-
Şub 02 2016 Çapraz Kozlar Sistemi
21 yıl önceden bir yazı: ÇAPRAZ KOZLAR SİSTEMİ
Bu yazının aslı, 1987 yılında, o dönemin başbakanı Turgut Özal’a yazılmış bir not idi. Daha sonraki yıllarda, bilişim hakkında yazılar yazan Çağdaş Monitor adlı bir tabloid gazetede (bugünkü BT Haber) yayımlanmıştı.
Bilişim sektöründen bir tepki gelmeyince de 2003 yılında Yıldız Teknik Üniversitesine ait TEKMER’de bir yazılım projesi olarak ele alınmış ve ALEGAR (Alternatif Etki Güzergahları Arama) adıyla gerçekleştirilmişti (tıkla). Aşağıda, 1995’te yayımlanan gazete haberini, “niçin çok şehit veriyoruz?” sorusunun cevaplarından birisi olarak sunuyorum:
Bir küresel köy haline gelen Dünyamızda, sınırlı kaynaklardan yararlanma önceliği elde edebilmek artık giderek bir bilgi savaşı haline gelmeye başladı. Eskiden, iki güçlü ve akıllı liderini dövüştürerek kendilerini savaş yapmış sayan insanoğlu bu akıllıca yöntemi nedendir bilinmez terketmiş, önce ordularla sonra da topyekün imkanlarıyla savaşma gibi bir çıılgınlığın içine düşmüştür.
Bugün bu çılgınlık evresi de aşılmış, artık toplumlar gerek bir bütün, gerekse o toplumları oluşturan bireyler ya da kesimler olarak, tüm imkanları, kabiliyetleri ve fırsatlarıyla “savaşmakta”dırlar. Bu yeni savaşın adı “küresel rekabet”tir.
Bu yeni savaş yönteminde güçlü ordular, stratejik silahlar kuşkusuz ki hala önem taşımaktadır. Ama, yakın geçmişte yaşanan Körfez Savaşı’nın da gösterdiği gibi yıllar boyu petrol gelirini silahlanmaya, ülkesini bir savaşa hazırlamaya harcamış olan bir ülke dahi, yalnız askeri yolla başarı kazanamamaktadır.
Küresel rekabet düzeninde, ortalama olarak daha az uyuyan bir toplum çok uyuyandan; daha hızlı yürüyebilenler yavaş yürüyenlerden; yabancı dili daha iyi bilen diplomatlara sahip olanlar sahip olmayanlardan ya da daha iyi bilgisayar programı yazabilenler yazamayanlardan daima daha önde bulunmaktadır. Daha önde bulunmanın ödülü refah ve mutluluk, geride kalmanın bedeli ise işsizlik, gelir yetmezliği, sorunlarını çözememe gibi hastalıklardır.
Bu ve benzeri yarışlarla dolu küresel rekabet ortamının değişmez motifi, çeşitli toplumlar arasındaki doğrudan ya da dolaylı “çatışma”lardır. Türkiye’nin görünürde hiçbir konuda çatışmadığı bir ülke, çatışma içinde olduğu bir ülkeyle ilişki içindeyse, o da çatışmanın taraflarından birisi demektir.
Bir çatışmada tarafların her birinin elde etmek istediği, çatıştığı rakibine karşı varsa doğrudan üstünlüklerini kullanarak, bu yok ya da yetmiyorsa rakibinin güçsüz yanlarını kullanarak, bu da yetmiyorsa kendisi ve rakibinin dolaylı ilişkilerini değerlendirerek üstün duruma gelebilmektir.
Bir toplumun, kendisi ve rakiplerinin dolaylı ilişkilerini belirli “amaç fonksiyon”larını gerçekleştirmek üzere her an kullanabilir durumda bulunması, ordulardan daha kesin bir caydırıcılık sağlayabilecek bir araçtır.
Bilgi toplumunun güçlü silahı denilebilecek bu yöntemin işlerliği başlıca iki koşula bağlıdır: İstihbarat ve bu yolla edinilen bilgileri değerlendirebileceği bir algoritma!
“Bilgi toplumunda istihbarat”, ayrı işlenmesi gereken bir konudur. İstihbarat yoluyla edinilecek doğrudan ve dolaylı üstünlük, zafiyet ve ilişki bilgilerinin bir “algoritma” ile işlenip birer eylem önerisi haline getirilmesi ise, bilişim sektörünü ilgilendiren ilginç bir konudur.
Böyle bir sisteme “çapraz kozlar sistemi” denilebilr ve çok boyutlu bir “ilişkiler matrisi” nin işlenip, çok taraflı çatışmalar uzayımızda en yararlı -ya da en az zararlı- eylem biçimlerinin neler olabileceği hakkında sağlam öneriler sağlanabilir.
Dışişleri örgütümüz, çeşitli bölge ya da ülkelere göre, bir miktar da konulara göre “masalar” biçiminde örgütlenmiştir. Ama bütün bu “masa”lardaki bilgilerin eşzamanlı değerlendirilebileceği bir çapraz kozlar sistemi yoktur. Bu işlevi deneyimli diplomatlar yapmaya çalışır. Ama deneyimli diplomatların, bir bilgi destek sistemine sahip olmaksızın tüm ilişkileri bilip değerlendirebilmelerine imkan yoktur.
Gümrük Birliğine girme süreci içindeki ülkemizin bugün her zamankinden daha fazla böyle bir bilgi destek sistemi’ ne ihtiyacı vardır.
Bu ihtiyaç bilişim sektörümüz için bir iş imkanı, toplumumuz içinse yaşamsal öneme sahip bir hayatta kalabilme aracıdır.
Pazar, 6 Ağustos 1995
-
Eki 26 2015 “Ortak Kullanım Trajedisi” ve “Likit Demokrasi”
Önce biraz önbilgi:
Ortak Kullanım Trajedisi (Tragedy of Commons) ilk olarak William Forster Lloyd, daha sonra da Garrett Hardin tarafından, ortak kullanılan kaynakların, kaynağın sahibi olanların tümüne en yüksek çıkarı sağlayacak şekilde değil de, herkesin sadece kendi çıkarını gözetecek şekilde kullanımını ifade etmek amacıyla kullanılmıştır.
(Her ne kadar daha sonraları, ortak varlıkların kullanımları ile ilgili -trajediye yol açmayacak- paylaşım modellerinin mümkün olduğu ortaya konulmuş ise de, önerilen modellerin -henüz- “öneri”den ileri gidemediği, gezegenimizin durumundan görülmektedir)
Kullanımı kurallara bağlanmamış meralardaki aşırı otlatma konusunda, Victoria döneminin bir ekonomisti olan W.F. Lloyd tarafından 1883 yılında yazılan bir yazıda kullanılan bu kavram, 1968 yılında da G.Hardin tarafından yazılan bir makaleyle geniş kesimlerin ilgisini çekmiştir.
Kendi alanında bir klasik sayılabilecek bu makale, küresel ısınma da dahil birçok sorunun kaynağını ortaya koyuyor: Grup (aile, kurum, kesim,, ulus vb.) çıkarı karşısında bireysel çıkar!
Hardin makalesinde, söz konusu sorun’un teknik yollarla çözülemeyeceğini; teknik çözümün, doğal bilimler alanında gerçekleştirilen, insani değerler veya ahlâki düşüncelerde herhangi bir değişikliğe pek az yer veren ya da hiç̧ yer vermeyen bir çözüm olarak tanımlıyor[1].
Kavramın gerek ortaya koyuluşu gerekse yaygınlaşması maddesel kaynaklarla ilgili; otlaklar, ormanlar, atmosfer, denizler, deniz ürünleri gibi.
Ortak kaynakların bireysel çıkarlar uğruna aşırı kullanımı gibi, eksik kullanımları da aynı derecede ciddi bir sorundur. Örneğin, toplumun aydın tavırlı[2] insanlarının ilgi göstermeleri gereken konulardan geri durmaları da yine Ortak Kullanım Trajedisi kavramıyla ilgilidir.Çünkü aydın tavır (ya da örnek tavır) aynen otlaklar, denizler vd. kaynaklar gibi toplumun ortak kaynağıdır, hatta en değerlisidir.
Ortak kaynakların aşırı kullanım yoluyla istismarına nasıl ki doğal bilimlerin “teknik” çözümleriyle engel olunamıyorsa, benzer şekilde eksik kullanımlarının da kurallar vazederek artırılması imkansızdır.
Giderek karmaşıklaşan toplum yaşamının gerektirdiği “aydın tavır” katkısının, dünlere göre çok daha fazla olması gereği kolayca görülebiliyor. Bu bağlamda, plüralist demokratik yaşama öykünen insanımız açısından, giderek de artacak bir katkı söz konusudur.
Daha düz Türkçe ile, dünün az karmaşık ve çoğunlukçu demokrasinin normlarına göre insanlarımız sorumluluklarını yönetimlere ihale edegelmiş; yönetimler de yetmezliklerini anlaşılmaz söz söyleme ustalığı yoluyla muhaliflerine fatura etme yolunu seçmişlerdir.
Bugünün –öykünme de olsa- çoğulcu demokratik yaşamın daha karmaşık ilişkileri içinde ise, gerçekleştirmesi gereken uyum için artık bireysel olarak değişmek zorundadır. Bu değişim, söz kalabalığı, unvan ardına sığınma, kalabalığa karışma, sürekli yakınarak kendini unutturma, mazeret gösterme, “zaten” değişim içinde olduğunu iddia etme ya da benzer kurnazlık ve/ya vurdumduymazlıklarla geçiştirilebilir türden değildir.
Daha daha düz Türkçe ile, dünün zihinsel donanımı ile bugünün karmaşıklığı içinde ve de dünün refah koşulları içinde yaşayamazsınız; eğer yaşayabiliyorsanız, bu mutlaka “aşırı otlama” yoluyla kendi çocuk veya torunlarınızdan çalınarak oluyordur.
Buna göre milyon dolarlık soru!
Madem Ortak Kullanım Trajedisi sorunu doğal bilimlerin teknik çözümleriyle (yasaklama, teşvik etme gibi) çözülemiyor ve madem toplumsal nitelikli sorunlarımızın çözümleri, aydın tavırlı kategorisindeki insanlarımızın katkılarına gereksinim gösteriyor,
Bir yanda herhangi bir bedel ödemeden yaratılan sonuçlardan yararlanan –ama sürekli de yakınan- “bedava biniciler[3]” ile diğer yanda o sonuçları üretmek yolunda çeşitli türde çaba harcayanlar. Bu ikilem nasıl kırılabilir, dahası kırılabilir mi?
Kırılabilir, kırılmalı!
Bu ikileme tek neden yol açamayacağına, ama yüzlerce neden de eşit ağırlıklarda olamayacağına göre, kritik[4] (eleştirel) düşünerek bunların en ağırlıklılarını eleyip, onlara çareler düşünmek tek çıkar yol gibi görünüyor. Buna göre en önemli görünen dört neden için şöylesi bir sıralama olabilir:
Olası neden 1. Ne “bedava binici” ne de “çaba harcayan” kategorisinde olmasına karşın, önemsenmedikleri için katkı süreci dışında kalmış olan gençlerden katkı alınmaması.
Çözüm önerisi 1 Aydın olmanın belki de temel kuralı sayılması gereken “bildiklerinden emin olmamak, kuşku duymak” yeteneğine doğal olarak sahip olan, fakat kısa bir süre sonra bu yeteneklerini kaybedebilecek olan gençler (ve çocuklar), erişkinlerimizin çok sözünü etmelerine rağmen hemen hiç kullanmadıkları –hemen her konudaki- ortak akıl süreçleri için mükemmel birer paydaştırlar.
Onları –hangi eğitim düzeyinde olurlarsa olsunlar- ortak akıl süreçleri içine katmak gerekir.
Olası neden 2. Network, Ortak Akıl, Doğru Soru Sorma vb. teknikler konusunda kendilerini yeterince iyi hissetmeyenler.
Çözüm önerisi 2 Oluşturulacak Sorun Çözme Gruplarına, bu konularda mentorluk edilmesi yeterli olabilir.
Olası neden 3. Katkıda bulunabileceği eylemlerin paydaşlarının herhangi diğer bir hatta aynı konudaki çözüm önerisine tepki duyduğu için katılmayanlar (örn. Nükleer karşıtı –ya da yandaşı- olduğu için veya her konuya din –ya da bilim- odaklı yaklaştığı için, … gibi).
Çözüm önerisi 3 Evet-Hayır Demokrasisi (https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/01/E-H_Demokrasisi.pdf) yerine Likit Demokrasi (http://bit.ly/1H4HLwO) yaklaşımını yaygınlaştırarak.
En basit anlatımla, temsili demokraside tüm seçimlerimizi bizim yerimize yapması için birer kişi (milletvekili) ya da siyasi parti yetkilendiririz. Böylece, yetkilendirdiğimiz kişi / parti dışındakileri -hiç öyle düşünmesek de- “işe yaramaz” olarak nitelemiş oluruz. Bu sistemin garabeti bellidir.
Likit demokratik sistemde ise, her konu için ayrı bir kişi / partiyi görevlendiririz. Böylece, her konuda en yetkin olanları yetkilendirmiş oluruz.
Buna göre, bir topluluk içinde, kimi görüşleri onaylamadığı ve karar alma süreçlerinde de ya hep ya hiç şeklinde hareket edileceğini bildiği için topluluğa katılmayı ret eden kişiler, likit oylama yöntemiyle karar alınması halinde çalışmalara katkıda bulunabileceklerdir.
Olası neden 4. Girift hale gelmiş ve sebep ve sonuçları birbirine karışık hale gelmiş sorunlar yumağının neresinden tutulacağı konusunda tereddütte oldukları, ortalıkta dolaşan çeşitli çözüm önerilerinin hiçbirisinin derde deva olamayacağına inandığı için geri duranlar.
Bu gruba “şimdi ve burada” tipi çözüm (http://wp.me/p2t6mi-1PH) arayışları içinde olup, uzun vadeli çözümleri hayalci bulanlar da dahil edilebilir.
Çözüm önerisi 4 Sorunları doğrudan çözme yerine önce onları anlama, bunun için de Kök-sorun, Sorun Kimyası gibi yaklaşımlarla kavram dağarcıklarını zenginleştirici programlar önerilir.
Katkısı alınamayanlar içinde büyük çoğunluğu oluşturan bu dört grup içindeki her birey için etkili yöntemler kuşkusuz farklıdır. Bununla beraber bu konuların işlendiği TV ve radyo programları[5] ile, bunların kayıtlarını içeren DVD’lerin hazırlanması yararlı olabilir.
26 Ekim 2015
[1] İlgili makaleler için bkz. http://bit.ly/1Xqmxmm
[2]Eğitim düzeyi veya herhangi bir alandaki kariyerinden çok, çevresindekilere daha doğruyu, daha iyiyi ve daha güzeli bizzat örnek olarak göstermek, aydın olmanın bir ölçütüdür denilebilir.
Bir diğer ölçüt ise, aydınlatma işlevini bir toplumsal sorumluluk olarak duyumsayarak özellikle de bunu uygun sayılmayabilecek koşullarda da yerine getirmektir.
Kişiliğinin tüm yönleriyle olmasa da bazı yönleriyle çevresindekilere örnek olabilmek, daha gerçekçi bir beklenti olup, o kişiye örnek tavır sahibi denilebilir. Hemen herkesin en az bir konuda örnek tavrının olabileceği unutulmamalıdır.
[3] Bedava binici problemi (free rider problem), (bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Free_rider_problem) ekonomide mal ve hizmetlerden ücretsiz yararlanmaya verilen bir addır. Problem, bu durumlardaki olumsuz etkilerin nasıl sınırlanacağıdır. Örneğin, 65 yaş üstü kişilerin kamu taşıtlarından ücretsiz yararlanmaları bir “bedava binici problemi” olup, bu tür kişilerin örneğin yoğun sabah trafiğinde işe gidenleri engellememesi için kimi ülkelerde sabah ve akşam saatlerinde ücret ödemeleri gibi önlemler alınmaktadır.
[4] Kritik, Grekçe krisis = elemek kökünden türeme. Eleştiri de benzer kökten.
[5] Bu bağlamda bir dizi konunun işlendiği TV ve radyo programları için bkz: http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=224, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=504, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=585, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=251
-
Eki 26 2015 EVET-HAYIR DEMOKRASİSİ ARTIK YETMİYOR
Düşünce tarihimizin bütünü, evet-hayır mantığı’na (binary logic) dayalı olarak gelişti. Teknolojide alınan yola bakıldığında, o gelişmenin bütünüyle evet-hayır mantığının ürünleri olduğu görülecektir. Özellikle de son 25 yılın bilgisayar alanına getirdiği gelişmeler tamamen bu mantık sisteminin muhteşem eserleridir.
Bu yüzden de hemen her değeri, her sistemi sorgulayan insanlar, bu mantık sistemini sorgulamadı. Ama acaba aynı şey, insan davranışları ve toplum yaşamı için de söylenebilir mi? İnsanlığın bugün karşıkarşıya bulunduğu ‘kaos’un oluşumunda acaba bu kutuplaştırıcı mantık sisteminin rolü ne olmuştur?
1980 öncesinde ülkemiz insanlarının sağcı ve solcu olarak iki-ye ayrılma “zorunluğu”, Cumhuriyet mi yoksa Tercüman mı okuduğu, bıyıklarının pos mu, pala mı olduğu hep bu ikili mantık sisteminin ürünleri değil miydi? Bir insanın, bir kısım değerleri sağ (denilen) ve bir kısmını da sol (denilen) Dünya görüşünden alması, iki gazeteyi de okuması ve mesela bıyıksız olması acaba mümkün değil midir?
Bugün bunları geride bıraktık. Ama ikili mantık sistemi aynı gücüyle yerinde oturup düşüncelere yön veriyor. Artık kimse kimseye sağcı mı solcu mu olduğunu sormuyor ama bu defa da Türk mü Kürt mü olduğunu merak ediyor. Ve kimse de hem Türk hem de Kürt olabilmenin mümkün olup olmadığını tartışmıyor.
Teknolojide çok kullanışlı olan, hatta toplum yaşamı pek karmaşık değilken o alanda da pekala geçerli olan evet-hayır mantığı artık toplum yaşamında hatta artık teknolojide ve özellikle de evet-hayır mantığının en çok kullanıldığı bilgisayar alanında da yetmemektedir. Bu yetmezlik nedeniyle, yeni nesil bilgisayarların tasarımında ikili mantık yerine Fuzzy Logic denilen ve 0 ile 1 arasında başka değerlerin de bulunabileceğini kabul eden yeni bir mantık sistemi kullanılmaya başlanmıştır.
Teknik alanda dahi yetersizliği ortaya çıkan bu mantık sistemine dayalı olan demokrasi anlayışı da artık Demokrasinin başlıca aletlerinden biri olan “seçim”, ikili mantığın en çarpık ürünlerinden birisidir. Bir seçmen A, B, C gibi ü. adaydan birini seçmek zorunda bırakıldığında, oy vereceği adayın dışında kalan iki adayı -birbirlerinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar-, “yaramaz” safına koymaktadır.
Halbuki, bu üç adayın hepsi de yarayışsız, üçü de yarayışlı olabileceği gibi, herbirinin bazı özellikleri “tercih edilebilir” durumda olabilir. Zaten genellikle karşılaşılan durum da bu olmasına karşın sırf mantık sisteminin gereği olması nedeniyle doğru olan yerine, bu acayip tercih yapılmak zorunda kalınmaktadır.
Nitekim, sistemin bu eksikliğini gidermek için “koalisyon” denilen araç geliştirilmiş, seçmenlerin katılmadığı, muhtemelen olurlarının da bulunmayabileceği bir süreç parçası sisteme dahil edilmiştir. Bütün bunlar ikili mantık sisteminin eksikleridir.
Her nekadar demokrasimizin iyi işlemeyişinin nedeni yalnızca, sistemin esas aldığı mantık sisteminin yetersizliği değilse de, restorasyonu kaçınılmaz olan demokrasimizin geçireceği onarım sürecinde bu temel yetmezliğin de dikkate alınması zorunludur. Hiç olmazsa böylece önemli bir konuda Dünyaya bir örnek vermiş de olabiliriz.
İkili mantık sisteminin yıkılması, benimle beraber misin- bana karşı mısın? mantığına dayalı tüm kurumların yeniden yapılanmasına, belki de bazılarının tamamen ortadan kalkmasına yol açacaktır.
Bir senet etrafında -ki bu bir dernek tüzüğü ya da bir parti programı olabilir- bir araya gelmeye mecbur kalan insanlar, birbirine zıt görüntüler verseler dahi artık aynı anda birden fazla sayıda kümenin üyesi olabilmektedir.
Bu eğilimin doğal bir sonucu “çok az sayıda kişiden oluşan kümeler” dir. Bunlar birer “uyum ve güven grubu” olacaklar, birbirleriyle birçok konuda -herhangi zorlayıcı bir senet olmadan- anlaştıkları için, kurumlardaki geleneksel zorlayıcı ve yapay (ve de işlemeyen) denetim, yetki devri (delegasyon) ögeleri ortadan kalkacaktır.
Bugünkü siyasi sistemimizi ve özellikle de siyasi partilerimizi bu anlayışla yeniden yapılandırmaya mecburuz. Bu, belirli özellikler çevresinde uyum ve güven oluşturmuş, küçük ve çok sayıda siyasi partinin parlamentoyu oluşturması, bunların da aralarında uzlaşacakları konular yönünde icraat yapacak hükümetleri görevlendirmesi demektir.
İkili mantık sistemi yerine geçecek olan Fuzzy mantığı ‘na göre, seçimlerde birden fazla partinin seçilmesi mümkün olabilecek, daha doğrusu partilere birer not verilecektir. Böyle bir değerlendirmenin sonuçları muhakkak ki geleneksel evet-hayır mantıklı seçime göre farklı sonuçlar, yani farklı parlamento yapıları verecektir. Bunun ise, insanların tercihlerini çok daha doğru olarak yansıtacağı bellidir.
Bugün için spekülasyon gibi görünen bu konu yakın bir gelecekte -bir biçimde- yaygın olarak Dünyada tartışılmaya başlanacaktır*. Niçin önce Türkiye’de tartışmaya başlamayalım? Temiz Siyaset platformunun oluşumuna en büyük katkı bu olacaktır.
Aralık-1993
Rev. Eylül 2016
(*) Nitekim şimdilerde gündemde olan Likit Demokrasi kavramı tam olarak budur.
-
Tem 18 2015 “Emperyalizm”in başlıca kök-nedeni: Ezber geleneği!
İnternet’ten gelen ve bir akademisyenin yazdığı belirtilen “A.B.D.nin Karanlık Tarihi” başlıklı bir yazı, kuzey Amerika topraklarının ele geçirilişinden başlayıp Suriye, IŞİD meselesine kadarki geçmişte A.B.D.nin oynadığı çoğu zalimce rolleri popüler bir dille anlatıyor.
Benzer yazı, anlatı, kitap, internet mesajları vb. birikimleri zihnimde bir araya getirince ilginç bir nokta dikkatimi çekti. Bunların neredeyse tamamında anlatılanlar –bir bölümü dayanaksız, duygusal, kişilerin kendilerinden menkul olsa da- çoğu toplumsal sorunların kaynağı olarak “emperyalizm”i gösteriyor.
Birikimleri gözden geçirince ikinci dikkatimi çeken ise, her sorunun getirilip emperyalizm’e, çözümlerinin de emperyalizm ile mücadele’ye dayandırılması ve katiyetle bir adım daha ileri gidilmeyip bu meşum olgunun sorgulanmaz (ezber[1]) oluşu, zihnimde emperyalizm = Tanrı eşitliğinin oluşmasına sürükledi.
Madem ki kavram olarak Tanrı da kendinin nedeni ve sonucudur, öncülü yoktur, bu kadar insan ağızbirliği etmişçesine emperyalizmi nihai suçlu gösterdiğine göre, onun da tanrısal bir niteliği var demektir.
Emperyalizm, üstünde yatılacak yastık olamaz!
Bir zamanlar bir meslek ağabeyim, yaptığımız hataları geçiştirmek için özür dileme enstrümanını keşfettiğimizi görünce, “özür, üstünde yatılacak bir yastık değildir; önce, tekrarlamamayı güvence altına alacaksınız sonra da bir cila olarak özür dileyebilirsiniz” demişti. Emperyalizm de her melanetin ihale edileceği, sonra da yapılanların yapılmaya devam edilip sonuçlarının yine aynı yere fatura edileceği bir yastık olamaz. Eğer bu bir uyanıklık değilse –ki çoğu kimsenin bu amaçla kullandığını düşünüyorum- mutlaka bir aymazlık boyutu vardır.
Aslında biraz düşünülürse, tamamen soyut bir kavramı suçlu ilan edip savaş açmanın, bedava kahramanlık için çok da uygun bir araç olduğu görülecektir.
Önce adlandırmayı doğru yapalım: Sömürü!
Emperyalizme fatura edilen ne varsa “sömürü” kavramıyla açıklanabilir. Sömürü ise son derece somuttur ve “değer transferi” denilen olgunun ta kendisidir.
– Maslow ihtiyaçlar piramidinin her basamağındaki kişiler, bir üst ihtiyaç basamağına tırmanmak ister. Ender haller haricinde bu eğilim insan türünün ortak bir özelliğidir denilebilir.
– Herhangi bir –somut ya da soyut- ihtiyacın giderilmesi, mutlaka bir enerji harcamayı gerektirir. Çünkü her şey:
- Ya doğrudan bir enerji (güneş),
- Ya güneş yoluyla doğrudan üretilenler (bitki, odun, kömür, petrol, gaz, madenler),
- Ya bu ilk ikisi kullanılarak elde edilmiş daha karmaşık bileşik ürünler (bina, alet, makine),
- Ya da bunların tümü kullanılarak üretilmiş daha karmaşık ürünler (bilgi, beceri, ar-ge)
dir[2]. Bunların tümüne bir ad vermek gerekirse en uygun isim “değer”dir[3].
– Maslow’un her ihtiyaç basamağı, bir alt basamaktakinden daha fazla enerji (ve/ya türevine) ihtiyaç gösterir. Örneğin, üzeri ağaç dallarıyla kaplı bir barınak sahibi insanlar, üstü akmayan –mesela kamış paketlerinden yapılmış- çatıya sahip barınağı nispeten daha kolay elde ederken, vahşi hayvanlara karşı daha korunaklı taş duvarlı bir ev yapmak daha fazla enerji gerektirir.
– Toplumlar, yukarda sıralanan 4 kategorideki enerji (ve türevleri) kaynaklarına bütünüyle sahip değillerdir. Çünkü, sahip oldukları enerji ve türevleri arttıkça, o toplumdaki insanlar da daha üst ihtiyaç basamaklarına tırmanmak istemekte, kendilerini yönetenlerin üzerinde başa çıkılamaz bir baskı kurmaktadırlar.
– Bu baskıların kaçınılmaz iki sonucundan birisi, bir toplumu oluşturan çeşitli kesimler arasında, söz konusu enerji ve türevlerinin birbirilerinden transferi çatışmalarıdır. Sınıf çatışmalarının, toplum içi sömürülerin başlıca nedeni budur.
Diğer sonuç ise, ihtiyaç duyulan enerji ve türevlerinin, başka toplumlardan ya barışçıl yollarla (ticaret gibi) ya daha az barışçıl yollarla (sömürü yoluyla) ya da zorla (işgaller, savaşlar yoluyla) transfer edilmesidir[4].
– Bir toplum ortalama olarak ihtiyaçlar piramidinde ne kadar yukarılara tırmanmış ise (kalkınmış, gelişmiş) ise, daha üstlere tırmanmak için toplumdaki arzu o kadar fazla, bu ek tırmanışa karşılık gelen enerji ve dolayısıyla da transfer etmek ihtiyacında olacağı enerji ve türevi o kadar büyük olacaktır. Bu ise, barışçıl-az barışçıl-saldırgan araçların tümünün birden sonuna kadar kullanılması demektir. Nitekim bugün fiilen olan da budur.
– Buradaki kritik kavram, her iki halde de geçerli olan yöntemin “değer transferi” olduğudur. İnsanlığın ilk çağlarından bugüne kadar çatışmaların büyük çoğunluğunun nedeni “değer transferi” olgusudur.
– Bu mekanizmayı anlamaya çalışmak yerine, emperyalizm, kapitalizm gibi “değer transferi” yöntemlerinden ya da bu yöntemleri kullanan X, Y, Z gibi ülkelerden yakınmak, ilkel kabilelerin gök gürültüsüne karşı keçi kurban etmeleri kadar etkilidir. Yapılması gereken “sorgulamak yoluyla anlamak” ve “gereğini yapmak”tır.
İkinci adım: Sömürmek için sömürülecek birileri lazım!
Böylece açıklanan “sömürü” olgusu kendi kendinin sebebi (Tanrı gibi) değildir; tam aksine bir neden dolayısıyla ortaya çıkar ve sonrasında da o neden ile birlikte sürekli olarak birbirlerini üretirler (yumurta ve tavuk arasındaki döngüsellik gibi).
“O neden” sorun çözme kabiliyeti yetersizliğidir!
Her bakımdan birbirine eşit güçte iki kişi arasında sömürü olamaz; aralarında potansiyel farkı yoktur. Aynen aynı yükseklikteki iki havuzdan birbirlerine su akımı olamayacağı gibi.
Bu potansiyel eşitliği bozabilecek herhangi bir neden (akıl, bilgi, kurnazlık, acımasızlık, biat, ahlaksızlık, ezber, yaratıcılık vb farkı) dolayısıyla taraflardan birisinin, karşılaştığı sorunları çözmedeki yetersizliği derhal bir “sömürüye açık alan” yaratır. Sömürüye açık alan bir iştah açıcı gibidir ve o ana kadar sorunsuz –hatta dost- birlikte yaşayan iki kişiden göreceli olarak daha yüksek sorun çözebilirliğe sahip olanın sömürme iştahını tahrik eder; teknik olarak, arada bir potansiyel farkı oluşur.
Bir kural olarak bir kişi ya da bir toplumun çözemediği her sorun, çevresindekiler için birer sömürüye açık alandır. Bu alan, düşük potansiyelli olanın sömürülmesine yol açarken, yüksek potansiyelli olanlar arasında da bir paylaşım kavgasına yol açar. Sevr’e giden yol boyunca bunu bizim kadar somut yaşayan toplum galiba yoktur.
Bu süreç kin, nefret, beddua, öbür dünyada hesaplaşma vs ile ilgisi olmayan, yer çekimi, rüzgar oluşumu gibi doğal bir olgudur. Tek çaresi ise önce ne olduğunu, niye olduğunu sorgulamak, sonra da yol açan nedenlere karşı araç geliştirmektir.
O da ne: Ezber sorgulamayı imkansız kılıyor!
Ezber, sosyal laboratuvarlarda üretilmiş bir virüs ya da kendiliğinden ortaya çıkmış bir mutant olabilir, bunun bir önemi yok; çünkü sonuç değişmiyor. Değişmiyor ve okul dahil tüm kurumların dokuları içine yerleşiyor ve sadece kendisine belletilenleri, söylenenleri yapıp, sonra da ortaya çıkan sonuçlardan yakınıp küfür, kahır, nefret, göğüs yumruklama, övünme, öbür dünyaya havale gibi işe yaramaz –ama enerji tükettirerek doğru işler yapmayı imkansızlaştıran- yollardan medet uman bir zavallılar topluluğu haline getiriyor.
Evet emperyalizm, ezber’in ta kendisidir!
Ezber, toplumumuzun sorgulama (dolayısıyla anlama, anlamayı önemseme) yetisini yok eden bir hastalıktır ve sürekli olarak sorun çözebilirlik potansiyelini azaltıp, sömürüye açık alan yaratmaktadır.
İnanmayanlar, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki bildirgeyi 5 yıl içinde niçin sadece 621 kişinin imzaladığına, her ay siteyi ziyaret eden 50,000e yakın kişinin niçin bu konuya aldırmadığına bakıp şaşabilirler.
18 Temmuz 2015
[1] Farsça “kalpten” (ez: kalp, yürek, göğüs , ber: -den eki), by heart (İng), par coeur (Fr), Sorgulanmazlık, sorgulanamazlık (Tür)
[2] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1vI, http://bit.ly/1taV5J3
[3] Bkz. http://bit.ly/1xa9iuL
[4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Dd
-
Kas 13 2014 Aksi halde demokrasi olmaz!
Bir TV söyleşisi (benzetmesi):
- “Toplum kesimleri tam temsil edilmez ise demokrasi söz konusu olamaz”
- “Sadece sandık yoluyla demokrasi olmaz”
- “Kurumsal alt-yapı eksikse demokrasi olmaz”
- “Eğitimsiz kitlelerle demokrasi olmaz”
- “Sivil toplum örgütlenmemişse demokrasi olmaz”
- …… olmaz
- …… olmaz ve
- …… katiyetle olmaz.
Sanırım, uzun yıllardır günde üç öğün, demokrasinin hangi koşullar var olmayınca söz konusu olamayacağını dinleye dinleye artık öğrendik, ezberledik. Ayrıca, bu yolla demokrasinin çok önemli bir şey olduğu da dolaylı yoldan beyinlerimize işlendi.
Peki, bütün bunlar olmazsa demokrasinin olamayacağı tamam da, bunlar olup da demokrasi gerçekleşir ise ne olacak? Yani demokrasi bize ne verecek o belli değil.
Demokrasi işsiz olana iş mi verecek, işi olana daha çok para mı verecek, parası olana başka mutluluklar mı verecek? Gizemli, şiirsel ifadelere başvurmaksızın bunu anlatmanın bir yolu yok mudur?
Demokrasi halkın kendini yönetmesidir; hadi daha kısacası öz-yönetim diyelim; demek ki demokrasi olunca toplum kendi kendini yönetecek; olmadığı takdirde ise toplum kendi kendini yönetemeyecek, toplum adına başka birileri toplumu yönetecek. Daha açıkçası, kendi-kendini-yönetmek, yani öz-yönetim yerine birilerinin -mesela seçilerek belirlenmiş birilerinin- toplumu yönetmesinin ne gibi bir sakıncası var?
Daha da Türkçesi, “yönetmek” ne demek? İster kendi kendini yönetsin ister başkası yönetsin, bunun somut anlamı nedir?
“Sorun”, istenmeyen ve/ya istenen ama gerçekleşmesinin önünde engel bulunan ‘durum’lar olduğuna göre, yönetmek sorun çözmek anlamına geliyor. O halde, önemli olan sorunların çözülmesi ise, bunu kimin çözdüğünün ne önemi olabilir ki? Üstelik de toplumun kendi kendinin sorunlarını çözmeye çalışması yerine, seçeceği birilerine (bir çeşit taşeron) bu işi ihale etmesi daha az zahmetli bir yol değil mi?

İhtiyaçlar piramiti’nin en alt katmanındaki yaşam-sürdüme-ihtiyaçlarını karşılamak derdindeki çoğunluğun meselesi, toplumu kimin yöneteceği midir ki demokrasiyi önemsesin? Üstelik de canını dişine takmış yaşamaya ve ailesini yaşatmaya çabalayan insanların sorunlarının çözümünü üstlenecek birileri varsa daha ne istenebilir ki?
“Ben bu yönetme yani sorun çözme işini kimseye ihale etmem; çünkü sorun çözmek demek çeşitli seçenekler arasından tercihler yapmak demektir. Ben yaşamımın her alanındaki tercih yapma özgürlüğümü kimseye bırakamam” diyen birileri varsa, bu kişiler yukarıda anılan “ihtiyaçlar piramiti”nin üst katmanlarına çıkmışlar, yaşam sürdürme ihtiyaçlarının giderme endişesini aşmışlar demektir.
Burada “yaşam tercihleri” deyimiyle kast edilen, giyim-kuşamından neye inanacağına, kaç çocuk sahibi olacağından neler içilip içilemeyeceğine kadarki geniş alandaki irili-ufaklı yüzlerce tercihtir.
Buradan net olarak görünen odur ki, yaşam sürdürme savaşını verenlerin “yaşam tercihlerini kimin yapacağı” konusunda bir dertleri olamaz; ta ki bir üst ihtiyaçlar katmanına çıkıncaya kadar.
Bu durumda, çoğunluğu ihtiyaçlar piramitinin ilk basamaklarında yaşamaya çalışan insanlara durup durup “şöyle olmazsa demokrasi olmaz, böyle yaparsanız demokrasi olmaz” demenin pratik bir anlamı yoktur. Onların öncelikli sorunu; demokrasi = öz-yönetim = kendi sorunlarını çözmek = kendi yaşam tercihlerini yapmada özgür olmak = birey olmak değildir. Onlara, neleri tercih edecekleri, seçtikleri insanlarca söylenecek ve onlar da ister istemez uyacaklardır.
Ancak, o kesimler bu durumun pekala farkındadırlar ve bir üst refah katına ulaştıklarında derhal “tercih özgürlükleri”ni talep edecek, hattâ talep etmeksizin kullanmaya başlayacaklar; kendi adına tercih yapmaya kalkanlarla çatışmaya başlayacaklardır.
Toplumumuzun ortalama refah düzeyi, çeşitli hesap yöntemlerine göre değişse de pek düşük değildir (bkz. http://bit.ly/11iNX6f). Fakat iller ve kişiler arasındaki dağılım dikkate alındığında durum değişiktir (bkz. http://bit.ly/1v5b291).
Refah düzeyi dağılımındaki bu çarpıklık, toplumumuzdaki –hattâ diğer toplumlardaki- kutuplaşmanın temel nedenlerinden birisi olarak ortaya çıkıyor.
Bir toplumun gerek iç gerekse dış güvenliğini sağlayacak öğelerin başında, o toplumu oluşturan kişilerin içindeki “birey” sayısının geldiği söylenebilir. Birey sayısı arttıkça alınacak kararlar daha sağlıklı olmaya başlarken, birey sayısı az olan bir toplum, kendi içindeki ve/ya dışındaki niyet sahiplerinin güdümünde –sonunda kendilerini de yok edebilecek- yönlere doğru hareket eder, ettirilebilirler.
13 Kasım 2014 Perşembe
-
Kas 05 2014 Alkışlanabilir ama imkansız!
‘70li yılların başlarında Türkiye’de henüz siyah-beyaz televizyon yeni yaygınlaşıyor; çoğu yer kapsama alanı dışında. İnsanlar TRT’nin sınırlı süre yayınlarını izleyebilmek için türlü hokkabazlıklarla yüksek antenler kuruyor; ucundan-kıyısından karlı da olsa bir şeyler izlemeye çalışıyorlar.
O tarihlerde Zonguldak’ta, deniz kenarına çok yakın bir evde oturuyoruz. Karşı kıyı görünmese de, Romanya, Bulgaristan, SSCB (o zamanki adıyla) karşımızda. Arada TV yayınlarını engelleyecek bir şey olmadığı için, o ülkelerin TV yayınları bize kadar erişebiliyor. Sözlerinin çoğunu (bazı filmler İngilizce olsa da) anlamasak da resmine bakabiliyoruz.
Günün birinde, Romanya TV’sinde bir söyleşiye denk geldik: Walt-Disney’in bir uzmanı ile söyleşide şu soruyu soruyor: “Filmlerinizdeki komik sahneler o kadar çok ki bunları nasıl ürettiğinizi merak ediyorum; komikliğin bir kuralı filan var mı?”
Uzmanın cevabı sadece komik filmler için değil, birçok alanda yol gösterici nitelikte: “Eğer, alkışı hak edecek derecede müthiş, ama gerçekleşmesi imkansız (plausible impossible) bir beceri tasarlayabilirseniz bu mutlaka komik olacaktır?”
Devam ederek bir örnekle de açıkladı: “Mesela, filmlerimizde azgın bir köpek tarafından kovalanan kediler görürsünüz. Kedi can havliyle öyle bir hızla koşar ki, kapalı bir kapıya çarpıp öteki yana geçer ve kedinin profili uyarınca kapıda bir delik açılır; gerçekte böyle bir şey ancak kedinin hızı bir merminin hızına yaklaşırsa olur ama o da imkansızdır. İşte bu alkışlanabilir ama aynı zamanda imkansızdır ve de komiktir (http://bit.ly/1qp3d7l)”.
Ne alâka?
Amacım komik filmlerin niçin ya da nasıl komik olduğunu tartışmak tabii ki değil; bu açıklamaya konu olan “alkışlanabilir imkansız (plausible impossible)” kavramının, çeşitli sorunlara çözüm önermek niyetinde olanların kavram dağarcıkları için çok işe yarar bir alet olduğunu göstermek.
İşte bir sorun ve çözüm örneği..
Sorun: Maden kazaları
Soruna yol açtığı ileri sürülen başlıca birkaç neden ve çözümü:
- Gelişmiş ülkelerdeki güvenlik donanımı yerine kullanılan ilkel yöntemler ana nedendir. O halde tüm ocaklar bu tür teçhizatla donatılmalıdır.
- Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler yetersizdir. Bu gereklilikler yerine getirilmelidir.
- Türkiye’nin enerji ihtiyacı ile enerji üretimi dengesinde, bilgi-yoğun, yüksek katma-değerli ürünlerin payı düşük olduğu için, enerji-yoğun düşük katma-değerli ürünler üretilmekte ve ihraç edilmektedir.
Bu dengenin, bilgi-yoğun yüksek katma-değerliler lehine değiştirilmesi gerekmektedir. Bu durumda, işletilmesi verimli ve kârlı olmayan, ancak insan yaşamını riske ederek işletilebilen küçük ocaklar yerine daha uygun koşullu işletmelere yönelmek ve onları konsantre biçimde işletmek mümkün olabilir.
Bu üç çözüm gerçekten de kuvvetli alkışı hak ediyor.
Peki niçin imkansız?
- Her maden ocağının, gelişmiş ülkelerdeki güvenlik önlemleriyle donatılması ve bu durumda da üretilen cevherin rekabet edebilir maliyette olabilmesi için:
- Maden sahibinin yeterli yatırım ve işletme sermayesine sahip olması,
- Maden rezervinin yeterli uzunlukta bir süre için gereken miktarda olması,
- Madencilerin “eski” tabir ettikleri “önceden işlenip mostrası alınmış ve terkedilmiş; sonra tekrar girilip işletilmek istenen” durumda olmaması,
- Cevher damarlarının, emek-yoğun değil donanım-yoğun üretime uygun karakteristiklerde olması,
- Üretim yönetiminde rol alacak teknik elemanların yeterli eğitimi almış olmaları,
- Üretim ve iç-denetim elemanlarının ekmek-parası uğruna “kendisinden istenilenleri körü körüne yapmak zorunda olmayacak” bir pazarlık gücüne + bir bilince + etik alışkanlıklara sahip olmaları gerekiyor.
- Birbirine VE ile bağlı bu 8 koşulun her birinin %90 gibi yüksek bir oranında gerçekleşebilmesi halinde dahi, bileşik imkan ancak %45 kadardır. Daha Türkçesi %50den büyük bir olasılıkla kazasız bir üretim sadece bu birinci açıdan imkansızdır.
- Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler alınması yalnızca maden işletmeciliği için değil, demokratik sistem içinde akla gelebilecek tüm süreçler için bir olmazsa-olmaz’dır.
Ama bunun için de:
- İç ve dış denetimleri yapacak kişi ve kurumların (en ünlü global ölçekli olanların dahi), kendilerinden istenileni değil, gerçekleri raporlayabilecek güçte olmaları,
- Alınacak önlemler için (1a)da ileri sürülen koşulun gerçekleşebilmesi,
- Alınacak önlemleri uygulayacak her kademedeki personelin (yönetim kurulu başkanlarından, ocaktaki çancı’lara kadar hepsinin) değer ölçülerinin virütik değerlerden (El Yüz ve Zihin Temizliği) arınmış olması gerekiyor.
- Bu durumda birbirine VE ile bağlı bu 3 koşulun her birinin yine %90 oranında gerçekleşmesi halinde, ancak %70 dolayında bir bileşik imkan dahilinde denetim mümkündür.
- Toplumumuzun, bireyleri ve kurumlarıyla ürettikleri mal ve hizmet ürünlerinin bileşimindeki yüksek katma-değerli ürünlerin payının %5’ler düzeyinden hiç olmazsa %20’lere çıkarılabilmesi hedeflendiğine göre (http://bit.ly/1x3C94Q), daha uzunca bir süre %95’ler düzeyinde emek-yoğun iş kollarında çalışacağız demektir.
Bu ise enerji-yoğun üretim demektir. Enerji ihtiyacı ya iç üretim ya da ithalat yoluyla karşılanacağına; ithalat yapabilmek için ihracat gerektiğine; düşük-katma değerli ihracat konusunda dünya yüzünde çok büyük rekabet olduğuna göre, Türkiye’deki madenlerin işletilmesi yönünde mevcut baskının azalması söz konusu değildir. Uzun sözün kısası, sıralanan “alkışı hak eden ama imkansız” 3 önlemin sonuncusu da bu yüzden “imkansız”dır.
İyi de ölelim mi yani?
Bu soru’nun yanıtı –bütün sorularda olduğu gibi- tercihlerimize ve o tercihlerin gereklerini yerine getirmedeki iştahımıza bağlıdır.
Eğer:
- Evet ölelim!
Yukarda çizilen resmin sadece madencilik alanına özgü olduğu sanılıp, “iyi öyleyse bizde madencilik yapmayıp bilgisayar sanayiinde bir iş bakalım” gibi bir çözümün mümkün olduğu sanılmasın.
Eğer öyle bir sanıya kapılmadan, bugün yaptıklarını yapmaya devam ederse: Ancak yığma inşaat yapabilmeye uygun bir “ortalama” nitelik dokusuna (http://bit.ly/1pl6AkR) sahip insanımız 30 katlı AVM-rezidans inşaatlarından aşağı düşmeye, eğer düşmeden tamamlayabilirse bu defa da tutuşacak cephesi nedeniyle içinde ölmeye, oradan da yırtabilirse 20 kişilik minibüsüne tıkıştırılan 80 kişiyle birlikte devrilip ölmeye, eğer çok şanslı ve o kazadan da yaralı kurtulursa, tedavi için kaldırıldığı hastanede “bişi olmaz yav” zihinsel virüsü nedeniyle evinde ölmeye mahkumdur.
- Ne münasebet ölmeyelim!
Kuşkusuz bu, doğru ve insancıl olan tercihtir. Bunun için yapılması gereken ise “sorgulamak” (https://tinaztitiz.com/yerlesik-kaliplarin-sorgulanmasi-2/) ve “gereklerini yapmak”tan ibarettir.
Örnek alınan bir sorun yoluyla anlatılmak istenen, çok parlak (alkışı hak eden), ama olabilirlikleri dikkate alınmayan çözümleri dile getirenlerin daha dikkatle dinlenilmesine, aksi halde bu çözümlerin(!) o sorunların sonunda doğabilecek tehlikelere süratle yaklaştırdığına dikkat çekmektir.
“Yurdumuz parçalanmaktadır, tüm toplum silkinip aklını başına almalıdır”, “çevre sorunları giderek Türkiye’yi çölleştirmektedir, herkes bunun bilincinde olmalıdır”, “su sıkıntısı nedeniyle herkes suyu tasarruflu kullanmalıdır”, “trafik yaşamdır, hız sınırlarına uyulmalıdır” ve daha onlarca önemli konudaki çözüm önerilerine lütfen bir de bu açıdan bakınız. Alkışlanabilir imkansız’ların sayısı komik olsa da acıdır.
Kolay gelsin.
5 Kasım 2014 Çarşamba
-
Ağu 20 2014 Farklılıklarımız -nereye kadar- Zenginliktir ?
Son yılların galiba en çok kullanılan sloganlarından birisi de “farklılıklarımız zenginliktir” sözüdür. Gerçekten de cıvıl cıvıl renkler içeren bir buket çiçek, elbise ya da yatak örtüsündeki “bir aradalık” insana yaşam enerjisi katıyor.
Benzer şekilde bir arada yaşayabilen, dili, inancı, dış görünüşü farklı insanlardan oluşan bir insan topluluğu da, biteviyeliğin yıpratıcılığından koruyup, insan dışındaki canlı-cansız varlıklar bütününün bir parçasından başka bir şey olunmadığını sürekli hatırlatabilir.
Peki, bu çeşitliliğin bir sınırı var mıdır?
Ya da, yaşamı zenginleştiren –belki de evrimsel açıdan bir avantaj katan- bu farklılıklar nereden sonra bir dezavantaj olmaya başlar; böylesi bir sınır var mıdır?
Soru sorulunca cevabı da kendi içinden doğmaya başlıyor. Farklılıkların birlikte yaşamasını güçleştirecek tek olası neden, bir bileşenin, “bileşenler arası eşitliği bozacak derecede bir ayrımcılık talep etmesi”, bu yolda uzlaşmaz bir tutum içinde bulunmasıdır. Bu durumda bir arada yaşamak güçleşeceği gibi, temeli uzlaşmak olan demokrasi gibi bir rejimin uygulanması da imkansız hale gelecektir.
Türkiye, demokratik rejimi benimsediği yıllardan bu yana, farklılıklar birliğini oluşturması hedeflenen bileşenlerin sürekli olarak ayrımcılık talepleri ile karşı karşıyadır: Kendinin Cumhuriyetin kurucu ortağı olarak kabul edilip -coğrafi özerklik, su ve enerji kaynaklarının sahipliği gibi- ayrıcalıklı haklar verilmesini talep eden ırk temelli “farklılık” ya da İslam’ın özel bir yorumunun, defalarca yeniden yorumlarının (onlarca cemaat) tüm nüfusa uygulanması peşindeki “farklılıklar” sadece birkaç örnektir.
Dilini konuşmak, kültürel kimliğini korumak, İslam dininin gereklerini yerine getirmek gibi doğal hakların koruyuculuğu arkasında gizli kapaklı yürütülen farklılık talepleri ise birer zenginlik değil fakirlik kaynağıdır.
Kuşkusuz, her kesim kendince makul gördüğü bir ayrıcalığı talep edebilir; makul olmayan, bunu demokrasinin bir gereği olarak talep edip, sonra da bütünün kendi bütünlüğünü koruma yolundaki reflekslerini (terörle, fanatizmle mücadele gibi) anti-demokratik olarak nitelemek; dahası, bu refleksi dumura uğratacak girişimleri geçmişle yüzleşme, barışma vs olarak takdim etmektir.
Toplumumuzun aydın kesiminin henüz bir sorun –hatta sorunların anası- olarak gör(e)mediği Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği’nin sonuçlarından yalnızca birisi olan bu trajik durum, onu talebeden ve destekleyenleri de yutabilecek bir kısır döngü’dür.
Demokrasi eğer bir birlikte yaşama kontratı ise, tek kabul edilemeyecek kontrat maddesi birlikte yaşamı reddetmektir. Ayrı ayrı birlikte yaşamak ise ancak bir oksimoron örneği olabilir.
Sözün özü şudur..
Birbiriyle uzlaşamaz talepleri “zenginlik yaratan farklılıklar” olarak takdim etmek ya bir kavram tanımlama yetersizliği ya da akıl-fikir eksiği değilse, iyi gizlenememiş birer art niyettir.
20 Ağustos 2014
-
May 07 2014 1915 Ermeni Soykırım İddiaları
1. Sorun Nedir?
Hangi konuda olursa olsun, bir sorun’un çözülemeyişinin çeşitli nedenlerinin başında muhtemelen “sorunun iyi tanımlanmayışı” geliyor. Buradaki “tanımlanma” kavramı ile kastedilen şudur:
1.1. Sorun hangi semptomlarla kendini gösteriyor?
Çeşitli toplumların parlamentolarında Türkiye’yi veya geçmişini mahkum eden kararlar alınması, aksini iddia etmenin dahi suç olarak ilanı, diplomatlarımıza karşı geçmişte uygulanan terör, yurt dışında yaşayan Türklere karşı baskılar gibi.
1.2. Sorunun kök neden(ler)i (root causes) nelerdir?
Toplum yaşamının çeşitli alanlarında karşılaşılması gayet doğal olan sorunlarını çözmekteki kronik yetersizlikleri nedeniyle giderek büyüyen bir sorun stokunun baskısı altında –tüm kurumlarıyla birlikte- kalan toplumumuz, uluslararası ilişkilerin değişmez vahşi gerçeğinin bir gereği olarak, sahip olduğu ve/ya ürettiği değerlerini, daha yüksek sorun çözebilirliğe sahip toplumlara kaybetmektedir.
Bu oyunun kurallarına göre, her toplumun kendi mensuplarına daha yüksek yaşam standartları sağlayabilmek için daha fazla “değer”e ihtiyacı vardır. Bu değerlerin bir bölümünü kendi üretirken, mümkün olan azamisini de başka toplumların ürettiği değerleri -çeşitli yollarla- kendi insanlarına transfer etmektedir. Bu sömürü sürecinin başlıca enstrümanı ise, sömürülecek toplumların çözemediği sorunlarının birer koz olarak kullanılmasıdır. 1915 Ermeni olayları bu amaçla kullanılan bir enstrümandır.
1.3. Söz konusu sorunun, sorun stokumuzdaki diğer sorunlarla etkileşimi var mı, nasıl?
Bizi sıkıştıran her sorun’un dönemler itibariyle yarattığı baskılar arttığında, daha güçlü ülkelere mutlaka belirli tavizler vererek geçici olarak rahatlamamız bir rastlantı gibi değerlendirilemez. Bu, uluslararası boyuttta ya da öyle bir boyut kazandırılmış tüm sorunlarımızın dipten bağlantılı olduğu ve hepsinin aynı bir amaca hizmet için rakiplerimizce birer koz olarak kullanıldığının basit bir göstergesidir.
Gerek 1915 olayları dolayısıyla maruz kaldığımız baskı, gerek ayrılıkçı terör, gerekse İsrail ile yarattığımız sorunun yansımaları, tümü sorun çözme kabiliyeti yetersizliğimizin dışavurumlarıdır. Hepsinin ortak paydası bu yetersizliktir.
Bu sorulara –özellikle de ikincisine– net cevap veren bir tanımlama yapılmaksızın, ne Ermeni sorunu, ne de diğer sorunlarımız için geliştirilebilecek çözümler amaca hizmet edebilecektir.
Buna göre, Ermeni İddiaları Sorunu etiketiyle tartışılagelen sorun iyi tanımlanmamıştır ve bu tanım yetersizliğinin dolaylı sonuçları da –en azından- şunlar olmuştur:
(a) Amaç hasıl olmamıştır,
(b) Sorunun kökleri (roots) yerine dışavurumları ile boğuşulduğu için, hem kökler giderek yeni sorunlar üretmekte, hem de evrim kanunları şu hükmünü icra etmektedir: Doğada beceriksize yaşam hakkı yoktur.
(c) Kök sorunlar yerine “Ermeniler” bir sorun gibi görülmeye başlanmış, bu da “Türk” algısını olumsuz etkilemiştir.
(d) Gelişmemiş toplumlar için, “Kısıtlı kaynaklarını iyi tanımlanmamış sorunları çözmek için heba eden toplumlar” şeklinde bir tanım genellikle kullanılıyor. Devletin ve sivil kesimin sınırlı kaynaklarının, iyi tanımlanmamış Hayalet Nedenler (phantom causes) yönünde kullanımı bu tanıma uyar görünüyor.
2. Gerçekler nelerdir?
İçine insan öğesinin girdiği olaylar için doğrular çok olsa da, gerçekler (truths) genelde tektir. 1915 Ermeni olaylarında “gerçekler” nelerdir? Tartışan kesimler “gerçekler” üzerinde uzlaşamadığı takdirde, herhangi bir çözüm söz konusu olamaz.
Diğer yandan, gerçekleri belgeleyebilecek tüm kanıtlar da mevcut olamayacağına göre, en azından mevcut olanların saklanmadan ortaya çıkarılması en yalın ihtiyaçtır. Tarafımızdan yapılan tüm savunmalarda o yılların idarelerini “tamamen hatasız” olarak göstermemiz akıllıca bir yöntem olmadığı gibi; yapılmış hataların hiç bir şekilde soykırım olarak tanımlanamayacağı da bir “gerçek”tir.
Ortada, -çeşitli kesimlerce- gerçekleri temsil ettiği savunulan olgular vardır; fakat, başta Ermeni arşivlerii olmak üzere, birçok önemli ülkenin arşivleri -pratik olarak- henüz kapalıdır. Sağlam bir strateji ise ancak gerçekler üzerine kurulabilir.
Gerçeklerin tam ve eksiksiz olarak bilinmesine engel olabilecek önemli bir faktör, duygusal ve/ya milliyetçi bakış açılarıyla ifade edilen argümanlardır. İçinde bir tane duygusal öğe içeren bin kanıtlık bir savunma, sadece bu birisi nedeniyle çürütülmeye adaydır. Halbuki, gerek akademik kesimde, gerek devlet katında ve gerekse sivil toplum kesiminde kurum ve bireyler içinde son derece birikimli bilgi kaynaklarımız mevcuttur.
1915 olayları sırasında yaşamlarını kaybedenlerin tamamının, “vatandaşı olduğu devleti arkadan hançerleyen işbirlikçiler” olmadığı gerçeği, (3)ncü maddede önerilen “sağlam zemin” yoluyla karşılanıp, “üzüntü” beyan edilmesi doğaldır.
Benzer şekilde, bu çatışmalarda yaşamlarını kaybeden diğer Osmanlı vatandaşlarının da unutturulmaması önem taşıyor. Onların da, adı soykırım değil ama bir katliam olarak belirli bir tarih itibariyle anılmaları gerçekçi bir tutum olur.
3. Sağlam zemin (rock bottom) nedir?
Osmanlı Devleti’nin tüm tartışmaların ötesinde ve üstünde, tüm suçlamaları boşa çıkarabileceği zemin kanımca şudur: Saldırılara karşı kendimizi koruma yolunda (preemptive actions dahil) tüm önlemleri almak hakkımızdır ve bunu tartışmayız. Bu hakkın, bir ülkenin toprakları çok yönlü saldırı altındayken mevcut kargaşa ortamında kullanımından doğan sonuçlardan üzüntü duymamız insani bir duygudur, fakat pişmanlık değildir. Benzer her kalkışma halinde benzer önlemleri almaktan kaçınmayız.
4. Çözüm önerileri
4.1. Unutulmaması gereken ilkeler:
4.1.1. Değer iletişimi ilkesi uyarınca az söz.
4.1.2. Övünmekten ve yermekten uzak durmak.
4.1.3. Kök-nedenlere dayanmayan eylem yapmamak.
4.1.4. Gerçekçi ve amaç odaklı olmak, sınırlı kaynakları israf etmemek.
4.1.5. Şimdi ve burada türü çözümler ihmal edilmese de, yarın ve ötede türü çözümlere ağırlık vermek.
4.1.6. Her sorun, anlamak ve çözmek için özel bir “dil”; her dil ise “o soruna özgü kavramlar” gerektirir. Mevcut dili kullanarak bugünkünden daha etkili çözümler bulunamayabilir.
4.1.7. Ve nihayet: T.Roosevelt’in ünlü “Yumuşak konuş, ama elinde iri bir sopa bulundur; daha ileri gidersin” ilkesinin, bu hayalet (phantom) sorun’un çözümü olduğunun hiç unutulmaması. Türkiye gerçekte haksız olduğu için değil, güçsüz olduğu için bu baskılara maruz kalmaktadır.
4.2. Yukarıdaki tanımlamalar ve bu ilkelere dayalı olarak geliştirilebilecek çözümler, kişi ve kurumların imkan ve kabiliyetleriyle orantılı olarak değişik olabilir; olmasında da yaratıcılık açısından yarar vardır.
4.3. Çok sayıda, irili ufaklı, az ya da çok etkili / yetkin kişi ve kuruluş bu konularda çalışıyor. Net bir gözlem, bunlar arasında sinerji üretebilecek bir işbirliğinin pek az olduğu, çoğunun birbirini “beceriksizlik” ile küçümsediği / aşağıladığı / suçladığı’dır.
Bu eğilimin net sonuçlarından birisi, etki-tepki kaçınılmazlığı nedeniyle küçümsenen / aşağılanan / suçlananların da diğerlerine karşı benzer tutumlar içine girmeleridir. Bu akıllıca bir yöntem değildir ve Sorun Çözme Kabiliyeti yetersizliğinin bileşenlerinden birisidir. İşe yarar işbirlikleri geliştirebilmek için bu tutumdan vazgeçme konusunda bir girişim yararlı olacaktır.
4.4. Değinilen bu irili ufaklı “mücadele odakları” arasında arzulanan sinerjinin oluşamamasının kanımca başlıca iki nedeni var:
4.4.1. Birbirlerinden haberleri yok ve/ya yukarıda açıklanan dışlama eğilimleri.
Çözüm 1: Bir iletişim ağı geliştirilmesi ve herkesin birbirini eylemleri hakkında kısaca bilgilendirmesi.
Çözüm 2: Dışlayıcı tutumların farkına varılması (bkz 4.1.2)
4.4.2. Her birimiz, toplum sorunları konusunda kuşkusuz duyarlıyız. Duyarlıklarımızı, seçtiğimiz sorunların çözümleri yolunda zaman, çaba, para vb kaynaklarımızı kullanarak gösteriyoruz.
Bir gözlemim şöyle: Seçtiğimiz sorunlara o denli yoğunlaşıyoruz ki, zaman içinde kendimizden birer parça haline gelebiliyor. Kuşkusuz bu çok iyi. Ama bir de madalyonun öbür yüzü var: Farklı sorunlara yoğunlaşanlar arasında sinerji pek olamıyor. Bu sorunların köklerine inildikçe, bileşenler arasında büyük olasılıkla kimi aynılıklar ortaya çıkacaktır. Bu ise sinerji üretimi için bir engel olsa da, aynı zamanda önemli bir fırsat da olabilir.
Bu durumda tek ihtiyaç, üzerinde çalıştığımız sorunların kök-bileşenleri hakkında iletişim kurmaktan ibaret gibi görünüyor.
Bu yolda bir başlangıç için, Ermeni iddiaları konusunda çalışan tüm kişi ve kuruluşlara aşağıdaki sıralamaya benzer (içerikleri farklı olabilir) bir tanımlama yapmaları yolunda bir çağrımı iletmek isterim.
- Ermeni soykırım iddiaları sorunu için:
Adlandırma: Ermeni soykırım iddialarıyla haksız suçlanma
Tanımlama: Çeşitli alanlardaki pazarlık güçlerini artırmak amacıyla koz konseptini kullanagelen ülkelerin, Sorun Çözme Kabiliyeti düşük toplumlardan birisi olan Türkiye’ye karşı, Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni kalkışmasına karşı aldığı önlemlerin kaçınılmaz sonuçlarını kasıtlı olarak istismar etmeleri ve bu yolla ihtiyaçları olan “değerleri” kendi toplumlarına transfer etmeleri. - “Sorun”un kökleri[1] (roots) içinden en önemli iki tanesi (öncelik sırasına göre): Toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyetinin düşüklüğüne yol açan çeşitli kök-sorunlardan en önemli ikisi:
- Koz konsepti hakkında sistemik bir anlayışın, toplumun aydın tavırlı kesimlerinde yerleşmemişliği. Bunun bir sonucu olarak da, uluslararası ilişkilerdeki en etkili aracın koz yönetimi olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesi.
- Birbirine sıkıca bağlı (Türkçe diline hakimiyet) ve (doğru[2] düşünme) konularındaki yetersizlik sonucunda ortaya çıkan:
- Uzun, birbirini tekrarlayıcı ve yer yer nakzedici, tanımsız kavramlara dayalı, süslü, duygusal, şiddetli, fakat az değer taşıyan ifadeler yoluyla iletişim,
- En azından önemli kavramların tanımlarındaki belirsizliklerin bir sorun olarak sayılmayışı,
- Türkçe diline yetersiz hakimiyetin bir türevi olarak sayılabilecek yabancı dil hakimiyeti yetersizliği.
- Bir soruna yol açtığı düşünülen nedenler ve bunlara ilişkin çözümlerin, kritik düşünme[3] yoluyla ağırlıklandırılamayışı nedeniyle yararlı ama etkisiz[4] çözümlere öncelik verilip kaynakların verimsiz kullanımına yol açılması.
- “Sorun”un çözümü yolunda uyguladığımız ve/ya uygulanmasının yararlı / gerekli olabilecek iki çözüm.
- Koz konseptinin etkili kesimlerin kavram dağarcığına tanıtılabilmesi konusunda bugüne kadar harcanan çabaların yeterli olmadığı açıktır. Buna göre:
- Önemli sorunlar (Ermeni iddiaları gibi) konusunda çalışan kişi ve kurumlara koz konseptinin tanıtılması,
- Gizliliği sağlanmak kaydıyla, bu konuda çalışan kişi ve kurumları internet ortamında bir araya getirerek GoogleDrive yoluyla bir beyin fırtınası yapılıp, bir koz veri tabanı oluşturulması
- Ermeni soykırım iddiaları konusunda yabancılar üzerinde en etkili kesimlerin başında, Ermeni iddialarını destekleyen Türk akademisyen, sanatçı, tarihçi vb kişiler geliyor. Koz konseptinin bu kişiler üzerinde kullanılarak daha makul hale getirilmelerine çalışılması.
- Gerek Ermeni iddiaları gerekse diğer uluslararası boyutlu sorunlarda dikkati çeken ortak bir nokta, sürekli biçimde “dış mihraklar yakınması”dır. Dış mihrakların var olduğu ve daima var olacağı, bunlardan yakınmanın yerçekiminden yakınmakla eşdeğer olduğu, aslolanın dış mihrakların iştihasını kabartacak düzeyde zafiyet içinde olmamak gerektiği, bunun da yolunun Sorun Çözme Kabiliyetini güçlendirmek olduğu; bunun içinse SÇK’ni zayıflatan nedenlerin anlaşılmasına çalışıp gidermek olduğu yolunda çeşitli yollarla bilinç oluşturulması.
- Dil ve ifade bağlamında:
- Sorun tanımlamanın, çözümün en önemli bileşeni olduğu; doğru tanımlanmamış sorunların çözülemeyeceği konusunda, Ermeni iddiaları bağlamında çalışan kişi ve kuruluşlara iletide bulunulması; bu yolda makale yazılması, konferanslarda kullanılması.
- Ermeni iddiaları konusunda tanımı yapılmamış kimi kavramlar bulunabileceği varsayımıyla, bu yolda bir ortak kavram seti tanımlanması önerilir. Örneğin, çeşitli kişilerin ağzından soykırım, kırım, katliam, cinayet, insanlık suçu, savaş suçu gibi kavramlar duyuluyor. Bunların tanımlanması önerilir.
- Orta ve uzun vadeli, ama tüm sorunlarımızın çözümünde daima ilk sıralarda yer alan yabancı dil yetmezliği konusunda:
- Yabancı dil öğretimindeki olağanüstü başarısızlık, uzun yıllardır harcanan çaba ve paralara karşın çözülememiş; çözülmek bir yana tanımlanamamıştır dahi. Bu yolda bir task force oluşturulması önerilir.
- BNGV tarafından yürütülmekte bulunan Beyaz Nokta Soruları başlıklı Soru Konferansları dizisine dahil olarak, Türkçe dersi içeriğinin ayrı bir ders olmanın yanısıra tüm derslerin dokuları içine yerleştirilmesi önündeki engeller analiz edilebilir. Bu analiz sonuçları MEB’na “pazarlanabilir”.
- Kısa ifade becerisinin öneminin anlatımı ve bu becerinin yaygınlaştırılması.
- Rasyonel ve kritik düşünme becerilerinin yaygınlaştırılması ve bu yolda BNGV’nin “Yaygın ve Yerleşik Ezber Kalıplarının Sorgulanması Projesi”nin daha ilgi çeker hale getirilmesi. Bu bağlamda, Ermeni iddialarıyla ilgili yaygın ve yerleşik kalıplar üretilip sorgulanması.
- Koz konseptinin etkili kesimlerin kavram dağarcığına tanıtılabilmesi konusunda bugüne kadar harcanan çabaların yeterli olmadığı açıktır. Buna göre:
5. Son birkaç söz..
Kanımca bu uzun soluklu bir mücadeledir. Soykırım iddialarını bir koz olarak kullanan hiçbir toplum, kozu tüketerek etkisini sıfırlamak istemeyecektir. Nitekim John Kerry son beyanatında, kendisine yöneltilen “niçin soykırımı tanımıyorsunuz?” sorusuna verdiği cevapta, “o durumda stratejik ortağımızı gücendiririz” ifadesini kullanarak, iddiaların bir koz olarak kullanıldığını itiraf etmiştir.
Burada açıklamaya çalıştığım yaklaşım, yıllardır sergilediğimiz “soykırım yapmadığımızın kanıtlanması” yaklaşımına terstir. Çünkü o yolla sağlanabilecek kazanç cüzidir; hatta, “soykırım yapmadığımız” yolundaki her eylemimiz, konunun aleyhimize gelişmesine yol açıyor dahi denilebilir.
Sorunun çözümü –bence-, özellikle Batı dünyasını karşımıza alacak meydan okumalardan uzak durmak ve kaybedildiği takdirde Batı’nın çıkarlarının tehlikeye düşeceği bir konumu muhafaza etmektir.
Zamanında bizi sırtımızdan hançerleyen Araplara yaranmak amacıyla çağdaş dünyaya sırtımızı dönmek yerine, başta rasyonel ve kritik düşünme becerisi olmak üzere, Sorun Çözme Kabiliyetimizi artırmak ve onun somut aracı olan kozlarımızı güçlendirmek, pek heyecan vermese de güvenli olan yoldur.
Winston Churchill’e atfen anlatılan ve bulanık süs havuzuna düşen yüzüğünü bulmak için paçalarını sıvayıp havuza girdikten sonra ünlü piposunun deliğini parmağıyla kapayıp, tütün haznesiyle havuz suyunu boşaltmasına karşı, onu seyreden dostlarının biraz alaycı tavırla söyledikleri “Bay Churchill, bu şekilde havuzu boşaltmak biraz(!) uzun zaman almaz mı?” sözüne karşı verdiği cevap, bizim için de geçerlidir: “Doğru ama bu yol daha güvenlidir!”.
Türkiye, önemli sorunlarını çözmede “güvenli” yolları seçmelidir.
7 Mayıs 2014 Çarşamba
[1] Söz konusu sorun’a yol açtığı düşünülen bileşenler
[2] (Doğru düşünme) terimiyle, Rasyonel (nedensel) Düşünme ve Kritik (eleştirel) Düşünme bileşenleri kastediliyor.
[3] Kritik düşünme deyimindeki kritik sözcüğü Grekçe krisis = eleme anlamındadır.
[4] Genelde yararlı, fakat belirli bir çözüm açısından etkisi çok sınırlı çözümler kastediliyor.
- Ermeni soykırım iddiaları sorunu için:
-
Mar 23 2014 Bir “Bireysel Manifesto” denemesi!
Etnik, dini, siyasi alanlar başta, hemen her konuda kutuplaşmış bulunan halkımız bir konuda hemfikir:
“………………. şeklinde düşünüp hareket etmezseniz Türkiye zarar görecek, halkı birbirine düşecek ve düşmanları onu yutacaktır”.
Noktalı yere yazılanlar (iddialar diyelim), kutuplaşmış kesimlerin her biri için farklıdır ve çoğu da birbiriyle çelişir durumdadır; zaten öyle olmasa kutuplaşmalar bu ölçüde olamazdı.
“İddialar”dan hangisinin ne kadar doğru, ne kadar geçersiz, ne kadar cahilce ya da ne kadar akıllıca olduğunu bir an için bir yana bırakalım. Bunların dışında bir “iddia” daha var ki, eğer o doğru ise, diğer tümü bir anda “ihmal edilebilir” düzeye düşmektedir.
O “iddia”yı ortaya koymadan önce, tüm birey, kurum ve toplumun tabi olduğu, oyunun temel kabulleri:
- Birey, kurum ve toplumlar yaşamlarının her anında sürekli olarak sorunlarla karşılaşırlar. Bunlar bazen istenmeyen durumlar, bazen önünde engel bulunan arzulardır.
- Birey, kurum ve toplum olarak her çözülebilen sorun, mutluluğu artırırken bir yandan da Çözüm kabiliyetini artırır ve daha sonra karşılaşılacak sorunları çözme şansını artırır.
- Her çözülemeyen sorun ise mutsuzluk üretirken, bir yandan da sorun stokunu artırır ve daha sonraki sorunları daha dezavantajlı koşullarda çözme zorunluğu yaratır.
- Çözülemeyip stokta biriken sorunlar, ticari, siyasi, tarihi, dini, etnik vbg rekabet içinde bulunulan toplumlarca istismar edilerek, kendilerine birer avantaja çevrilmeye çalışılır. Bunun kibar adı uluslararası ilişkiler’dir. Bu, beğensek de beğenmesek de aynen yerçekimi kadar gerçek bir kuraldır.
- Bu nedenle, açıklanan ve adına Çözüm Kabiliyeti denilebilecek bu özellik, bir toplumun varlığını sürdürebilmesinin temel belirleyicisidir.
Bu temel kabullerin ışığı altında iddia şudur:
- Bu topraklarda yaşamakta bulunan insanımızın “ortalama” Çözüm Kabiliyeti düşüktür ve bu nedenle de sorun stoku –zaman zaman küçük dalgalanmalar gösterse de- sürekli büyümektedir (http://wp.me/p2t6mi-OQ). Çözüm Kabiliyeti mutlak (göresiz) bir kavram değildir. Rakiplerimizin Çözüm Kabiliyetleri göreli olarak daha arttıkça, bizim Çözüm Kabiliyetimiz göreli olarak gerileyerek bugünlere gelinmiştir.
- Bu trajik durumun nedeni, başlangıçta değinilen ve “………..” ile işaretlenen iddialar olamaz. Çünkü, Çözüm Kabiliyeti adı verilen ve bir birey, kurum ya da toplumun çeşitli yeteneklerinin bileşkesi durumundaki özelliğin, bu yeteneklere “ilave bir yetenek” olarak kendi kendinin girdisi olduğu ve bu yolla diğer tüm yeteneklerin (yani “iddialar”ın) etkilerini aşabildiği gösterilebilir (bkz. http://bit.ly/1nEsuOa).
Bu durumda sorulabilecek sorulardan başlıcaları şunlardır:
- Aydın tavırlı kesim, sorunlarımızı çözmedeki sıra dışı yetersizliğin, “üzerinde özel olarak durulması gereken bir sorun olduğu” gerçeğini fark etmek yerine, dış mihraklar gibi yanıltıcı bir nedene niçin bu denli birliktelikle sarılmıştır? (bkz. http://wp.me/p2t6mi-Yy)
- Söz konusu kesim bu gerçeği fark etse dahi, bu hastalığın tedavisi için işe yarar bir yaklaşım üzerinde uzlaşılabilir mi?
Birinci soru üzerinde hep birlikte düşünmek iyi olur.
İkinci soru’nun yanıtı içinse şunlar söylenebilir:
- Evet, işe yarar çözümler vardır. Bunlar akşamdan sabaha herkesi mutlu edebilecek sonuçlar üretemeyebilirler, fakat tedrici biçimde toplu olarak iyileşmeler sağlayacakları neredeyse kesindir.
- Geride kalan yıllar boyunca sorun stokumuzun arttığı; bu nedenle işe yarar çözümlerin her geçen gün daha güçleştiği bir gerçektir. Ama bir diğer gerçek de, bu satırların yazarının hatırlayabildiği en az 50 yıldır, orta ve uzun erimli yaklaşımlara rağbet edilmeyip daima “acil çözümler” peşinde koşulduğudur.
- Bugün yine “şimdi ve burada” tipi çözümler aranmakta olup, başlangıçta değinilen “iddialar”ın hemen hepsi bu tip yaklaşımlardır.
- Buna göre ortada bir sorun olduğunu düşünenlerin –ki bu, üzerinde uzlaşılmış değil, herkesin kendi meşrebine göre tanımladığı sorunlardır- şunları kabul etmeleri gerekmektedir:
(1) “Hemen ve burada” tipi çözümler yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Acil olduğu düşünülen her sorun, zamanında önemsenmemiş (rağbet edilmemiş) sorunlardır.
(2) İyi tanımlanmamış, kök sorunları belirlenip sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralanmamış ve aralarındaki etkileşimler net olarak ortaya konul(a)mamış sorunlar çözülemezler. Bu yolda, yeterli netlikte anlayışlar geliştirilmeden girişilecek, kısa erimli denemeler, her defasında yeni sorunlar üremesine yol açmış, bundan sonra da açmaya devam edecektir.
(3) Çözüm Kabiliyetimizin bu denli düşük olmasına yol açan bir dizi sorunun çözümlerinin bir paket olarak ortaya konulup, tümünün birlikte uygulanmasının –her ne kadar doğru ise de- mümkün olamayacağı bellidir.
Bunun yerine, en tahripkar sorun olduğu düşünülen:
En güvenilir ve etkili sorun çözme aracı olan insan malzememizin potansiyelini büyük ölçüde azaltan, dogmalardan uzak, akıl ve sezginin hem birbirini denetleyebilir hem de yaratıcılığı uyaracak biçimde kullanılıp, bir aydın sorumluluğu içinde uygulan(a)mayışı
üzerinde yoğunlaşılacak tek konu olarak ele alınması önerilir. Buna göre, bu sorunun ifadesinde yer alan:
– Dogmalar ve benzeri nedenlerle özgür düşünemeyişin,
– Akıl ve sezginin birbirini destekleyip denetlemesi yerine, birbirinin etkilerini zayıflatmasının (bkz. http://wp.me/p2t6mi-Zu),
– Doğru düşünülerek geliştirilen çözümlerin ise uygulama aşamasına önderlik edilemeyiş ya da en azından katılmayışın
nedenleri üzerinde, tüm gönüllü örgütlenmelerin gevşek bir birliktelik içinde çalışarak kendi özgün çözümlerini geliştirip uygulamaları, kısa vadeli yaklaşımların karşı konulmaz çekiciliğine rağmen yine de en doğru yaklaşım olacaktır.
Bu bireysel öneriler ne yazık ki hemen her yurttaştan katkı bekleyen, sadece az sayıda sorumlu aydının çabalarına ihale edilmemesi gereken önerilerdir. Seçim bizim, sonuçları ise yine bizim olacaktır.
Tınaz Titiz
23 Mart 2014
-
Eki 16 2013 Hükûmetler için “Anahtar Başarım Ölçütleri (KPI)”
Medyada yıllardır iktidar ve muhalefet partilerinin karşılıklı atışmalarını izleriz. Her başarısız karar ve eylemin bulunabilecek iyi bir yanı olduğu gibi, her başarılı olanın da mutlaka bir olumsuz yanı vardır; olmasa da bulunur.
Akşama kadar sürücülerle uğraşarak bitap düşmüş trafik polisi, mesaisini bitirmeden önce son ceza yazdığı kişi diklenip de “memur bey, neyimi eksik buldunuz da ceza yazıyorsunuz” diye sorunca, “kardeşim yorgun argın beni uğraştırma, şimdi arasam en az on tane eksiğini bulurum” dediği gibi..
Başarım Ölçütü[2] (PI), herhangi bir eylemin, karşılaştırılabilir başarılı bir örneğe göre durumunu gösteren ölçüt olup bu; sayısal ve/ya sözel bir yargı olabilir. Örneğin, vatandaşın alım gücü düşüktür denildiğinde, bu sözel yargının karşılaştırılabileceği mutlaka daha yüksek bir alım gücü referans olarak gösterilebilmelidir.
Bir kurumun –ki hükûmet de bir kurum olduğuna göre- çok yönlü eylemleri için çok sayıda ve aralarında girift ilişkiler bulunan başarım ölçütü (PI) söz konusudur. Seçmen denilen ve çoğunluğunu sokaktaki insanın oluşturduğu büyük kitlenin, bu karmaşık ilişkileri ne değerlendirebilecek bilgi ve zamanı ne de yeterli veriye erişebilecek imkanı vardır.
Bu büyük kitlenin bir bölümü ise ortalama nitelik açısından daha yüksek düzeyli olduğuna göre, en azından onların, hükûmetlerin eylemlerindeki başarıyı daha objektif olarak değerlendirebilmeleri için, daha az sayıda ve doğurgan PI gerekir ki buna anahtar başarım ölçütleri (KPIs)[1] denilmektedir.
KPI olmazsa n’olur?
Bir şaka olarak geçmişteki Sovyetler Birliğindeki atletizm yarışması sonuçlarını veren TASS ajansının haberindeki gibi olur: “Bugün yapılan atletizm yarışlarında Sovyetler çok değerli bir ikincilik kazanmıştır” haberine konu olan yarışlar meğer sadece iki ülke arasında yapılıyormuş.
Bir ilke olarak, genel kabul görebilecek bir referansa göre ifade edilmeyen her başarı ve de bunlara aynı şekilde referanssız yöneltilen eleştiri dikkate alınmaya değer değildir.
KPI içinde neler bulunmalı?
Bir hükûmetten beklenen temel işlev, devlet aygının iyi işlemesini sağlayarak, halkın[3] ekonomik ve sosyal gönenci ile iç-dış güvenliğini sağlamak ve bütün bunların bir bileşkesi olarak bekasını temin etmektir. Bu 5 alanın her birisi açısından “anahtar” sayılabilecek başarım ölçütleri KPI olarak kabul edilebilir.
KPI nasıl belirlenecek?
KPI belirleme işi yarısı teknik, diğer yarısı sanat[4] sayılabilecek bir konudur. Ekonomik gönencin ölçütleri ekonomistlerin konusudur. Fert başına milli gelir, enflasyon, büyüme, cari açık ve benzeri sayısal ölçütlerden hangilerinin “anahtar” sayılabileceği konusunda bir uzlaşıya varabilirler. Sosyal gönenç ölçüleri ise İnsani Gelişme İndeksi[5] ile ölçülendirilebiliyor.
İç güvenlik konusunda kullanılabilecek bir ölçüt bileşeni, NATO üyesi ülkelerdeki büyükelçiliklerin, bulundukları ülkelerdeki iç güvenliği rapor etmeleri için kullandıkları Kargaşa Kriterleri olabilir. İç güvenlik örgütünün kullanması gereken PI, bunu da içeren ama daha çok bileşenli bir bileşik ölçüt olmalıdır.
Dış güvenlik ölçütü ise, komşu ülkelerle ilişkiler başta olmak üzere, ülke toprakları ve nüfusu üzerinde beslenen niyetleri içeren karmaşık yapılı bir ölçüt olmalıdır.
Beka konusu ise çeşitli yetkinliklerin birarada ele alınmasıyla değerlendirilebilir. Bu yetkinlikleri bir bütün olarak değerlendirebilen bir bileşik ölçüt ise Sorun Çözme Kabiliyeti İndeksi[6] olabilir.
Görüldüğü gibi, ölçütlerin pek çoğu, teknisyenlerin kolayca uzlaşabilecekleri sayısal değerler değildir. Ayrıca, özgürlük, demokrasi, kararlara katılım gibi konularda da geliştirilebilecek çeşitli ölçütler olabilir ve olmalıdır.
Buradan varılabilecek sonuçlardan birisi gerek iktidar gerek muhalefet partilerinin, seçmen kitlesini –kendi eylem ve savları konusunda- ikna etmede kullanabilecekleri gerçekçi ölçütlere olan ihtiyaçlarının kaçınılmazlığıdır.
Bu tür ölçütler olmaksızın gerek kendini övmek gerekse diğerini yermek son derece kolaydır ve o derecede de çürüktür.
Bu ihtiyaç ulusal ölçekte olduğu kadar yerel ölçeklerde de geçerlidir.
Yaklaşan yerel seçimler ve sonrasında yapılacak genel seçimler için gerek iktidar, gerekse muhalefet partilerinin, seçmene saygılarının mutlak bir gereği olarak yerine getirmeleri beklenen görev, ortalama seçmenin anlayabileceği basitlikte bir “ölçü aletleri tablosu” (dashboard) ortaya koymaları ve siyasi rakipleriyle bu konuda uzlaşabilmeleridir.
Seçmene bu bağlamda düşen görev ise, ölçütsüz övme ve yerme’lerin, seçmeni cahil ve aptal yerine koymak demek olduğunun farkında olmaktır.
16 Ekim 13 Çarşamba
[1] Key Performance Indicator (KPI)
[2] Performance Indicator (PI)
[3] Halk, yurt içi ve dışında halen yaşamakta bulunanlar, aramızdan ayrılmış olanlar (vasiyetleri yoluyla) ve henüz doğmamış olanlar’ın toplamından oluşan paydaşlar olarak dikkate alınırsa, çoğulcu demokrasinin tanımına uyulmuş olur.
[4] Hewlett-Packard mühendisleri, Break Even Time (BET) adında bir ölçüt geliştirmişlerdir. Bu ölçüt, ürün geliştirme çevriminin (cycle) etkinliğini ölçmektedir. BET, ürün geliştirme çalışmalarının başından, ürünün pazara sunulduğu ve o ürünün geliştirilmesi için yapılan yatırımın, geliştirilen ürünün satışından sağlanan kârla başabaş geldiği ana kadar geçen süreyi öçmektedir. BET, etkin ve verimli bir ürün geliştirme sürecinin 3 kritik elemanını tek ölçü içinde birleştirmektedir: Bu elementlerden birincisi ürün geliştirme konusundaki başabaş noktasıdır. İkincisi, BET, kârlılığı vurgulamaktadır. Kârlılık yoluyla Pazarlama Yöneticileri, İmalat Personeli ve dizayn mühendisleri birlikte çalışmaya özendirilmektedir. Ve üçüncü olarak, BET’e süre egemendir. Yeni ürünlerin, rakiplerinden daha hızlı olarak pazara çıkabilmesi, süre ile ilgilidir. Bu 3 bileşeni tek ölçüt içinde toplamak bir sanat sayılmalıdır.
[5] Bkz. http://bit.ly/196kYBE
[6] Bkz. Sorun Çözme Kabiliyeti İndeksi, http://wp.me/p2t6mi-OQ
