• İkinci, Cumhuriyet Yüzyılı’nı Nasıl Kutlamalı?

    Refah, insanlık tarihi boyunca -farklı görüntüler altında- daima sömürü’lere dayanmıştır (bkz. https://tinaztitiz.com/6266). 

    Bu süreçte toplumların kabaca üç kümede toplandıkları görülüyor:

    Sömürü sürecini en kurnaz, acımasız ve ahlaksız biçimde yöneten liderler önderliğinde, olup bitene değil kendi refahına odaklanmış, nispeten küçük  (%20 kadar) ve zengin toplumlar. Bunları da kendi içindeki birkaç kişi sömürerek en üst düzeyde refaha erişmiştir. 

    İkinci ve dünya nüfusunun yaklaşık %70ini oluşturan grup ise, sömürülen ama bu “değer transferi süreci”nin nasıl işlediğini merak ed(e)meyen, sürekli övünen ve çevresine kabaran, fakir toplumlar (bkz. https://bit.ly/46xjD8B).  Bunları da kendi içlerindeki kişiler sömürerek kendi toplumlarını daha çaresiz kılarlar. 

    Üçüncü kesim (%5 kadar), sömürüldüklerinin farkında ama değer transferi yöntemlerine karşı önlem geliştiremeyecek olanlar. İç savaş, kargaşa ve/ya yolsuzluklarla kendilerini tüketirken, sürekli emperyalizmden yakınır ve aynı zamanda da emperyal geçmişlerine dönme hayali kurarlar. 

    Bu üç grubun en belirgin ortak özelliklerinden birisi, “kendi dışındakileri sömürme arzusu” olup, birbirlerinden farkları, yetenekli liderlere sahip olup olmadıkları ve aynı zamanda kolektif toplum (ve devlet) aklı üretip üretememedikleridir. 

    En önemlisi olmasına rağmen hiç yokmuş gibi davranılan diğer ortaklık, “bütün” (yani canlı ve cansız her şey) içindeki payının küçüklüğüne aldırmadan, kendini de yok etmek pahasına “bütün”ün kendi dışındakileri sömürmesidir. 

    Geldiğimiz noktada birincil ihtiyaç,  bu oldukça basit sömürü döngüsünün anlaşılması; sonra da daha fazla sömürülmemek için gereken uzun erimli önlemleri alabilmektir (Bkz. https://bit.ly/3tGL3KY)

    Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılını kendi kendimize sevinerek kutlamak bir yol ise de, daha işlevsel bir yol, “a. Nasıl oldu da Cumhuriyet’in işlevsel kazanımlarının farkındalığını derinleştirip yaygınlaştıramadık?, b. Onu koruyup kollayabilecek (fikren, ilmen, bedenen, kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızları) hangi somut kök nedenler dolayısıyla halen dahi yetiştiremiyoruz?, c. Gücü yeten yetene ilkesinin tek reel kural olduğu günümüz dünyasında çok sınırlı bir toplam rekabet gücümüz olduğu ve o gücü yoğunlaştırıp işe yarar amaçlara kanalize etmemize engel bir “organize kötücül aptallık” baskısı gerçeği karşısında, nasıl bir stratejik tutumun, bütüncül görüntüsü altında kültürel olarak daha da ufalanıp bu topraklardan süpürülmemizi engelleyeceğini belirleyip en azından uzun vadede gerçekleştirebileceğimiz” üzerine yoğunlaşmamız olabilir.

    Peki, bunu önleyen nedir? (lütfen süssüz cevaplar)

    18 Ekim 2023

  • Otobiyografi kesiti-14: İfade Özgürlüğü pahalıdır!

    24 yıl evvel, 1999 depreminden sonra İstanbulda Lütfi Kırdar salonunda, Çelik Konstrüksiyon Yapı Üreticileri Derneği gibi bir kuruluşun düzenlediği bir panele moderatörlük yapmam istenmişti.

    Yaklaşık 2500 kişi (alt ve üst salonlar video ile bağlı. Konularında uzman yedi kişi sırayla konuşacaklar ve izleyiciler de sonra sorularını soracaklar. Bütün bunlar için toplam süre 2 ½ saat. Ben de her kişiye 15 dak süre verdim; aklımca 45 dakika da S/C için kalacak. Yetmez ama evet!

    İlk konuşmacı 25 dak konuşunca akıbet belli oldu ve bütün sıkıştırmama rağmen S/C için 15 dak kaldı.

    Bunun üzerine şöyle bir hitabım oldu: 

    Sevgili izleyiciler, şimdi sıra sizin. Sorularınızı sorunuz, hocalarımız da lütfen cevaplasınlar. Fakat şöyle bir uyarıda bulunmak isterim: S/C için 15 dakikamız olduğu için gerek izleyiciler gerekse cevap verecek olanlar soru ve cevaplarından vazgeçebilir ya da en azından kısaltabilir. Deprem konusu malumunuz çok önemli; bu nedenle lütfen çekingen davranmayınız, tüm sorularınızı ve cevaplarınızı eksiksiz ifade ediniz. Tabii ki belirtmeme ihtiyaç yok ama şu birkaç noktaya da özen gösteriniz:

    Soru ve cevaplarınız öyle ifade edilmeli ki: 

    •  Mevcut belirsizliği azaltabilsin, 

    •  İçerdiği varsayım(lar) varsa açıkça belirtilmiş olsun, 

    •  Tekrar sözcüklerinden arındırılmış olsun, 

    •  Anlamı belli olmayan kavramlar içermesin, 

    •  Bir kişiyi yermesin, 

    •  Bir kişiyi övmesin, 

    •  İfadenin başı ile sonu birbiriyle çelişmesin, 

    •  Kanıtsız genellemeler içermesin, 

    •  Koşullandırma amacı taşımasın, 

    •  Tek (mutlak) doğru iddiasında olmasın, 

    •  Belirli, tekil ve net olsun, 

    •  Başkalarının ifade özgürlüklerini sınırlayacak kadar uzun ve/ya uzun süreye yayılmış olmasın,
    • Yeterli bilgiye dayansın,

    • Ha bir de zihinsel virüs içermesin,

    Bunun üzerine uzun bir sessizlik oldu; bir süre sonra arkalardan bir el kalktı, mikrofon taşıyıcı kişiler yanına eriştiler ve kişi tüm toplantının tek sorusunu sordu: Sorularımızı yazılı mı ileteceğiz yoksa mikrofona mı söyleyeceğiz?

    O gün bugün hep bir alet tasarlamayı düşlerdim. Kişilerin elllerine ve ağzına takılabilir ve yukardaki (eğer ise)lere uyanları geçirip diğerlerini geçirmeyen bir fitre. GPT ile bu mümkün olmak üzere.

    7 Ekim 2023

  • Otobiyografi kesiti-13: Berlin Kültür Başkenti

    Yıl 1988. Yer Berlin-Almanya. “Berlin Kültür Başkenti” kutlamaları çerçevesinde bir konsere T.C. Kültür Bakanı olarak davetliyim. Eşimle birlikte belirtilen saatten epey önce konser mahallindeyiz. 

    Konsere Almanya devletinin bakanları, başbakanı ve Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker de katılacak. Cumhurbaşkanı dışındakiler de önceden gelmişler ve bizlerle birlikte fuayede bekliyorlar.

    Bizim adetlere göre cumhurbaşkanları herkes yerine oturduktan sonra, konserin başlamasından 3 dakika kadar önce salonu teşrif edeceği anons edilir; herkes ayağa kalkar, cumhurbaşkanı salona girer, birkaç adım sonra durur ve İstiklal Marşı çalınır. Ve bitişinde CB da yerine oturur ve konser başlar.

    Adet her yerde aynı olacağına göre Weizacker’in henüz gelmemiş olması normal bir durum.

    Nihayet salona girişimiz için anons yapıldı ve herkes kendine ayrılan yere oturdu; sadece Cumhurbaşkanı ve eşi için iki kişilik yer boş kaldı; onlar da adet gereğince gelip oraya oturacaklar.

    Yalnız -bizde de var olan- bir durum dikkatimi çekti: Koltuk aralarında, merdivenlerde ayakta bekleşen rastgele kıyafetli (bu özensiz kıyafet konusu özellikle dikkatimi çekti) epey bir kalabalık var. Bir süre içinde o insanları inceleyince durumu çözdüm: Bu rastgele görünüşlü kişiler, salondaki önemli devlet büyüklerini (tabii beni ve eşimi de) koruma amaçlı servis elemanlarıydı ve dikkat çekmemek için böyle giyinmişlerdi.

    Nihayet “kimse dışarda kalmasın” anlamında bir anons zili daha çaldı ve herkes CB ve eşinin salonu teşrif edecekleri kapıya bakmaya başladı(k).

    Fakat birkaç saniye sonra görevli kişiler kapıları tam 20.30’da kapadılar ve ardından o aralarda bekleşen  ve benim servis elemanı sandığım kişiler boş buldukları yerlere oturmaya başladılar ve birkaç dakika içinde ayakta kimse kalmadı ve tabii CB için ayrılan iki koltuk da dahil doldu. Ardından bir görevli sahneye çıkıp herkese hoşgeldiniz ve konserin mahiyeti hakkında bilgi vermeye başladı, alkışlandı ve şef değneği ile müziği başlattı.

    Ve birkaç dakika sora, salonun arka taraflarından bir kapıdan Von Weizacker (o zaman 68 yaşında) eşinin elinden tutmuş telaşla içeri girdi ve kendilerine ayrıldığını bildikleri en ön sıradaki koltuklara yöneldiler. Fakat orası -ayakta bekleşen o pejmürde kıyafetlilerden ikisi tarafından gasp edildiği için- doluydu. İşin ilginci ne CB “ kalksanıza koca CB gelmiş ayaklarınızı uzatmış oturuyorsunuz, bizim örf ve ananelerimizde böyle şey yok” dedi ne de oturanlar kalıplarını bozdu. CB ve eşi araya araya, ara veya arka sıralarda boş kalmış iki koltuk bulup oturdular.

    Ara verildiğinde bir görevli sahneye çıkıp, Cumhurbaşkanı ve eşinin gecikmesi nedeniyle özürlerini izleyiciler ile paylaştı.

    Bu olay o salondakiler için sıradan bir olay olabilir ama benim için yaşamımdaki gerçeklik anlarından birisi, belki de en önemlilerinden birisiydi.

    Demek ki bir toplum ve ülke sadece belirli kişilerin niteliği ile değil, aynı zamanda onun çevresindeki insanların da nitelikleri ile yükseleyebiliyormuş.

    28 Eylül 2023 Alanya

  • Otobiyografi kesiti-12: “Kaş Yaparken Göz Çıkarmak” ya da “Yarar Yerine Zarar Vermek”!

    Bundan önceki “otobiyografi kesiti” ile başlayan yazılarımda hep kendi başımdan geçmiş ilginç (ve başkalarının tekrarlamaMAsı önerilen) olaylara yer verdim. Bu yazımda yine kaçınılması gereken bir tutumu, ama bu defa başımdan geçen değil şahit olduğum bir olayı örnekleyerek anlatacağım.

    Bu farklılığın nedeni, Adil Yaşam® paradigmasının “mesaj iletme ağızları”ndan birisi olan Marmelat® adlı vantrolog kuklasının bir şarkısını duyuran bir haber (https://bit.ly/3roK15m). Haberdeki şarkı videosunun sonunda şöyle bir kapanış sloganı var: “Zarar Verme Yarar Sağla”.

    Ben ise bu konuda farklı düşünüyorum: İnsan türünün, “bütün”ü oluşturan bileşenlerden farklı bir misyonla dünyaya gönderildiği anlayışına dayanarak öylesine yıkıcı benciliğe dayalı insan odaklı yaşam biçimi yaratmışız ve bütüne o kadar çok yönlü zarar veriyoruz ki, bu külliyetli kötü alışkanlıklardan vazgeçmek yerine birazcık kefaretini verip (yani iyilik yaparak) bütünün (diğer adı Tanrı, Allah) olası gazabını biraz olsun dindirmiş oluyoruz(!). 

    Tüm verdiğimiz zararlardan vazgeçsek (mesela) ve artık biraz da iyilik yapmaya karar versek bu defa daha da zor bir durum ortaya çıkacak: İyilik yapalım derken -neyin iyilik sayılacağına pek kafa yormamış isek- acaba zarar vermiş olabilir miyiz? Yani kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi. İşte bu yazı göz çıkarma olasılığına dikkat çekmek için yazıldı. Daha da açıkçası, fayda denilen şeyin aslında zarar verilmesini önlemekten başka bir şey olmadığını açıklamak için.

    Gelelim gözün nasıl çıkarılacağına!

    Yıl 1972. Yer Zonguldak. E.K.I. Ereğli Kömürleri İşletmesi, Yöneylem Araştırması ve Otomasyon Grup Müdürlüğü. Grup yeni oluşmuş, amacı maden ocağına bilişimi ve yöneylem araştırması tekniklerini sokmak. Tahmin edilebileceği gibi Müslüman mahallesinde salyangoz satıyoruz.

    Müessese içinde açıktan bir muhalefet yoksa da hiç olmazsa adını yanlış ifade ederek örtülü bir karşı duruş sergileniyor: “Yönelme Araştırma ve Oturmasyon Grubu” gibi.

    Grupta üç müdürlük var: Yöneylem Araştırması, İstatistik, Bilgi İşlem. Bu bölümlerden ilkinin yöneticiliğini ben yapıyorum. Bilgi İşlem bölüm müdürü ise (vefat) son derece yaratıcı çözümleri olan bir arkadaşımız. Yaratıcılığının ölçüsü olarak örnek, şehirde kiraladığı bir hobi dükkanında uçak yapması. Denizden kalkıp denize inmesi planlanan uçağın her ne kadar birinci prototipi başarılı olamasa da devam etmişti. 

    O sıralar bir otomobile sahip olmak her mühendisin harcı değildi. Ama bu arkadaşımın ailesinin de hali vakti yerinde olduğu için klasik Amerikan arabalarından birisine sahipti. Anlatmak istediğim olay bu arabayla ilgili.

    Bir gün arabadan bazı alışık olunmayan -bir arıza habercisi gibi- sesler gelince, bir tamirciye gidilir ve araba bir lift ile kaldırılıp bu sesin kaynağı aranmaya başlanır ve kısa sürede de bulunur: Arkadan çekişli arabanın öndeki motorunun gücünü arka tekerleklere aktarmaya yarayan şaft hafifçe eğilmiştir.

    Yüksek kaliteli çelikten mamul şaftın basit yollarla düzeltilmesi mümkün görülmediği için, arkadaşımızın hemşerisinin de önerisiyle şaft önce iyice ısıtılıp sonra da eğim giderilecek şekilde dövülür ve hiç sarkma kalmayacak şekle getirilir. (Tabii bu işlerin ne kadar külfetli olduğu tahmin edilebilir.)

    Arkadaşım ve onun hemşehrinin ortak akıllarıyla “düzeltilen” şaft yerine biraz zorlukla takılır; çünkü düzeldiği için boyu birkaç milimetre de olsa uzamıştır. Bu fazlalık da yine ortak akılla tornada alınarak, şaft tam yerine oturacak hale getirilir. Bütün bunlar olurken, sık sık Amerikan endüstrisinin yetersizliğinin de aramızda konuşulduğunu kaydetmeliyim.

    Bu başarılı operasyon sonrasında aracın kontak anahtarı çevrildiği ilk birkaç milisaniye içinde şaft birkaç yerinden kırılır.

    Bu defa kısa sürede soruna tanı konulur: Yüksek kaliteli çelik şaft çok ısıtıldığı için mukavemeti azalmış ve kırılmıştır.

    Yeni ve aynı kalitede şaft imal etmek imkanı olmadığı için tek çözüm, aynı şaftın ABD’deki firmasından ithal edilmesidir. O günün döviz sıkıntıları ve mevzuat sıkıntıları içinde bunun ne kadar zahmetli olacağı bellidir. Bir seçenek arabayı hurdacıya bırakmak ise de orijinalinin ~20,000 ABD Doları olması, birkaç bin dolarlık yeni şaftı haklı gösteriyordu. Ve uzun bir süre ve çaba sonunda şaft ithal edildi.

    Ama o da ne?

    Yeni gelen şaftın koruyucu kutusundan çıkarılıp onun da eğri olduğunun görülmesi, arkadaşım için tam bir gerçeklik anıydı. Firmayla yapılan  yazışma eğriliğin nedenini açıklıyordu: Uzun bir araç olduğu için boyu da uzun olan şaftın sükunet halindeki küçük sarkması, belli bir hızla dönmeye başladığında azalıp, hız arttıkça sıfıra iniyordu. Yarar sağlamak amacıyla yapılan bu bilinçsiz müdahale bu komik durumu doğurmuştu.

    Yarar sağlamak hemen bütün kültürlerde kutsanan bir terimdir. Gerçekte yapılması gereken ise, yarara ihtiyaç bırakılmamasıdır. Şu ilkenin akılda tutulması kişiyi güvenli bölgede tutabilir: “Hiçbir zarar, yarar sağlayarak tazmin edilemez.” Deming’in kalite devriminin başladığı nokta bu ilkedir.

    22 Eylül 2023

  • Bilim İnsanlarımız Neden Dinlenmiyor?

    Beklenen İstanbul Depremi (BİD diye kısaltalım) ile ilgili, bilim insanlarımızın çeşitli vurgu düzeyinde uyarıları var. En hafifleri dahi binlerce evin yıkılıp onbinlerce insan öleceğini, ülke ekonomisinin ağırlıklı üretim gücünün yer aldığı Marmara Bölgesindeki bu afetin tam bir beka sorunu yaratacağını rakamlarla açıklıyorlar. Nitekim bu konulardan sorumlu bir bakan da deprem tehlikesini dile getirip önlem alınmasının şart olduğunu TV’lerde dile getirdi.

    Bu uyarıların ne gibi sonuçlar verdiği ayrı bir bilim dalının konusu ise de, sokaktaki insanın gözlem kapasitesi içindeki bir sonucunun “depremi (ve muhtemel diğer afetleri) tevekkülle bekleyen” yurttaş sayısındaki artış olduğudur.

    Bir yandan da yerel ve merkezi yönetimlerin önlem girişimleri olduğu biliniyor. Buna rağmen bu korkutucu uyarıların sebebi “muhalefet etme isteği” midir veya “olası afet zararlarının tahmin edilen büyüklüğü karşısında alınan önlemleri yetersiz görme” midir ve/ya “TVlerin reyting toplama arzusu” mudur? Ya da -olmaz ama- acaba “alınması önerilen önlemlerin yetersizliği hakkındaki sezgiler” midir? Ya da aldığımız önlemleri kıskanan bir dış mihrakın işi midir? (https://tinaztitiz.com/3206

    Muhtemelen bu sonunculardan bir kişinin hazırladığı bir zihin haritası, BİD sonunda uğranabilecek zararları ve onların kök nedenleri şu adrestedir: https://bit.ly/3jVZoi3 .

    Harita, aslında deprem tehlikesi adında ayrı bir risk bulunmadığını, bizatihi yaşam biçimimizin kendi başına bir “risk üreteci” olduğunu anlatıyor. BİD, bu total risk’in sadece bir yer ve zaman kesitindeki izdüşümünden ibarettir. 

    Eğer, buna inanmayıp “deprem, diğer risklerden bağımsız kendi başına bir risktir; onun tek tek bileşenlerine önlem alarak yıkılacak bina ve ölecek insan sayısı azaltılabilir” gibi bir iddiada bulunursa, şöyle bir basit deneyi -hem de kağıt ve akıl yoluyla- yapabilir: Haritadaki herhangi (evet herhangi) bir dalı ele alıp sadece o dalın bile ne gibi zararlar üretebileceğini görebilirler.

    Eğer yine de ikna olunmaz ve “bu kadar çok nedenin hepsi aynı derecede sonuca etkili olamaz; o halde bunları önem ve öncelik sırasına koyarız ve mesela binaları yıkıp yeniden yaparak en önemli riski azaltırız” denilirse, bu haritanın her bir dalının geri-besleme çevrimleri (feedback loops) yoluyla tahmin edilemeyecek düzeyde zarar üretebileceğini ya anlamaları ya da bizzat bekleyip sonuçlarını görmeleri beklenir. (https://vimeo.com/712701295

    Tahminler BİD’nin gerçekleşme anı konusunda -olasılık itibariyle- önümüzde bir süre olabileceğini (tabii olmayabileceğini de) gösteriyor. Bu nedenle bu süreyi birbirimizi çerçevesi konusunda çok eksik bir risk örgüsü fotoğrafına göre korkutarak değil, en alttaki kök nedenlere (mesela yıkıcı bencillik gibi) yönelik önlemler uygulayarak kullanmak daha akılcı (dolayısıyla bilimsel düşünüşe daha uygun) olur. (https://bit.ly/3f9GwXP

    14 Eylül 2023

  • Etkili Çaba

    Türkiye sorunları hakkında -kime sorulsa- şu cevap çevresinde geniş bir uzlaşı var: “Durum kötü, bir şeyler yapılmalı”. Geniş uzlaşının başlıca nedeni cevabın buğulu yapısı olup, içine birbirine zıt iddiaların yerleştirilebilir oluşundan kaynaklanıyor.

    Bu sahte uzlaşı’nın[1] sonuçlarından başlıcası, “durumun hangi açılardan kötü olduğu ve neler yapılması gerektiği” konusundaki büyük dağınıklıktır.

    Etkili Çaba (EÇ) kavramı genellikle eğitim alanında kullanılsa da[2], herhangi bir alandaki EÇ’yı tanımlamaya yarayacak şu altı öğe, bu yazının konusu olan Türkiye sorunları bağlamındaki çabalar için de pekala geçerlidir: Harcanmaya razı olunan süre, odaklanmışlık[3], sorun çözücülük, stratejik düşünme, geri bildirimden yararlanma ve üstlenmişlik (adanmışlık)[4].

    Bu öğelerin her biri kendini açıklar nitelikte olsa da, sonuçlar üzerindeki katkıları açısından biri diğerlerinden daha belirleyicidir: Üstlenmişlik (adanmışlık).

    Çeşitli konular ve çeşitli profildeki gönüllü kişiler aracılığı ile yürütülen çalışmalardaki gözlemler, belirgin bir üstlenmişlik eksiği olduğunu, bunun da başlıca nedeninin Herkesin Ayrı Dünyaları[5] başlıklı yazıda açıklanan Odak İddia kavramı olduğunu gösteriyor. Yani:

    Eğer, sorunlara yol açan nedenlerin sorgulanıp ortaya çıkarılmasında nedensel düşünme’yi, bunların ağırlıklandırılmasında ise kritik düşünme’yi, sağlam bir bilim ahlakı doğrultusunda, bir angajmana kapılmadan kullanabilen insanlar hariç tutulursa, insanların çoğunluğu, bir odak iddia aracılığıyla tüm sorunları açıklamak eğilimindedirler.

    Bu öylesine ilginç bir süreci tetikler ki, gerektiğinde –zaten tanım uzlaşısı bulunmayan- kavramları deforme edip onlara genel kabul görmüş tanımların dışında kendi iddialarını destekleyecek biçimde anlamlar yükleyerek, o odak iddia’ın açıklayıcılık kabiliyetini giderek artırır; bir seçici algı oluşturarak kendi tanı ve çözümlerinin dışındakileri süzüp atan bir filtre oluşur

    Düşüncelerini yaymak, böylece yaşama geçmelerini kolaylaştırmak için onca zaman harcayan büyük çoğunluğu da halis niyetli insan, düşüncelerini kendi odak iddiaları üzerine yükleyerek “satmaya” çalışıyor; ama karşılaştıkları ilgisizliğe ya da geri bildirimlerine karşı sergilenen cevapsızlığa anlam veremiyor.

    Zaman içindeki deneyimler, bu durumun kendi içinde kilitlenmiş, basit araçlarla çözülemez olduğunu gösteriyor. On yıl önce yazılan makale sırasında henüz yeterince açıklığa kavuşmamış “akıl daraltıcılar” kavramı[6], bugün bu kilidin daha da çetin olduğuna işaret ediyor. Odak İddiaları neredeyse biyolojik sistemlerinin bir parçası haline gelmiş insanlar arasında belirli bir yönde ortak -ya da en azından birbirini destekleyici- etkileşimler nasıl başlatılabilir?

    100 milyon yıllık bir evrim geçmişine sahip olduğu tahmin edilen arı dostlarımız için söylenen, “zekâlarını birleştirerek, tamamen öngörülemez ve olağandışı durumlarda bile galip gelmeyi başarma” olgusunun[7] anahtarı nedir?

    Anahtar, “değerler”de!

    Beyin Kitle İndeksi açısından oldukça üstlerde olan insan türünün, beyin kapasitesi açısından arılardan daha aşağı olmadığını biliyoruz. Buna rağmen insanın arılardan geri olabilmesi BKİ ile değil, edindiği değerlerle ilgili olabilir. Milliyetçi veya dindar ya da filanca ideolojiye sıkı sıkıya bağlı arı cinsi var mıdır bilinmez, ama eğer varsa o cinsin, yüksek karmaşıklık düzeyindeki sorunlar karşısında geliştirilecek bir çözüme “şimdi bu tutum değişikliğimi kolonime anlatamam, beni linç ederler” demeyeceği tahmin edilebilir.

    Ama yine de bir veya birkaç arının birleşip koloniyi başka bir cinse satmayacağı ya da bal yerine başka bir kimyasal üretmeye kalkışmayacağını garanti edebilecek, ortak varlık nedenlerine sadık kalacak bir alan içinde esneklik gösterecekleri de beklenir.

    O halde!

    Toplum, aile ve bireysel tercihlerimizin bileşkesi durumundaki değer bağlarımızın bir yandan toplu yaşamlarımızı kolaylaştırırken öte yandan da “mümkün çözümler uzaylarımız”ı daralttığını; bu daralmayı en azından kontrollu olarak askıya alabilmemizin ortak çözümler uzayımızı genişletebileceği anlaşılıyor.

    Tüm toplumu böyle bir esnekliğe razı etmek güç olsa da daha küçük bir grup bunu deneyip bazı çözüm seçenekleri üretebilir. Ama sonrasında konu yine kitlelere anlatabilme, onların değer bariyerlerini esnetmeye razı etmeye gelecektir. Fakat şu an için o noktadan uzakta, bir bölümü kopuklukları zayıf bağlarla aşılmış mantık zincirlerinden[8]; bir bölümü ise gerçek dışı beklentilere dayalı odak iddialar karmaşasında toplu olarak bir bilinmezliğe sürükleniyoruz.

    Bu sürükleyici akıntının tahrip ediciliğini kısmen de olsa azaltabilecek bir ipucu ise, bu gezegende varlığımızı -herkesle birlikte- sürdürebilmenin vazgeçilmez koşulu olan, “canlı ve cansız tüm varlıkların haklarına saygılı bir yeni yaşam paradigmasını benimsemek” şeklindeki toplu amacın içselleştirilmesidir[9]. Bu da uzun soluklu bir sosyal tohumlama[10] anlamına geliyor.

    11 Eylül 2023


    [1] Sahte uzlaşı için bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/sahte-uzlasi–pseudoconsensus-

    [2]Etkili Çaba ve %100 Faktörü” adlı yazı için bkz. https://teacherleaders.wordpress.com/2014/12/06/effective-effort-and-the-100-factor/

    [3] Kimi hallerde bir terimi tanımlamak için tersini tanımlamak ya da örnek vermek de yararlı olabilir. Bu terim için tersine örnek iki deyim “dostlar alışverişte görsün” ya da “elinin ucuyla iş yapmak”tır.

    [4] Yalandan korunma (https://bit.ly/45dzFDG) konusunda yapılan bir grup çalışması sırasındaki şu gözlem bu öğeyi tam anlatıyor: (Bu ve benzeri çare arayışlarında darboğaz, katılımcıların kesintili ilgisidir. Eğer, katkı istenilen kişiler, çare aranılan konuyu “tam satın alsalar”, belki anında değil ama bir süre içinde üzerinde (zihinsel arka planlarında işleyerek) yaratıcı çareler üretebilirler. O halde mesele gelip (katılımcıların zihinlerini tam yormaya ikna edilmelerine) bağlanıyor.)

    [5] Herkesin Ayrı Dünyaları: https://tinaztitiz.com/herkesin-ayri-dunyalari/

    [6] Akıl Daraltıcılar: http://bit.ly/3A4bv0C

    [7] Arıların kolektif zekalarının üstünlüğü konusunda şu iki örnek göz açıcıdır: (1) Kendilerinden daha büyük cüsseli katil eşek arılarına karşı geliştirdikleri savunma stratejisi için bkz. https://youtu.be/k2-fWhkGQl0 (2) Yeni kovan yeri tespiti için koloni üyeleri arasındaki beyin fırtınası için bkz. https://bit.ly/484g1wh

    [8] Sorunlu Düşünme Stilleri Etkileşimi Önleyip Kişileri Ayrıştırıyor. https://bit.ly/3ptEoSD

    [9] Bkz. Adil Yaşam https://adilyasam.net/

    [10] Bkz. Sosyal Tohumlama ve beklentiler. https://bit.ly/3n59niW

  • Bir Delta Yok Edilebilir mi ya da Nasıl?

    Böyle bir arzu niçin akla gelir, gelse bile mümkün olabilecek bir arzu mudur? Eğer jeoloji bilimine konu olan deltalar söz konusu ise belki bir çılgın projeci dışında kimsenin aklına gelmeyeceğinden eminim. Yok öyle değil de “deltaların oluşum süreçlerine benzer bir yolla oluşan sosyal sorunlara benzetim” yoluyla çözüm aranması söz konusu ise pekala işe yarar bir arzudur.

    Deltaların nasıl oluştuğuna ilişkin coğrafya dersinden aklımızda kalanlar ve internette yazanlar oluşum sürecini şöyle özetliyor: Yerkürenin çeşitli yerlerindeki çeşitli büyüklükteki kayalar sıcaklık değişimleri, yer hareketleri, rüzgar ve özellikle de akarsuların aşındırmaları sonucunda giderek küçülüp yer çekimi etkisiyle alt kotlara doğru hareket eder. Bu hareketlenme uzun (jeolojik süreçler için de uzun) süreler boyunca devam ederek deniz kıyılarında son bulur. Eğer kıyı okyanus gibi şiddetli dalga hareketlerine açık değilse oralarda toplanıp deltaları oluşturur.

    Sosyal sorunlara benzerlik bu oluşum süreci açısındandır. Belki bir fark birinin milyonlarca yıl, diğerinin ise yüzyıllar boyunca sürmüş olmasıdır. İkisi arasındaki şaşırtıcı benzerlik ise, makrodan mikroya değişimlerin şaşmaz birlikteliğidir.

    Kayaçlar, yer hareketleri (yani makro) sonucunda büyük parçalara ayrılıp, ardından gelen daha küçük yerleşme hareketleri, onları izleyen su ve rüzgar aşındırmaları (mikro) sonucunda deltayı oluşturuyor.

    Sosyal deltalar da (böyle bir isim takalım) aynen bu şekilde oluşuyor. Büyük yer hareketlerine benzer “dünya savaşları”, onları izleyen bölgesel / yerel savaşlar / iç savaşlar, iklim temelli göçler, ideolojik salgınlar, teknolojik değişimler, sömürü politikaları, kıtalan kaynaklar nedeniyle oluşan değer transferleri1, giderek bozulan gelir dağılımı, insan odaklı yaşam felsefesinin tedricen yol açtığı sorunlar sonunda giderek yükselen aldırmazlık eşiği ve yıkıcı bencillik2 salgını.

    Sosyal delta o denli kapsayıcı genişlikte ki, nereye bakılsa orada farklı bir “sorun manzarası” görülebiliyor ve insanlar “esas sorunun orası” olduğuna emin hale geliyor. Hepsi de bir ölçüde haklılar, ama “bir ölçüde”; çünkü sorun bunların tümünden oluşuyor. 

    Şimdi N’apıcaz?

    Benzetme yoluyla yapılan bu sorun tanımlaması çok ümit kırıcı. Sorunları, baktığı yerle sınırlı sayan insanlar durumun böyle olmadığını fark edince ümitleri kırılmaz mı? O devasa deltaya (yani her yere yayılmış sorunlara) bakanlar, umdukları gibi “üzerine gidildiğinde yok edilebilecek” bir sorun olmadığını, parçalarının bile “büyük kitlelerin uzlaşı içinde ve uzun süreler boyunca emek harcayarak çözülebileceğini” anlayınca ne yaparlar? Cevap bellidir: “Elle gelen düğün bayram” olarak kısaltılmış ve “madem bu durum herkesi kapsıyor, o halde razı olmaktan başka çare yok; unut rahat et” anlamındaki atasözü bu tür durumlar için söylenmiş olsa gerekir. 

    Bu anlayış aslında saklı olarak bir kabule dayanıyor: Ya bütün bu sosyal delta’nın –onlarca hatta yüzlerce yıl önce başlayıp bugünlere kadar süregelen– oluşumunun başlangıcındaki sorunsuzluk ortamına dönülecek ya da kadere teslim olunacaktır. Yani ya öyle ya böyle, ara durum yok!

    Bir ipucu!

    Bu -sokaktaki insanın konforuna çok uygun- gri tonları reddeden kabul sosyal delta’nın oluşum nedenlerinden birisidir. Deltanın oluşum süreci boyunca -içinde bulunulan bu an da dahil- her an, otur ya da koş seçeneklerinin dışında yapılabilecekler vardır. Örneğin, “geri döndürülemez sonuçlar yaratabilecek oluşumların ilk işaretleri alındığında harekete geç; geri döndürülebilir sonuçları kabullenip bir eylem için yararlan” gibi konfor bozucu karmaşıklıkta bir seçim pekala mümkündür.

    Daha kısa ifadeyle, “gerçekçi olmayan beklentilerin rahatlatıcılığı, giderek büyüyecek çözümsüzlüklerin yaratıcısıdır”. Sokaktaki insanın çoğu beklentileri gerçek dışıdır.

    Bu yaklaşımı günümüz Türkiye’sinin sorunlar deltasına uygulamaya çalıştığımızda durum nedir?

    Kuzey Suriye’de, Türkiye’nin çıkarları açısından en doğru seçim olan “komşularının toprak bütünlüklerine saygı gösterip onlardan da mütekabilini beklemek” politikasını terk edip, İsrail’i koruma amaçlı bir Kürt devleti kurmayı önlemek amacıyla harekete geçerek dostumuzu düşmana çevirmek yerine, yarınlarda Türkiye’deki Kürt kökenli’lerin Türkiye’den ayrılmasını engellemek üzere, etnik veya başka açılardan kendini farklı sayanların “T.C.Yurttaşı” olmaktan gurur duymalarını sağlamaya çalışmak delta oluşumunu yavaşlatacak bir tutumdur.

    Çeşitli ülkelerdeki Müslüman toplulukları bir ümmet federasyonu altında toplama niyetini finanse etmek üzere, Türkiyenin varlıklarını geri döndürülemez biçimde kapalı kapılar arkasında satmak yerine, bütün Müslüman ülkelere örnek olabilecek bir inanç çeşitliliği altında Türkiye Cumhuriyetini güçlendirmek de delta oluşumunu yavaşlatır.

    Mevcut gidiş, daha gizli-kapaklı (intricate) planlar yapabilme zekaları yüksek toplumların -Lozan’da yüzümüze açıkça da söylenen- uzun vadeli politikalarına uygun olabilir. Toplumumuzun yarıya yakını da  farkında olarak (keşke Yunan işgal etseydi) ya da olmadan bu politikalara destek verebilir. 

    Bu sosyal deltanın ilk halinde yola çıkan M.Kemal Atatürk ve arkadaşları, olağanüstü bir beceriyle delta oluşumuna en büyük desteği sağlayan büyük kaya kopuşlarını (Sevr) durdurdular ve Cumhuriyet devrimleri yoluyla durumu konsolide ettiler. 

    Ama bugünlere gelirken, gelişen dünyanın hız ve karmaşıklığına ayak uydurabilecek “yetkin akılları” üretemedik, üretmek bir yana önemsemedik. 

    Buradan dönüş var mı?

    Hayır ve evet!

    Hayır. Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir tekerlemesi (istatistik) hayır diyor. Bir kısım insanımız “Dünya hızlı bir dönüşüm içinde; sürekli olarak her gün yeniden kuruluyor. Bir gün yeni kurulacak dünyada Türkiye de parlak yerini alır” görüşünde. Bu görüş büyük ölçüde doğru, yalnız küçük bir farkla. Yeni kurulmakta olan dünyalarda yeni ve parlak yer alacak toplumların niteliklerine ne yazık ki -övünmenin dışında- sahip değiliz3.

    Evet. Henüz etkileşim içinde bir gevşek ağ içine getirememiş olsak da insan varlığımız içinde etkili bir ağ oluşturabilecek ve bu deltayı görünür kılıp, akıl dışı beklentiler rüyasından sıyrılabilecek sağduyuya sahip yeter sayıda insanımız vardır. 

    Geri döndürülemez kayıplarımızı (toprak ve stratejik varlık satışları gibi) bir dönemin çılgınlıkları sayıp sineye çekerek, elde kalanı yine “üzerinde yaşamaktan herkesin gurur duyacağı” hale getirebiliriz. Bunun için ihtiyaçlarımız bellidir: Hamasete, suçlaşmaya, istirahate son ve sosyal tohumlama4 yoluyla sosyal delta oluşumunu yavaşlatmak.

    Tınaz Titiz

    31.08.2023

    (1) Bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/deger-transferi

    (2) Bkz. https://bit.ly/3xwfyTF

    (3) Bu konuda yapılan bir eBeyin Fırtınasında Türkiye’nin yeri tartışılmıştır. Bkz. https://bit.ly/3OLXlK6 

    (4)Sosyal Tohumlama ve beklentiler için bkz. https://bit.ly/3n59niW

  • …..DİR VE EYLEM EĞİLİMLİ TOPLUM

    1=2 olabilir mi ? Olabilir. Bakınız nasıl ?

    a2 – a2 = a2 – a2 >> a.(a-a) = (a-a).(a+a) >> a = 2a >> 1 = 2

    Dikkatsiz birisini şaşırtmak için yapılan bu şakadaki masum hile, eşitliğin her iki yanının (a – a) ile kısaltılmış olmasıdır. Sıfır ile bölme tanımlanmamış bir işlem olduğu için, bu kadar bir hileye razı olunursa müthiş bir sonuç elde edilebiliyor.

             Bu basit şaka insanın önüne ilginç ufuklar açıyor. Eğer yanlış ya da doğruluğu tam bilinmeyen bir mantık önermesi doğru varsayılarak, onun üzerine çok sayıda gerçekten doğru önerme inşa edilse, doğruların ezici çoğunluğuna rağmen sonuç yine de yanlış olacaktır.

             Bu “büyük çoğunluğu doğru” önermeler kalabalığı içindeki bir yanlış önerme, yukarıdaki (a – a) ile bölmeye çok benziyor. Nasıl ki (a – a) ile bölmeye razı olununca ardından 1 = 2 çıkıveriyorsa, basit bir yanlış ya da belirsiz önermenin sonunda da  yanlış sonuçlara kolaylıkla varılabilir.

             Mantık önermelerinin sonu genellikle (dir) eki ile biter. Hergün okuduklarınız ve dinledikleriniz içinde  en çok geçen ekleri  sayarsanız, (dir) ekinin ne kadar çok kullanıldığını göreceksiniz. Her (dir), bir önerme ifade ettiğine göre insanın aklına, acaba bunların hepsi doğru mu ?  sorusu geliyor. Eğer içlerinde bir tane dahi yanlış ya da belirsiz olanı varsa, sonuçta varılan yargıların da sağlıksız ( yanlış veya belirsiz)  olması kaçınılmaz olmuyor mu ?

             Tabii ki önerme zincirlerinin hepsi aynı önemde olamaz. “Mahalle bakkalları pazar geceleri açıktır. Bugün pazardır. Vakit de gecedir. O halde bizim bakkal  açıktır.” gibi bir yargı zincirinde yanıldığınız bir önermenin varlığı, olsa olsa bakkala kadar gidip geriye boş dönmeye yol açabilir.

             Ama bunun yerine; “Eğitim öğretmenle yapılmalıdır. Bilgisayar bir eğitim aracıdır. Önce öğretmenler eğitilmelidir. Eğitilen öğretmenler de öğrencileri eğitmelidir. Eğer bir yerde öğretmen yoksa ya da nitelikleri yetersizse o zaman, öğretmen bulunana ya da mevcutların nitelikleri düzeltilene kadar insanlar eğitilmemelidir.” gibi bir yargı zinciri kullanılıyorsa bunun olası sonuçlarının hesabını  kim verecektir ?

             Müsbet bilim dallarında bile, küçük bir atlama olmayacak sonuçlara yol açabilirken, sosyal konularda yargıda bulunmanın ne kadar güç olduğu ve nelere yol açabileceğini tahmin etmek güç değildir.

             Hal böyle iken, ülkenin kaderini etkileyebilecek konularda ne kadar çok (dir) kullanıldığına dikkat ediyor musunuz ? Acaba insanlar, yargılarının doğru olduğuna bu kadar hasıl güvenebiliyorlar ? Bunun incelemesi ayrı bir konu olabilir.

             Bu kolay yargı eğilimi tek başına yeteri kadar tehlikelidir. Bunun yanına,  tanımlanmamış kavram kullanımı, süsleme, bilgili  gibi görünme gibi ek hastalıklar da geldiğinde, toplumu temelinden yok edebilecek bir görünmez hastalık ortaya çıkmaktadır. Belki görünmez demek doğru değildir. Çok yaygın ve görünür olduğu için kanıksanmış demek daha doğrudur.

             Eğer bu kolay yargı eğilimi yalnız başına  yargı aşamasında kalan bir olgu olsaydı , meselenin ciddiyeti biraz daha az sayılabilirdi.  Tehlike, bu yargıların eyleme dönüştürülmesindeki  olağanüstü isteklilikten  (ve beceri)  kaynaklanıyor. Sorunlarımızın teşhisi aşamasında, çabuk yargılama yoluyla oluşturulan teşhisler ve bunlara dayalı zırva içerikli  ama süslü görünüşlü  çözümler, inanılmaz bir hızla eyleme dönüşebiliyor. Soru sormak konusunda oldukça tembel ve de caydırılmış toplumumuz bu teşhis ve çözümleri ortaya koyanlara bu kolay yargılarının ne kadar kaptıkaçtı metodoloji ile üretildiğini  kanıtlayabilecek sorular soramıyor.

             Bilim için ne kadar tanım vardır bilemem. Ama, “bilim, şüphelenmek sanatıdır”  şeklinde bir tanımı varsa her halde en doğrusudur. Söylediğinden ya da duyduğundan hiç şüphelenmeyen, onun yanlış olması olasılığının  doğru olması ihtimalinden milyonlarca kez daha fazla olduğunun bilincinde olmayan insanları kandırmak kolay olabilir. Ama unutulmamalıdır ki tarih, yargılarının doğruluğuna inanmış liderlerin ve onların bu yargılarına güvenerek yok olmuş toplumların öyküleriyle doludur. Bu haftalık da hoşça kalınız.

    Ocak 1990

  • Her şeyin dersi!

    TBMM’de bütçe görüşmeleri sırasında çeşitli bakanlıkların bütçeleri üzerinde konuşan sözcüler, istisnasız olarak bir noktada birleşirler: hangi konuda bir sorun varsa, onunla ilgili bilgiler ilkokul programlarına konulmalıdır!

    Orman sevgisi, tarım bilinci, çevreye saygı, trafik kurallarına uyum, vatanın bölünmezliği, üst mahkemelerin yararları ve daha akla gelebilecek tüm değerli kavram ve bilgilerin ilkokul müfredatına konulması, aslında ülkemiz sorunlarının konuşulduğu hemen her platformun değişmez önerisidir.

    Nitekim, bu denli ısrar ve süreklilikle savunulagelen bu yaklaşım, ulusumuzca üzerinde en çok (ve en kolay) uzlaşı sağlanmış “doğru”lardan biri haline gelmiş ve bu büyük uzlaşı, ilkokul müfredatına yansıtılmıştır.

    Üzerinde bu denli anlaşma doğmuş bir konu hazır bulunmuşken ilkokul düzeyi ile yetinilmemiş, orta, lise ve yüksek öğretim kurumlarına da yaygınlaştırılmıştır.

    Bu durumun da yeterli sayılmayıp, gelecekte daha da genişletileceği, yeni çıkacak hastalıklardan nasıl korunulacağı, yeni çıkarılacak kanun hükmündeki kararnamelerin vatandaşlara yüklediği sorumluluklar gibi hayati konuların da üniversitelere lisans üstü programlar olarak eklenebileceğini tahmin etmek güç değildir.

    Şaka bir yana, “çocuk ve gençlerimizin bilmelerinde yarar olabilecek konuların, onların öğretim programlarına konulmasında ne zarar var?” denilebilir. Nitekim, bu düşünce çok yaygın bir destek bulduğu için bu denli kolaylıkla hayata geçebilmiştir.

    Buna verilebilecek yanıt kısa ve nettir: Evet, son derece zararlıdır. Çünkü, eğitim kurumlarının görevi, ihtiyaç olabilecek tüm bilgileri vermek değil, çocuk ve gençlerin o bilgilerden yararlanıp ihtiyaçlarına karşı gelen bilgileri oluşturma becerisini kazandırmaktır.

    İhtiyaç olan bilgileri ayrı ayrı vermek demek, ileride ihtiyaç duyabilecekleri bilgi-beceri-davranışları oluşturabilme becerisini verememek demektir. İhtiyaçlarını bu şekilde “bileşenlerden oluşturmak” yoluyla değil de, birilerince hazırlanmış olarak karşılamaya alıştırılan çocuk ve gençlerin yalnızca bilgi-beceri-davranış ihtiyaçlarını değil tüm ihtiyaçlarını başkalarından (genellikle de önce anne baba, onların da devletten) bekler durumda bulunmaları boşuna değildir.

    Eğitim işlerini yürütmek “durumunda” olan görevlilerin bu gerçeği anlamaları, her ihtiyacı eğitim programlarını şişirerek karşılamaya kalkışmak ve böylece durgun, yaratıcılığı bastırılmış çocuk ve gençler yetiştirmek yerine, bu ihtiyaçların temel bileşenlerinin neler olduğunu -ki bunlar bellidir- araştırmaları ve müfredatı buna göre tasarlamaları gerekir.

    Daha da önemlisi, çocukların -hatta tüm canlıların- doğal öğrenme yöntemi olan “oyun”a daha çok zaman ayrılması, hatta oyun’un, “en temel öğrenme yöntemi” olduğunun idrak edilmesidir.

    Pazar, 18 Aralık 1994