• Nereden, Ne Beklenmeli? 

    İstemediğiniz ve/ya gerçekleşmesi önünde engeller bulunan istendik bir duruma, teknik olarak sorun (ya da mesele, problem) deniliyor. Buna karşılık düşünülen çareler de çözüm.

    Bu tanım hatırlatmasından sonra çözüm tarafını biraz kurcalamak gerekirse: Bire-birkaç büyüten bir büyüteçle çözüme bakıldığında görünen, soruna yol açan sebepleri ya tamamen yok edebilecek ya da bu olamıyorsa rahatsız edici etkilerini en aza indirebilecek çözüm parçaları görünecektir.

    Tabii ki soruna yol açan her bir neden için bir değil birden fazla çözüm parçası olacaktır. Söz konusu soruna yol açan sorun parçalarının her birine de yol açan çeşitli sorun parçaları (veya parçacıkları ve giderek yeni parça veya parçacıklar) şeklinde bir ağaç yapısı görünecektir. İşin çözüm yanına gelince daha karmaşıktır ve daha çok büyüten bir alet (tercihen mikroskop) gerekir. Sorun ağacını oluşturan sorun parçacıklarının her biri için bir değil birden fazla çözüm parçacığı kullanılması gerekecektir

    Bunun bir nedeni yok edilmek ya da etkisi azaltmak istenen sorun parçacığının da çoklu yapısı olup, o parçacığa yol açan başka parçacıklar olabilir ve onlar için tek çözüm ilacı yetmez.

    İkinci bir neden ise sorun parçacığı için öngörülen çözüm parçacığının yeterli etkide olmayabileceği ihtimaldir. 

    Böylelikle örneğin n adet sorun parçacığından oluşmuş bir sorun ağacı için kullanımı gereken çözüm parçacıkları n’den çok daha büyük olabilir. Pratikte böylesi bir toptan yok etmeye dayalı sorun çözme girişimi yerine, Pareto yaklaşımından yararlanıp, soruna yol açan nedenlerin hepsi yerine en etkili %10-20’si ele alınır; böylece çözüm biraz etki kaybetse de %80-90 oranında tatmin sağlayabilir.

    Üzerinde durulmak istenen konu ise burada itibaren başlıyor. Şöyle ki:

    Mikroskop altındaki sorun parçacığı ve ona yönelik birkaç çözüm parçacığına bakalım. Çözüm parçacıkların tasarımı aslında kısmen rasyonel, büyük ölçüde ise yaratıcı süreçler olup, etkilerinin düzeyi tahmine dayalıdır. Çözüm üretenlerin, önerilerinin etkileri konusunda olası öznel tutumları eldeki sorundan daha da çetrefil bir sorun yaratır (genellikle). 

    Nereden-neyin-ne kadar beklenebileceğinin tahmin edilmesi.

    Bu tahminin doğruluk derecesi, çözüm araçları hakkında yeterli bilgiye sahip olup olmamaya; üstelik bir o kadar da o çözüm aracının hitap edeceği hedef kitlenin de çözüm aracı tarafından taşınacak mesajları kendi anlama diline ne etkinlikte tercüme edebileceğine; hatta alışkanlıklar dağarcığında o çözüm aracının bulunup bulunmamasına bağlıdır.

    Örneğin, bir zihin haritası yoluyla iletilen bir çözüm aracı, zihin haritalamasına aşina olmayan bir kişiye “çok anlaşılmaz”, “karışık” gelebilir. Kimi çözüm araçlarına ise kendinden beklenebileceklerden daha fazlası yakıştırılır. Örneğin, bir çözümün ayrıntılı açıklamalarını, animasyonlu tanıtımlarını içeren bir web sitesinin o çözümün uygulanmasına yeteceğinin varsayıldığı çok karşılaşılan bir durumdur.

    Nereden-neyin-ne kadar beklenebileceğinin yanlış takdir edilmesinin altında doğru soruları sorma yetersizliği yatar. Hatta sıklıkla, sorun ağacının en tepesindeki sorun belirlenirken dahi doğru soru(lar) sorulmaya gerek görülmediği için, var olmayan bir sorun dahi tanımlanıp oradan hareketle neye etki yapacağı belirsiz çözümlere varılabilir. Bu bir tuzaktır. Kaynak emen bir tuzak!

    Altın soru: Ne istiyorum?

    Söz konusu tuzaktan korunmak için geliştirilmiş bir yönetim aracı “sorunun yeniden ve yeniden tanımlanması”dır[1].

    Örnek: Adil Yaşam projesi ve web sitesi.

    Beyaz Nokta Gelişim Vakfı’nın (BNGV) bu isimli bir projesi var. Adil Yaşam fikri, toplum sorunlarının hemen hepsine girdi olan bir sorundan, Yıkıcı Bencillik ile mücadeleden yola çıkılarak tanımlanan yeni bir paradigma.

    www.AdilYasam.net  adlı bir de web sitesi var. Sitede, bu paradigma ayrıntılı olarak tanımlanmış durumda. Projenin ortaya çıkış nedeni; Yıkıcı Bencillikle mücadele olduğu için, görsel bir animasyonla[2] doğurduğu diğer sorunlarla ilişkileri gösterilmiş ve bir yandan da Yıkıcı Bencillik ile mücadele stratejik planı[3] adlı belgede sorun ağacının dallarına karşı öngörülen çok sayıda çözüm parçası da açıklanmış.

    Buna göre yapılması gereken ortaya çıkıyor: Stratejik planda öngörülen çözüm parçalarından Pareto uyarınca en etkililerin bulunup, bir eylem planına göre, uygun ortak kurumlarla birlikte uygulanmaya çalışılması.

    Ama öyle olmuyor!

    Sözü edilen eylem planı için partner seçilen bir belediye ile oluşturulan çalışma grubu, ortaya çıkan çok dallı sorunun çözüm ağaçlarını çok karışık anlaşılması güç vesaire bulup, sonunda web sitesinin daha çok izlenmesi için önlemlere yöneliyor; bir süre sonra da bunun bir sonucu olarak dağılıyor. 

    Buradan çıkarılabilecek derslerden birisi, Yıkıcı Bencilliğin ve onun da başlangıcı olan “canlı ve cansızların etkileşimli bir bütün olduğu gerçeğinin kavranamayışı“nın nelere yol açtığını heyecan verici biçimde açıklayıp aynı zamanda yol gösterici de olan bu animasyonun, sadece hedef kitleler ile değil, Türkiye sorunlarına bütünleşik biçimde bakmak isteyen herkesle iyi iletişiminin yapılarak çalışma grubunun dağılmadan korunabilmesiydi.

    Bu derse göre, nereden-neyin-ne kadar beklenebileceği konusuna tekrar bağlantı kurmak gerekirse bu üçlüye dördüncü bir halka daha eklemek gerekecektir: İnsanları NASIL ikna etmeli? 

    Yaşamını, aynen beyindeki nöronların bir bütün olarak aklı oluşturduğu gibi, insanları birer nöron olarak alıp böylece insanlardan oluşan daha büyük akıllar[4] oluşturmaya hasretmiş olan Alex Sandy Pentland’ın Dürüst Sinyaller[5] kitabında ikna sanatının incelikleri anlatılıyor.

    Hedefe odaklı çözüm parçaları konusunda neler istendiği (yani Altın Soru) ve onların niçin istendiği tam belirlediğinde, çözüm araçlarımızdan ne eksik ne de fazla beklentilerimiz olmayacaktır. Zaten bireysel yaşamlarımız bile o Altın Soru’ya göre şekillenmiyor mu? 

    6 Kasım 2024

    [1] Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2022/06/The_Problem-1.ppt 

    [2] Bkz. https://vimeo.com/712701295  

    [3] Bkz. https://adilyasam.net/bencillikle-mucadele-stratejisi/

    [4] Bkz. https://bit.ly/3XgWWSL

    [5] Bkz. https://a.co/d/97FSDSa

  • Hoca!

    Dilimizde -başka dillerde de- bazı sözcüklerin ikiz hatta daha çok anlamları olabiliyor. Kimileri yüceltici kimileri aşağılayıcı. “Hoca”, yüceltici anlamı olanlardan biri. Ortaokul düzeyinden üniversiteye dek akademik görevlilere hoca denilmesi adet olmuştur. Ayrıca okul, hastane vb yerlerde “hocam”, hitaplarda kolaylık amacıyla kullanımı yaygındır. Bunlara pek itirazım yok. 

    Ama, hanımların bedenlerine yazılar yazarak veya çeşitli hastalıkların tedavileri için muska yazarak ya da kabe maketi çevresinde bebeleri dolaştırıp hac farizası egzersizi yaptırarak kusursuz din istismarcılığı yapanlara hoca denilmesini büyük bir aymazlık olarak görüyorum. Böylelikle farkında olmadan o eylemleri yüceltmiş oluyoruz.

    Cehennem için yanmaz terlik satarak din istismarının şahikasına ulaşmış bir kişiye de hoca denilerek, “Apo’nun meclise getirilmesi bağlamındaki fikirlerinin(!) sorulduğu” TV ana haberine çıkarılmasını hazmedemiyorum. 

    Sözü dolaştırmadan önerimi söyleyeyim: Bir kişiye “hoca” şeklinde hitap edildiğinde, saklı içerik yoluyla yüceltici bir sıfat da verilmektedir. Bu sıfata ne ölçüde layık olduğu belli olmayan kişilerin böylece parlatılması sonunda o kişilerin de kendilerini gerçekten birer hoca sanmaları gayet doğaldır. Hele hele, bilimle yakın uzak ilgisi olmayan konularda [1] doktora yaptırarak birbirlerine doktor (sonra da profesör) unvanı vererek büyüyen tümör, bu sahte bilim insanlarının rektör, dekan vs yapıldığı çakma üniversitelere(!) evriliyor.

    26 Kasım 1934 tarih ve 2590 sayılı yasa[2] ile kaldırılan unvanlardan birisi de “hoca” olduğuna göre önerim, bu deyimin olur olmaz kullanılmaması, özellikle de dini meşgalesi veya güç devşirme ihtiyacı nedeniyle kişilerin kendi kendilerine hoca demelerinin kabul edilmemesi; kitle iletişim araçlarında reyting artırmak için bunların şaklabanlıklarına pirim verilmemesidir.

    Bu haksız unvan kullanımından en çok zarar görenler kuşkusuz bu unvanı hakkıyla edinmiş bilim insanlarıdır. Bu nedenle bir önerim de bu insanların bu “unvan tasallutu”nu protesto etmeleri; kendilerine hoca denilmesinin, yanmaz terlik satıcısı hocaları çağrıştırdığından rahatsızlıklarını ilân etmeleridir.

    Benzer sorun sadece “hoca” için değil örneğin “bakan” için de geçerlidir. Kendisine “bakanım” denilen kişiler, görev yaptığı bakanlıkla ticaret yapan bakanların çağrıştırılmasından rahatsız değiller midir? Jacques Seguela’nın “Anneme reklamcı olduğumu söylemeyin , o beni bir genelevde piyanist sanıyor” adlı kitabı, saygın hocaların ve bakanların duygularını en iyi yansıtan ismi taşıyor. 

    Haksız edinilmiş unvanların birer hakarete dönüşmüşlüğü listesi uzatılabilir. Bu durumda “Ne yani, kötü örnekler yüzünden onur duyduğumuz unvanlarımızı kullanmayalım mı?” sorusunu duyar gibiyim. Cevap kolaydır: “Tabii ki kullanabilirsiniz; ama yanmaz terlik satıp satmadığınızı soracaklara da hazır olmalısınız!”

    29 Ekim 2024

    [1] Bkz. “Şeytanla Mücadele Eğitimi” konulu doktora  https://bityl.co/SXPG 

    [2] Bkz. https://bityl.co/SXlx 

  • Yasak Bölge!

    Konuşmalarını dinlemekten zevk aldıklarım arasında yer alan Hüseyin Baş’ın, “Apo’nun TBMM’de konuşması” konusundaki görüşlerini içeren bir videosunu[1] izledim. Sözlerinin altına imzamı atarım.

    Ayrıca, sadece Sn. Baş’ın değil, bu bağlamda analiz yapan, bu yeni açılımdan esas beklentiyi, -örneğin K.Suriye’de bir YPG devleti kuruluşunun sahibi yetkin aklı- irdeleyen diğer düşünürlerin de görüşlerinin çoğuna katılıyorum. Nokta. 

    Birbirinden farklı dünya görüşüne sahip bu kadar çok sayıdaki insanın analizleri içinde büyük bir dikkatle girmemeye özen gösterdikleri bir alan var ki oraya da bir isim verdim: Yasak Bölge.

    Yasak Bölge Neresidir?

    Bu kadar akıllı insanın, uluslararası ilişkilerin altın kuralı denilebilecek bir kuraldan haberdar olmamaları imkansızdır. Avcı-toplayıcı atalarımızdan bugünün toplumlarına varıncaya kadarki insan oluşumları, Maslow’un piramidinin üst katmanlarına, oradan da üstüne çıktıkları kaçak katlara tırmanırlarken, daima zayıf olanlardan ya da zayıflatılabilecek şişmanlardan kendi toplumlarına transfer ettikleri değerlerle tırmana gelmişlerdir.

    Bu süreçte kimsenin kendilerini rahatsız etmemesini sağlamak ve sömürülenlerin kendi aralarındaki çatışmaları düzenlemek üzere de çeşitli kurumlar (BM gibi) ve normlar (insan hakları gibi) oluşturmayı da ihmal etmemişlerdir.

    Bütün bu uzun ve çetrefil görünüşlü süreç boyunca sorulmayan bir soru vardır ve Yasak Bölge işte o sorudur: Madem ki cari zenginleşme aracı Değer Transferi[2] denilen yöntem, zayıfların yani Sorun Çözme Kabiliyeti[3] yetersiz olanların varlığına ya da o hale getirilmelerine[4] ve bu yöntemin sürdürülebilmesine bağlı, o halde ne yaparak bu kurgudan dışarı çıkılabilir? 

    Bütün toplumlar içten ve dıştan aynı düzeyde sömürülmediklerine göre, aşamalı hedeflerle sömürü süreci giderek nasıl etkisizleştirilir? Bunun akıl edilmesini önleyen salt kibirimiz midir yoksa bu da akıl ihtiyacının akledilmesini önleyen de bir neden var mıdır?

    Değer Transferi kavramını ağzına bile almaktan çekinen aydınımız, neredeyse otomatiğe bağlanmış sürecin ilk nedenini sorgulamak yerine niçin sürekli olarak olmayacak dualarla (tüm toplumun silkinip kendine gelmesi, Atatürk gibi bir liderin çıkması, gerçekleri cesaretle bağırarak ölümcül sarmalı durdurmak, bir kişilerin tüm toplumu harekete geçirecek bir şey yapması ya da Kozsuz Meydan Okumalar[5] gibi) üremesi kaçınılmaz sorunlardan korunmayı dilemek peşindedir.

    Bu sorunun sorulmaktan kaçınıldığı ve halen harekete geçirebildiğimiz ve yetersiz olduğu ayan beyan ortada olan kolektif akılla devamda ısrar edildiği hergün, bu coğrafyanın her tür zenginliğinden pay alma hakkımızın azaldığı bir gerçek.

    Birbirimize daha vahim hırsızlıklar, ahlaksızlıkları anlatma yoluyla tatmin olmak yerine[6], üstümüze hiç alınmadığımız kibiri bir yana bırakıp bir Durum Muhakemesi dili[7] geliştirmek çok mu uzun vadeli, çok mu kitabi görünüyor? 

    Halen sahip olduğumuz akıl ve o aklın kavramları, ne durumu anlamamızı ne de çözüm geliştirmemizi sağlayabiliyor. Ümitsizce tek girişimlerin sihirlerinden medet umar durumdayız. Özgür Özel ne yapacak, RTE tekrar seçilmek mi istiyor, babayiğit savcı çıkacak mı, İmamoğlu ya da Yavaş ne yapar ve benzer tartışmaların her biri, Yasak Bölge sorusundan sürekli uzaklaştırıyor. Acaba yoksa şöyle bir korku mu var: Eğer o soruyu sorar ve gerçekler denizine girersek, göğsümüzü yumruklayıp üzerinde rüyalar gördüğümüz Büyük Türk Dünyası, İslam Alemi vs gibi rüyalar birden bire yok mu olacak? Bence bu güçlü bir olasılıktır, ama beka için en sağlıklısıdır.

    23 Ekim 2024

    [1]  Bkz. https://youtu.be/j-MzAV_2KzQ?si=z_2lEBYJIsJlEAwN

    [2]  Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/deger-transferi ve https://youtu.be/bLgK70dbnNE?si=3jWAboK71h1J087k

    [3]  Düşünme, anlama, ifade edebilme ve uygulama yeteneği

    [4]  Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/27.somuru_algoritmasi.pps

    [5]  Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/kozsuz-meydan-okuma

    [6]  Bkz. https://tinaztitiz.com/o-da-bir-sey-mi-etkisi/

    [7]  Bkz. https://bit.ly/43H569U adresinde Durum Muhakemesi dili

  • “O da bir şey mi etkisi”

    Bir köpeğin insanı değil, insanın köpeği ısırması haberdir”, haber peşinde yaşamını sürdüren kesimin (eskiden sadece gazetecilerdi) altın kuralıydı. Şimdilerde herkesin kendi başına bireysel gazete çıkarıp radyo ya da TV istasyonu kurabilme teknik imkanları doğunca büyük bir iş alanı açıldı.

    Böylece aracısız ya da aracılı- yayın yapabilen herkes bu yolla para kazanabiliyor, kendini tanıtabiliyor ve/ya bunların türevlerinden yararlanabiliyor.

    Fakat bir sorun var: Bu iş kolunun ham maddesi “haber” olduğuna ve haber de sonsuz ölçüde mevcut olmadığına, hatta mevcut olanlara da herkes talip olmadığına göre, dikkat çekip başka haber satıcıların önüne geçmek için yeni yollar bulmak gerek. Bunun bilinen yollarından biri, TVlerde sıkça altyazı olarak geçen “son dakika” etiketli haberler olup, temel niteliği rakiplerine göre “o da bir şey mi” denilecek şaşırtıcılıkta olduğunun iddia edilmesidir. 

    Bu tür haberlerin ne ölçüde doğru olduğunu denetleyecek yaygın bir mekanizma ancak ceza yasaları olduğuna göre bu engeli aşmanın bir yolu, analiz adı altındaki “varsayım ve tahmin”ler olup bunun ön koşulu da bir unvan sahibi tarafından yapılmış olmasıdır. Bir belediyede memur olarak çalışan bir kişinin de varsayım ve tahminde bulunmasını engelleyebilecek bir yasa yoksa da böylesi bir analize kimse zaman ayırıp dinlemez, okumaz.

    Bir yandan da varsayım ve tahmin”lerin kişileri yeterince korkutması; ama korkunun da hemen yarın gerçekleşebilir türden olmaması gerekir. Aksi halde izleyenlerin geri dönüp hani n’oldu diye sorması tehlikesi vardır. Bu nedenle, (milletin bir an evvel uyanması gibisinden) gerçekleşmesi güç bir koşula bağlamak gerekir.

    Buraya kadar sıralananların cezai ya da ahlaki bir yanı pek olmasa da hiç umulmayan bir yan etkisi vardır: Kamuoyunun tepki eşiğini yükseltip, tepki üretebileceği olayların giderek daha kabul edilemez düzeylere yükselmesine yardımcı olunması. Daha düz Türkçe ile, bir melanet planlayıcısı var ve melanet hazırlığı içindeyse, önündeki engellerden biri, olası kamuoyu tepkilerinden korunma veya tepkilerin yumuşatılmasıdır. Söz konusu varsayım ve tahmine dayalı analizler bu yumuşatmayı melanet planlayıcısı yerine gerçekleştirmiş olur.

    28 Eylül – Alanya

  • Öz anlaşılmadan içerik anlaşılamaz!

    Sokakta bir kişi durdurup “hangi yol daha kısadır lütfen söyler misiniz?” dese, bu sorunun en az on ayrı ve birbirinden ilgisiz konu açısından sorulmuş olması mümkündür. Bu nedenle de bu haliyle bu soru sıfır bit enformasyon içerir ve cevaplanma ihtimali çok azdır. Böylesi bir soruya karşılık, “siz ne yapmak istiyorsunuz?” sorusu, aranan öz’ün ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Örneğin şu cevapların herbiri birer öz sayılır: “Aksaray’a gitmek istiyorum” veya “Bankadan kredi çekmek istiyorum” ya da “sokak hayvanı sahiplenmek istiyorum” gibi.

    Bu basit örnekten hareketle şu genelleme yapılabilir: Bir soru ya da sorun konusunda cevap arayışının ilk adımı, o soru/sorunu ayırt edici bir bağlam içine yerleştirici en az bir ipucunun belirtilmesidir. Böylece beliren bağlama “öz” denilebilir; öz tek başına herhangi bir enformasyon içermeyen bir içeriği “bilgi” haline getirir.

    Din istismarı konusu bu kural açısından irdelendiğinde şikayetçi olunan çeşitli bağlamlar ortaya çıkar. Değişik korkulara (cehennem ateşi, sonsuz azap vb) ya da çeşitli çıkarlara (huriler, şarap ırmakları vb) dayalı düz yurttaş inancının kullanılarak (istismar anlamında kötüye kullanma) çıkar sağlanması şikayetlerin genel ifadesidir.

    Bu şikayetlerden din kurumunun gözden düşürüldüğü sonucunu çıkaran, din istismarına karışmamış mütedeyyin kesimin savunusu ise “gerçek İslam bu değildir” biçimindedir. Bu savunmanın anlam taşıyabilmesi için cevaplanması gereken soru ise “peki gerçek İslam nedir?” şeklinde formüle edilebilir.

    Bu durumda, yukarıdaki genelleme uyarınca, soru’nun ayırt edici bir bağlam içine yerleştirilmesi için sorulması gereken, öz belirleyici asgari soru(lar) şunlar olabilir:

    1. Genelde din, özelde İslam niçin vardır (temel varlık nedeni, misyon, öz-niyet)?
    2. Din / İslam yoluyla nereye (ülkü) varılmak amaçlanıyor?
    3. Varılmak istenilen yere erişme sürecinde uyulması zorunlu kurallar nelerdir?

    Bu sorulara ister dindar, ister dinsiz, isterse din istismarcısı olsun herkesin mutlaka cevapları vardır. Bunların hepsinin aynı cevaplarda buluşması beklenemese de en azından dindarların ortak  ya da birbiriyle uyuşabilir cevaplarının olması beklenir. Halbuki bir ezber kalıbı olarak bellenen ve sorgulanamaz kabul edilen bir anlayış, “dinin sorgulanabilir bir kavram olmadığı”dır[1]

    Bu varsayıma kanıt olarak gösterilen ise, dinin özü ile ilgisi olmayan, “insanların -belki de tüm canlıların- zaman zaman kozmik bilinç denilen gizeme ait öznel duyumsamaları”dır. Din istismarının bu öznel duyumsamaları kendi varlık nedeni sayıp, yanlışlanabilirlik tehdidinden korunaklı (dokunulmaz) bir alan yaratmasının  altında bu yanılgı (ve/ya kandırmaca) yatıyor.

    Bu durumda bir dine mensup olduğunu iddia edenlerin bu üç soruyu cevaplamaları beklenir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, özellikle din istismarcıların sıklıkla başvurduğu, “şu ritüeli (söylem, eylem vs) yerine getirirseniz, başkaca bir şeye gerek kalmadan “bizden” (din mensubu) sayılırsınız” kalıbıdır. (Son günlerde yayılan “bir kişi babasının kafasını kesip, içine şarap doldurup içse ve sonra da yakınlarıyla zina etse bile dinden çıkmış sayılmaz” mealindeki iğrenç söylem bu kalıba örnektir).

    Bütün bunlardan çıkarılabilecek sonuçlardan birisi de, üzerinde tartışılan sorunların (din istismarı gibi) özlerinin ortaya koyulmadan anlaşılamayacağı, dolayısıyla da çözüm geliştirmenin mümkün olamayacağıdır.

    Can alıcı soru: Özü belirlesek bile nasıl yaygınlaştırılacak?

    Bu soru aynı zamanda “sorun çözücünün açmazı” denilebilecek bir konuyu gündeme getiriyor. Açmazlar genellikle kuşku uyandırmayacak şekilde paketlenirler. Buradaki kuşku giderici ise “yaygınlaştırma” sözcüğündedir. Öyle ya faydalı[2] bir şeyin faydasını artırmak için en akılcı yol yaymak olduğuna göre olabildiğince yaymanın yolları aranıp bulunmalıdır. 

    Din konusu –vecd, sezgi vb öznel duyumsamalar dışındaki özler- sorgulama dokunulmazlığından kurtarılmadan kişi sayısı kadar farklı duyumsamalar olacağı için kalabalıklar bir yana, ikinci bir kişiye dahi yaymak söz konusu olamayabilir. Öznel duyumsamalar ise kozmik bilinç gizeminin -şimdilik- kişiye özel alanı olarak dokunulmazlığını koruyacaktır. 

    Farklı dinleri ya da mezhepleri benimseyen kişi ve kesimler açısından da durum, yine özlerin sorgulanıp öznel duyguların ise kişiye özel bırakılmasından ibarettir.

    Bu akıl yürütme yoluyla varılacak nokta, hangi özleri benimserse benimsesin her dindarın, kişiye özel duygu alanı dışındaki özleri sorgulamaktan kaçınmaması zorunluğudur. Bu zorunluk, toplu yaşamın ahlaki ihtiyaçlarından kaynaklanır. Zorunluğun diğer -ve daha önemli- dayanağı, istismarcıların en önemli dayanak olarak kullandıkları “sorgulama dokunulmazlığı” zırhının kaldırılması ihtiyacıdır. İlginç olan nokta ise, samimi dindarın özleri (maksim, kurucu ilke) sorgulamaktan uzak durmasının, hiç istemeden istismarcıya uygun ortam yaratması gerçeğidir.

    Açıklanması yararlı bir nokta da, özlerin dışındaki öznel alandaki duyumsamaların, kişinin zaman içinde genişleyen bilinci nedeniyle farklılaşmasıdır. Bu son derece sağlıklı süreç bir spiral gibi giderek genişleyecektir [3]. Tahkiki imân bu şekilde anlaşıldığı takdirde kişinin sürekli tekâmülü için bir araç olacaktır.

    Son bir soru ise, özün sorgulanması sürecinde hepsi de anlamlı cevaplara ulaşılırsa -ki mümkündür- bu durumda dolaşımda çok sayıda dinin ortaya çıkma olasılığıdır. İnsanlık birikimleri buna iki cevap bulmuştur: (1) Anlamlı cevapları bütünleştirici üst kavramlar üretmek, (2) Dünyevi yaşamın kurallarını bütünüyle nesnel gerçeklere oturtmak; ne denli anlamlı olursa olsun öznel kavramlara dayalı ortak yaşam kuralları -özellikle de kamu yönetiminde- koymamak.

    Anayasalar her toplumda önemlidir. Varlığını sürdürmek isteyenler her toplumda anayasalarına bağlılığı koruyabilmiş olanlardır. Ama eğer sadece tek maddeden ibaret bir anayasa olacaksa herhalde o da dini ya da herhangi bir dogmatik ideolojiye dayalı kural koymamak denilebilir.

    23 Eylül 2024, Alanya

    [1] Bkz. https://tinaztitiz.com/dinde-sorgulama-olmaz-mi/ 

    [2] Her nerede (fayda) sözcüğü geçse şu denetleyici soruyu sorarak, “o faydanın ne pahasına” olduğunu anlamaya çalışmak doğru olur. Çoğu zaman bir fayda daha büyük bir zarar pahasına olabilir. Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/etkili–effective–ozgecilik–digerkamlik–altruism-  ve https://tinaztitiz.com/bir-ortak-ahlak-kurali-zarar-verme-onerisi-uzerine-2/ 

    [3] Bkz. https://drive.google.com/file/d/13bfFQJhD0UZ8WAObS79EzyWpqg2Cx69Y/view?usp=sharing 

  • Düşünme ve Kavramlar

    Düşünceleri ifade amacıyla kullanılan sözel, görsel, eylemsel vd diller eğer kavramlar olmasaydı hiç bilgi taşıyamaz, akıl denilen yeti de ortaya çıkamayabilirdi.. Muhtemelen, akıl kavramına “kavrama gücü” denilmesi ve bu gücü hayata geçirme aracının da diller olmasının nedeni budur.

    Gerek insan gerek diğer varlıkların en basit evet-hayır ya da var-yok iletileri (1/0) düşünce ve sanat dünyasının ürünlerini oluşturmak için kavramlar şeklinde bir araya geliyor. 

    Ve aynı zamanda varlıkların yaşamlarındaki tüm çabalarının yöneldiği, “sorun çözme” ya da “karmaşıklık yönetimi” denilen bir eylem alanını da dolduruyor. Tam burada sorunlar, kavramlar ve diller arasında heyecan verici bir ilişki göze çarpıyor: Sorunları anlamak, onun için de düşünebilmek için kavramlara ihtiyaç olduğu!

    Bir adım daha ileri giderek şu da söylenebilir: Sorunların zorluk (karmaşıklık) düzeyi arttıkça daha yeni kavramlara ihtiyaç var. Buradan, Sorun Çözme girişimlerinin altın kuralı denilebilecek bir kural ortaya çıkıyor: Her sorun, anlaşılmasını ve o yolla çözülebilmesini kolaylaştırabilecek kavramların geliştirilmesini gerektirir. Farklı bir söyleyiş ise şöyle olabilir: Bir sorun çözülemiyor ise, muhtemelen anlaşılmasını kolaylaştırabilecek kavramlar mevcut değildir.

    Yaşamımın önemli bir bölümünü harcadığım toplum sorunlarının anlaşılması yolundaki çabalar sırasında yararlandığım ve kimilerinin de doğuşuna tanıklık etmiş bir kişi olarak biraz iddialı görünse de şunu söyleyebilirim: Toplumlar kavram dağarcıklarının zenginliği ve bunun paylaşımındaki yaygınlık nispetinde varlıklarını sürdürebilir ve de gelişebilirler!

    21 Eylül 2024 – Alanya

  • Farklı Akıl(lar)!

    “Söylediğimi anladığınıza inandığınızı biliyorum, ancak duyduğunuz şeyin benim kastettiğim şey olmadığının farkında olduğunuzdan emin değilim”.

    Bu sözü duymuş, muhtemelen de içinizden “evet ben de bu duyguyu yaşadım” demiş olabilirsiniz. Yetkin Akıl[1] terimini ne zaman kullansam bu sözü tekrar tekrar hatırlarım. Çünkü bu terimi her kim(ler)e söylüyorsam, zihninden süratle şu düşüncelerin geçtiğinden eminim; hattâ bunların bir bölümünün alıngan bir saklı tavırla “eh nasıl bir akılsa söyle bari” dediğini de işitmişimdir.

    • Kendi aklımın neye erip neye ermediğini biliyorum.
    • Aklımın ermediği şeyler tabii olabilir, ama onları da bilen uzmanlar ya da dahiler olabilir. Böyle bir iddiada bulunduğuna göre sen de kendini onlardan biri sanmış olmalısın.
    • Senin böyle bir akla sahip olmadığından eminim; benden pek de farklı olmadığını biliyor, görüyorum.
    • Birden fazla kişi de bir araya gelse ortaya çıkacak akıl, grubun en akıllısından daha farklı bir akıl ortaya koyamaz. Öyle bir şey olsaydı zaten birileri bunu ilân ederdi.

    Bu karmaşa içinden ancak zihinsel netlik yoluyla çıkılabileceği (en azından karmaşanın azaltılabileceği) varsayımı ile, “akıl” terimini ete kemiğe büründürerek bir adım atalım. TDK Güncel Sözlük’teki akıl sözcüğünün karşılığı Kavrama Gücü’dür. Kanımızca bu tanım, özellikle de birbiriyle girift ilişkiler içinde bulunan olay ve kavramları birbirine “bağlamayı”[2] ve böylece her şeyi bir bütün halinde kavramayı çok iyi anlatmaktadır.

    Yetkin Akıl (YA) denildiğinde ortaya çıkan alınganlık renginde itirazın nedeni, YA’ın başat öğesi olan “akıl”a yaşamımız boyunca kendi değerimizin bir ölçüsü anlamını yükleyişimizdir. Halbuki akıllarımız (kavrama güçlerimiz) o kadar çok daraltıcının etkisi altındadır ki, her daraltıcı, gerçekte evrensel ölçekteki bir toplu bilincin bireydeki yansıması olan akıllarımızı ancak günlük olay akışının küçük bir bölümünün, şahsımızı ilgilendiren bölümünü -o da deforme olarak- algılayabilecek kadar küçülmüştür.

    Tam burada bu yapay daralmayı azaltabilecek -hattâ tamamen yok edebilecek- bir imkân ortaya çıkıyor. Bu imkân bir sihirli sorudur ve dünyayı en küçük insan topluluğundan imparatorluklara kadar her ölçeğini yaşanmaz bir cehennem haline getiren “saklı kibiri”[3] yok edebilecek şu sorudur: Nereden biliyorsun?

    Bir ateist ve aksi uçtaki bir sofuyu düşününüz: Her ikisinin de inanca dayalı belirli bir bilgi tabanı vardır ve o tabanlar da sonunda tek noktadaki bir destek üstünde durmaktadır: “Bütün bunları yaratan bir yaratıcı vardır” / “yoktur kendi kendine olmuştur”. Bu ikisinin de sihirli soruya verebilecekleri sağlam bir cevapları yoktur. Eğer bu iki kişi o ana kadar yazıp çizip savunduklarının temelsiz şeyler olduğunu içtenlikli olarak -yani tut ki öyle olsun kabilinden değil- kabullenebilecek cesaret ve alçak gönüllülüğü gösterebilirler ise, ortaya çıkabilecek akıl, giderek evrensel büyük bilince yaklaşma eğiliminde olabilecektir. 

    Buradan hareketle, YA arayışı içinde yer alacak kişilerin ortak özelliğinin, “içtenlikli bilmiyorum, ama merak ediyorum tavrı” çevresinde oluştuğu söylenebilir. Bunun aksi ise “biliyorum, inanıyorum” tavrı olup, bu tavır merkez olmak üzere 360 katı derecelik bir uzayda, bilmiyorumculara akmaya hazır bilgilerden -kişinin kendisince inşa edilmiş- duvarlar yolu ile mahrum kaldığıdır. Büyük bilim ve sanat insanlarının hep bilmiyorumculardan çıkması tesadüf değildir. Bilim dünyasına derin izler bırakmış Niels Bohr’un “benim tüm cümlelerimi lütfen -mi? İle biten sorular olarak anlayınız” sözü, “bilmiyorum ama merak ediyorum” türü için bir tanıma işaretidir.

    22 Ağustos 2024

    [1] Yetkin Akıl tanımı için bkz: https://kavrammutfagi.com/kavram/yetkin-akil 

    [2] Arapçada ‘akıl’ sözcüğünün kökü olan ‘ikâl’; ‘somut olarak nesneleri birbirine bağlamak’ anlamına geliyor. Bu kökten çıkan bir dal olan ‘akıl’ sözcüğü ise ‘nesneler arasındaki bağlantıyı somut olarak değil de düşünsel olarak kurmak‘ anlamına gelmekte. 

    [3] Saklı Kibir deyimiyle anlatılmak istenenin “kendini başkalarından üstün tutma” (TDK) anlamındaki kibirden farkı, Saklı Kibir’in görünürde diğer kibirin işaretlerinden çoğunu içermemesi; temel göstergesinin ise bağlandığı evren tasavvuruna kuvvetli sadakatı ve bunun bir sonucu olarak da “dinleme yetersizliği”dir.

  • Aptal dost, akıllı düşman!

    Dün (16 Ağustos 2024) çoğu kimse (muvafık ya da muhalif) “TBMM’ne kara leke sürülen gün” olarak niteledi. Doğrudur, ama olup biteni daha iyi anlamaya yarayabilecek daha başka nitelemeler de mümkündür. Bunlardan birisi de, “muhalefetin stratejik düşünce yetmezliği nedeniyle heba ettiği altın fırsat günü” olabilir.

    Çok derin düşünmeden iki sıradan insanın bile “acaba nasıl bir tutum izlersek, bu günün amacını saptırmak isteyebilecek çeşitli melanet planlarını etkisiz kılabiliriz?” sorusunu soramayışlarını açıklamak zordur. Üstelik birleşimden birkaç saat önce, bu sorunun sorulamayacağını bilse de yine de ne olur ne olmaz diye “Anayasa mahkemesi kararı yanlıştır” beyanatı ile gelecek saatleri haber veren bir beyanata rağmen.

    Azıcık bir melanet planlama aklına sahip kişi bile, toplantının çok net amacını saptırıp, insani olarak tahrik vesilesi olabilecek bir söz sarfedilmesine çanak tutmayı akıl edebilir. Buna bile ihtiyaç kalmadan gerekli ipucunu “sizin haysiyetiniz yok” sözü ile Ahmet Şık verdi ve gerisi de bu konular için saklanan eski topçu Alpay’dan geldi. 

    Halbuki yapılacak şey, tüm birleşim boyunca ısrarlı biçimde tartışılamayacak bir çıpadan ayrılmamaktı: Anayasa mahkemesi kararları tartışmalı doğrular, hatta yanlışlar içerebilir. Değiştirilmesi hatta AYM’nin kapatılması dahi gündeme getirilebilir (aynen ODTÜ’nün kapatılıp yerine üniversite kurulması(!) önerisi gibi). Bütün bunların -tartışmaya kapalı- basit bir ön koşulu var: AYM kararları -niteliğine bakılmaksızın- tüm kişi ve kurumları bağlar. Önce kararına uyacaksın, her ne şikayetin varsa ondan sonra yapacaksın.

    Bu oturumu sabote etmek isteyenler bu gerçeğin farkındaydılar ama onlar dahi muhtemelen muhalefetten birisinin çıkıp, tartışmayı akıl planından duygu planına taşıyacağına ihtimal vermemiştir.

    Bu olaydan öğrenilecek önemli sonuçlardan birisi, bugüne kadar -söz birliği etmişçesine- tüm muhalif kesimlerin, yapılagelen derin yanlışların kızgınlıklarını, bunların ifade edilmesi işe yararmış zannıyla, duygusal tepkileriyle birleştirerek ifade etmeyi sürdürmeleri; bunun gerekçesi olarak da çağdaş demokrasilerde bu tutumun işe yaradığı gerçeğini benimsemeleri olmuştur.

    İlginç nokta, bu eleştirel yaklaşımların işe yaramadığını bile-göre, reel politik duruma dayalı daha işe yarar bir aklı (Yetkin Akıl[1] ya da Kolektif Akıl diyelim) üretme çabasından ısrarla kaçınılmasıdır. Bu tesadüfi olamaz ya gerçekten bir görünmez el müdahalesi ya da İkili Kalıtım Kuramı’nın[2] acıtıcı bir sonucu söz konusudur. 

    Geçmiş olsun,

    17 Ağustos 2024

    [1] https://tinaztitiz.com/yetkin-akil-ya-tam-olarak-nedir-ve-nicin-olmazsa-olmazdir/ 

    [2] https://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=132 

  • Ancak Birlikte İşe Yarayabilen iki Araç: Akıl ve Sezgi.

    Düşüncelerine çok değer verdiğim bir iş adamı dostumun yazdığı ve derin deneyimlerinin damıtık bir ürünü olan kitabını okurken rastladığım bir cümle, bu konuyu bir yazıya dökmeme vesile oldu. Cümle -mealen- şöyle: “Bizler matematik olasılık hesaplarının ortaya koyduğu gerçeklere bakmak yerine sezgilerimize güvendikçe yanılıyoruz, yanıldıkça da şaşırıyor; çoğu zaman da rastlantıların rastlantı olmadığı sonucuna varıyoruz.”

    Gerçekten de hemen hepimizin sıklıkla düştüğü bu tuzak gayet güzel ifade edilmiş. Sezgilerin yanıltıcılığını ifade eden bir fıkrayı hatırlıyorum: “Sezgilerinin gücüne çok güvenen bir kumarbaz, rulet masasında şansını denemek ister. Önce küçük bir meblağ ile başlar ve her defasında iç sesini dinleyerek sonunda kumarhaneyi batma noktasına getirir. Bunun üzerine kumarhane yönetimi münasip bir dille devam etmemesini rica ederler; kumarbaz da kucağındaki büyük servetle orayı terk eder. Fakat tam kapıdan çıkacakken iç sesi “dur çıkma son bir defa daha oyna ve kırmızı 3e koy” der. Bunun üzerine, kendini zengin eden sezgisini ikiletmeden dönüp tüm servetini kırmızı 3e koyar. Rulet döner döner ve döner, sonunda siyah 3te durur. Tüm servet gitmiştir. Adam şaşkınlıkla dururken iç ses duyulur: “Hay Allah bu defa yanıldım!” Tabii bu bir hayali olaydır ama gerçeğin de tam ifadesidir.

    Sezginin bu doğasının farkında olanlar bu nedenle kendilerini rasyonel aklın katı gerçekçiliğine teslim olurlar. Farkında olmayanlar ise bazen kazanıp bazen kaybetme yolunu seçerler. Toplumların yapısına göre bir kesim diğerinden daha kalabalık olabileceği gibi, kesimler  eşite yakın da olabilirler. Bu durum toplum kültürüne, seçecekleri yöneticilerin bu kesimlerdeki ağırlıklarına etki yapacaktır. Sezgi ağırlıklı toplumlar bu eğilimlerini dini alana da taşıyacakları için bu tür toplumlar aynen Ortadoğu toplumları gibi, çatışmalarla hem kendilerini hem başkalarını tüketirler.

    Akıl ağırlıklı toplumların bu tür çatışmalara uğramayacağı düşünülse de pratikte iki nedenle öyle olmaz: Bir neden aklın tüm durumlara rasyonel bir cevabının olamayışıdır. O bölgeler gri alanlardır ve her türlü anlaşmazlığın nüvesini içinde barındırır. Akılcılık görüntüsü (ve söylemleri) içinde ne akıl ne de sezgiyle bağlantısı olan saçmalıklar[1]  ürer ve hepsi de birbirinin kafasını yararak kendinin daha akılcı olduğunu iddia eder (tanıdık geldi mi?).

    İkinci neden toplumun sezgi ağırlıklı -aynen birinciye benzer biçimde- sezgiyle ilgisi olmayan hurafeleri yönetime empoze etmeye başlar. Sandık rejimleri (demokrasi demeye dilim varmadı) bu tür hibrit saçmalıklar için çok uygundur. Çünkü bu sistemde oy en yüce değerdir.

    Akıl ve sezgi ağırlıklı toplum kültürleri dışında üçüncü bir kesim, akıl ve sezgi “döngüsü”nü koparmadan[2], her ikisinin üstünlüklerini kullanabilmeyi akıl etmişlerdir.

    Tüm keşif ve icatların -ister akıl ister sezgi dürtüsüyle olsun- “…..mi acaba?” sorusuyla başladığı tahmin edilebilir. Bu soruya cevap “sezgi eşliğindeki akıl” yoluyla, ya deney ya da gözlem, ama mutlaka rasyonel mantıkla verilmekte, ya “evet sezgi veya akıl dürtüsündeki önerme doğrudur” ya da “hayır bu önerme doğru değildir” sonucuna varılmaktadır.

    Akıl-sezgi döngüsünün (yani sezgi eşliğindeki akıl) refah üretme süreci bu noktada başlamakta, evet cevabı alınan her önerme değişim değeri olan bir “değer” anlamına geldiği için, ikinci, üçüncü, ….defa tekrar, “…..mi acaba?” sorusu sorularak o değere bir katkı (yani katma değer) peşine düşülmektedir. Daha açıkçası toplumdaki yapıcı rekabet ortamı kamu kaynaklarının tırtıklanma ümitleri dürtüsüyle değil, bu ardışık katma değer üretimlerine akıllı devletlerin tanıdıkları “belli süre için patent koruması” hakkı nedeniyledir[3].

    Akıl eşliğindeki sezgi zincirinin kopmazlığının ardışık sonuçları salt ekonomik değildir. Zincir koptuğunda ne gibi yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini görsel bir yolla açıklayan 2:30  dakikalık videonun mutlaka izlenmesi önerilir.[4]

    Bu kopuk zincir onarılabilir mi?

    Bu soru aslında “Kültürel DNA onarılabilir mi?”anlamına geliyor. Bu konuda çeşitli düşünceler ayrı bir yazıda incelenmeye çalışılmıştır.[5]

    A.Einstein’a izafe edilen bir deyiş: “Sezgisel Akıl kutsal bir hediye, rasyonel akıl ise sadık bir hizmetkârdır. Biz ise hediyeyi unutup hizmetçiyi onurlandıran bir toplum yarattık[6]

    Bu kopukluğun nasıl onarılabileceği, aydın kesimin gündemine girmedikçe, onarım sürecinin motoru olan ve mevcut olandan daha yetkin düzeydeki bir “akıl eşliğindeki sezgi”nin üretimi, daima “yoktan var edilmeye çalışılan refah” masalına ait sorunların çok arka sıralarında kalmaya mahkûmdur.

    2 Ağustos 2024

    [1] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/anlamkiran-sozcuk–gibberish

    [2] Bkz. https://tinaztitiz.com/3812

    [3] Tarihçi Niall Ferguson’un “Batı’nın üstünlüğünü sağlayan 6 önemli uygulama”dan birincisi olan “rekabet” motoru böyle tahrik ediliyor. Bkz. https://youtu.be/LQfmv9fIfu0?list=PLXoujgzuzBV68V2Jg-UbWgkhOrZaC4XBi

    [4] Bkz. https://vimeo.com/712701295

    [5] Bkz. Kültürel DNA Onarılabilir mi? https://tinaztitiz.com/15080

    [6] “The intuitive mind is a sacred gift and the rational mind is a faithful servant. We have created a society that honors the servant and has forgotten the gift”

  • “Yetkin Akıl” (YA) tam olarak nedir ve niçin olmazsa olmazdır?  

    YA şöyle tanımlanabilir: “Bir durumu kavramak, sonra da o durumun içerdiği sorunlara çözüm(ler) üretmek üzere, birden fazla ve akıllarını (kavrama güçlerini) sınırlayan daraltıcılarını askıya alabilen kişi içindeki en yaratıcı ve bilgili akıllardan ve Yapay Zekadan da yararlanarak oluşturulacak akıl düzeyi. Yetkin Aklı karakterize eden iki özellik, YA oluşturma kümesindeki bireylerin bilgi ve zekâ düzeylerini aşabilen sıradışı kavrama gücü ve yine sıradışı çözüm üretme gücüdür.

    İyi, güzel; bundan bize ne ki?

    Bu omuz silkmenin ardındaki kabûlleri tahmin edebiliriz. “Sokaktaki insan için mesele sorunu kavramak ya da çözüm üretmek değil ki, biz sorunları da çözümlerini de biliyoruz. YA’ın yaptırım gücü var mı sen onu söyle.”

    Entelektüel ve/ya belli konularda uzman olanlar ise, uzmanlık alanları içindeki konularda neler yapılması gerektiğini iyi biliyor ve o alandaki yetkinliklerinin, uzmanlık dışı alanlardaki sorunlar için de bir çözüm olacağını varsayıyor olabilirler. 

    Sokaktaki insanın arka plandaki kabûlü, “aslolanın icra edebilme (yaptırım) gücü olduğu; buna sahip olan bir kişi ya da grubun sorunları çözebileceği”dir. Yani düz Türkçe ile “yaptırım gücü yüksek bir kişi” (tanıdık geldi mi?).

    İşte bu nedenle herkes bir şeylerin başı olmaya soyunuyor. Daha açıkçası ülkemizde tek adam rejimi değil tek adamlar rejimi ve de tek adamlık için yanıp tutuşan binler var. Her kurumun (çoğunun) başındakilere ve oralar için sıra bekleyenlere, makam odalarına, saraycıklarına, çevrelerine davranışlarına, kibirlerine bakınız. Hepsinin ortak yanı sorunları kavradıklarına ve çözebileceklerine duydukları güçlü inançtır. Bu denli büyük bir sorun stoku karşısında Yetkin Akıl ihtiyacının hiç duyulmamış olmasının ardında bu gerçek olmalı.

    Mevcut durumda ihtiyaç nedir?

    ‘Mevcut durum’ belirsiz bir terim. Daha belirli olabilmek için mevcut durumun başat özelliğini belirten bir kavram gerek. O da ‘asimetri’dir. Başa çıkılması gereken sorunlar, yaptırım gücü daha yüksek bir dizi aktör tarafından yaratılmış ve sürdürülmekte olup, bunlarla baş etme durumunda olanlar ise her açıdan asimetriktir. Ayrıca da -biraz dağınık olsa da-, asimetrik taraflardan birisinin kullandığı akıllar içinde oldukça gelişkin akıllar olması ihtimali de yüksektir. O halde bütün bu asimetriyi dengeleyip tersine çevirebilecek bir Yetkin Akıl’a ihtiyaç vardır’ 

    Bu durumda -mevcut durumdan yakınmalar- veya meli/malı türü ihaleci tutumlar ya da soruna yol açanlara yönelik caydırma amaçlı -ileride yaptırım gücü elde edilince yapılabilecek hesap sormalar- hariç tutulursa, sorunları çözme yolunda ciddi bir çaba yoktur denilebilir. Bunun nedeninin, ileri sürülebilecek çözüm önerilerinin çok büyük çoğunluğunun, ortak akıl, istişare vb terimlerle süslenmeye çalışılsa da ‘tek akılların eseri’ olduğu tahmin edilebilir. (Bunun iki basit nedeni ise: Çok sayıda fikir toplansa dahi, bunların hepsinden daha değerli bir bileşik fikir elde edebilecek (içinde dağınık olarak altın bulunan taş toprak yığınından altınları ayırmak gibi) bir ‘teknoloji’ geliştirilememiştir.. En ileri teknik, anket ve/ya moderatör aklı ile süzmektir. İkincisi ise, bir turda toplanan fikirlerin, çeşitli turlar boyunca zenginleşmesine imkân verecek bir algoritma kullanılmayışıdır.) Buna göre herhangi -basit görünüşlü- bir soruna dahi sürdürülebilir bir çözüm aramanın ilk ve olmazsa olmaz adımı, daha yetkin bir sorun anlama ve çözme aklı oluşturmaya çalışmaktır. Bunun göz ardı eden girişimler ancak sorun kaynaklarına zaman kazandırır ve de kazandırıyor.

    Peki o halde hemen YA oluşturalım!

    Genelde ‘akıl’ sözcüğü insanla, daha özelde ise ‘kişinin kendi aklı’ ile özdeşleşmiştir. YA ise bu bireysel akıllara zımnen bir tehdit, en azından aşağılama olarak algılanıyor. Bu nedenle ilk adım bu saklı kibirden kurtulmak olmalıdır. Bu yapılmadan YA geliştirme çabalarına yapılacak davetler hep aynı şekilde cevap alacaktır: “Tamam o zaman aklımıza gelenlerden daha farklı ne yapılabilir söyle”. Bu cümle kişinin kendi aklına olan derin bağımlılığının net ifadesidir.

    Eğer bu iç tuzakları aşabilen kişilerden oluşan bir küme oluşturulabilir ise, öncelikle bireysel akılların aldatıcılığından emin olabilmeleri için bazı örneklerle (bkz. https://bit.ly/3WA9Olb, sayfa 1)  karşılaştırılmalıdırlar.

    Sonrasında gerçek ve kümedekilerin çözümü yolunda ileri düzeyde motive olabilecekleri bir sorun seçilir. Bu nokta önemli olup, genel eğilim olabilecek “önce basit bir örnekte deneyelim” eğilimine kapılmamak gerekir. Çünkü, küme üyelerinin potansiyellerini harekete geçirme motivasyonları, sorunun karmaşıklığı ile doğru orantılıdır.

    Her küme katılımcısı, sorunu ‘tüm katmanlarıyla’ anlayıp bir yandan da çözüm ipuçları geliştirebilmek için, genellikle fikirlerine değer verdiği kişilerden oluşan ayrı birer ağ oluştururlar.

    Her katılımcı bilgi edinebilmek için çeşitli YZ araçlarından yararlanır. 

    Bütün bu süreçte istisnasız olarak her an küme üyeleri arasında çok yönlü bir etkileşim sürer.

    Küme üyelerinin herhangi bir nedenle düşüncelerini -açık veya örtülü olarak- dayatması, “sürekli arayış içinde olma tutumunundan uzaklaşması” halinde, moderatör ya da diğer üyelerce uyarılır.

    Kümenin arayış süreci boyunca bulunabilecek çözüm ipuçlarının ‘yapılabilirliği’ konusundaki olası güçlük / imkansızlıklara takılmamak gerekir. Bir durumda imkânsız görünen bir ipucunun bir değişiklikle imkânlı hale geldiği yukarıda verilen örnekte gösterilmişti (https://bit.ly/3WA9Olb).

    Kümenin çalışmalarının verimli olabilmesi ve başka kümelerce de tekrarlanabilmesini teminen bir yönerge hazırlanır.

    27 Temmuz 2024