• İHLAL HİYERARŞİSİ !

    Bazı sorular vardır ki bunlar hakkında doğrudan anket yapmak, yapılsa da doğru yanıtlar almak çok güçtür. Örneğin, “çok utandığınız bir kötü huyunuz var mı?” gibisinden bir soruya, “evet var, insanlara çok güveniyorum sonra da hayal kırıklığına uğruyorum” yanıtını veren manken taklidi ya da “evet var, hiç hata yapamıyorum” diyen yupi özentisi MT, kolayca anlaşılabileceği gibi gerçek yaşamlarındaki sıkıntılarını telafi etmek ümidiyle yalan söylemektedirler.

    Bu yüzden de bu tür sorular içeren anketlerde içtenlikli cevap alabilmek için türlü yollara başvurulur, yanıtların gizli kalacağı ve benzeri güvenceler verilir. Ama bunların büyük çoğunluğunun işe yaramadığı kesindir. İnsanlar yine de gerçekleri değil, idealize ettikleri yanıtları verirler.

    En iyisi bu tür “zor” soruları içeren anketleri, kişilerin kendi kendilerine cevaplamalarını istemektir. Bu durumda içtenlikli cevap alabilme şansı yine yüzde yüz değildir, ama ilkine göre daha yüksektir. Tam doğru yanıt alınamayabilir, çünkü bu defa da kişi kendinden utanabilir.

    Belirleyici başlıca niteliklerinden birisi “sürekli olarak başkalarından yakınmak” olan toplumumuzda, hemen herkes başkalarının kuralları çiğnediğini, kendi ve kendi gibilerinin bu yüzden mağdur durumda olduklarını iddia etmektedir.

    Bu iddialar büyük olasılıkla doğru, ama tam doğru değildir. “Doğru”dur, çünkü gerçekten de kural ihlalleri (istisnasız her konuda) ulusal özelliklerimizin bir diğeridir. Ama “tam doğru” değildir, çünkü kural ihlallerinden yakınanların büyük çoğunluğu da kuralları çiğnemektedirler.

    Peki bu nasıl olmaktadır? Bir kişi, yakındığı suçu (kural çiğneme) işler mi?

    Mekanizma şöyle işlemektedir: Her kişinin ait olduğu sosyal sınıfın belirlediği “kural çiğneyebilme sınırı” farklıdır. Bir benzetmeyle, toplum içindeki kurallar bir merdivenin basamakları gibi bir hiyerarşi oluşturmaktadır.

    Yaşamını şoförlük yaparak kazanan bir vatandaşın ait olduğu sosyal sınıfın kural çiğneyebilme sınırları, apartmanın üst katından kilim silkeleme, çevreye çöp atma gibi belediye yasasını ilgilendiren hükümler ile, trafik yasası hükümlerinin çiğnenmesinde son bulur.

    Yap-satçı bir vatandaşın sınırları ise biraz daha geniştir. O nun yaşam alanı içindeki kurallar ise hem bir öncekini hem de daha üst kuralları içerir. Mesela kamu arazilerini işgal edip belediyeye rüşvet vererek inşaat ruhsatı alma, ancak bu vatandaşımızın kural alanı içindeki bir ayrıcalık olup şoför vatandaşımız bu ayrıcalıktan yararlanamaz.

    Diğer yandan, örneğin bir bakan ise daha farklı bir sosyal sınıfa ve ona tekabül eden kural alanına sahiptir. Bu nedenle de, hem şoförün, hem yap-satçının, hem de kendi özel sınıfının kural çiğneme imkanlarına sahiptir. Buna göre, ne şoförün, ne de yap-satçının sahip olmadığı, mesela “bakanlık imkanlarını kendi seçim çevresi için kullanma” gibi bir potansiyeli vardır.

    Bir ilke olarak -ki buna kural çiğneme kanunu denilebilir-, kurallar hiyererşisinin basamaklarında çıkıldıkça, kural çiğnemenin getirisi artar.

    Bu ilkeye göre, herkes maksimum getiri sağlayabilecek kuralları çiğner. Filmlerde seyrettiğimiz mafya “baba”larının toplum içinde son derece saygın olması işte bu kanun dolayısıyladır. “Baba” çevresine iyilik yapar, tüm basit yasal ve ahlaki kurallara uyar, ama mesela uyuşturucu ticaretini yöneterek maksimum getiriyi sağlar.

    Bu nedenle, yap-satçı vatandaşımız bir alt sosyal sınıfın kurallarına saygılı, ancak kendi alanı içindeki kurallar için bir canavardır. Merdiven çıkıldıkça herkes kendi altındakilerin kurallarına saygılıdır. Yukarıdan aşağıya doğru durum budur. Yukarıdan aşağı bakanlar, aşağıdakilerin çiğnedikleri, kendilerinin ise saygılı oldukları kuralları gördükçe küplere biner ve yakınırlar.

    Aşağıdan yukarı doğru bakıldığında ise durum yine benzerdir. Bu defa, aşağıdaki, kendinin çiğneme imkanı bulunmaması nedeniyle -mecburen- saygılı olduğu kuralları üsttekilerin çiğnediğini gördükçe küplere biner ve yakınır. Gerçekten de şoför ya da yap-satçı vatandaşın, anayasa ihlali ya da imkanlarını seçim bölgesine peşkeş çekme gibi bir imkanı yoktur ve dolayısıyla bu alandaki kuralları çiğnemesi mümkün değildir.

    Şimdi, acaba şöyle tek sorulu bir anket yapılsa kendi kendimize ne yanıt verirdik? “Ben hangi kuralları çiğniyorum?”

  • HAVA KİRLETME VERGİSİ

    Bu başlığa bakarak telaşlanılacağını, “başımıza bir de bu vergi mi çıktı?” diye isyan edildiğini görür gibi oluyorum. Ama hemen belirtmeliyim ki, bir defa bu yeni bir vergi olmayıp halen alınmakta bulunan bir vergidir.

    İkincisi, toplumun bütününü değil yalnızca dar gelirli bölümünü ilgilendirmektedir. Dolayısıyla, hali vakti yerinde vatandaşlarımızı ilgilendiren bir yanı yoktur.

    Nihayet üçüncüsü, diğer tüm vergilerden farklı olarak, devletçe zorunlu olarak alınan, ödenilmediğinde cezaya neden olan değil, bir kısım vatandaşlarımızın gönüllü olarak ödedikleri bir vergidir.

    Hava Kirletme Vergisi, bu özelliklerinden ötürü Dünya vergi literatürüne toplumumuzun bir katkısı olarak değerlendirilmelidir.

    Halen piyasada satılmakta bulunan kömür sobalarının verimleri %30 civarındadır. Bunun anlamı, yakılan her 100 kilo kömürün 30 kilosunun ısınma, geri kalan 70 kilosunun ise bacadan dışarı atılarak hava kirletme amacıyla (!) kullanıldığıdır.

    Soba, genellikle dar gelirli kesimin kullandığı bir ısınma aracıdır. Dolayısıyla hava kirliliğinin yanısıra konunun bir de “cep” boyutu vardır. Dar gelirli insanlarımız, ısınma amacıyla harcadıkları paranın %70’ini “hava”ya atmaktadırlar.

    Türkiye’deki 10 milyon konutun yaklaşık 6 milyonunda soba kullanılır. Her sobanın yılda ortalama 1 ton -ki aslında daha fazladır- kömür yaktığı düşünülürse, hava kirletme “amacıyla” havaya atılan kömürün 4 milyon ton olduğu, bunun değerinin ise 160 milyon dolar kadar olduğu anlaşılacaktır.

    Yukarıdaki rakamlara bakarak, bacalardan dışarı atılan ısı enerjisinden arta kalan %30’luk ısının, vatandaşların ısınması için kullanıldığı sanılabilir. Bu böyle olmayıp, bacadan dışarı atılamayan ısının %50’si de yalıtılmamış pencere ve duvarlardan yine havaya atılır.

    Böylece. yakılan her 100 kilo kömürün 85 kilosu tamamen dışarı atılmış olmaktadır.

    Bu, 5 milyon ton kömürün ya da 200 milyon doların hava kirletme için kullanıldığı biçiminde de anlaşılabilir.

    Kış mevsimlerinde hava kirliliğinin öldürücü boyutlarda olduğu ülkemizde, hava kirliliği ile mücadele etmek isteyen kuruluşlar için ciddi iki hedef, “soba verimlerinin düşüklüğü” ve “yalıtım eksikliği” dir.

    TSE, sobaların asgari verimlerini belirleyen bir standardı 10 yıl kadar önce yayımlamış, standartın uygulanmaya başlama talimatını ise Sanayi Bakanlığına bırakmıştır. Ancak, soba üreticilerinin baskıları nedeniyle bu standart bir türlü uygulanamamaktadır.

    Sanayi Bakanından bu konunun açıklanmasını isteyen bir soru önergesinin “garip sorular” (lüzumsuz sorular denilmek isteniyor) kapsamında gösterildiği bir gazete haberi yayımlandı.

    Türkiye, havanda su dövdüğü sorunları bir yana bırakıp bu tür “garip” soruları sormaya başladığında sorunlarını çözebilecektir.

    Türkiye’nin güçlüğü, karşı karşıya bulunduğu sorunlarında değildir. Güçlük, Kaynak Sorun’ların “garip”, Görüntü Sorun’ların ise “ciddi” bulunmasındadır.

    Çarşamba, 28 Haziran 1995

  • HAREKETE GEÇİREN NEDİR ?

    Her “olay” 2 ana vazgeçilmez unsura sahiptir: “Ortam” ve “harekete geçirici etki”.

    Benzin motorunun işlemesi bir “olay” ise ortam, uygun yakıt-hava karışımı, harekete geçirici etki ise bujinin ürettiği kıvılcımdır.

    Kamu arazilerinin işgali bir olay ise, devletin arazi sahibi olması, rüşvet alıp vermeye eğilimli tarafların varlığı ortamı, kanun tanımaz uyanık kişilerin ortaya çıkması ise harekete geçirici etkiyi oluşturur.

    Bütün olgulara bu gözlükle bakılırsa daima bu iki unsurun varlığı teşhis edilebilecektir.

    Ülkemizde mevcut terör olgusu da, bu unsurlara sahiptir. Eğitilmemiş insan dokusu, işsizlik, gerice yörelerin kamu görevlilerini cezalandırmak için kullanılmış oluşu, kalabalık kamu kadroları ve bunun yol açtığı düşük nitelik ve düşük ücret kısır döngüsü, toplumumuzun sorun çözme becerisi yetmezliği gibi bir grup sebep, iki unsurdan birincisini, “ortam”ı oluşturmaktadır.

    Ama aynen benzin motorunda olduğu gibi yakıt-hava karışım ortamı nasıl patlama için tek başına yeterli değilse, yukarıda sayılan olumsuzluklar da tek başına terörün sebebi değildir. İkinci bir unsura, “harekete geçirici etki”ye ihtiyaç vardır.

    İşte mesele burada başlamaktadır. Acaba bu “harekete geçirici etki(ler)” ne(ler)dir? Yeterince berrak olunamayan nokta budur.

    Tek tek herbirinde gerçek payı bulunabilecek “harekete geçirici etki”ler ileri sürülmektedir.

    Bunlar doğru mudur?

    Hepsi bu kadar mıdır?

    Hepsi geçerli midir?

    Ağırlıkları ne kadardır?

    Şöyle bir deney düşününüz.

    Her yanı tam kapalı bir oda içinden bir takım sesler gelmektedir.

    Sesler karışıktır. Köpek havlaması, keman sesi ve boğazlanan insan sesi birlikte duyulmaktadır.

    Oda içinde neler olmaktadır? Çeşitli senaryolar düşünülebilir.

    Evinde köpek besleyen bir adamın evine giren bir zorba, evin sahibini boğazlamakta, duyulmaması için de çalan radyodan yararlanmaktadır. Köpek de sahibi için bağırmaktadır.

    Senaryo böyle olabilir.

    Ama yalnızca TV’de film seyreden bir kişi de aynı ses kompozisyonuna sebep olabilir.

    Daha onlarca senaryo mümkündür. Ama her bir durumda yapılması gereken, birbirinden farklıdır.

    Birincisin de polis çağırmak gerekirken, ikincisin de sadece TV sesinin kısılmasını rica etmek yeterlidir.

    Terör olgusunda durum tam böyle olmasa da oldukça benzerdir.

    İnsanlar öldürülmekte, kaçırılmakta, bir kısım insanlar kimlik tanınması peşinde koşmakta, bir kısım ülkeler de buna sıcak bakmakta ve de desteklemektedir.

    Bu gürültü, yukarıdaki gibi çeşitli senaryolardan doğabilir. Ama tam olarak neyin niçin olduğu bilinmezse buna doğru tedbir geliştirmek de güçtür. Hatta bir senaryoya göre geliştirilen “uygun” tedbirler, eğer senaryo doğru değilse zararlı da olabilir.

    Ortadaki terör olgusu bakımından bilinen çok şey vardır. Ama bilinmeyenler hep bu “harekete geçirici etki”ye ait bilgilerdir.

    Olayın tam senaryosu bilinmeksizin, alınacak tedbirlerin başarılı olması güçtür.

    Ayrıca senaryo zaman zaman değişmekte de olabilir.

    O halde tam bilinmesi gereken iki grup bilgi vardır:

    Teröre ortam hazırlayan tüm unsurlar ve bunların ağırlıkları birinci grup bilgidir.

    İkinci grup ise “harekete geçirici etki” senaryosunun “tam” bilinmesidir.

    Bu “tam” bilinme konusu son derece önemlidir.

    Bu karmaşık ve güçlü melanet mekanizmasını, dişlilerin arasına elimizi sokarak durduramayacağımız bellidir.

    Mekanizma ancak iyice anlaşılırsa, uygun noktalarına müdahale edilerek etkisiz kılınabilir.

    “Tam” bilmekle kastedilen, “sevr yeniden hortlatılıyor”, “bu, haçlı zihniyetinin canlanmasıdır”, “Dünya, büyük Türkiye istemiyor”, “büyük devletler maşa olarak terör örgütünü kullanıyorlar” gibi doğruluk payı olabilecek ama mekanizmanın nasıl işlediğini, hangi küçük dişlinin büyük dişliyi çevirdiğini, onun da hangi vanayı açıp kapadığını açıklayamayan yargılar değildir.

    Melanet mekanizmasını, bir dikiş makinesinin işleyişini bildiğimiz açıklıkta bilmek zorundayız.

    Önlem(ler) buna göre geliştirilebilir.

    Bir yandan da “ortam”ı bütün unsurlarıyla dikkate almak zorundayız.

    İşsizliğin teröre ortam yarattığını herkes bilmektedir.

    Ama aynı açıklık, kalabalık kamu kadroları ya da bir başka deyişle kamu kadrolarının istihdam yaratma amacıyla kullanılmasının nelere yol açtığı konusunda yoktur.

    Ortam yaratıcı etkenler, ardışık sonuçlarıyla birlikte ortaya konulduğu zaman önlemleri de kendiliğinden görülecektir.

    Sonuç olarak terör sorununun çözümü bu iki grup etkenin tam bir analizine, yani olanların görüntülerine değil onların sebeplerine ve o sebeplerin sebeplerinin bilinmesine bağlıdır.

  • GELİNİZ, NELERİ YAPMAK DEĞİL, YAPMAMAK GEREKTİĞİNE BAKALIM!

    Çeşitli ekonomik ve sosyal sorunlar ağırlaşıp etkilemediği çember giderek daraldıkça, sıkıntılar ve onlara karşı önerilen çözümler de giderek daha yoğun biçimde dile getirilmeye başlandı. Sıkıntılar derinleştikçe bu yoğunluğun paralel olarak artması, sonunda da tam bir toplu feryat korosu’na dönüşmesi kaçınılmazdır.

    Çeşitli Dünya görüşüne, bilgi ve deneyimine sahip kişilerce dile getirilen görüşlerin hemen hepsi şu şablona uymaktadır: mevcut bir durumun eleştirisi ve buna karşı çözüm önerisi! Daha düz ifadeyle, insanlar sorunları ortaya koyup sonra da “ne yapılması” gerektiğini ifade etmektedirler.

    Bu davranış şablonu yalnız bizlere özgü değildir. Japon mallarının ABD pazarını istilasından rahatsız olan Amerikalı’lar bir uzman heyetini ABD’ye gönderip, neler “yapılması” gerektiğini araştırmışlardır.

    Yaklaşık 3 ay inceleme yapan heyet dönüşünde, Japon’ların Amerikalılar’la hemen hemen hep aynı şeyleri “yaptıklarını”, yalnız ilaveten her sabah bir de milli marş söylediklerini rapor etmiştir.

    Uzman heyetin incelemediği, incelemek gerektiğini dahi düşünemediği şey ise, Japonlar’ın neler “yaptıkları” değil neleri “yapmadıkları” olup, Japon kalite devriminin nedenleri işte o “yapılmayanlar”dır.

    Giderilmediği için giderek aralarında yeni bileşimler yaparak çeşitlenen sorunlarımızın içinden çıkabilmek için neler “yapılması” gerektiğini bir yana bırakıp, çok daha az sayıdaki “nelerin yapılmaması gerektiği” üzerinde durmayı öneriyorum.

    Çünkü, yapılmaması gerekirken yapılan bir şeyin yaratacağı sorun(lar), bazı başka şeylerin “yapılması” yoluyla giderilemez, sadece giderilmiş gibi görünür. Örneğin, enflasyona yol açan yanlışların “yapılmaması” yerine, onun yol açtığı sorunları mesela paradan sıfır atarak önleyemezsiniz.

    Ayrıca da, bunu öneren, tartışan, benimseyen, yürürlüğe koyan akıllar, enflasyonun ek nedenleri olurlar, bu da cabası!

    Hiçbir önlem, hiç bir ilaç, bir hastalığa yol açan nedenler sürerken etkili olamaz. Eğer oluyor gibi görünürse, mutlaka daha derinde başka başka hastalıkları hazırlıyor demektir.

    Geliniz, neleri “yapmamak” gerektiğini bir düşünmeye başlayalım. Eğer gerçekten cesaretimiz varsa!.

    5 Haziran 2000

  • “BİR TUTKUNUN ÖYKÜSÜ”

    İÇİN BİRKAÇ SÖZ!

    Erbil Serter, az sayıdaki tasarımcımızdan birisidir. Hatta, kendi alanında tektir denilebilir. Uzun yıllardır, tasarımladığı savaş gemileri dünyanın büyük tersaneleri tarafından üretilir.

    Diğer buluşçu insanlarımız kadar kovuşturmaya uğramamış olmasının nedeni, Türkiye’de az yaşamasıdır.

    “Bir Tutkunun Öyküsü”, Erbil Serter’in, tasarımcılığın ilginç dünyasına nasıl girdiğinin ve ne gibi evrelerden geçtiğinin belgesel-hikayesidir. Çok az sayıda basılmış birinci basımı tükenince, şimdi bir prestij yayını olarak, telif haklarını hibe ettiği BEYAZ NOKTA VAKFI tarafından tekrar bastırılmaktadır.

    “Bir Tutkunun Öyküsü”, bilim ve teknolojide gerilerde kalmış tüm toplumlar için sağlam bir reçetedir. Bir çocuğa, onun merak volkanını harekete geçirebilecek bir armağan verilmesinin nelere yol açabileceğinin iyi örneklerinden birisi Erbil Serter’dir.

    Ünlü kemancı Paganini için de benzer bir hikaye anlatılır. Müzikle amatör olarak uğraşan, sıradan bir esnaf olan babasından aldığı ilk dersler ve bir armağan keman, bu büyük ustanın var olan -ve hemen herkeste bir türü var olan- yeteneği ortaya çıkarmıştır.

    Erbil Serter, dedesinin kendisine verdiği bazı planlardan yararlanarak 1947 yılında bir helikopter yapmaya girişir. Kendisinde var olanı ateşleyenin bu planlar olduğu güçlü bir olasılıktır.

    İnsanlık tarihi içinde bir süre, “yetenek” denilen özelliğin herkeste bulunmadığı, bazı insanların doğuştan yetenekli oldukları, onların dışındakilerin ise sıradan ve itaatkar kalabalıkları oluşturmak üzere kuşkusuzluk (ezber) esasına göre eğitilmeleri gerektiği savunuldu ve de uygulandı; bazı toplumlarda hala da uygulanıyor.

    Daha sonraları, bu kadar karmaşık yapılı ve milyon yıllık bir “öğrenme” deneyimine sahip türümüzün, bu denli basit bir yargıyla sınıflandırılamayacağı anlaşılmaya başlanmış ve tek değil ama birçok zeka türünün mevcut olduğu, herkeste bunlardan en az birinin mevcut olduğu tezi ağırlık kazanmıştır. Bunun ne kadar doğru olduğunu deneyimlemeyen kimse pek yoktur.

    Hal böyle olunca mesele, herkeste var olan çeşitli yeteneklerin nasıl ortaya çıkarılabileceği noktasına gelip dayanmaktadır. Bilim zamanla bunun için güvenilir yöntemler bulabilecektir. Ama bugün için en iyi yöntem, çocukların meraklarını çok yönlü tahrik etmek, daha da doğrusu doğuştan sahip oldukları engin merakın önünü kesmemek, mümkünse o merakların akabileceği uygun kanalları oluşturabilmektir. Bu kanal bazen bir keman, bazen bir helikopter planı olabilir.

    Erbil Serter’e, bu değerli deneyimini yazarak toplumla paylaştığı için müteşekkiriz. Umarız ki bu kitap daha nice Serter’lerin ortaya çıkarılmasında bir araç olur.

  • GEÇMİŞİN BELİRLEYİCİLİĞİ

    Onbir kibrit oyununda kazanan baştan bellidir!

    Onbir kibrit oyunu, iki kişiyle oynanan, tarafların sırayla ya bir ya da iki kibrit çekebildiği ve böylece devam ederek son tek kibriti çekmek zorunda kalanın yenik sayıldığı bir oyundur. Gösterilebilir ki, oyuna ilk başlayan için daima bir kazanma stratejisi vardır. Bu durumda, yani birinci başlayan o stratejiyi uygularsa, oyuna ikinci başlayan, ne yaparsa yapsın yenilmekten kurtulamaz. Bu durumda sonuç, ilk yola çıkış sırasında belirlenmektedir.

    Sorunsal süreçler de geçmişin belirleyiciliğine tabidir.

    Toplum sorunlarının büyük çoğunluğunun nedenleri irdelendiğinde, hemen hepsinde ortak olan bir tanesine rastlanacaktır: geçmişin belirleyiciliği!

    Geçmişi tersine döndürmek ya da yaşanmamış kılmak mümkün olmadığı için -en azından şimdilik-, sorunların nedenleri konuşulurken bu ortak nedene değinilmez, diğerleri üzerinde durulur.

    Geçmişin, bugün arzuladığımız sonuçların doğabileceği biçimde değiştirilmesinin mümkün olmadığı doğrudur. Ama, aynı biçimde doğru olan bir başka şey de, bugünü değiştirmek isteyenlerin karşılarındaki en büyük engelin, “geçmişin belirleyiciliği” olduğudur. Yani, sorunların bu ortak nedenine göz kapamak, onun bugünkü etkilerinin yok olmasına yetmemektedir.

    Bir – iki örnek!

    “İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur” özdeyişi, geçmişin belirleyiciliği ilkesinin bireysel durumlara uygulanmasından ibarettir. Gerçekten de ilk çocukluk çağlarında kazanılan karakter özellikleri, ileri yaşlarda da genellikle sürmektedir. Bu özelliklerin değiştirilmesi ancak büyük kişisel çabalar ya da rastlantılarla olabilmekte, aksi halde geçmiş geleceği belirlemektedir.

    Buluşçuluğu, gayrımüslim uğraşı sayan Osmanlı, önce ticaretteki iddiasını kaybetmiş sonra da parçalanarak bunun bedelini ödemiştir. Yıkılan imparatorluğun enkazı üzerine kurulan cumhuriyet, «geçmişin belirleyiciliği»ni dikkate al(a)mamış, ilim ve fennin tek yol gösterici kılınabilmesi yolundaki büyük çabaya karşın, XXyüzyılın son yıllarında, buluşçularını ağır ceza mahkemelerinde yargılatacak kadar “buluş düşmanı” olmaktan kurtulamamıştır.

    Yozlaşmış kurumlarımızda çalışan, hatta onları yöneten kişiler, o kurumların durumlarından bizzat şikayetçidirler. Başbakan telefonlarının dinlendiğinden, polis poliste dayak yediğinden, milletvekili meclisin işlevlerini yapmamasından, Eğitim Bakan’ı eğitimin kalitesizliğinden yakınmaktadır. Bu kişiler haklıdırlar. Çünkü geçmiş, bu kişilerin iradelerinden daha güçlü bir şekilde süreçler üzerine etki yapmaktadır.

    Geçmişin belirleyiciliği nasıl aşılabilir?

    Bir şeyle başa çıkabilmek için önce onun varlığını kabul etmek gerekir. Bu birinci adımdır. İkinci olarak, belirleyiciliği geçmişten bugünlere taşıyan “taşıyıcı(lar)”ın ne(ler) oldukları anlaşılmaya çalışılmalıdır.

    Örneğin, “buluşçuluk düşmanlığı” sorunu ile uğraşılıyorsa, toplumun tüm birey ve kurumlarının bu sorundaki payının eşit olmadığı, bazılarının anahtar rol oynadıkları bilinmelidir.

    Bundan sonra, anahtar rolleri oynayanların tesbiti için bir çözümleme yapılmalı, bu analiz sonunda ortaya çıkarılan nedenler önem sıralamasına tabi tutularak “sonucun çoğuna yol açan az sayıdaki neden” tesbit edilmelidir.

    Örnek olarak alınan “buluşçuluk düşmanlığı” sorunu için yapılan bir çözümleme, insanların merak duygularını körelten, dolayısıyla da meraklı insanların yadırganıp dışlanmasına yol açan bir nedenin, eğitimdeki “ezber” usulünün olduğunu göstermektedir.

    Bu durumda “ezber yöntemi”, geçmişi bugünlere taşıyan “taşıyıcı”lardan birisi olmaktadır. Bu ve bunun gibi taşıyıcıları ortadan kaldırmak için birer proje geliştirilerek geçmişin belirleyiciliği kısmen ya da tamamen -taşıyıcıların ne kadarının yokeldiğine bağlı olarak- ortadan kaldırılır.

    Bu operasyonda dikkat edilmesi gereken nokta, belirleyiciliği günümüze taşıyan şeyin, okul değil okul içinde uygulanan süreç yani ezber olduğudur. Süreç yerine kurum ortadan kaldırılarak geçmişin belirleyiciliğinden kurtulmaya çalışmak genellikle düşülen bir yanılgıdır. Bu takdirde hem belirleyicilik bir başka taşıyıcı bularak devam eder, hem de bir kurum tahrip edilmiş olur.

    Bu son duruma somut bir örnek polis kurumudur. Polise karşı kamuoyunda tepkilerin oluştuğu dönemlerde hemen polisin kıyafeti değiştirilerek bir bakıma, “o kurum gitti, bunlar yenidir” mesajı verilmek istenir. Halbuki geçmişin belirleyiciliğini günümüze taşıyan “taşıyıcı(lar)” aynen devam etmektedir.

    Sanık, tutuklu ve hükümlü arasındaki farkın bilincinde olmama, toplumun her kesitindeki kötü muamele ve onun bir türü olan dayak, işinin gereklerine göre eğitilmemiş olmak, güvenlik teknolojilerindeki gelişmeleri izleyememek, ideolojik yönlendirmeler, siyasal etkiler gibi onlarca “taşıyıcı”, geçmişin belirleyiciliğini aynen sürdürmektedir.

    Bunların hepsi, “taşıma” da eşit etkinliğe sahip değildir. Bazıları diğerlerinden daha önemlidir. Onların tesbit edilip giderilmeleri için çaba harcanması, geçmişin belirleyiciliğini azaltacaktır.

    Mesele yine dönüp dolaşıp, “görünür sorun” ve “kaynak sorun” kavramlarına gelmektedir. Sorunlarımıza kalıplarla yaklaştığımız, kalıplarla yaklaşanların ağızlarının içine baktığımız sürece onlar geçmişi bugünlere taşımaya, bizde halimizden yakınmaya devam edeceğiz.

    Pazar, 25 Şubat 1996

  • FANTOM (hayalet) SORUN !!

    Bu kadar sorun yetmezmiş gibi bir de bu nereden çıktı diye lütfen telaşlanmayınız. Allaha şükür yeni bir sorun yok. Bu, sadece bazı sorunların gerçekte olmadığını, onların birer hayalet (fantom) sorun olarak göründüğünü anlatmak için kullanılan bir deyimdir.

    Örneğin, bıçaklanarak öldürülen bir adamın ölüm nedeni olarak aşırı kan kaybı gösterilirse buradaki kan kaybı fantom sorun’ dur. Yani aslında ölüm nedeni bu değildir. Olsa olsa tıbbi neden budur, belki tıbbi neden bile bu değil mesela beynin oksijenle beslenememesidir. Hatta bıçaklanma olayı da bir fantom sorun’dur.

    Bu şekilde geriye doğru gidildikçe öldürme olayının gerçek nedenlerine doğru varılır. En son bulunan nedene ise Kök Sorun denilmektedir.

    Hayalet ve Kök Sorun’ların pratik olarak önemi büyüktür. Görevi sorun çözmek olan kişilerin bilmesi gereken nokta şudur: Hayalet Sorun’lar çözülemez, ancak Kök Sorun’lar çözülebilir !.

    Kamu açıklarının, enflasyonun ve bir sürü kaza belanın nedeni olduğu hergün yüz defa, çeşitli kişiler tarafından dile getirilir ve belki birçok kimse de kamu açıklarının gerçekten de bir sorun olduğunu sanabilir. Halbuki kamu açıkları bir hayalet sorun’ dur ve yukarıdaki kural gereğince hiçbir işe yaramayacak bir sorundur.

    Kamu açıklarına yol açan nedenlerin başlıcası olan KİT’ler de bir hayalet sorun olup, onun da altında KİT’lerin istihdam yaratma amacıyla kullanımı yatmaktadır. Ama bu da bir başka hayalet sorun olup, onun arkasında “iş yaratma” yöntemlerinin yeterince bilinmeyişi, onun altında bürokrat ve politikacımızın Dünya’yı yeterince izlemeyişi, onun da altında insan dokumuzun yetersizliği ve siyaset anlayışımızın yozluğu yatmaktadır.

    Bu şekilde gidilerek kamu açıkları denilen hayalet soruna yol açan Kök Sorun(lar)a varılabilir. Uzun atlama yapılmazsa hemen herkesin varacağı Kök Sorun(lar) birbirinin aynı olacaktır.

    Yatıp kalkıp kamu açıklarını, terörü, trafik kazalarını ya da irticayı sorun ilan edenlerin olaylara bu sistem içinde bakması gerekir.

    27 Eylül 2001

  • EN ÖNEMLİ SORUNUMUZ YILLARDIR NİÇİN “PAS GEÇİLDİ”?

    Lütfen şöyle bir düşününüz, hangi küçük ya da büyük sorun olursa olsun, ilginç bir gerçek gözünüze çarpacaktır: Deniz kirliliği, kamu arazilerinin işgali, yüksek enflasyon, terör ya da dil yozlaşması; hangisinden yola çıkarsanız çıkın daima daha temelde yatmakta bulunan az sayıdaki “Kaynak Sorun”a varılmaktadır .

    Herhangi bir sorunun ortaya çıkması için daima, birisi “ortam hazırlayıcı” diğeri de “tetikleyici” olmak üzere iki grup nedene ihtiyaç vardır. Bunlardan birisi bulunmadığında, “sorun”un doğması imkansızdır.

    Bunun tersi de doğrudur; mevcut bir sorunu yoketmek için hem ortam hazırlayıcı hem de tetikleyici nedenleri birlikte ortadan kaldırmak gerekir. Aksi halde sorun yok olmaz, olsa olsa şekil değiştirir.

    İşte, çeşitli sorunların bu ortam yaratıcı nedenlerine tek tek bakılırsa, bunların bir bölümünün o sorunlara özgü olduğu ama geri kalanlarının ise birbirinin aynı olduğu görülecektir. Bu, çarpıcı bir bulgudur. Yani, deniz kirliliğinin, yüksek enflasyonun, terörün ve dildeki yozlaşmanın bir bölüm nedeni birbiririnin aynıdır. Bunlara Kaynak Sorunlar adı verilebilir.

    Kaynak Sorunlar’ın, önemli özellikleri vardır: Birincisi, bunlar bir su kaynağının su üretmesi gibi sorun üretirler.

    İkincisi ise, çeşitli sorun kaynakları’ndan kaynaklanan sorunlar birbirleriyle birleşip yeni sorun bileşikleri oluşturmak eğilimindedirler. Ayrıca, bu bileşikler de hem kendi aralarında hem de diğer kaynaklardan üreyen sorunlarla sürekli olarak birleşirler.

    Üçüncü özellik, toplum sorunlarını çözme iddiasında olanları çok ilgilendirmektedir. Bu da, sürekli sorun üreten bu kaynaklar kurutulmadan, bunlardan doğan sorun bileşiklerinin çözümlenemeyeceği, yalnızca şekil değiştirebileceğidir.

    Bir başka deyimle, Kaynak Sorunlar yerine onlardan oluşan sorunları çözmek üzere para, zaman, beyingücü gibi nadir

    kaynakları harcamak, bırakınız sorun çözmeyi, onların daha da yayılıp derinleşmesine yol açar.

    Batı’lılar Kaynak Sorun’a (source cause), onlardan türeyen sorunlara da (phantom cause) -biz de Görünen Sorun diyebiliriz- adını vermektedirler. Dilimizde bu olguları tanımlayan deyimler yoktur. O halde sorunlara bu tür bir teşhis de konulmamıştır. İşte sorun da burada başlamaktadır.

    Her kavramın her dilde bulunması gerekmez. Ama bu öylesine önemli bir kavramdır ki bu konudaki bir eksiklik, “eksiklik” değil neredeyse bir hiçlik gibidir. Aynen, ondalık sayı sistemi olduğunu savunan bir sistemdeki on rakamdan birisinin bulunmayışının bir eksiklik değil bir hiçlik olduğu gibi! Hele ve hele çağdaşlaşma (hatta onu da aşma) iddiasını taşıyan bir toplumun, bu eksikliği farketmemiş olması kolay kolay geçiştirilemez, geçiştirilmemelidir.

    Çünkü o takdirde bu “pas geçme”ye yol açan neden(ler) halen devam ediyor demektir. Bu, cebinde pimi çekik bomba taşıyor olmaktan daha az tehlikeli değildir.

    Şimdi yüksek sesle şu soruyu sorup yine yüksek sesle cevap vermeye çalışalım: “Bir imparatorluğun batmasına yol açan, şimdi ise toplumumuzu yokedebilecek bu kavram eksiğinin sebep(ler)i nelerdir? Bunu birileri tezgahlamış olamaz. O halde biz neyi ya da neleri pas geçtik de bu önemli kavramı, sorun çözme kültürümüzün dışında bıraktık?”

    Olaylar üç türlü açıklanabilir: Birincisi inanç yoludur. Onda açıklamaya, neden sormaya gerek -ve de imkan- yoktur. “Öyle olduğu için öyle olmak”, yeterli bir açıklamadır.

    İkinci tür açıklama, sokaktaki adam açıklaması’dır -ki ülkemiz sokaklarında tahminlerden fazla insan yaşar-. Sokaktaki adamı ne rahatsız ediyorsa tüm olayların nedeni odur. Örneğin ücreti düşük bir sokaktaki adam, “bizim gibilere değer verilmezse böyle olur!” türünden bir cevap bulur. Tabii ki sokakta kaç kişi varsa o sayıda da açıklama vardır.

    Bu yaklaşım, bu tür insanlar için bir sosyal afyon’dur ve sanıldığının aksine oldukça da yararlı sayılabilir. Çünkü sokaktaki adam’ın bilinç düzeyi, gerçeklerin yükünü taşımaya yetmeyebilir.

    Üçüncü tip açıklama ise bilimin açıklamasıdır. Orada kolaycılığa, kalıpçılığa, kişisel duyguların etikisinde kalmaya yer yoktur.

    İşte, yukarıdaki soru için ihtiyacımız olan, bilimin açıklamasıdır. Evet, nasıl oldu da biz Kaynak Sorun – Görünen Sorun kavramlarını düşünce sistemimizin dışında tuttuk ve halen de ısrarla tutuyoruz?

    Yazarımız-çizerimiz, politikacımız, düşünürümüz hangi yöntemle sorunları açıklıyor? Yoksa bu kavramlar gereksiz mi? Biz bir başka yol bulduk da sorunlarımızı o yöntemle mi analiz ediyoruz?

    Ey toplumun önde gelenleri!

    Politikacılar, yüksek bürokratlar, yazarlar, iş adamları, akademisyenler!

    Sizlere sesleniyorum. Hergün birbirinize şerefler veriyor, birbirinizi ödüllendiriyor, bilgiç tavırlarınızla topluma güven vermeye çalışıyorsunuz. Ama bakınız, ortada cevaplanması gereken bir soru var. Lütfen buna yanıt arayınız. En azından nasıl yanıt aranacağını düşününüz, düşünmek zorundasınız.

    Ama, bir ulusal kimlik özelliğimiz haline gelen, “süslü ve içi boş sözlerle” değil, kişisel sorunlarınızı yansıtan “yorum”larınız değil, “açıklamalar”ınızı yapmak zorundasınız.

    Aksi halde, bütün o yüksek ünvanlarınızı kullanma hakkına sahip sayılamazsınız. “Sokaktaki insan” hepimizden bunu bekliyor ve haklı olarak bekliyor!

    Pazar, 07 Ağustos 1994

  • ELEŞTİRİYE KAPALI SİSTEMLER KENDİNİ SÜRDÜREMEZ!

    İnsan -ve çoğu canlının-, çevresindeki fiziki koşullar değiştikçe ona uyum gösterebilmesi, “geri besleme” denilen bir çeşit “özeleştiri mekanizması” yoluyla mümkün olabilmektedir.

    Örneğin, ortam sıcaklığı yükselince terleyen vücut, ısı kaybederek kendini tekrar 37C° dolayına getirir. Aksine, ortam soğuyunca, deri gözenekleri daralarak ısı kaybını azaltır ve vücudu yine aynı sıcaklıkta tutar.

    Herhangi bir nedenle bu mekanizmanın işleyişi bozulsa ve beden sıcaklığı 42’nin üzerine çıksa ya da 35’in altına düşse, insan, yaşamını sürdüremez.

    Vücut sıcaklığı için geçerli olan bu “kendini, ortama göre ayarlayabilme” özelliği, organizmadaki yüzlerce süreç için de aynen geçerlidir.

    Bu mekanizma ister vücut sıcaklığının, ister dengemizin, isterse kan basıncımızın korunmasını sağlasın, daima aynı şekilde çalışır: Dengede tutulmak istenen her ne ise, ona ait bir “olması gereken değer” genetik belleğimizde mevcuttur. Diğer yandan, dengede tutulacak olanın değerini her an ölçen bir de duyarga vardır. İşte, yaşamın sihirli mekanizması, bu iki değeri karşılaştırılması yoluyla olur. Bu bir çeşit “özeleştiri” dir.

    “Olması gereken” ile “gerçekte olan” arasındaki fark, sistem tarafından bir “hata” olarak kabul edilir ve bu hata katlanılabilir bir değeri aşınca, bir “hata düzeltici mekanizma” devreye girer ve hatayı yoketmeye çalışır.

    Dikkat edilirse, sistemi yaşayabilir durumda tutan sihirli yan, “gerçekte olan”ın üstünün örtülmeyip aksine ortaya konulması, bununla yetinilmeyip bir de “olması gereken”e göre ne durumda olunduğunun eleştirilmesidir. Sistem, son adımı bu eleştirinin sonucuna göre ortaya çıkan “hata”nın düzeltilmesine razı olmakta ve ancak bunun karşılığında yaşamını sürdürebilme ayrıcalığını koruyabilmektedir.

    İnsanoğlu bu harika “yaşam sürdürebilme” mekanizmasını keşfedince, kendi icadettiği mekanik sistemlere de uygulamaya çalışmıştır. Uçaklar, dengesini bozmaya çalışan çeşitli etkenlere karşı bu sayede uçmakta, evlerdeki buzdolapları böyle çalışmakta, TV yayınları bu yolla izlenebilmektedir.

    Organik ve mekanik Dünya’nın bu yaşam sırrı, toplum yaşamına da uygulanmış, örneğin “demokrasi” denilen rejim de böylece ortaya çıkmıştır.

    Baskın özelliği, “halkın kendini yönetmesi” olarak belletilen bu rejimin daha önemli bir niteliği, “kendini, olması gereken özelliklerinin dışına çıkarmaya çalışan etkenlere karşı, özeleştiri yoluyla koruyabilmesi”dir.

    Organik ve mekanik sistemlerde kontrol altında tutulması gereken özelliklere ait “olması gereken”ler, doğuştan ya da insanlar tarafından dışarıdan empoze edilir. Demokraside ise “olması gerekenler”, demokrasi tarihi boyunca gelişmiş evrensel kurallara göre oluşur.

    “Hataları düzeltici” mekanizmanın, demokrasiyi, “olması gerekenler”in dışına çıkmaktan koruyabilmesi için ise, “gerçekte olanlar”ın ölçülebilmesi, yani sistem tarafından “bilinebilmesi” gerekmektedir.

    İşte işin püf noktası buradadır: içinde ülkemizin de bulunduğu bir dizi “gerice” toplumda, mekanizmanın bu “gerçekte olanları bilinir kılma” yanı, kurumları yıpratmama adına, ama aslında, kurumlardan oluşan sistemin kendini sürdürebilirliğini tahrip etmek pahasına işletilmemektedir.

    Yargı kurumu böyledir. Ordu böyledir. İstihbarat kurumları böyledir. Hatta dışişleri büyük ölçüde böyledir. Yalnız bu kurumların mensupları değil, toplumun büyük bölümü de, “hata düzeltici mekanizma”nın can alıcı noktası durumundaki “gerçekte olanları bilme” konusunda son derece tutucudur ve bu kurumlara yönelik eleştirileri yıkıcılıkla eş tutar. Gerçek ise tamamen aksidir. “Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşelidir” özdeyişi uyarınca, “gerçekte olanları bilme” konusunu yıkıcılık saymakta bulunanlar, ülkemiz rejiminin, kendini yıkıcı etkilere karşı koruyabilme kabiliyetini, bir deyimle demokratik bağışıklık sistemimiz’i bilmeden sabote etmektedirler.

    Ancak bir noktaya da işaret edilmelidir: sistemin kendini hatalara karşı koruyabilmesi yalnız “gerçekte olanları bilme” sine bağlı değildir. Bunun yanısıra, “hata düzeltici mekanizma”nın da çalışması gerekmektedir. Bu mekanizmanın demokrasi durumundaki karşılığı, “toplumumuzun sorun çözebilme kabiliyeti”dir. Bu kabiliyetin düşük olduğu da ayrı bir toplumsal zafiyetimizdir.

    Türkiye’nin artık bunları konuşabilmesi, kendi kendine övünmekten vazgeçip, evrenin en eski ve en güvenilir mekanizmasının güvenilir kurallarına kendini teslim etmesi vakti gelmiştir. Hatta geçmektedir.

    31 Aralık 1995

  • DÜŞÜNCE KALİTESİ!

    Günümüzde hemen bütün dünyada ifade özgürlüğü konusundaki sınırlamalar giderek azalmakta, tam tersine insanların düşündüklerini ifade etmesi, yayması özendirilmektedir. Gelişmiş toplumların idareleri bunu, toplumları daha iyi yönetebilmek için zorunlu bir katkı olarak görmektedirler.

    Herhangi bir düşüncenin ifade edilebilmesini düzenleyen, onu sınırlayan bir yasa yoksa da bu konuda ortak anlayışlar oluşmuştur. Bu anlayışın pek somut tek ölçüsü olmamakla beraber;

    • O konudaki pratiğin bir tarafı (uygulayıcısı, düzenleyicisi, denetleyicisi gibi) olmak ve/ya
    • O konunun düşünsel yanının bir tarafı (kuramcısı, öğreticisi gibi) olmak ve/ya
    • O konunun pratik ya da kuram yanında olmamakla beraber, her konuya uygulanabilecek bir sistem yaklaşımına sahip olmak

    gibi kriterler, bir kişinin bir konuda düşüncesini ifade edebilmesi için ehliyet olarak kabul edilmektedir.

    Bunlar, bir düşünceyi ifade edecek kişinin ehliyetine ilişkin “gerek koşullar”dır. Bir de, bu ehliyete sahip kişinin dile getireceği düşüncenin kalitesine ilişkin “yeter koşullar” olmalıdır. Çünkü her trafik ehliyeti olan kişinin mutlaka doğru araç sürmesi gerekmediği gibi, bir konuda düşünce dile getirme ehliyetine sahip sayılan herkesin de dile getireceği bütün düşüncelerin kaliteli olması da gerekmez.

    Bu noktada tanımlanması gereken kavram, düşüncenin kalitesi’dir. Bunun için akla gelebilecek çeşitli ölçütlerden şu dördü işe yarar gibi görünmektedir:

    • İlgili alanın son bilgileriyle (state-of-the-art) tutarlı,
    • Kanıtlanmaya ihtiyaç gösteren hipotezlerden olabildiğince az içeren,
    • O alanda bilinenleri, bir sorunun anlaşılmasına ve/ya çözülmesine katkı sağlayabilecek şekilde yeniden bir araya getirebilmiş,
    • Düşüncenin ilgilendirdiği tarafların olabildiğince çoğu tarafından aynı şekilde anlaşılabilmesi için “mümkün olan en kısa formda (kanonik form)” ifade edilebilmiş,

    Hal böyle iken, bu ölçütlere uymayan çok sayıda düşünce ürününün konuşulup yazıldığı da bir gerçektir. Değersiz ya da düşük kaliteli düşünce denilebilecek bu düşünceleri değerli ya da kaliteli denilebilecek olanlardan ayırabilmek oldukça güçtür. Çünkü, düşünce kalitesi düştükçe anlaşılmazlığı da artar ve anlaşılmaz düşüncelerin bir hikmet içerdiği inancı nedeniyle bu tür düşünceler kabul de görür.

    Düşünce kalitesini düşüren nedenler çeşitliyse de, başlıcaları şunlar olabilir:

    • Mantık operatörleri içinde virüslerin karıştırılması,

    Bir mantık zincirinin içine katıldığında, olması gerekenin tam aksine sonuçlar üretilmesine yol açan operatörler “virüs” gibidir. “Evet ama yine de”, “olsun”, “n’apalım” gibi virüsler bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bu tür virüs içeren düşüncelere karşı düzgün mantıkla başa çıkabilmek çok güçtür.

    • Bilgi eksiği,
    • Yetersizliklerin ucuz akademik ünvanlarla gizlenmesi,
    • Ana dil yetersizliği,

    Kalitenin, yaşamımızın her kesitindeki rolünün sorgulandığı günümüzde artık, önümüze konulan ve tüketmemiz istenilen düşünsel ürünlere daha farklı bir gözle bakmanın zamanı gelmiş olsa gerektir.

    27 Eylül 2001