-
Şub 09 2025 Geri dönüşümlü kâğıtlar, lif kısalması ve kullanım yerleri!
Lütfen başlığa bakıp “benim geri dönüşümle işim olmaz” demeyiniz, anlatacağım konu kâğıtlarla ilgili değil; herkesin her gün uğraştığı “sorun çözme” çabalarıyla ilgili, hattâ daha da ileri giderek toplumumuzun bekası ile ilgili. Ama iyi örnekleyebilmek için geri dönüşümlü kâğıt örneğini kullanacağım.
İnternette yaptığım araştırmaya göre, “4-7 kez geri dönüştürülmüş kağıtlar, selüloz liflerinin kısalması nedeniyle yüksek dayanım gerektirmeyen ürünlerde (ambalâj, yumurta taşıma vbg işlerde) kullanılır ve lifler 4-7 geri dönüşüm sonrası ~0.5 mm nin altına düştüğü için yapısal bütünlüğünü koruyamazmış”.
Kâğıtlar ve geri dönüşümle ilgili konu bu kadar.
Gelelim gerçek yaşama ve sorun çözme çabalarımıza!
Geri dönüşüm örneğinde giderek kısalan “kâğıdın sağlamlığını temin eden selüloz lifleri”nin gerçek yaşamdaki karşılığı olduğu düşünülen kavram, “sorunların anlaşılması ve sonra da çözüm üretilmesi için harekete geçirilmesi gereken akıl düzeyi”dir. Buna göre; kâğıdın kullanım amacına göre sahip olması gereken lif uzunluğu ile, bir düşüncenin bir sorunu anlamak ve çözüm ipuçları1 üretmek için sahip olması gereken akıl düzeyi birbirine benzetilebilir. Kısaca lif uzunluğu ≈ harekete geçirilebilmiş akıl düzeyi denilebilir.
Yaşamımızdaki sorunların karmaşıklığı basitten (örn. hava yağacak gibi, şemsiye alayım mı almayayım mı?) düzeyinden ileri karmaşıklık düzeylerine (örn. Cumhuriyete yönelik yıkım girişimleri nasıl durdurulup geri döndürülebilir?) kadar geniş bir alana yayılmıştır. Tabii ki bunların dağılımı sola çarpık şekilde, büyük çoğunluğu basit tarafındadır.
Bu dağılım böylece, Sorun Çözme Araçları dağarcığımızdaki çeşitli akıl liflerinin de uzunluklarını belirler. Birçok sorun çözme aracının akıl lifleri, aynen 4-7 geri dönüşüm geçirmiş selüloz lifleri gibi iyice kısalmış, ezbere bellenen2 “şipşak kullanıma hazır” ezber kalıplarına3 dönüşmüştür.
Bu olgunun dilimizdeki akıllı / akılsız deyimleriyle hiç ilgisi yoktur. Sadece sık rastlanan sorunlar çoğunlukta olduğu için kısa lifli akıl araçları da duruma uyum göstermiştir. Bu durum sanılanın aksine bir zekâ göstergesidir.
Fakat bir sorun var: Kısa lifli akıl araçları ile karmaşık sorun çözmek!
Gündelik sorunlarımızın dağılımları konusunda bir tahmine4 göre sorunların %90 kadarı basit sayılabilecek düzeyde iken, %10 kadarı da karmaşık seviyededir. İleri karmaşık düzeyinde olanlar ise %1-2 dolayındadır. İşte sorunun başladığı yer de, bu “ileri karmaşıklık düzeyindeki sorunların, alışkın olunan kısa lifli akıl araçları ile çözme girişimlerinden” kaynaklanıyor.
Ne var bunda, biz de daha ileri araçlara geçiveririz!
Bu çözüm önerisine sarılmadan önce, basit sorunlara karşı uzun yıllar (hatta nesiller) boyunca geliştirdiğimiz kısa lifli akıl araçlarının yarattığı bağımlılığın doğasına daha yakın plândan bakmak gerekiyor. Yani daha açık ifadeyle, “bağımlılık yaratan nedir?”
Soru’nun cevabı, %90 lık basit sorunların bir bölümünü oluşturan “yüreklerimizde irili ufaklı sıcaklıklar yaratan hınç alma isteklerinin soğutulması”nda yatıyor. Tartıştığımız bir kişiye içten hak versek de halâ haklı çıkmaya çalışırken oluşan kızgınlıklarımızdan tutun da, karşı koyma gücümüzün olmadığı bir alanda gözümüze baka baka yüreğimizi yakan haksızlıklara varana kadar tümünün yol açtığı yürek soğutma arzusunun yıllar içinde yol açtığı bağımlılık.
Bu bağımlılık ve kısa lifli akıl araçlarının yarattığı yürek soğutucu çareler bir çaresizlik yaratır. Kısa lifli araçların yetersizlikleri giderek ses yükseltmeye, alkışlanabilir ama imkansız5 temennilere dönüşür. (TVlerde avazı çıktığı kadar tek çarenin kendisi olduğunu bağıranları mı hatırlatıyor?)
O halde yüreğimizi susturup uzun lifli akıl üretmeyi öğreneceğiz!
Yürek soğutucu kısa lifli akıl araçları bireyseldir. Kısa sürede uygulanabilir, kullananı rahatlatır, gevşetir. Uzun lifli akıl araçları ise toplumsaldır; durum liderliği6, dayanışma, doğrularından vazgeçme, aklın emrine girme, kendini değiştirme, yeni yetkinlikler edinme ya da var olanları daha iyi kullanma, başarısızlıklardan medet ummadan tekrar başlama, hattâ sahip olduklarından vazgeçme gibi her biri yürek sıcaklığını artırıcı tercihleri yapabilmeyi öğreneceğiz.
9 Şubat 2025
[1] Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/Yuksek_katmadegerli_Dusunce.ppsx
[2] “Ezber” ve “belleme” sözcükleri genelde birbirinin yerine kullanılsa da, ezber ≈ sorgulamaya kapalılık anlamında; belleme ise sorgulamaya açık olabilecek şekilde bellekte tutma anlamındadır. Bu farkı vurgulamak için “ezbere bellemek” deyimi kullanılmıştır.
[3] Bkz. http://www.ezberkaliplarinisorgula.com/
[4] Bkz. https://gogl.to/3MGL
[5] Bkz. https://tinaztitiz.com/alkislanabilir-ama-imkansiz/
[6] Bkz. https://tinaztitiz.com/genclere-yeni-rol-durumliderligi-ya-da-durum-girisimciligi/
-
Şub 05 2025 Siyasetin Finansmanı: Oyun değiştirebilir hamle!
Özellikle 31 Mart seçimleri sonrası daha çok konuşulmaya başlanan konuların başında “CHP’nin halka, ülkeyi yönetebileceği hakkında güven verici, neyi nasıl yapacağını -hamaset yapmadan- anlaşılır biçimde ortaya koyacağı bir yol haritası ilanı” geliyor. Gerçekten de halkın kolektif aklı neyin önemli olduğunu doğru saptamış.
Fakat -adetimiz olduğu üzere- derhal bu soruyu bir kenara itip, iki belediye başkanından hangisinin adaylığının açıklanacağı konusu en mühim konu olarak baş sıraya yerleşti.
Bu açmazı kırıp1 konuyu tekrar doğru yere oturtmak için sorulabilecek soru şu olabilir: Bu topraklarda yaşayan insanlarımızın mal ve hizmet olarak ürettikleri değerlerin iç ve dış paydaşların işbirlikleriyle kaybolmasına (sömürü, transfer2) yol açan en önemli deliklerden birisi olan “siyasetin finansmanı” probleminin çözümüne gidecek ilk somut adım nedir?
Sıkışıp kalınan “hangi aday” açmazını da kırabilecek olan bu stratejik sorudur. Bu soru, halkın cebinden siyaset alanına akmakta olan değerlerin, tekrar halkın refah ve mutluluğu için kullanımına dönecektir.
Sorunun cevabı “halkın ürettiği tekrar halka” ya da “güneş doğacak tüm yolsuzluklar bizimle bitecek” gibi ezber sloganların avaz avaz bağırılması olamaz. Cevap bir aritmetik problemi kadar soğuk olmalıdır.
Bu cevabı halka onaylatabilen parti ya da aday, aranan parti ve adaydır.
5 Şubat 2025
[1] Açmaz Kırma kavramı için bkz. https://bit.ly/4grpmkI
[2] Değer Transferi kavramı için bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/deger-transferi
-
Oca 27 2025 Otobiyografi kesiti-16: İki Trajedi, iki Kavram
Yazının başlığında geçen iki olaydan birisi 1965 yılında, Ereğli Kömürleri İşletmesi (EKİ) Zonguldak-Karadon Bölgesinde bir genç elektrik mühendisi ve bir teknikerin, bir devre kesicinin patlaması sonucu, içindeki kızgın yağla yanarak ölmesidir. İkinci olay ise geçen hafta Bolu Kartalkaya’da çıkan otel yangınında 78 kişinin yanarak ölmesi.
Birbirinden zaman ve mekân açısından uzak iki olayı bağlayan ve somut ders çıkarılması gereken ise, her iki olayın da dilimizde bulunmayan kavramlar nedeniyle meydana gelmiş, ama bambaşka nedenlerle açıklanıyor oluşudur. Alınacak dersi ise yazımın sonunda söyleyeceğim.
Birinci olay: Karadon Bölgesindeki olaya sebep olan 3300 Volt’luk devre kesicisine yakından kumanda ederek enerjiyi kesmek üzere işlem yapan iki kişinin, kesicinin içindeki yağın tutuşup patlaması nedeniyle feci şekilde yanıp can vermeleridir.
Maden ocaklarında kullanılan her donanım kendi marka ve modeliyle isimlendirilir. Patlayan bu kesicilere de BP31 deniliyor. Bu kesiciler ocak ağızlarında bazen de ocak içlerinde kullanılıyor ve tüm elektrik donanımı gibi güçlü bir mekanik muhafaza içinde. Ama patlama o kadar şiddetli ki muhafaza işe yaramıyor.
Aslında bu tür yani devre kesme sırasında patlama olayları zaman zaman oluyor ama her zaman ölümle sonuçlanacak kadar şiddetli olmuyor. Uzun yıllardır kullanılan bu cihazların içinde rutubet biriktiği, onun da patlamalara yol açtığı şeklinde bir tanı var ve bu tanı bilirkişiler tarafından da doğrulanmış. Dolayısıyla kusur tespitinde insanlara yüklenebilecek bir kusur yok. Yani -o zamanlar henüz bilinmeyen tabirle- BP31’in fıtratı böyle.
Ben de bu genel Kabul görmüş tanıyı kabullenmiş durumdayım: BP31’ler rutubet yapar, o halde sık sık içlerindeki yağlar değiştirilmeli, rutubetten arındırılmalıdır.
O zamanlar, şimdiki gibi internet vbg bilgi kaynakları yok, genelde bilgi kaynakları o aletlerin broşürleri; ama onlar da yabancı dille yazıldığı için az sayıda kişi erişip okuyabiliyor.
Bir tesadüf eseri bu cihazlara ait broşürü incelerken, devre kesiciyi tanımlayan iki önemli karakteristik olan kesicinin güvenli olarak kesebileceği akım şiddeti ve gerilim (Volt) yanı sıra üçüncü bir değer daha bulunduğunu gördüm: Kesme kapasitesi (interrupting capacity). O da neyi nesi?
Bu kavramı ben bilmiyorum ama bilirkişi raporlarında da hiç rastlamamışım; birlikte görev yaptığımız mühendis arkadaşlarımdan da hiç duymadım. O zamanlar bilgi kaynaklarının en iyisi durumunda bulunan yabancı dildeki el kitaplarından birine bakınca bu kavramın o kitaplarda var olduğunu, ama henüz bizim oralara erişmediğini fark ettik. Ve biraz daha arayınca ortaya çıktı ki, patlayan BP31’ler rutubet nedeniyle değil Kesme Kapasitelerine uygun yerlerde kullanılmadığı için devreyi güvenli şekilde kesemiyormuş.
Patlamayanlar ise ana güç kaynağı durumundaki 15,000/3,300 Voltluk trafolardan nispeten uzak -dolayısıyla da arada bir akım sınırlayıcı kablo uzunluğu bulunan- kesicilermiş.
Bunun üzerine Akım Sınırlayıcı Reaktör denilen bir cihaz türünün bulunduğu ve bunların pekalâ işletme imkânlarıyla üretilebileceği ortaya çıktı. Bu trajik olayı anlatma nedenim, bir kavramın -ki bu olayda Kesme Kapasitesi- dilimizde bulunmayışı halinde, aynen büyücülerin olayları açıklamalarına benzer biçimde[1] o kavramla ilgili sorunları da anlamayıp yanlış tanımlanacağı ve sonucundaki trajedilere akıl dışı açıklamalar getirileceğidir.
İkinci olay ise Bolu Kartalkaya’daki Grand Kartal Otel yangını. Bu olayın ilgili olduğu eksik kavram ise Çıkar Çatışması şeklinde yanlış adlandırılan kavramdır. Çıkar Çatışması (competing Interests) dürüst ticari çatışmaları anlatırken, Kirli Çıkar Çatışması[2] (Conflict of Interest), bir hakkı korumak durumunda olan kişinin aynı zamanda bir çıkarın tarafı olmasıdır ve ahlâki açıdan sorunludur.
Olayın özü, en üst idari makam olan ve daha alt idari kurumların (il özel idaresi, belediye, itfai müdürlüğü, özel denetim şirketleri vd) denetimlerini birleştirerek (ve eksiklerinin de müteselsil sorumluluklarını taşıyarak) bir sistem bütünlüğü içinde Denetim Otoritesi işlevi yapması beklenen Turizm Bakanlığının yöneticisinin (bakan), aynı zamanda otel üzerinden çıkar sağlamasıdır ve bu tam olarak bir Kirli Çıkar Çatışması’dır.
Dilimizdeki kavram eksikleri sorununu kamuoyu gündemine taşımak amacıyla oluşturulan Kavram Mutfağının[3] amacı böylelikle daha iyi anlaşılabilecektir.
Özet olarak denilebilir ki, “bir sorunla -enflasyon, Cumhuriyetin aşındırılması ya da dış güçlerin yıkıcı etkileri- karşılaşıldığında, ilk bakılması gereken yer hangi kavramların eksik olduğudur.” Bu yapılmadığı sürece bakanlar kendi kurumlarına mal satmaya ya da otel pazarlamaya devam edecekler; ölen insanların ölüm raporlarında ise (rutubet veya ışıklı yön göstergesi eksiği gibi) yanlış tanılar yer alacaktır.
27 Ocak 2025
[1] “Büyücüler ve Sistem Tıkanması” için bkz. https://tinaztitiz.com/3303
[2] Kirli Çıkar Çatışması için bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/kirli-cikar-catismasi–conflict-of-interest–cikar-celiskisi
[3] Kavram Mutfağı’nın misyonu için bkz. https://kavrammutfagi.com/hakkimizda
-
Oca 07 2025 Zamana Yaymak: Fark Yaratıcı bir Sorun Çözme Aracı
Son 20 yıl boyunca giderek artan ölçüde “laiklik, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi Cumhuriyet kurumlarına karşı sistemli bir yıpratılma uygulandığı” bir gözlemden yola çıkıyorum.
Bu sürecin en belirgin özelliği özenli biçimde zamana yayılmışlığıdır[1]. Karşı devrim denilebilecek bu sürece karşı muhalefet cephesinin (siyasi partiler, STK, bireyler) bir noktadan direktif almışçasına ortak tutumu ise, sadakatle uygulanan planın her adımına karşı, hemen o an içinde sonuç vermek üzere (yani şimdi ve burada- Ş/B) karşı bir hamle[2] ilan etmesi, ardından da bir sonraki yıkıcı hamlenin beklenmesidir.
Bu tutum yalnız siyasi partilere özgü görünmüyor. Örneğin bir üniversitemize yapılan “operasyona” karşı, akademisyenlerin tepkisi idareyi girişimden vazgeçirmek şeklinde olmuştur.
İdarenin, elindeki güçleri bir defada kullanarak Ş/B sonuç alması mümkün iken, başarı(!) şansını garantilemek uğruna zamana yaydığı operasyona karşı akademisyenler, üstün durumda oldukları soft yetkinlikleri kullanarak stratejik çareler üretip öne geçmek yerine Ş/B sonuçlar beklentisiyle idareyi utandırmak gibi çok zayıf bir koz yardımıyla geri adım attırma yolunu tercih etmişlerdir.
Soft yetkinlikler deyimiyle kastım, daha yetkin kolektif akıl algoritmaları üretebilecek iç ve dıştaki akademisyenler arasında ağlar oluşturmak; bu ağlar yoluyla hem olayı “idarenin münferit bir tasarrufu” görüntüsünden çıkarmak, hem de sanal ortamda üniversite modelleri[3] gibi suyun zaten akmakta olduğu yöne doğru ilerlemek gibi tutumlardır. Bunun yerine zaten asimetrik olan güç dengesini daha da bozan, muhalif kesimlerin Ş/B tutkusunun nedeni ne olabilir?
Sebepler çeşitli olabilir ama sonuç bellidir: Cumhuriyet kurumlarının korunamayışı! Bu başarısızlığın nedenleri çeşitli olsa da içinde kötü niyet olmadığı açıktır. Sebeplerden birisinin saklı kibir olduğunu düşünüyorum. Hayvan ve bitki dostlarımızın sınırlı nöron sayılarına sahip olmaları, aralarında mükemmel dayanışma algoritmaları oluşturmalarına yol açarken; türümüz (büyük çoğunluğu) Ş/B’nın şehveti ve nöron bağlantı zenginliğinin kibirine yenilmiş sonuç olarak da Kolektif Akıl Yetmezliği ile yenik düşmüştür.
YZ destekli insan kümesi zekasına[4] karşı olumsuz yaklaşımların altında, bu kibire eşlik ediyor olabilecek “yeterli çabanın harcanmasındaki çekingenlik” ve “bildiklerinin doğruluğu yönündeki kuşkusuzluk” da yatıyor olabilir.
Cumhuriyetimizin başına gelen, bir üniversite özelinde örneklenen, ama hemen tüm sorunlar karşısında tekrarlandığına şahit olduğumuz trajedi de -kanımca- budur.
Bu durumda doğru bir soru şu olabilir (mi?): Benzer yıkım girişimlerini birer öğrenme fırsatına çevirip, sahip olduğumuz beşeri sermayeden yararlanarak yıkıma eşlik eden ezberlerimizin dışında yapılar[5] kurabilir miyiz? En çok sıkıntısını çektiğimiz sorun alanı olan eğitim bunun için doğal aday değil mi? Kısa yoldan akademik unvan üretimi için apartman dairelerinde kurulan üniversitelere para döküp diploma almaya çalışan potansiyel Faydasız Sınıf[6] üyeleri yerine teknolojinin imkanlarını kullanarak her evi birer Bireysel Öğrenme Evi’ne çevirmek.
Genelde usta zanaatkârlar için söylenen “hangi aracı nerede kullanacağını bilen ve takımlarını da işe göre çeşitlendiren kişi” tanımı, sorunlar -özellikle de ilk defa karşılaşılan sorunlar- için geçerlidir.
Demokratik gelenekler içinde yönetilen kurumlar ve idare arasındaki anlaşmazlıklarda Ş/B türü çözümler işe yararken, kurumları ideolojik amaçlar için zamana yayılı olarak dönüştürmeye kararlı yönetimlere karşı yine aynı türde (zamana yayılı) araçlar zorunlu hale geliyor.
Bunlardan ilki için ezberlerimizde tuttuğumuz listeden alışkın olunan birini seçerken; ikinci durum için mutlaka daha yetkin akıllar üretmek gerekecektir. Bunun kolektif akıllar olacağı, hatta YZ destekli hibrit küme akılları olacağı açıktır. Toplumumuz henüz bunu tartışmıyor. Tecrübeler -Pascal’ın ünlü sözü uyarınca- bunu biraz acıtarak öğretecektir.
07.01.2025
[1] Kaderin bir cilvesi midir bilinmez, ama Beyaz Nokta’nın tam 5 yıl önce Ş/B tutkusuna karşı ortaya attığı Sosyal Tohumlama kavramı (http://bit.ly/2FumYIw), halâ birkaç kişi arasında kalmışken, karşı devrimcilerin bu yöntemi neredeyse kusursuz uygulamalarıdır.
[2] Bkz. Kozsuz Meydan Okuma: https://tinyurl.com/mtsy967p
[3] YZ’nın gelişimi karşısında üniversite eğitiminin nasıl dönüştüğüne ilişkin kısa bir GPT Akademik Arama Uzmanı yorumu için bkz: https://chatgpt.com/share/677d3232-c738-800c-ab97-894bfc78341b
[4] Hybrid Human Swarm Intelligence (HHSI): bkz. https://bit.ly/3BNd5Jb
[5] Bkz: https://chatgpt.com/share/677d3232-c738-800c-ab97-894bfc78341b
-
Kas 06 2024 Nereden, Ne Beklenmeli?
İstemediğiniz ve/ya gerçekleşmesi önünde engeller bulunan istendik bir duruma, teknik olarak sorun (ya da mesele, problem) deniliyor. Buna karşılık düşünülen çareler de çözüm.
Bu tanım hatırlatmasından sonra çözüm tarafını biraz kurcalamak gerekirse: Bire-birkaç büyüten bir büyüteçle çözüme bakıldığında görünen, soruna yol açan sebepleri ya tamamen yok edebilecek ya da bu olamıyorsa rahatsız edici etkilerini en aza indirebilecek çözüm parçaları görünecektir.
Tabii ki soruna yol açan her bir neden için bir değil birden fazla çözüm parçası olacaktır. Söz konusu soruna yol açan sorun parçalarının her birine de yol açan çeşitli sorun parçaları (veya parçacıkları ve giderek yeni parça veya parçacıklar) şeklinde bir ağaç yapısı görünecektir. İşin çözüm yanına gelince daha karmaşıktır ve daha çok büyüten bir alet (tercihen mikroskop) gerekir. Sorun ağacını oluşturan sorun parçacıklarının her biri için bir değil birden fazla çözüm parçacığı kullanılması gerekecektir
Bunun bir nedeni yok edilmek ya da etkisi azaltmak istenen sorun parçacığının da çoklu yapısı olup, o parçacığa yol açan başka parçacıklar olabilir ve onlar için tek çözüm ilacı yetmez.
İkinci bir neden ise sorun parçacığı için öngörülen çözüm parçacığının yeterli etkide olmayabileceği ihtimaldir.
Böylelikle örneğin n adet sorun parçacığından oluşmuş bir sorun ağacı için kullanımı gereken çözüm parçacıkları n’den çok daha büyük olabilir. Pratikte böylesi bir toptan yok etmeye dayalı sorun çözme girişimi yerine, Pareto yaklaşımından yararlanıp, soruna yol açan nedenlerin hepsi yerine en etkili %10-20’si ele alınır; böylece çözüm biraz etki kaybetse de %80-90 oranında tatmin sağlayabilir.
Üzerinde durulmak istenen konu ise burada itibaren başlıyor. Şöyle ki:
Mikroskop altındaki sorun parçacığı ve ona yönelik birkaç çözüm parçacığına bakalım. Çözüm parçacıkların tasarımı aslında kısmen rasyonel, büyük ölçüde ise yaratıcı süreçler olup, etkilerinin düzeyi tahmine dayalıdır. Çözüm üretenlerin, önerilerinin etkileri konusunda olası öznel tutumları eldeki sorundan daha da çetrefil bir sorun yaratır (genellikle).
Nereden-neyin-ne kadar beklenebileceğinin tahmin edilmesi.
Bu tahminin doğruluk derecesi, çözüm araçları hakkında yeterli bilgiye sahip olup olmamaya; üstelik bir o kadar da o çözüm aracının hitap edeceği hedef kitlenin de çözüm aracı tarafından taşınacak mesajları kendi anlama diline ne etkinlikte tercüme edebileceğine; hatta alışkanlıklar dağarcığında o çözüm aracının bulunup bulunmamasına bağlıdır.
Örneğin, bir zihin haritası yoluyla iletilen bir çözüm aracı, zihin haritalamasına aşina olmayan bir kişiye “çok anlaşılmaz”, “karışık” gelebilir. Kimi çözüm araçlarına ise kendinden beklenebileceklerden daha fazlası yakıştırılır. Örneğin, bir çözümün ayrıntılı açıklamalarını, animasyonlu tanıtımlarını içeren bir web sitesinin o çözümün uygulanmasına yeteceğinin varsayıldığı çok karşılaşılan bir durumdur.
Nereden-neyin-ne kadar beklenebileceğinin yanlış takdir edilmesinin altında doğru soruları sorma yetersizliği yatar. Hatta sıklıkla, sorun ağacının en tepesindeki sorun belirlenirken dahi doğru soru(lar) sorulmaya gerek görülmediği için, var olmayan bir sorun dahi tanımlanıp oradan hareketle neye etki yapacağı belirsiz çözümlere varılabilir. Bu bir tuzaktır. Kaynak emen bir tuzak!
Altın soru: Ne istiyorum?
Söz konusu tuzaktan korunmak için geliştirilmiş bir yönetim aracı “sorunun yeniden ve yeniden tanımlanması”dır[1].
Örnek: Adil Yaşam projesi ve web sitesi.
Beyaz Nokta Gelişim Vakfı’nın (BNGV) bu isimli bir projesi var. Adil Yaşam fikri, toplum sorunlarının hemen hepsine girdi olan bir sorundan, Yıkıcı Bencillik ile mücadeleden yola çıkılarak tanımlanan yeni bir paradigma.
www.AdilYasam.net adlı bir de web sitesi var. Sitede, bu paradigma ayrıntılı olarak tanımlanmış durumda. Projenin ortaya çıkış nedeni; Yıkıcı Bencillikle mücadele olduğu için, görsel bir animasyonla[2] doğurduğu diğer sorunlarla ilişkileri gösterilmiş ve bir yandan da Yıkıcı Bencillik ile mücadele stratejik planı[3] adlı belgede sorun ağacının dallarına karşı öngörülen çok sayıda çözüm parçası da açıklanmış.
Buna göre yapılması gereken ortaya çıkıyor: Stratejik planda öngörülen çözüm parçalarından Pareto uyarınca en etkililerin bulunup, bir eylem planına göre, uygun ortak kurumlarla birlikte uygulanmaya çalışılması.
Ama öyle olmuyor!
Sözü edilen eylem planı için partner seçilen bir belediye ile oluşturulan çalışma grubu, ortaya çıkan çok dallı sorunun çözüm ağaçlarını çok karışık anlaşılması güç vesaire bulup, sonunda web sitesinin daha çok izlenmesi için önlemlere yöneliyor; bir süre sonra da bunun bir sonucu olarak dağılıyor.
Buradan çıkarılabilecek derslerden birisi, Yıkıcı Bencilliğin ve onun da başlangıcı olan “canlı ve cansızların etkileşimli bir bütün olduğu gerçeğinin kavranamayışı“nın nelere yol açtığını heyecan verici biçimde açıklayıp aynı zamanda yol gösterici de olan bu animasyonun, sadece hedef kitleler ile değil, Türkiye sorunlarına bütünleşik biçimde bakmak isteyen herkesle iyi iletişiminin yapılarak çalışma grubunun dağılmadan korunabilmesiydi.
Bu derse göre, nereden-neyin-ne kadar beklenebileceği konusuna tekrar bağlantı kurmak gerekirse bu üçlüye dördüncü bir halka daha eklemek gerekecektir: İnsanları NASIL ikna etmeli?
Yaşamını, aynen beyindeki nöronların bir bütün olarak aklı oluşturduğu gibi, insanları birer nöron olarak alıp böylece insanlardan oluşan daha büyük akıllar[4] oluşturmaya hasretmiş olan Alex Sandy Pentland’ın Dürüst Sinyaller[5] kitabında ikna sanatının incelikleri anlatılıyor.
Hedefe odaklı çözüm parçaları konusunda neler istendiği (yani Altın Soru) ve onların niçin istendiği tam belirlediğinde, çözüm araçlarımızdan ne eksik ne de fazla beklentilerimiz olmayacaktır. Zaten bireysel yaşamlarımız bile o Altın Soru’ya göre şekillenmiyor mu?
6 Kasım 2024
[1] Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2022/06/The_Problem-1.ppt
[2] Bkz. https://vimeo.com/712701295
[3] Bkz. https://adilyasam.net/bencillikle-mucadele-stratejisi/
[4] Bkz. https://bit.ly/3XgWWSL
[5] Bkz. https://a.co/d/97FSDSa
-
Eki 29 2024 Hoca!
Dilimizde -başka dillerde de- bazı sözcüklerin ikiz hatta daha çok anlamları olabiliyor. Kimileri yüceltici kimileri aşağılayıcı. “Hoca”, yüceltici anlamı olanlardan biri. Ortaokul düzeyinden üniversiteye dek akademik görevlilere hoca denilmesi adet olmuştur. Ayrıca okul, hastane vb yerlerde “hocam”, hitaplarda kolaylık amacıyla kullanımı yaygındır. Bunlara pek itirazım yok.
Ama, hanımların bedenlerine yazılar yazarak veya çeşitli hastalıkların tedavileri için muska yazarak ya da kabe maketi çevresinde bebeleri dolaştırıp hac farizası egzersizi yaptırarak kusursuz din istismarcılığı yapanlara hoca denilmesini büyük bir aymazlık olarak görüyorum. Böylelikle farkında olmadan o eylemleri yüceltmiş oluyoruz.
Cehennem için yanmaz terlik satarak din istismarının şahikasına ulaşmış bir kişiye de hoca denilerek, “Apo’nun meclise getirilmesi bağlamındaki fikirlerinin(!) sorulduğu” TV ana haberine çıkarılmasını hazmedemiyorum.
Sözü dolaştırmadan önerimi söyleyeyim: Bir kişiye “hoca” şeklinde hitap edildiğinde, saklı içerik yoluyla yüceltici bir sıfat da verilmektedir. Bu sıfata ne ölçüde layık olduğu belli olmayan kişilerin böylece parlatılması sonunda o kişilerin de kendilerini gerçekten birer hoca sanmaları gayet doğaldır. Hele hele, bilimle yakın uzak ilgisi olmayan konularda [1] doktora yaptırarak birbirlerine doktor (sonra da profesör) unvanı vererek büyüyen tümör, bu sahte bilim insanlarının rektör, dekan vs yapıldığı çakma üniversitelere(!) evriliyor.
26 Kasım 1934 tarih ve 2590 sayılı yasa[2] ile kaldırılan unvanlardan birisi de “hoca” olduğuna göre önerim, bu deyimin olur olmaz kullanılmaması, özellikle de dini meşgalesi veya güç devşirme ihtiyacı nedeniyle kişilerin kendi kendilerine hoca demelerinin kabul edilmemesi; kitle iletişim araçlarında reyting artırmak için bunların şaklabanlıklarına pirim verilmemesidir.
Bu haksız unvan kullanımından en çok zarar görenler kuşkusuz bu unvanı hakkıyla edinmiş bilim insanlarıdır. Bu nedenle bir önerim de bu insanların bu “unvan tasallutu”nu protesto etmeleri; kendilerine hoca denilmesinin, yanmaz terlik satıcısı hocaları çağrıştırdığından rahatsızlıklarını ilân etmeleridir.
Benzer sorun sadece “hoca” için değil örneğin “bakan” için de geçerlidir. Kendisine “bakanım” denilen kişiler, görev yaptığı bakanlıkla ticaret yapan bakanların çağrıştırılmasından rahatsız değiller midir? Jacques Seguela’nın “Anneme reklamcı olduğumu söylemeyin , o beni bir genelevde piyanist sanıyor” adlı kitabı, saygın hocaların ve bakanların duygularını en iyi yansıtan ismi taşıyor.
Haksız edinilmiş unvanların birer hakarete dönüşmüşlüğü listesi uzatılabilir. Bu durumda “Ne yani, kötü örnekler yüzünden onur duyduğumuz unvanlarımızı kullanmayalım mı?” sorusunu duyar gibiyim. Cevap kolaydır: “Tabii ki kullanabilirsiniz; ama yanmaz terlik satıp satmadığınızı soracaklara da hazır olmalısınız!”
29 Ekim 2024
[1] Bkz. “Şeytanla Mücadele Eğitimi” konulu doktora https://bityl.co/SXPG
[2] Bkz. https://bityl.co/SXlx
-
Eki 23 2024 Yasak Bölge!
Konuşmalarını dinlemekten zevk aldıklarım arasında yer alan Hüseyin Baş’ın, “Apo’nun TBMM’de konuşması” konusundaki görüşlerini içeren bir videosunu[1] izledim. Sözlerinin altına imzamı atarım.
Ayrıca, sadece Sn. Baş’ın değil, bu bağlamda analiz yapan, bu yeni açılımdan esas beklentiyi, -örneğin K.Suriye’de bir YPG devleti kuruluşunun sahibi yetkin aklı- irdeleyen diğer düşünürlerin de görüşlerinin çoğuna katılıyorum. Nokta.
Birbirinden farklı dünya görüşüne sahip bu kadar çok sayıdaki insanın analizleri içinde büyük bir dikkatle girmemeye özen gösterdikleri bir alan var ki oraya da bir isim verdim: Yasak Bölge.
Yasak Bölge Neresidir?
Bu kadar akıllı insanın, uluslararası ilişkilerin altın kuralı denilebilecek bir kuraldan haberdar olmamaları imkansızdır. Avcı-toplayıcı atalarımızdan bugünün toplumlarına varıncaya kadarki insan oluşumları, Maslow’un piramidinin üst katmanlarına, oradan da üstüne çıktıkları kaçak katlara tırmanırlarken, daima zayıf olanlardan ya da zayıflatılabilecek şişmanlardan kendi toplumlarına transfer ettikleri değerlerle tırmana gelmişlerdir.
Bu süreçte kimsenin kendilerini rahatsız etmemesini sağlamak ve sömürülenlerin kendi aralarındaki çatışmaları düzenlemek üzere de çeşitli kurumlar (BM gibi) ve normlar (insan hakları gibi) oluşturmayı da ihmal etmemişlerdir.
Bütün bu uzun ve çetrefil görünüşlü süreç boyunca sorulmayan bir soru vardır ve Yasak Bölge işte o sorudur: Madem ki cari zenginleşme aracı Değer Transferi[2] denilen yöntem, zayıfların yani Sorun Çözme Kabiliyeti[3] yetersiz olanların varlığına ya da o hale getirilmelerine[4] ve bu yöntemin sürdürülebilmesine bağlı, o halde ne yaparak bu kurgudan dışarı çıkılabilir?
Bütün toplumlar içten ve dıştan aynı düzeyde sömürülmediklerine göre, aşamalı hedeflerle sömürü süreci giderek nasıl etkisizleştirilir? Bunun akıl edilmesini önleyen salt kibirimiz midir yoksa bu da akıl ihtiyacının akledilmesini önleyen de bir neden var mıdır?
Değer Transferi kavramını ağzına bile almaktan çekinen aydınımız, neredeyse otomatiğe bağlanmış sürecin ilk nedenini sorgulamak yerine niçin sürekli olarak olmayacak dualarla (tüm toplumun silkinip kendine gelmesi, Atatürk gibi bir liderin çıkması, gerçekleri cesaretle bağırarak ölümcül sarmalı durdurmak, bir kişilerin tüm toplumu harekete geçirecek bir şey yapması ya da Kozsuz Meydan Okumalar[5] gibi) üremesi kaçınılmaz sorunlardan korunmayı dilemek peşindedir.
Bu sorunun sorulmaktan kaçınıldığı ve halen harekete geçirebildiğimiz ve yetersiz olduğu ayan beyan ortada olan kolektif akılla devamda ısrar edildiği hergün, bu coğrafyanın her tür zenginliğinden pay alma hakkımızın azaldığı bir gerçek.
Birbirimize daha vahim hırsızlıklar, ahlaksızlıkları anlatma yoluyla tatmin olmak yerine[6], üstümüze hiç alınmadığımız kibiri bir yana bırakıp bir Durum Muhakemesi dili[7] geliştirmek çok mu uzun vadeli, çok mu kitabi görünüyor?
Halen sahip olduğumuz akıl ve o aklın kavramları, ne durumu anlamamızı ne de çözüm geliştirmemizi sağlayabiliyor. Ümitsizce tek girişimlerin sihirlerinden medet umar durumdayız. Özgür Özel ne yapacak, RTE tekrar seçilmek mi istiyor, babayiğit savcı çıkacak mı, İmamoğlu ya da Yavaş ne yapar ve benzer tartışmaların her biri, Yasak Bölge sorusundan sürekli uzaklaştırıyor. Acaba yoksa şöyle bir korku mu var: Eğer o soruyu sorar ve gerçekler denizine girersek, göğsümüzü yumruklayıp üzerinde rüyalar gördüğümüz Büyük Türk Dünyası, İslam Alemi vs gibi rüyalar birden bire yok mu olacak? Bence bu güçlü bir olasılıktır, ama beka için en sağlıklısıdır.
23 Ekim 2024
[1] Bkz. https://youtu.be/j-MzAV_2KzQ?si=z_2lEBYJIsJlEAwN
[2] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/deger-transferi ve https://youtu.be/bLgK70dbnNE?si=3jWAboK71h1J087k
[3] Düşünme, anlama, ifade edebilme ve uygulama yeteneği
[4] Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/27.somuru_algoritmasi.pps
[5] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/kozsuz-meydan-okuma
[6] Bkz. https://tinaztitiz.com/o-da-bir-sey-mi-etkisi/
[7] Bkz. https://bit.ly/43H569U adresinde Durum Muhakemesi dili
-
Eyl 28 2024 “O da bir şey mi etkisi”
“Bir köpeğin insanı değil, insanın köpeği ısırması haberdir”, haber peşinde yaşamını sürdüren kesimin (eskiden sadece gazetecilerdi) altın kuralıydı. Şimdilerde herkesin kendi başına bireysel gazete çıkarıp radyo ya da TV istasyonu kurabilme teknik imkanları doğunca büyük bir iş alanı açıldı.
Böylece aracısız ya da aracılı- yayın yapabilen herkes bu yolla para kazanabiliyor, kendini tanıtabiliyor ve/ya bunların türevlerinden yararlanabiliyor.
Fakat bir sorun var: Bu iş kolunun ham maddesi “haber” olduğuna ve haber de sonsuz ölçüde mevcut olmadığına, hatta mevcut olanlara da herkes talip olmadığına göre, dikkat çekip başka haber satıcıların önüne geçmek için yeni yollar bulmak gerek. Bunun bilinen yollarından biri, TVlerde sıkça altyazı olarak geçen “son dakika” etiketli haberler olup, temel niteliği rakiplerine göre “o da bir şey mi” denilecek şaşırtıcılıkta olduğunun iddia edilmesidir.
Bu tür haberlerin ne ölçüde doğru olduğunu denetleyecek yaygın bir mekanizma ancak ceza yasaları olduğuna göre bu engeli aşmanın bir yolu, analiz adı altındaki “varsayım ve tahmin”ler olup bunun ön koşulu da bir unvan sahibi tarafından yapılmış olmasıdır. Bir belediyede memur olarak çalışan bir kişinin de varsayım ve tahminde bulunmasını engelleyebilecek bir yasa yoksa da böylesi bir analize kimse zaman ayırıp dinlemez, okumaz.
Bir yandan da varsayım ve tahmin”lerin kişileri yeterince korkutması; ama korkunun da hemen yarın gerçekleşebilir türden olmaması gerekir. Aksi halde izleyenlerin geri dönüp hani n’oldu diye sorması tehlikesi vardır. Bu nedenle, (milletin bir an evvel uyanması gibisinden) gerçekleşmesi güç bir koşula bağlamak gerekir.
Buraya kadar sıralananların cezai ya da ahlaki bir yanı pek olmasa da hiç umulmayan bir yan etkisi vardır: Kamuoyunun tepki eşiğini yükseltip, tepki üretebileceği olayların giderek daha kabul edilemez düzeylere yükselmesine yardımcı olunması. Daha düz Türkçe ile, bir melanet planlayıcısı var ve melanet hazırlığı içindeyse, önündeki engellerden biri, olası kamuoyu tepkilerinden korunma veya tepkilerin yumuşatılmasıdır. Söz konusu varsayım ve tahmine dayalı analizler bu yumuşatmayı melanet planlayıcısı yerine gerçekleştirmiş olur.
28 Eylül – Alanya
-
Eyl 23 2024 Öz anlaşılmadan içerik anlaşılamaz!
Sokakta bir kişi durdurup “hangi yol daha kısadır lütfen söyler misiniz?” dese, bu sorunun en az on ayrı ve birbirinden ilgisiz konu açısından sorulmuş olması mümkündür. Bu nedenle de bu haliyle bu soru sıfır bit enformasyon içerir ve cevaplanma ihtimali çok azdır. Böylesi bir soruya karşılık, “siz ne yapmak istiyorsunuz?” sorusu, aranan öz’ün ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Örneğin şu cevapların herbiri birer öz sayılır: “Aksaray’a gitmek istiyorum” veya “Bankadan kredi çekmek istiyorum” ya da “sokak hayvanı sahiplenmek istiyorum” gibi.
Bu basit örnekten hareketle şu genelleme yapılabilir: Bir soru ya da sorun konusunda cevap arayışının ilk adımı, o soru/sorunu ayırt edici bir bağlam içine yerleştirici en az bir ipucunun belirtilmesidir. Böylece beliren bağlama “öz” denilebilir; öz tek başına herhangi bir enformasyon içermeyen bir içeriği “bilgi” haline getirir.
Din istismarı konusu bu kural açısından irdelendiğinde şikayetçi olunan çeşitli bağlamlar ortaya çıkar. Değişik korkulara (cehennem ateşi, sonsuz azap vb) ya da çeşitli çıkarlara (huriler, şarap ırmakları vb) dayalı düz yurttaş inancının kullanılarak (istismar anlamında kötüye kullanma) çıkar sağlanması şikayetlerin genel ifadesidir.
Bu şikayetlerden din kurumunun gözden düşürüldüğü sonucunu çıkaran, din istismarına karışmamış mütedeyyin kesimin savunusu ise “gerçek İslam bu değildir” biçimindedir. Bu savunmanın anlam taşıyabilmesi için cevaplanması gereken soru ise “peki gerçek İslam nedir?” şeklinde formüle edilebilir.
Bu durumda, yukarıdaki genelleme uyarınca, soru’nun ayırt edici bir bağlam içine yerleştirilmesi için sorulması gereken, öz belirleyici asgari soru(lar) şunlar olabilir:
- Genelde din, özelde İslam niçin vardır (temel varlık nedeni, misyon, öz-niyet)?
- Din / İslam yoluyla nereye (ülkü) varılmak amaçlanıyor?
- Varılmak istenilen yere erişme sürecinde uyulması zorunlu kurallar nelerdir?
Bu sorulara ister dindar, ister dinsiz, isterse din istismarcısı olsun herkesin mutlaka cevapları vardır. Bunların hepsinin aynı cevaplarda buluşması beklenemese de en azından dindarların ortak ya da birbiriyle uyuşabilir cevaplarının olması beklenir. Halbuki bir ezber kalıbı olarak bellenen ve sorgulanamaz kabul edilen bir anlayış, “dinin sorgulanabilir bir kavram olmadığı”dır[1].
Bu varsayıma kanıt olarak gösterilen ise, dinin özü ile ilgisi olmayan, “insanların -belki de tüm canlıların- zaman zaman kozmik bilinç denilen gizeme ait öznel duyumsamaları”dır. Din istismarının bu öznel duyumsamaları kendi varlık nedeni sayıp, yanlışlanabilirlik tehdidinden korunaklı (dokunulmaz) bir alan yaratmasının altında bu yanılgı (ve/ya kandırmaca) yatıyor.
Bu durumda bir dine mensup olduğunu iddia edenlerin bu üç soruyu cevaplamaları beklenir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, özellikle din istismarcıların sıklıkla başvurduğu, “şu ritüeli (söylem, eylem vs) yerine getirirseniz, başkaca bir şeye gerek kalmadan “bizden” (din mensubu) sayılırsınız” kalıbıdır. (Son günlerde yayılan “bir kişi babasının kafasını kesip, içine şarap doldurup içse ve sonra da yakınlarıyla zina etse bile dinden çıkmış sayılmaz” mealindeki iğrenç söylem bu kalıba örnektir).
Bütün bunlardan çıkarılabilecek sonuçlardan birisi de, üzerinde tartışılan sorunların (din istismarı gibi) özlerinin ortaya koyulmadan anlaşılamayacağı, dolayısıyla da çözüm geliştirmenin mümkün olamayacağıdır.
Can alıcı soru: Özü belirlesek bile nasıl yaygınlaştırılacak?
Bu soru aynı zamanda “sorun çözücünün açmazı” denilebilecek bir konuyu gündeme getiriyor. Açmazlar genellikle kuşku uyandırmayacak şekilde paketlenirler. Buradaki kuşku giderici ise “yaygınlaştırma” sözcüğündedir. Öyle ya faydalı[2] bir şeyin faydasını artırmak için en akılcı yol yaymak olduğuna göre olabildiğince yaymanın yolları aranıp bulunmalıdır.
Din konusu –vecd, sezgi vb öznel duyumsamalar dışındaki özler- sorgulama dokunulmazlığından kurtarılmadan kişi sayısı kadar farklı duyumsamalar olacağı için kalabalıklar bir yana, ikinci bir kişiye dahi yaymak söz konusu olamayabilir. Öznel duyumsamalar ise kozmik bilinç gizeminin -şimdilik- kişiye özel alanı olarak dokunulmazlığını koruyacaktır.
Farklı dinleri ya da mezhepleri benimseyen kişi ve kesimler açısından da durum, yine özlerin sorgulanıp öznel duyguların ise kişiye özel bırakılmasından ibarettir.
Bu akıl yürütme yoluyla varılacak nokta, hangi özleri benimserse benimsesin her dindarın, kişiye özel duygu alanı dışındaki özleri sorgulamaktan kaçınmaması zorunluğudur. Bu zorunluk, toplu yaşamın ahlaki ihtiyaçlarından kaynaklanır. Zorunluğun diğer -ve daha önemli- dayanağı, istismarcıların en önemli dayanak olarak kullandıkları “sorgulama dokunulmazlığı” zırhının kaldırılması ihtiyacıdır. İlginç olan nokta ise, samimi dindarın özleri (maksim, kurucu ilke) sorgulamaktan uzak durmasının, hiç istemeden istismarcıya uygun ortam yaratması gerçeğidir.
Açıklanması yararlı bir nokta da, özlerin dışındaki öznel alandaki duyumsamaların, kişinin zaman içinde genişleyen bilinci nedeniyle farklılaşmasıdır. Bu son derece sağlıklı süreç bir spiral gibi giderek genişleyecektir [3]. Tahkiki imân bu şekilde anlaşıldığı takdirde kişinin sürekli tekâmülü için bir araç olacaktır.
Son bir soru ise, özün sorgulanması sürecinde hepsi de anlamlı cevaplara ulaşılırsa -ki mümkündür- bu durumda dolaşımda çok sayıda dinin ortaya çıkma olasılığıdır. İnsanlık birikimleri buna iki cevap bulmuştur: (1) Anlamlı cevapları bütünleştirici üst kavramlar üretmek, (2) Dünyevi yaşamın kurallarını bütünüyle nesnel gerçeklere oturtmak; ne denli anlamlı olursa olsun öznel kavramlara dayalı ortak yaşam kuralları -özellikle de kamu yönetiminde- koymamak.
Anayasalar her toplumda önemlidir. Varlığını sürdürmek isteyenler her toplumda anayasalarına bağlılığı koruyabilmiş olanlardır. Ama eğer sadece tek maddeden ibaret bir anayasa olacaksa herhalde o da dini ya da herhangi bir dogmatik ideolojiye dayalı kural koymamak denilebilir.
23 Eylül 2024, Alanya
[1] Bkz. https://tinaztitiz.com/dinde-sorgulama-olmaz-mi/
[2] Her nerede (fayda) sözcüğü geçse şu denetleyici soruyu sorarak, “o faydanın ne pahasına” olduğunu anlamaya çalışmak doğru olur. Çoğu zaman bir fayda daha büyük bir zarar pahasına olabilir. Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/etkili–effective–ozgecilik–digerkamlik–altruism- ve https://tinaztitiz.com/bir-ortak-ahlak-kurali-zarar-verme-onerisi-uzerine-2/
[3] Bkz. https://drive.google.com/file/d/13bfFQJhD0UZ8WAObS79EzyWpqg2Cx69Y/view?usp=sharing
-
Eyl 21 2024 Düşünme ve Kavramlar
Düşünceleri ifade amacıyla kullanılan sözel, görsel, eylemsel vd diller eğer kavramlar olmasaydı hiç bilgi taşıyamaz, akıl denilen yeti de ortaya çıkamayabilirdi.. Muhtemelen, akıl kavramına “kavrama gücü” denilmesi ve bu gücü hayata geçirme aracının da diller olmasının nedeni budur.
Gerek insan gerek diğer varlıkların en basit evet-hayır ya da var-yok iletileri (1/0) düşünce ve sanat dünyasının ürünlerini oluşturmak için kavramlar şeklinde bir araya geliyor.
Ve aynı zamanda varlıkların yaşamlarındaki tüm çabalarının yöneldiği, “sorun çözme” ya da “karmaşıklık yönetimi” denilen bir eylem alanını da dolduruyor. Tam burada sorunlar, kavramlar ve diller arasında heyecan verici bir ilişki göze çarpıyor: Sorunları anlamak, onun için de düşünebilmek için kavramlara ihtiyaç olduğu!
Bir adım daha ileri giderek şu da söylenebilir: Sorunların zorluk (karmaşıklık) düzeyi arttıkça daha yeni kavramlara ihtiyaç var. Buradan, Sorun Çözme girişimlerinin altın kuralı denilebilecek bir kural ortaya çıkıyor: Her sorun, anlaşılmasını ve o yolla çözülebilmesini kolaylaştırabilecek kavramların geliştirilmesini gerektirir. Farklı bir söyleyiş ise şöyle olabilir: Bir sorun çözülemiyor ise, muhtemelen anlaşılmasını kolaylaştırabilecek kavramlar mevcut değildir.
Yaşamımın önemli bir bölümünü harcadığım toplum sorunlarının anlaşılması yolundaki çabalar sırasında yararlandığım ve kimilerinin de doğuşuna tanıklık etmiş bir kişi olarak biraz iddialı görünse de şunu söyleyebilirim: Toplumlar kavram dağarcıklarının zenginliği ve bunun paylaşımındaki yaygınlık nispetinde varlıklarını sürdürebilir ve de gelişebilirler!
21 Eylül 2024 – Alanya