• Kamu alımları ombudsmanı…

    Girişimcileri derinden ve olumsuz biçimde etkilemesine karşın, bireysel yakınmaların ötesinde organize bir şikayete neden olmayan konuların başında “Kamu Alımları” gelmektedir.

    Belediyelerin, KİT’lerin, devlet kuruluşlarının ve bunlar dışında kalan özel yasa ile kurulmuş kuruluşların alımlarına verilen genel ad, “Kamu Alımları” dır.

    Kamu alımları yurdumuzda olduğu kadar, kapitalizmi bir sistem olarak içine sindirmiş ülkelerde de sanayi ve hizmetler sektörünün itici gücüdür.

    Ülkemizde, “destekleme alımları” mekanizması nedeniyle (devam edebildiği sürece) tarım da, bu itici güçten yararlanabilecek kesimlerin içinde yer alır.

    Ancak şu bir gerçektir ki, rekabete dayalı serbest pazar sisteminin oluşturulup yerleştirilmesinde çok büyük önemi bulunan bu araç, ülkemizde bir türlü doğru ve dürüst kullanılamamıştır.

    Çirkin siyasetin yakıtı, kamu alımları, daha doğru deyimle kamu alımlarının kötü kullanımıdır.

    Adam kayırmanın ve rüşvetin yakıtı da yine kamu alımlarıdır.

    Sanayimizin, hizmet sektörümüzün ve tarımımızın, Dünya ölçeklerinde rekabet gücüne erişemeyişinin nedenlerinin başında yine kamu alımlarının uygunsuz kullanımı gelmektedir.

    Hatta daha ileri gidilerek, terör ile kamu alımlarının kötü kullanımı arasında da bağlantı olduğu söylenebilir. (bazı kamu ihtiyaçlarının mutlaka dış alım yoluyla karşılanması koşulu konulan şartnamelerimiz dolayısıyla Türkiye’deki terörü destekleyen bazı ülkelere yardım (!) yapılmaktadır).

    Girişimciliğin güdük kalması, insanlarımızın kendi işlerini kurmak yerine devlete kapılanmak istemelerinin sebebi de yine kamu alımlarına karşı duyulan güvensizliktir. (Kendi işimi kursam, nasıl olsa devletle iş yapamam anlayışı dolayısıyla).

    Yabancıların, Türkiye’yi padişahlıkla yönetilen ve rüşvetle her kapının açıldığını sanmalarının altında da yine kamu alımları vardır.

    Kamu alımları kadar, cürmünden daha büyük olumsuzluklara neden olabilecek bir başka alan zor bulunur.

    Kamu alımlarındaki bozukluklardan ençok ve ilk planda etkilenenler, küçük ve orta ölçekli girişimcilerdir.

    Büyük kuruluşlar -belki- karşılaştıkları sorunları çözebiliyorlar ya da öyle sanıyorlardır.

    Şundan şüphe edilmemelidir: Orta ve uzun vadede iyi işlemeyen bir kamu alımları düzeninden karlı çıkabilecek kimse (düşmanlarımız hariç) yoktur.

    Kamu alımları, çerçevesi itibariyle tek bütçe kalemi altında toplanmamış, dolayısıyla da tam olarak büyüklüğü belli olmayan bir hacme sahiptir.

    Ama bir tahminle, örneğin 1992 yılında yaklaşık 50 trilyon tutarındadır.

    Kamu personelinin istihdamı da bir kamu alımı olmakla birlikte, o bu rakama dahil değildir.

    Bilinen odur ki, bu miktarın gözardı edilemeyecek bir kısmı, kamu alımlarını kişisel kazanç kapısı haline getirmiş bir kısım kamu görevlilerince, ihtiyaç olmayan ya da ihtiyaçlara uymayan mal ve hizmetlerin alımında kullanılmaktadır.

    Bu pratik olarak şu demektir: Kamu alımlarında sağlanabilecek bir iyileşme, heba olan ve fakat büyüklüğü bilinmeyen bu kaynağın ekonomimize katılması demektir.

    Bu ise, ekonomiye kaynak temin etmeye çalışanların öncelikle dikkat etmeleri gereken işlerin başında kamu alımlarının gelmesi gerekir demektir.

    Bu yazımda kamu alımlarının nasıl yapılması gerektiğini tarifleme niyetim yoktur. Niyetim bir çağrı yapmaktır.

    Kamuoyunda etkinliği bulunan kuruluşlar başta olmak üzere, özelleştirmeden, sanayileşmeden, rekabet gücümüzün geliştirilmesinden sorumlu ya da bunlarla ilgili hangi kişi ya da kuruluş varsa onlara, bu konuya ilgi göstermeleri çağrısını yapıyorum.

    Bu ve de herhangi bir çağrı somut bir öneriye dayanmadığı sürece fazla bir geçerliği olmayacaktır. Dolayısıyla somut bir öneride de bulunmak istiyorum.

    Diğer yandan kamu alımları konusunda gözle görülür bir iyileşme, ancak gerekli ögelerden oluşan bir “paket” uygulayarak elde edilebilir.

    Ama, bu işin taraflarının (şikayetçi olanlar ile çözmek isteyenler), bu “paket”in bütününün sonuçlarını görmeyi bekleyebilecek kadar sabırlı olmayabilecekleri de bir gerçektir.

    Buna göre, basit ve kısa vadeli bir çözüm önerisi ile çağrımı birleştirmek istiyorum.

    Öneri, bir çeşit “Kamu Alımları Ombudsmanı” oluşturulmasıdır.

    Buna göre, kamu alımlarındaki haksızlıklardan yakınan kuruluşların ortaklaşa finanse ettikleri bir “Kamu Alımları için Şikayet Bülteni” çıkarmak ve bu bültenin giderek bir Ombudsman Kurumu gibi çalışmasına doğru yol alınmasıdır.

    Temmuz 1993

  • NETWORKING

    Türkçe’ye tam çevirmek yerine anlamını yansıtmaya çalışmanın daha doğru olacağı bir deyim “networking” dir.

    “Şeyler arasında bir ilişkiler ağı oluşturmak” şeklinde uzun, ya da kısaca “ağ oluşturma” denilebilecek bu deyim, çağımızın belki de en çok kullanılmakta olan ve giderek de daha çok kullanılacak olan kavramlarından birisidir.

    Bu, ülkemiz gibi devletin aşırı ölçüde büyüdüğü (irileşme) hallerde özellikle yararlı olabilecek bir kavramdır. Networking yalnız devlet idaresinde değil sanayide de kullanıma girmiştir.

    Küçülürken büyümek ilk anda imkansızlığı çağrıştırıyor. Ama bu networking ile mümkündür. İster kamu ister özel kurumlar olsun, giderek daha geniş ürün yelpazelerine yönelmekte, daha geniş pazarlara yayılmakta, daha geniş bilgi kaynaklarına erişebilmektedir.

    Ama bunları yapabilmenin yolu büyümekten değil aksine küçülmekten geçmektedir. Çünkü, kurumların bizzat yaptıkları herşey o alanda bir daralma yaratmaktadır. Geniş alanlara yayılabilmenin çaresi bizzat yapmamak, yapanlardan sağlamaktır.

    Aynen, bir otomobil sahibi olan kişinin yalnız o arabaya mahkum olması, araç kiralama yolunu seçenin ise her an değişebilecek gereksinimlerine en uygun aracı kiralayabilme şansının olması gibi.

    Yurdumuzda geleneksel anlayış, “elimin altında olsun da ne olursa olsun” dur. Yurtdışındaki bilim adamlarımızı oralarda tutup bir network kurarak onlardan yararlanmak yerine Türkiye’ye getirmeye çalışmak, dışarıdan hizmet satın almak yerine herkesin bilgisayar merkezi kurması, fırınlar arasında rekabeti sağlamak yerine Halk Ekmek denilen garabetleri kurmak, hep aynı geleneksel anlayışın ürünleridir.

    Bu kavrama dikkat edilmelidir. Devleti küçültmek isteyen politikacının, sınırlı sayıda personelle geniş hizmet yapmak isteyen Belediye Başkanı’nın ve rekabet gücünü artırmak isteyen sanayicinin kullanacağı araç networking’dir.

    Ellişer kişilik Bakanlık ve Genel Müdürlükler, her biri dar bir konuda hizmet veren kendi işini kurmuş girişimcilerden hizmet alan küçük dev şirketler uzak değildir.

    Geleceğin Dünyası, her biri bir ayrı amaca hizmet eden, ama aralarındaki ilişkiler de sağlanmış binlerce network ten oluşacaktır.

    Devlet ancak böyle küçülebilir, sanayi kuruluşlarımızın rekabet güçleri ancak böyle artırılabilir.

    2 Ekim 2001

  • Halk avukatı (omsudsman)..

    Mayıs ayı içinde Mardit’te “Ombudsman Konferansı” toplandı.

    Batı ülkelerinde Ombudsman, Halkın Savunucusu, Hemşehri Avukatı gibi adlarla anılan bu kurum ülkemiz açısından yeni olmakla beraber pek de yabancı değildir. Hemen her gazetemizde yer alan “halkın köşesi, “halkın sesi” gibi sütunlar aslında benzer amaca yöneliktir.

    Tüm AGİK ülkelerinde ve ilaveten onun dışındaki bir kısım ülkelerde oluşturulmuş bulunan OMBUDSMAN kurumu, geçmişi itibariyle bazı ülkelerde (İsveç gibi) 200 yıllık bir geçmişe sahipken, bazılarında (Malta, Kanarya Adaları gibi) ancak 1-2 yıllık bir tarihe sahiptir.

    OMBUDSMAN bir yargı sistemi olmayıp, onun bir tamamlayıcısı durumundadır. Yasama, yürütme ve yargıdan ve de siyasi partilerden, liderlerden, kısacası kanaatleri sınırlayıp yönlendirebilecek olan tüm olası etkenlerden bağımsızdır.

    Ayrıca, başvurulması hemen hiçbir kayda bağlı değildir. Telefon faturasının mantık dışı kabarıklığını PTT idaresine anlatamayan vatandaştan, poliste kötü muamele gören bir yurttaşa ya da bir kamu ihalesinde önüne, bir “partiye gönül vermiş” kişinin geçmesinden yakınan (bunların hepsi tabii ki OMBUDSMAN kurumunun olduğu ülkelerde varolan uygulamalardır) kişilere kadar herkes, hiçbir bürokrasi olmadan hatta telefonla OMBUDSMAN’a başvurabilmektedirler.

    OMBUDSMAN’lar genellikle meclislerce, belirli bir süre için (5 yıl gibi) ve 2/3 çoğunlukla seçilmekte ve bu süre dolmadan yerinden alınamamaktadırlar.

    Böylece, anayasa güvencesi altında yüksek bir saygınlığa sahip olan bu kişiler, kendilerine bir ofis ve birkaç yardımcı (kalabalık bir kuruluş katiyen değil) oluşturmaktadırlar.

    Kavram olarak OMBUDSMAN, yasama, yürütme ve yargıdan tamamen bağımsız, herhangi bir yaptırım yetkisi bulunmayan, kendisine iletilen ya da kendince seçilen konularda hertürlü incelemeyi yapabilen, her türlü bilgiye serbestçe erişebilen ve vardığı sonuçları basın ve diğer kitle iletişim araçlarıyla kamuoyuna iletebilen bir kısım kişi(ler)dir.

    Bazı ülkelerde yargı sistemi ve ordu OMBUDSMAN’ın ilgi sahası dışında bırakılırken, bazılarında kapsam içine alınmaktadır.

    Yeni bir Anayasa yapma çalışmaları içinde bulunan Türkiye’de OMBUDSMAN kurumunun, örneğin (HALK AVUKATI) gibi bir ad altında oluşturulması son derece yararlı olabilecektir.

    Bu önerimi tüm siyasi partilere iletmiş bulunuyorum. Bu yazı ile de onların dışında kalan tüm kuruluşlara çağrı yapıyor ve yeni Anayasamızda yer verilmesi için “baskı grubu” işlevlerini yapmaya çağırıyorum.

    Haziran 1993

  • Bir yanlıştan diğerine yol vardır..

    Sorunlar Kimyası deyimi birçok şeyi anlatan bir deyim olabilir. Kimya biliminin temeli, 104 adet element’e ve bunlar arasındaki birleşmelerin kanunlarına dayanır. Benzer şekilde Sorunlar Kimyası’da, az sayıdaki sorun elementine (Kök Sorunlar) ve bunların çeşitli sorun bileşikleri (Hayalet Sorunlar) üretmelerini düzenleyen kurallara dayanır.

    Kimya biliminin yaklaşık yüz yıl içinde hangi ilkel konumundan bugüne geldiğine dikkat edilirse, bugün için henüz kuralları tam formüle edilememiş, elementleri belli olmayan hatta sorun elementleri kavramını dahi tam kabul ettirememiş Sorun Kimyası’nın da gelecek yıllarda daha gelişkin bir konuma kavuşacağını tahmin etmek pek güç değildir.

    Bu kimyanın bir kuralı, sorunların -ister Kök ister Hayalet olsun-, devamlı olarak kendi aralarında yeni bileşikler yaparak tepkimeye giren element ve bileşiklere benzemeyen yeni sorun bileşikleri yarattığıdır.

    Bu birinci kural pratikte, her türlü bozulmanın ya da düzelmenin olduğu yerde kalmadığını, bir çığ etkisi biçiminde daha kötüye ya da daha iyiye doğru ilerlediğini anlatmaktadır.

    Kimya’nın bir diğer kuralı ise, herhangi bir Hayalet Sorun’dan, bir diğerine mutlaka bir yol olduğudur.

    Bu kuralın pratikteki karşılığı ise, birbiriyle ilgisiz gibi görünen Hayalet Sorunlar arasında bir ilişki olduğudur. Örneğin, kentlerin aşırı kalabalıklaşması bir Hayalet Sorun, vatandaşın Güneydoğu’da terör örgütünün emirlerine uymak zorunda kalışı bir diğer Hayalet Sorun’dur. Ve ilk bakışta birinden diğerine bir yol -yani aralarında bir ilişki- yoktur.

    Halbuki, Sorun Kimyası’nın ikinci kuralı, bunlar arasında bir yol olduğunu söylemektedir. Gerçekten de, kentlerin aşırı kalabalıklaşmasının nedenlerinden birisi, “kentlerdeki kuralsızlığın çekiciliği” dir. Kuralsızlık ise devletin etkisizliğinin bir sonucudur.

    Diğer yandan Güneydoğu’daki vatandaşlarımızın terör örgütünün emirlerine uymak zorunda kalışı da devletin onları koruyamadığından yani devletin etkisizliğinden kaynaklanmaktadır. Görüldüğü gibi ilgisiz gibi görünen iki sorun arasında bir yol yani bir ilişki vardır.

    Bu örnek oldukça kolay bir örnektir. İki sorun arasındaki ilişki belki başka yollarla da görülebilir. Ama bütün sorunlarda bu ilişki bu kadar kolay görünmeyebilir. Bu nedenle de İkinci Kural, mutlaka bir yol olduğunu söyleyerek yol göstermekte, sorunu tahlil edecek olanlara cesaret vermekte, araştırılırsa ilişkinin mutlaka bulunacağını anlatmaktadır.

    Terör sorununu çözmeye çalışan toplumumuzda bu kuralları kullanarak çok önemli ipuçları elde edebiliriz.

    Terörle ilgisi yokmuş gibi görünen birçok sorunun terörün alt yapısını oluşturduğunu gördüğümüz gün bu belanın kalıcı çözümünü de bulmuş olacağız.

    27 Eylül 2001

  • Tecrübe, harcanan yıllar değildir..

    Üzerinde hiç konuşulmayan tabulardan birisi de tecrübedir. Birisi kendini öveceği zaman, övünmek istediği konuda kaç yıldır deneyimli olduğunu söyleyince akan sular durur. Kendini öven, onca yılı boşuna geçirmediğini, o süre boyunca konu üzerinde bilgi edindiğini, geliştirmeler yaptığını ve yapılmamış her ne varsa onları yapmaya yeterli ve yetkili olduğunu varsayar ve kendisinin dışında kimselerin yapamayacağını ve de yapmaması gerektiğini savunur. Dinleyenler, bu varsayıma genellikle inanmasalar da önemli bir nedenle çok inanıyormuş taklidi yaparlar.

    Çok inanıyormuş taklidi yapmanın yüzlerce türü vardır. Baş sallamak, ara sıra hı hı! demek gibi taklitler amatörcedir, karşı tarafı yeterince memnun etmez. Ancak çok darda kalınırsa kabul edilebilir. Daha profesyonelleri küçük sorular sorar, hatta itirazlarda bulunurlar. Ama övünen daima bir yol bulup, mesela saçlarının dökülme nedeninin seyrek yıkamakla ilgili olmayıp konu üzerinde çok kafa yormaktan ötürü olduğuna dinleyeni ikna eder. Daha doğrusu dinleyen ikna olmuş gibi yapar. Bunun sebebi, dinleyenin de hemen biraz sonra esas kendi saçlarının niçin beyazlandığını anlatırken, diğerinin esas sebep olarak eş dırdırını ortaya atıp önceki dinleyeni bozum etmemesini temin içindir.

    Ama aslında iki taraf da geçmiş yılların, iddia edildiği gibi mutlaka yararlanılabilecek örnekler (tecrübe) bırakması zorunluğu olmadığını pekala bilirler.

    Yıllar boyunca, yalnızca olaylara seyirci olmayıp, onları bir ölçüde yönlendirebilmiş olanların gerçekten çıkaracakları sonuçlar -ki tecrübe buna denilmelidir- çok değerlidir.

    30 yıl boyunca doğru mu eğri mi olduğuna kafa yormadan bir otomat sadakatiyle kendine verilen işleri yapmış olanlar da muhakkak ki saygıdeğer insanlardır. Ama gerçek anlamıyla tecrübeli değillerdir.

    Bu konuya değinmemin nedeni, bütün Dünya ile birlikte yaşanan değişim süreci içinde, ülkemizde bundan böyle sık sık sistem değişikliklerinin konuşulacağını düşünmemdir. Gazetelerde yer alan, cezaevlerinin özelleştirilmesi, bu çok sayıdaki sistem değişikliğinden yalnızca bir tanesidir. Yarın öbürgün denetimin (her türlüsü) özelleştirilmesini içimize sindirmek zorundayız*.

    Bu sistem değişiklikleri gündeme gelince kendilerinden en çok yararlanılacak olanlar tecrübeliler, en çok zarar verecek olanlar da harcadığı yılları tecrübe sananlar olacaklardır. Bürokrasiyi oluşturan irili ufaklı binlerce sistemin değiştirilmesi söz konusu oldukça, bu konularda kendini icazet vermeye yetkili sayanlar, bunları değiştirebilecek gerçek tecrübeli bürokratların en büyük ayak bağı olmuşlar ve halen de olmaktadırlar. Hele bu kişiler kazara çok yetki sahibi yapılırlarsa bu tam bir felaket olmaktadır.

    Benim her iki kesimden de ricalarım olacaktır: Gerçek tecrübeliler, deneyimlerinden başkalarını yararlandırabilmek için lütfen ellerinden geleni yapsınlar.

    Diğerleri de, kendilerini ve başkalarını kandırmaktan vazgeçip, kenarda oturup anılarıyla vakit geçirsinler. Bu da önemli bir hizmet olacaktır. Hoşça kalınız.

    26  Eylül 2001

  • Sorun çözme yeteneğimiz ve Kürt sorunu !

    Sorun nedir?

    Bu soru yanılıtıcı olabilir. Bir sorun’un ne olduğu ile o sorun’un dışavurumlarının birbirinden tamamen farklı olduğunu herkes bilir. Ama, sorun’un ne olduğunu tanımlamak yerine, onun semptomlarını sıralamak çok daha kolay ve de somut olduğu için çoğu zaman sorunu tanımlamak yerine dışavurumlarından örnekler verilir. Örneğin “trafik sorunu“nu tanımlamak yerine, “her yıl bir savaştaki kadar insanın ölümüne yol açan olaylar” tanımlaması çok daha doyurucu değil midir?

    Doyurucudur da kime göre?

    Sokaktaki insan uzun açıklamalardan, birbirine girift bağlantılı açıklamalardan hoşlanmaz. Ona mutlaka beş duyusundan en az birisine (mümkünse dokunma duyusuna) hitap eden bir kanıt göstermek gerekir. “Aha bak, kamyon sollamış o da otobüsün altına girmiş on kişi de gördüğün gibi ölmüş!” kadar net bir açıklama idealdir. Ama sorunu gerçekten anlamak isteyen kişiler için böylesine bir kanlı-canlı örnek pek az şey ifade eder. Çünkü bu tür tanımlamalar insan sayısı kadardır ve hepsi de alabildiğince özneldir. Örneğin, Kürt sorunu olarak dile getirilen ve “terör ve teröre destek olabilecek eylemler“, “ayrılma tehdidi“, “iç savaş çıkarma tehdidi“, “dış tehditle mücadele için tasarımlanan silahlı kuvvetlerimizin işlevinin değişip kendi yurttaşlarının çoğunlukta olduğu bir karışımla mücadele etmesi“, “çok sayıda yurttaşımızın ne kendi dillerini ne de ana dillerini tam bilememeleri ve bunun yarattığı kültürel sorunlar“, “her Kürt kökenlinin potansiyel ayrılıkçı sayılma eğiliminin yarattığı haksızlığa uğramışlık psikolojisi” gibi semptomların hiç birisi tek başına sorunu tanımlayamıyor. Nitekim medyadaki tartışmaların her birisinde ayrı argümanlar üzerinde durularak yapılan Kürt sorunu tanımları da bu tanım kargaşasına işaret ediyor. Bu durum net olarak şunu gösteriyor: İnanılması güçtür ama Kürt sorunu tanımlanmış bir sorun değildir! Bunun başlıca doğal sonucu, soruna paydaş olanların her birisinin ayrı tanımlar yapması ve o tanımlar uyarınca “önlemler” almasıdır. Yani basit Türkçe ile karmaşa!

    Sorun tanımlamak bir tekniği gerektirir!

    Teknoloji genellikle bu tür olgular için kullanılan bir sözcük değil; fiziki nesneler ya da onlarla ilgili süreçler için kullanılıyor. Ama eğer, örneğin kumu cama çevirme süreci için teknoloji kavramı kullanılabiliyorsa, bir sorunu semptomlarından ayırarak tanımlayabilme süreci için de kullanılmalıdır. O halde teknoloji transfer edelim gitsin! Bir zamanlar ünlü bir sanayicimiz, Türkiye’nin teknoloji üretmekteki zaafiyetine karşı “parayı bastırır teknolojiyi alırsın” derdi. Kendisinin de hazır bulunduğu bir konferansta, teknoloji transferinin futbolcu transferine benzemediği, para vererek alınabilen teknolojinin ancak rekabet gücü düşük teknolojiler olacağı, zaten böyle olmaması halinde de teknoloji üreten ülkelerin bunu sürdüremeyeceği, sürdürebilmeleri için kurnaz ama saf uluslara ihtiyaç olduğunu anlatmıştım. Gerçi futbolcu transferlerinin de aynen böyle olduğu sonradan anlaşıldı. Milyon dolarlık ayaklar, güneşli ve rahat bir emeklilik ülkesine akın edip geliyorlar. Onları birer teknoloji olarak transfer edenler ve -özellikle de- transferlerine aracılık edenler çok memnunlar; tek kusurları işe yaramamaları. Aynen “para bastırılıp transfer edilen teknolojiler” gibi. Sorun tanımlama olarak adlandırdığımız teknoloji aslında Sorun Çözme Yeteneği [1] adı verilebilecek daha üst ve bir dizi teknolojiden ibaret bir kültürdür.

    Kültür -kolay- transfer edilebilir mi?

    Farklı kültürlere sahip insan toplulukları arasında kültür değişmeleri olduğunu, bunun bazen iyiye bazen olumsuza doğru aktığını biliyoruz. Aynı bir ulusun içinde ya da farklı uluslar arasında çeşitli konularda kültürel akımlar olabilmektedir. Bu akımların yön ve şiddetini, ardındaki ekonomik itme gücü (ve onun da ardındaki güç türleri) belirliyor. O halde, bir toplum içinde birilerinin farkına varıp da “bizim bu kültüre (yani yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne) ihtiyacımız var” demesi bir kültür akımının doğmasına yetmiyor. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu ya da cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki bu tür “kültür reformu” girişimlerinin genelde başarılı olamayışının nedeni budur[2]. O halde, yüksek sorun çözme yeteneği ihtiyacımızın yaygınlaşması zorunluğunu bir an için kenara bırakıp, önemli bir sorunumuzu iyi tanımlayabilmek için o kültürün bir tekniğini -ağızdan dolma tüfek gibi- kullanmaktan başka bir çare kalmıyor. Sorunu tanımladıktan sonra nelerin nasıl yapılacağı konusunda yine yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne ihtiyaç olacağının altını çizmekte yarar var.

    Bir sorun tanımlama tekniği: “İstendik ve istenmediklerin netleştirilmesi

    Genelde sorunlarımıza, özelde ise Kürt sorununa bakıldığında görünen, talep olarak ortaya koyulan argümanların -bilinçli ve/ya bilinçsizce- buğulu ifadeleridir. Örneğin “dilini konuşabilmek” açık gibi görünmesine karşın buğulu bir ifadedir. İfadenin bir ucu, “kendimi ifade etmem gereken yerlerde ana dilimi özgürce kullanmak, bu amaçla da dilimi öğrenmek istiyorum” iken, diğer ucu “devletin ana dilini benimsemiyorum” gibisinden bir net başkaldırıya kadar uzanıyor. Benzer şekilde özerklik talebi de beyazdan siyaha kadar uzanabilecek bir belirsizlik şerididir. Yerel yönetim bağlamında bilinen özerklik tanımından, bir coğrafi bölgenin doğal kaynaklarının da özerk idare tarafından tasarrufuna kadar uzanabilir. Diğer yandan, “milletiyle bölünmez bütünlük” gibi bir deyim örneğin bir edebi eserde anlamlı olabilirken, böylesi bir sorun çözme ortamında yine herkesin kendi meşrebine göre anlam yüklemesine yol açar. Bu ve benzeri belirsizlikler, her niyet sahibinin, üzerine kendi niyetlerini bindirebileceği birer taşıyıcı olduğu için iç ve dış kaynaklı manipülasyonlara da son derece açıktır. İşte bu durumda, taleplerin -gerekirse çok sayıda, basit ama net ifadeli [3]– “istendik ve istenmedikler“e dönüştürülmesi bu buğulu ortamı büyük ölçüde ortadan kaldırır.

    Sorunu tanımlamayı kimler istemez?

    Cevap kolaydır: Her kim ki bu buğulu ortam içinde, içine niyetlerini gizleyebileceği ve de zamanı geldikçe yavaş yavaş -alıştıra alıştıra- ortaya çıkaracağı ifadelerle taleplerini dile getiriyor ya da o talep sahiplerini savunuyor ise onlar tabii ki bu taşıyıcı ortamın netleşmesini istemezler. Örneğin “siyasi çözüm” olarak ifade edilen ama sahiplerinin israrla tanımlamaktan çekinip, yuvarlak laf kalabalığı ile geçiştirdikleri “talep” bu tanımlama isteksizliğine bir örnektir. Yazılı ve görsel medyada sık sık rastladığımız, buğulu talep ifadelerine bir de böyle bakılmalıdır. Bu durumda Kürt sorunu nedir? Bir soruna ait şikayetleri, talepleri, semptomlarını alt alta sıralayıp, sonra da bunları bağırarak tehditler eşliğinde dile getirerek sorun tanımlanamaz. Toplumumuzu oluşturan çeşitli kesimler ve bireyler, Kürt Sorunu konusunda birçok yakınma, talep ve çözüm önerisinden oluşan bir küme ile karşı karşıyadırlar ama sorunun ne olduğunu ancak herkes kendi kendine tanımlamaktadır. Ortaklaşa tanımlanmamış bir sorun çözülebilir mi? Bu garip bir durumdur ama Kürt sorunundaki durum tam olarak budur. Hatta buradaki “ortaklaşa” kavramının zımnen içerdiği “paydaşlar”ın kimler oldukları dahi tam olarak belirlenmemiştir; sadece tahminler vardır. “Bu Sevr’in yeni tür dayatmasıdır“, “kafamıza çuval geçirenlerin niyetleridir“, “Şark meselesinin uzantısıdır“, “İmralı’daki böyle istiyor” vb gibi. Peki sorun nasıl tanımlanacak? Bir sorunu çözmenin onlarca yolu olabilir. Ama çözememenin tek ortak nedeni, sourunun varlığının kabul edilmeyişidir. Şu kabul edilmelidir ki, Kürt sorunu ile yatıp kalkanlar dahi, en önemli sorunun, Kürt Sorunu’nun tanımlanmayışını bir sorun -hem de en önemlisi- olarak görmemektedirler. İlk adım, bunun tam anlaşılması olmalıdır. İşin en az yarısı budur. İkinci adım, birilerinin -kimler olursa olsun- ortaya, adına Çalışma Listesi denilebilecek (müsvedde, geçici) bir “istendik / istenmedikler” listesi koymasıdır. Tabii ki değer iletişimi[4] ilkesine uygun hazırlanmak kaydıyla.

    İstendik ve istenmedikler için geçerlik testi…

    Listeye girecek her ifade, ancak ve yalnız “bir” şeyi ifade etmeli ve herkesçe aynı anlaşılabilmelidir. Bunun için çeşitli testler geliştirilebilir. Paydaşların üzerinde anlaşabileceği bir test en doğrusudur; ama örnek olması için şöyle birkaç test de önerilebilir:

    • Rastgele 10 kişinin yaklaşık olarak aynı şeyi anlaması,
    • İstendik veya istenmedik ifade için “bu niçin önemlidir?” sorusuna verilebilecek cevap, temel insan haklarından birisi ile buluşmalı.
    • Doğrudan buluşamadığı takdirde verilecek cevap için tekrar “bu niçin önemlidir?” sorusu sorulmalı.

    Bu çevrim üç kere döndükten sonra hala bir temel insan hakkına net olarak ulaşamamışsa listeden çıkarılmalı ya da -eğer israr ediliyorsa- yeniden ve farklı biçimde ifade edilmeli.

    Listeyi kimler hazırlayacak?  

    Bu listeyi kimin hazırlayacağı değil, kimlerin ne katkılar yapacağı önemlidir. Soruna paydaş olabileceği düşünülen kimler varsa (birey ya da kurum) katılarak listeye eklemeler yapılması özendirilmelidir. Tekraren belirtilmelidir ki, listeye ekleme yapmak isteyenler muhakkak sorundan etkilenmeli ya da sorunu etkileyebilmeli, yani gerçekçi bir temsil kabiliyeti olmalıdır. Listedeki kimi istendik / istenmediklere katılmayanlar da kendi tercihlerini yazabilirler. Böylece, bir bölümü birbiriyle çelişen çok sayıda istendik / istenmedik içeren bir liste ortaya çıkacaktır. Bu haliyle doğrudan sorunun çözümünü sağlamaz ama iyi bir “ilk adım”dır. Bundan sonraki adım eliminasyon adımıdır. Kritik adım burasıdır. Elemeyi yapacak paydaşlar (sorundan etkilenen ve sorunu etkileyenler) üzerinde mutlak bir uzlaşı bulunmak zorundadır. Ayrıca bu uzlaşının taktik nedenlerle ileri sürülen göstermelik bir uzlaşı olmaması, tüm paydaşların bu konuda ikna olmaları gerekir. Eleme adım adım yapılır. Şöyle bir sırayla yapılacak bir eleme, sorun’un giderek daha belirginleşmesine (yani tanımlı hale gelmesine) götürecektir:

    • İşe yaramayacağı (etkisizliği, önemsizliği vb) belli olanlar elenir,
    • Paydaşlardan herhangi birisinin, temel değerleri ve ilkeleri nedeniyle kesin olarak reddecekleri elenir,

    Bu iki adımdan geri kalanlar, üzerinde çalışılarak gruplanmaya ve sorunu tanımlayacak hale getirilmeye çalışılır. Böylece tanımlanan sorun mutlaka çözülebilir mi? Çözülüp çözülmeyeceği bilinemez, ama en azından sorun’un ne olduğu tam olarak belli olur.

    31 Mayıs 2009

    [1] https://tinaztitiz.com/3124/sorun-cozme-kabiliyeti-yukselebilir-mi/

    [2]

    [3]

    [4]

     

  • Sorun nedir?

    Son ÖSS sınavına katılan 1,643,000 kişiden 30,000 kadarı sıfır puan aldı. Bu durum medyada epey eleştiri  konusu oldu ve eğitim sistemimizin çöktüğü belirtildi.

    Her eleştiri mutlaka 2 öğe gerektiriyor:

    1. Soruna konu edilen “mevcut durum” iddiası,
    2. O durum ile karşılaştırılarak sorun olduğu sonucuna varılan bir “referans durum” iddiası.

    Bir de zorunlu olmasa da “böyle giderse şöyle olur” gibisinden bir projeksiyon iddiası.

    Eşini “kuru fasulye böyle mi pişirilir” şeklinde eleştiren kişinin iki iddiası ve yaptığı projeksiyon:

    1. Pişirdiğin KF benim dediğim gibi olmamış.
    2. KF benim dediğim şekilde, pastırmalı ve kuyruk yağlı pişirilmeliydi.
    3. Eğer böyle devam edersen üzerine kuma alırım!

    Bu durumda ortadaki sorun KF odaklı gibi görünse de öyle değildir. Çünkü KF’yi pişiren eşin 3 iddiası da müştekinin iddiaları ile örtüşmemektedir. Nitekim:

    1. KF çok güzel olmuş, ama sen her yaptığımı eleştiriyorsun
    2. Annem de böyle pişirirdi,
    3. Böyle sudan sebeplerle kuma getirdiğin gün evi terkeder, seni mahkemeye verir, altından kalkamayacağın kadar nafaka ister ve seni süründürürüm!

    Burada bir sorun vardır ve sorun, tarafların sorunun tanımı üzerinde anlaşmaksızın iddialarını çarpıştırmalarıdır. Birisinin temel iddiası KF’nin iyi pişirilmeyişi, diğerininki ise her eyleminin benzer biçimde eleştirilerek kumaya alt-yapı hazırlanmasıdır.

    Ben 30,000 sıfır konusunun benzer şekilde tanımlanmış bir sorun olmadığı kanısındayım. Bugüne kadarki gözlemlerim eğitim sistemimizden yakınanların sorun tanımlarının birbirinden farklı olduğu, çünkü referans eğitim sistemlerinden temel beklentinin farklı olduğu yolundadır.

    Sorun’nun doğru tanımlanmasına ne engel oluyor?

    Muhtemelen birkaç nedenin bileşik etkisi var:

    • Eleştirel düşünme (critical thinking) yetmezliği. (Hemen işaret edilmesi gereken nokta, eleştirel düşünme’nin adının sık tekrarlanmasının, düşünme biçimimizin öyle olduğu anlamına -katiyetle- gelmediğidir).
    • Kuşkusuzluk (yürektenlik, ezber). Aklına gelenleri mutlak doğru sanma ve her sorunun, aklındaki yaklaşımlara uyulmaması sonucunda doğduğuna inanılması.
    • Sürüklenme. Rol model kabul edilebilecek kişi ve kurumların açıklamalarına, yaklaşımlarına kapılarak bireysel düşünmenin askıya alınması.

    Bunların dışında başka nedenler de bulunabilir. Ama bu üç nedeninin başlıcaları olması olasıdır.

    2002 yılında “Eğitim Sistemimiz Başarılıdır”  başlıklı bir yazı yazmıştım [1]. Yazıları tam okumayıp mutlaka yanlış bulmayı kendine görev edinmiş kimi okurlarım eğitim sistemimizin başarılı sayılmaması gerektiğini açıklayan notlar göndermişlerdi.

    Şimdi tekrar sormak istiyorum: 30,000 sıfır puan ne demektir?

    Başlangıçta karikatürize bir örnekle açıkladığım 3 soruyu bu defa 30,000 sıfır konusunda ortaya koymak istiyorum. Amacım, gerçekten de üzerinde -hiç olmazsa bir derece- uzlaşı bulunan bir tanım olup olmadığını anlamak.

    Eğer böyle ortak sayılabilecek bir tanım varsa bu -ve tüm sorunlar- çözülür. Aksi halde, herkes kendi kendine sorun tanımlar, referans koyar ve gelecek projeksiyonları tanımlar.

    Birçok toplumsal sorunumuzdaki durum benzerdir. Tanımlanmayan sorunlar için sınırlı kaynaklarımızı tüketiyoruz. Herkes kendini haklı ve mağdur sayıyor. Kör döğüşü bu değil midir?

    Bu konuda sınırlı bir anket yaparak birkaç soruya cevap (ya da ipucu) bulmaya çalışacağım. Aşağıdaki sorulara birkaç dakikanızı ayırıp cevaplarsanız sevinirim.  Ama ricam, cevaplarınızın -evet hayır gibi değil ama- kolay değerlendirilebilecek şekilde kısa olmasıdır.

    İşte sorularım:

    1.     Eğitim sistemimizden temel beklentiniz nedir?

    2.     Şu adresteki bildirgeye [2], Şubat 2008 tarihinden bu yana erişilen birkaç onbin kişiden sadece 239 kişinin imza atmış olması nasıl yorumlanmalıdır?

    17 Temmuz 2009

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=568

    [2] http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67

  • Telekulak nasıl engellenir?

    Uzaktan algılama bir teknoloji ve üstelik çok da gelişkin bir teknoloji.

    Medyada sıkça yakınılan “bu kadar çok insan de dinlenir mi, ayıptır” ve de yargıtay’ın verdiği karara gerekçe olarak gösterilen, “herkesi izlemek olmaz“ı kolayca geçersiz kılabilecek gelişkinlikte bir teknoloji paketi.

    İçinde sadece bir tek sözcüğün geçtiği tüm iletişimi (telefon, e-posta, faks vb) izlemek, üstelik de hiç mahkeme kararı olmadan izlemek, hatta Türkiye sınırları dışından izlemek mümkündür.

    Nitekim 11 Eylül sonrası, içinde Guantanamo, terör, bomba, Ladin, ikiz kule gibi yüzlerce sözcüğün geçtiği e-postalar -hem de servis sağlayıcı aracılığıyla- izlenmişti.

    Bugünün gelişkin teknolojileri ortaya çıkmadan 40 yıl kadar önceleri, Sinop’taki ABD dinleme merkezinin şöhreti, “Rusya’daki askeri üslerdeki pilotların diş fırçalama seslerinin dinlenebildiği“ne kadar varmıştı.

    Ulaştırma Bakanı’nın “dinlenmek istemiyorsanız konuşmayın” önerisi belki yanlış formüle edilmiş olabilir ama kesin bir gerçeği dile getirdiği de unutulmamalıdır.

    Sözün kısası, sizi birisi izlemek isterse bunu yapabilir.

    Peki şimdi bir soru: İzleme işi epey çaba -ve tabii ki masraf- gerektiren bir uğraş olduğuna göre buna kalkışan(lar) bunu niye yapsınlar?

    İnternette virüs yayan hacker’ların çok çok küçük bir bölümünün zeki ama psikopat kişiler olduğu, geri kalan çok büyük bölümünün ise sipariş üzerine çalıştıkları biliniyor.

    Yazılım firmalarının -tabii ki hepsi değildir- kimi departmanları güvenlik yazılımları üretirken, başka birimleri de bu güvenlik duvarlarını aşabilecek virüs yazılımları üretiyor. Kuşkusuz bunun için her iki departman grubunun çok sıkı bir eşgüdüm(!) içinde çalıştıkları kolayca tahmin edilebilir.

    Açık kaynak kod uygulamasını yaygınlaştırmak isteyen kişi ve şirketlerin bir türlü -yeterince- yaygınlaşamayışının altında, güvenlik ve virüs yazılımını aynı anda üreten şirketlerin olduğu bellidir.

    Bu noktadaki sözün kısası, “bir malın, ancak alıcısı varsa üretilebileceği“dir.

    Bu basıt akıl yürütmeden görülebilen gerçek, izleme konusunda teknolojik önlem geliştirmek, yasaklayıcı mevzuat üretmek vb araçların işe yaramayacağı, sadece malın (izlemeye yarayan donanım, yazılım, işgücü vd) fiyatını artıracağıdır.

    Kritik nokta ise, malın müşterileridir…

    Müşteriler, alt etmek istedikleri kişi ve/ya kurumlara karşı koz üretmek peşindedirler [1]. Bir diğer deyişle, birbirini alt etmek isteyen taraf sayısı arttıkça müşteri sayısı artacak, müşteri arttıkça mal sağlayıcı artacak, mal sağlayıcılar dönerek yeni pazarlar üretebilmek için pazarlama faaliyetine girişecekler ve kendini besleyen bir döngü oluşacaktır.

    Bu süreci önce azaltıp sonra da durdurmanın çaresi, herhangi bir konuda birbirini alt etmenin tek mümkün yolunun, yargılarına güvenilen bir hukuk sisteminden geçtiği anlayışının yerleştirilmesidir. Eğer, altetme aracı olarak kullanılan izlemenin bir alternatifi herkes tarafından kolay ve ucuz erişilebilir şekilde piyasaya sürülürse kim kimi niye izlesin. Bu alternatif, “hukuk”tur. Özgürlükler ve demokrasi de -iletişim özgürlüğü dahil- ancak böyle bir ortamda mümkün olabilir.

    Demokrasi ve hukukun birbirinin alternatifi olarak sunulduğu dikkate alınırsa izleme tırmanışının kök nedeni anlaşılmış olacaktır.

    Bu nokta üzerine yoğunlaşmak yerine, izlemeyi imkansız kılacak önlemlere kafa yormak abesle iştigal sayılabilir.

    5 Haziran 2008

    [1] https://tinaztitiz.com/dosyalar-2/#alegar

  • Darbe eğilimleri neyin göstergesidir?

    Her çözümlemenin vazgeçilmez ilk adımı “varsayımlarını ortaya koymak” ise, bu yazı konusunun da varsayımları işin başında belirtilmelidir. Buna göre:

    1. 27 Mayıs 1960’tan bu yana, mevcut hükümetleri indirmeye yönelik çeşitli eylem ve girişimlerin deklare edilmiş ortak yönlerinden birisi, “mevcut gidişata karşı demokratik düzeni tesis etmek” olmuştur. Yani -en azından söylem bazında-, bir sorunu çözmek amacı ileri sürülmektedir.
    2. Girişimlere karşı halk desteğinin düzeyi hakkında sağlam bir veri bulunmasa da, hiç birisine karşı ciddi bir halk tepkisi de olmamıştır. Hattâ birkaçında “ordu halâ ne bekliyor?” gibisinden sitemler de biliniyor.
    3. Gerek eylem ve girişim sahipleri gerekse pasif biçimde de olsa destekleyenler, gelir ve eğitim düzeyleri açısından toplumun orta ve üst katmanlarında yer almaktadır.

    Lütfen bu üç varsayımın da darbe yandaşlığı ya da karşıtlığı bağlamında değil, sadece bir dış göz soğukluğu ile yapıldığı dikkatten uzak tutulmasın.

    Şimdi bir soru!

    Toplumun -halk deyimiyle- aydın denilen kesimi, sorun olarak gördüğü bir duruma karşı darbeden başka çözüm yolu niçin düşün(e)memektedir?

    Olası yanıtlar!

    • Darbe, en kesin sonuçlu ve en hızlı sorun çözme (SÇ) yöntemidir,
    • Darbe, yapanı riske eden, pasif destekçilerine ise zarar vermeyen bir SÇ yoludur,
    • Darbe tembel işidir, ben otururken başkası -benim yerime- yapar,
    • Darbe olursa bana da ikbal yolu açılabilir,
    • Benzer durumlarda yine darbe düşünülmüştü,
    • Darbe dışında başkaca SÇ yolu olmadığı yolunda beyin yıkama yapılmıştır,
    • Darbe dışında başkaca SÇ yolu yoktur,
    • Akla gelmeyen başka nedenler.

    Gerçek -muhtemelen- bunların bir bileşimidir, ama!

    En az yüzbinlerle ölçülebilen sayılar içinde kuşkusuz bu seçeneklerin her birini benimsemiş kişiler vardır. Ama bunlardan birisi vardır ki, iddiam, onun 1 numara olduğudur. O da, “darbe dışında başkaca SÇ yolu olmadığına inanmış olmak“tır.

    Her toplumun bir SÇ profili vardır…

    Gündelik yaşam mücdelesi içinde olan nüfusun büyük bölümünü dışarıda tutup, aydın adı verilen kesimin çeşitli sorunlarını hangi yollarla çözdüğü “SÇ profili” olarak adlandırılabilir.

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın [1], bir süredir, üniversiteli gençler arasında yürüttüğü bir ankette şu seçeneklerden birisinin işaretlenmesi isteniyor:

    Sizce iş bulmada en önemli özellik nedir?

    • Güçlü ilişkileri olan iyi referanslara sahip olmak,
    • Çok iyi bir üniversiteden mezun olmak,
    • Çok çalışkan olmak,
    • Çok düşük ücrete razı olmak.

    Bu ankete şu ana kadar katılan 410 kişinin %62’si birinci seçeneği işaretliyor. Düz Türkçe’de torpil adı verilen bu SÇ yöntemi, küçük de olsa söz konusu profil hakkında bir fikir veriyor.

    Profilin sayısallaştırılmamış, ama gözlemlerimizle doğrulanmakta olan şekli hakkında fikir verebilecek, ağırılkla kullanılan SÇ yolları şunlar:

    1. Sorunun köklerini önce anlamaya sonra da ortadan kaldırmaya yönelik olmayan (irrasyonel) yollar kullanmak:

    • Yakınmak,
    • Sorunu görmezden gelmek,
    • Sorun olmadığını savunmak,
    • Tevekkülle sorunu kabul etmek,
    • Sorunun dile getirilmesini önlemek,
    • Sorunu, bir başkasının sorunu haline getirmek,
    • Sorunu çözebilecek birisini aramak,
    • Yasa ve/ya ahlâk dışı yollar kullanmak,
    • Sorunun kökleri yerine hayaletleriyle uğraşmak [2],
    • Yatıra rüşvet vaat etmek,
    • Zor veya şiddet kullanmak,

    2. Nadiren ise rasyonel yöntemler kullanmak.

    Buna göre darbeler, SÇ profilimizin “zor veya şiddet kullanarak sorun çözmek” kategorisine girmektedir. “Zor veya şiddet kullanmak” kuşkusuz bazı hallerde bir SÇ yöntemidir. Ülke savunmasında, içteki düzenin sağlanmasında -diğer yollar tüketildikten sonra- zor veya şiddet kullanmak gerekebilir. Toplumumuz açısından mesele, bu SÇ aracının “başka seçenekler bulunmasına karşın tercih edilen başlıca SÇ aracı” haline gelmiş olmasıdır.

    Örneğin, birkaç darbenin gerekçesi olan “dine dayalı toplum yaşamı tasarımı” sorununun çözümü için en etkili yol, bu soruna yol açan “ezbere dayalı eğitim sistemi” ve onun okul dışı yaşamdaki karşılığı olan “sorgulama yerine inanca dayalı karar verme geleneği” ile mücadele iken, ~15 milyon nüfuslu eğitim sınıfının (öğrencisi, öğretmeni, yöneticisi, politikacısı) ve ~30 milyon nüfuslu öğrenci velisi kesiminin tavan köşesi seyreder aymazlığı, sonra da “bu ordu ne güne duruyor?” diye gaz vermesi ahmaklık değilse nedir?

    Ve Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK)?

    Bu resmin işaret ettiği hastalık, “toplumumuzun SÇK’nin yetersizliği“dir. Canlıların bağışıklık sisteminin toplumsal alandaki -tam- karşılığı SÇK’dir. Bu tanı aydın kesim tarafından anlaşılmadan, toplumsal bağışıklık sistemi zafiyetinin çeşitli sonuçları ile uğraşmak hayaletlerle boğuşmak gibidir. Hele hele bu sorunlarla başa çıkabilmek için darbe yönteminin kullanımı, gölge yoketmek için insanın kendini yakıp yoketmesi kadar akıl dışıdır.

    SÇK ve Çığ Etkisi!

    Ne olup da toplumumuzun SÇK böyle zafiyete uğramıştır? Hemen her sorunun (keneler dahil J) değişmez nedenlerinden birisi olarak ileri sürülen dış mihraklar mı tezgahlamıştır?

    Bunu anlamak için “bozulmanın ve düzelmenin çığ etkisi” denilebilecek bir olgunun kavranmasına ihtiyaç var. Buna göre, bir sistem -herhangi bir nedenle- bozulmaya yüz tuttuğunda bir müdahalede bulunulmaz ise giderek daha çok bozulur; aksine, düzelmeye başladığında ise daha da gelişir.

    Sorunlarını akılcı yollarla çözme kabiliyeti yüksek olan toplumlar, o sorunlara yol açan nedenleri giderecekleri için aynı sorunlarla daha seyrek karşılaşırlar ve SÇ süreçleri boyunca edindikleri bilgi ve deneyimlerle SÇ kabiliyetleri giderek artar.

    SÇK düşük toplumlar ise kök sorunları anlama ve giderme için gereken SÇ araçlarına sahip olmadıkları için sadece ezbere belledikleri araçları kullanmaya devam ederler. Bu araçlar kökleri gideremediği için bir yandan sorunlar büyüerek ve şekil değiştirerek devam eder, bir yandan da SÇK gelişmediği için giderek zayıf düşerler.

    SÇK azalmış toplumların ise giderek daha çok sorunla karşılaşacağı ve sonunda Toplumsal AIDS denilebilecek bir onulmaz hastalığa yakalanacakları kolayca görülebilir.

    İster bilerek kapmış olsun, isterse doğum sırasında anneden geçmiş olsun henüz AIDS’e çare bulunmadı; toplumsal olanına ise belki de hiç bulunmayacak.

    15 Temmuz 2008, Salı

  • Bayraktepe, varsayım zincirleri ve “A sınıfı açıklama”!

    Kamuoyunda Aktütün Karakolu olarak bilinen Bayraktepe Baskını, terör konusunda rastgele bir örnek olsa da, tamamen farklı alanlarda benzer yaralayıcılıkta olaylarla sıkça karşılaşıyoruz.

    Bu olayların tümünün ortak yanı, bu konularda akıl fikir yürütmek durumunda olanların çoğunluğunun –birbirleriyle tam aksi görüşleri savunanların dahi-  açıklama metodolojilerinin benzerliğidir.

    image0022-e1391089344743

    Burası “özgür varsayımlar” ülkesidir:

    Bir paradigma oluşturacak kadar belirgin çizgili bütün bu açıklamaların başat özelliği, ardarda sıralanmış bir dizi varsayıma dayalı olmalarıdır.

    Yukarıdaki şemada, Bayraktepe olayına etkisi olabilecek öğelerden bir bölümü görülüyor.

    Kuşkusuz bu şemada sıralanan seçeneklerin her birinin sonuç üzerinde az ya da çok etkisi olabilir. Ama bir ABC sınıflaması [1] yapılırsa bunların %80 dolayındaki bir bölümü A sınıfının dışında kalacaktır.

    İkinci nokta, sonuç üzerine etki yapabilecek 50,000’i aşkın bileşimin belirgin bir çizgiyle ikiye ayrılmakta olduğudur:

    1. Belirli stratejik amaçları gerçekleştirmek amacıyla sürekli ve etkili bir sistem uyarınca eylemleri planlayıp uygulayan(lar),
    2. Yürümekteki bir sürecin ardına –zaman zaman- takılarak taktik amaçlar peşinde koşanlar.

    Bu iki grup etmen, meselelere belirli ilkeler uyarınca bak(a)mayan kimseler açısından son derece içiçe girmiş ve bir o kadar da spekülasyon üretmeye uygun bir resim ortaya çıkarıyor. Örneğin bir köşe yazarı, her gün bu etmenlerden beş-altı tanesini seçip, kendi içinde tutarlı spekülasyonlar üretebilir.

    Ama birkaç küçük(!) eksik vardır:

    • Olayı açıklamada –örneğin Bayraktepe- kullandığı varsayımların A sınıfına ait olup olmadığı,
    • Kullandığı varsayımların geçerlik dereceleri hakkında –hedef kitlesinin duygusal eğilimleri, takıntıları, temennileri, beklentileri ve kişisel tahminleri dışında- bir kanıtı bulunmayışı,
    • Birden fazla sayıda varsayımın peşpeşe dizilmesi halinde bileşik geçerlik düzeyinin son derece hızla azalacağı, ama bu yolla açıklanamayan hiçbir olayın da kalmayacağı gerçeğinin ıskalanması.
    • Örneğin, %80 düzeyinde emin olunan bir varsayımın peşine yine aynı güvenilirlikte varsayımlar dizilirse bileşik güvenilirlik şöyle olur:

     

    Şimdi bir soru akla gelebilir:

    Her varsayımın kanıtı aranacak olsa hiçbir sorun için akıl yürütülemez. Spekülasyon da bir açıklama yolu değil midir? Böylece olayları bütün yüzleriyle gözden geçirmiş olmaz mıyız?

    Evet doğrudur, böylece bir olay tüm olası yönleriyle gözden geçirilebilir. Ama, bütün bu yönler akla gelebilecek her şeyi kapsadığı ve de böylece hemen herkesi tatmin edebilecek bir açıklama seçeneği bu bulamaçın içinde yer alacağı için, üzerine gidilmesi gereken “A sınıfı açıklama” yapılamaz, yapılmasına ihtiyaç da duyulmaz.

    Her teori varsayımlara dayalıdır ama!

    Kuşkusuz teoriler de varsayımlar çevresinde oluşturulur. Bir teorinin ileri sürülmesinde kullanılabilecek varsayım sayısının bir sınırı da yoktur. Tek koşul, teorinin olabildiğince çok sayıda olayı açıklayabilmesidir; sadece bir olayı açıklayabilen, bir başka olayda varsayım değiştirmek zorunda kalınan bir teori geçerliğini yitirir.

    Sadece bu son olayda değil, bundan evvelkilerde de çeşitli kalem ve ağızlar yoluyla ortaya konulan resmi, yarı resmi, gayrı resmi açıklama, yorum, analiz vb çözümlemelerdeki varsayımlardan hatırladıklarım şunlar:

    • Türkiye’nin güneydoğusunda –şu anki petrol fiyatları karşısında çıkarılması kârlı olmayan-, katı petrol rezervleri terörün başlıca nedenlerindendir,
    • İnsan hakları, demokrasi vb kavramların yükseldiği, iletişimin son derece kolaylaştığı bu çağda terör, klasik savaşların yenilenmiş bir şeklidir. Dolayısıyla terör diye bir olgu yoktur, belli amaçlarla açılmış ve ülkelerin birbirlerine karşı örtülü güçleriyle yürüttükleri savaşlar vardır; bu savaşlar birer “kozlar savaşı”dır. [2]
    • A.B.D. Güneydoğu’da bir Kürt devleti kurmak istiyor,
    • Su petrolden önemli oluyor, Batılı’lar su kaynaklarını ele geçirmek istiyorlar,
    • Irak petrollerini kontrol edebilmek için Türkye’nin GD’sunu ele geçirmek istiyorlar,
    • Küresel ısınma nedeniyle sular altında kalacak  veya buzul çağına girecek ülkelerden insanları Türkiyeye göç ettirecekleri için buraları ele geçirmek istiyorlar,
    • Lozan sırasında zaten bu işin rövanşının alınacağı yüzümüze söylenmişti,
    • Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen dış güçler komplo kuruyorlar,
    • Bor, toryum vb değerli maden rezervlerimizi ele geçirmek istiyorlar,
    • Kuzey Irak, Suriye, İran ve Türkiye’deki Kürtler birleşerek devlet kuracaklar,
    • Terör örgütü, sahip olduğu imkanları sürdürebilmek için terörü sürekli canlı tutuyor,
    • Kürt kökenli vatandaşlarımız PKK’yı desteklemiyor,
    • PKK sempatisi Kürt kökenli vatandaşlarımız arasında çok yüksektir,
    • Batı, islamlaşmaktan korkuyor; bu nedenle ılımlı islam icat edilmiştir. Türk-Kürt kavgası yoluyla Türkler ve aynı zamanda islam zayıflatılmak isteniliyor.

    Peki bu durumda Bayraktepe baskını’nın “A sınıfı açıklaması” nedir?

    Yukarıda bir bölümü sıralanan varsayımların hepsi birden gündemde tutulduğu –ve böylece her nabza uygun şerbet sunulduğu- sürece, belirli bir tehdit senaryosu oluşturup yeterli güçle üzerine gitmeye imkan yoktur.

    Nitekim, “terör magazini” şeklindeki medya haberlerinin en sonlarında –artık soracak soru kalmadığında-, “peki terör örgütü bu saldırıyı niye yapmıştır?” sorularının sorulması, bu “tanı dağınıklığı”nın bir göstergesidir.

    Yani, belki de son derece doğru bir varsayım üzerinde yoğunlaşabilmek için gerekli sorgulama yapılmadığı için –ki buna da terör ezberi denilmelidir- ne Dağlıca baskınının, ne Bayraktepe baskınının ne de Diyarbakır’daki bombalı saldırıların nedeni bellidir.

    Müteveffa başbakanlardan Bülent Ecevit’in, Öcalan’ın yakalanması üzerine söylediği, “niçin teslim ettiklerini bir türlü anlayamıyorum” sözleri de bu belirsizliğin bir diğer kanıtıdır.

    Kısacası, PKK niçin var? sorusunun cevabı olarak onlarca alternatif cevap vardır, ama “A sınıfı açıklamaya” esas tek cevap yoktur.

    Terör adını verdiğimiz çağımız savaş türü karşısındaki başarı düzeyimizin düşüklüğünün nedenine bir de böyle bakınız.

    9 Ekim 2008