-
May 25 2012 Milli Eğitim Bakanına açık mektup
Cuma, 10 Ocak 2003
Sayın Bakan,
Size bu mektubu yeni görevinizde başarı dilemek ve eğer arzu edilirse, olası katkılarım hakkında düşüncelerimi iletmek için yazıyorum.
Ama bir yandan da, bu tür önerilerin -belki biraz da fazlasıyla- aktığını ve bir çeşit öneri kirliliği yarattığını da tahmin ediyorum.
Sanırım ki J. F. Kennedy de benzer bir öneri akımı altında şu ünlü deyişi üretmiştir: “her başkana binlerce öneri gelir; iyi başkan, bu kalabalık içinde kulak verilmesi gerekenleri sezebilendir“.
Sizin bu yöndeki sezginize güvenerek, önerilerimi kısa başlıklar halinde sunacağım. Eğer arzu edilirse, bunların ayrıntıları üzerinde konuşabiliriz:
- Bugün mevcut olan sorunlar, onlara yol açmış yaklaşımlar sürdürülerek çözülemez. Bugün çözüm önerenlerin, bizzat sorun yaratan yaklaşımların sahipleri olduğu unutulmamalıdır.
- Herkes eğitim “sistemi”nden yakınıyor. Halbuki “sistem” denilen şey, bu işin paydaşlarını -veli, öğrenci, öğretmen, idareci, akademisyen, bürokrat, politikacı, asker, basın, sanatçı, sponsor, sivil toplum kuruluşu vd- oluşturan birey ve kesimlerin, birbiriyle uzlaşmaz isteklerinin toplamından ibarettir.
Dolayısıyla sorun “sistem”de değil, bir sistemden bu denli farklı isteklerde bulunan, üstelik de bunları mutlak doğru zannedip israrla savunan ve fırsat bulduğunda fırsat bulduğu kadarını uygulayan toplumdadır.
Eğitimden neler beklenmesi gerektiği konusunda bir zihinsel netliğe kavuşmadan bu kargaşanın çözülmesi imkânsızdır.
Eğitim alanındaki paydaşların sayısı çok ve statüleri birbirinden farklıdır. Bunları bir araya getirebilecek ve böylece ortak akıl üretebilecek en etkili araç “Ağ Temelli Yaklaşım”lardır. Tüm Avrupa ülkelerinde neredeyse norm olan bu yaklaşım (Sokrates, Leonardo vb ağlar) Türkiye’miz için de etkili bir yoldur. Bu yolda geçen yıl atılan bir adım, sizin girişiminizle hayata geçebilir.
Bu tür bir ağın ilk faaliyeti olarak bir arama konferansı yapılabilir ve eğitim konusundaki stratejik çerçeve çizilebilir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, 10 milyon kadar nüfusu okur-yazar yapmak ve savaştan çıkmış bir ülkeyi kalkındırmak için gereken yurttaş tipini yaratmaya yönelik yaklaşım o gün için doğru sayılabilir.
Yanlış olan, 21nci yy.’ın karmaşık ilişkiler dünyasının getirdiği neredeyse sonsuz öğrenme ihtiyaçlarını ideolojik indoktrinasyon yaklaşımıyla gerçekleştirmeye çalışmaktır.
Bugün bu kalabalık ve genç nüfusun ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarının gerektirdiği bilgi-beceri-tutum-davranışlar ancak kişinin kendisinin “öğrenmesi” yoluyla mümkündür. İşte bu nedenle de “öğrenme” (learning) kavramı bütün dünyada giderek ön plâna gelmektedir.
Eğitim fakültelerimiz ise halâ B. F. Skinner’in (1904-1990) hayvan deneylerinden mülhem “davranış şekillendirme” elemanları yetiştirmekle meşguldür. Halbuki “öğretme” yoluyla davranış şekillendirme artık neredeyse bir “zihinsel taciz” sayılmak durumundadır.
Devletin bu bağlamda yapması gereken 2 önemli işlev vardır:
- Kişilerin, kendi öğrenme ihtiyaçlarını, kendi keşfedecekleri öğrenme profillerine göre özgürce belirleyip giderebilecekleri ortamların hazırlanmasına “yardımcı olmak”. Bu bağlamda, elinizdeki iletişim imkânlarını kullanarak kamuoyunu ikna edip, tüm Türkiye’yi bir öğrenme ortamı haline getirebilirsiniz. İnsanlar, doğuştan sahip oldukları olağanüstü öğrenme yeteneklerini unutup, okulun, çevrenin, özellikle medyanın etkisiyle öğrenemeyeceklerine ikna edilmişlerdir. Ama bu kalıcı bir kayıp değildir. Tekrar uyandırılabilir. Tüm insanların çevrelerindeki tüm imkânları kullanarak ihtiyaçlarını öğrenme yoluyla karşılamaya başladıkları bir Türkiye’yi hayal edebiliyor musunuz?
- Kişilerin öğrenme ihtiyaçlarının ancak ve yalnız kendilerince belirlenmesi ve de giderilmesi demek olan “öğrenme özgürlüğü” ortamını zedeleyebilecek her türlü indoktrinasyon girişimini kesin olarak caydırmak.
Bugün, yeni işe başlayan bir bakan olarak sizi bekleyen en ciddi birkaç tehlike -tabii ki kanaatimce- şunlardır:
- Sıradan bürokratik işlerin akışı içine çekilmeniz ve mevcut sistemin bir parçası haline gelmeniz,
- Çeşitli bahanelerle statükonun muhafaza edilmesi gerektiğine ikna edilmeye -hattâ hafifçe dayatılmaya- çalışılmanız,
- Birkaç ay sonra da artık sistemi savunur hale gelip her türlü dış eleştiriyi bir saldırı olarak görmeye zorlanmanız.
- Ama bu tehlikelerden daha da ciddisi, bugünkü “davranış şekillendirme”ye yönelik indoktrinasyon temelli eğitimin bizzat kurbanı durumunda olanların olası tepkileridir. İnsanlarımız “öğretilme bağımlısı” haline getirilmişler, bir öğretici olmadan hiçbir şeyi öğrenemeyeceklerine inanmışlardır. Bu nedenle, bu yeteneklerinin varlığını ancak kararlı ve uzunca süreli bir uygulama sonunda tam olarak hatırlayabileceklerdir.
Size, bu yoğun çabalarınızın gerektireceği bir zaman ve sabır ortamı gerekecektir. Bunun için ise daha kısa vade içinde sonuç verecek uygulamalara ihtiyaç vardır. Bunlardan 2 tanesini şöylece önerebilirim:
(a) Onur Sistemi’ne göre sınav: Maliyeti sıfırdır. Kısa dönemde prestij kazandırır; uzun dönemde ise yaşamsal önemdedir.
En önemli insan hakkı ihlali sayılan “potansiyel suçlu” kavramının temeli, ilkokuldan üniversitelerdeki sınavlara kadar yaygın şekilde uygulanan “kopyaya karşı gözetim” ile atılmaktadır. Bir sınav sırasında öğrencinin başında bekleyen gözetmen, öğrencinin potansiyel hırsız (kopyacı) olduğunu varsaymaktadır. İşin acı yanı, -eski Sovyetlerde olduğu gibi- öğrenci de “potansiyel suçlu” olduğunu kabul etmekte, buna karşı bir tepki verememektedir.Gözetim olsa da olmasa da kopya çekme eğiliminde olanların oranının %10 dolayında olduğunu bizzat gözlemledim. Bunlar her koşul altında kopya çekebiliyorlar. Ama kazanç, bu yöntemle onurlu olduklarına güvenildiği gösterilecek olan %90’dır.Bu insanlar yarınlarda, yaptıkları yasaları, yönettikleri insanları, hizmet ettikleri üstlerini “güven” esasına göre değerlendireceklerdir. Günümüz Türkiyesi’nin 1 numaralı sorunu kimsenin kimseye güvenmemesi değil midir? Bunun temellerini biz okullarımızda inşa ediyoruz.Mevcut yapı -öğretmenler, idareciler, hattâ bazı öğrenciler- gözetimsiz sınav uygulamasına karşı çıkabilecek, gözetim olmazsa kopya çekileceği tehdidinde bulunacaktır. Bunlara karşı önlemler vardır, yeter ki uygulanmak istenilsin.(b) Müfredat sistemindeki her “doğru”nun göreceli olduğunun öğretmenlerce anlaşılması ve derslerin buna göre işlenmesi.Sayın Bakan,Sadece Cumhuriyet tarihimizin değil, Osmanlı’dan bu yana tarihimizin en kritik varsayımı, “doğrular, iyiler ve güzellerin tek oldukları”dır. Doğru-yanlış’lar akıl ve bilimin; iyi-kötüler ahlâk ve dinin; güzel-çirkin’ler ise estetik ve sanatın konularıdır. Bunlar tek ve mutlak değillerdir ve içinde bulunulan koşullara “göre”dirler.- 5×5 yalnızca 10 tabanlı sayı sisteminde 25’dir,
- İki nokta arasındaki en kısa uzaklık yalnızca durağan koordinat sistemleri için bir doğru parçasıdır,
- Bir üçgenin iç açılarının toplamı yalnızca düzlem üzerine çizilmiş üçgenler için 180o‘dir.
- Bir metindeki noktalama işaretlerinin doğru kullanılması yalnızca, anlatılmak istenilenlerin açıkça anlaşılmasının istendiği hallerde geçerlidir. Şifreli metinler için bunun tam aksi geçerlidir.
- Yalan söylemek eğer bir yuvayı yıkılmaktan kurtaracaksa mübahtır.
Bunların sayısı istenildiği kadar artırılabilir. En güzide okullarımızda ya da bir mezra okulundaki öğretmenimiz eğer isterlerse yarın sabahtan itibaren doğruların göreli olduğunu kavrayabilir ve derslerini böyle işlemeye başlayabilir. Bunun da maliyeti sıfırdır. Bunun kısa, orta ve uzun dönem yararları tahmin edilemeyecek kadar çoktur. Bugün toplumumuz çok sayıda iki kutuplu kesime ayrılmış, kamplaşmıştır. Türkler ve Kürtler, laikçiler ve şeriatçılar, Aleviler ve Sünniler, çalışanlar ve çalıştıranlar, AB’ne yandaş ve karşı olanlar ve daha birçoğu..
Bu insanlarımızın bunu idrak etmelerini sağlamak zorundayız: Doğru olarak bellediğimiz ve uğrunda ölmeye ve öldürmeye hazır olduğumuz doğrular-iyiler-güzeller hep görecelidir. Tek gözetmek durumunda olduğumuz gerçek, evrenin gerçeklerinin çok az bir bölümünü biliyor olduğumuzu “zannetmemiz”den ibarettir. Her doğrunun içinde biraz yanlış, her iyinin içinde biraz kötü ve her güzelin içinde biraz çirkin vardır. Hattâ denilebilir ki, yaşamımız hep gri tonlardan ibarettir. Tam siyah ve tam beyazlar yoktur.Öğretmenlerimiz başta olmak üzere toplumumuzda rol modeli olan herkesin bu gerçeği anlaması ve kendi doğrularını ölesiye ve öldüresiye savunmaktan vazgeçmesi gerekiyor.Batılıların kendi geçmişlerinde olmamasına karşın akıllarıyla buldukları bu gerçek bizim kültür köklerimizde (tasavvuf) vardır. Bu yüzden biz çok da şanslı sayılırız.Toplumsal barışın, bugünkü dayatmacı metotlarla sağlanması imkânsızdır. Çeşitli inanç ve ideoloji sahibi kişi ve kesimlerin şunu farketmelerini sağlayabilmeliyiz: Kendi doğru, iyi ve güzel’lerimizin geçerlik sınırı, başkalarının sınırlarında biter. Onları etkilemeye çalışmak doğru değildir, zorlamak ise asla kabûl edilemez.Toplumsal barışı ancak ve yalnız, doğruların göreli olduğu gerçeğini benimseterek sağlayabilirsiniz.Bilim ve sezgi, aklın, birbirlerinden koparılmaması gereken araçlarıdır. Toplumumuz bu iki alanı ayırmış ve her birinden yana olanlar (laikler ve olmayanlar) kamplara ayrılmışlardır. Her iki kesim de birbirinin varlığını kabul etmemekte, diğerini -mümkünse- yok etmeye çalışmaktadır. Halbuki tüm keşif ve icatlar, tüm sanat eserleri, tüm sosyal abideler, hepsi bu iki alanın ayrılmaz bütünlüğü ile inşa edilmişlerdir.Bu nasıl bir iştir ki, tüm Batı medeniyetini oluşturan bu bütünlük bizde ıska geçilmiş, bununla da kalınmayıp toplumu birbirine düşman hale getirmiştir. Bunun nedeni, doğruların tekliğidir. Bilim alanındakiler de sezgi alanındakiler de kendi doğrularından kuşkulanmamakta, onu egemen kılmak için kıyasıya enerji tüketmektedirler. Aslında ise tüketilen öz yaşam enerjimizdir. Her geçen gün biraz daha ölüyoruz. Bunu birilerinin farketmesi, bu ahmakça çatışmayı durdurup, bilim ve sezginin sinerjisini sağlaması gerekiyor. Bu “birisi” niçin siz olmayasınız?Sayın Bakan,Kısa diye başladığım sözlerimi daha çok uzatmak istemiyorum. Sizden ricam, bu konulara derinlikli bakmanız ve insanlarımızın içine itildiği çaresizliklerin köklerini görebilmenizdir.Bilvesile saygılarımı sunuyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Sağlıcakla kalınız.
Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz:
http://www.beyaznokta.org.tr
Teşekkür ederim :-)) -
May 25 2012 VAKİT YA DA İLGİ YETMEZLİĞİ MÜMKÜNDÜR, AMA…
Yıllardır bende bir takıntı haline gelen, “bayram-seyranda, toptan kutlama mesajı yollama” konusunu sizlerle paylaşmak ve böylece -eğer mümkün olursa- bu takıntıdan biraz olsun kurtulmak istiyorum.
Takıntımın epey geçmişe gittiğine ilişkin bir kanıtı, ’80’li yıllarda yazdığım aşağıdaki yazıdır:
TEBRİK ALDATMACASI
Kişilerin seyrek de olsa tanıdıklarına, dostlarına iyi dileklerini iletmesi ne kadar güzel bir adetse, bunu, bilgisayarlara yüklenmiş adresler arasındaki otomatik tebrikleşme komedisine çevirmek de o denli yakışıksızdır.
Matbaada, ya tam basılan ya da bazı yerleri ……… bırakılıp, bayram çeşidine göre doldurulan kartların üzerinde ne yazarsa yazsın taşıdığı mesaj şudur: “Benim sana ayıracak zamanım yok. Ya da sen, iki-üç kelime yazmama değer bir kişi değilsin. Ama bu kartları yollamak adet olmuş, o sebeple sekreterim (hatta bilgisayarım) bu angaryayı yapıyor.”
İş sadece “yakışık” konusu da değildir. Konunun bir de “aldatma” boyutu vardır.
İçerdiği mesaj, yukarıdaki olduğundan şüphe bulunmayan tebrikler dolayısıyla doğabileceği tahmin edilen kızgınlık ve alınganlığa yol açmamak için son yıllarda keşfedilen bir yöntem, el yazısıyla yazılmış ve de kasıtlı silintiler içeren tebriklerin, aslından ayırdedilemeyecek bir şekilde matbaada basılmasıdır.
Bazısı matbaa yazısının altında, sanki yollayan tarafından dolmakalemle imzalanmış gibi imza taşıyan, bazısı da bütünüyle dolmakalemle gibi yazı taşıyan tebrikler (!) tek kelime ile rencide edicidir.
Bu tekniklere aşina olmayan köylü vatandaşlarımızı, “bak bana filancadan kendi el yazısıyla tebrik geldi” yanılgısına düşürmeyi amaçladığından şüphe olmayan bu tebrikler, karşısındakileri cahil yerine koymanın Türkçesidir.
İş yaptığı müşterilerinin tümüne tebrik yollaması, birlikte çalıştığı beşinci sınıf reklam ajansı tarafından tavsiye edilen bir genel müdür pekala, “ben bu kadar insana tek tek nasıl yazabilirim” diyebilir.
Bu işin “yakışıklı” kuralı basittir: Eğer bir kişiye 5-10 kelime (yaklaşık 15 saniye) yazamayacak kadar değerli bulmuyorsanız ya da bu iş için ayırabileceğiniz zamanın, değerli bulduğunuz insan sayısına bölümü 15 saniyeden daha küçükse bu defa hiç yazmayınız.
Buna karşı mesela bir gazeteye ilan vererek, “tüm müşterilerimizin (tabii her zaman müşteri olmayabilir, başka şeyler de olabilir!) mübarek bayramlarını tebrik eyleriz” şeklinde işi kısa kesmek daha dürüstçedir.
Doğrusu ben, bu tür aldatma motifi içeren tebrikleri kati surette cevaplamıyorum. Diğerlerine ise vaktimin elverdiği ölçüde 2-3 kelime de olsa kendi elimle bir şeyler yazıyorum.
Tebrik bir zorunluk, bir iş gereği, bir yatırım değildir. Bir gönül almadır. İçine aldatmaca karıştırılmamalıdır.
Yaklaşık 20 yıl içinde, her konuda olduğu gibi bu konuda da gelişmeler oldu ve işin içine internet girdi, şimdilerde insan aldatmak daha kolay.
Bilgisayarınızın posta programına yüklü adres defterinden seçtiğiniz -bu da bir defa yapılıp otomatik hale getirilebilir- onlarca / yüzlerce adrese, hattâ istenilirse sadece size yazıldığı izlenimi verebilecek şekilde- çok (multiple) anlamlı kutlama mesajları yollamak mümkün hale geldi: “Bu mutlu günde en içten dileklerimi(zi) sunuyorum(z)” mesajı; resmi ve dini bayram, nişan, düğün, sünnet, terfi, seçim veya maç kazanma, sevgililier günü ya da yeni ürünün lansmanı münasebetiyle yollanabilir.
Kutlama, kişisel ya da çok dar kapsamlı (aile gibi), duygu boyutu çok ağırlıklı bir “insani” işlevdir ve hiç kaybedilmemesi gereken öz-içeriği, “bu özel münasebetle, senin özel duygusal gereksinimlerine … iyi dileklerimi yolluyorum“dan ibarettir.
Bunun, listeler halinde yapılması, “sen bir sürünün, bence hiçbir farkı bulunmayan üyesisin; bu mesajı da sana senin için değil, bu kadar çok kişiye istediğim anda erişebileceğimi, bilgisayar sahibi olduğumu, bu işlerden anladığımı anlatmak için yolluyorum” demektir, “saklı içerik” budur.
Evet, başkaları ne düşünürse düşünsün, bana bu şekilde “sürü üyesi” muamelesi yapanlara cevap vermiyorum. Pahalı bir kartın içine birkaç tane kartviziti koyarak güya vazife ifa eden kutlama(!) mesajlarını doğrudan çöpe atıyorum.
Gelin 2003’ü bireyler olarak karşılayalım, birbirimize sürü muamelesi yapmayalım.
-
May 25 2012 HAYVANLARI İNSANLARDAN KORUMANIN YOLUNU ARIYORUZ!
İnsanlar, hayvanlar ve de tüm varlıklar arasında bir “değer” farkı gözetmeyen, bunların ancak ve yalnız birlikte var olabileceğinin bilincinde olan canlı dostları,
Adana’lı ir canlı dostu, Sayın Nesrin Çıtırık’ın mektubunu aynen, üzerinde hiçbir yorum yapmadan aşağıya alıyorum. Ve şunu muhasebeyi kendi kendime yapıyorum:
Bu konudaki duyarsız kişi ve kurumlara kızmayı, onları eleştirmeyi ve onlarla didişmeyi bir kenara bırak. Onlar da doğamızın birer parçası. Tüm varlıkların bir bütün oldukları gerçeğinin farkında olanlar ve de olmayan iki ucunun arasındaki alanda, kazanılabilecek ve dayanışma sağlanabilecek çok sayıda insan var.
Hayvanlara düşman olan bu “insan” ve “kurumlar”ın, tüm yaşam alanları için birer sorun kaynağı olduğunu somut örneklerle gösterebilecek fırsatları arayıp bularak bu insanlara göstermeye çalış ve konunun salt bir “hayvan sevgisi” olmadığını göstermeye çalış.
Bunun için iki somut araç var: internet ve TV dizileri. Bunların, bu bilinci yaygınlaştırmak için kullanımının akıllıca tasarımlanması için tüm tanıdıklarını, onların tanıdıklarını ve de onların tanıdıklarını harekete geçirmeye çalış. Şimdi yapılmak gereken budur. 17 Kasım 2002
Sayın Tınaz Titiz,
Bir süre önce damda ölüme terkedilen köpekle ilgili beni aradığınızda web sayfanızın adresini bana vermiştiniz. Beynimin özellikle teknolojik alanda yeni şeyler öğrenmeye ilişkin bölümünün tamamen kapalı olması nedeniyle, çok mecbur kaldığım için ancak internete girmeyi öğrendim ve sitenizi ziyaret ettim.
Hayvanları korumaya yönelik çalışmalarımız umutsuzca çırpınışlar halinde fakat yılmadan, yıkılmadan devam etmekte. Bir avuç insan pek çok cephede savaş vermekteyiz.
Bizim Adana’da belediye ile birlikte yönettiğimiz bir barınağımız var. Bir ölçüde kişisel ve sosyal konumlarımız nedeniyle, büyük ölçüde ise basının büyük desteği arkamızda olduğu için belediyeler istemeden bin dereden su getirerek barınağa hizmet veriyorlar.
Ama inanıyorum ki biz biz olmasaydık, basın arkamızda olmasaydı, barınak yerine bu çaresiz hayvancıklarımızı takır takır vurmayı yüzlerce defa tercih ederlerdi.
Tamamen bizim çabalarımızla Adana’da durum çok vahim değil. Barınak oldukça iyi durumda, kışın soğuktan, yazın güneşten korunabiliyorlar. Beton bloklar içinde değiller. Geniş gezinti alanları var ve karınları çok iyi biçimde doyuyor. Yaklaşık aktif olarak çalışan 10 kişiyiz fakat l000 kişiye bedeliz.
Adana daki sorunun çözülmesiyle iş bitmiyor tabii. Tarsus belediyesi bir barınak yapmış. Yüzlerce, birkaç metrekarelik beton hücreler, hiç gezinti alanı yok. Hayvan bu birkaç metrekare içinde yiyecek, içecek, çişini kakasını yapacak ve orada yaşayacak. Bir çeşit yavaş ölüm hücresi. Barınak yapılıp bittikten ve belediye sıkıntı yaşamaya başladıktan sonra bizi aradılar. Başkan iyi niyetli. Fakat alt birimler ahmak ya da kötü niyetli. Muhtemelen müteahhite para kazandırmak ve paylaşmak için inanılmaz bir çimento yığını haline getirmişler burayı. Islahı için bazı öneriler götürdük. Bir ölçüde yaptılar. Sonra da bir dönem buraya uğrayamadık. Belki de uğrayınca göreceklerimiz bizi korkuttuğu için uğramak istemedik.
l5 gün önce Mersin den bir hanım bu barınakta açlıktan köpeklerin birbirlerini parçalıdıklarını, pislik idrar ve su içinde perişan durumda olduklarını feryat figan bize bildirdi. Gittiğimizde gördüğümüz manzara feciydi. Sil baştan belediye ile görüşmelere başladık. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar sıkıntılarla sorunu çözmeye başladık. Yani savaş vererek.
Yine daha önce çok kötü koşullarda olduğunu duydugumuz HAYVANAT BAHÇESİNİ de ziyaret ettik. Oraya da, göreceklerimizin korkusuyla gitmemiştik. Aman tanrım, kaplanlar, ayılar, aslanlar, maymunlar hepsi birkaç metrekare beton hücreler içinde. Ne güneş, ne toprak, ne de bitki var. O gururlu, o dağı taşı titreten hayvanlar, suçları olmadan hücre cezasına çarptırılmış, şaşkın ve ürkek bakıyorlar. Binlerce insan da onlara bakıyor. Ben Elazığlıyım. Bizim oralarda bir laf vardır. Ayranı yok içmeye, atla gider ………………şeklinde bir sözdür bu. Sokağındaki lağıma çare bulamayan bu belediye kalkmış hayvanat bahçesi yapmış.
Birde Mersin belediyesinin yaptığı bir barınak sorunu var. Sokağa atılan hayvanlara bakan bir kaç hayvanseverin oluşturduğu barınak zamanla yüzlerce köpekle dolup artık ihtiyaca cevap veremez olunca, MERSİN HAYVAN DOSTLARI adıyla dernekleşen bu iyi yürekli ve kahraman bir grup insan, bizim de (biz DOHAYKO yuz. Yani Doğayı Hayvanları Koruma ve Yaşatma Derneği) desteğimizle uzun savaşlardan sonra belediyeye bir barınak yaptırabildi. Fakat barınaktan sorumlu olan belediye başkan danışmanına muhalif olan belediye genel sekreteri ve onun avanesi, ellerinden gelen her türlü engellemeyi yaparak orada bulunan yüzlerce hayvancığa büyük sıkıntılar çektirmekteler. Dernek üyeleri ise inanılmız özveri ile canını dişine takmış mücadele etmekteler. Muhaliflerin niyeti barınakta çok ciddi sorunlar yaşanmasını sağlayarak, oradan sorumlu olan danışmanı başkanın gözünden düşürmek. Bu şark kurnazı küçük ve ahmak ve de gözünü dünya hırsları bürümüş adamlara karşı da bir başka cephede savaşıyoruz.
Daha önceleri belediyeler köpekleri vurup zehirlemesin, barınaklarda barındırsın düşüncesindeydim. Son deneyimlerimden sonra, HAYIR, BELEDİYELER KÖPEKLERİ VURARAK FAZLA IZDIRAP ÇEKTİRMEDEN ÖLDÜRSÜNLER, ÇÜNKÜ BU HAYVANCIKLARA BARINAKLARDA YAVAŞ YAVAŞ VE DAHA IZDIRAPLİ BİR ÖLÜM ŞEKLİ REVA GÖRÜYORLAR noktasına geldim.
Sokaklarda dayak, taşlanma, tecavüz, açlık, hastalık ve kurşunla mücadele eden bu gariban yaratıklar, barınaklarda ise beton hücreler içinde sebebini kendileninin de bizim de bilmediğimiz bir suçtan dolayı ölüm hapsine layık görülmektedirler.
Geçen hafta Mersin ve Tarsus barınaklarından Adana ya dönerken, yol boyunca hem araba kullandım, hem de ağlayarak TÜM KEDİ VE KÖPEKLERİN bir gecede acı çekmeden ölerek İNSANLARIN ELİNDEN kurtulmaları için dua ettim.
Milyonlarca metrekarelik uçsuz bucaksız bu dünyada kendilerine yer bulamayan, yaşamalarına izin verilmeyen, tek suçlari insanı dost bilmek olan bu hayvanlar, maalesef hiç bir yere sığamadılar. Bu nasıl dünya, bu nasıl adalet, bu nasıl insanlık!
Seçim öncesi, barınaktaki işkence görmüş olan kedi köpek ve leyleliğimizi de alarak parti merkezlerini ziyaret ederek, basın önünde HAYVAN HAKLARI KANUNU çıkartacaklarına dair söz aldık. AK PARTİ ziyaretinde aynı zamanda genel başkanın siyasi danışmanı da olan milletvekili adayı ( şimdi milletvekili oldu) ÖMER ÇELİK bu kanunu çıkartacaklarına dair çok kesin söz verdi. Hatta “hiç diğer partileri dolaşmayın, bu kanunu biz mutlaka çıkaracağız, aksi takdirde gelin bizim yakamıza yapışın, hesap sorun” dedi.
Umutlandık ve inandık. Bekliyoruz.
Çevre bakanlığı nın organizasyonuyla 4 ekimde Ankara da ERTUĞRUL ÖZKÖK ve sevgili BEKİR COŞKUN’a törenle plaket verildi. Türkiye den pek çok hayvan hakları dernekleri temsilcileri de katıldı. Bizler de hepimiz iş güç sahibi insanlar olmamıza rağmen, çevre bakanlığının böyle geniş bir organizasyonu yapmasının ana amacının bizim gibi dernekleri bir araya getirerek bir güç platformu oluşturma çalışması gibi düşünerek, işimizi bıraktık gittik.
Orada, yurdun dört bir yanından gelmiş pek çok dernek temsilcisinin bulunduğunu gördük. Fakat sonra anladık ki, çevre bakanı muhtemelen Hürriyet gazetesi ile ilişkisini düzeltmek için bir tören düzenlemiş ve bizleri de figüran olarak çalıştırmış. Tören sonunda bir panel yaptılar, katılan 5 konuşmacıya 3’er dakika verdiler. Zamanımız doldu, çabuk bitirmek zorundayız dediler. Kalkıp itiraz ettim, “bizler işkadınıyız ve işyerlerimizi bırakıp ciddi bir çalışma olacak diye geldik. bir törene figüran olamayacak kadar zamanı kıymetli insanlarız. Lütfen bu kadar insan burada toplanmışken ulusal bazda bir işbirliğinin ön çalışmasını yapalım” diyerek itiraz ettim.
Enteresandır, orada bulunan çevre bakanı da “evet, hanımefendi çok haklıdır, bu toplantı bir vesile olsun, mutlaka örgütlenmenin kararını alın ve ilk adımı burada atın” diye beni destekledi. Sanki toplantıyı bu biçimde kendi bakanlığı değil de başkaları düzenlemişti. Tabii ki soramadık, madem doğru bu idi, neden baştan planlamadınız diye….
Biz orada ankara da bulunan dernek ve vakıf yöneticilerinden rica ettik, bu birliğin ilk çalışmalarını siz başlatın, biz maddi manevi yanınızdayız dedik. Onlar da bir çalışma sanıyorum başlattılar. Fakat aralarında sürtüşmeler olduğu için nasıl olacak bilemiyorum.
Sayın Tınaz Bey, affınıza ve hoşgörünüze sığınarak durumu uzunca anlattım. Vaziyet bu. Bir tarafta çaresiz ve muhtaç hayvanlar; bir tarafta bu hayvanlar için cansiperane çırpınıp belediyelere karşı amansız mücadele veren, ama bu mücadeleyi verirken de birbirleri ile de kıyasıya didişen geçimsiz fakat iyi yürekli insanlar; bir diğer tarafta ise gözünü kişisel hırs ve çıkarları bürümüş yüreğinde allah korkusu taşımayan gözü ve gönlü kör kurumlar…
Hırsızları, canileri affederken, bu gariban hayvanları kurtaracak kanunu çıkarmayan adamlar……..
Günlerdir düşünüyorum NE YAPMALI, NASIL YAPMALI diye…..Bu savaş nasıl kazanılır diye…… Bu zavallı hayvanları bu belediyelerin elinden nasıl kurtarırız diye………..
Ankarada başlatılan güçbirliği çalışmasının başarıya ulaşmasını pek beklemiyorum. Ama güçbirliği yapmadan da netice alamıyacağımızı biliyorum.
Aklıma şu geldi. Tamamen telefon, faks ve internetle haberleşen ve kararlar alan, her konuda toplu olarak tepki veren birlikte hareket eden bir HAYVAN HAKLARI EYLEM PLATFORMU oluşturmak için bir çalışma yapsak…… Türkiyenin bir yerinden kalkıp bir yerine gitmek, orada toplantı yapmak bir olur, iki olur, bu çok kolay değil. Ama iletişimin bu kadar gelişmiş olduğu günümüzde, yüzyüze gelme gereği olmadan iletişim araçlarını kullanarak bir fikir ve eylem birliği oluşturulabilir mi?
Mesela Tarsustaki hayvanat bahçesine veya barınağa, böyle bir platformun üyelerinden dört bir yandan protesto yağsa…….. Meclise sistemli bir şekilde kanunun çıkması için talep yağsa………Yine planlı bir şekilde tüm köşe yazarlarına konuyu gündeme getirmeleri için sürekli talepte bulunulsa……… Ama bunlar spontane değil, sistemli ve planlı bir güçbirliği ve çalışmanın ürünü olarak yapılsa…….Bir sorunla ilgili aynı anda pek çok platform üyesi savcılıklara, valiliklere ve diğer ilgili kuruluşlara başvursa……..
Günlerdir arkadaşlarımla bunu konuşuyoruz. Bu gün vaktiyle sizin notunuzu yazmış olduğum bir kağıdı tesadüfen bulup, interneti de yeni öğrenmenin verdiği hevesle sitenize girince, acaba bu konuda sizinle tartışıp fikirlerinizden yararlanabilirmiyiz diye düşündüm…..
Eğer yazdıklarım ve tasarladıklarım size saçma gelir ve zaman vermeye değer bulmazsanız, kırılmam. Çünkü ben de bizlerin pek de normal insanlar olmadığımızı düşünüyorum. Bizler hastayız, gerçekten hastayız. İmkanlarımızı kullanıp hayatın keyfini çıkarmak varken, kedi köpek peşinde olmak pek de sağlık belirtisi değil ama, nasıl unutabiliriz tel kafeslerin arkasından bize yalvararak bakan terierleri, diğer minik köpekleri, kocaman sokak köpeklerini, heybetli ayıları, ormanların hakimi aslanları, kaplanları, kurtları ve diğerlerini…………Biz bu hastalıktan iyileşemeyiz….. Bu çaresiz bir hastalık çünkü…….. Onlar oradalar, mahsun, mazlum ve çaresiz…..Hayır, hayır biz iyileşemeyiz, ve de iyileşmemeliyiz. Biz iyileşirsek onlar ölürler….
Zamanınızı aldığım için özür dilerim.
Nesrin ÇITIRIK
DOHAYKO Genel Sekreteri
Adres. NESRİN MAĞAZASI
M.Saracoğlu caddesi, Gökkuşağı apt 6/H ADANA
Tel. (322)457-5422 veya (532)223-3683
-
May 25 2012 EĞİTİM SİSTEMİMİZ BAŞARILIDIR..
Tam bir fikir birliği
Eğitim sistemimizden memnun olan pek kimse olmadığını anlamak için, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimse ile konuşmak yeterlidir.
Eğitim işiyle herhangi bir yanından -veli, öğrenci, eğitici gibi- ilgisi olanlar ya da bu kesimlerle dolaylı bir ilgisi olanlar bu yargıyı abartılı bulmayacaklardır. Özel amaçlı bir istatistik bulunmasa da, hemen her tür platformda dile getirilen çeşitli sorunların başlıca nedenlerinin başında eğitim sistemimizin yetersizliği tanısının bulunduğuna hepimiz şahidiz. Dolayısıyla bu yargı için ek kanıt aramaya ihtiyaç yoktur.
Milli Eğitim bürokrasisi de bu genelleme içine dahildir. Onlar da sistemden mutsuz, ama mevcut imkânlar içinde iyi şeyler yaptıklarından dolayı mutludurlar. Dolayısıyla “sistemden” memnuniyetsiz kesim gerçekten büyüktür.
Ama bu haksızlıktır!
Eğitim sisteminden memnun olmayanlara ilk sorulması -ve de öğretilmesi- gereken, bir sistemden memnuniyet ya da memnuniyetsizliğin öyle ceff-el-kalem (birdenbire, bir kalemde) dile getirilemeyeceği, başarım (performans) ölçüt(ler)i tanımlanmadıkça memnuniyet ya da aksinin pek bir anlam ifade etmeyeceğidir.
Peki, eğitim sistemi için hangi başarım ölçüt(ler)i, ondan mutlu olan ya da olmayanların düşüncelerini en iyi betimler? Herhalde başlıcası, “kendinden beklenenleri yerine getirmek” olmalıdır. Bunu akılda tutalım, aşağıda bu açıdan bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.
Şimdi bir kısa -ve iddiasız- bir adım daha atarak, bu memnuniyetsizliğin nerelerden kaynaklandığına bakalım. Hangi ideolojiden, hangi sosyo-ekonomik sınıftan olursa olsun hemen herkesin yakınmalarının tek noktada birleştiğini görebilirsiniz:
Ortak tanı: Eğitim sistemi, çocuk ve gençlerimizi, gereken bilgi, beceri, tutum ve davranışlarla -ki eğitimcilerin teknik deyimi budur- donatmıyor!
Bu, sevinilecek bir yakınma ve tanı birliğidir. Bir sistemden memnun olmayanlar bu denli fikir birliği içindelerse sorunların -her neler ise- çözülmemesi imkânsızdır.
Peki ama!
Yakınma ve tanıda bu denli benzer düşüncelere sahip bir toplum, nasıl olup da yakındığı sorunların çözülmesini sağlayamıyor?
İşte bu noktada, yukarıda değinilen o büyük fikir birlikteliği dağılmaya başlıyor. Birbiri ile uzlaşamaz fikirleri bize bir uzlaşı gibi gösteren sihirli sözcük “gereken bilgi, beceri, tutum ve davranışlar” deyimi içindeki “gereken” kavramıdır.
Her kesim “gereken”i kendi değer yargıları kümesine göre tanımlamakta ve çocukluktan beri aldığı örgün ve yaygın eğitim nedeniyle de bu tanımlamanın mutlak doğru olduğuna, bunun dışında başkaca doğrular da bulunmayacağına inanmaktadır.
Bu yargıyı abartılı bulanlar, çevrelerindeki rastgele 50 kişiye “eğitim niçin yapılmalı?” şeklinde bir soru sorup, alacakları cevapların uyuşmazlığını görebilirler.
Bununla beraber, bu çeşitlilik içinde yine bir ortak nokta vardır ki işte o, daha temeldeki tanı birliklerine varmayı imkânsız kılar. O ortak nokta, “benim eğitimin amacı olarak tanımladıklarım, herkese benimsetilmelidir, hattâ gerekirse -şu ya da bu yolla- zorlayarak!”
Eğitim sistemi, bu farklı beklentileri yerine getiriyor!
Bir aşçıdan şöyle bir yemek istiyorsunuz: bana bir tatlı yap; üzerinde parça etler, kızarmış portakal ve maydanozla birlikte bulunsun. Çikolata sosu döktükten sonra dondurma koyup fırınla ve üzerine sirke-sarımsak koy. Sakın soğan koyma, çünkü tadı bozulur!
Mevcut eğitim sistemimiz açısından gelmiş geçmiş aşçılara verilen talimat yukarıdaki yemek tarifine tamı tamına benzemektedir. Toplumun her kesiminin eğitimden beklentileri uzun zaman süresi içinde çeşitli -siyasi, ticari, ideolojik, kültürel gibi- yollarla milli eğitim sisteminin içinde temsil edilir olmuştur.
O halde eğitim sistemi başarısız değildir!
Görüldüğü gibi, sistem performansını betimleyebilecek başlıca ölçüt, yani “farklı beklentileri optimize ederek karşılamak”, tam olarak yerine gelmektedir. Sistem, birbirinden farklı bu beklentileri, beklentilerin ait olduğu kesimlerin etkileme güçleri ile orantılı biçimde içermektedir. Bu bir optimizasyon başarısı sayılmalıdır.
Yemeğin tadı mı? Ha o başka konu!
Eğitim sisteminin başarılı olduğu yolundaki yukarıdaki çıkarsama bir şaka değildir. Sorunun yanlış yerde arandığını -belki biraz karikatürize ederek- göstermekten ibarettir.
Geçtiğimiz günlerde, hepsi de “çağdaş eğitim”den yana kişilerden ibaret bir grupta, eğitimin, belirli doğru-iyi-güzellerin çocuk ve gençlere benimsetilmesi olarak anlaşıldığını bir kere daha net olarak gözlemledim.
Bundan hiçbir kuşkuları olmadığını, yeter ki bu doğru-iyi-güzellerin kendilerinin doğru-iyi-güzel tanımlarıyla uyuşum içinde olması gerektiğini, zaten o doğru-iyi-güzellerin de çağdaş dünyanın benimsedikleriyle aynı olduğunu savundular. Daha doğrusu savunmadılar, savunmaya ihtiyaç duymadılar. Buna itikat düzeyinde inanmışlardı.
Ne istediğimize tekrar bakalım..
Eğitim sisteminin orasına burasına bakarak eleştirmeyi bırakıp, biz ne istediğimize bakalım. Ama öyle bakalım ki, isteklerimizin doğru olduğu varsayımını içtenlikli olarak terkedip öyle bakalım. O zaman göreceğimiz şey muhtemelen bir kafa karışıklığından ibarettir.
Evren, varlık nedenimiz, diğer varlıklar, onların rolleri gibi konularda kulaktan dolma denilebilecek güvenilirlikteki bilgi ve sezgilerimizden yola çıkıp, doğanın birer sanat eseri olarak dünyaya eksiksiz gönderilen çocuklarımıza yarım yamalak bir şeyleri büyük bir güvenle “öğretmeye” çalışıyoruz. Ayrıca da bunu, kulaktan kulağa oyununda olduğu gibi defalarca değişime uğratıp üstüne de kendi özlemlerimizi, korkularımızı, ideolojilerimizi bindiriyoruz.
İnsanın o olağanüstü öğrenme yeteneği, bu abuk sabuklukları da doğru sanıp “öğreniyor”. Ama sonunda ortaya çıkan bileşke kişiliklere bakıp korkuyoruz.
İçerik tasarımcıları, eğitim politikacıları şu noktaya dikkat etmelidirler: Çocuk ve gençlere birşeyler öğretmekten vazgeçip, onların öğrenme ihtiyaçlarını kendilerinin giderebilecekleri öğrenme ortamlarını oluştursunlar.
Birlikte yaşama pratiği açısından boyuna sınıfta kalan toplumumuzda artık ihtiyacımız olan, yeni doğru-iyi-güzeller değildir. Onlar insanların çevrelerinde ve doğasında vardır.
Yapılmak gereken, kimsenin kimseye kendi doğru-iyi-güzellerini öğretmeye ve de uygulatmaya çalışmamasıdır. Ama okulda, ama camide, ama sokakta..
7 Kasım 2002
-
May 25 2012 GENÇLERE YENİ ROL: DURUM LİDERLİĞİ YA DA DURUM GİRİŞİMCİLİĞİ!
Toplum yaşamının çeşitli kesitlerindeki karmaşıklık düzeyi, kesitler arası etkileşimler ve bunlara bağlı sorunlar giderek artıyor. Her gün bunun bir başka örneğine daha bir diğeri kaybolmadan tanık oluyoruz. İnsanın çevresini giderek daha iyi tanıması, teknoloji kullanımının yaygınlaşması, artan nüfus, kıtalan kaynaklar karşısında bu durumu anlamak kolaydır.
Sorunlarla ilgili taraflar da bunlara karşı çözümler geliştiriyorlar. Bu süreç bütün dünyada hemen hemen böyle işliyor.
Ülkemizde ise ister devlet, ister özel sektör kuruluşları, hattâ isterse gönüllü örgütlenmelerle ilgili olsun, geliştirilen çözümlerin ortak bir yanı, “sorunla ilgili bir birim kurulması” ya da mevcut bir “örgütün büyütülmesi” biçimindedir.
Bir örgütün kurulması ya da büyütülmesi bir akıllıca bir tasarıma dayanıyorsa mesele yoktur. Ama, tasarım kavramının bilincine ne denli az varıldığı, sanayi ürünlerini ucuz yoldan allyıp pullayarak “miş gibi” yapmaya endüstri tasarımı adını vermemizden, üniversitelerde bununla ilgili “birim” kurmamızdan bellidir. Bu nedenle, bu birim kurma ve büyütme eğiliminin kaynağı, sorunu kontrol altına alabilme yolunda başkaca yapacak şeyi bulunmamak’tır.
Bilinç altına yerleşmiş az sayıda dürtünün, üst-bilinçteki birçok davranışı kontrol ettiğini biliyoruz. Emir verme-alma, kesin talimatlar, belirlilik, yön değiştirmeden dümdüz yürümek gibi eğilimlerimiz o denli güçlüdür ki, bunların alt-bilincimize yerleştiği söylenebilir.
Bu dürtüler, bir sorunla karşılaşıldığında derhal harekete geçmekte, hiyerarşik bir yapılanma kurmak ya da var olanı genişletmenin en iyi çözüm olduğuna bizi inandırmaktadır. Hiyerarşik bir yapı, bilinçaltımızdaki “hükmeden ya da hükmedilen olma” dürtümüze en iyi karşılıklardan birisidir.
Bu yargımı biraz abartılı bulanlar, rastgele on kişiyi bir araya getirip bir sorun hakkında tartışsınlar. Tartışma sonunun mutlaka bir baş seçip emir ve komutayı ona bırakmakla biteceğini şimdiden söyleyebilirim. Bunun yerine, “hangi durumda ne yapılacağı”nın tartışılması çok küçük bir olasılıktır.
Hangi ölçekte olursa olsun her sorunun ve çözümlerinin birden fazla tarafı vardır. Bu tarafları bir hiyerarşik yapı içine yerleştirmeye çalışmak, daha başlangıçta, çözümsüzlük yolunda bir adım atmak demektir. Aksine, tarafların her birini “ağın eşit üyeleri” olarak görmek -ki eşit olup olmamaları önemli değildir- çözüm için olumlu ilk adımdır.
Bireysel ve toplumsal yaşam içinde duyu organlarımız aracılığıyla her an onlarca algı topluyor, belleğimizdeki birikimlerle bunları birleştirerek ayrıca da belki yüzlerce sanal duyu oluşturuyoruz.
Böylece oluşan algıları bir hiyerarşi içine yerleştirmeye çalışmaktan vazgeçmek, “ağ tabanlı düşünme biçimi“ne doğru atılacak iyi bir adım olabilir.
Bir sorunu tartışmak için bir araya gelen taraflar, -içlerinden de olsa- birbirlerinin yetkilerini tartmaktan, kendilerini en üstlere yerleştirebilecek yaklaşımlarda bulunmaktan vazgeçerlerse iyi bir çözüm atmosferi yaratmış olurlar.
Ağ tabanlı sorun çözmede değerli bir araç, “ağ protokolu”dur. Neyin, kim tarafından yapılacağının baştan belirlenmesi demek olan ağ protokolu, tek amir yerine “duruma göre lider” belirler.
Gerçek yaşam, “duruma göre liderlik” ya da daha kısacası “durum liderliği“kavramı çevresinde yürür. Sorunların çözümünde bu doğal ilkeyi benimsemek, özellikle taraf sayısı çok olan sorunlar halinde durumu çok kolaylaştıracaktır.
Duruma göre liderlik bir girişimcilik türüdür. Bir girişimcide bulunması gereken, yaratıcılık, risk almaya yatkınlık, başarısızlıklardan öğrenme, her şeye baştan başlayabilme gibi özellikler durum liderinde de bulunmak zorundadır.
Toplumumuza yakıştırılan niteliklerden birisi de lider yetiştirememektir. Lideri, ekonomik kararlar vermekten iyi hitabete, savaşlarda inisyatif kullanmaktan geniş halk kitlelerini büyülemeye, zekâdan cinsel çekiciliğe kadar her ne varsa hepsiyle yüklü varsaymaya devam edildiği takdirde, bunların hepsini bir araya getirebilen bir kişiye rastlama olasılığı başımıza meteor düşme olasılığından daha fazla değildir.
Modern durum liderleri, çeşitli alanlardaki liderlerle ağ yapıları oluşturmaya istekli ve o ağların gerektirdiği yönetişim becerisini sergilemeye yatkın kişiler olmalıdır.
Gençlerimizin kendilerini geleceğe böyle hazırlamaları, beyaz atlı prens olmayı özlemekten vazgeçip durum liderleri ya da durum girişimcileri olma yolunda kendilerini hazırlamalarını öneririm.
27 Ekim 2002
-
May 25 2012 ORTAK AKIL GRUPLARINCA ÜRETİLEN DÜŞÜNCELERİN
“ARDIŞIK ZENGİNLEŞTİRİLMESİ-ArZe”
(v. 0.0 – 11.9.02)
Özet
Herhangi bir konuda fikir üretmek üzere bir araya gelip ortak aklı arayan çalışma gruplarında en sık rastlanan sorun, üretilen düşüncelerin değerlerinin artırılmasındadır. Gruptaki katılımcı sayısı az iken, ortaya atılan fikir sayısı ve o fikirlerin katma değerlerinin artmasına yol açabilecek önerilerin sayısı sınırlı iken, daha kalabalık gruplarda bu defa farklı bir sorun ortaya çıkmakta, katılımcıların büyük bir bölümü sessiz kalabilmektedir.
Ardışık Zenginleştirme yöntemi bu soruna bir ölçüde çözüm getirmek üzere önerilmektedir. Metodun özü, çalışma grubunda ortaya atılan bir “ilk yanıt”ın değerinin, 6 adımlı bir sürecin her bir adımında ardışık olarak artırılmasıdır. Bu sürecin kritik parçasını oluşturan “zenginleştirme” ise, bir düşünce içindeki açık ve/ya saklı yargıların kanıtlarının ortaya konulması ve bunun ardışık olarak tekrarlanarak ya “aşikâr” duruma gelinmesi ya da o yargıdan vazgeçilmesidir. Sonuçta varılmak istenen, tüm yargıların destekli (supported) hale gelmesidir.
Yöntemi oluşturan 6 adım şunlardır:
Adım 1- Soruya ortak akılla bir yanıt –ilk yanıt– bulunup bir metin halinde yazılır.
Adım 2- Yanıt içindeki her açık veya saklı yargı için kanıt sorulur (örn. “bundan nasıl emin olabiliyorsun?” veya “nereden biliyorsun?” veya “…alternatifi olmaz mı?” gibi).
Adım 3- Bu kanıt isteklerine ayrı ayrı yanıtlar verilip, bunlara göre metinde uygun yerlerde düzeltme ve/ya ekleme-çıkarmalar yapılır.
Adım 4- Verilen yanıtlar içinde, tekrar kanıt sorulmaya gerek olmayanlar ayrılır; kanıt istenenler için ise itiraz noktaları açıklanır.
Adım 5- Kanıt istenilenler için bu döngü 5 defa tekrarlanmasına rağmen halâ kanıt gerektiren yanıtlardan vazgeçilir, tekrar sayısı henüz 5’e varmayan yanıtlar için ise Adım 3’e dönülür. Tüm yanıtlara verilen kanıtlar tatminkâr görülüyorsa yanıt-kanıt süreci durdurulur. Üzerinde ekleme-çıkarma ve/ya düzeltmeler yapılan yanıt metni ilk haline göre zenginleştirilmiş olacaktır.
Adım 6- Katma değeri nisbeten düşük bilgiler, yargılar, tekrarlar vbg sözcük, cümle veya bölümler metinden çıkarılarak ve metni daha anlaşılabilir ve uygulanabilir kılabilecek eklemeler yapılarak daha da zenginleştirilir.
ArZe YÖNTEMİ İÇİN ÖRNEK UYGULAMA
Bu yöntem, rastgele ele alınan bir örnek soru ve o soruya verilen yanıt üzerinde aşağıdaki şekilde uygulanmaktadır.
Örnek soru: Gelecek bizden eğitim alanında ne bekliyor?
Adım 1- “İlk yanıt” içeren metin: Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim sistemi kurmamızı bekliyor. Bu, herkes tarafından benimsenen bir istek olmasına karşın, sorunların doğru tanımlanamayışı, doğru tanımlananlar için ise doğru çözümler geliştirilemeyişi ve/ya uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem kurulup işletilememektedir.
Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri keşfedip bunları gidermektir.
Adım 2- İlk yanıt içindeki açık / saklı yargılar:
a. Kaynaklarımız kıtlaşmaktadır (açık yargı)
b. Nüfusumuz artmaktadır (açık yargı)
c. Nüfus artışı için üretim gerekir (saklı yargı)
d. Üretim sürdürülebilir olmalıdır (saklı yargı)
e. Üretimin temel girdisi, insan niteliğimizin düzeyidir (açık yargı)
f. Eğitim sistemimiz gereken nitelikleri kazandırabilecek düzeyde değildir (saklı yargı)
g. Eğitim sistemimizin sorunlarından birisi, sorunları doğru tanımlayamayışıdır (açık yargı).
h. Eğitim sistemimizin bir diğer sorunu ise doğru tanımlanmış sorunlara dahi doğru çözümler üretilemeyişidir (açık yargı).
i. Eğitim sistemimizin bir başka sorunu ise doğru tanımlanan sorunlar için geliştirilen doğru çözümlerin kimi nedenlerle uygulanamayışıdır (açık yargı).
j. Halen sorunları ve çözümleri bildiğimize inanıyoruz; bu inancımız ise daha derinlikli bakışları engellemektedir (saklı yargı).
Adım 3- Bu yargılar için kanıtlar:
a. Maden rezervlerimizin, bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği istatistiklerden görünüyor.
Doğanın kendi de bir kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta, yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.
Hava kirliliği ise önceleri sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de ortaya çıkmıştır.
Buna göre, doğal kaynaklarımızın hemen hepsinin kıtlaştığı doğru bir yargıdır.
İnsangücü kaynaklarımızın niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.
b. Nüfus istatistiklerine göre yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.
c. Artan nüfusa paralel olarak üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.
d. Mal ve hizmet üretimlerinin kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa kaynaklar tükenecektir.
e. Üretimin girdileri içinde para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte, insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu görülecektir.
f. Uluslararası istatistikler, genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor.
g. İnternette yapılan bir Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme, öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak algılanan sorun pek yoktur.
h. Bir kısım sorunlar ise doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.
i. Doğru tanımlanıp doğru çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru uygulanamamaktadır.
j. Bugüne kadar eğitim sınıfının çeşitli alanlarından -bürokratik, politik, akademik- gelen mesajların çok büyük çoğunluğu, sorunları ve çözümleri bildiğini iddia etmekte, tek eksiğin yaptırım gücü olduğunu savunmaktadır. Sorunların, görünenlerden farklı olduğu kuşkusunu taşıyana rastlamak epey güçtür.
Adım 4- Tekrar kanıt sorulmaya ihtiyaç olmayacak yanıtların ayrılması, diğerleri için itirazların açıklanması:
Tekrar kanıt aranmasına gerek olmayan yanıtlar olarak b, c, d, e, g, h ve i değerlendirilmektedir. (a), (f) ve (j) için ise şu itirazlar yapılmaktadır:
(a) yanıtı açısından itiraz: Türkiye’nin iç kaynaklarının bir kısmında -özellikle yenilenemez doğal kaynaklarda- azalma olduğu doğru olmasına rağmen, teknolojideki gelişmeler nedeniyle giderek önem kazanan rüzgar ve güneş enerjisi gibi kaynaklarda ise bir azalma söz konusu değildir. Diğer yandan insangücü kaynağımızda ise niceliksel bir azalma söz konusu değildir. Bunlar için ek kanıtlar gösterilmesi veya bu açıklamaları yer verilmesi ya da bu açıklamalara katılınmıyor ise bu yanıtlardan vazgeçilmesi önerilir.
(f) yanıtı açısından itiraz: İhtiyaç olan mal ve hizmet üretimini yapabilecek nitelikte insangücüne sahip olmayışımızın başlıca nedeninin, eğitim sistemimizdeki yetersizlik olduğu yolunda ek kanıtlara ihtiyaç vardır.
(j) yanıtı açısından itiraz: Buradaki iddia desteklenmemiştir. Bazı gözlemler bu iddiayı destekliyor olabilir, ancak bu, genelleme için yeterli sayılmamalıdır. Ya yeni kanıt verilmeli ya da iddiadan vazgeçilmelidir.
Adım 5- Geri dönüş veya sonlandırma:
(a) ve (f) yanıtları için tekrar kanıtlar istendiği için Adım 3’e dönülecektir. Geri kalan yanıtlar ise tatminkâr bulunmuş olup yanıt-kanıt süreci sonlandırılacaktır.
Adım 3- (a), (f) ve (j) şıkları için tekrar yanıtlar:
a. Şimdilerde gündeme gelmekte bulunan yenilenebilir enerji kaynaklarının varlığı doğrudur ve “kaynaklarımız kıtalmaktadır” genellemesinin hemen yanında yer verilmelidir.
İnsangücü kaynaklarımızdaki niceliksel artış ise, ihtiyacın karşılanmasında ikinci derecede önem taşımaktadır. Birincil öncelik nicelikte değil niteliktedir. Dolayısıyla ilk yargı doğrudur.
f. OECD istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy Analysis 1998, Education Database). Bu kanıt dahi tek başına yeterli görülmektedir.
j. Bireysel gözlemlerin dışında bu iddiayı kanıtlayabilecek bir bilgi mevcut olmadığı için bu yanıttan vazgeçilmektedir.
Adım 4- (a) ve (f) için verilen ek yanıt tatminkâr bulunmuş, (j) içinse bulunmamış ve metinden çıkarılmıştır.
Adım 5- Yanıt-kanıt süreci durdurulmaktadır. Adım 1’de ortaya konulan metnin ilk hali ve zenginleştirilmiş halleri aşağıda karşılaştırmalı olarak verilmiştir.
Adım 6- Karşılaştırmalı olarak verilen metin adım adım rafine edilerek aynı tabloda yanyana sütunlar biçiminde gösterilmiştir.
ARDIŞIK OLARAK
ZENGİNLEŞTİRİLEN METİNİlk yanıt
1inci zenginleştirme
2nci zenginleştirme
3ncü zenginleştirme
4ncü zenginleştirme
Örnek
soru: Gelecek bizden eğitim alanında ne bekliyor?“İlk
yanıt”: Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun gereksinimleri
doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime dönüştürebilecek insan
kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim sistemi kurmamızı
bekliyor.Bu,
herkes tarafından benimsenen bir istek olmasına karşın, sorunların
doğru tanımlanamayışı, doğru tanımlananlar için ise doğru çözümler
geliştirilemeyişi ve/ya uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem
kurulup işletilememektedir.Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli
beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler
geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri
keşfedip bunları gidermektir.Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun
gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime
dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim
sistemi kurmamızı bekliyor.Bu, herkes tarafından benimsenen bir istek
olmasına karşın, sorunların doğru tanımlanamayışı, doğru
tanımlananlar için ise doğru çözümler geliştirilemeyişi ve/ya
uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem kurulup
işletilememektedir.Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli
beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler
geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri
keşfedip bunları gidermektir. Çünkü:a.
Maden rezervlerimizin,
bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği
istatistiklerden görünüyor.Doğanın kendi de bir
kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta,
yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su
ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.Hava kirliliği ise önceleri
sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun
ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de ortaya
çıkmıştır. Buna göre, doğal kaynaklarımızın hemen hepsinin
kıtlaştığı doğru bir yargıdır.İnsangücü kaynaklarımızın
niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.b.
Nüfus istatistiklerine göre
yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.c.
Artan nüfusa paralel olarak
üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.d.
Mal ve hizmet üretimlerinin
kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine
alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa
kaynaklar tükenecektir.e.
Üretimin girdileri içinde
para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte,
insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve
nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu
görülecektir.f.
Uluslararası istatistikler,
genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor.g.
İnternette yapılan bir
Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim
sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme,
öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak
algılanan sorun pek yoktur.h.
Bir kısım sorunlar ise
doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede
sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile
yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak
buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı
gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.i.
Doğru tanımlanıp doğru
çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik
yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde
kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru
uygulanamamaktadır.j.
Bugüne kadar eğitim
sınıfının çeşitli alanlarından -bürokratik, politik, akademik-
gelen mesajların çok büyük çoğunluğu, sorunları ve çözümleri
bildiğini iddia etmekte, tek eksiğin yaptırım gücü olduğunu
savunmaktadır. Sorunların, görünenlerden farklı olduğu kuşkusunu
taşıyana rastlamak epey güçtür.Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun
gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime
dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim
sistemi kurmamızı bekliyor.Geleceğin bizden en önemli beklentisi, sorunları
doğru tanımlayamamak, doğru çözümler geliştirememek ve bunları
uygulayamamanın altındaki nedenleri keşfedip bunları
gidermektir.Çünkü:
a.
Maden rezervlerimizin,
bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği
istatistiklerden görünüyor.Doğanın kendi de bir
kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta,
yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su
ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.Hava kirliliği ise önceleri
sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun
ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de ortaya
çıkmıştır.Buna göre, doğal
kaynaklarımızın hemen hepsinin kıtlaştığı doğru bir
yargıdır.İnsangücü kaynaklarımızın
niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.Diğer yandan, Türkiye’nin
iç kaynaklarının bir kısmında -özellikle yenilenemez doğal
kaynaklarda- azalma olmasına rağmen, teknolojideki gelişmeler
nedeniyle giderek önem kazanan rüzgar ve güneş enerjisi gibi
kaynaklarda ise bir azalma söz konusu değildir. Diğer yandan
insangücü kaynağımızda da niceliksel bir azalma söz konusu
değildir.b.
Nüfus istatistiklerine göre
yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.c.
Artan nüfusa paralel olarak
üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.d.
Mal ve hizmet üretimlerinin
kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine
alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa
kaynaklar tükenecektir.e.
Üretimin girdileri içinde
para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte,
insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve
nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu
görülecektir.f.
Uluslararası istatistikler,
genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor. OECD
istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi ilköğretim terk olan
gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy
Analysis 1998, Education Database). Bu kanıt dahi tek başına
yeterli görülmektedir.g.
İnternette yapılan bir
Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim
sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme,
öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak
algılanan sorun pek yoktur.h.
Bir kısım sorunlar ise
doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede
sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile
yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak
buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı
gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.i.
Doğru tanımlanıp doğru
çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik
yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde
kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru
uygulanamamaktadır.Gelecek, kıtlaşan kaynaklarımızı, artan
nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde
üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir
eğitim sistemi kurmamızı bekliyor.Çünkü:
En önemli kaynaklarımızdan sayılmak gereken
insangücü kaynaklarımızdaki niceliksel gelişmeye karşın
niteliklerdeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.Giderek kıtlaşan kaynakları daha etkili ve
verimli kullanabilmek, yeni teknolojileri iyi kullanıp geliştirerek
yenilenebilir kaynakları devreye sokabilmek için ise, gençlerimizi
gereken niteliklerle donatabilmek zorundayız.Uluslararası istatistikler, genç nüfusu eğitmekte
başarısız olduğumuzu gösteriyor. OECD istatistiklerine göre, en
yüksek eğitimi ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en
yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy Analysis 1998, Education
Database).“Eğitimin gerçek sorunları”, eğitim sınıfının
üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
örtüşebilmektedir.Doğru
tanımlanabilen sorunlara ise çözüm geliştirmede sorunlar
vardır.Doğru
tanımlanıp doğru çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da
parçalanmış bürokratik yapı, sık değişen kadrolar, kamu
hiyerarşisinin derinliğinde kaybolan denetim etkinliği vbg
nedenlerle uygulanamamaktadır.Bu
tablo altında, gelecek bizlerden, sorunları doğru tanımlayamamak,
doğru çözümler geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki
nedenleri keşfedip bunları gidermemizi bekliyor. Bunun için de,
konulara sistem yaklaşımı içinde bakabilmemiz ve tüm paydaşları
içine alabilen ağlar (networks) yoluyla tanım, çözüm ve eylem
üretebilmemiz gerekiyor.Gelecek, kıtlaşan kaynaklarımızı, artan
nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde
üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir
eğitim sistemi kurmamızı bekliyor.Çünkü:
insangücü kaynaklarımızın niteliklerindeki iyileşme ihtiyacın
gerisindedir.Kıtlaşan kaynakları etkili ve verimli
kullanabilmek, yeni teknolojileri iyi kullanıp geliştirerek
yenilenebilir kaynakları kullanabilmek için, gençlerimizi gereken
niteliklerle donatabilmeliyiz.İstatistikler, bu konudaki başarısızlığımızı
kanıtlıyor. OECD istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi
ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke
Türkiye’dir.“Eğitimin gerçek sorunları”, eğitim sınıfının
üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
örtüşebilmektedir.Sorun
tanımlamada olduğu gibi, tanımlanmış sorunlara çözüm geliştirmede
ya da o çözümleri uygulamada sorunlar vardır. Ve bunların hepsi
insan niteliklerimizle doğrudan bağlantılıdır.Bu
tablo altında, gelecek bizlerden, bu sorunların altındaki nedenleri
keşfedip bunları gidermemizi bekliyor.Bunun
için de, konulara sistem
yaklaşımı içinde
bakabilmemiz ve tüm paydaşları içine alabilen ağlar
(networks) yoluyla
tanım, çözüm ve eylem üretebilmemiz gerekiyor.Bu
yolda ilk adım, bu resmi iyi görebilmeye çalışmak
olmalıdır.ARDIŞIK OLARAK
ZENGİNLEŞTİRİLEN METİNİlk yanıt
1inci zenginleştirme
2nci zenginleştirme
3ncü zenginleştirme
4ncü zenginleştirme
Örnek
soru: Gelecek bizden eğitim alanında ne bekliyor?“İlk
yanıt”: Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun gereksinimleri
doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime dönüştürebilecek insan
kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim sistemi kurmamızı
bekliyor.Bu,
herkes tarafından benimsenen bir istek olmasına karşın, sorunların
doğru tanımlanamayışı, doğru tanımlananlar için ise doğru çözümler
geliştirilemeyişi ve/ya uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem
kurulup işletilememektedir.Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli
beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler
geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri
keşfedip bunları gidermektir.Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun
gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime
dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim
sistemi kurmamızı bekliyor.Bu, herkes tarafından benimsenen bir istek
olmasına karşın, sorunların doğru tanımlanamayışı, doğru
tanımlananlar için ise doğru çözümler geliştirilemeyişi ve/ya
uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem kurulup
işletilememektedir.Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli
beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler
geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri
keşfedip bunları gidermektir. Çünkü:a.
Maden rezervlerimizin,
bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği
istatistiklerden görünüyor.Doğanın kendi de bir
kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta,
yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su
ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.Hava kirliliği ise önceleri
sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun
ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de ortaya
çıkmıştır. Buna göre, doğal kaynaklarımızın hemen hepsinin
kıtlaştığı doğru bir yargıdır.İnsangücü kaynaklarımızın
niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.b.
Nüfus istatistiklerine göre
yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.c.
Artan nüfusa paralel olarak
üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.d.
Mal ve hizmet üretimlerinin
kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine
alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa
kaynaklar tükenecektir.e.
Üretimin girdileri içinde
para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte,
insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve
nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu
görülecektir.f.
Uluslararası istatistikler,
genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor.g.
İnternette yapılan bir
Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim
sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme,
öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak
algılanan sorun pek yoktur.h.
Bir kısım sorunlar ise
doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede
sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile
yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak
buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı
gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.i.
Doğru tanımlanıp doğru
çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik
yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde
kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru
uygulanamamaktadır.j.
Bugüne kadar eğitim
sınıfının çeşitli alanlarından -bürokratik, politik, akademik-
gelen mesajların çok büyük çoğunluğu, sorunları ve çözümleri
bildiğini iddia etmekte, tek eksiğin yaptırım gücü olduğunu
savunmaktadır. Sorunların, görünenlerden farklı olduğu kuşkusunu
taşıyana rastlamak epey güçtür.Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun
gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime
dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim
sistemi kurmamızı bekliyor.Geleceğin bizden en önemli beklentisi, sorunları
doğru tanımlayamamak, doğru çözümler geliştirememek ve bunları
uygulayamamanın altındaki nedenleri keşfedip bunları
gidermektir.Çünkü:
a.
Maden rezervlerimizin,
bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği
istatistiklerden görünüyor.Doğanın kendi de bir
kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta,
yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su
ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.Hava kirliliği ise önceleri
sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun
ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de ortaya
çıkmıştır.Buna göre, doğal
kaynaklarımızın hemen hepsinin kıtlaştığı doğru bir
yargıdır.İnsangücü kaynaklarımızın
niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.Diğer yandan, Türkiye’nin
iç kaynaklarının bir kısmında -özellikle yenilenemez doğal
kaynaklarda- azalma olmasına rağmen, teknolojideki gelişmeler
nedeniyle giderek önem kazanan rüzgar ve güneş enerjisi gibi
kaynaklarda ise bir azalma söz konusu değildir. Diğer yandan
insangücü kaynağımızda da niceliksel bir azalma söz konusu
değildir.b.
Nüfus istatistiklerine göre
yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.c.
Artan nüfusa paralel olarak
üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.d.
Mal ve hizmet üretimlerinin
kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine
alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa
kaynaklar tükenecektir.e.
Üretimin girdileri içinde
para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte,
insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve
nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu
görülecektir.f.
Uluslararası istatistikler,
genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor. OECD
istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi ilköğretim terk olan
gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy
Analysis 1998, Education Database). Bu kanıt dahi tek başına
yeterli görülmektedir.g.
İnternette yapılan bir
Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim
sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme,
öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak
algılanan sorun pek yoktur.h.
Bir kısım sorunlar ise
doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede
sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile
yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak
buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı
gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.i.
Doğru tanımlanıp doğru
çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik
yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde
kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru
uygulanamamaktadır.Gelecek, kıtlaşan kaynaklarımızı, artan
nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde
üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir
eğitim sistemi kurmamızı bekliyor.Çünkü:
En önemli kaynaklarımızdan sayılmak gereken
insangücü kaynaklarımızdaki niceliksel gelişmeye karşın
niteliklerdeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.Giderek kıtlaşan kaynakları daha etkili ve
verimli kullanabilmek, yeni teknolojileri iyi kullanıp geliştirerek
yenilenebilir kaynakları devreye sokabilmek için ise, gençlerimizi
gereken niteliklerle donatabilmek zorundayız.Uluslararası istatistikler, genç nüfusu eğitmekte
başarısız olduğumuzu gösteriyor. OECD istatistiklerine göre, en
yüksek eğitimi ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en
yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy Analysis 1998, Education
Database).“Eğitimin gerçek sorunları”, eğitim sınıfının
üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
örtüşebilmektedir.Doğru
tanımlanabilen sorunlara ise çözüm geliştirmede sorunlar
vardır.Doğru
tanımlanıp doğru çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da
parçalanmış bürokratik yapı, sık değişen kadrolar, kamu
hiyerarşisinin derinliğinde kaybolan denetim etkinliği vbg
nedenlerle uygulanamamaktadır.Bu
tablo altında, gelecek bizlerden, sorunları doğru tanımlayamamak,
doğru çözümler geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki
nedenleri keşfedip bunları gidermemizi bekliyor. Bunun için de,
konulara sistem yaklaşımı içinde bakabilmemiz ve tüm paydaşları
içine alabilen ağlar (networks) yoluyla tanım, çözüm ve eylem
üretebilmemiz gerekiyor.Gelecek, kıtlaşan kaynaklarımızı, artan
nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde
üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir
eğitim sistemi kurmamızı bekliyor.Çünkü:
insangücü kaynaklarımızın niteliklerindeki iyileşme ihtiyacın
gerisindedir.Kıtlaşan kaynakları etkili ve verimli
kullanabilmek, yeni teknolojileri iyi kullanıp geliştirerek
yenilenebilir kaynakları kullanabilmek için, gençlerimizi gereken
niteliklerle donatabilmeliyiz.İstatistikler, bu konudaki başarısızlığımızı
kanıtlıyor. OECD istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi
ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke
Türkiye’dir.“Eğitimin gerçek sorunları”, eğitim sınıfının
üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
örtüşebilmektedir.Sorun
tanımlamada olduğu gibi, tanımlanmış sorunlara çözüm geliştirmede
ya da o çözümleri uygulamada sorunlar vardır. Ve bunların hepsi
insan niteliklerimizle doğrudan bağlantılıdır.Bu
tablo altında, gelecek bizlerden, bu sorunların altındaki nedenleri
keşfedip bunları gidermemizi bekliyor.Bunun
için de, konulara sistem
yaklaşımı içinde
bakabilmemiz ve tüm paydaşları içine alabilen ağlar
(networks) yoluyla
tanım, çözüm ve eylem üretebilmemiz gerekiyor.Bu
yolda ilk adım, bu resmi iyi görebilmeye çalışmak
olmalıdır. -
May 25 2012 Perşembe, 15 Ağustos 2002
Değerli dostlarım,
Bu kişisel mektubu, aşağıda açıklayacağım konu ile Türkiye’nin sorunlar yumağının sıkı ilişkisini doğru takdir edebilecek, sonra da gereklerini yapabilecek kişilere hitaben yazıyorum.
Oldukça uzun bir süreden-1994’den- bu yana, Ezbersiz Eğitim adı altında haberdar olduğunuzu tahmin ettiğim proje üzerinde, BEYAZ NOKTA® VAKFI şapkasıyla çalışıyorum.
Ezbersiz Eğitim başlangıçta yalnızca, eğitim hayatımıza -birkaç yüzyıldan beri- musallat olmuş olan ve “büyük olarak nitelediği kişi ve kurumların öğretilerini sorgulamadan benimsemek” hastalığı ile mücadeleyi, bu hastalığın dondurduğu “merakı ve onun doğal uzantısı olan sorgulamayı” tekrar canlandırmayı amaçlamış bir proje idi.
Kısa bir süre içinde hastalığın sadece bu “aklı dışlayıp kalben benimseme1″ ile sınırlı olmadığı, eğitim sürecinin her yanını -bir tümörün metastazları gibi- sardığı ortaya çıktı.
Bu noktadan itibaren de Ezbersiz Eğitim projesi -adını yine koruyarak-, müfredat tasarımından sınav sistemine, kendi kendine öğrenmeden akreditasyon sistemine kadar öğeleri içeren bütünleşik bir hale kavuştu. Bunun, bugünkü eğitim sisteminin gerçekçi bir alternatifi olduğunu söyleyebilirim.
Muhtemelen tahmin edebileceğiniz gibi, böyle bir sistemin karşısındaki direnç sistem dışından değil, o sistemi tasarlayan, yöneten, uygulayan ve hattâ kısmen de olsa bizzat o sistemden zarar görenlerden (öğrenciler ve velileri) geliyor.
Bu gözleme dayanarak bizler de Ezbersiz Eğitim projesinin ya hep ya hiç şeklinde savunulmasını terkedip, yerine, zamanına, hedef kitlesinin durumuna göre uygun olan parçalarının2 yerleşmesi yönünde çaba harcamaya başladık.
İşte, bu mektubumda size sözünü edeceğim parça, bu modüllerden bir tanesidir ve Türkiye’mizin bugün geldiği noktada kritik bir önem taşımaktadır. Bu, öğretme yerine öğrenme ya da kamuoyuna sunulacak adı ile Kişisel Gelişim Platformumodülüdür.
Gerek okul kurumu, gerekse onun dışındaki yaşam çevreleri, çocuk ve gençlerimizin doğuştan sahip oldukları bazı yeteneklerinin donmasına sebep oluyor. Donan bu yetenekler, yaşamın güçlükleriyle bizzat mücadele etmek, kalıtsal miras olarak sahip olduğu yetenekleri bu yolda harekete geçirebilmek kabiliyetleridir.
Bu doğal yeteneklerin başında da “öğrenme” gelmektedir. Öyle bir “öğrenme” ki, yaşamının her saniyesindeki her durumdan -iyi ya da kötü- ders almak ve bu yolla ana programı olan yaşamını sürdürme (survival) programına sadık kalmak.
(1)Kalben benimseme = yürektenlik (Türkçe) = by heart (İng.) = par coeur (Fr.), ezber (Fars.)
(2)Ezbersiz Eğitim projesinin modülleri şunlardır: Ezbersizlik, öğretme yerine öğrenme, senaryo temellilik, gelişkin Türkçe, derin algılamaya dayalı yabancı dil, gözetimsiz sınav (onur sistemi), doğrulama (akriditasyon sistemi).
Bu ana program,
“ihtiyaçlarının karşılanması senin değil çevrendekilerin
sorumluluğudur; sen sadece isteyebilir ya da şikâyet edebilirsin;
zaten istesen de bir şey yapamazsın” mesajlarıyla
donmaktadır.Aslında bu donma da, onun
olağanüstü öğrenme yeteneğinin bir sonucudur. Çevresindeki, güven
duyması gerektiği öğretilen kişi ve kurumların bu örtülü
mesajlarını -ki açık mesajlar tam tersine olsa dahi- süratle
almakta ve ana programını ona göre değiştirmektedir.Bazı küçük sorumluluklar
taşıyabileceği ilk çocukluk yıllarından itibaren, ihtiyaçları
çevresindekilerce karşılanmış -ya da karşılanması gerektiği telkin
edilmiş- olan çocuk, hayata atılması gereken yıllara geldiğinde iş
bulmayı da kendi dışındakilerin bir sorumluluğu olarak
görmektedir.Çocuk ve gençlerimiz
genelde:·
çevrelerinin
hangi uzaklıklara kadar uzandığını anlamaya çalışmak,·
o çevrelerin
iş iklimlerini incelemek,·
o iklimlerin
gerektirdiği bilgi-beceri-tutum-davranışların neler olduklarını
incelemek,·
onları
kazanmaları gerektiğini idrak etmek,·
arzuları ve
gerçeklerin her zaman bağdaşmayabileceğini anlamakgibi yükümlülüklerini
üstlenmek yerine sadece istemekte ve de şikâyet etmektedirler. Buna
“öğrenilmiş çaresizlik” de denilebilir.
İşte Kişisel Gelişim
Platformu (kısaca KiGeP) olarak adlandırılan
program, gençlerin çevrelerine bir sanal duvar gibi örülmüş bulunan
bu çaresizliği yıkarak, yaradılışlarının onlara vermiş olduğu doğal
yeteneklerin harekete geçmesine imkân yaratmayı
amaçlamaktadır.Söz
konusu platform, bir dizi parçadan oluşuyor. Şöyle ki:1.
Aşağıdaki
modüllerden oluşan, 2 tam günlük bir
seminer:1.1.
Modül
1 –
Kişilerde farkındalık yaratmaya ve içlerindeki potansiyelleri
harekete geçirmeye yardımcı olabilecek 10 adet sunum ve sunumlar
üzerinde tartışmalar:1.1.1.
Sunum 1 –
KiGeP genel tanıtımı1.1.2.
Sunum 2 –
Platformun neler kazandırabileceğinin açıklaması1.1.3.
Sunum 3
– Kişinin, kontrolunu, kader rüzgârlarından kendi ellerine
alabileceği1.1.4.
Sunum 4 –
Olumluluğun başlı başına bir güç olduğu1.1.5.
Sunum 5 – Tüm
yaşamın sadece öğrenmeden ibaret olduğu1.1.6.
Sunum 6 –
Zihinsel zincirlerimizin düşünce ve eylemlerimizi nasıl
sınırladığı1.1.7.
Sunum 7 –
Doğru sorulacak soruların aslında aranılan yanıtlar
olduğu1.1.8.
Sunum 8 –
Çevremizin öğrenme imkânlarıyla dolu olduğu1.1.9.
Sunum 9 –
Aslında her sonucu bizim tercih ettiğimiz1.1.10.
Sunum 10-
Amaçlarımızı gerçekleştirmek üzere bir Bireysel Öğrenme Plânının
nasıl hazırlanabileceği1.2.
Modül
2 –
Kişilerin, çevrelerindeki duvarların sınırlarını farketmelerine
yardımcı olabilecek bazı testler:1.2.1.
Öğrenme stili
testi (görsel, işitsel, dokunsal-kinestetik stillerin
ağırlıkları)1.2.2.
Çoklu zekâ
profili (MI) (matematik-lojik, görsel, sözel, kinestetik, içe
dönük, ilişkiye dönük, müzik, doğa, felsefe zekâlarının
ağırlıkları)1.2.3.
Girişimcilik
özellikleri1.2.4.
ADD
(Attention Deficit Disorder) (Dikkat Dağınıklığı) sorununun
düzeyi1.2.5.
Zaman
kullanımı konusundaki varsayımlarının doğruluğu1.3.
Modül
3 –
Modül 1 ve 2’yi kullanarak, kişilerin kendileri için
belirleyecekleri:–
İş
bulma,–
Bir mal ve/ya
hizmet üretimi yapıp onu satmaya dayalı olarak kendi hesabına
çalışma,–
Bir ek gelir
yaratabilecek bir faaliyeti organize etmeyolunda
belirleyecekleri hedeflerini gerçekleştirmek üzere birer
Bireysel
Öğrenme Plânı hazırlamaları2.
Bilgi
kaynaklarının adreslerini, internet erişimini sağlayan
bilgisayarları, bazı referans dokümanlarını, mentor adreslerini,
daha önce KiGeP’ten yararlanmış olanlarla ilişki kurabilmek için
onların iletişim bilgilerini, görsel ve işitsel öğrenme
malzemelerini izleyebilecek donanımı ve benzer malzemeyi içeren
bir Öğrenme Kaynakları
Merkezi.3.
Benzer
öğrenme amaçları bulunan kişilerin oluşturdukları Öğrenme
Çemberleri (Learning Circles)
oluşturulması,4.
KiGeP
katılımcılarına mentorluk yapmayı kabul eden kişilerden oluşan
bir Mentor Grubu,5.
KiGeP
katılımcılarının yararlanabileceği imkânlar için yapılmış
anlaşmalar. Örneğin:5.1.
Düzenleyeceği
eğitim faaliyetlerinden KiGeP katılımcılarının belirli bir
kontenjanla yararlanmasına izin veren kurumlarla yapılan
anlaşmalar,5.2.
Bilgi
kaynaklarından (basılı, görsel, işitsel, elektronik, web)
yararlandırmayı kabul eden kurumlarla yapılan
anlaşmalar,5.3.
Mesaisinin
tamamından yararlanılmayan uzman personeli bulunan kurumlarla
yapılan “uzman personel yararlandırma” anlaşmaları,5.4.
Fiziki
imkânlarından (konferans salonu, toplantı salonu, sosyal tesisler,
kütüphane vbg) yararlandırmayı kabul eden kurumlarla yapılan
anlaşmalar,5.5.
İstihdam
ihtiyaçlarından KiGeP katılımcılarını öncelikli olarak
yararlandırmayı kabul eden kurumlarla yapılan
anlaşmalar,5.6.
Özel belge
havuzundan yararlandırmayı kabul eden kişilerle yapılan
anlaşmalar.Şu ana kadar, bu platformun
yukarıda sayılan parçaları hazırlandı ve 2 grup gençle de test
edildi. Her ikisinden de oldukça iyi sonuçlar alındı.Ayrıca, bu platformları Türkiye’nin
herhangi bir yerinde oluşturabilecek az sayıda da kolaylaştırıcı
(moderatör) yetiştirildi.Şimdi sıra, bu platformların
çoğaltılmasına geldi. Bunu 2 şekilde yapmayı
düşünüyoruz:(1)
Yetiştirdiğimiz moderatörler
aracılığıyla oluşturulacak yeni platformlar,(2)
Bu know-how’ı
kullanmak isteyen gönüllü, akademik ve/ya ticari kuruluşlar ile
birer İmtiyaz Anlaşması (franchising)
yaparak.Gördüğünüz gibi Türkiye’deki
eğitimli gençlerin işsizliği ile başa çıkabilecek bir proje sessiz
sedasız hayata geçiyor. Üstelik, her yöremizde mevcut olduğunu
bildiğimiz önder kişi veya kuruluşlara, projeyi kendi yörelerinde
-ve de kendi özgün imkân ve ihtiyaçlarına uygun olarak- tekrarlama
olanağını da sunarak..Bu projenin, yukarıdaki yolların
ikisini de kullanarak yaygınlaştırılması için maddi desteğe
ihtiyacımız var.Toplumumuz, sorunlarına çare
olabileceğine inandığı projelere dişinden tırnağından kesip destek
oluyor. Bütün mesele, bu sorunlara gerçekten çare olabilecek
projeler üretebilmekte.Bu desteğin harekete
geçirilebilmesi için reklâm kanallarını kontrol edebilecek maddi ya
da bir tür öz-güce sahip değiliz. Bunu ancak sizler aracılığıyla
yapabiliriz.Şimdi sizlerden isteğim, bu
“gerçekçi” projeyi sahiplenmenizdir. Bu deyimle, bu konuda bir yazı
yazmanın ya da programınızda bahsetmenin ötesini kastediyorum.
Çünkü gördüğünüz gibi, projeyi bir vakfın projesi olarak değil,
isteyen her kuruluşun -özüne sadık kalarak- alıp uygulayabileceği
halde sunuyoruz. Dolayısıyla, kamuoyunun harekete geçmesinin
güçlüğünü en iyi bilen kişiler olarak sizden projeyi sahiplenmenizi
bunun için istiyorum.Göstereceğinize inandığım
desteğiniz için şimdiden teşekkür ediyorum.M.Tınaz Titiz
-
May 25 2012 SOSYALTÜMÖR VE EĞİTİM’DE BİR ÇIKIŞ YOLU (ÖNERİSİ)
Eğitimin, tek odaklı biçimde -örgün resmi kurumlar eliyle- yapıldığı dönemlerden, çok odaklı bugünlere geldik. Artık eğitim, resmi (devlet), yarı-resmi (meslek kuruluşları), gönüllü (vakıf, dernek vb), ticari (medya, şirketler vb), özel (aile) kurumların; ulusal (national), uluslararası (international), çok uluslu (multi-national), uluslarüstü (supra-national) organizasyonlar şeklinde ve: yerel, ülkesel, bölgesel, global ölçekte ve de: üstünlük -ticari, askeri, kültürel vd- kurmak, ideoloji yaymak, dayanışma, sağlıklı ya da sapkın olası diğer niyetler dürtüsündeki sistemlerin paydaşlığı-işbirliği-çatışması altında yürüyen kaotik bir süreçtir.
Hepsi değilse de başlıca boyutları yukarıda sayılan karmaşıklık içindeki olası kombinezonların çokluğuna, üstüne üstlük de bunların ileri teknolojik destekler -internet ve diğer bilişim teknolojileri gibi- altında işleyeceğine dikkat edilmelidir.
Çocuk ve gençlerimizin nasıl bir “eğitim” bombardmanı altında bulunduğuna, ulusal eğitim sistemlerinin nasıl bir karmaşıklığı “yönetmek” -kesinlikle karşı durmak değil- durumunda olduğuna da ayrıca işaret edilmelidir.
Devlet kurumları -anlaşılabilir nedenlerle- bu yeni tabloyu görmezden gelirken, onların dışında kalan kurumlar da yeni dönemin kendilerine yüklediği yeni sorumlulukların ya bilincinde değillerdir ya da gereğini yapabilmekten uzaktırlar.
Devletin, mevcut eğitim sistemini korumak istemesi anlaşılabilir bir durumdur. Devlet dışındaki kurumlardan beklenen “yeni alternatifler üretmek” işlevinin nasıl olup da mevcut eğitim paradigmasının dışına çıkamadığı ise anlaşılabilir gibi değildir.
Kamunun gönüllü kaynaklarını harekete geçirip, onun en duyarlı olduğu bu eğitim konusunu işleyip yeni alternatifler sunacağı izlenimi yaratan bir çok kurum, gide gide mevcut eğitim sisteminin motiflerini tekrarlayabilmektedirler.
Ders kitabı yazdırma, boş zaman değerlendirme, ders saatleri dışında tekrar yoluyla ezberlemeye yardımcı olma, sorumluluk yüklemeden yardım etme (burs deniliyor), bilgisayara dokundurtma, Akmerkez’de hamburger yedirip sinemaya götürme gibi eylemler gönüllü kuruluşların “eğitim faaliyetleri” olarak adlandırılıyor.
Yarı-resmi ve gönüllü kuruluşların, özerk görüntülerine rağmen geleneksel statükocu yaklaşımın uzantısı gibi hareket etmelerinin olası 3 nedeni olarak şunlar değerlendiriliyor:
(1) Devletin ayrıntı düzeyinde dahi kurallar koymuş olması nedeniyle daralan hareket alanı,
(2) Eğitim sınıfının -ki eğitim kurumlarının gerçek hakimleri onlardır- ezberle oluşmuş ve sorgulanmayan kalıpları,
(3) Ve en önemlisi, eğitim sisteminin zaman içinde ürettiği değer yargılarıyla koşullanan kamuoyunun, mevcut sistemi sorgulama yerine onun koruyucusu oluşu..
Böylece, bir bölümü devlet, geri kalanı da devlet dışı kurumlarca yürütülen örgün ve yaygın eğitimin, mevcut fâsit daire (fesat çemberi) dışına çıkabilmesi neredeyse imkânsız hale gelmektedir.
Sorun ne?
Örgün ya da yaygın, elemanter ya da yüksek, akademik ya da beceri temelli olsun, her çeşit eğitimden yakınmak, bu konularda toplumun biricik ortak eğilimi olarak ortaya çıkıyor.
Üzerinde bu denli toplumsal uzlaşı bulunan yakınma olgusu, ne yazık ki alternatifler üretilmesine yetmiyor. Çünkü, en az bu yakınmalar kadar üzerinde uzlaşı bulunan bir diğer nokta, çeşitli alternatif eğitim sistemlerini şekillendirebilecek bir “ortak anlayış tabanı“nın varlığıdır.
Bu taban, toplumumuzun en az 300 yıldır içinde bulunduğu düşüşün de nedenleri sayılabilecek “temel varsayımları“dır. Zaman zaman bu düşüş eğilimine ters, kısa süreli çıkışlar olmuşsa da, gerilemenin ana parametreleri daima galip çıkmışlardır.
Nedir bu varsayımlar?
Şu birkaç varsayıma, birkaç yüzyıldır süren gerilemenin -ve ona bağlı sorunların- kök nedenleri olarak bakılabilir:
Varsayım-1
İnsanlar doğuştan yanlış‘a, kötü‘ye ve çirkin‘e* eğilimlidirler. Bu nedenle, belirlenecek doğru, iyi ve güzellere koşullandırılmalıdırlar. Okul kurumunun temel varlık nedeni, belirlenecek doğru, iyi ve güzeller konusunda kuşkusuzluk yaratacak koşullandırmayı sağlamaktır. İnsana güvensizlik esastır.
(*)Doğru-yanlış bilimin, iyi-kötü ahlâkın, güzel-çirkin ise sanatın uğraş alanını oluşturmaktadır.
Varsayım-2
Doğrular, iyiler ve güzeller tektir ve mutlaktırlar. Bunlar sorglanmamalıdır. Aksi halde toplumda kargaşa doğar. Bu ise, bunlara kalpten gelen bir güven (by heart (İng.), par coeur (Fr.), ezber (Fars.)) sağlanmasıyla mümkündür. Bu, devletin asli görevidir.
İster devlet, ister başkalarınca yapılsın, örgün ya da yaygın tüm eğitim faaliyetlerinde “doğruların tekliği” hakkında kuşkusuzluk yaratılması esastır.
Varsayım-3
İnsanlar kendi hallerine bırakılırlarsa kendi ihtiyaç duyduklarını kolayca öğrenirler. Ama bunlar, disiplinli bir toplum yaşamı açısından gerekli görülenler olmayabilir; bu yüzden de öğrenme sakıncalı, öğretme esastır.
Bu nedenle, istekli olmasalar da, belirlenecek doğru, iyi ve güzeller, onlara öğretilmelidir. İstekli olmayanlarda istek yaratmak, buna rağmen direnenlere gerekirse zorlayarak -not vererek, sınıfta bırakarak, gerekirse okuldan atarak, hattâ toplumu koşullandırıp kurallar koydurarak okul kurumu dışında kalanları diplomasız bırakarak- öğretmek eğitim sınıfının temel varlık nedenidir.
Eğitim sınıfı, toplumun değer yargılarını bu amaca göre oluşturur, alternatiflerin üretilmesi riskine karşı, kendi dışında fikir üretilmesini caydıracak önlemleri alır.
O halde sorun, eğitim sisteminin ana işlevi‘nin niçin yapılamadığının sorgulanmayıp, mevcut sistemin lojistik sorunlarına -derslik yetersizliği, ücret yetersizliği, okullaşma oranı vbg- indirgenmiş olmasıdır.
Eğitimin ana işlevi nedir?
Yaşamın değişken yüzlerinin kişinin önüne getirdiği sorun ve imkânları yönetebilmesi için sahip olması gereken bilgi, beceri, tutum ve davranışları zevkle ve kolayca öğrenebilmesine uygun kolaylaştırıcı ortamın sağlanması esas ihtiyaçtır.
Bireyler ise kendi özgün öğrenme ihtiyaçlarını karşılamak için bu kolaylaştırıcı ortamdan yararlanarak, yine kendi özgün öğrenme profilleri uyarınca bazı öğrenme modüllerini – aynen biyolojik yapılarındakine benzer biçimde – sentezleyeceklerdir.
Bu sentezlemede zorlama, koşullandırma, kuşkusuzlaştırma, tekdüzelik sağlama ve benzeri öğeler yoktur. Her bir öğrenme girişimi, içinde bulunulan duruma ve kişiye özgü birer üründür.
Eğitim, kişinin, yaradılışından gelen bu ihtiyacını teslim eden, onunla çatışmayan bir boyun eğme ve kişinin büyük sisteme uyum sağlamasına yardımcı olma süreci olarak anlaşılmalıdır. Eğitim sınıfının işlevi, bu süreçte kişiye “yardımcı” -ancak ve yalnız yardımcı- olmaktır.
Neler oluyor?
Şimdi, eğitim konusundaki yaygın sıradanlıkla uğraşmayalım. Tanrı’nın bir parçası olabilmesini benzersiz öğrenebilme yeteneğine borçlu canlılardan biri olan insanoğluna “nasıl öğretiriz?” megalomanisiyle ya da hayalet (phantom) sorunları kök (root) sorun sanma bilgisizliğiyle de didişmeyi bir kenara bırakıp, bu olup bitenleri bir bütün olarak anlamak için bakalım.
En başta değinilen çok odaklı yapı tarafından “eğitilen” insan dokumuz, insanlık ailesine net katkı yapabilecek bilgi, beceri, tutum ve davranışlardan uzak, sürekli yakınan, sürekli olarak hakkının yendiğinden şikayet eden, herkesin kendisine borçlu olduğuna inanan, farklılıklardan sentezler yapmak yerine birliklerin fıkaralığı içinde yaşamayı tercih eden, sert, keskin düşünceli belirleyici özelliklere sahiptir.
Günümüz dünyasının çeşitli boyutları açısından var olan eğriliklerin yanısıra bir taraftan da insanlık ailesinin bilim, ahlâk ve sanat alanındaki birikimleri de artmakta ve bu birikim, yeni dünya düzenlerine geçiş için gereken enerjiyi biriktirmektedir.
İşte, var olmak ya da olmamak noktası buradadır. Yeni düzenler içinde aktif rol alabilmek ya da silinip yok olmak. Bugünkü insan niteliklerimiz maalesef birinci rol için uygun değildir.
Mevcut “çok odaklı eğitim sistemi” karşısında, onu anlamaya ve onu ihtiyaçlarımız doğrultusunda yönetmeye çalışmak yerine, bu çok odaklılığa gözünü kapatıp tüm dünyaya kendi mutlak doğrularını benimsetmeye çalışan eğitim anlayışımızın lojistik sorunlarını “eğitim sorunları” saymaktan vazgeçmek kararı ile karşı karşıyayız. Bu kararı verirsek varlığımızı sürdürebileceğiz, veremez isek -bir yolla- tasfiye olacağız. Bizden evvel tasfiye olmuş nice toplumlar gibi. Seçim bizim!
Sosyal tümör ve eğitimdeki “metastasis”!
Sorun ne eğitimle ve ne de bugünle sınırlıdır. Toplumumuzun yaşam kesitlerinin hangisi ele alınsa eğitimdekine benzer ortak anlayış tabanlarının izleri hemen görülecektir. Nitekim, yukarıda sayılan 3 varsayımın her biri eğitim dışındaki yaşam kesitlerinde de türev sorunlar üretmektedir.
Belirli sıcaklığa erişen alevin kendini idame ettirebilme özelliği gibi, artık, bu varsayımların korunması için özel çaba harcanmasına ihtiyaç kalmamıştır. Varsayımlar topluma mal olmuş, tüm toplum tarafından korunur hale gelmiştir. Türkiye toplumunun esas trajedisi budur.
Sorun “bugün” -ya da kısa, orta geçmiş- ile de sınırlı değildir. Çoğu zaman eğitimde referans olarak aldığımız cumhuriyetin ilk yıllarında, Atatürk ve çok yakınındaki birkaç ideal arkadaşı dışındaki kadronun varsayımlar tabanının ayakları -Atatürk’ün bizzat direnmesine rağmen- yukarıdaki üçlüden daha farklı değildir.
Atatürk’ün, dilimizin geliştirilmesi yolundaki en kritik müdahalelerinden birisi olan “Türkçe üzerinde etimolojik araştırma” direktifine bu varsayımlar nedeniyle direnilmiş ve Atatürk’e rağmen galebe çalınmıştır.
Yüzyıllar boyunca padişahın kulları olarak yaşarken birdenbire “cumhur” olduğu ilân edilen insanımız, aradan geçen süre içinde gerçek değer yargılarını değiştirememiş, ama “cumhur” olduğu yolunda sözel -ve tabii ki sanal- bir çağdaş kimlik geliştirmiştir. Sanal olarak çağdaşlığın tüm işaretlerini taşıyan bir görüntü, ama içinde bir teba.
Bu çelişik yapı, ne açık bir toplumun kendini denetleme araçlarına, ne de sistemden kendini sorumlu sayan bir burjuvaziye sahiptir; dolayısıyla da tümör oluşumlarını durdurabilecek bir mekanizması (sosyal bağışıklık sistemi) yoktur.
Varlıkların yaşamlarını sürdürmelerine en büyük katkıyı yapan doğal seçim, zayıf bünyeleri, güçlüleri beslemek için kullanırken, bunun bir benzeri sosyal bünyeler içinde de gerçekleşmektedir.
Her türlü sorunu “Türklere yapılan birer komplo” olarak değil de, zayıf bünyelerin elenmesi yoluyla güçlülerin -dolayısıyla yaşam sürdürmenin- korunması olarak aldığımızda, üçyüz yıldır giderek ağırlaşan sorunlarımızın kaderimizin kötü bir cilvesi olmadığını, hattâ adil bir hakemin kararları olduğunu görebiliriz.
Bu adalet, güçlülerin “kötülükleri” olmayıp, zayıfların “doğal kaderleri”dir. Bu doğal kader süreci içinde karşımıza çıkan sorunlar -biz birer komplo olarak nitelesek de- aslında birer uyarıcıdır. Sosyal bağışıklık sistemimizi güçlendirmemizi öğütleyen birer uyarıcı.
Uzun yıllardır bu uyarıcılara kulak asmayıp bugünlere geldik. Şimdi, sosyal bünyenin hemen her yerindeki metastasis’lerden ağrılar sancılar geliyor ve daha da vahimi tümör yayılıyor. Bu hastalığın temelindeki değer yargısı bozuklukları artık giderek sistemin normu haline geliyor. Bir süre sonra, sağlıklı değer yargıları hastalıklı sayılacak ve tümörden oluşan yeni sistem tarafından elimine edilmeye başlanacak. Tümörün varlığını sürdürebilmesi için doğal düşmanlarını yok etmesi gerekiyor.
İşte eğitimde olan da, böylesine olan bir metastasis’tir.
Bu tümöral yapıyla başa çıkılabilir mi?
Bu yapıyla başa çıkabilmenin yolu, üzerinde, toplumumuzun tüm kurumlarının yapılandığı değer yargıları tabanını gözden geçirmek ve çevresinde tümöral oluşumların meydana geldiği değer yargılarımızı ayırdetmekten geçmektedir.
Farkedilecek bu değer yargılarının değiştirilmesi gereğinin toplumla paylaşılması ve bir ortak irade yaratarak bunların değiştirilmesi işin daha farklı bir yönüdür.
Güç olan, masum görünüşlü değer yargılarının öldürücü birer tümöre dönüştüğü ve bunların da çeşitli yaşam kesitlerindeki kurumlarda nasıl metastasis’ler yarattığı anlayışı çevresinde bir uzlaşı yaratılabilmesidir.
İşi daha da güçleştiren bir olgu, sosyal tümörlerin dönerek kendini tehdit edebilecek sağlam değer yargılarını dejenere etmesi ve sonunda, neden ve sonucun döngüsel biçimde birbirini üretmesidir.
Ama işin ucunun, değer yargıları üzerinde oluşan sosyal tümör ve metastasis’ler olduğu kabullenildiği takdirde mutlaka bir çıkış yolu bulunabilecektir.
Bir tek bozuk değer yargısı nelere yol açıyor!
Ekte geleneksel değer yargılarımız ve yol açtıkları çeşitli sorunlar ile, öykündüğümüz insanlık ailesinin benimsediği değer yargıları ve yol açabilecekleri olumlu sonuçlara ilişkin birkaç örnek verilmektedir.
Soru, bunların hangisinin en doğurgan olduğu, dolayısıyla da değiştirilmesinin en çok zincirleme yararı tetikleyebileceğidir. Sosyal analiz yöntemleri kullanarak bu soruya yaklaşımlar yapılabilir. Deneyimlerimiz, bunlar içinde bir tanesinin ardışık sonuç doğurma açısından en üretken olduğudur. “Başkası yapmasın ben de yapmam” tümör üretici değer yargısı ile bunun yerini alabilecek bir değer yargısı olan “başkaları yapabilir ama ben yapmıyorum” yargısının en yüksek üretkenliğe sahip olduğu gözlenmiştir.
Seçkin, kıyafetiyle değil değer yargıları ile belli olur!
Toplumun sıradan çoğunluğunun değer yargılarını doğrudan, yani yasalar yoluyla değiştirmek hemen hemen imkânsızdır. Dadaloğlu bu durumu şöyle özetliyor:
Hakkımızda devlet etmiş fermanı / Ferman padişahın dağlar bizimdir.
Toplumumuzu insanlık ailesinin net tüketicisi konumundan net katkı sağlayıcısı durumuna geçirebilecek kesim sıradan çoğunluk değil seçkin azınlık ya da diğer bir adlandırmayla yeni Türkiye burjuvazisidir. Bu ise gelir düzeyi, tavırları, eğitim düzeyi, ünvanları ve benzeri özellikleriyle değil, benimseyip arkasında durduğu, bizzat rol modeli olduğu ve aktif savunuculuğunu yapacağı değer yargıları yoluyla tescil edilebilecek bir yeni kesimdir.
Eğitim alanında seçkin azınlıktan beklenen nedir?
Her alanda olduğu gibi eğitim alanında da seçkin değer yargılarına sahip insanlarımız vardır. Bunların, sistemden sürekli yakınan, söylediği ile yaptığı birbirinden farklı olan kişiler ile karıştırılmaması gerekir.
Örneğin, eğitim sistemimizin, öğrencileri en çok tahrip eden yanı olan “ezber” (kuşkusuzluk, yürektenlik, sorgulamama) konusunda hiçbir düzeydeki hemen hemen hiçbir öğretmen yandaş görünmemekte, ağzı ile ezberi reddetmekte ama fiilen de uygulamaktadır. Daha üstüne gidildiğinde, “eğitimin başka türlü yapılamayacağı” konusunda ise ortaya net bir tavır koymaktadırlar.
Bir diğer örnek, sınavlarda uygulanan ve öğrencinin potansiyel hırsız olduğu varsayımına dayanan gözetim metodudur. Bu metot, herhangi bir düzeyde eğitim gören insanlarımızı, “insanlar güvenilmezdir; siz güvenilmez kişilersiniz; sizi kimse gözetlemez ise çalarsınız; başkaları da çalabilir; herkes potansiyel hırsızdır; o halde yarın okulu bitirdiğinizde her ne iş yapacaksanız onu güvensizlik üzerine inşa etmelisiniz” değer yargısı ile beynini yıkar.
Bu yöntem yerine önerilen “onur sistemine göre sınav“, öğretmenlerin -her düzeydeki- büyük çoğunluğu, YÖK üyeleri, üniversite rektörleri, kolej idarecileri ve hatta çocukları potansiyel hırsız olarak görülen anne ve babalar tarafından “uygulanamaz” olarak nitelenmiştir. İleri sürülen neden tek ve aynıdır: “bizim çocuklarımız gelişkin ülkelerdeki çocuklardan farklıdır, oralarda uygulanabilir ama bu çocuklara uygulanamaz; bunlar kopya çekerler -yani çalarlar-. Ayrıca zaten oralarda da kopya çekiliyor”.
Bu örneklerin sayısını artırmak mümkündür. Şimdi, seçkin azınlıktan beklenen, çevresindeki olumsuzluklardan sürekli yakınarak ve şiddetle eleştirerek, yapması gerekenlerden kaçma yolunu seçmeden, birkaç örneği verilen tahripkâr değer yargıları yerine yenilerini koyabilmesi, bunları savunabilmesi, bunların mücadelesini verebilmesidir.
Bu mücadelelerini zayıflatabilecek unsurların başında, yukarıda değinilen “yakınıcı-eleştirici-direnici” çoğunluk gelmektedir.
Mücadelelerine destek olabilecek unsurların başında ise, aralarında kurabilecekleri dayanışma sistemi gelmektedir. Yok olmaktan kurtulan toplumlarda bu daima küçük bir seçkin azınlığın, aralarında dayanışması yoluyla gerçekleşebilmiştir.
“Başkası yapmasın ben de yapmam“, eğitim alanında çeşitli kılıklara girebilir: “başkası onur sistemine göre sınav yaptırsın ben de yaptırırım“, “başkaları ezber yaptırmasın ben de yaptırmam“, bunlardan sadece ikisidir ve sözü geçen dayanışma için iyi birer başlangıçtır.
Bu dayanışmayı caydırabilecek çeşitli güçlüklerle başetmeyi göze alamayanlarla vakit kaybedilmemelidir. Onlar, geçerli hale gelen her türlü normun yanında yer alacaklardır. Yarınlarda ezber, gözetimli sınav, öğretmen merkezlilik gibi eski normlar terkedilip, göreli doğruluk, onur sistemi sınav, nesnel ölçme yerine öznel değerlendirme, senaryo temelli eğitim, öğretme yerine öğrenme gibi yeni normların en öndeki savunucuları yine onlar olacaklardır.
Bu dayanışma nasıl sağlanacaktır?
Eğitim sınıfının yanısıra, yazarı, düşünürü, medya mensubu, iş dünyası mensubu kişilerin de içinde yer aldığı seçkin eğitim azınlığın, diğer sektörlerdeki seçkin azınlıklarla ortak kesitleri vardır. Bu, aynı kişilerin birden fazla seçkin azınlık ağı içinde bulunabileceği anlamına gelmektedir. Ama önce, bu ağlar tek tek oluşacak, daha sonra aralarında üst-ağlar oluşabilecektir.
Burada kritik nokta, dayanışma ağı içinde yer alabilmenin, yoruma ve koşullara bağlı olmayan nesnel bir ölçüte bağlanabilmesidir.
Bu ölçüt kanımızca “söylemek yerine yapmak ve tek başına yapmak yerine yaygınlaştırmak için somut çaba harcamak” şeklinde olabilir.
Gönüllü kuruluşlar bu çözümün neresinde yer almalıdırlar; neresinde yer alıyorlar?
İşte bu noktada, gönüllü kuruluşların yaşamsal önemdeki rolü ortaya çıkmaktadır. Gönüllü kuruluşlar öncelikle şunu anlamalıdırlar: mevcut sistemin lojistik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çabaları eğitim sisteminin düzelmesine yol açamaz, olsa olsa sorunların daha da derinleşmesi -yeni metastasisler- için uygun ortam yaratılmasına katkıda bulunurlar.
Gönüllü kuruluşlar, toplumun gönüllü katkılarını, seçkin değer yargılarının yaygınlaşması yolunda kullanmalıdırlar.
Bu, yeni değer yargılarını somut olarak benimsemiş seçkin eğitim azınlığının, sıradan çoğunluğa karşı korunmasına katkıda bulunarak, seçkin değerlerin kamuoyunda yaygınlaşmasına katkıda bulunarak, seçkin azınlığın etkinliğini artırabilecek lojistik destekler sağlayarak, bu gerçeğin farkına varamamış iyi niyetli gönüllü girişimleri aydınlatmaya çalışarak, ama mutlaka yeni değer yargıları tabanının inşaı için çaba harcayarak yapılabilir.
Sonuç
“Sorunlar, onları yaratmış bulunan anlayışlar değiştirilmeden çözülemezler” sözü A.Einstein tarafından sanki bizim için söylenmiştir. Burada “anlayış” deyimi ile kastedilen “değer yargıları”dır.
Yeni Türkiye’nin inşaı, değer yargılarını gözden geçirip, içindeki tümör çekirdeklerinin farkına varılması, vardırılması, ayıklanması yoluyla başlayabilecektir.
Türkiye’yi yönetmeye talip olanların dikkati bu noktaya çekilebilmelidir.
Eğitim alanınındaki lojistik sorunlar, bunun için kurulmuş bürokratik örgütlerce çözümlenmeye çalışılmalı, sorunun burada bulunmadığını görebilen seçkin eğitim azınlığı dikkatini tümöral yapıya ve onun temeli olan anlayışlara çevirebilmelidir.
Eğitime katkıda bulunmak için kamunun gönüllü kaynaklarını harekete geçirebilen kuruluşlar ise, bu nadir kaynakları kullanırken biraz durup düşünmeli, ilk akıllarına geleni doğru sanma alışkanlığından kurtulmalıdırlar.
Sıradanlık, insanlığın ortak trajedisidir. Medeniyet ise sıradanlığa direnebilen seçkin tavır sahiplerince damla damla oluşturulmaktadır.
Temmuz 13, 2003
-
May 25 2012 RESESYON’A TEŞEKKÜRLER !
Ümit kadar iki yanı keskin bıçak yoktur. Yaşamın, bazen çekilmez hale gelen güçlüklerini, felaketlerini hep birşeyler ümit ederek aşarız. Ümit olmasaydı, en küçük güçlükler bile insanları intihara sürükleyebilirdi.
Ama aynı ümitler, birçok fırsatın heba edilmesine de yol açar. Daha iyi bir eş bulmak ümidiyle evlenmemiş bekar, daha iyi bir iş bulmak ümidiyle iş tekliflerini geri çevirmiş işsiz ya da kendiliğinden geçer ümidiyle doktora gitmeyip yatağa düşmüş hastayı o hallere düşüren de yine aynı ümit değil midir?
Bu olumsuzluklara yol açan ümitlerin sönmesi, bu bakımdan insanoğlu için bir şans ya da yeni bir ümit, ama bu defa yüz güldürebilecek bir ümittir.
Ekonomik çöküntülerin olumsuz yanları yanında yeni atılımlara gebe oluşunun nedeni işte bu “yanıltıcı ümitler” in bitişidir.
Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik krizin faturaları tabii ki ödenecektir. Bunların keyif verecek bir yanı yoktur. Ama, bir uzun rüyadan uyanıp gerçeklerin soğuk yüzüyle karşılaşmanın verdiği bir güven hazzı da yok mudur?
Evet, artık aklı başında olanları yıllardır korkutan “üretmeden tüketme” rüyası bitmek üzeredir. Bitmek “üzeredir”, çünkü hala tam bitmemiştir ve işin kötü yanı da burasıdır.
Hala, filan ülkeden gelebilecek bir borç, fişmanca borsada satılacak devlet garantili tahvil vs’nin uyuşturuculuğu altında, hala aynı imkansız rüyayı sürdürme peşinde olanlar ya da buna inananlar bulunabilir. O ümitler de tükendiği gün, toplumumuz gerçek sağlığına kavuşma şansını elde etmiş sayılmalıdır.
“The Day After”da ne yapılmak gerektiğine gelince;
İlk yapılması gereken, bizleri bu rüyaya sürükleyen anlayışların derin beton çukurlara gömülmesi ve bir nükleer artık gibi hiçbir yolla tekrar yaşam zincirimize girmeyeceğine emin olunmasıdır.
Çünkü bu yapılmadığı takdirde, aynı rüyanın tekrar gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Zira o filmi tekrar tekrar oynatmak isteyenlerin bulunacağından kimsenin şüphesi bulunmamalıdır.
-
May 25 2012 KÖKÜ DERİNDE BİRHASTALIK
1996 yılında yazmış olduğum bir yazıyı, içeriğindeki soru, varsayım, gözlem, yargı ve önerileri ayırarak aşağıdaki gibi yazınca, ne denli çok varsayım ve onlara dayalı yargıda bulunduğumu ve ne denli az soru sorduğumu anladım. Köşe yazılarını, TV tartışmalarını, doğruluğundan kuşku duymadan sorunlara çözüm önerenleri böyle bir sistematikle izlemek çok ilginç oluyor. Deneyin göreceksiniz. Pazartesi 24 Haziran 2002
sıra
Sorularım
Varsayımlarım
Gözlemlerim
Çıkarım, tahmin ve
yargılarımÖnerilerim
1
Ülkemizde 35 milyon erişkin var. Bunların
yalnızca 10 milyonunun her gün 1 saat Türkiye sorunları
üzerinde konuşup kafa yorduğunu varsaysak, harcanan toplam
kaynak her yıl 150 milyon adam.gün eder.2
Bu müthiş bir rakamdır. Bir kişinin yarım milyon
yıl ya da yarım milyon kişinin bir yıllık beyin enerjisine karşılık
gelir.3
ülke sorunlarına kafa patlatan bu insanların bir
bölümünün konuşmalarının dedikodu düzeyini aşmadığı varsayılsa
dahi……4
……mertebe o denli büyüktür ki,
yararlanılabilir beyin enerjisi yine de muazzamdır.5
Ama, bu büyük potansiyel çeşitli nedenlerle pek
işe yaramaz.6
Çünkü bir defa, bu enerjiyi harcayan akıllar
bir “ortak akıl” durumunda değildir.7
İnsanlar, toplu halde -örneğin toplantı, panel,
seminer gibi- bir konu üzerinde çalışsalar dahi ortak akıl
üretemeyebilirler.8
Herkes tek tek, bir diğerinin ürettiği bir fikri
daha ileri götürebilecek biçimde fikir üretmediği
sürece,……..9
……..iki kişinin ortak çalışmasından, iki
kişilik akıldan daha büyük bir “ortak akıl” ortaya
çıkmaz.10
Harcanan beyin enerjisinin önemli bir yarar
sağlayamamasının…….11
……….bir diğer nedeni ise, düşünme
biçimimizin neden-sonuç ilişkilerine değil, evvelce belirlenmiş
bulunan kalıplara dayalı oluşudur.12
Ama bütün bunlardan başka bir neden daha
vardır….13
……..ki işte o, üretilen düşüncelerin büyük
ölçüde kirlenip işe yaramaz hale gelmesine neden olmaktadır.
Düşünceleri enfekte eden bu neden, değer ölçülerimiz içindeki
“virütik değerler”dir.Bunlar, ilk anda fark edilmeyen, fakat birlikte
kullanıldığı “sağlam” değerleri bozup dejenere eden değer
ölçüleridir. “Bana ne“, “sana ne“, “hele önce …
düzelsin“, “ama o benim hemşehrim – okuldaşım – meslektaşım
– partilim“, “idare ediver“, “bu defalık
oluversin“, “esas mesele“, bu tip değer ölçülerine
birkaç örnektir.14
Bunların ortak özelliklerinden biri, düzgün değer
ölçüleri kümesine göre imkânsız olanı mümkün kılmalarıdır. İkinci
ortak özellikleri ise, düzgün değer ölçülerinden, hiçbir yolla
türetilemeyişleridir.15
Bu virüsler, düşünce sistemimize nasıl
girmiştir? Bunları temizlemesi gerekirken bunu yapamayan
sistem(ler) hangileridir? Bunların düşünsel kirleticilik yaratma
derecesi nedir? Bunlardan nasıl kurtuluruz?16
Bu ve bunlar gibi bir dizi soru,
yanıtlanmalıdır.17
Değer ölçülerimiz içine bulaşmış olan bu
virüsler,…………18
…….yalnızca düşünsel
enerjilerimizi emen, onlarla daha yüksek düşünce ürünleri
üretmemize engel olan ögeler değildir.Bunlar, gündelik yaşamımızdan devlet idaresine
kadar geniş bir alana etkileri olan, çoğu olumsuzluğun içine ana ya
da yardımcı madde olarak karışmış unsurlardır.19
Resmî bir bayram tatili ile hafta tatili arasına
sıkışmış 1 günlük bir çalışma gününü “idari izin” saymayı makul
gören binlerce memur ve idare,………..20
“idare et” adlı düşünsel virüsün yaşamı
kolaylaştırıcılığından yararlanmaktadır.21
Tüm ülke hizmeti için kullanması gereken
kaynakları, seçilmiş olduğu il için kullanan bir bakan ve o ildeki
yurttaşlar,…22
…….bu defa “ama o bizim hemşehrimiz”
virüsünü kullanmaktadır.23
Sabancı cinayeti içinde rol alan kızın güvenlik
açısından fazla irdelenmeden işe alınmasındaki neden
de….24
……yine bu “ama o bizim hemşehrimiz”
değeridir.25
Sorunlarımızı çözmeye başlamamız, değer
ölçülerimizi berraklaştırmaya, sonra da onları kirleten virüsleri
fark etmeye (ve daha sonra da ayıklamaya) başlamakla mümkündür.
Salı, 16 Ocak 1996.