-
Ağu 02 2024 Ancak Birlikte İşe Yarayabilen iki Araç: Akıl ve Sezgi.
Düşüncelerine çok değer verdiğim bir iş adamı dostumun yazdığı ve derin deneyimlerinin damıtık bir ürünü olan kitabını okurken rastladığım bir cümle, bu konuyu bir yazıya dökmeme vesile oldu. Cümle -mealen- şöyle: “Bizler matematik olasılık hesaplarının ortaya koyduğu gerçeklere bakmak yerine sezgilerimize güvendikçe yanılıyoruz, yanıldıkça da şaşırıyor; çoğu zaman da rastlantıların rastlantı olmadığı sonucuna varıyoruz.”
Gerçekten de hemen hepimizin sıklıkla düştüğü bu tuzak gayet güzel ifade edilmiş. Sezgilerin yanıltıcılığını ifade eden bir fıkrayı hatırlıyorum: “Sezgilerinin gücüne çok güvenen bir kumarbaz, rulet masasında şansını denemek ister. Önce küçük bir meblağ ile başlar ve her defasında iç sesini dinleyerek sonunda kumarhaneyi batma noktasına getirir. Bunun üzerine kumarhane yönetimi münasip bir dille devam etmemesini rica ederler; kumarbaz da kucağındaki büyük servetle orayı terk eder. Fakat tam kapıdan çıkacakken iç sesi “dur çıkma son bir defa daha oyna ve kırmızı 3e koy” der. Bunun üzerine, kendini zengin eden sezgisini ikiletmeden dönüp tüm servetini kırmızı 3e koyar. Rulet döner döner ve döner, sonunda siyah 3te durur. Tüm servet gitmiştir. Adam şaşkınlıkla dururken iç ses duyulur: “Hay Allah bu defa yanıldım!” Tabii bu bir hayali olaydır ama gerçeğin de tam ifadesidir.
Sezginin bu doğasının farkında olanlar bu nedenle kendilerini rasyonel aklın katı gerçekçiliğine teslim olurlar. Farkında olmayanlar ise bazen kazanıp bazen kaybetme yolunu seçerler. Toplumların yapısına göre bir kesim diğerinden daha kalabalık olabileceği gibi, kesimler eşite yakın da olabilirler. Bu durum toplum kültürüne, seçecekleri yöneticilerin bu kesimlerdeki ağırlıklarına etki yapacaktır. Sezgi ağırlıklı toplumlar bu eğilimlerini dini alana da taşıyacakları için bu tür toplumlar aynen Ortadoğu toplumları gibi, çatışmalarla hem kendilerini hem başkalarını tüketirler.
Akıl ağırlıklı toplumların bu tür çatışmalara uğramayacağı düşünülse de pratikte iki nedenle öyle olmaz: Bir neden aklın tüm durumlara rasyonel bir cevabının olamayışıdır. O bölgeler gri alanlardır ve her türlü anlaşmazlığın nüvesini içinde barındırır. Akılcılık görüntüsü (ve söylemleri) içinde ne akıl ne de sezgiyle bağlantısı olan saçmalıklar[1] ürer ve hepsi de birbirinin kafasını yararak kendinin daha akılcı olduğunu iddia eder (tanıdık geldi mi?).
İkinci neden toplumun sezgi ağırlıklı -aynen birinciye benzer biçimde- sezgiyle ilgisi olmayan hurafeleri yönetime empoze etmeye başlar. Sandık rejimleri (demokrasi demeye dilim varmadı) bu tür hibrit saçmalıklar için çok uygundur. Çünkü bu sistemde oy en yüce değerdir.
Akıl ve sezgi ağırlıklı toplum kültürleri dışında üçüncü bir kesim, akıl ve sezgi “döngüsü”nü koparmadan[2], her ikisinin üstünlüklerini kullanabilmeyi akıl etmişlerdir.
Tüm keşif ve icatların -ister akıl ister sezgi dürtüsüyle olsun- “…..mi acaba?” sorusuyla başladığı tahmin edilebilir. Bu soruya cevap “sezgi eşliğindeki akıl” yoluyla, ya deney ya da gözlem, ama mutlaka rasyonel mantıkla verilmekte, ya “evet sezgi veya akıl dürtüsündeki önerme doğrudur” ya da “hayır bu önerme doğru değildir” sonucuna varılmaktadır.
Akıl-sezgi döngüsünün (yani sezgi eşliğindeki akıl) refah üretme süreci bu noktada başlamakta, evet cevabı alınan her önerme değişim değeri olan bir “değer” anlamına geldiği için, ikinci, üçüncü, ….defa tekrar, “…..mi acaba?” sorusu sorularak o değere bir katkı (yani katma değer) peşine düşülmektedir. Daha açıkçası toplumdaki yapıcı rekabet ortamı kamu kaynaklarının tırtıklanma ümitleri dürtüsüyle değil, bu ardışık katma değer üretimlerine akıllı devletlerin tanıdıkları “belli süre için patent koruması” hakkı nedeniyledir[3].
Akıl eşliğindeki sezgi zincirinin kopmazlığının ardışık sonuçları salt ekonomik değildir. Zincir koptuğunda ne gibi yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini görsel bir yolla açıklayan 2:30 dakikalık videonun mutlaka izlenmesi önerilir.[4]
Bu kopuk zincir onarılabilir mi?
Bu soru aslında “Kültürel DNA onarılabilir mi?”anlamına geliyor. Bu konuda çeşitli düşünceler ayrı bir yazıda incelenmeye çalışılmıştır.[5]
A.Einstein’a izafe edilen bir deyiş: “Sezgisel Akıl kutsal bir hediye, rasyonel akıl ise sadık bir hizmetkârdır. Biz ise hediyeyi unutup hizmetçiyi onurlandıran bir toplum yarattık”[6]
Bu kopukluğun nasıl onarılabileceği, aydın kesimin gündemine girmedikçe, onarım sürecinin motoru olan ve mevcut olandan daha yetkin düzeydeki bir “akıl eşliğindeki sezgi”nin üretimi, daima “yoktan var edilmeye çalışılan refah” masalına ait sorunların çok arka sıralarında kalmaya mahkûmdur.
2 Ağustos 2024
[1] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/anlamkiran-sozcuk–gibberish
[2] Bkz. https://tinaztitiz.com/3812
[3] Tarihçi Niall Ferguson’un “Batı’nın üstünlüğünü sağlayan 6 önemli uygulama”dan birincisi olan “rekabet” motoru böyle tahrik ediliyor. Bkz. https://youtu.be/LQfmv9fIfu0?list=PLXoujgzuzBV68V2Jg-UbWgkhOrZaC4XBi
[4] Bkz. https://vimeo.com/712701295
[5] Bkz. Kültürel DNA Onarılabilir mi? https://tinaztitiz.com/15080
[6] “The intuitive mind is a sacred gift and the rational mind is a faithful servant. We have created a society that honors the servant and has forgotten the gift”
-
May 20 2013 İhracatın, ithalatın ve diğer uluslararası ilişkilerin başlıca amacı: Değer ithal etmek!
Herhangi bir mal veya hizmet’e (M/H) konu olan ithalat, ihracat vbg bir işlem söz konusu olduğunda iki süreç söz konusudur: M/H akımı süreci ve değer akımı süreci. Bu iki sürecin yönleri konusunda dikkat edilmesi gereken kurallar şöyle özetlenebilir:
- Zorunlu ihracat (zorunlu ithalat için gereken dövizin temini için): Değer akımı süreci’nin yönü önemsenmeyebilir.
- Zenginleşmek için ihracat:
Değer akımı süreci’nin mutlaka ihracat yapan yönünde (yani ihracat süreci ile ters yönde) olması gerekir.
– M/H ithali halinde:
- Zorunlu ithalat (zorunlu M/H’in satın alınabilmesi için): Değer akımı süreci’nin yönü önemsenmeyebilir.
- Zenginleşmek için ithalat: Değer akımı’nın ithalat yapan yönünde (yani ithalat süreci ile aynı yönde) olmasına dikkat edilmelidir.
– Diğer uluslararası ilişkiler: Her ne olursa olsun amaç, Değer akımı’nın “değer ithali” yönünde olmasıdır.
– Bütün bu kurallar:
- Değer akımı yönünün taşıdığı önemin farkında olsa bile, bir şey yapabilecek güçte olmayan toplumlar için geçerli değildir.
O tür toplumlar, zorunlu ihracat / zorunlu ithalat kurallarına tabidir. Örn. Açlıkla, yaygın hastalıklarla, iç çatışmalarla uğraşan toplumlar değer akımını gözetemezler.
- Değer akımı yönünün taşıdığı önemin farkında olmayan toplumlar ise, farkında olanlar için mükemmel birer av alanıdır.
- Değer akımı yönünün taşıdığı önemin farkında olan toplumlar için, yukarda değinilen kuralların, M/H akımının taraflarınca bilinip gözetildiği varsayılmalıdır.
– En kritik nokta, değer akımı’nın yönünün nasıl kontrol edilebileceğidir. Değer akımı yönü, o akıma konu olan M/H üzerine bir Yaratıcılık Temelli Katma Değer (YTKD) eklenerek kontrol edilebilir.
– Yaratıcılık Temelli Katma Değer keşif, icat, inovasyonla üretilebilir ve bu üretim için harcanacak “değer”, edinilenden küçük olacağı için bu tür KD makbuldür.
Aksine, örneğin re-eksport yoluyla daha yüksek değer harcayarak üretilebilecek katma değerler, pazara girme, kısa vadeli taktik hedefler vbg amaçlar için kullanılabilirse de, değer akımı yönünü sürdürülebilir biçimde etkileyemez.
Eğer, mal / hizmet üretiminize paralel olarak, sürekli biçimde Yaratıcılık Temelli KD de üretiyor iseniz, rekabet gücünüz o kadar artacak; ithalat da ihracat da yapılsa daima siz “değer kazanan” taraf olabileceksiniz.Sürekli olarak sömürü edebiyatı yerine Yaratıcılık Temelli Katma Değer üretmeye çalışmak akılcı yoldur.20 Mayıs 2013
-
Oca 14 2013 İhracat Stratejisi Üzerine
Tınaz Titiz Dr.Necati Saygılı*
Son söyleneceği baştan söylemek gerekirse: İhracat amaç değil araçtır. Amaç, toplumun (değer) ihtiyaçlarının karşılanmasıdır.
Bir şeyin (değer)i, ona sahip olmaktan doğan tüm hak ve çıkarların toplamı olarak tanımlanabilir. Katma değer ise, bir mal veya hizmet ürününü oluşturan girdiler –emek, malzeme, donanım, know-how, yönetim, pazarlama gibi- içinde, pazarda nadir bulunan bir veya birkaç özelliğin bulunması nedeniyle, alıcıların –benzerlerine göre- daha yüksek fiyat ödemeye razı olmalarıdır.
İnsanoğlu hangi uygarlık düzeyinde yaşarsa yaşasın, ihtiyaç ve isteklerinin karşılanması sorunu ile yaşam boyu uğraşmak zorundadır. Bu, yaşamın her anında değer üretmek ve değişmek (takas, mübadele) demektir.
Bu yolda kendi ihtiyaçlarını karşılamak için, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamaya razı olan kişi, karşısındakilerden göreceli zeka, kurnazlık veya zorbalık üstünlüğüyle bu “değer değişimi” (mübadele) işleminde avantaj sağlamak ister. Yani, ihtiyacının (değer)inden daha az , yani daha az zaman + çaba + para + vd harcamaya çalışır.
Takas işlemine esneklik kazandırmak amacıyla oluşmuş pazar sisteminde kullanılan para, her ülke için standardize edilmiş (değer) olup, herhangi bir 1 birim para, o birimdeki paranın ne kadar emek, üzüm ya da “şey” almaya yeter olduğunun ölçüsüdür. Çeşitli ülkelerin 1’er birim paraları arasındaki eşdeğerlik ise:
(a) Değer üretme kabiliyetlerine ve
(b) Ürettikleri değerleri avantajla takas edebilme kabiliyetlerine
bağlıdır.
Değer üretebilme kabiliyeti, bir ülke toplumunun zekası, bilgisi, kültürü, yönetim kabiliyeti, kaynakları gibi faktörlere bağlı iken, üretilen bu değerleri takas edebilme kabiliyeti, bu faktörlere ilave olarak kurnazlık, zorbalık gibi ahlak ve/ya hukuk dışı faktörlerin de varlığına bağlıdır. Buna göre, yüksek değerli mal ve hizmet üretiyor olabilmek, ihtiyacı olan değerleri mutlaka avantajla takas edebilmesi anlamına gelmeyebilir.
Bu nedenle, her toplumun, ürettiği değerlere kendince belirlediği değer ölçme birimine göre koyacağı “fiyat”lar pek bir anlam ifade etmez; (b)de anılan kabiliyeti yüksek olanın dikte edeceği bir değer ölçme birimine göre oluşacak fiyatlar geçerli olduğu gibi, satanın döviz ihtiyacı ya da satın alanın konjonktürel macburyetleri etkili olur.
Gerek değer üretme, gerekse değer takas etmedeki başarı, bu süreçlerde ortaya çıkan sorunları çözebilme kabiliyetine, teknik deyimle Sorun Çözme Kabiliyeti’ne bağlıdır.
İthal etmek zorunda olduğumuz –örneğin- petrolün bedelini ödemek için genelde şu yollardan birisi kullanılır:
– Üreterek kazandığımız (değer)lerden bir miktarını vererek satın alacağımız döviz ile ya da
– (Değer)i söz konusu bedele eşdeğer olduğu, ithal edence kabul edilebilecek bir mal veya hizmet karşılığında, yani ihracat yoluyla.
Alan ve satanın, her iki durumda da bu işlemlerden tek beklentisi vardır: Verdiği (değer)den daha fazlasını almak; en kötü durumda başabaş olmak. Bunun için akıl, kurnazlık ve sopa gibi etkili araçlar kullanılır.
Herkesin bildiği bu ansiklopedik bilgilerin tekrarlanmasındaki amaç kimseye bir şeyler öğretmek gibi absürd bir amaç olmayıp, en derinde yerleşmiş olduğu için çoğu zaman gözden kaçmaya en yakın olabilen bilgilerin üzerine üfleyip tozları uçurmaktır.
Türkiye’nin sorunu ihracat değil, yüksek katma değerli üretim ve ürettiği değerleri avantajla takas edebilmektir .
Mal ve hizmet ithal ederek Türkiye’ye (değer) kazandırabilecek potansiyeldeki ülkelerin çoğu, fındık, aluminyum tencere, torna tezgahı ya da otomobil üretemedikleri için Türkiye’den ithalat yapmıyorlar. Türkiye, o mal / hizmetlerin o ülkelerdeki (değer)lerden – daha ucuz işçilik, daha az çevre duyarlılığı, sübvansiyonlar vbg görünmez girdilerle kazandığı rekabet gücü nedeniyle – daha düşük (değer)– yani döviz geliri karşılığında – ihraç ediyor da onun için.. Burada özellikle “fiyat” kavramı yerine (değer) kavramı kullanılmasının nedeni, “fiyat”ın aslında emek, malzeme, donanım, know-how, yönetim, pazarlama öğelerinden oluşan değer’in bozulmuş bir gölgesi olması nedeniyledir.
Böylece, Türkiye’den dışarı bir (değer) transferi oluyor. Halbuki bizim (değer) açığımız olduğu için transferin ters yönde olmasına ihtiyacımız var. Bir bakıma ihracat yapıp (değer) kazanmak amaçlanırken, ürünle birlikte (değer)de ihraç etmiş oluyoruz.
Ama, mesela yüksek teknolojili silah (İsrail), domates tohumu (Hollanda) ya da banker (Belçika) ihraç eden bir ülke, gereğinden daha düşük bir bedel ödeyerek (değer) ithal etmiş oluyor. Ne ilginç bir matematik değil mi!
Çünkü bu bir katma değer üretimi ve takası savaşıdır..
Türkiye iki tür ülkeye ihracat yapabiliyor:
(1) İhtyacı olan (değer)leri üretemeyen ülkelere –ki bu, o ülkeler için ithalat bir zorunluktur-. Türkiye bu ülkelere ihracat yaparken az da olsa asılnda (değer) ithal etmiş olur.
(2) İhtiyacı olan (değer)leri üretebilen, ama o mal ve hizmetin üretim maliyetleri ile -yani söz konusu üretim için harcayacağı kaynaklar ile- üretebileceği alternatif değerler daha yüksek olduğu için, değer takas kabiliyeti daha düşük ülkelerden –daha düşük değerler karşılığında- ithal edip, böylece hem mal ve hizmet hem de (değer) ithalini becerebilen ülkeler.
Zengin ve gelişmiş ülkelere Türkiye’nin ihracatı, ihraç edilen (değer)ler onların maliyetlerinden (değer) düşükse gerçekleşebiliyor.
Bu nedenle de, nominal değeri yüksek olan TL, Türkiye’nin net değer kaybı anlamına geliyor.
Görülüyor ki, ikinci sırada sayılan ülkelerle bir (değer) transferi savaşı yaşanıyor.
Kim ürettiği ürünün maliyetini (-değer) azaltıp, satış fiyatını (+değer) artırabiliyor ve yine de hedef ülke maliyetlerinin altında kalabiliyorsa, Türkiye’ye bir (değer) katıyor.
Böylece oluşan katma değer, düşük (değer) harcayıp yüksek (değer) üretebilmek anlamına geliyor.
Bu ise, üretimin her türlü girdisinin maliyetini (-değer) artıran sorunları çözebildikçe katma değer’in artması demektir. Yani Katma Değer = Sorunlarını Çözebilme Kabiliyeti’ demektir.
Katma Değeri düşük ihracat bir ölümcül sarmaldır..
Bu açıklamalara göre salt ihracat artışı bir hedef olamaz. Düşük katma değerli ihracat, bir ülkenin çeşitli türde (değer)lerini, daha düşük (değer)ler karşılığında takas etmek demektir. Bu sürekli olduğu takdirde ise ölümcül sonuçlar vermesi kaçınılmazdır. Boraks ihraç ederken, o ülkelerin madeni işleyerek ürettikleri yüksek fiyatlı mamul –deterjanlarda kullanılan- Perborat’ı ithal etmek gibi..
Katma Değer’i kimler üretmeli?
Genel ve o derecede basit kural, Katma Değer (KD) üretim sorumluluğunun her zaman, her yerde, herkesçe ve her bağlamda olduğudur. Örneğin:
- İletişimde KD (değer iletişimi),
- Bilgi KD: Man, Machine, Material, Money, Marketing, Management (6M) girdilerini birbirine bağlayan çekirdek element “bilgi”dir. Bu 7nci element küçük olduğu takdirde diğer 6 element bir önem taşımıyor.
- Güvenlik görevlisi ve KD: Korumakla yükümlü olduğu yere hırsız / uğursuz uğramaması, uğrarsa zarar verememesini en iyi yapabilecek beceri ve bilgiye sahip olunması.
- Yönetim Kurulu Başkanı ve KD: Yönettiği kurumun kaynaklarını en az maliyet ve en çok etkililikte yönetebilme bilgi ve becerisine sahip olunması.
İlk adımlar neler olabilir?
Bu hedefe giden yolun birinci adımı, insan nitelik dokumuzu geliştirmek, o ise –bir bölümü anlaşılabilir nedenlerle- uzun yıllardır sürdürdüğümüz “ideolojik eğitim”den “yaşam için eğitim”e geçişi mümkün kılabilecek öğrenme devrimi yoluyla olabilir. Daha da somut başlangıç noktası arayanlar içinse bkz. www.ezberkaliplarinisorgula.com.
Paralel bir adım ise, KD üretiminden sorumlu olmayan hiç bir yurttaş olmamasıdır. Bir başka deyişle KD üretimi belirli bir sınıfın değil, tüm yurttaşların –kendilerinin ve gelecek nesillerinin- varlıklarını sürdürebilmeleri için zorunlu işlevleridir. Japon ulusu, benzer bir atılımı Kalite Çemberi ve KAISEN kavramlarıyla gerçekleştirmiştir.
Bu iki adımı sarmalayan ise bu konudaki vizyon olacaktır.
Değer üretimi -ihracatı da kapsar- için vizyon önerileri..
Tüm nüfusu sarmalayan böylesi bir vizyon, bir kişi ya da kurumun işi olamaz. Bunun nasıl gerçekleştirilebileceği kuşkusuz güç ama mümkün bir iştir. Ama ilk adım, bundan daha önemli çok az işimizin olduğunun takdiridir. Birkaç örnek şunlar olabilir:
- “Cumhuriyet’in kuruluşunun 100ncü yılında, toplumsal rekabet gücü’nün bir ölçüsü olan Rekabet Gücü Endeksi ve İnsani Gelişme Endeksleri’nde ilk 10 sıra içinde yer almak.”
- Ya da da daha sembolik bir deyişle “100. yıl’a kadar, kendi ayakları üzerinde durabilen bireyler yetiştiren eğitim sistemini yürürlüğü koyarak sorunlarının çözümü için kurtarıcıya ihtiyaç duymayan bir sorun çözme kabiliyeti düzeyine sahip bir toplumsal yapıya erişmek”.
- Türkiye’nin her ithal ettiği mal ve hizmeti, -gelişmiş ülkelerin yapabildii gibi- kendsine değer kazandıran bir sürece dönüştürmek.
- Bu bağlamda çeşitli ifadeler geliştirilebilir; ama işin özü, “rakiplerimizle yarışabilecek düzeyde katma değer üretebilecek bir sorun çözebilirliğe erişmek”tir.
Değer Takas Kabiliyeti artırılabilir mi, nasıl?
Günümüzün –ve görünür gelecekteki- dünyanın tüm toplumları, peşinde oldukları refah ve mutluluklarını artırma amacına erişmek için –farklı düzeylerde farkına varmış olsalar da-, değer üretimine yönelmiş görünüyorlar.
Sorun sadece bununla sınırlı olarak anlaşıldığı takdirde, bu defa da başka bir tehdit ortaya çıkmakta. Bu, üretilen değerlerin avantajla takas edilebilmesi için gereken, Koz Yönetimi beceri düzeyinin düşük olabilmesidir. Bu durumda üretilen değerler, onu üreten toplumlar için birer tasallut vesilesine dönüşmektedir. Petrol gibi doğal bir değer kaynağı, ona sahip olan ülkelerin –çoğunun- başına böylece dert olabilmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu Güneydoğu’daki katı petrol ve bor rezervlerinin benzer birer tehdite dönüşmesinin altında yatan kök neden, sözü edilen bu Koz Yönetimi becerisi yetersizliğidir.
Buna göre, sorun çerçevesi hem değer üretimi ve hem de üretilen değerleri avantajla takas edebilmek için koz yönetimi becerimizin yetersizliği olarak tanımlanmalı ve yetersizliğe yol açan kök nedenler üzerine eğilinmelidir. Hemen işaret edilmesi gereken nokta, koz yönetimi becerisi yetersizliği, onu da içeren daha büyük bir kümenin, yani Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliğinin bir parçasıdır. (Bkz. Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler, http://www.pegem.net).
12 Şubat 2013
(*) Bu yazı, 14 Ocak 2013 tarihinde yazılan yazı üzerinde, Sn. Necati Saygılı’nın katkılarıyla geliştirilerek revize edilmiştir.
-
Kas 29 2012 Sorunlarımız ve Dil Kullanımı
Bir TV haberi..
Konuyu daha kolay irdeleyebilmek için önce bir haber.. 16 Ocak 2001 05.33’de Marmara Denizi’nde meydana gelen deprem ile ilgili NTV haberi:
«Bu sabah 5.33 civarında, Marmara Denizinde Kartal açıklarında 4.2 şiddetinde bir deprem olmuştur. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü Profesör Doktor Ahmet Mete Işıkara’dan alınan bilgiye göre, halkımızın herhangi bir galeyana kapılmasına gerek olmayıp dikkatli olması önerilmektedir….»
Bu haberle eşzamanlı olarak bazı diğer radyo ve TV’ler de benzer cümlelerle aynı haberi geçtiler. Dolayısıyla, verilen örnek yalnız bir istasyonla ilgili olmayıp geneldir.
Haberdeki, “5.33 civarında”, “depremin şiddeti” ve “galeyana gerek olmaması” ifadelerinin doğrularının, “5.33te ya da 5.30 civarında”, “depremin büyüklüğü” ve “telaş edilmemesi” olduğu ise bu yazının amaçları açısından ikincil önemdedir.
20 milyon civarında insanın yaşadığı Marmara bölgesinde meydana gelen ve geçmişi nedeniyle bütün bu insanları –ve yakınlarını- birinci derecede ilgilendiren bu önemli olayda merak edilen iki konu, (1) depremin merkez üssü, (2) öncü deprem özellikleri gösterip göstermediği idi. Yukarıya alınan haberdeki laf kalabalığı –rasathanenin bağlı bulunduğu yerler, haber kaynağının tam akademik ünvanlanları ve göbek adı dahil tüm adları, telaşa mahal olmadığı, dikkatli olunması gerektiği– içinde bunlardan sadece ilkine cevap verilmekte, buna karşılık kimseyi ilgilendirmeyen, hatta ayrıntı bile sayılamayacak bilgiler –o da şiddet gibi yanlış olarak- doldurulmaktadır.
Bu, rastgele seçilmiş bir haber olmakla birlikte, yayıncılık anlayışı, dili, ciddiyeti gibi açılardan ülkemiz düzeyinin çizgi üstü kuruluşlarından birisi aracılığıyla verildiği için, değinilecek problem açısından genelleştirilebilir niteliktedir.
Bu giriş kullanılarak değinilmek istenilen konu, “dilimizin bir ifade aracı olarak kullanılamayışı ve bu nedenle de bir sorun çözme aracı olmak bir yana, sorun üretimine yol açtığı”dır.
Her araç işlevlerini, belirli maddeleri değişime uğratarak yapar. Dil de bir ifade ve dolayısıyla sorun çözme aracıdır ve değişime uğrattığı şey de “bilgi”dir.
Yeni konuşmaya başlayan bir çocuk bile, dil aracını –biraz komik biçimde de olsa- kullanarak örneğin “baba attâ ditti” derken, “babanın bir süre önce orada olduğu” bilgisini değişikliğe uğratmakta, bir bilgi katma değeri üretmektedir.
Bebenin dili ne denli etkili kullandığı, söylediklerinin hiçbirisinin gereksiz olmayıp 3 sözcükle en yüksek katma değeri üretebildiği; buna karşılık örnekteki deprem haberinin ise bilgi katma değeri açısından ne denli zayıf olduğu üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur. Özellikle de dilimizi sonradan öğrenmiş yabancıların –kuşkusuz her yabancı toplum için değil- Türkçeyi ne denli etkili kullanabildiklerine dikkat edilirse, becerinin bizim bebeklerimize ait olmadığı, söz konusu beceriksizliğin erişkinlerimizin bir sorunu olduğu daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.
İlk soru: Bu önemli midir, ya da ne kadar?
Bu noktada sorulması gereken soru, erişkinlerimizin –ve doğal olarak bebekliğini koruyamayan çocuk ve gençlerimizin- bilgi katma değeri üretmedeki bu yetersizliklerinin ne denli önemsenmesi gerektiğidir. Acaba bu bir belâgat eksiği olarak mı kalır, yoksa mal ve hizmet ürünlerimizin rekabet güçlerini azaltacak, hattâ toplumumuzun varlığını sürdürmedeki şansını azaltmaya kadar gidebilecek ölümcül bir tehdide mi dönüşür?
Bu sorunun yanıtı, bugünün acımasız rekabet düzeninde varlığını sürdürebilmenin olmazsa olmaz koşulunda gizlidir: Bu koşul, bir toplumun –ve tabii ki bireylerinin- ürettikleri mal ve hizmet ürünleri içindeki bilgi katma değerinin, yarıştığı toplumlara göre makûl düzeyde –mümkünse daha yüksek- olmasıdır. Bu yarışımı acımasız yapan ise, dünyanın herhangi bir yerindeki bir topluluğun, hiç kimseden izin almadan, hiç kimseye haber vermeden daha yüksek bilgi katma değeri üretebilmesi olasılığıdır. Bu durumda, belirli bir refah düzeyini sürdürmekte olan bir toplum ne olduğunu bile anlamadan onu kaybetmekte, işsizliğe, açlığa mahkûm olabilmektedir.
1900’lerin başından bu yana, ürünlerin içine gömülü bulunan insan, malzeme, makine, para, yönetim ve pazarlama[1] öğeleri daima “bilgi çekirdeği” denilebilecek bir ana öğenin çevresine dizimişliklerini korumuşlardır. Ama bir farkla: bilgi çekirdeği giderek büyümüş, diğer 6 öğe göreceli önemlerini giderek kaybetmiştir.
Günümüzün rekabet gücü ise artık bilgi çekirdeği ne denli büyük mal veya hizmet üretildiği ile değil, bu çekirdeğe ne ölçüde katma değer eklenebildiği ile ölçülmektedir. İşte bu nedenle, son derece yüksek teknoloji ürünlerini üreten –Çin gibi- ülkeler bilgi çekirdeğine katma değer ekleyemezken[2], örneğin tarım ürünü üreten bir toplum ise –İsrail gibi- tarım ürünlerine daha büyük bilgi katma değeri ekleyebildiği için daha yüksek rekabet gücüne sahip olabilmektedir. Büyütmek için: http://bit.ly/Wxk2gI
Benzer örnek Türkiye için de verilebilir. F-16 uçakları gibi son derece gelişkin teknoloji ürünlerini bilgi katma değeri eklemeden üreten Türkiye ile, çok daha basit mal (ve hizmetlere[3]) sürekli olarak bilgi katma değeri ekleyebilen Singapur’un rekabet güçleri mukayese edilebilecek gibi değildir[4].
Bu kısa irdelemeden görülebileceği gibi artık günümüzün kritik sorunu, her ne üretiliyorsa onun içine ne ölçüde bilgi katılabildiğidir. Bilgi katma değeri üretemeyenler işlerin yükünü, kirliliğini, riskini taşımakta; katma değer üretebilenler ise net yararlar elde etmektedir.
Bu basit yargı, bilgiye erişme, bilgi üretme, bilgi işleme, bilgi depoloma gibi açılardan son derece önemli bir stratejik yol göstericiyi ortaya koymaktadır: Artık herhangi bir bilginin üretimi değil, rakiplerinizin ürettikleri mal ve hizmet ürünleri içine gömdükleri bilginin üzerine eklenebilecek bilgilerin üretilmesi, işlenmesi, depolonması, dağıtılması önem taşımaktadır.
Birer ansiklopedi gibi içine bilgi doldurulmuş, belirli testleri bir makine hızında yanıtlayabilen çocuk ve gençler bu anlamda bir değer taşımamakta, bu tür insanların yetiştirilmesi için harcanan bütçeler ne denli artırılırsa artırılsın toplumların rekabet güçlerine, dolayısıyla da refah düzeylerine etki yapamamaktadırlar. Türkiye’de milli eğitime ayrılan bütçe paylarının düşüklüğünün, eğitimdeki geri kalmışlığın başlıca nedeni olarak sürekli gösterilmesinin doğru bir tanı olmadığı görülmektedir.
Bu noktada ikinci soru gündeme gelmektedir.
Bilgi Katma Değeri nasıl üretilir?
Bilgi üretimi ile bilgi katma değeri üretimi ilk anda eşdeğer süreçler gibi görünebilir. Bilgi herhangi bir alanda herhangi bir hızda üretilebilir, dağıtılabilir, işlenebilir.
Herhangi bir durumdaki olasılıkları yarıya inderen bilgi, 1-bit’lik olarak ölçülendirilir.
Bu tanıma göre, filanca mankenin aşk yaşamı, üzerinde bilgi üretilebilecek bir alandır. Birileriyle çıkma kombinasyonları neredeyse sonsuz sayıda olan bir hatunun örneğin fişmanca işadamı ile basılması, enformatik açısından tam bir bilgidir. Böylece üretilen bilgi medya aracılığı ile yayılır ve kamuoyu bu bilgileri işler. Üretilen, yayılan ve işlenen bu bilgilere katma değer yapabilmek için söz konusu kişinin ortaya çıkmamış bir ilişkisi ya da bilinen ilişkilerinin ortaya çıkmamış bir yönü hakkında üretim yapılmalıdır. Buradan kolayca anlaşılabileceği gibi bilgi üretmek nisbeten kolay, bilgi katma değeri üretebilmek ise daha güçtür.
Fakat ne varki, bu durumda ne üretilen bilgi, ne de katma değeri toplumun refahını artırabilecek bir rekabet gücü artışına yol açamaz.
Rekabet gücünde bir artışa, ancak rakiplerimizin üretip mal ve hizmet ürünleri içine yerleştirdikleri bilgilerde bir katma değer üretimi yapabilmemiz yol açabilir. Bir başka deyimle, hangi bilginin üretileceğine kendimiz değil, belki de hiç tanımadığımız rakipler karar vermekte, çıtayı onlar –ve de acımasızca- yukarılara yerleştirmektedirler.
Şimdi soru tekrar sorulmalıdır: Ürettikleri mal ve hizmet ürünleri yoluyla bizim refah düzeyimizi belirleyen –hatta kontrol edebilen- rakiplerimizin üretmekte oldukları bilgi ve/ya bilgi katma değerlerine yeni katma değerler nasıl ekleyebiliriz?
Bunun basit bir formülü yoktur. Ancak bir dizi koşul yerine getirilirse katma değer üretimi mümkün olabilir şöyle ki;
(1) “Bilgi” ve “bilgi katma değeri” kavramları hakkında zihinsel netliğe kavuşmak,
(2) Herhangi bir mal/hizmet ürünü üretmeye yaramayan, çocuk ve gençleri ayaklı ansiklopediler haline getirmeyi amaçlamış bilgi edindirme’nin yararsızlığını –ve zararlarını- farketmek,
(3) Mevcut bir ürüne katma değer ekleyebilme yolunun, o ürünün tasarımına, üretimine, bakım ve onarımına ya da kullanımına ilişkin tüm koşullandırıcı etkilerden kurtulmak olduğunun farkına varmak ve bunu sağlamak için ise;
- “Zihinsel zincirler” denilebilecek ve tam özgür düşünebilmeyi engelleyen etkilerin farkına varmak, varılmasına yardımcı olmak,
- Hiçbir doğrunun mutlak olamayacağını, tüm doğruların göreceli olduğunu farketmek,
- Bu zihinsel özgürlüğü kısıtlama sonucu doğurabilecek her etkileyişin insan zihnine karşı işlenebilecek en önemli günah olduğunun bilincine varmak, vardırmak,
(4) İnsanın doğuştan var olan ve sonradan aile-okul-toplum üçlüsünce zayıflatılan –çoğu zaman da yokedilen- merakın, Tanrının en büyük nimeti olduğunu, merak sahibi bir insanın en güçlü yaşam destek aracına sahip olduğunun farkına varmak, özellikle çocukların merakını uyanık tutmak,
(5) “Ben zaten……” katil cümlesinden uzak durmak.
Bunlar bilgi katma değeri üretmenin ön–koşullarıdır.
Şimdi son soru sorulabilir: Merakı uyarılmış, zihinsel zincirlerinin farkına varıp onlardan kurtulma çabası gösteren, mutlak doğrulardan ve “ben zaten”lerden kurtulmuş bir kişi, hangi araçla bilgi katma değeri üretebilir?
Bu araç (dil)dir, ya da (dilin kullanımı).
Dilin bir katma değer üretimi “değer iletişimi[5]” adı verilen bir kavramla ilgilidir.
Değer İletişimi!
Ağızdan ya da kalemden çıkacak her sözcüğün mutlaka belirli bir amaçla kullanılmış olması anlamına gelmektedir. Diğer deyişle, her sözcüğün mutlaka bir katma değer taşıması demektir.
İşte, erişkinlerimizin dili bir sorun çözme aracı olarak kullanamayışlarının nedeni bu ilkenin ihlalinde gizlidir. Her sözcüğün bir değer içermesi ise, onların ancak yeterince net olmasına bağlıdır.
Çoğu erişkinimiz –kuşkusuz hepsi değil- kullandıkları sözcüklerin ne anlama geldiğini düşünmeden -zaman zaman bu bulanıklıktan bir yarar umarak – kullana kullana zamanla onun büyük sorun çözme gücünü kaybetmişlerdir. Bu ise, bir şeyi gerçekten ifade etmek gereğinde, bir sürü buğulu kavramı peşpeşe dizerek ifadenin güçlendirilmeye çalışılmasına, bu ise yeni sorunlar yaratılmasına yol açmaktadır. Medyada sık sık izlediğimiz “kalabalık söz –yetersiz anlam”ın nedeni budur.
Bir son adım atılarak, sözcükleri değer iletişimi ilkesine uygun olarak kullanmak kaydıyla “ne yapılarak” bilgi katma değeri üretileceği ortaya konulmalıdır.
Bu adım “soru sormak”tır. Katma değer ancak, ona yol açabilecek sorular sorup yanıtlar bulmaya çalışılarak üretilebilir.
Bütün bunlar, dil kullanımının (rhetoric) ne denli güçlü bir araç ya da aksine tehlikeli bir sorun kaynağı olabileceğini göstermektedir.
Sorun çözme ile herhangi bir düzeyde ilgilenenler, dilin etkili kullanılamayışını ve onun da giderek dilin yetersizleşmesine yol açmasını bir numaralı sorun olarak görmek durumundadırlar.
Salı, 16 Ocak 2001
[1] 6M = Man, Material, Machine, Money, Management, Marketing
[2] Fason olarak üretilebilen ürünler ve böylece elde edilebilen sınırlı gelir kastediliyor.
[3] Singapur Hava Yolları’nın defalarca “yılın en iyi hava yolu” seçilmesi bir rastlantı değildir.
[4] IMD, World Competitiveness Yearbook, 1998, verilerine göre rekabet gücü açısından Singapur 1nci, Türkiye 40ncı sıradadır.
[5] Value communication
-
May 25 2012 Ne kadar katma değer o kadar yaşam kalitesi..
Son birkaç yılda iki kavram kamuoyu gündemine sık geliyor: Birisi KOBİ yarışmaları, diğeri ise yaşam kalitesi!
Çeşitli kuruluşlar, hemen tüm gelişmiş ekonomilerin -ve gelişkin demokraasilerin- temel öğelerinden birisi olan KOBİ’leri başarıya özendirmek için ödüller koyuyorlar. Bu iyi.
Diğer yandan da uluslararası kuruluşlar çeşitli ülkelerde yaşayan insanların yaşam kalitelerini ölçüp yayımlıyorlar. Böylece herkes nerede olduğunu görüp ona göre rotasını belirleyebiliyor. Bu da iyi.
Şimdi, bu iki konunun bağlantısına gelince:
KOBİ’ler çeşitli anahtarlar açısından yarıştırılabilir. Ama herhalde akla en uygun olanı, ülkemizin nelerinde eksiklik varsa KOBİ’lerin o eksikleri ne ölçüde tamamladığına ilişkin konu(lar)da yarışma düzenlemek değil midir?
Aşağıda, düzenlenen böyle bir yarışma bağlamındaki bir soruya verdiğim kısa cevap var. Soru, “katma değeri nasıl ölçeceğiz?” şeklindedir.
Katma Değerin nasıl ölçülebileceği konusundaki telefon görüşmemiz üzerine kısaca sunuyorum.
Bir ürünün Katma Değeri (KD) tanım olarak, o ürünün çıktı değerinin girdi değer(ler)ine oranıdır. Aynı değerde girdi kullanan iki üründen daha yüksek satış fiyatına sahip olan ürünün KD daha yüksektir. Buna göre yarışmaya katılacak olan KOBİ, tek cins mal veya hizmet ürünü üretiyor ise onun çıktı değerini girdi değerlerinin toplamına (yani maliyetine) bölerek katma değerini hesaplayabilir. Eğer birden fazla ürün üretiyor ise, ağırlıklı ortalama yoluyla aynı hesaplamayı yapabilir. Aşağıda bir örnek tablo veriyorum (değerler hipotetik olmakla beraber gerçekçidir). Her 1 dolar maliyet karşılığında*:
· Yük gemisi $2 satış fiyatı
· Standart otomobil $10
· Lüks otomobil $20
· Takım tezgahı $22
· Renkli TV $32
· Denizaltı $90
· Yarı iletken $200
· Normal bilgisayar $320
· Video kamera $560
· Büyük yolcu uçağı $700
· Uçak motoru $1,800
· Süper bilgisayar $3,400
· Savaş uçağı $5,000
· Uydu $40,000
Her yarışmacı, bu örnek tabloya ve KD tanımına bakarak kendi mal veya hizmet ürününün ya da ürünlerinin ortalama KD’ni hesaplayabilir. Burada çok hassas olunması zorunluğu yoktur. Ama, örneğin çok cüzi karlarla satılabilen ve ancak büyük hacimlerde üretildiğinde anlamlı bir kar bırakabilen sıradan tekstil ürünü ile büyük karlarla satılabilen, know-how değeri olan bir ürünün bir tutulamayacağı tabiidir. Jüri bunu çok kolaylıkla ayırdedebilir, hiçbir zorlukla karşılaşmaz.
Burada yanıltılma riski de yoktur. Kimse kalkıp da düşük KD’li bir ürünü yüksek KD’li gösteremez, aksi halde ya maliyetini olağanüstü nasıl düşürdüğünü ya da fiyatını nasıl artırabildiğini açıklamak zorundadır. KOBİ’lerimizin ve aslında tüm sanayimizin sorunu düşük katma değerli mal ve hizmet ürünleri üretmektir. Ancak yüksek hacimler, düşük işçi ücretleri, kaçak elektrik, su, mazot, sigortasız işçi, vergi kaçırma gibi girdilerle rekabet gücü sağlayabilen bir endüstriyel profile sahibiz.
Bunları yapmayıp düzgün çalışan bir girişimci ise ancak karnını doyurabilir fakat yatırım yapabilecek kar edemez, hatta işini uzun vade sürdüremez. Acı gerçek budur.
Kayıt dışı ekonomi bu anlamda ekonomimizin rekabet gücünün motorudur denilebilir; her şey kitabına uygun yapılırsa endüstrimizde kar edebilecek kurum sayısı çok ciddi şekilde azalacaktır. Zaman zaman dile getirilen, “bir işyeri çalışıyor ise mutlaka bir KD üretiyordur, o halde mesele KD değildir” iddiası maalesef doğru değildir. Tabii ki herkes bir katma değer üretir; ama sorun o katma değerin, tüketmek istediklerini -yani yaşam kalitesi talebini- karşılayıp karşılamadığıdır. Karşılayamadığının en somut kanıtı, giderek dış ve iç borçlanarak yaşamlarımızı sürdürebildiğimizdir. Ya da bir diğer deyimle ürettiğimiz KD, tüketttiğimiz KD’den küçüktür ve aradaki farkı borçlanarak kapatıyoruz.
İdrak edilmesi gereken nokta budur. Türkiye’nin -ekonomik açıdan- ve bu sorunun en önemli araçlarından birisi olan KOBİ’lerin bundan daha önemli bir sorunu olabilir mi? Girişimcilikteki başarı, kaç kadının kendi işini kurduğu vbg hususların bu ölümcül sorun yanında konuşulması mümkün müdür? Türk sanayiinin 1 numaralı (hatta sıfır numaralı) sorunu düşük KD üretimdir. Arzu ettiğimiz yaşam düzeyi, bugünkü KD düzeyimiz ile karşılanamaz.
Aradaki fark ancak şu yollarla karşılanabilir: dış borç, iç borç, kayıt dışı ekonomi, kaçak girdi kullanımı, yasa dışı uygulamalar (vergi, istihdam vs). Kuruluşlar bir yarışma yapıyorsa anlamlı bir nedeni, anlamlı bir hedefi olmalıdır. Lütfen bana KD’den daha önemli bir yarışma ölçütü söyleyebilecek kimse var mıdır?
Katma değer, KOBİ ve yaşam kalitesi arasındaki ilişki budur.
(*) Geleceği Yakalamak, Onur Öymen, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000, sh. 23
Pazartesi, Mart 7, 2005
-
May 25 2012 İş için yeni paradigma ve bir örnek..
Bir kuruluşa zamanının tamamını satmak anlamına gelen “belirli bir ücret karşılığında o kuruluşun bordrosunda yer almak” paradigması yerini hızla bir yenisine bırakıyor. Bu yeni paradigma “katma değer satma”dır. Bir eğitim kurumundan mezun olan gençler artık, aşağıda mektubunu okuyacağınız Özge gibi yaratabileceği katma değeri pazarlıyorlar.
Birçok gencin israrla iş aramasına karşın bulamayışları kuşkusuz işsizlik denilen ve çeşitli nedenlerin bir bileşimi olan olgudan kaynaklanıyor ise de, önemli ölçüde bu paradigma değişiminden kaynaklanıyor.
Bu dönüşümün işveren ve işgören açısından anlamlı birer açıklaması var. İşverenler, bir kişinin zamanının tamamını satın alıp, kişinin o zaman içinde çeşitli katma değerler üretebilmesi için çabalıyor ve bunda ancak kısmen başarılı olabiliyor. Bu yeni paradigmada ise böyle bir sorun yok. İşgören, ürettiği -ya da üretmeyi taahhüt ettiği- katma değeri, sınırları çok belirli biçimde tanımlayıp ortaya koyuyor. İşveren bu katma değere ihtiyacı olduğunu düşünüyor ise fiyat konuşuluyor ve el sıkışılıyor.
İşgören açısından ise durum şöyle: bilgi ve becerilerini “götürü” biçimde satmak yerine, o bilgi ve becerileri kullanarak üretebileceği mal veya hizmet ürünlerini (katma değer) daha yüksek fiyatla satmak ve aynı zamanda kendi zamanının yönetimine sahip olmak.
Bu aynen, bir minerali -örneğin bor- ham olarak satmak yerine, ona katma değer ekleyerek satmanın daha yüksek getiri sağlamasına benziyor.
Ancak burada kritik bir nokta var: Bu mekanizmanın böyle işleyebilmesi için işgörenin bir katma değer üretebilecek bilgi ve becerilerle donanmış olması ya da öğrenmeyi öğrenmiş ve dolayısıyla da ihtiyaç olan bilgi ve becerileri kısa bir süre içinde öğrenebilir durumda olması gerekiyor.
İşveren açısından da bir koşul var: Yüksek derecelerle diploma sahibi olmuş kişileri bordrosuna alıp ne yaptıracağını tam bilmeden onların katma değer üretmesini beklemek yerine, beklediği katma değerin sınırlarını tam çizebilmeleri gerekiyor.
Aşağıya, böyle bu anlayışla yazılmış bir mektubu aynen alıyorum:
«Merhaba, ben Özge Yalçıner,
Bu yıl, Sakarya Üniversitesi Geyve Meslek Yüksek Okulu bilgisayar programcılığı bölümünü bitirdim. Bir kuruluşta ücretli olarak çalışmak yerine, çeşitli kişi ve kuruluşlara “zaman satmayı” düşündüm. Böylece, hem o kişi ve kuruluşlar, hem de kendim için daha yüksek katma değerler yaratabileceğim.
Sahip olduğumu düşündüğüm -ve denemesini yaptığım- çeşitli becerilere, sizin şahsen ya da kuruluşunuzun ihtiyaçları olduğunu tahmin ediyorum. Bu tahminimi, bilgi ve deneyimlerinden yararlandığım mentor’um da doğruladı.
Bu mektubu, bu tahmin üzerine, siz veya kuruluşunuzla bir sinerji yaratma olanağını aramak için yazıyorum.
“Bana / bize ne gibi katma değer yaratabilirsin?” gibi bir sorunuz olabileceği varsayımıyla, mevcut olasılıklardan -sadece düşünebildiklerimi- sıralamak istiyorum. İlkesel olarak böyle bir “alış-veriş” size/kuruluşunuza anlamlı geliyorsa, üzerinde görüşerek çeşitlendirebiliriz. Anlamlı geldi fakat sizin açınızdan şu an için uygulanması mümkün görünmüyor ise, yakın tanıdıklarınıza beni tavsiye etmeniz benim için yine değerli olacaktır.
Aklıma gelen katma değer başlıkları şunlar:
- Bilgisayar kullanan hemen herkesin bir yedekleme (back-up) sorunu vardır. Sizin de, disketlerde, bilgisayarınızın içinde ya da başka ortamlarda, çoğu zaman düzensiz ve arandığında bulunamayacak back-up’larınız olduğunu tahmin ederim. Bunları hem düzene sokar hem de belirli aralıklarla gelerek güncellerim.
- Yıllar boyunca kitaplıklar ve evrak dolapları şişer. Hem yer ihtiyacı artar hem de aradığınızı bulamazsınız. Size bu bağlamda 4 tür hizmet verebilirim:
(1) El altında bulunmaması, ama atılmaması da gerekenleri ayırmak ve göstereceğiniz yerlere yerleştirmek,
(2) Gereksizleri atmak,
(3) Geri kalanları düzenlemek,
(4) Aradıklarınıza kolay erişmenizi sağlayacak -bilgisayar destekli ya da bilgisayarsız- bir arşiv sistemi oluşturmak.
Bunlardan bir veya birkaçını seçebilirsiniz.
- Kuruluşunuz veya sizce üretilen mal ve hizmetlerle ilgili, internet üzerinde (Türkçe) araştırma yapar sonuçlarını size rapor ederim.
- Belirli konularda iletişim kurmak istediğiniz kişi ve kurumlarla, internet üzerinden sizin adınıza iletişim kurar, gereksiz mesajları süzer, sadece işinize yarayacak olanları size iletirim.
- Trafiğini kontrol etmek istediğiniz cep veya sabit telefonlarınıza ait ayrıntılı listeleri inceler, sonuçları hakkında derli-toplu bilgiler üretirim.
- Birden fazla kişinin katılacağı toplantıları organize etmek, uygun zamanlarını çakıştırmak çok güç ve zaman alıcıdır. Bu tür toplantıları organize ederim. Toplanmak istediğiniz kişileri ve uygun tarih aralıklarırzı bana bir yolla iletmeniz kafidir.
- Zaman içinde çok sayıda kartvizitinizin biriktiğini ve halen de birikmekte olduğunu sanıyorum. Bunlarla ilgili olarak şunları yaparım. Bu kartvizitlerin muhtemelen bir bölümünün iletişim bilgileri değişmiştir. Bunları kontrol edip güncellerim.
- Bu kartları aldığınız zaman, aldığınız kişiyle ilgili -ve kart üzerinde yazılı olmayan- bazı önemli bilgiler vardı. Bunların bir bölümünü şimdi hatırlamıyor olabilirsiniz; bir kısmını ise düşünerek hatırlayabilirsiniz. Bunları bilgisayar destekli bir sisteme kaydeder ve istediğiniz anahtar sözcüklere göre arama yapabilmenizi sağlarım. Örneğin, “Kardeşi yargıtay üyesi / bir kogrede tanıştım / kule tipi inşaat yapar /…..” gibi bir ipucu, aradığınız kişiyi bulmanıza yarar. Bu tür bir arama sistemi ile desteklenmeyen kartvizit defterleri bir anıdan fazlaca bir değer taşımıyor. Size böyle bir sistem kurarım.
- Tek olarak kapasitemi aşan konu veya hacimdeki işler için, benimle aynı standartta iş yapabilecek elemanlar bularak size yine tek olarak muhatap olmaya devam edebilirim.
Yukarıda da belirttiğim gibi bu listeyi daha da çeşitlendirmek mümkündür. Burada karar verilmesi gereken 2 nokta var:
(1) Bu tür hizmetlerin, sizin / kuruluşunuzun verimini ne ölçüde etkileyebileceği konusunda ikna olup olmadığınız
(2) Bu hizmetleri bu şekilde (outsourcing) ya da sabit ücretli elemanlar eliyle sağlamak konusundaki kararınız.
Mektubumu okumaya, cevaplamaya ya da güvendiğiniz kişilere tavsiye etmek için harcadığınız zamana şimdiden teşekkür eder, kişisel yada kurumsal zaman kazandırma konusundaki önerimi olumlu değerlendireceğinizi umarım.
Saygılarımla,Özge YalçınerTel: (0216) 478-2019 GSM: (0535) 316-771912 Temmuz 2003