yazar) her ikisine de duyarlı olmak zorundadırlar. Olumlu spiralleri daha kuvvetlendirmeye, olumsuzların genişleme hızlarını durdurarak, önce onu kapalı bir çevrime, sonra da mümkünse olumluya dönüştürmeye çalışmalıdırlar.

    Peki ama bu nasıl olacak?

    Bunu yapabilmek, döngülerin bu haliyle mümkün değildir. Çünkü, döngüyü oluşturan baklalar birbirine o denli sağlam bağlıdır ki, döngünün bir başka sonuç üretmesine imkan yoktur. O halde döngü içine yeni bir element sokulmalı ve o yeni element, döngünün ürettiği sonuçları olumluya çevirebilmelidir. Teknik deyimle bir “evirici”ye (inverter) ihtiyaç vardır.

    Bu yeni elementin durumu, yukarıdaki örneklerden birisiyle açıklanmaya çalışılırsa, bunun nasıl mümkün olabileceği daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin, “Kalabalık Kamu Kadroları” ele alınırsa:

    Kalabalık kamu kadroları > (yeni element)   > (seyrelmeye yönelen kadrolar)   > Ayrılan bütçe payının daha seyrek bir kadroya bölünmesi > Yükselen ücretler > Personel niteliklerinin yükselmesi > Personelden beklenen görevlerin standartlarının yükselmesi   > Standartı yükselen görevlere, ancak daha yüksek nitelikli elemanların talepte bulunabilmesi > Siyasi baskıların azalması   > Kamu kadrolarının daha da seyrelme eğilimine girmesi.

    Görüldüğü gibi, olumsuz spiral olumluya dönüşme sürecine girmiştir. Bunun yapılabilmesi, zincire eklenen “yeni element” sayesinde olabilmektedir.

    Böyle bir “yeni element” geliştirilebilir mi?

    Evet, bazı durumlarda bu mümkündür. Bu özel durumda aranan “yeni element”, örneğin iç girişimcilik (intrapreneurship) olabilir. Yani, kamuda çalışanlara, kendi işlerini kurma desteği yaratılarak (örneğin Girişim Destekleme Şirketleri yoluyla) kadrolar seyreltilebilir.

    Bir diğer örnek, “Eğitim Sisteminin Çarpıklığı” kısır döngüsü üzerinden verilebilir. Bu döngünün olumluya dönüştürülebilmesi için gereken “yeni element”, mevcut eğitim sistemine dokunmaksızın (zaten kimse dokunamaz), Dağıtık Öğrenme Ortamları adı verilebilecek bir yeni kavramı (Bkz. “Farzedin ki Hindiyiz”, M.Tınaz Titiz, Sah. 48, “Dağılmış Öğrenme Ortamı”, V Yayınları, 1991) hayata geçirmek olabilir.

    Buna göre, mevcut eğitim kargaşası sürerken, onun dışında, bilgisayar destekli bir sistem oluşturup, sayıları yaklaşık 70,000 olan yerleşim birimlerindeki bilgi ihtiyacı tatmin edilmeye çalışılır. Bilginin bu şekilde somutlaştırılıp insanlarımızın hayatlarına girmesiyle, bir yana bırakılmış eğitim sistemini yönetenler de bu yeni olguya göre sistemi düzenlemeye çalışacaklardır. Bunu yapabildikleri ölçüde resmi eğitim sistemi kabul görecek, yapıl(a)madığı takdirde ise Dağıtık Öğrenme Ortamlarının rekabetine dayanamayarak silinecektir.

    Dikkat edilirse Dağıtık Öğrenme Ortamlarının hayata geçebilme şansı, mevcut eğitim sisteminin çarpıklığından gelmektedir. Yani bir kısır döngü bu defa bir avantaja dönüşmektedir.

    Bunun çok kolay olmadığı şüphesizdir..

    Ancak burada işaret edilmek istenen de işin zorluğu ya da kolaylığı değildir. Açıklanana benzer bir yaklaşım kullanılmaksızın döngüler değiştirilmeye çalışılırsa, harcanacak zaman ve çabanın beyhude olacağına işaret edilmek istenmiştir.

    İcatçılık genellikle elle tutulabilir dünyaya özgü sayılır, en azından bizim kültürümzde böyledir. Ama burada ihtiyaç olan ‘sosyal yenilikçilik” ya da “sosyal icat”tır.

    İcat sözcüğünü aşağılama -Prof. Zihni Sinir- içerecek şekilde kullanmayı bırakıp, aynen yukarıdaki “yeni element” gibi yaşam döngümüze sokabildiğimizde içinde bulunduğumuz kısır döngü avantaja dönmeye başlayacaktır.

    (Ekim 12, 1992’de yazılmış bir yazı gözden geçirildi)

    Ekim 7, 2005

  • Doğu’ya sürgün!

    Çocukluğumdan beri hatırlarım; hangi kamu görevlisi işe yaramaz görülürse -gerçek olabilir ya da olmayabilir- verilecek öncelikli ceza bellidir: Bulunduğu coğrafi konumdan daha doğuya tayin etmek. İşe yaramazlık(!) ölçütü ise bulunduğu yerle tayin edildiği yer arasındaki mesafedir. Ne kadar işe yaramaz ise o kadar doğuya.

    Bu geleneğin 2005 yılında da yürürlükte olduğu görülüyor. İçişleri Bakanlığı, bir yazarın kitaplarını yaktıran Sütçüler ilçesi kaymakamını Diyarbakır Dicle ilçesine “atanmış” (gazeteler).

    Bu geleneğin bu denli uzun sürmesinin başlıca iki nedeni vardır. Birincisi pek pratik oluşu, ikincisi ise kolay savunulur oluşudur. “Ne yani oralar bu memlekete ait değil mi, oraların da hizmete ihtiyacı var” argümanının karşısında kim durabilir?

    Benim merakım işin bu yanlarında değil, bir süreç bu denli uzun süre devam eder ise ülkenin Batısı ve Doğusu arasında nasıl farklılıklar yaratacağıdır.

    Rastgele şekilli cisimlerin kapalı bir hacim içinde çok çok uzun süre serbest çalkalanmaya bırakıldığı takdirde hepsinin düzgün birer küre olacağı mühendislik öğrencilerine ilk yıllarda öğretilir. Acaba benzer bir deney insanlarla yapılsa ve hep aynı “tür”den insanlar ülkenin hep aynı yerlerine yollansalar acaba sonunda ne olur?

    Bir an için, cezalandırma amacıyla mahrumiyet bölgelerine atanan kamu görevlilerinin gerçekten de cezalandırılmayı hak eden eğri işler yaptıklarını varsayalım. Buna göre, bu yörelerde uzun süre sonunda tüm kamu görevlilerinin eğri işler yapan kişilerden oluşması gibi garip bir durum ortaya çıkacaktır.

    Hatta, en doğuda bulunanların “atanacakları” daha doğuda bir yerler olamayacağına göre artık o yörelerde işlerin iyiden iyiye çığrından çıkmaması için bir neden kalmayacaktır.

    Bir zamanlar -adını hatırlamadığım- bir devlet bakanı, atandığı ilk gün yayımladığı ilk genelgesinde, “cezalandırma amacıyla hiçbir kamu görevlisinin gerice yörelere atanmamasını, gerekiyorsa idari ve adli kovuşturma açılmasını” emretmişti ve çok da doğru yapmıştı.

    Ülkemizin doğusunun geri kalmışlığında kuşkusuz başka faktörlerin de payı vardır. Ama bugünkü durum “geri kalmışlık”tan öte bir şeydir ve en önemli nedenlerinden birisi bu yörelerin cezalandırma amacıyla kullanımıdır.

    Hatta, ülkemizin yüzlerce sorununa yol açan az sayıdaki kök sorundan bir tanesi de budur.

    Bugün bunun tam tersine ihtiyaç vardır, yani en yetenekli kadroların en az gelişmiş yerlere atanmalarına. Gelişmiş yörelerde oluşmuş bulunan “sistemler”, daha az deneyimli kadroların hatalarını örtebilir, ama aksi asla.

    Becerikli yöneticilerin bulundukları yörelere nasıl ışık saçtıklarına en iyi örneklerden birisi rahmetli vali Recep Yazıcıoğlu’dur. Kuşkusuz yetenekli birçok insanımız bu gibi yörelerde görev yapmaktadır. Ama, “cezalandırma amacıyla doğuya sürme” illeti bitmedikçe ve bu süreç tam tersine çevrilmedikçe bu kötü geleneğin farkına varamadığımız yan ürünlerinden kurtulmamıza imkan olmayacaktır. İlanen duyurulur.

    Ekim 17, 2005

  •  Mektup!

    Haziran 15, 2004

    Sayın Dr. Topbaş,

    • Vakit değerli, kısa yazacağım.
    • Yeni görevinizde başarılar.
    • Bir önerim var. İddialı, katma değeri yüksek, ama riskli.
    • Bu riski üstlenmek isteyebilir / istemeyebilirsiniz. Sizi o denli iyi tanımıyorum.
    • Konu şu: İstanbul’un en belirgin özelliği -istisnasız her alanda- kuralsızlığıdır.
    • Birçok alanda kural eksiği / yanlışı var. Ama sorun, bunların dahi yaptırımının olmayışı.
    • Türkiye’nin -ve hattâ başka ülkelerin- ne kadar, “kuralsızlığı geçim ve yaşam yolu yapmış” insanı varsa İstanbul’a aktı / akıyor / akacak.
    • Bunun önüne pasaport, vize vs gibi önlemlerle kesinlikle geçilemez. Aksi halde yeni mafya alanları doğar.
    • “Kuralsızlık” şöyle sonuçlar doğuruyor:
    1. Kuralsızlığı seçenler bir çekim alanı yaratıyorlar ve bu alan yeni kuralsızları İstanbul’a çekiyor.
    2. Az-buçuk kurallara uyanlar uymaktan vazgeçiyorlar.
    3. Kurallı yaşamda direnenler giderek bu şehirden uzaklaşıyorlar.
    4. İstanbul giderek mafyalar şehri oluyor.
    5. En kuralsız olanlar, kendilerinden daha az kuralsız olanları şehrin dışına sürüyor.
    6. Şehre -iyi niyetlerle- çakılan her çivi, daha çok sayıda kuralsızın şehre akmasına yol açıyor (çünkü hayatları kolaylaşıyor).
    7. Kuralsızlar, vergi vs ödemedikleri için, şehre yapılacakların finansmanını İstanbul’dan bir yere kaçamayan veya henüz kaçmayan az sayıdaki kural yandaşı ile Türkiye’nin başka yerlerindekiler sağlıyorlar.
    8. Kuralsızlık ortamı ahlâksızlığı yan ürün olarak üretiyor / besliyor.
    9. İstanbul, diğer bütün kentlere rol modelidir. Bu nedenle İstanbul ahlâksızlık -her anlamda- ihraç ediyor, Türkiye’yi bozuyor.
    • Bir belediye başkanının en hayırlı (ve riskli) vaadi, “ben bu kenti kurallı yaşanan kent haline getireceğim” olmalıdır.
    • Bu, bugüne kadar söylenmedi.
    • Siz yapmak ister misiniz?
    • Prensipte varsanız görüşelim.

    Selam ve sevgiler,

  • Kadrolaşma..

    Niçin?

    Hemen her hükumet değişiminden sonra bir kadrolaşma dalgası gelir. Bunun olumsuz -ve olumlu- yanları üzerinde tartışabilmek için, önce bu olguya yol açan nedenlere bakılmalıdır.

    Kadrolaşma deyimiyle kısaltılan karmaşık olayda en göze çarpan bileşenler şöyle ortaya çıkıyor:

    • Her hükumetin kendi “adamları” ile çalışacağı geleneği nedeniyle, muhalefetteki bir siyasi partiye yamanmış bürokratların gitmeden önceki olumsuz tutumlarından bir an önce kurtulma ihtiyacı,
    • Aynı nedenle, fakat iktidara gelen partiye yamanmış “tekkeyi bekleyen” bürokratların yükselme talepleri,
    • Her çıkar çevresinin kendi çapındaki truva atlarını kadrolar içinde sokuşturma çabaları,
    • Ahbap, akraba, eş-dost baskıları,
    • Hükumetlerin, kontrolları altındaki parlak -görünüşlü veya yeterlikli- kişileri birer stratejik başarı kazanma aracı olarak kullanma ihtiyaçları,
    • İdeolojik nüfuz,
    • Hükumet parti(ler)ine kaynak yaratmada yararlı(!) olacağı öngörülenler veya onların “adamları”,
    • Seçimlerdeki başarısı nedeniyle dediği yapılmak gereken kişilerin “kendi adamlarını” atama istekleri,
    • İşsizlere iş bulma vaatlerinin az da olsa yerine getirilmesi ihtiyaçları,
    • Şantaja muhatap olmamak için yapılması gereken atama ve/ya değişiklikler,
    • “Ayrımcılık” (bölücülük ya da kibarca diskriminasyon) denilen olgunun en temel yapı teşleri olan hemşehrilik, okulculuk, mezhepçilik,
    • Belirli fikirleri, reformları, projeleri hayata geçirmek amacıyla, bunlara muhalefet etmeyecek, aksine, bilgi ve becerisiyle destekleyecek “bizim adamlarımız”a olan ihtiyaç,
    • Kimi görevlilerin ehliyet ve/ya ahlâki tutumlarındaki yetmezlikler nedeniyle gereken -ama o ana kadar çeşitli nedenlere yapıl(a)mayan- değiştirmeler,
    • Ehliyeti nedeniyle atanması gerekenler,
    • Herhangi düzeyde bir yetkiye sahip olmak demek, aslında bir kaynağı kontrol ediyor demektir. Bu kaynakların kamu yararına kullanımı ise kısmen yasalarla -çünkü yasalar da bağımsız yapılmaz-, ama büyük ölçüde kamunun farkındalık düzeyiyle denetlenebilir.

    Hükûmet olmak ne demek?

    Kamuoyu -çeşitli kurumlarıyla- bu toplumsal sorumluluk (ahlâk) düzeyinde değilse, hükumet olmak demek sonsuz bir çıkarlar denizinden kontrolsuz olarak yararlanabilmek anlamına gelmeye başlar. Toplum da bu denizin farkındadır ve denizden kabını doldurmak derdindedir. Bunun yolu, ama muhtarlık, ama milletvekilliği ya da bakanlık, ama bürokratlık olsun, mutlaka sahilde suya yakın olmaktır. Su kıyısındaki bu büyük curcunanın nedeni budur.

    Bir gönüllü kuruluşa katkıda bulunabilecek bir üye bulmak sorun iken, siyasi parti kadrolarının bu denli kalabalık olmasının nedeni budur. Toplum bu ayıbının farkında olmadan boyuna siyasi dediği kişilere küfretmekte, bizzat oyunun içinde olduğunu bu yolla gizlemeye çalışmaktadır.

    • Ve nihayet: güç sahibi olmanın, en ortasında seçim galibi lider ve ailesinin yer aldığı, dışa doğru ilerlendikçe -iç ve dış- diğer talep odaklarının yer aldığı iç içe çemberler -hattâ küreler- biçiminde bir sistem demek olduğunun, iktidar kararlarının yalnızca lider tarafından değil bütün bu sistem tarafından, çoğu zaman liderin bile farkında olmadan, dağıtık (distributed) alındığını bilmeden, çocuksu bilmezliklerle beslenen ihtiras sahipliği demek olduğunun farkında olmayan lider adayları ve onları arkalarından bilinçli ya da bilinçsizce iten bir toplum geneli.

    Şimdi, bu nedenlerin birbirinin içine geçmiş ve/ya özellikle birbirinin içine geçirilmiş bileşimlerine verilen ad olarak “kadrolaşma”ya daha net bakıp irdeleyebilmek mümkündür. Bu kısa tablo, gelmiş geçmiş idarelerimizde kadrolaşma işinin niçin bu denli yaygın olduğunu göstermektedir.

    Temmuz 25, 2004

     

  • İşsizlik

    “İş” denilen nedir?

    İş, ihtiyaç giderme değiş-tokuşunda taraflardan birisinin diğerine ödediği fiyattır. Eğer bir yerde ihtiyaç var ve birileri de bu ihtiyacı gideriyor ise her iki taraf da kendi ihtiyaçlarını karşılıyor demektir. Örneğin, ev kadınının ihtiyacı kesesine uygun sebze almaksa, bunu gideren seyyar satıcının aldığı para, bu değiş-tokuştan doğan işin bir diğer adıdır.

    Bu tanım basittir fakat işlevseldir. Yıllar boyu okuyup eline diploma alan, sonra da iş bulamadığından yakınan kişi öncelikle, hangi ihtiyacı gidermek üzere hangi becerileri kazandığını, bu becerilere kimin ihtiyacı olduğuna bakmalıdır.

    Ya da gerçekten iş (yani onun getireceği geliri) istiyor ise, ihtiyaçların neler olduğunu, insanların nelere para verme arzusunda olduğunu, bunları nasıl kazanabileceğini sormaya başlamalıdır.

    İhtiyacı kim giderirse iş onundur..

    Bu basit görünümlü süreçte ihtiyaç sahipleri ve ihtiyacı giderenler kimlerdir? Bunlar hep aynı ülkenin vatandaşları olmak zorunda değildir. Dünyanın herhangi bir yerindeki birileri, bir başka köşesindeki ihtiyacı gidermede, o yerin halkından daha iyi ve daha ekonomik olarak hizmet veriyor ise “iş”i yani ödülü onlar alır. Bunun adı “rekabet gücü”dür.

    Daha hızlı yürüyen, daha az uyku ile yetinebilen, daha az yiyip daha iyi beslenen, daha hızlı öğrenebilen, bildiklerinin bir bölümünü daha hızla unutabilen, başkalarından daha az yakınan, daha doğru sorular sorabilen, daha az korkan, daha akıllı olanların rekabet gücü daha yüksek olmaktadır.

    Düne kadar toplumumuzun içme suyu, yoğurt, gazoz ihtiyacını karşılayabilen insanlarımız bugün elindeki işi başkalarına kaptırmıştır; hem de bizzat kendi insanları aracılığıyla.

    Rekabet gücü, en aşılmaz sanılan duvarları aşabilmektedir. Girmeye can attığımız AB serbest dolaşım hakkı verseydi, bu ülke insanınca karşılanmakta bulunan şoförlük, avukatlık, doktorluk ve daha onlarca iş alanını rekabet gücü daha yüksek olanlara kaptıracaktı. İnsanlarımız Avrupa igücü pazarını ele geçirmeyi düşüne dursunlar, ellerindeki işleri de onlara kaptıracaklardır.

    Nitekim İngiltere’nin sıradan kadınları kolejlerimizde İngilizce öğretmeni olarak, Romanya ve Moldavia’nın ev kadınları ise yaşlı ve hasta bakımı sektöründe yerli halkı elimine etmişlerdir. Sıra Hindistan’dan gelecek olan bilgisayar okur-yazarlarıdır. Sıra diğerlerine de gelecektir.

    Halen çok öğündüğümüz KOBİ’lerimizin en büyük düşleri bir yabancı şirket tarafından satın alınabilmektir.

    Bütün bunlar bireylerimizin rekabet güçleri yani onların nitelikleri ile ilgilidir.

    Temel denklemler

    Giderek kronikleşen işsizlik sorunu konusunda temel denklemler denilebilecek birkaç ilke -anlaşılamaz biçimde- göz ardı ediliyor. Bu ilkeler üzerinde genel bir uzlaşı kurmak olmazsa olmazların başında geliyor.

    Ama bu uzlaşıyı kurabilmek için de bu ilkelerin hiç olmazsa gündemde bulunmaları, üzerinde birkaç kişi arasında da olsa konuşuluyor olması gerekiyor. Ama durum bu değildir.

    Nedenleri bırak sonuçlara bak..

    “İşsizlik” adı altında anılan olgunun ne olduğu, nere(ler)den kaynaklandığı ve bu kaynakların nasıl kurutulacağı değil, sonuçların yani işsizliğin nasıl ortadan kaldırılacağı konuşuluyor.

    10 milyon inşaat işçisi..

    İnşaat sektörünün canlandırılması yoluyla  işsizlere inşaat işçiliği yollarının açılması ya da her işyeri sahibinin ilave bir kişiyi işe alması gibi yollarsa halen en popüler olanlar. Bu ve benzeri çözümler, sözü edilen temel denklemlerin -bilerek ya da bilmezlikten ötürü- önemsenmediğini gösteriyor.

    İşsizliğin sıfır olduğu ve çalışan nüfusun büyük bölümünün inşaat işçisi -gerisi de otomobil üretimi işçisi, garson ve konfeksiyon işçisi- olduğu bir Türkiye vizyonu; vizyon 2023 herhalde budur!

    Denize düşen..

    Önerilen bu çözümler bir yandan da içine düşülmüş bulunan aczin boyutlarını gösteriyor. Bir anlamda denize düşen yılana sarılıyor!

    Ancak şuna hemen işaret edilmeli: inşaat sektörü yoluyla işsizliğin emilmesi yeni bir yaklaşım değildir. Siyasetçi-bürokrat-akademisyen üçlümüz yıllar boyunca geliştire geliştire bu modeli bulabilmişler, işsizlik ne zaman konu edilse toplumun önüne bunu sürmüşlerdir.

    Faizler düşecek, ev fiyatları inecek, inşaat piyasası -yan piyasalarıyla birlikte- canlanacak, böylece doğrudan ve dolaylı istihdam imkanları artacaktır. Yetmişli yıllarda icat edilen bu model halen tedavüldedir.

    Bir diğer “çözüm”..

    Bulunabilen diğer “çözüm” ise kamu kadrolarını şişirmek olmuştur. Böylece kalabalıklaşan kamu kadrolarının -süreç parçalanmalarına yol açması, kamu görevlilerinin ücretlerinin düşmesi nedeniyle rüşvete yol açması gibi nedenlerle- ne büyük bir bela olduğu henüz yeni yeni -belki- anlaşılmaya başlanmıştır.

    Nedir bu temel denklemler?

    Temel Denklem 1 – İş, gelir yaratma yollarından birisidir, fakat tek yol değildir. Mutsuzluğa yol açan işsizliğin kendisi değil, onun sonucu olan “gelir yetmezliği”dir.

    Buna göre, sadece işsizlik ile uğraşmak yerine gelir yetmezliğine yol açan tüm nedenlere bakmak gerekir. İşsizliğin yarattığı gelir yetersizliğini, “iş” dışındaki yollardan bir(kaç)ı ile gidermek veya azaltmak mümkün olabilir.

    Bu temel denklemi gözde canlandırmanın iyi bir yolu, ikisi de dörder kişilik A ve B aileleridir. A ailesinin 1 bireyi yüksek bir ücretle çalışmakta, diğerleri ise aramalarına rağmen iş bulamamaktadır. B ailesinin ise tüm bireyleri asgari ücretle çalışmaktadırlar. Buna göre A ailesinde yüksek bir işsizlik oranı varken B ailesinde işsizlik oranı sıfırdır. Ama güç durumda olan, işsizliğin yüksek olduğu A ailesi değil sıfır işsizlik oranlı B ailesidir.

    Gelir yetmezliğine yol açan işsizlik dışındaki nedenler ise başta israf, öncelik belirleyememe, bilgi-beceri yetersizliği, çalışmanın kimi türlerinin benimsenmeyişi, ek gelir yaratma yollarının bilinmeyişi, yaratıcılık eksiği gibi etmenlerdir.

    Temel Denklem 2 – İş, üç bileşenin, uygun bir “iş iklimi” içinde bir araya gelmesiyle oluşur. Bunlar ihtiyaç, ihtiyaçları giderebilecek insan nitelikleri ve girişimcilik’tir. Bunlardan birisinin bile eksikliği ve/ya yetersizliği iş’in doğmasına ve/ya kalitesine (gelir düzeyi, sürekliliği vd) olumsuz etkiler yapacaktır.

    Temel Denklem 3 – İşleri kişiler yaratır. Kamu otoritesi (yerel ve merkezi) bunun için uygun iklim yaratır; hiçbir şekilde girişimcilerle rekabet etmez, doğrudan iş yaratmaya kalkmaz.

    İş’in bileşenleri açısından durum

    İhtiyaç:

    Bu açıdan toplumumuzda en küçük bir eksiklik yoktur. Tüm sosyal ve ekonomik kesimlerde mal ve hizmetler açısından ihtiyaçlar neredeyse sonsuzdur. Örneğin son 20 yıldaki iletişim devrimi, evvelce duyumsanmayan ihtiyaçları herkesin ihtiyaç dağarcığına sokmuştur.

    İnsan nitelikleri:

    En önemli sorun bu bileşen açısındandır. İhtiyaçları giderecek olan insanlarımızın “nitelikleri” deyimiyle kastedilen, onların: (1) zihinsel yeterlikleri, (2) bilgi ve becerileri, (3) ruhsal sağlıkları ve (4) genel kabul görmüş (evrensel) ortak ahlaki değerler açısından durumlarıdır.

    Bu dört boyutun çeşitli kombinezonları yapılır ve örneğin: yüksek zihinsel yeterlikli, iyi eğitim görmüş, ruh sağlığı yerinde ve ahlaksız bir kişi ile, aptal, bilgili, namuslu ve sağlıklı bir kişinin (ve daha binlerce varyasyonun), toplum dokumuz içinde yanyana yaşadıkları düşünülürse “durumumuz”un ne olduğu kolayca anlaşılacaktır.

    Akraba evlilikleri, beslenme bozuklukları gibi nedenlerle toplumumuzun zihinsel kalitesinde sorunlar doğmuş olması büyük bir olasılıktır.

    Bilgi-beceri açısından ise durum daha berraktır. “Ne iş olsa yaparım ama özel bir becerim yok” diyen milyonlar ile, “rahat bir iş isterim her işi yapmam” diyen yüzbinlerden ibaret “net” bir resim!

    Ruhsal sağlık açısından ise durum yine nettir. Adam öldürüp maç seyreden, döner bıçaklarıyla maça giden gençlerimiz, klakson çaldı diye adam döven insanımız “durum”un birer göstergesidir ve çoğunun serbest bırakılamayacak düzeyde hasta olduğu açıktır.

    Nihayet asgari evrensel ahlaki normlar açısından durumu anlamak isteyenler ise onlarca TV kanalını bir gözden geçirip, şiddet ve seks pazarlamacılarının nasıl iş adamı sayıldığını görebilirler.

    Talepkar ama yetersiz insan dokumuz açığını, rüşvetle, yasa ve ahlak dışı yollarla, tevekkülle, yakınarak, başkalarını suçlayarak ve her sorununu birilerine ihale ederek (şimdilerde AB’ne) kapamaya çalışmaktadır.

    Girişimcilik:

    Bir arada bulunmayan -iş fikri, beceri, yöneticilik, para gibi- kaynakları bulup bir araya getirebilme ve bunun risklerini taşıyabilme ya da taşıtabilme yoluyla birilerinin ihtiyaçlarını giderebilme becerisi olarak tanımlanabilir.

    Son yıllarda nisbeten gündemde olan bu kavram henüz mucitlik, yenileştirmecilik, finansörlük, patronluk, yöneticilik ile birlikte bir zihinsel kargaşa içindedir. Buna karşın diğer faktörlere oranla daha az sorunlu bir alandır.

    Ve iş iklimi:

    Yukarıda sayılan iş bileşenlerinin birleşip işi oluşturacağı iklim açısından sorunlar, bu bileşenlerden birisi olan “insan nitelikleri”ndeki yetersizliklerden doğrudan etkileniyor.

    Türkiye dışındaki hemen hemen tüm ülkelerde, eğitimsiz veya düşük eğitimli kişilerin, küçük sermayelerle kurabildikleri seyyar satıcılık sektörü, bir yandan işsizlikle mücadele diğer yandan da düşük gelirli kesimlerin ihtiyaçlarının karşılanmasında mükemmel bir buluşma yaratmada kullanılır. O toplumlar bunu akıl edebilecek asgari zihinsel yeteneklere sahiptirler.

    Yalnızca ülkemizde seyyar satıcılarla mücadele için devlet gücü kullanılır. Belediye zabıtası denilen örgüt büyük bir şevkle, ayakları üzerinde duran bu kesimi ve onlardan alış veriş yapan düşük gelirli kesimi perişan etmeye yarar. Bunun doğrudan doğruya akraba evliliği gibi nedenlere bağlı olduğu kesindir.

    Mücadele edilen seyyar satıcılardan küçük bir bölümü tekrar girişimde bulunup işlerini sürdürmeyi başarırsa da, diğer kısmı iş değiştirirler. Mafya veya terör örgütleri tetikçiliği, gasp, kapkaç gibi iş alanları zorunlu olarak gittikleri alanlardır.

    Seyyar satıcıların uymak zorunda oldukları normları belirleyip, onları eğitip denetleyen ve bu sektör içinde düzenli hizmet vermelerini sağlamak yerine onları düşmanlarının eline silah olarak vermek, bilgisizlik, görgüsüzlük gibi hafif nedenlerle açıklanamaz.

    Başlangıçta değinilen “kalabalık kamu kadroları” sorununa yol açan, kamu kadrolarını işsizlikle mücadele için kullanma çaresinin(!) bir diğer sonucu ise iş iklimi üzerine bir karabulut gibi çökmüştür.

    Parçalanmış süreçler (https://tinaztitiz.com/3727/surec-parcalanmasi-kar-depremvesaire/), bu parçaların her birini elinde tutan bürokrasi için birer geçim kaynağı olmuş, girişimcilerin önündeki büyük engellerden birisini oluşturmuştur. Çeşitli özendirmelere karşın yabancı sermayenin bir türlü gelmeyişinin, yerli sermayenin yurt dışında yatırım yapmasının altında ilk aranması gereken neden parçalanmış süreçler olgusudur.

    Sonuç nedir?

    Bu kısa yaklaşımdan çıkarılabilecek somut sonuç, işsizlikle mücadele (ya da daha doğru adlandırmayla İş ve Gelir yaratma) politikasının ilke ve araçlarının, burada çerçevesi çizilen alan içine oturtulması zorunluğudur.

    Hemen tahmin edilebileceği gibi bu politikanın kısa vadeli sonuçları yerine uzun vadeli sonuçlarına bel bağlamak daha gerçekçidir. Ayrıca da tüm araçların belirli bir eşgüdüm içinde uygulanması koşuluyla. Ama hepsinden öncelikli olarak temel denklemleri iyi anlamak ve onlara aykırı yaklaşımlar içinde olmamak kaydıyla.

    Görüldüğü gibi kök sorun, işsizlik ve gelir yetmezliği olarak görüntü veren rekabet gücü yetmezliği, onun da altındaki kök sorun bireylerimizin niteliklerindeki yetersizliklerdir.

    Bu son sorun kendini besler özelliktedir. Yani bireysel nitelik yetmezliğini algılayıp, çözümleyip çözüm geliştirmek durumunda olan kişilerin çoğunluğu -siyasetçi, bürokrat, akademisyen ve diğer okur-yazar kesim- bizzat nitelik yetmezliği hastalığı ile enfekte olmuş kişilerdir. Bu sorunun aşılabilmesi ise gerçek bir dönüm noktası olacaktır.

    Peki son bir soru: bunca yıldır böyle bir politika dokümanı hazırlanmamış mıdır; yoksa niçin ya da varsa niçin ortalıkta değildir?* Sırf bu sorunun yanıtı dahi çözümün çoğunu içinde barındırmaktadır.

    (*) 1985 yılında Devlet Bakanlığı’nca geliştirilip, 1987 Ekim’inde Türkçe ve İngilizce olarak basılan İstihdam Politikası, başta DPT kütüphanesi, Milli Kütüphane ve Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı kitaplığı olmak üzere çeşitli yerlerde mevcuttur. http://bit.ly/VzjBq3 adresinde ise bu belgenin sadece ilk 10 sayfası (Amaçlar ve içindekiler bölümü) verilmiştir.

    29 Aralık 2004