• Devletin Bilişim Politikası yok!

    Devletin politikası ve devlet politikası..

    BT Haber Dergisi’nin 10-16 Temmuz 2006 sayısında, yeni kurulduğu bildirilen BİTİS (Bilgi ve İletişim Teknolojileri İşverenleri Sendikası) yetkililerine dayanarak verilen bir haberde, devletin bilişim politikası ve bu politikayı hayata geçirebilecek bir stratejisi olmadığı eleştirisi yer aldı.

    Benzer haberler hemen her sektöre mensup yetkililerce dile getirilir. Devletin turizm politikasının, eski eserleri koruma politikasının, eğitim politikasının vs olmadığı ve olması gerektiği dile getirilir. Hatta bunları söyleyenler arasında -ki tümünün demokrat kişiler olduğuna kuşku da yoktur-, geliştirilmesi istenilen bu politikaların birer “devlet politikası” olması gerektiğini şart koşanlar da epeycedir; diğerlerinin de belki akıllarına gelmediği için bu olmazsa olmazı unutmuşturlar (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=284).

    Gerçekten de olmayan bir politika vardır ama..

    Evet, koro halinde oldum olası bu eleştirileri geliştirenler haklıdırlar, ama o politikaları geliştirmeleri gerekenler bizzat kendileridir. Şöyle:

    1. Herhangi bir konudaki politika, o konudaki hayalet ve kök sorunların (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=218) analizine dayanan; bu sorunları ve/ya etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik ilkelerin ve araçların sistemik biçimde açıklanmasıdır.
    2. Bu politikalar standart formatlı birer belge haline getirilmediği sürece ilgili paydaşlarca bilinmesine, zenginleştirilmesine, ortak akılla zenginleştirilmesine imkan yoktur. Dolayısıyla politikalar yazılmalıdır. Bunları içeren belgelere Politika Belgesi (policy document) denilmesi adet olmuştur. Bunlardan bazıları kamuya açık (public open), bazıları gizli olabilir ama yazılı olmaları şarttır.
    3. Sınırlı imkanlarla sınırsız sayılabilecek sorunları gidermenin akılcı yolu o konuda bir politikaya -dolayısıyla da politika belgesine- sahip olmaktır.
    4. Diktatörlükle yönetilen ya da halkı diktatörlük yönetimlerine meraklı olan toplumlarda politikalar belge haline getirilmez; diktatör her sabah çeşitli konulardaki politikaları “düşünür” ve öğleden sonraları da “uygular”.
    5. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde ise konuların paydaşları, o paydaşların oluşturduğu sivil örgütlenmelerde (vakıf, dernek, sendika gibi) bir araya gelir ve konu hakkında belirli yöntemlerle ortak akıl üretirler ve bunu bir Çalışma Dokümanı (working document) haline getirirler. Sonra da bu belgeleri yasama, yürütme ve yargı kurumlarına vererek onların tercihlerinin de belgelere yansımasını sağlarlar. Böylece belgeler daha çok katılım içerir hale gelmiş olur.
    6. Devletin bu kurumlarına iletilen belgeler, birer istek ya da yakınma raporu, -meli/-malı tarzında ihale üsluplu belgeler değildir. Kaleme alanlar sadece kendi konularının (sektörlerinin) çıkarlarını değil tüm toplumun çıkarlarının sorumluluğunu taşıyarak yaratıcı çözümler oluştururlar.
    7. Devlet böylece bir politika belgesi taslağı edinmiş olur. Bunun düz Türkçesi, devlet, o konudaki ihtiyaç ve imkanların nasıl buluşturulacağına ilişkin konu paydaylarının ortak akıllarını bilmiş olur.
    8. Nihayet son katkılarla bu taslak bir politika haline gelmiş olur. Açık ise yayımlanır gizli ise gizlilik düzeyine göre sınıflandırılır.

    Esas sorulması gereken 3 soru:

    1. Turizm planlaması, eğitimi, eski eserler, kültür, istihdam gibi konularda hazırlanmış olduğunu bildiğimiz Politika Belgeleri vardır ve bunlar -zamanında- her türlü araçla duyurulmuştur. Bunlardan, “devletin politikalarının olmadığından” yakınan kurumların hiçbirisinin haberi niçin yoktur?
    2. Sorunlardan ve politikasızlıktan yakınan bunca meslek örgütü ve gönüllü kuruluş nasıl olabilir de bu denli basit bir sorun çözme aracını -ısrarla- göz ardı ederler?
    3. Demokrat elbiseli bizler nasıl bir diktatör bekliyoruz?

    Cumartesi, Temmuz 22, 2006

  • Fransa’ya ne yapmalı?

    Ermeni iddialarının reddini suç saymayı öngören yasa tasarısı nedeniyle, hemen hemen akla gelebilecek tüm önlemler(!) ileri sürüldü. Hatta Türkiye’de kaçak çalışan Ermenistan vatandaşlarının sınırdışı edilmeleri gibi akla ziyan -ve tam ters etki yapabilecek- düşünceler dahi gündeme getirildi.

    Bence bunlar bir bakıma da iyidir; toplumsal beyin fırtınası biraz da böyle oluyor. Beyin fırtınalarında ileri sürülen düşüncelerin alabildiğince özgür -hatta uçuk- olması istenen bir özelliktir.

    Bu ihtiyaç geneldir ve öyle kalacaktır..

    Konuyu sadece Fransa ve sadece Ermeni iddialarıyla sınırlı saydığımızda sorun daha bir kolay görünebilir. Her şeyin para olduğu ya da para birimince ifade edilebildiği günümüzde, örneğin büyük ihalelerden Fransa’nın dışlanması gibi önlemler -olmaz ya- belki kısa bir süre etkili olabilir.

    Peki diğer ülkeleri ve diğer sorunları ne yapacağız?

    Hollanda ve İsviçre başta olmak üzere diğer ülkelerde de aynı yolda yasalar çıkarıldı, çıkarılıyor; gerisi de gelebilir.

    İş bununla bitmiyor. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunu ayıran haritalar NATO toplantılarına getirilmek bir yana, örneğin dünyadaki futbol sahalarını gösteren bir internet sitesinde Türkiye parçalanmış olarak gösteriliyor.

    Fransız Ulusal Meclisinde alınan karara gösterilen ilk köpük tepkilerden sonra ilk somut deney, şeker bayramında Paris’e yapılacak turistik turların iptal edilip edilmeyeceği idi. Turizmcilerin söylediğine bakılırsa şu ana kadar herhangi bir iptal olmamış.

    Nişanları alırken sormak iyidir!

    Bir de YÖK başkanının geri verdiği liyakat nişanı var. Aslın da onu alırken sorması daha doğru olabilirdi.

    Bu satırların yazarına bir zamanlar, gitmediği bir beldeden bir ödül plaketi -postayla- gelmişti: “beldemizi ziyaretiniz nedeniyle onurlandık vs” gibisinden. Başkan aranıp da “sayın başkan ödüle teşekkür ederiz ama beldenize gelmedik, size de özel bir yararımızın dokunduğunu zannetmiyoruz, bu ödül biraz boşluğa düşmüyor mu?” denilince alınan cevap bu konuda bir içtihat olacak cinstendi: “nasıl olsa ya bir gün gelirsiniz ya da bize bir faydanız dokunur!”.

    Önlem 1: savaş ilanı

    Fransa’nın bu tutumuna karşı yapılabilecek olanlar sıralanınca etki ağırlığına göre şu gruplar ortaya çıkıyor: (1) Fransa’ya savaş açmak, (2) Şiddetle kınamak, (3) Mallarını boykot etmek (turlar dahil), (4) İhalelere sokmamak, (5) Elçilik kapısına siyah çelenk koymak, (6) Geleneksel öfkemizi göstermek, (7) vesaire.

    Bunlardan en etkili olanı kuşkusuz savaş ilanı ise de öldürülecek Fransızları gömecek yer bulmaktaki güçlükler nedeniyle pratik değildir.

    Şiddetli kınama, siyah çelenk gibi tepkiler kullanmaktan aşındığı için olmaz.

    Mal boykotu ise kendimizi ilaçsız, yedek parçasız ve işsiz bırakacağı için bumerang gibidir. Ayrıca da tüm ithalatımızı kessek bile Fransız dış ticaret hacminde ancak %1.5luk bir etki yaratabiliriz.

    İhalelere sokmamak ilk anda çok parlak görünse de şu soru sorlunca birden parlaklığı kaybolur: “Biz Fransa’yı ihalelere onlara yardım olsun diye mi yoksa ihtiyaçlarımızı iyi ve ucuz karşılama amacıyla mı çağırıyoruz?”..

    Geleneksel öfkemiz konusunda ise Batılıların dilinde şöyle bir söz var: “Türkler kızarlar ve unuturlar!”.

    Bu kısa akıl yürütmeden çıkarılabilecek basit sonuç şudur:

    Fransa -ve diğer güçlü ülkeler- Türkiye’ye karşı işlerine gelen ne muamele varsa yapabilirler -zaten de yapıyorlar-, biz ise işe yarar bir karşılık veremeyiz, veremiyoruz da.

    Ayrıca da hasmane tutum içinde bulunan ülke sayısı o kadar çoktur ki, yukarıdaki 7 önlemin hepsi dahi uygulanabilir olsa hepsine karşı önlem alındığında bir zamanların Arnavutluk’u gibi tek başımıza kalırız.

    Bu gerçek acı gibi görünse de en yararlı ipuçlarını içinde barındırıyor.

    Çünkü, işe yaramaz 7 maddelik önlemlere(!) güvenilmeye devam edildiği sürece başkaca bir önlem düşünülmesine gerek görülmeyecektir. Arabasındaki stepnenin patlak olduğunu bilmeyen sürücünün komik özgüveni gibi.

    Halbuki çaresizliğimizin farkına varabilsek düşünmeye başlayabiliriz.

    O halde öyle görünüyor ki ilk yapılması gereken (gerçekten stratejik), bu 7 çare önerisinin işe yaramazlığını kabullenmek, bunlardan ümidimizi -tamamen- kesmektir.

    İkinci yapılacak: dostluk diye bir şey yoktur!

    Türkiye’nin, parçalanma planları da dahil kendisine kurulan tuzaklara etkili önlemler geliştirebilmesi için bir koşul daha vardır: O da, uluslararası ilişkilerde o çok sözünü ettiğimiz “dostluk”un hiç mi hiç yerinin olmadığını idrak etmektir.

    Bugün, fırsat bulunsa ABD, İngiltere ya da Fransa’yı 1 gün içinde , hem de en yakın müttefikleri parçalarlar (Bkz. Şekil 1A, SSCB).

    Toplum ve devlet olarak içimize bu soğuk(kanlı)luğu yerleştirmemiz, 7 önlemi de unutmamıza (unlearning anlamında) yardımcı olacaktır.

    Fransa’ya karşı mutlaka bir şey yapılmak isteniliyorsa, bu gerçeği idrak etmemize yardımcı oldukları için içtenlikli bir teşekkür etmek gerekir.

    Öncelikle yapılacaklardan üçüncüsü, halkın önerilerinin tümünü dikkate alıp hiçbirisinin ardındaki kalabalığa itibar etmemektir. Yoksa, halkın heyecanı kolaylıkla karar vericilere sirayet edebilir.

    Bu üç idrakle aydınlanacak aklımız gerçekçi ve etkili önlemler geliştirmeye açık hale gelecektir.

    Türkiye’nin iç ve dış güvenliğinden sorumlu kurumları bir araya getiren bir organ vardır: Milli Güvenlik Kurulu – MGK.

    MGK, kimin elinde ne bilgi varsa tümüne erişme yetkisine sahip tek kurumdur. Bu kurum hemen çalışmaya başlayarak, yaklaşık 20 ülkenin birbirlerine karşı hangi kozları bulunduğunu incelemeye başlayıp, bunları sürekli güncel biçimde tutabilecek bir sistem kurmalıdır. (Koz temelli yaklaşım için bkz. http://tinyurl.com/bvu3yw5, http://tinyurl.com/brz2lv3)

    Ayrıca, yine bu andan başlayarak, tüm resmi, ticari, gönüllü, sivil ve askeri kişi ve kurumlar, “koz sistematiği” içine girebilecek, üstünlük ve/ya zafiyet sayılabilecek öğeleri derlemeye ve belirli bir merkezi kuruma aktarmaya başlamalıdır.

    Bu işin bir “kozlar savaşı” olduğu kavranabilmelidir..

    Bu tür belalarla uğraşabilmek için sadece Türkiye’nin tüm alanlardaki üstünlük (koz) ve zafiyetlerinin (karşı koz) bilinmesi, standardize biçimde depolanması ve belirli bir amaç için arandığında kolay erişilebilmesi yetmez.

    Başka ülkelerin de birbirlerine karşı tüm üstünlük ve zafiyetlerinin bilinmesi de gerekir.

    Bundan sonraki adım ise, Fransanın, ABD’nin ve diğer güçlü ülkelerin halen yaptıkları iş, yani “koz yönetimi”dir.

    Yeni dünya düzeni adı verilen kaotik düzen içinde eski düzenin araçlarıyla ayakta durulamaz..

    Yurtta barış dünyada barış” ortak ütopyamız olmaya layıktır; ama ona güvenerek herkesin de Türkiye’ye karşı barışçıl davranacağını varsaymak ancak safdilliktir.

    Şimdi artık her kişi ve kurum bilgilerini ortak bir “birim”e çevirebilmelidir. Bu yeni birimin adı “koz”dur (http://tinyurl.com/cssjbd2).

    Kozları iyi yönetebilenler varlıklarını sürdürebilecekler, diğerleri ise yem olacaklardır. Parçalanarak ya da bütün olarak yutularak.

    Ekim 18, 2006

    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Mikrofonlu büyük salonlar..

    TV’de zaman zaman yurt içi ve dışında, devlet yönetimleriyle ilgili çeşitli toplantılarına ait salonlar gösterilir. Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulu gibi organların çalışmalarının yapıldığı salonlar.

    Bir ara şöyle bir gözlemim oldu: Yüzölçümü küçük ülkelerin bu tür toplantılarının yapıldığı salonları da küçük oluyor. Örneğin İsrail Bakanlar Kurulu toplantıları öyle küçük bir salonda yapılıyor ki oturanlar neredeyse birbirine değiyor, karşılıklı oturanlar ellerini uzatsalar birbirlerine değiyor…

    Bir zamanlar Türkiye’de de Bakanlar Kurulu salonu öyleymiş. Ama herhalde o ülkenin küçüklüğünden ziyade parasızlığı ile ilgiliydi, büyük salon yapacak para yoktu.

    Krallık İngiltere’sinde karşılıklı oturanlar zaman zaman birbirlerine kılıçla saldırdıkları için masa genişliği iki kılıç boyu kadar yapılmış.

    Sonunda, gelişmiş ülkelerin, bu tür “etkili iletişim ve etkileşim[1]” gerektiren toplantılarını küçücük salonlarda yaptıklarına karar verdim.

    Artık, birbirinden neredeyse birer metre ara ile oturmuş, karşılıklı olarak aralarında yaklaşık beş metre bulunan, dolayısıyla da birbirini ancak mikrofon ve hoparlör sistemiyle duyabilen toplantı salonlarının, gerek “böcek güvenliği” gerekse “katılımcıların özgür fikir beyan etme motivasyonlarını yoketme” açılarından son derece yanlış olduğunu akıl edebilecek bir kişi arıyorum.

    Niye mi? TV haberlerindeki toplantılara bakınız anlarsınız.

    Cumartesi, Aralık 30, 2006

    [1] bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=18

  • Ben bunlara inanmıyorum!

    Din temelli tehdit yoktur!

    İrtica, teokratik devlet, çağdaş hukuk yerine şeriat ve bu tür tehdit iddiaları doğru değildir, olamaz da.

    Türkiye birkaç milyon nüfuslu, okumuşluk oranı düşük, birkaç kıytırık üniversitesi bulunan bir ülke olsaydı, bu tür tehditlerin kaynağını arayacak kişi ve kurum bulunabilme olasılığı çok düşük olurdu. Halbuki öyle değildir.

    70 milyon nüfusu, 80 üniversitesi, 83 yıllık cumhuriyet geleneği olan, Avrupa ülkelerindeki toplam vatandaşlarının varlığı birkaç Avrupa ülkesinden daha büyük Türkiye’de altını çizerek ifade ediyorum ki din temelli bir tehdit söz konusu değildir, olmamıştır, olamaz.

    Olmaz çünkü..

    Eğer böyle bir tehdit olmuş olsaydı, ilâç için birkaç kişi çıkar, ne yapar yapar sesini duyurur, bu tehditin kaynağının ancak ve yalnız tek olabileceğini mantıksal olarak gösterirdi.

    Böyle bir tehdit ancak tüm bireylerin düşünce sistemleri içinden -ya da beyinlerinin içinden bir yerlerin- “kuşku, sorgulama” bölgelerinin çıkarılması veya işlemez hale getirilmesiyle mümkün olabilirdi.

    Yani öyle olacak ki insanlar, önlerine tek ve mutlak doğru olarak her ne konulursa onun dışında gerçek olmadığına inanacaklar ve soru sormayacaklar. Böyle bir şey olur mu, olmaz.

    Kaldı ki 2.5ncu bir ihtimal olmasın!

    Öncelikle, 1/2’lik bir ihtimal bütün bu nüfusun -spreysiz filan- düz ahmak olmasıdır ki bu da -pek- düşünülemez.

    Meşum olasılıklardan birisi tüm ülkenin üzerine akılları kör eden bir sprey sıkılmış olmasıdır. Bu durumda uyanık kimse kalması ihtimali neredeyse sıfırdır.

    İkinci ihtimal bir “üstün akıl” ile karşı karşıya olmamızdır. Yani, bütün insanların akıl gözlerini kör edebilecek bir soft teknolojiye sahip bir kişi -ki ikinci bir kişi daha bulunamaz- vardır ve tüm melaneti o kişi planlamakta ve kör ettiği kişiler de sormaksızın bu melaneti uygulamak için çalışmaktadırlar. Bu durumda gerçekten bir şey yapılamayabilir.

    Peki din temelli devlete karşı olduğunu iddia edenlere ne demeli?

    Ben onların -en azından- samimi olmadıklarını düşünüyorum. Akıl fikir düzeylerini değerlendirme yetkisini kendimde görmüyor, dolayısıyla onlara böyle sıfatlar yapıştıramıyorum. Ama en azından içtenlikli değiller.

    Çünkü eğer içtenlikli olsalardı:

    Eğer bu tehdit algılamasında samimi olsalardı, din temelli eğilimlerin yaygınlaşabilmesinin vazgeçilmez tek koşulu olduğunu idrak ederler ve onun üzerine giderlerdi.

    O tek koşul, “kendisine söylenenleri sorgulamadan mutlak doğrular olarak kabul etmek ve herkesi o doğrulara zorlamayı görev edinmek“tir. Bu kabulden türetilemeyecek olan bir eğrilik gösterilebilir mi?

    Bu kavramın adı “ezber”dir. Türkçe olmayan bu sözcük (yürektenlik veya sorgulanamazlık) olarak çevrilebilir. İngilizce’de by heart, Fransızca’da par coeur, Farsça’da ezber; yani yürekten (ez=..den, ber= yürek, göğüs).

    Anlam kaymasıdenilen olgu nedeniyle mi yoksa bilinçli mi yapıldığı belli olmayan, dilimizde (bellemek) olarak karşılığı bulunan ve sorgulamamak ile bir ilgisi bulunmayan kavramın yerine sorgulamaya kapalı olan (ezber)in nasıl geçtiğidir.

    Ezber her tür militan yetiştirmenin etkili aracıdır..

    Tüm okul, aile ve toplum kurumlarının sıkı sıkıya sarıldığı, eğitim sınıfımızın İSTİSNASIZ anlamadığı, en çağdaş görünümlü okullarımızın en etkili biçimde uyguladığı ezber kavramı, herhangi bir konuda radikal militan yetiştirmenin en etkili yöntemidir. İster etnik, ister dini, isterse siyasal ideolojiler olsun, ihtiyaç gösterdiği insan tipi tektir ve o da “sorgulamayan insan”dır.

    Yığınlar -hemen bütün toplumlarda- tembeldirler, özellikle de zihinsel olarak. Onların sorgulayabilecek bilgileri, esneklikleri, enerjileri yoktur. Onlar lider olarak bellediklerinin arkasından giderler. Faşizmi tek başına Mussolini, nazizmi tek başına Hitler uygulamamış milyonlarca insan gönüllü ve sorgulamadan bu rejimler için canlarını vermişlerdir. İran’daki molla rejimi de Humeyni tarafından değil yığınların desteğiyle kurulmuştur. Bu -sosyolojik olarak- anlaşılabilirdir, yani normaldir.

    Anormal olan aydın geçinenlerin aymazlığıdır..

    Hiçbir bilimsel inceleme yapmadan çevresinde rastgele kesimlerden birkaç on kişiyle konuşan, ilköğretim ve üniversitelerin birkaç dersine girip dinleyen, TV’da haber ya da tartışma dinleyen herkes kolayca şunu görebilir: En dogmatik öğretileri savunan “işte gerici budur” diyebildiklerinizden, ağzından çağdaş sözler eksik olmayanlara dek geniş bir kesimin en ortak yanı bu “doğrularından kuşku duymama” özelliğidir.

    Akıldan yana olduğunu savunanlar sadece kendi aklından; inançtan yana olduğunu savunanlar da sadece kendi inançlarının tekliğine ve mutlaklığına inanmaktadırlar. Bu bağlamda her ikisi de fanatik birer dincidir.

    Şunu anlamamız için ne lâzım?

    Türkiye, kendisine söylenenlere kolay inanan, onları sorgulamayı akıl edemeyen tek doğrulular ülkesidir.

    Eğitim fakültelerimiz seri imalat biçiminde -iki farklı modelden- tek doğrulu öğretmen yetiştirmekte, onların içinden en keskin tek doğrulular seçilerek diğerlerini eğitecek olan akademisyenler üretilmektedirler. Ondan sonra kendilerine ezbere belletilen doğruları yaygınlaştırmak üzere kendi kesimlerinin okullarına (ilköğretim, lise, yüksek okul) gönderilmektedir.

    Bu iddianın ağır olduğunun farkındayım. Ama kanıtı açıktır. Yirmi yıla yakın süredir, ezberin ne olduğunu gerçekten anlamış sadece 1 (yazıyla bir) kişiye rastladım. “Rakibini yenmek için önce silahını iyi anlayacaksın” sözü demek ki boşuna değilmiş.

    Ama ezbersiz eğitim lafını eden binlerce kişiyle tanıştım. Bunların tamamı (1 kişi hariç) ezberin ne olduğu, ne güçlü -ve yıkıcı- bir araç olduğunun farkında değildi. Ama sözel olarak cumhuriyetin bekçileri olduğunu söylüyor, belki kendileri de buna inanıyorlardı.

    Sorun ideolojik iddia sahiplerinde değildir..

    Her toplumda her tür ideolojinin savunucuları, liderleri, kadroları, sempatizanları bulunabilir. Sürekli olarak bunları konuşmak, tehlikelerden söz etmek, soyut uyanmaya davetiyeleri yayımlamak aptalcadır, zavallıcadır.

    Gerçekten bir şeylerin farkında olanlar, bu toplumu sürekli geriye götürenin de, bilimden hiç nasibimizi alamamanın altında da aynı şeyin bulunduğunu idrak etmek zorundadırlar. Bu şey kuşkusuzluk (yani yürektenlik, sorgulamamak, söylenene inanmak), dilimize sokuşturulan sözcükle (ezber)dir.

    Körpe beyinlere mutlak doğruları sokuşturup toplumun bölünmesine yol açanlar ile, bunu anlamaya çalışmayanlar, anlayıp da dile getirmeyenler arasında bir fark yoktur.

    Cuma, Mayıs 5, 2006

  • İşsizlik ithali!

    İthalat ne(ler) almak demektir?

    Bireyler çeşitli ihtiyaçlarını kendi dışlarından temin ederken, toplumlar da benzer şekilde davranırlar. Bir kişi nasıl ki tüm ihtiyaçlarını kendi kendine temin edemez ise toplumlar için de akılcı yol bu değildir. Mesele -birey ya da toplum olarak- bir şeyleri satın almak / ithal etmek ya da kendi içine kapanmak değildir. Mesele, bu alımın sınırlarını çizebilmektir. Neleri satın alacak neleri kendi başına temin edecektir?

    Nitekim işletmeciliğin temel konularından birisi de (buy or make decision) adı verilen (al veya yap kararı) kavramdır.

    Bu kararı verebilmek için, satın alırken neler satın aldığımızı iyi bilmemiz gerekiyor. Örneğin, bir kasap ya da marketten et alırken gerçekte satın aldıklarımız şunlardır:

    1.     Et

    1.1.  Protein ihtiyacının karşılanması (refah)

    1.2.  Obezite (olasılığı)

    1.2.1.  Hastalık (fakirleşme)

    2.     Besleme, kesim, depolama, ulaşım vd zincirde harcanan işgücü

    2.1.  Bu kesimlerin geliri (refah)

    3.     Yatırım

    3.1.  Yatırımın getirisi (refah)

    4.     Kesimhane atıkları

    4.1.  Çevre kirliliği (git 6.2.3)

    5.     Artan et ihtiyacı

    5.1.  Et ihlali

    5.1.1.  İşsizlik, fakirleşme

    6.     Ambalaj malzemesi

    6.1.  Kağıt

    6.1.1.  Ağaç

    6.1.1.1.  Kuraklık (fakirleşme, işsizlik)

    6.2.  Plastik

    6.2.1. Elektrik enerjisi

    6.2.1.1.  Doğal gaz, petrol ithali (git 6.2.2)

    6.2.2. İthal petrol

    6.2.2.1. İşgücü ithali (işsizlik, fakirleşme)

    6.2.3. Çevre kirliliği

    6.2.3.1. Fakirleşme, işsizlik

    7.     Kasabın hijyen eksiği (olasılığı)

    7.1.  Hepatit vb hastalık (olasılığı)

    7.1.1. Fakirleşme

    8.     Diğer olasılıklar (vergi kaybı, sigortasız çalışma, iş güvenliği eksiği vd)

    8.1.  Fakirleşme, işsizlik

    Yani et almayalım mı?

    Bu örnek et ya da diğer bir malı alıp almamayı değil, her mal ve hizmetin bir “sırt çantası” taşıdığını açıklamak için verilmiştir. Ayrıca da, satın alınan mal/hizmet ürünü içine gömülü bulunan zenginlik, fakirlik, işsizlik gibi “nihai öğe”lerin daha ileri düzeyde ardışık sonuçları olabileceğine de (kelebek etkisi) dikkat edilmelidir.

    Örneğin Çin mallarının olağanüstü düşük maliyetlerine bu mantıkla bakar ve hangi “nihai öğe”lerden oluştuğunu analiz edersek muhtemelen şöyle bir denklem çıkabilir:

    Çin mallarının rekabet gücü= kalitesizlik + işgücü sömürüsü (iş güvenliği, işçi sağlığı, ücret düşüklüğü vd) + çevrenin tahribatı + ticaret kurallarının ihlali

    Bir şeyin alıcısı varsa üretilir!

    İktisatta birkaç temel kural varsa herhalde birisi, hatta birincisi budur. Yasal, ahlaki ya da herhangi bir diğer kurala bağlı olmaksızın, eğer bir mal veya hizmete bir ihtiyaç varsa onu gideren birileri mutlaka çıkacaktır. Bu süreç en şiddetli yasaklarla dahi -tarih boyunca- tersine çevrilememiştir.

    Buna göre, bir mal veya hizmet ürününü satın aldığımızda ya da ithal ettiğimizde, sırt çantası içindekileri de birlikte aldığımızı bilmeliyiz. Biz bunları satın aldıkça onları üretenler daima bulunacaktır. Hatta bunları satın almakla onları tevik ettiğimizi dahi söyleyebiliriz.

    İşsizlik ithal ediyoruz!

    2005 yılında Türkiye ekonomisi umulanın üzerinde büyüdü. Fakat bir yandan da işsizlik azalmadı. Şimdi bunun nasıl olduğunu açıklamak için türlü zorlamalar üretiliyor. Halbuki meseleye “sırt çantası” benzetimiyle baktığımızda, büyümenin ithalattan kaynaklandığını, ithal edilen her mal ve hizmetin sırt çantasında bol miktarda iş gücü ithal ettiğimizi, bunun da bizim için “işsizlik ithali” anlamına geldiğini kolayca görebiliriz.

    İthalat, ne ithal ettiğimizi bildiğimiz sürece son derece yararlıdır. Sorun, farkındalığın bittiği yerde başlar.

    İstiklal caddesi kaldırımlarına bir de böyle bakalım.

    Cumartesi, Ocak 28, 2006

  • Bizim ev!

    Yakınma değil

    İnternette de olsa kamuya açık yazılar, yazarlarının kişisel sorunlarını sergilediği araçlar haline gelmemeli. Bu yazıda “oturduğum ev”den söz etmemin nedeni kişisel bir sorunumu aktarmak değil, biraz fıkra gibi -ama tamamen gerçek- bir olguyu kullanıp bundan sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır.

    Kadıköy’de bir kooperatif sitesinde oturuyorum. 1989 yılında topraktan girdiğimiz kooperatif inşaatı için o zaman verilen banka kredisini almaya gittiğimde ilk gariplikle karşılaşmıştım.

    Banka müdürü dosyamı inceledikten sonra “maalesef kredi veremeyeceklerini” belirtti ve gerekçesini açıkladı.

    –        Beyefendi, biz yeni evleri kredilendiriyoruz. Sizin eviniz ise 5 yıllık.

    –        Müdür bey nasıl olur, daha inşaat sürüyor!

    –        Ben bilmem, bakın iskan ruhsatı 1985 tarihli.

    –        ??????

    Sonradan anladık ki, 1985 yılında çıkan bir yasa ile 5 kattan yüksek binalara yangın merdiveni zorunluğu getirilmiş; inşaatı yapan da bu yükten(!) kurtulmak için inşaat ruhsatı ile birlikte iskan ruhsatını da 1985’te alıvermiş.

    Evimizin ilginç özellikleri olacağını -bu ipucuna bakarak- o tarihte pek farketmemiştim, sonraları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.

    Yanyana, onbirer katlı iki bloktan ibaret apartmandaki dairemizi alınca kapı numarasının, ruhsata esas plana göre yan bloktaki olduğunu görmüş ve inceleyince ortaya şu çıkmıştı: Orijinal planda apartman giriş kapısı ana caddeye bakıyorken, müteahhit kapıları arka sokağa almak için planı ters çevirmiş. Belediye ise ters çevrilmemiş plana göre numara verince kapı numaraları değişivermiş.

    Şimdi toplam 46 daire sahibi, birbirlerini mahkemeye verip evlerinden çıkarabilir ve birbirlerinin dairelerine taşınabilirler, Allahtan uyumlu insanlarız.

    Biz onuncu katta oturuyoruz ve daire kapı numaramız 39. Günlerden bir gün asansör bozulup da merdivenleri yayan ininceye kadar, her katta 2 daire hesabıyla 10. kattaki daire numarasının nasıl 39 olacağını hiç düşünmemiştim. Her ne kadar 5 tabanlı sayı sistemi kullanarak daireleri numaralandırmak gibi bir olasılık var ise de müteaahhidimizin bunu akıl edemeyeceğini tahmin edebildim.

    Sistemi çözümleyebilmek için birkaç defa aşağı yukarı inip çıktım ve evet; numaralar, zeminden itibaren şöyle gidiyor: 1-2, 5-6, 9-10, …, 39-40. Daire numaralarının her katta ikişer ikişer değil dörder dörder arttığı görülüyor. Acaba 3-4, 7-8 … gibi numaraların bir uğursuzluk getirdiğine mi inanılıyor yoksa insanların bu hesaplara akıl yorarak biraz olsun aritmetik çalışmaları mı amaçlanıyor anlamamıştım ki bir komşum imdada yetişti ve problemin çözümünü açıkladı: Her katta numaralama bitince yandaki diğer apartmana geçiliyor, onun da aynı kattaki dairelerine numara veriliyor ve tekrar bizim apartmana geçiliyor; böylece 4 atlamalı numaralama sistemi ortaya çıkıyor.

    Sonraki yıllarda böyle ayrıcalıklı bir evde oturmanın keyfini sürerken bir yandan da olmayan yangın merdivenini yaptırmak için çaba harcamaya başladım. Her yıl düzenli olarak apartman genel kurullarına katılarak yangın merdiveninin oldukça yararlı bir şey olduğunu savunmaya çalıştım.

    Fakat itiraf etmeliyim ki her genel kurul sonrası gururdan koltuklarım kabarıyordu. Komşularım ne kadar yaratıcı fikirler ürettiğimi, bunlara her zaman ihtiyaç olduğunu, hatta benim gibi kişilere hükümette bile ihtiyaç olduğunu belirtiyorlardı. E kim olsa biraz gurur duyar.

    Her ne kadar 10 yıl kadar bu gurur verici iltifatlandırma sürdüyse de yangın merdiveni kararı -mermer cephe kaplaması, doğalgaza geçiş, iç hacimlerin boyanması nedenlerle- bir türlü çıkmadı. Sonunda ben de 5,136,275 nolu patente konu olan “Yüksek Binalardan Aileleri Yangından Kurtarma Aparatı” satın alarak sorunu çözdüm. Galiba İstanbul’da yangın merdiveni yerine böyle bir çözüm uygulayan tek aile biziz, yani komşularımın dediği kadar da var.

    Bütün bu anlattıklarım e-devlet uygulamalarından önce (yani taş devri gibi) idi. Şimdi artık öyle değil. Yaşamımızın her safhasında artık bilgisayarlar var.

    Siz öyle sanın, esas felaket şimdi başlıyor!

    İşin içine insanlarımızın yanısıra insanlarımızın işlettiği bilgisayarlar da girince işler acaba düzelir mi derken sorumun cevaplarını yavaş yavaş almaya başladım. TC kimlik numaramı internetten almaya kalkıp da “böyle bir kişi bulunmamaktadır” mesajını alınca, bunun henüz teknolojiyi yeterince özümseyememe ve bir de yeterince yüksek teknoloji işin içine girmediği için doğan bir aksaklık olduğunu düşünmüştüm.

    Cevabı dün buldum..

    Nihayet aradığım cevap dün internetten geldi. Kadıköy belediyemizin internet sitesinde, uydu haritalarından yararlanılarak evimizin yerini bulabileceğimiz hatta fotoğrafını görebileceğimiz müjdeleniyordu.

    Bunca yılın deneyimiyle (yani evimiz konusundaki), bu işte bizim apartmana özgü mutlaka bazı gariplikler olacağını içgüdümle (evet bende var) hissettim. Ve de yanılmadım

    Adresimizi mahalle, sokak ve kapı numarası ile verip heyecanla beklerken karşıma bizim ev yerine caddenin karşısındaki manav çıktı. Her şey tıpa tıp tutuyor, fakat manav. Fotoğrafı bile tamam. Acaba bir numara aşağısı ya da yukarısı olur mu derken bambaşka caddelere düştüm tekrar geri gelip kurcalarken birden bire nasıl oldu bilinmez, başka bir arama imkanının olduğunu gördüm: Parsel sorgulama!

    İşte buldum dedim ve arayıp evin tapusunu buldum, ada, parsel vs öğrendim. Heyecanla mahalle adını ve ada numarası da girince artık apartmanın bulunduğu yere bir tık’lık mesafe kaldı. İşin tadını çıkarmak için yavaşça son bilgi olan parsel numarasını girmeye kalkınca “böyle bir parsel yoktur” ile karşılaştım.

    Bundan evvelki sorunlar küçüktü, komşular arasında çözülebilirdi. Bu defa iş devletle ve “tapun sahtedir” gibisinden bir mesaj aldım. Doğrusu buna inanmıyor da değilim. Bu kadar acayiplik normal tapu sahibi birisinin başına gelemez. Mutlaka bizim tapu sahte.

    (Daha sonra rastgele ararken tesadüfen bizim apartmanın yerini buldum ve fotoğrafına tıkladım. İşte o an tapumun sahteliğine iyice kani oldum. Fotoğraf başka bir yerdeki bir dükkanın fotoğrafıydı.)

    Ama uydu teknolojisi!

    Şimdi düşünüyorum. Tanrı bizi teknolojinin her türünden, özellikle de yükseğinden korusun. Çünkü teknoloji ilerledikçe bizim insanımızla arasındaki uyum sorunu büyüyor.

    Taş devrindeki insanların şaşırmadan becerebildikleri sıradan birer birer sayma işini bile karmakarışık hale getirebilen insanlarımızın eline uydu haritalarını verince neler olmaz.

    İyi bir hukukçu arıyorum.

    Aklıma gelenlere sövmeyi suç olmaktan çıkarabilecek ipuçlarını bana verebilecek bir hukukçu arıyorum. Bulayım ki, e-devlet diye iri iri laf edenlere, vizyon 2023 olarak şu cümleyi oluşturanlara iyice bir içimi dökeyim,

    Vizyon 2023

    Bilgi Toplumu olmayı sürdürülebilir kalkınmanın ana ekseninde kabul eden; bilim, teknoloji ve yenilikçilik (inovasyon) alanlarında yetkinlik, farkındalık ve üretkenliğin sürekli gelişimine odaklanmış, küresel seviyede yüksek rekabet gücüne sahip bir Türkiye“.

    Ben de aynen sizin.

    Pazar, Mart 12, 2006

    (14 Ağustos 2012 itibariyle bir not: Aradan geçen yıllarda -yine teknolojinin yardımıyla- epey gelişmeler oldu. Şöyle: 1989’da apartman girişinde, bina numarası olarak 81-1,  blok numarası olarak da M3A vardı. Bununla uzun süre idare ettik. 20 yıl kadar sonra, belediyemiz o numaranın biraz yanına yeni blok numarasını daha iri olarak yazdı: 5/A/A. Bina no yine aynı kaldı.

    Bir ay kadar sonra, adrese bağlı kimlik sistemini de kullanarak, evin bize ait olduğunu tescillemek için(!) e-devlet uygulamaları içinden http://bit.ly/m8ScL adresini kullanarak devletin tanımladığı kapı ve blok numarasını buldum. Artık bina ve blok numaraları kalkmış tek kod verilmişti: 5/A. Yalnız bu defa da, apartmanın bulunduğu cadde ismi değişmiş ve 24 küsur yıl evvel belediyenin onadığı ruhsattaki cadde -her ne kadar kapımız o caddede olmasa da- yeni caddemiz olarak verilmişti. Herhalde e-devlet, kapınızı o caddeye taşıyın demek istiyordu.

    Yıllar sonra, herkes gibi basit, akılda kalabilir bir apartman numarasına sahip olmanın gururunu içimde kutlamakla yetinemedim ve sipariş ettiğim bir şey için teslim adresi olarak e-devletin verdiği yeni adresimi verdim.

    2 günde teslim edilmesi gereken kargo 15 gün geçip gelmeyince, yine teknoloji yardımıyla Kayserili kargo firmasının telefonunu bulup kolinin ne zaman teslim edileceğini sordum. Cevap şöyleydi: “Beyim, biz o semti avucumuzun içi gibi biliriz, ama o cadde üzerinde öyle bir numara yok; kolinizi Kayseriye geriye yolladık“.

    Bütün bunları niye yazdım? Bazı konular uzmanlık gerektirir, para gerektirir, uluslararası ilişkiler gerektirir vs vs. Yer küresi üzerinde sabit bir noktaya adres vermek için bunlardan hiçbirisi gerekmez. Okur-yazar olmak yeterlidir. Şimdi aklıma gelen soruların sizin de aklınıza geldiğinden eminim.

    Bu arada hukukçu aramaya devam ediyorum.

    14 Ağustos 2012

  • Demokrasinin tahribi laf atmakla başlar..

    Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul çalışmaları sırasında, milletvekillerinin kürsüde konuşana laf atması, konuşmacının bu sataşmalara cevap vermesi, hatta oturumu yöneten Başkan’ın da zaman zaman bu “laflaşma”lara katılması, Meclisimizin (ve de herhalde bütün meclislerin) bir geleneğidır.

    Bu sataşmalar belirli bir üslup içinde yapıldığı, hatta bir mizah ögesi taşıdığı sürece, konuşanla dinleyenler arasındaki “iletişim ortamı”nı olumlu etkiliyebilir, bir hoşgörü iklimi yaratır. Nitekim, tarihte ve yakın geçmişimizde, bunun hoş örnekleri vardır.

    “Sataşma” bu sınırı aşıp, konuşmacının konuşma düzenini bozmaya, hele hele onu konuşturmamaya dönüşünce, bunun yukarıdaki “olumlu katkı”larla ilişkisi yok olur, ortam despotluğa açık hale gelir.

    Konuşana fiziksel müdahale ise kabalık sınırının da ötesinde bir “orman davranışı”dır, ne parlamento ve ne de başka bir yerin adabıyla ilgisi yoktur.

    Pekiyi, birincisi demokrasiye katkıyı, diğeri de demokrasiyi tahribe yol açan bu iki davranış türünü birbirinden ayıran faktör nedir?

    Bu faktör, esprili, kibar sataşmalar sınırını aşan atışmaları hoş karşılayan -ki yanlış olarak hoşgörü olarak nitelenmektedir- milletvekilleri ve bu “hoşgörme”den işaret alan “müzakere yönetim biçimi”dir.

    Burada ki ince nokta, “hoşgörü” ile “acz” arasındaki farktır. Birbirine yakın zannedilebilecek bu iki kavram, matematikteki “artı ve eksi sonsuza uzanan fonksiyonlar” gibidir. Belirli bir değerin bir yanında artı sonsuz, hemen yanı başında ise eksi sonsuz nasıl ki birbirinden “çok” farklıysa, terbiyeli bir espri ile kaba bir sataşma da -sonuçları açısından- “çok” farklıdır.

    Birincisi, müzakereyi yöneten tarafından gülümseme ile karşılanması gerekirken, ikincisi son derece kesin biçimde caydırılmalıdır. Bu caydırma, ona sebep olan(lar)’ı uyarmaktan, oturum dışına çıkarmaya kadar uzanmalıdır. Nitekim oturumların “düzen”ini sağlayacağı öngörülen “içtüzük” de böyle söylemektedir.

    Her fırsatta içtüzüğün yetersizliğini öne sürenler, mevcut içtüzüğün bu hayati hükümlerini uygulamazsa, düşünceleri ifade özgürlüğü, jandarma destekli yeni bir İç Tüzük’le mi sağlanacaktır?

    Şu unutulmamalıdır ki, Meclis’in havası Türkiye’de daima sokağın havasını etkilemiştir. Mecliste iki kişinin kavgası sokakta onbinleri birbirine saldırtmış, aksine, Meclis’teki yumuşamalar halkı daha barışçıl olmaya yönlendirmişlerdir.

    Büyük Millet Meclisi’nin (ve Dünyadaki tüm parlamentoların) ritüel’lere (kılık-kıyafetten, davranışlara varıncaya kadar) bu denli “fazla” önem vermesinin nedeni orijinallik merakı değil, parlamento içi düzenlerle sokak düzenleri arasındaki bu yakın ilişkinin farkında olunmasıdır.

    Oturumları yöneten ve çeşitli siyasi partilere mensup Meclis Başkan Vekilleri’nin, bir geleneği oluşturmak üzere işbirliği yapmaları ve takınacakları kesin tavrı partili arkadaşlarına izah ederek anlayış göstermelerini istemeleri gerekmektedir.

    Türkiye’mizin, “hayalet” sorunlarını çözmeye -boşyere- çabalayanların, onların “kökteki” nedenleri görmeleri ve “laf atma” sorununun bu bağlamdaki önemini takdir etmeleri dileğiyle!

    Pazar, 25 Aralık 1994

  • Otokrasi ve demokrasi..

    Rejimleri çok kaba olarak ikiye ayırıp, otokrat ve demokrat olarak adlandırmak mümkündür.

    Otokrat (buyurgan) rejimlerin temel özelliği, yönetimlerin halk adına karar vermesi, iyi- doğru- güzel’leri dayatması, buna karşılık da halkın sorunlarının çözülmesini üstlenmesidir.

    Demokrat (katılımcı) rejimlerin temel özelliği ise halkın kendisi için iyi, doğru ve güzel olanlara kendinin karar vermesi; sorunlarının çözümlerini kendisinin üretmesi, yönetimlerin de bu çözümlerin hayata geçirilmesi için -varsa- engelleri ortadan kaldırmasıdır. Demokrasilerde, toplumun, sorunlara karşı ürettiği çözümlerin yönetimlere iletilmesi için de temsilcilerini kullanması bu sistemin belirgin özelliğidir.

    Buyurgan ya da yarı-buyurgan rejimlerde de halkın temsilcileri bulunmakla birlikte, onlar, “toplumun ürettiği çözümlerin yönetime iletilmesi” göreviyle yüklü görevliler değil, -yönetimin devamı sayıldıkları için- sorunlara toplum adına çözümler bulması gereken kişiler olarak görülürler.

    Bu ayrıma göre toplumumuza bakılırsa, en çok kullandığı sözcük “demokrasi” olan insanımızın -özellikle de aydın kesimin çoğunluğunun- oldukça sıkı bir “otokrasi özlemcisi” olduğu görülecektir.

    İlgi duyduğu hemen her konuda “devlet politikası” -değişmez, toplum katkısına kapalı- isteyen toplum, hava kirliliğinden teröre, gelir azlığından trafik anarşisine kadar tüm sorunların devlet tarafından çözülmesini beklenmektedir.

    Devlet, halkın örgütlenmesine ve bu yolla yönetime katılmasına sıcak bakmıyor“, “anayasa sivil anayasa değildir” gibi argümanlar kuşkusuz doğruluk payı içermektedir. Ama bunların hiçbiri, insanların, kendi sorunlarına sahip çıkmalarını, o sorunların nedenlerini ve de onların nedenlerini aramalarını, buna göre çözümler üretip temsilcilerine bu yolla baskı yapmalarını engelleyebilecek gerekçeler değildir.

    İnsanımız, sorunların anlaşılmasını, onlara çözümler geliştirilmesini, o çözümlerin uygulanıp gerekirse değiştirilmesini, bütünüyle kendisini yöneteceğini düşündüğü kadrolara ihale etme yöntemini demokrasi olarak adlandırmaktan vazgeçmelidir.

    Her kişi ve kurumun yeterliğine, çözmek zorunda kaldığı ya da bırakıldığı sorunların güçlüğüne “göre” bakılmalıdır. Devlet kurumlarının -yasama, yürütme, yargı- yeterliği kıyasıya eleştiriliyor. Bu kurumların erdem açısından yeterlikleri de en az sorun çözme becerileri kadar sorgulanıyor.

    Ama, bu kurumların çözmek durumunda bırakıldıkları sorunların onların gerçekteki işlevlerinden farklı bir “boyut”ta yer aldığına, sorunları ancak bireylerin ve onların örgütlerinin çözebilecekleri, devlet kurumlarının ise ancak ve yalnız bu çözümler için “uygun ortam yaratma” görevlerinin bulunduğunu unutmamalıyız.

    Hatta erdem sorununa dahi aynı açıdan bakmalıyız. Çözemeyeceği ve de çözmemesi gereken sorunlarla karşı karşıya bırakılan kurumların, giderek daha geniş yetkilerle donatılmasının,  daha yoğun erdemsizlik sorunlarına yol açtığını görebilmeliyiz.

    Devlet kurumlarındaki bireylerle, diğer bireylerin sorun çözme kabiliyetleri ve erdem standartları arasında fark yoktur, olmaması da gayet doğaldır. Tek fark, iki grup bireyin, çözmek durumunda bulundukları sorunların miktarı ve de ellerini uzatabildikleri “kamu pastası”nın büyüklükleridir.

    Salı, 17 Ocak 1995

  • “Bulanık Mantık” şimdi gerekli!

    Alt-kimlik, üst-kimlik tartışmaları aldı başını gidiyor. Kafası zaten karışık olan çoğu insanımız şimdi bir yandan kimliğinin ne olduğunu düşünüyor, bir yandan da her kafadan çıkan sesler, kimin kimliğinin ne olduğu, hatta ne olması gerektiği konusunda talimatlar yağdırıyor.

    Yeni bir düşünme biçimi şekilleniyor

    Halbuki diğer yandan, her şeyi iki uca (evet-hayır, siyah-beyaz) indirgeyen İkili Mantık sisteminin en çok kullanılageldiği teknik alanda dahi artık yeni bir yaklaşım ortaya çıktı: Bulanık Mantık (fuzzy logic).

    Bugüne kadar İkili Mantık yoluyla tasarımlanan çamaşır makineleri dahi artık Bulanık Mantık ile yapılıyor. Su sıcaklığı, kirlilik ya da yıkanacak eşyanın duyarlık düzeyi gibi özellikler artık bu yeni mantık uyarınca gri tonlara bölünüyor.

    İkili Mantık -doğası gereği- bölücüdür

    Kimlik gibi tamamen öznel kavramların İkili Mantık yoluyla tanımlanmaya çalışılması ise sadece tek sonuç verebilir: insanların ister istemez ve çeşitli yönlendirmelerin etkisinde kalarak iki uçtan birisinde toplanmaları yani bölünmeleri.

    İkili Mantık sisteminin öznel temelli (inanç, kimlik, ideoloji gibi) konulara uygulanmaya çalışılması toplumun çeşitli kamplara bölünmesiyle sonuçlanmıştır.

    Örneğin her fırsatta dile getirilen inananlar-inanmayanlar ayrımı ikili mantık sisteminin melanet ürünlerinden birisidir. İki uçtakilerin tanımları üzerinde dahi bir uzlaşı yokken bir de kalkıp uçlar arasındaki sayısız tonlardaki çoğunluğu yok saymak eğer bilerek yapılmıyorsa tam bir ahmaklıktır.

    İkili mantık iyidir ama..

    İkili mantık sistemi yerinde ve zamanında kullanıldığında yaşamı kolaylaştıran bir yaklaşımdır. Taze ve bayat balık kavramları gerçekte bulanık mantıkla daha doğru ifade edilebilirse de balıkçı ile bunları tartışmak yerine belirli bir tazelik düzeyinin altını toptan bayat diye nitelemek hem pratik hem de sağlığa yararlıdır. İkili mantığın böylece kullanılması gereken sayısız alan vardır.

    Toplu yaşam alanlarındaki düzeni sağlamak için de ikili mantıktan sık sık yararlanılabilir. Kırmızı ışıkta geçenleri, ihlal nedenlerinin kabul edilebilirliğine göre bulanık mantık ile değerlendirip ona göre ceza kesmek büyük bir kargaşa yaratır. Bu nedenle kırmızı ışıkta geçenler ve geçmeyenler olarak ikili mantık uygulamak çok daha doğrudur.

    İlke olarak, ortak yaşam alanlarında düzeni sağlamak için koyulan yasaların ikili mantık uyarınca tanımlamalar yapması normaldir. Anayasal vatandaşlık da böyle bir tanımdır.

    Evet-Hayır Mantığı’nın sınırlarını iyi bilmeliyiz

    Ama konu kişisel alanlara ve özellikle de öznel kavramlara ilişkin hale dönüştüğünde artık ikili mantık değil bulanık mantık söz konusu olmalıdır. İnsanların, zorla, uçlardan birisine ait olduğunun benimsetilmeye çalışılması kelimenin tam anlamıyla abesle iştigal ve de bölücülüğe çanak tutmaktır.

    Kimliğin adı değil içine ne konulacağı önemlidir

    Öyle görünüyor ki bu “uç kimliklerden birisini benimsemeye zorlanma” olgusu, gündemdeki etnik bölücülüğe karşı bir önlem olarak ortaya çıkmıştır. Eğer bu saptama doğruysa, bunu ortaya atanlar ve tartışmaları sürdürenler bilmelidirler ki sorun kimlik adlandırmasıyla değil, kimliğin içinin hangi taleplerle doldurulacağı ile ilgilidir. (Bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=769)

    Zorla bir kampa itmek

    Bu nedenle kimlik konuları gibi öznel temelli ve dolayısıyla ancak bulanık mantık sistemi içinde ifade edilebilecek konuları tartışmanın hiçbir yararı yoktur; bu işleri hiç düşünmemiş ve doğal bir uyum içinde birlikte yaşamakta olan insanları durup dururken kamplaştırır.

    Kendimizi kandırmayalım. Yeni bir dünya, o dünya içinde yeni bir Avrupa, yeni bir Orta-doğu şekillenmektedir. Bu şekillenme içinde her güç odağı elindeki kozlar kadar konuşabilir.

    Aklımızı yoracağımız yer: Koz AR-GE’si

    Türkiye Cumhuriyeti’ni, anayasasında tanımlanan çerçeve içinde tutmak isteyen güçlerin, öznel algılamaları standardize etmek gibi beyhude işlere zaman ve enerji harcamayıp, konuşma gücünü artırabilecek tek parametre olan “koz” kavramını anlamaya, kozlarını geliştirmeye, var olan kozlarını keşfetmeye, kısacası “Koz AR-GE’si”ne ihtiyaçları vardır. (Bkz. http://bit.ly/SlKZlk). Bu, kurumsal ya da kişisel tüm güçler için geçerli tek seçenek gibi gözükmektedir.

    Cuma, Aralık 2, 2005

  • “Büyük Sopa”

    Uçak gemisinin lakabı..

    Geçtiğimiz aylarda Marmarisi ziyaret eden ABD uçak gemisi Theodore Roosevelt de, o kıtada yaşayan insanlar gibi bir lâkap (kolay çağırmak için kullanılan, kişinin bir huyunu, bir özelliğini yansıtan bir adlandırma) taşıyor: “büyük sopa“.

    Bir gemiye verilmesi düşünülebilecekler içinde en son akla gelebilecek bu lâkap acaba neyin nesidir?

    T.Rooosvelt (1858-1919), ABD’nin 26. başkanı olup ABD siyasi tarihi açısından en önemli özelliği, başkan seçildiği 1901 yılına kadarki geleneksel dış politika paradigması olan (karışmam-karışmasınlar) politikasını değiştirip (karışırım-karıştırmam) ilkesini yerleştirmesidir.

    Bu dış politika ilkesini herkesin kolayca anlayabilmesini teminen söylediği ünlü sözü  yukarıda adı geçen uçak gemisine bu nedenle lâkap olarak verilmiştir: “yumuşak konuş fakat büyükçe bir sopa taşı; daha uzağa gidersin“!

    Böyle bakılınca geminin adı tam yerine oturmuyor mu?

    Dünya toplumlarını gelişmiş-gelişmemiş, ileri-geri gibi tanımlamak yerine, kendini koruyabilenlerkoruyamayanlar skalasında konumlandırmak daha doğru gibi görünüyor. Bu çizgide Türkiye’yi skalanın “koruyamayanlar” ucuna yakın bir yerlere yerleştirmek her halde pek yanlış olmaz.

    Toplum kendini hırsızlara, gaspçılara, provakatörlere, işbirlikçilere, kısacası iç ve dış tehdit öğelerine karşı koruyamıyor.

    Diyarbakır’da uç veren olayların nedeni olarak uzlaşılan nokta “provokasyon” oldu. Türkçe bir sözcüğün değil de  ne anlama geldiğini belki epey kimsenin bilmediği bir sözcüğün benimsemesi de ilginçtir.

    Böyle sözcükler kullanarak sorunları kitlelere açıklamak çoğu zaman işe yarayabilir: Toplumsal kargaşaların nedeni provokasyon, hayat pahalılığının nedeni enflasyon, ihracat güçlüklerinin nedeni deflasyon, medya yozlaşmasının nedeni sansasyon, işsizliğin nedeni otomasyon, kanserin nedeni radyasyon, doktor eksiğinin nedeni rotasyon ve bütün bunların nedenlerinin nedeni ise globalizasyon sonucu oluşan transformasyon!

    Peki bu provokasyon denilen şey neyin nesidir de hemen her hangi bir kanalla bize eriştiğinde çoluk çocuk ayağa kalkıyor? Bilmem ne TV Danimarka’dan yayın yapıyor bizimkiler yakıp yıkıyor; filan belediye başkanı kaşını kaldırıyor bankalar yakılıyor; hapisteki avukatıyla haber yolluyor bombalar patlıyor, bayram oluyor, cenaze oluyor kalkışma!

    Belli ki sorun iki uçlu: birisi provoke edilmeye teşne kitleler, diğeri ve çok daha önemlisi provokatörleri caydırabilecek olan ve TR’in “büyük sopa” ile sembolize ettiği, teknik adlandırmayla “koz” denilebilecek olan “yaptırım gücü” eksiğinde.

    Kadınla teması kültürel olarak kesik kesimlerde erkekler nasıl ki her ne görseler “cinsel açıdan provoke olma” nedeni sayarlar, bizde de her vesileyle kalkışan kesimler de belli ki bir şeylerin açlığı içinde kolaylıkla şiddete provoke olabiliyorlar.

    Birer canlı organizma olan insanlar gibi onların oluşturduğu toplumlar da gayet doğal olarak iç ve dış provokatörler tarafından sürekli tehdit altındadırlar. Bunu anormal bir durum olarak algılayıp boyuna Danimarka’lılara, Belçika’lılara, Amerika’lılara vs diş gıcırdatmak, kafalarına çuval geçirmek gibi -aptalca- hayallerle avunmak yerine, hangi yetersizliklerimizin bizi bu denli “tahrik edilmeye uygun” hale getirdiğini anlamaya çalışmalıyız.

    Medyada ve özellikle internette, çeşitli grup ve kişiler -bir bölümü de arkadaşlarım- uğradığımızı düşündükleri haksızlıklar karşısında köpürüyor, esip gürlüyor ve hattâ kendileri gibi esip gürlemeyenleri duyarsızlıkla (belki de kimbilir işbirlikçilikle) suçluyorlar. Ama bu “koz” konusunu (http://tinyurl.com/cssjbd2, http://tinyurl.com/brz2lv3, http://tinyurl.com/d3ac4dz, http://tinyurl.com/bvu3yw5)  anlamaya, anlaşılmasını sağlamak için çaba harcamaya da yanaşmıyorlar. Bunların içinde çok önemli  ve bu işi gerçekten anlaması gerekenler de var, hem de çok.

    Öz-savunma (bağışıklık) sistemi bu denli zayıf olarak yaşayamayız!

    Sonuçta bu topraklarda yaşayan hiç kimsenin çıkarına olmayacak bir çatışmanın ve ardından da göçüşün içine doğru sistemik biçimde ilerliyoruz. Yapılmaması ve yapılması gereken birer şey aransa herhalde şunlar ilk sıraya oturtulmalıdır:

    • Neyin niçin olduğunu anlamaya çalışmalı ve “zaten” bildiğimiz kuruntusundan vazgeçmeliyiz.
    • Mikro-yaklaşımlarla (kepenk açma kapama, belediye başkanlarının abuk sabuk narsizm gösterileri vs) vakit kaybetmeyi bırakıp, büyük resmi görmeye ve bir yandan da bağışıklık sistemimizi oluşturacak omurgayı yani “koz yaklaşımı”nı anlayıp gerçekleştirebilmeliyiz.

    Sonuç..

    Sorunların “kim” tarafı ile uğraşmayı bırakıp, “nasıl” tarafına yönelmeli ve sorun çözme araçlarımızın kabiliyetini  yükseltmenin çarelerini bulmalıyız. Bunun karşısındaki en büyük engel okur-yazar kesimimizin “kim” tarafına takılıp kalmasıdır.

    Nisan 1, 2006