• “Ortak Kullanım Trajedisi” ve “Likit Demokrasi”

    Önce biraz önbilgi:

    Ortak Kullanım Trajedisi (Tragedy of Commons) ilk olarak William Forster Lloyd, daha sonra da Garrett Hardin tarafından, ortak kullanılan kaynakların, kaynağın sahibi olanların tümüne en yüksek çıkarı sağlayacak şekilde değil de, herkesin sadece kendi çıkarını gözetecek şekilde kullanımını ifade etmek amacıyla kullanılmıştır.

    (Her ne kadar daha sonraları, ortak varlıkların kullanımları ile ilgili -trajediye yol açmayacak- paylaşım modellerinin mümkün olduğu ortaya konulmuş ise de, önerilen modellerin -henüz- “öneri”den ileri gidemediği, gezegenimizin durumundan görülmektedir

    Kullanımı kurallara bağlanmamış meralardaki aşırı otlatma konusunda, Victoria döneminin bir ekonomisti olan W.F. Lloyd tarafından 1883 yılında yazılan bir yazıda kullanılan bu kavram, 1968 yılında da G.Hardin tarafından yazılan bir makaleyle geniş kesimlerin ilgisini çekmiştir.

    Kendi alanında bir klasik sayılabilecek bu makale, küresel ısınma da dahil birçok sorunun kaynağını ortaya koyuyor: Grup (aile, kurum, kesim,, ulus vb.) çıkarı karşısında bireysel çıkar!

    Hardin makalesinde, söz konusu sorun’un teknik yollarla çözülemeyeceğini; teknik çözümün, doğal bilimler alanında gerçekleştirilen, insani değerler veya ahlâki düşüncelerde herhangi bir değişikliğe pek az yer veren ya da hiç̧ yer vermeyen bir çözüm olarak tanımlıyor[1].

    Kavramın gerek ortaya koyuluşu gerekse yaygınlaşması maddesel kaynaklarla ilgili; otlaklar, ormanlar, atmosfer, denizler, deniz ürünleri gibi.

    Ortak kaynakların bireysel çıkarlar uğruna aşırı kullanımı gibi, eksik kullanımları da aynı derecede ciddi bir sorundur. Örneğin, toplumun aydın tavırlı[2] insanlarının ilgi göstermeleri gereken konulardan geri durmaları da yine Ortak Kullanım Trajedisi kavramıyla ilgilidir.Çünkü aydın tavır (ya da örnek tavır) aynen otlaklar, denizler vd. kaynaklar gibi toplumun ortak kaynağıdır, hatta en değerlisidir.

    Ortak kaynakların aşırı kullanım yoluyla istismarına nasıl ki doğal bilimlerin “teknik” çözümleriyle engel olunamıyorsa, benzer şekilde eksik kullanımlarının da kurallar vazederek artırılması imkansızdır.

    Giderek karmaşıklaşan toplum yaşamının gerektirdiği “aydın tavır” katkısının, dünlere göre çok daha fazla olması gereği kolayca görülebiliyor. Bu bağlamda, plüralist demokratik yaşama öykünen insanımız açısından, giderek de artacak bir katkı söz konusudur.

    Daha düz Türkçe ile, dünün az karmaşık ve çoğunlukçu demokrasinin normlarına göre insanlarımız sorumluluklarını yönetimlere ihale edegelmiş; yönetimler de yetmezliklerini anlaşılmaz söz söyleme ustalığı yoluyla muhaliflerine fatura etme yolunu seçmişlerdir.

    Bugünün –öykünme de olsa- çoğulcu demokratik yaşamın daha karmaşık ilişkileri içinde ise, gerçekleştirmesi gereken uyum için artık bireysel olarak değişmek zorundadır. Bu değişim, söz kalabalığı, unvan ardına sığınma, kalabalığa karışma, sürekli yakınarak kendini unutturma, mazeret gösterme, “zaten” değişim içinde olduğunu iddia etme ya da benzer kurnazlık ve/ya vurdumduymazlıklarla geçiştirilebilir türden değildir.

    Daha daha düz Türkçe ile, dünün zihinsel donanımı ile bugünün karmaşıklığı içinde ve de dünün refah koşulları içinde yaşayamazsınız; eğer yaşayabiliyorsanız, bu mutlaka “aşırı otlama” yoluyla kendi çocuk veya torunlarınızdan çalınarak oluyordur.

    Buna göre milyon dolarlık soru!

    Madem Ortak Kullanım Trajedisi sorunu doğal bilimlerin teknik çözümleriyle (yasaklama, teşvik etme gibi) çözülemiyor ve madem toplumsal nitelikli sorunlarımızın çözümleri, aydın tavırlı kategorisindeki insanlarımızın katkılarına gereksinim gösteriyor,

    Bir yanda herhangi bir bedel ödemeden yaratılan sonuçlardan yararlanan –ama sürekli de yakınan- “bedava biniciler[3]” ile diğer yanda o sonuçları üretmek yolunda çeşitli türde çaba harcayanlar. Bu ikilem nasıl kırılabilir, dahası kırılabilir mi?

    Kırılabilir, kırılmalı!

    Bu ikileme tek neden yol açamayacağına, ama yüzlerce neden de eşit ağırlıklarda olamayacağına göre, kritik[4] (eleştirel) düşünerek bunların en ağırlıklılarını eleyip, onlara çareler düşünmek tek çıkar yol gibi görünüyor. Buna göre en önemli görünen dört neden için şöylesi bir sıralama olabilir:

    Olası neden 1.         Ne “bedava binici” ne de “çaba harcayan” kategorisinde olmasına karşın, önemsenmedikleri için katkı süreci dışında kalmış olan gençlerden katkı alınmaması.

    Çözüm önerisi 1    Aydın olmanın belki de temel kuralı sayılması gereken “bildiklerinden emin olmamak, kuşku duymak” yeteneğine doğal olarak sahip olan, fakat kısa bir süre sonra bu yeteneklerini kaybedebilecek olan gençler (ve çocuklar), erişkinlerimizin çok sözünü etmelerine rağmen hemen hiç kullanmadıkları –hemen her konudaki- ortak akıl süreçleri için mükemmel birer paydaştırlar.

    Onları –hangi eğitim düzeyinde olurlarsa olsunlar- ortak akıl süreçleri içine katmak gerekir.

    Olası neden 2.         Network, Ortak Akıl, Doğru Soru Sorma vb. teknikler konusunda kendilerini yeterince iyi hissetmeyenler.

    Çözüm önerisi 2    Oluşturulacak Sorun Çözme Gruplarına, bu konularda mentorluk edilmesi yeterli olabilir.

    Olası neden 3.         Katkıda bulunabileceği eylemlerin paydaşlarının herhangi diğer bir hatta aynı konudaki çözüm önerisine tepki duyduğu için katılmayanlar (örn. Nükleer karşıtı –ya da yandaşı- olduğu için veya her konuya din –ya da bilim- odaklı yaklaştığı için, … gibi).

    Çözüm önerisi 3    Evet-Hayır Demokrasisi (https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/01/E-H_Demokrasisi.pdf) yerine Likit Demokrasi (http://bit.ly/1H4HLwO) yaklaşımını yaygınlaştırarak.

    En basit anlatımla, temsili demokraside tüm seçimlerimizi bizim yerimize yapması için birer kişi (milletvekili) ya da siyasi parti yetkilendiririz. Böylece, yetkilendirdiğimiz kişi / parti dışındakileri -hiç öyle düşünmesek de- “işe yaramaz” olarak nitelemiş oluruz. Bu sistemin garabeti bellidir.

    Likit demokratik sistemde ise, her konu için ayrı bir kişi / partiyi görevlendiririz. Böylece, her konuda en yetkin olanları yetkilendirmiş oluruz.

    Buna göre, bir topluluk içinde, kimi görüşleri onaylamadığı ve karar alma süreçlerinde de ya hep ya hiç şeklinde hareket edileceğini bildiği için topluluğa katılmayı ret eden kişiler, likit oylama yöntemiyle karar alınması halinde çalışmalara katkıda bulunabileceklerdir.

    Olası neden 4.         Girift hale gelmiş ve sebep ve sonuçları birbirine karışık hale gelmiş sorunlar yumağının neresinden tutulacağı konusunda tereddütte oldukları, ortalıkta dolaşan çeşitli çözüm önerilerinin hiçbirisinin derde deva olamayacağına inandığı için geri duranlar.

    Bu gruba “şimdi ve burada” tipi çözüm (http://wp.me/p2t6mi-1PH) arayışları içinde olup, uzun vadeli çözümleri hayalci bulanlar da dahil edilebilir.

    Çözüm önerisi 4    Sorunları doğrudan çözme yerine önce onları anlama, bunun için de Kök-sorun, Sorun Kimyası gibi yaklaşımlarla kavram dağarcıklarını zenginleştirici programlar önerilir.

    Katkısı alınamayanlar içinde büyük çoğunluğu oluşturan bu dört grup içindeki her birey için etkili yöntemler kuşkusuz farklıdır. Bununla beraber bu konuların işlendiği TV ve radyo programları[5] ile, bunların kayıtlarını içeren DVD’lerin hazırlanması yararlı olabilir.

    26 Ekim 2015

    [1] İlgili makaleler için bkz. http://bit.ly/1Xqmxmm

    [2]Eğitim düzeyi veya herhangi bir alandaki kariyerinden çok, çevresindekilere daha doğruyu, daha iyiyi ve daha güzeli bizzat örnek olarak göstermek, aydın olmanın bir ölçütüdür denilebilir.

    Bir diğer ölçüt ise, aydınlatma işlevini bir toplumsal sorumluluk olarak duyumsayarak özellikle de bunu uygun sayılmayabilecek koşullarda da yerine getirmektir.

    Kişiliğinin tüm yönleriyle olmasa da bazı yönleriyle çevresindekilere örnek olabilmek, daha gerçekçi bir beklenti olup, o kişiye örnek tavır sahibi denilebilir. Hemen herkesin en az bir konuda örnek tavrının olabileceği unutulmamalıdır.

    [3] Bedava binici problemi (free rider problem), (bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Free_rider_problem) ekonomide mal ve hizmetlerden ücretsiz yararlanmaya verilen bir addır. Problem, bu durumlardaki olumsuz etkilerin nasıl sınırlanacağıdır. Örneğin, 65 yaş üstü kişilerin kamu taşıtlarından ücretsiz yararlanmaları bir “bedava binici problemi” olup, bu tür kişilerin örneğin yoğun sabah trafiğinde işe gidenleri engellememesi için kimi ülkelerde sabah ve akşam saatlerinde ücret ödemeleri gibi önlemler alınmaktadır.

    [4] Kritik, Grekçe krisis = elemek kökünden türeme. Eleştiri de benzer kökten.

    [5] Bu bağlamda bir dizi konunun işlendiği TV ve radyo programları için bkz: http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=224, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=504, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=585, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=251

  • EVET-HAYIR DEMOKRASİSİ ARTIK YETMİYOR

    Düşünce tarihimizin bütünü, evet-hayır mantığı’na (binary logic) dayalı olarak gelişti. Teknolojide alınan yola bakıldığında, o gelişmenin bütünüyle evet-hayır mantığının ürünleri olduğu görülecektir. Özellikle de son 25 yılın bilgisayar alanına getirdiği gelişmeler tamamen bu mantık sisteminin muhteşem eserleridir.

    Bu yüzden de hemen her değeri, her sistemi sorgulayan insanlar, bu mantık sistemini sorgulamadı. Ama acaba aynı şey, insan davranışları ve toplum yaşamı için de söylenebilir mi? İnsanlığın bugün karşıkarşıya bulunduğu ‘kaos’un oluşumunda acaba bu kutuplaştırıcı mantık sisteminin rolü ne olmuştur?

    1980 öncesinde ülkemiz insanlarının sağcı ve solcu olarak iki-ye ayrılma “zorunluğu”, Cumhuriyet mi yoksa Tercüman mı okuduğu, bıyıklarının pos mu, pala mı olduğu hep bu ikili mantık sisteminin ürünleri değil miydi? Bir insanın, bir kısım değerleri sağ (denilen) ve bir kısmını da sol (denilen) Dünya görüşünden alması, iki gazeteyi de okuması ve mesela bıyıksız olması acaba mümkün değil midir?

    Bugün bunları geride bıraktık. Ama ikili mantık sistemi aynı gücüyle yerinde oturup düşüncelere yön veriyor. Artık kimse kimseye sağcı mı solcu mu olduğunu sormuyor ama bu defa da Türk mü Kürt mü olduğunu merak ediyor. Ve kimse de hem Türk hem de Kürt olabilmenin mümkün olup olmadığını tartışmıyor.

    Teknolojide çok kullanışlı olan, hatta toplum yaşamı pek karmaşık değilken o alanda da pekala geçerli olan evet-hayır mantığı artık toplum yaşamında hatta artık teknolojide ve özellikle de evet-hayır mantığının en çok kullanıldığı bilgisayar alanında da yetmemektedir. Bu yetmezlik nedeniyle, yeni nesil bilgisayarların tasarımında ikili mantık yerine Fuzzy Logic denilen ve 0 ile 1 arasında başka değerlerin de bulunabileceğini kabul eden yeni bir mantık sistemi kullanılmaya başlanmıştır.

    Teknik alanda dahi yetersizliği ortaya çıkan bu mantık sistemine dayalı olan demokrasi anlayışı da artık Demokrasinin başlıca aletlerinden biri olan “seçim”, ikili mantığın en çarpık ürünlerinden birisidir. Bir seçmen A, B, C gibi ü. adaydan birini seçmek zorunda bırakıldığında, oy vereceği adayın dışında kalan iki adayı -birbirlerinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar-, “yaramaz” safına koymaktadır.

    Halbuki, bu üç adayın hepsi de yarayışsız, üçü de yarayışlı olabileceği gibi, herbirinin bazı özellikleri “tercih edilebilir” durumda olabilir. Zaten genellikle karşılaşılan durum da bu olmasına karşın sırf mantık sisteminin gereği olması nedeniyle doğru olan yerine, bu acayip tercih yapılmak zorunda kalınmaktadır.

    Nitekim, sistemin bu eksikliğini gidermek için “koalisyon” denilen araç geliştirilmiş, seçmenlerin katılmadığı, muhtemelen olurlarının da bulunmayabileceği bir süreç parçası sisteme dahil edilmiştir. Bütün bunlar ikili mantık sisteminin eksikleridir.

    Her nekadar demokrasimizin iyi işlemeyişinin nedeni yalnızca, sistemin esas aldığı mantık sisteminin yetersizliği değilse de, restorasyonu kaçınılmaz olan demokrasimizin geçireceği onarım sürecinde bu temel yetmezliğin de dikkate alınması zorunludur. Hiç olmazsa böylece önemli bir konuda Dünyaya bir örnek vermiş de olabiliriz.

    İkili mantık sisteminin yıkılması, benimle beraber misin- bana karşı mısın? mantığına dayalı tüm kurumların yeniden yapılanmasına, belki de bazılarının tamamen ortadan kalkmasına yol açacaktır.

    Bir senet etrafında -ki bu bir dernek tüzüğü ya da bir parti programı olabilir- bir araya gelmeye mecbur kalan insanlar, birbirine zıt görüntüler verseler dahi artık aynı anda birden fazla sayıda kümenin üyesi olabilmektedir.

    Bu eğilimin doğal bir sonucu “çok az sayıda kişiden oluşan kümeler” dir. Bunlar birer “uyum ve güven grubu” olacaklar, birbirleriyle birçok konuda -herhangi zorlayıcı bir senet olmadan- anlaştıkları için, kurumlardaki geleneksel zorlayıcı ve yapay (ve de işlemeyen) denetim, yetki devri (delegasyon) ögeleri ortadan kalkacaktır.

    Bugünkü siyasi sistemimizi ve özellikle de siyasi partilerimizi bu anlayışla yeniden yapılandırmaya mecburuz. Bu, belirli özellikler çevresinde uyum ve güven oluşturmuş, küçük ve çok sayıda siyasi partinin parlamentoyu oluşturması, bunların da aralarında uzlaşacakları konular yönünde icraat yapacak hükümetleri görevlendirmesi demektir.

    İkili mantık sistemi yerine geçecek olan Fuzzy mantığı ‘na göre, seçimlerde birden fazla partinin seçilmesi mümkün olabilecek, daha doğrusu partilere birer not verilecektir. Böyle bir değerlendirmenin sonuçları muhakkak ki geleneksel evet-hayır mantıklı seçime göre farklı sonuçlar, yani farklı parlamento yapıları verecektir. Bunun ise, insanların tercihlerini çok daha doğru olarak yansıtacağı bellidir.

    Bugün için spekülasyon gibi görünen bu konu yakın bir gelecekte -bir biçimde- yaygın olarak Dünyada tartışılmaya başlanacaktır*. Niçin önce Türkiye’de tartışmaya başlamayalım? Temiz Siyaset platformunun oluşumuna en büyük katkı bu olacaktır.

    Aralık-1993

    Rev. Eylül 2016

    (*) Nitekim şimdilerde gündemde olan Likit Demokrasi kavramı tam olarak budur.

  • Değer İletişimi

    Ağızdan  ya da kalemden çıkacak her sözcüğün mutlaka belirli bir amaçla kullanılmış olması anlamına gelmektedir.  Diğer deyişle, her sözcüğün mutlaka bir katma değer taşıması demektir.

    İşte, erişkinlerimizin -genelde- dili bir sorun çözme aracı olarak kullanamayışlarının nedeni bu ilkenin ihlalinde gizlidir. Her sözcüğün bir değer içermesi ise, onların ancak yeterince net olmasına bağlıdır.

    Çoğu erişkinimiz –kuşkusuz hepsi değil- kullandıkları sözcüklerin ne anlama geldiğini düşünmeden -zaman zaman bu bulanıklıktan bir yarar umarak – kullana kullana zamanla onun büyük sorun çözme gücünü kaybetmişlerdir. Bu ise, bir şeyi gerçekten ifade etmek gereğinde, bir sürü buğulu kavramı peşpeşe dizerek ifadenin güçlendirilmeye çalışılmasına, bu ise yeni sorunlar yaratılmasına yol açmaktadır. Medyada sık sık  izlediğimiz “kalabalık söz –yetersiz anlam”ın nedeni budur.

    Bir son adım atılarak, sözcükleri değer iletişimi ilkesine uygun olarak kullanmak kaydıyla “ne yapılarak” bilgi katma değeri üretileceği ortaya konulmalıdır.

    Bu adım “soru sormak”tır. Katma değer ancak, ona yol açabilecek sorular sorup yanıtlar bulmaya  çalışılarak üretilebilir.

    Bütün bunlar, dil kullanımının (rhetoric) ne denli güçlü bir araç ya da aksine tehlikeli bir sorun kaynağı olabileceğini göstermektedir.

    Sorun çözme ile herhangi bir düzeyde ilgilenenler, dilin etkili kullanılamayışını ve onun da giderek dilin yetersizleşmesine yol açmasını bir numaralı sorun olarak görmek durumundadırlar.

    Salı, 16 Ocak 2001 (Rev. Ekim 2015)

  • “Fraktal” Çözüm Elementleri! (Rev 3)

    Hemen her toplumu, hatta topluluğu oluşturan “sıradan çoğunluk” ve “nadir azınlık”lar yaşamın her evresinde önemlidir, ama özellikle kriz dönemlerinde daha da kritik roller oynamaya adaydır. Yaşam enerjisinin ve zamanının neredeyse tamamını kendisi ve ailesinin yaşamlarını sürdürebilmek için koşturan, gerektiğinde yasal ve ahlaki kuralları zorlamak zorunda kalan sıradan çoğunluk… Ve, yaşam sürdürme zorunluklarını aşabilmiş, yaşam enerjisinin ve zamanının en azından bir bölümünü, üyesi olduğu toplumunun refah ve mutluluğuna katkıda bulunmak üzere harcayabilecek “durumdaki” nadir azınlık.

    Bu kesimin çoğunluğunun baskın karakteristiği, sahip olduğu para ve unvan gibi konfor araçlarını artırmaya çalışıp, bunlar yoluyla mutluluk öğeleri tüketmeye çalışmaktır. Sorgulanmış bir vizyona sahip olmamak, sürekli yakınmak, suçlamak, diğer özellikleridir. Bu ikinci kısmın içinden ayrışan küçük bir üçüncü kesim daha var: Kendilerine hareket özgürlüğü sağlayan sosyo-ekonomik durumlarını, toplumun refah ve mutluluğu yolunda kullananlar. Toplumsal kriz zamanları için kritik kaynak durumunda olacak olanlar bu kişilerdir.

    Bugün toplumumuz çok yönlü denilebilecek bir kriz içindedir. Uzun süredir işlenen inanan – inanmayan, Alevi – Sünni, Türk – Kürt ayrıştırması, bunları besleyen ekonomik sorunlarla yeni bileşikler üretiyor. Bu gibi kriz ekosistemleri, içinde yukardaki üç kesimden de kişileri barındırarak çeşitli oluşumlar üretiyorlar. Bu olumlu bir adım ise de, şu birkaç soru cevaplan(a)madığı takdirde olumlu sonuç vermek bir yana, üçüncü gruptaki kişilerin –başta zaman olmak üzere- kıt kaynaklarını tüketmek gibi bir tehlikesi vardır. Ayrıca da, üçüncü grup dışındaki geniş toplum kesimlerinin olası desteklerinin ve ümitlerinin tükenmesi gibi de bir riski mevcuttur. Bu durumda sorulması gereken birkaç soru şunlardır:

    1. “Ne” yapılmak isteniliyor? (girişimin vizyonu)
    2. O yapılmak istenilen “niçin” yapılmak isteniliyor? (girişimin misyonu)
    3. Yapılmak istenilen, ne pahasına yapılmak isteniliyor? (girişimin öz-değerleri) VE
    4. Yapılmak istenilenin, hangi “Fraktal Çözüm Elementleri[1]” kullanılarak gerçekleştirilmesi öngörülüyor?

    Karşı karşıya bulunduğumuz sorunları bir defada, bütünüyle ve de şimdi çözmenin (hatta anlamanın) neredeyse imkansız olduğu düşünüldüğünde, bu dört soruya cevap aramadan sorunlarımıza çözümler arayanları bekleyen tuzaklar kolayca görülebilir.

    İlk üç soru, cevapları sinirlendirici derecede kolay görünüşlüdür. Ama eğer her anlama gelebilen (joker gibi) ifadeler kullanılmazsa cevaplamak oldukça güçtür. Örneğin, “ülkeyi sarmış bulunan irrasyonel akıl yürütme salgını”, çözülmek istenilen bir sorun olarak ele alınır ve birinci soru olan (“Ne” yapmak isteniliyor?) sorusu sorulursa şöyle cevaplar alınacağı neredeyse garantidir: “ülkemizi karanlıktan kurtarmak”, “X veya Y partisini iktidara getirmek ya da indirmek”, “Yüzümüzü tekrar Batı’ya çevirmek” vb. Halbuki bu yanıtların hiçbiri işe yarar değildir; tanımsız kavramlara dayalıdır ya da kök-sorun olmayan sorunların çözümlerine yöneliktir; her cevap seçeneği joker gibidir, her yere uyar.

    Sorulan “Ne yapılmak isteniliyor?” sorusuna karşı verilebilecek iyi bir yanıt örneğin şöyle olabilirdi: Nedensel (rasyonel) ve eleştirel (kritik) düşünme türlerinin, başta devlet yönetimi olmak üzere, kamu, özel ve gönüllü kuruluşların kararlarına egemen kılınması.

    İkinci ve üçüncü sorular “Niçin yapılmak isteniliyor?” ve “Ne pahasına yapılmak isteniliyor?” soruları da benzer biçimde iyi düşünülerek, kolay yanıtlardan kaçınılarak yanıtlanmalıdır.

    Üzerinde durulmak istenilen esas soru olan “Hangi Fraktal Çözüm Elementleri (FÇE) kullanılarak çözüm öngörülüyor?”a gelince.. FÇE’nin bir sorun çözme yaklaşımı olarak öne sürülmesinin nedeni, yazının başlangıcında değinilen üç toplum kesiminden sonuncusunun –ki onlara toplum yararına adanmışlar da denilebilir- bir ortak özelliğidir.

    O özellik, yapabilecekleri katkının sınırlı oluşu, basit oluşu ve en önemlisi de çözülmek istenilen kompleks sorunun tekrarlı yapı taşlarından oluşudur. Bu üstün özelliğine karşı FÇE’nin iki de dezavantajı mevcuttur:

    (1) Kompleks yapının, bu küçük yapı taşlarından örülmesi halinde geçecek zaman süresinin, toplumun sabrederek katkılarını sürdürmesine yeterli olamama ihtimali,

    (2) Çözülmek istenen sorun’un kendi kendini büyütme hızının, Fraktal Çözüm Elementleri’nin birleşerek tüm sorunu küçültmeye başlaması hızından daha büyük olup, durumun giderek daha kötüleşmesi.

    Bunlardan birincisine karşı koymak nispeten kolaydır. Eğer, çözüm peşinde olanlar FÇE’nin doğasını anlamışlarsa, geçecek sürenin uzun olacağını peşinen kabul etmişler demektir.

    İkinci olası sorun daha güçtür. Bu tür süreçlerin nihai aşamalarına doğru “kaba kuvvet egemenliği” arttıkça, toplum kurumlarının düzenleyici etkileri giderek etkisizleşmeye başlar. Bu bir negatif sarmaldır. Hukuk hak’ka değil güçlüye hizmet etmeye başladığı anda, genel olarak hukuka ve onun yaptırım aracı olan adalet sistemine güvenmeye devam eden sıradan çoğunluk sessiz kalırken, diğer kesim yol alır ve bu bir çığ etkisi oluşturur.

    Bu olasılık ister istemez tek çözüm yolu dayatır: Zamanın her bir saniyesini etkili kullanarak bu negatif sarmal içine girmemeye özen göstermek ve aynı zamanda, çeşitli FÇE arasından en etkili, en çabuk yaygınlaşabilenleri seçmek. Bu ise, üçüncü kategori olarak nitelenenlerin, aralarındaki iletişimi , dolayısıyla da dayanışmayı –o ana kadar hiç yapmadıkları ölçüde- etkilileştirmeleridir.

    Çeşitli FÇE örnekleri..

    1)      Eğer … ise … dir:

    Çeşitli hüküm (yargı) ifade eden cümlelerin başlarına eklenebilecek (eğer … ise) şeklindeki ön koşul ifadeleri yerleştirilmesini kalıcı bir beceri haline getirebilmek. Yazıp söylediklerinin ve de dinleyip okuduklarının mutlak doğrular olduğuna inanan insanlar yerine, her yargının mutlaka ön koşulları olacağını bilinci verilmesi.

    2)      “Zilsiz Okul”:

    Bağımsız düşünebilen ve hareket edebilen kişiler yetiştirmek bir okulun misyonu (varlık nedeni) ya da misyonlarından başlıcası olmalıdır. O halde ders başlangıç ve bitişlerini haber vermede kullanılan “zil” ise, bütün masum görünüşüne karşın, bağımsız birey yerine “sürüye ait kişi” koşullandırmasına yol açmaktadır.

    Bunun yerine -hangi yaşta olursa olsun- öğretmen ve öğrencilerin (ya da öğrenci gruplarının) kendi aralarında farklı saatlerde randevulaşıp sınıf ya da bir başka ders yapılacak yerde buluşmaları esas olmalıdır. Böylece bir yandan bağımsız birey yetiştirme desteklenirken, bir yandan zamana sadakat, bir yandan da başkalarının meşgul olduğu saatlerde onları rahatsız etmemek gibi bir alışkanlık kazanılmasına yol açılmış olur.

    3)      Gözetimsiz sınavlar (Onur sistemi):

    Sınavda kopya almak ve vermek hırsızlıktır ve sizler bu hırsızlığı yapmayacak düzeyde onur sahibi çocuklarsınız. Yarınlarda sizlere bu ülkenin birçok imkanını hiçbir gözetim olmaksızın, yalnızca onurlarınıza güvenerek teslim edeceğiz. Bu nedenle şimdi sizi sorularınızla baş başa bırakıyorum. Sizlere güveniyorum ve bu güvenimi kötüye kullanmayacağınıza inanıyorum. Hepinize şimdiden teşekkür ediyorum, hepinizi böyle bir hırsızlığa tenezzül etmediğiniz için kutluyorum ve hepinize başarılar diliyorum!”

    demek yerine;

    Sizler güvenilmez çocuklarsınız, aynı zamanda da uzun vadeli çıkarlarınızı düşünemeyecek kadar da akılsızsınız. Sizleri kendi başınıza bıraksak hepiniz ya kopya alır ya da verirsiniz; çünkü̈ sizler potansiyel hırsızlarsınız. Ama ben buna izin vermeyeceğim. Şimdilik hırsızlık yapmanıza izin yok, ama ileride gözetim olmadığında, onurunuza teslim edilecek imkanları çalabilirsiniz!”

    mesajı çocukların gözlerinin içine baka baka verilir.

    Tüm sınavlarda, %99 öğretmen tarafından uygulanan bir yöntemle, yaşamının etkilenmeye en açık döneminde “sen güvenilmez bir kişisin” mesajıyla beyni yıkanan çocuk ve gençlerimizin, erişkin hale geldiğinde niçin türlü eğrilikler yaptığının bu açıklamasını anlayabilen öğretmenler, okul idareleri, veliler ve nihayet öğrenciler, bilmeden yaptıklarının ne anlama geldiğini düşünmeli, ve bu yanlıştan dönmelidirler.

    4)      Yabancı dil eğitimi:

    Bir yabancı, pek kimsenin söylemediği bir gerçeği şöyle dile getirmişti: “Biz normal bir ticari, siyasi ya da diplomatik müzakerede sizin anlayacağınız kadar basit bir dille konuşuruz. Sizin dilinizde yaklaşık yüzbin, bizimkinde ise beşyüzbin sözcük ve kavram var. Dolayısıyla bizim, sizin gibi konuşmamız mümkündür. Ama siz bizim gibi konuşamazsınız, .Çünkü dilinizde olmayan kavramları kullanmanız imkansızdır. Müzakere bizim çıkarlarımızın tehlikeye düşeceği bir noktaya gelirse biz öyle bir dil kullanmaya başlarız ki siz anlayamazsınız, ama anlamadığınızı da söyleyemezsiniz. İşte bizim size karşı en büyük üstünlüğümüz dilimizdir..”

    Bir Batılı kamu görevlisi, uzun süreli görev için gittiği ülkenin dilini gayet süratle öğrenebilmektedir. Biz ise yıllarca yabancı dil eğitimi yaptırdığımız çocuklarımıza bunu öğretemiyoruz. O halde bu işte bir yanlışlık vardır. Uluslararası müzakerelerde kırık dökük yabancı diliyle hamaset yapan insanlar yerine diline hakim insanlar yetiştirmek, bugün için bir teknik sorundur ve teknik eğitim veren üniversitelerimizde böylesi bölümlerin açılması büyük imkanlar gerektirmemektedir.

    5)      Sorunları sorulara çevirerek anlaşılabilirliğini, dolayısıyla da çözülebilirliğini artırmak:

    Karmaşık sorunları çözmek güçtür; çünkü öncelikle onları anlamak güçtür. O halde sorunları çözmeye girişmeden önce onların iyi anlaşılması sağlanmalıdır. Sorunların anlaşılabilirliklerinin artırılmasının bir yolu da önce onların sorulara çevrilmesidir. O halde doğru soruların sorulma becerisinin yaygınlaştırılması, sorun çözme kabiliyetinin de artmasına yol açar. Bu beceri sadece toplumsal açıdan değil, bireysel ve kurumsal, hatta ailevi sorunların çözümlenmesi açısından da önemlidir.

    6)      Bireylerin kavram dağarcıklarının zenginleştirilmesi:

    Sorunları çözebilme yeteneğimiz, kavram dağarcığımızın zenginliği ve de onları kullanabilme becerilerimizle doğru orantılıdır. Düşünsel yapı taşları denilebilecek kavramları içselleştirmiş kişilerin sorunları daha iyi analiz edebilecekleri, onlar için yaratıcı çözümler geliştirebilecekleri doğaldır.

    7)      Öğrenmeyi öğrenme:

    Her sorun’un çözümünün eğitime, eğitimin de okul ve öğretmene bağlandığı; böylece kısıtlı okul ve öğretmen sayısı nedeniyle kısır döngüye düştüğü için bir türlü gerçekleşemeyen; üstüne üstlük eğitimin de siyasal mekanızma tarafından ideolojik amaca oturtulan eğitim, “öğrenmeyi öğrenen kişiler” tarafından gerçekleştirilebilir.

    Böylece, ihtiyaçları ve giderilme biçimleri kendi dışındaki kişilere bırakılarak birey olma özelliği reddedilen insanlar, ihtiyaçlarını kendilerini belirleyip, kendileri öğrenme yoluyla giderebilirler. Sen kendi başına öğrenemezsin koşullanmasını yıkabilecek olumlu örneklerle karşılaştırılacak kişiler, bu yolla istihdam sorunlarına da daha işe yarar çözümler üretebileceklerdir.

    8)      Yargıları askıya almak( deferred judgement):

    Bu kavram basit ama son derece yaratıcı bir buluştur denilebilir. Çünkü, dogmatik yargıların sorgulanması karşısındaki en önemli engel durumundaki sorgulanan yargıya duyulan saygı ve inancın sorgulama sürecinden zarar göreceği şeklindeki korku, dogmatik yargı bir süreliğine askıya alınarak aşılabilir; askıya alınan yargı ise, sorgulama sonunda tekrar “askıdan” indirilir.

    9)      “iyi”lerin Örgütlenmesine Destek Olunması:

    Yaşamın her alanında, o alandaki işlerini “iyi” yapan, bir de onlarla haksız rekabet ederek topluma zarar veren kişiler / kurumlar nitelik_dagilimişeklinde tanımlanabilecek iki uç kesim var. Bu uçların arasında ise, “uçlardakini olabildiğince taklit eden” iki kesm ve ortada da zaman zaman kesimlerden birisine yanaşan kalabalık bir “sıradan çoğunluk” yer alıyor.

    İş, siyaset, sanat ve akla gelebilecek tüm yaşam alanlarında “haksız rekabet” yaratan kesimlere karşı mücadelede alışılmış araç, o kesimlerin cezalarla caydırılması / yola getirilmesi biçimindeyse de bunun çok da bir dereceye kadar işe yaradığı biliniyor.

    Dağılımın tam aksi yanında ise “iyi”ler sadece var olduklarının kabulünü ve tutumlarının -gündelik dille- enayi olmadıklarının teslimini bekliyor.

    Topluma rol model olarak sunularak, gerek sıradan çoğunluk gerekse diğer kesimler yoluyla bir sosyal baskı ortamının yaratılması için yapılması gereken ise “iyilerin örgütlenmesine destek olunması”ndan ibarettir.

    İyi yapılacak bir örgütleme, çeşitli kesimler arasında viral yolla kendini çoğaltabilecek bir fraktal çözüm elementidir.

    10)      Ve en etkili FÇE!

    Bildiğimiz ya da bildiğimizi zannettiğimiz her konu, o alandaki bilgi ile aramıza aşılmaz bir duvar örer. Bu duvar tarafımızdan örüldüğü gibi yine ancak tarafımızdan yıkılabilir.

    Bildiğimiz, inandığımız her şeyin, ama her şeyin doğruluğunun koşullara bağlı olduğunu, doğruların göreceli olduğunu bilen, doğru bildikleri için ölen ve öldüren değil, gerçekler ve doğruları sürekli merak ederek yaşayan ve yaşatan insanlara ihtiyaç var. Bunun için inançlarını sorgulama ve böylece daha sağlam kavrayışlara kavuşma alışkanlığının, her yaşam alanında çoğalmasına çaba harcanmalıdır.

    21 Ekim 2015  (Rev. 3)

     

    [1] Fraktal Çözüm Elementi, tekrarlandığında kendisinden daha karmaşık (kompleks) çözümler oluşturulabilen elemanter bir çözümdür. Örneğin, “çeşitli hüküm (yargı) ifade eden cümlelerin başlarına eklenebilecek (eğer … ise) şeklindeki ön koşul ifadeleri” birer Fraktal Çözüm Elementi’dir. Yaşamlarımız içinde ne denli çok hüküm cümlesi kurduğumuza ve bunların çoğunun ön koşullarının dikkate alınmadığına ve bunun da dönerek çoğu anlaşmazlığın kaynağı olduğuna dikkat edilirse, “anlaşmazlıkların azaltılması” gibi kompleks bir soruna bu yolla yaklaşımın değeri ortaya çıkacaktır.

  • Sorun Çözen Aslında Ne Yapar?

    Herhangi bir sorun ile uğraşırken aslında ne yaparız?

    –       “Sorunu çözmeye çalışırız”

    –       “Soruna yol açan nedenleri yok etmeye çalışırız”

    –       “Sorunun bir daha tekrarlanmaması için….”

    Bunlar değil mi?

    Hayır. Bunlardan en az birisini yaparız ama, bunlar “en temelde” yaptığımız iş değildir. En temelde, söz konusu sorundan zarar gören (ya da görecek olan) “şey”in kırılganlığını (ya da kırığı) tamir ederiz.

    –       Bir hakarete maruz kaldığımızda “kırılan şey” onurumuz,

    –       Fiziki bir saldırı halinde bedenimiz (ya da bir parçası),

    –       İşimizi kaybettiğimizde gelir-gider dengemiz,

    –       Terör saldırısında ise onurumuz, canımız, malımız vb’dir.

    Bu “şey”ler ile ilgili yaptıklarımız ise farklı görünmelerine rağmen hep aynıdır: Her birinde, o şeylerin kırılganlığını onarmaya “çalışırız”.

    Ne kadar onarırız? sorusunun cevabı ise, kırılmanın yol açtığı acı, katlanabileceğimiz bir düzeye indirilene kadar; yani o “şey” tam eskisi kadar sağlam (kırıksız) olana kadar değil.

    Bunun nedeni, söz konusu onarımlar konusundaki idraklerimizin sınırlı oluşudur. Böylece, zaman içinde “kısmen onarılan” kırıklardan geriye kalan “onarıl(a)mamışlıklar” bir yaşam yükü, yaşam sevinci azalması formunda birikir.

    Bu sürecin ilginç sonuçlarından birisi de, farklı “şey”lerin onarıl(a)mamış kırıklarının oluşturduğu bileşke’nin, bu defa her bir “şey”in kırılganlığını artırması, bunun da dönerek hem yaşam sevincini durduk yerde azaltması, hem de tek tek ve bütün olarak “şey”leri onarabilme kabiliyetini azaltmasıdır.

    Ama iş bununla da bitmez: Onarım kabiliyetinin azalması, doğanın en temel yasası olan “güçlünün zayıfı yeme” güdüsünü harekete geçirir ve kırılganlığı istismar etme tehditlerini ortaya çıkarır[1].

    Gerek birey, gerek kurumlar, gerekse toplumların “şeyleri onarabilme” kabiliyetine verilebilecek bir ad Sorun Çözme Kabiliyeti’dir (SÇK).

    SÇK’nin en beklenmedik özelliği, tek tek “şey”ler için söz konusu olan SÇK’nin birleşerek oluşturduğu bileşik SÇK’nin, o tek tek SÇK’ne bağımsız birer girdi olarak katılıp onları artırıp azaltabilmesidir.

    Örneğin, çeşitli konulardaki SÇK ortalama düzeydeki bir bireyin kritik bir konudaki SÇK’nin düşük (ya da yüksek) olması, o kişinin bütünsel SÇK’ni düşürür (ya da yükseltir). Birçok açıdan nadir özelliklere sahip kişilerin, genelde düşük SÇK’ne sahip olmalarının nedeni budur.

    Bir diğer örnek olarak, teker teker sorun çözme kabiliyetleri ortalama düzeydeki bireylerden oluşan bir kurumda, üst yönetim kalitesi düşük ise, bunların bileşkesinden oluşan kurumsal SÇK, dönerek bireylerin SÇK’ni etkileyerek onların SÇK’ni daha da düşürür.

    Bunun tam aksi de mümkündür; aynı kurumda yüksek düzeyli SÇK’ne sahip bir üst yönetim nedeniyle, ortalama bireyler toplu olarak daha yüksek bir SÇK’ne sahip kurum oluşturabilirler. Birey ve kurumlar için

    Toplumları oluşturan bireylerin SÇK’nin istatistiksel dağılımı, çoğunun gündelik yaşam sorunlarıyla boğuşmaktan başkaca konulara zaman ve enerji ayıramadığını gösteriyor. Ama toplumların küçük de olsa bir bölümü bir şekilde bu sınırlamaları aşabiliyor. Toplumları yönetmeye talip olmaları gerekenler de onlar olmalıdırlar.

    Devletler, gündelik yaşam sorunlarını devlet imkanları yoluyla çözme amacındaki insanlarca yönetilemeyeceğine göre, o insanların Sorun Çözme Kabiliyeti kavramının farkında olmaları beklenir. Bu insanlar bu önemli kavramı içselleştirmiş ve SÇK’ni zayıflatan ve güçlendiren öğeleri anlamış; SÇK’ni oluşturan öğelerle o öğelerin bileşkesi arasındaki –heyecan verici- geri-besleme ilişkisini kavramış olmalıdırlar.

    Kısacası; hepimiz birer “kırık tamircisi”yiz. Kırıkları uyduruk –ve her an tekrar kırılabilecek- yöntemlerle onarmak ve böylece henüz kırılmamış “şey”leri de tehdit edebilecek zafiyetleri özendirmek yerine bu mekanizmayı “tam” anlamak zorundayız.

    Söz konusu “tam anlayış” için yararlı bir araç doğru sorular sormak olabilir. Örneğin, “ben ne yapıyorum?”, “bunu niçin yapıyorum?”, “yaptıklarım benim / kurumun / toplumun / devlet örgütünün SÇK’ni nasıl etkiliyor?” gibi sorular iyidir.

    İyidir ama bir şartla: Çevresindeki, onu evrenden izole eden görünmez cam duvarı kırarak.

    O kalın cam duvarlı hapishane ne midir? Bildiklerinin doğruluğundan emin olmak!

    Eğer tüm ceza yasaları kaldırılacak ve bir tanesi kalacak olsa, o “biliyorum” tavrı için; eğer tek ödül kalacaksa o da “anlamak istiyorum” tavrı için olmalıdır.

    26 Eylül 2015

     

    [1] İstismar tehditlerinin ne amaçla ortaya çıktığı http://bit.ly/1wUOojv adresinde açıklanmaktadır.

  • Ölüm & ölüm!

    Leyla Zana’nın, tırmanan terör nedeniyle ölüm orucuna yatacağını duyurması, yaşamlarımızın hep ölüm ile çevrelendiğini, hedeflerin yaşamakla değil hep ölüm ile tanımlandığı olgusunu ortaya koyuyor.

    “Kefenli siyaset”, “şehit olma arzusu”, “çocuğunu askere şehitlik temennisiyle yollama töresi”, “yaşayıp yüceltmek yerine vatan için ölmek, öldürmek”, “ölümleri durdurmak için bile kendini öldürmek”le tehdit etmek, ölüm’ün aksi düşünülemez bir sorun çözme aracı haline geldiğini gösteriyor.

    Her canlı için zaten kaçınılmaz bir son olan ölümü elden geldiğince geciktirip yaşam için çaba harcamak yerine, bu sonu öne çekmeye çalışmak psikolojisinin bu denli yaygınlaşması ne anlama geliyor? Bu bir toplumsal çıldırma hali mi?

    Ne olup bittiğini ve de bunların niçin olduğunu birlikte anlamaya çalışmak, olaylar içindeki kurguları birlikte bozup yaşamak yerine, ölmeyi, öldürmeyi, yakmayı, insan toplulukları arasındaki bağları koparmayı; bütün bunları da kafasındaki tek doğrular uğruna bu denli içselleştirmek “normal” sayılabilir mi?

    Özgürlüğü, refahı mutluluğu, kendinin ya da başkalarının ölümünde arayanların çoğu, bir an durup düşünebilecek akıl sağlığından yoksun olabilirler. Peki az da olsa, akıl sağlığını kaybetmemiş, ölüm değil yaşam tarafında olanlar, birbirlerinin kimliklerine bakmaksızın yenilikçi bir sorun çözme aracı ortaya koyamazlar mı?

    Yıllardır bu toplumu inanan-inanmayan, Alevi-Sünni, bunlar-onlar, Arap-Kürt-Türk diye kategorize edenlerin dolduruşuna gelmeden sağduyusunu koruyabilmiş, tüm varlıklar arasında fark gözetmeden onları bir’in parçaları saymayı idrak etmiş kişiler yenilikçi (inovatif) araçlar geliştiremezler mi?

    Kuşkusuz bunu yapabilirler; eğer yaşamayı seçtiler ise bunu yapmalılar da.

    Örneğin, 2010 yılının Şubat, Nisan ve Kasım aylarında, Kürt Sorunu adı verilen sorunun çeşitli taraflarının radikal sayılabilecek uçlarını da kapsayan yaklaşık 40’ar kişinin katıldığı üç Soru Konferansı’nın birincisinde (bkz. http://bit.ly/1Mbb4lr), katılımcılara şöyle bir soru sorulmuştu: “Her sorun aslında bir dizi “istenen” ve “istenmeyen” şeklinde tanımlanabilir. Buna göre, tüm katılımcıların üzerinde uzlaşabilecekleri, yine Kürt Sorunu bağlamında en önemli toplam 10 adet istenen / istenmeyen sizce nelerdir?”

    Katılımcılar bu soruya 18 başlık altında toplam 144 cevap üretmişler, sonra da 5 ayrı çalışma grubu bu istenen / istenmeyenleri aralarında tartışıp, sonunda da grup uzlaşıları arasında genel uzlaşı tartışması yapıp şu 6 sonuçta birleşmişlerdir:

    1. Modern, demokratik standartlara dayalı -yeni bir anayasa da dahil- toplumsal bir sözleşme
    2. Şiddetin, siyaset araci olarak kullanilmaması
    3. Kürt dilinin öğrenilmesi, eğitimde kullanılması, geliştirilmesinin, yurttaşların hakkı ve devletin görevi olması
    4. Genel siyasi af
    5. Yönetimde yerindenlik ilkesinin benimsenmesi
    6. Demokratik açılım girişimlerinin, ihtiyaca cevap verecek şekilde yeniden düzenlenip, desteklenmesi

    Bunlara bakıldığında, 2010 yılı Türkiye’sinde, sorun’un “ölüm dışı” araçlarla çözülebileceğinde uzlaşmış, her biri bir kesimin kanaat önderi sayılabilecek insanların bulunduğu görülüyor.

    Buradan çeşitli başka sonuçlar da çıkarılabilir. Bunların en önemlilerinden birisi de, söz konusu sorun’un bu denli bir şiddet sarmalına dönüştürülmesinin altında yatan nedenin, etnik haklar olmadığı; Sorun Çözme Kabiliyeti’nde ciddi zafiyetler bulunan bir toplumun “İstismara Açık Alan”ları (bkz. http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram) yoluyla, sahip olduğu değerlerin, daha güçlü toplumlara transfer edilmesi sürecinin saf insanlarca farkına varılmaması için çıkarılan gürültüler olduğudur (bkz. http://bit.ly/1wUOojv).

    Bir etnik azınlığın özerklik talebinin dışa vurumu olarak anlaşılagelen bu sorun’un, yürüyüş yaparak “bakın ne kadar kalabalığız” mesajıyla ya da esnafa, dükkanlarına asılmak üzere dağıtılan “kahrolsun terör yaşasın birliğimiz” gibisinden sloganlarla çözülmesinin mümkün olmadığını; bu önlemlerin(!) hiçbirisinin, kök sorun ile ilgisi olmadığını “anlamak” gerekiyor.

    Anlamak ya da en azından anlamaya çalışmak, şiddete karşı en etkili –ama nisbeten uzun erimli- çaredir. Ama bu çarenin karşısında ise Türkiye’nin değerlerini sömürerek kendi refah taleplerini karşılamak isteyen toplumlar (yani onların kurumları) değil, bizzat kendi toplumumuzun insanları duruyor.

    Çünkü şiddetin kök-nedenlerini anlamak için, herkesin kendi ideolojik bagajlarını, daha düz Türkçe ile kendi bağlı bulunduğu ve doğruluğundan kuşku duymadığı değer yargılarını –kısa bir süreliğine- bir kenara bırakması ve zihninde doğacak netlik ortamında sorular sorması, cevaplarını da benzer netliğe ulaşma cesaretini gösterebilenlerle yardımlaşarak ortak-akıl yoluyla araması gerekiyor. Kısacası, şu an için en az ihtiyacımız olan şey, doğruluğundan kuşkulanmadığımız yargılarımızdır.

    Gerçekçi olmak gerekirse, toplumu oluşturan milyonlarca insanın böylesi bir zihinsel duruluğa erişmesi beklenemez. Yaşam kavgasında varlığını sürdürmeyi bir partiye yandaş olmakta bulmuş milyonlarca insan var. Kendisinden istenen birkaç doğruya ölesiye (ve öldüresiye) bağlı bu insanlar, bu doğruları sorgulayamazlar.

    Ama, yaşamını daha özgürce kazanabilen –daha az da olsa- milyonlar var. Bu insanların ağızları, özgürlük sözcükleri ile dolu olsa da, uğruna ölümü bile göze alabilecekleri çocuklarının, en basit yargıları daha sorgulayamayacak şekilde zihinlerinin iğdiş edilmesine (ezber yani sorgulanamazlığı kast ediyorum) hiç sesleri çıkmıyor. Böylece yetişen insanlar özgür olabilirler mi? Özgür bireyler olarak yaşamak isteyen, en azından çocuklarının öyle yaşamasını isteyen insanlar, sorgulanamazlık karşısında bir rahatsızlık duymazlar mı?

    Bir diğer örnek, “anlama” olgusunun karşısındaki bir diğer “yasak kavram” ile ilgilidir. Bu yasak vizyon kavramıdır.

    Cumhuriyetin 100ncü yılı için, anlı şanlı kurumlarımızın ortak çalışması ile bulunan vizyon, http://bit.ly/1igSCxt adresindeki, veli tarafından yapılmış ilkokul ödevi nitelikli laf kalabalığıdır. Bunu yapıp topluma ilan eden insanlar vizyonun ne olduğu konusunda basit bir araştırma dahi yapmayı akıl edememişlerdir[1].

    Tüm toplumu heyecanlandıracak, herkesin, içinde kendisine bir yer bulabildiği, uğruna çaba harcamaya değer bulduğu bir vizyon bulunamamış, 500 milyar dolar ihracat gibi garip bir hedef bulunmuştur (zaten o da yanlıştır ve olsa olsa “yüksek katma değerli 500 milyar dolar ihracat” olabilirdi).

    Şiddete karşı en etkili –ve yine uzunca erimli- bir araç, hangi görüşten olursa olsun en azından birey olarak yaşamak isteyenleri sarmalayıp şiddeti desteklemekten uzaklaştırabilecek bir vizyon’dur. Siyasi partilerimizin yöneticileri böylesi bir anlayıştan yoksundurlar, ama ne yazık ki bu değerli kavram ne bireyler ne de kurumlarımız için (%99u diyelim) anlaşılmaya çalışılan bir kavram olamamıştır. İnanmayanlar, Türkiye’nin en büyük 10,000 firmasının web sitelerine baksınlar.

    Bunları pratik (ne demekse) bulmayanlar, şiddeti hemen ve burada (bkz. http://wp.me/p2t6mi-1PH) durdurmak isteyenler için en kullanışlı araç ise sonuçları bizzat deneyimlemek gibi görünüyor. Bunda bir yanlışlık yoktur.

    16 Eylül 2015

     

     

     

    [1] http://bit.ly/1KmEAkd adresindeki basit örnekler bile, bu konudaki yetersizliği gösteriyor.

     

  • “Emperyalizm”in başlıca kök-nedeni: Ezber geleneği!

    İnternet’ten gelen ve bir akademisyenin yazdığı belirtilen “A.B.D.nin Karanlık Tarihi” başlıklı bir yazı, kuzey Amerika topraklarının ele geçirilişinden başlayıp Suriye, IŞİD meselesine kadarki geçmişte A.B.D.nin oynadığı çoğu zalimce rolleri popüler bir dille anlatıyor.

    Benzer yazı, anlatı, kitap, internet mesajları vb. birikimleri zihnimde bir araya getirince ilginç bir nokta dikkatimi çekti. Bunların neredeyse tamamında anlatılanlar –bir bölümü dayanaksız, duygusal, kişilerin kendilerinden menkul olsa da- çoğu toplumsal sorunların kaynağı olarak “emperyalizm”i gösteriyor.

    Birikimleri gözden geçirince ikinci dikkatimi çeken ise, her sorunun getirilip emperyalizm’e, çözümlerinin de emperyalizm ile mücadele’ye dayandırılması ve katiyetle bir adım daha ileri gidilmeyip bu meşum olgunun sorgulanmaz (ezber[1]) oluşu, zihnimde emperyalizm = Tanrı eşitliğinin oluşmasına sürükledi.

    Madem ki kavram olarak Tanrı da kendinin nedeni ve sonucudur, öncülü yoktur, bu kadar insan ağızbirliği etmişçesine emperyalizmi nihai suçlu gösterdiğine göre, onun da tanrısal bir niteliği var demektir.

    Emperyalizm, üstünde yatılacak yastık olamaz!

    Bir zamanlar bir meslek ağabeyim, yaptığımız hataları geçiştirmek için özür dileme enstrümanını keşfettiğimizi görünce, “özür, üstünde yatılacak bir yastık değildir; önce, tekrarlamamayı güvence altına alacaksınız sonra da bir cila olarak özür dileyebilirsiniz” demişti. Emperyalizm de her melanetin ihale edileceği, sonra da yapılanların yapılmaya devam edilip sonuçlarının yine aynı yere fatura edileceği bir yastık olamaz. Eğer bu bir uyanıklık değilse –ki çoğu kimsenin bu amaçla kullandığını düşünüyorum- mutlaka bir aymazlık boyutu vardır.

    Aslında biraz düşünülürse, tamamen soyut bir kavramı suçlu ilan edip savaş açmanın, bedava kahramanlık için çok da uygun bir araç olduğu görülecektir.

    Önce adlandırmayı doğru yapalım: Sömürü!

    Emperyalizme fatura edilen ne varsa “sömürü” kavramıyla açıklanabilir. Sömürü ise son derece somuttur ve “değer transferi” denilen olgunun ta kendisidir.

    –     Maslow ihtiyaçlar piramidinin her basamağındaki kişiler, bir üst ihtiyaç basamağına tırmanmak ister. Ender haller haricinde bu eğilim insan türünün ortak bir özelliğidir denilebilir.

    –     Herhangi bir –somut ya da soyut- ihtiyacın giderilmesi, mutlaka bir enerji harcamayı gerektirir. Çünkü her şey:

    1. Ya doğrudan bir enerji (güneş),
    2. Ya güneş yoluyla doğrudan üretilenler (bitki, odun, kömür, petrol, gaz, madenler),
    3. Ya bu ilk ikisi kullanılarak elde edilmiş daha karmaşık bileşik ürünler (bina, alet, makine),
    4. Ya da bunların tümü kullanılarak üretilmiş daha karmaşık ürünler (bilgi, beceri, ar-ge)

    dir[2]. Bunların tümüne bir ad vermek gerekirse en uygun isim “değer”dir[3].

    –     Maslow’un her ihtiyaç basamağı, bir alt basamaktakinden daha fazla enerji (ve/ya türevine) ihtiyaç gösterir. Örneğin, üzeri ağaç dallarıyla kaplı bir barınak sahibi insanlar, üstü akmayan –mesela kamış paketlerinden yapılmış- çatıya sahip barınağı nispeten daha kolay elde ederken, vahşi hayvanlara karşı daha korunaklı taş duvarlı bir ev yapmak daha fazla enerji gerektirir.

    –     Toplumlar, yukarda sıralanan 4 kategorideki enerji (ve türevleri) kaynaklarına bütünüyle sahip değillerdir. Çünkü, sahip oldukları enerji ve türevleri arttıkça, o toplumdaki insanlar da daha üst ihtiyaç basamaklarına tırmanmak istemekte, kendilerini yönetenlerin üzerinde başa çıkılamaz bir baskı kurmaktadırlar.

    –     Bu baskıların kaçınılmaz iki sonucundan birisi, bir toplumu oluşturan çeşitli kesimler arasında, söz konusu enerji ve türevlerinin birbirilerinden transferi çatışmalarıdır. Sınıf çatışmalarının, toplum içi sömürülerin başlıca nedeni budur.

    Diğer sonuç ise, ihtiyaç duyulan enerji ve türevlerinin, başka toplumlardan ya barışçıl yollarla (ticaret gibi) ya daha az barışçıl yollarla (sömürü yoluyla) ya da zorla (işgaller, savaşlar yoluyla) transfer edilmesidir[4].

    –     Bir toplum ortalama olarak ihtiyaçlar piramidinde ne kadar yukarılara tırmanmış ise (kalkınmış, gelişmiş) ise, daha üstlere tırmanmak için toplumdaki arzu o kadar fazla, bu ek tırmanışa karşılık gelen enerji ve dolayısıyla da transfer etmek ihtiyacında olacağı enerji ve türevi o kadar büyük olacaktır. Bu ise, barışçıl-az barışçıl-saldırgan araçların tümünün birden sonuna kadar kullanılması demektir. Nitekim bugün fiilen olan da budur.

    –     Buradaki kritik kavram, her iki halde de geçerli olan yöntemin “değer transferi” olduğudur. İnsanlığın ilk çağlarından bugüne kadar çatışmaların büyük çoğunluğunun nedeni “değer transferi” olgusudur.

    –     Bu mekanizmayı anlamaya çalışmak yerine, emperyalizm, kapitalizm gibi “değer transferi” yöntemlerinden ya da bu yöntemleri kullanan X, Y, Z gibi ülkelerden yakınmak, ilkel kabilelerin gök gürültüsüne karşı keçi kurban etmeleri kadar etkilidir. Yapılması gereken “sorgulamak yoluyla anlamak” ve “gereğini yapmak”tır.

    İkinci adım: Sömürmek için sömürülecek birileri lazım!

    Böylece açıklanan “sömürü” olgusu kendi kendinin sebebi (Tanrı gibi) değildir; tam aksine bir neden dolayısıyla ortaya çıkar ve sonrasında da o neden ile birlikte sürekli olarak birbirlerini üretirler (yumurta ve tavuk arasındaki döngüsellik gibi).

    “O neden” sorun çözme kabiliyeti yetersizliğidir!

    Her bakımdan birbirine eşit güçte iki kişi arasında sömürü olamaz; aralarında potansiyel farkı yoktur. Aynen aynı yükseklikteki iki havuzdan birbirlerine su akımı olamayacağı gibi.

    Bu potansiyel eşitliği bozabilecek herhangi bir neden (akıl, bilgi, kurnazlık, acımasızlık, biat, ahlaksızlık, ezber, yaratıcılık vb farkı) dolayısıyla taraflardan birisinin, karşılaştığı sorunları çözmedeki yetersizliği derhal bir “sömürüye açık alan” yaratır. Sömürüye açık alan bir iştah açıcı gibidir ve o ana kadar sorunsuz –hatta dost- birlikte yaşayan iki kişiden göreceli olarak daha yüksek sorun çözebilirliğe sahip olanın sömürme iştahını tahrik eder; teknik olarak, arada bir potansiyel farkı oluşur.

    Bir kural olarak bir kişi ya da bir toplumun çözemediği her sorun, çevresindekiler için birer sömürüye açık alandır. Bu alan, düşük potansiyelli olanın sömürülmesine yol açarken, yüksek potansiyelli olanlar arasında da bir paylaşım kavgasına yol açar. Sevr’e giden yol boyunca bunu bizim kadar somut yaşayan toplum galiba yoktur.

    Bu süreç kin, nefret, beddua, öbür dünyada hesaplaşma vs ile ilgisi olmayan, yer çekimi, rüzgar oluşumu gibi doğal bir olgudur. Tek çaresi ise önce ne olduğunu, niye olduğunu sorgulamak, sonra da yol açan nedenlere karşı araç geliştirmektir.

    O da ne: Ezber sorgulamayı imkansız kılıyor!

    Ezber, sosyal laboratuvarlarda üretilmiş bir virüs ya da kendiliğinden ortaya çıkmış bir mutant olabilir, bunun bir önemi yok; çünkü sonuç değişmiyor. Değişmiyor ve okul dahil tüm kurumların dokuları içine yerleşiyor ve sadece kendisine belletilenleri, söylenenleri yapıp, sonra da ortaya çıkan sonuçlardan yakınıp küfür, kahır, nefret, göğüs yumruklama, övünme, öbür dünyaya havale gibi işe yaramaz –ama enerji tükettirerek doğru işler yapmayı imkansızlaştıran- yollardan medet uman bir zavallılar topluluğu haline getiriyor.

    Evet emperyalizm, ezber’in ta kendisidir!

    Ezber, toplumumuzun sorgulama (dolayısıyla anlama, anlamayı önemseme) yetisini yok eden bir hastalıktır ve sürekli olarak sorun çözebilirlik potansiyelini azaltıp, sömürüye açık alan yaratmaktadır.

    İnanmayanlar, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki bildirgeyi 5 yıl içinde niçin sadece 621 kişinin imzaladığına, her ay siteyi ziyaret eden 50,000e yakın kişinin niçin bu konuya aldırmadığına bakıp şaşabilirler.

    18 Temmuz 2015

     

    [1] Farsça “kalpten” (ez: kalp, yürek, göğüs , ber: -den eki), by heart (İng), par coeur (Fr), Sorgulanmazlık, sorgulanamazlık (Tür)

    [2] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1vI, http://bit.ly/1taV5J3

    [3] Bkz. http://bit.ly/1xa9iuL

    [4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Dd

  • Question Conference®

    ‘Question Conference’ connotes a group of people who have come together with different views to pose questions and provide answers to these questions and consult with each other on controversial issues.

    The definition is as follows: “A method designed to generate the questions likely to express in the best possible fashion the issues for which solutions are required and/or realizing the plans considered to be implemented, and to produce answers to the questions formulated by the collective mind of the stakeholders.”

    The distinctive characteristics of this method are; its objective to transform a given issue into a series of questions (see Right Questions)  and its requirement to provide answers to them in accordance with the correct questioning methods.

    Questions are determined by the participants’ selection from among a set of questions that are generated by brain storming, picked up by workshops and processed in a logical order. Questions determined in this way become explicit and clear and their answers will be to a great extent inherent in them.

    The “solution” on the other hand, is defined as suppression or alleviation of the pain created (due to an undesirable situation) to an acceptable level. This would be an arduous process especially if the issue at hand has multi-stakeholders.The question itself may under such circumstances become almost inexplicable, let alone the actualization of a satisfactory solution. The reason for this is the likely difference in each stakeholder’s own definition of a given term on which he or she will be partial on insisting that the ‘only logical’ core meaning should be his or hers.

    In such similar conditions, the way to proceed will be to break down the issue at hand into a series of questions in order to give a clear account of the matter. Only if we achieve this, we canarrive at a proper solution by way of reconciliation1. This method is what we call the ‘Question Conference’.

    This is the only method that can be relied on in working out a solution for controversial issues.Giving the stakeholders the floor in turn and listening to their interminable and tautological arguments will not avail an agreement although at first glance this may seem like a good idea. As a matter of fact, each argument contains a series of propositions and the responding participants can hardly be expected to be convinced.

    Approach to the majority of issues either social or public, made as has been mentioned here, will give rise to new questions rather than solving the matter in hand (See Chemistry of Problems).

     

    [1] See the related document. 

  • Mesafe tanımadan birlikte sorun çözmek..

    İnternet üzerinden Beyin Fırtınası (e-BF diyelim) yoluyla, birbirinden uzak yüzlerce insan bir konudaki fikirlerini belirtebilir.

    Şirketler, yerel yönetimler, devlet kurumları, merkezi yönetimler, siyasi partiler, kısacası her kurum, bu yolla “çeşitli sorunların çözümü” konusunda yurttaşların fikirlerine başvurabilir.

    Bu eğilim Dünya’da bir çığ gibi yayılıyor.

    Şu adrese tıklayarak bu yoldaki bir egzersize katılabilirsiniz.

    Bu egzersizin sonuçlarına göre, çeşitli sorunlarımız konusunda e-BF’ler düzenlenmesi öngörülüyor. Tek ihtiyaç olan bir bilgisayar ve bir internet bağlantısı.

    Çok mu uçuk geldi?

    Yarınlarda bir norm olabilir.. 🙂

    17 Şubat 2015

  • Sorular beyni geliştirir

    Bugünlerde sosyal medyada dolaşan, ama daha evvelce de bir yabancı yazara[1] referansla ortaya konulan bir bilgi[2] var: 185 ülkelik bir liste içinde Türkiye, Bosna-Hersek, Şili, Hırvatistan ve Kırgızistan ile birlikte 90 puanı paylaşıyor. Bu puanın anlamı, çeşitli grupların karşılaştırmalı bir listesinde[3] verilmiştir.

    Eğitimin çeşitli düzeyleri ya da mesleki kategoriler içinde yüksek IQ’ya sahip kimseler bulunabilir. Bu hemen her yerde –özellikle de Türkiye’de- rastlanan bir durumdur. Koşulları nedeniyle iyi eğitim görememiş ve/ya sıradan meslekler içinde yer alan insanlar her yerde vardır.

    Bir ilke olarak, kişinin elinde olmayan özellikleri / koşulları nedeniyle övülmesi ya da yerilmesi etik açıdan doğru değildir. Ama, kaçırılmadan sorulması gereken soru da şudur: Ne yapıyoruz da böyle oluyoruz?

    Tek bir zeka tanımı (IQ) yerine şimdilik[4] dokuz zeka türünün varlığı kabul edilse de, ortalama bir zekadan söz edilebilir[5].

    Kalıtsal miras, akraba evlilikleri gibi adetlerin zeka düzeyini yakından etkilediği biliniyor. Kültür ve gen etkileşiminin zeka düzeyini etkilemesi ise İkili Kalıtım Kuramı[6] tarafından ortaya konulmuştur. Yoz kültürün biyolojik evrimi kendi yönünde etkilediği, daha yüksek kültürlerin ise evrimi olumlu değiştirdiği bu kuramın tezidir.

    Son yıllarda popüler bir kavram olarak üzerinde konuşulan Öğrenme Devrimi[7], şu iki ilke çevresinde örgülenmektedir: Akıl-beden bağlantısı ve akıl-beyin bağlantısı[8].

    1. Birinci ilke: Öğrenme akademik bir süreç değildir. Bebeklikten itibaren yapılan her türlü bedensel ve zihinsel eylem beyinde yeni bağlantılar geliştirir.
    2. İkinci ilke: Beyinde oluşan her yeni bağlantı, yeni bedensel ve zihinsel eylemleri tetikler. Bu süreç –bir spiral gibi- kendi kendini besler.

    Basit görünüşlü bu ilkeler, gelişkin toplumlardaki okullarda beden eğitimi dersleri ve satranç kulüplerinin niçin ciddiye alındığının nedenidir.

    En az beden eğitimi ve satranç kadar, açıklanan bu spiral süreci olumlu yönde etkileyen bir öğe de “merak” ve onun ikiz kardeşi “soru”dur.

    Her ne amaçla olursa olsun “merak” ve onu tatmin edilebilmek için başvurulan “sorular”, cevap bulabilmek yolunda zihinsel ve/ya bedensel eylemleri tetikler; böylece de beyinde yeni bağlantıların oluşumlarını tetiklerler; kısacası kişileri daha zeki hale getirir.

    Buraya kadarki ansiklopedik hatırlatmaların ışığında, “bu düşük ortalamanın başlıca nedenleri nelerdir?” sorusuna tekrar eğilince, şu belirgin kültürel özelliğimiz dikkat çekmeye başlıyor: Az ve de kısır[9] sorulara karşılık bolca cevap üretimi!

    Bu savın doğrulanması için iki yere bakmak yeterlidir: (1) Her düzeydeki eğitim kurumunda, “doğru soru sormak” ile ilgili bir öğreti ya da bir telkin kültürünün bulunmayışı, (2) TV tartışmalarının –izleyebildiğim kadarıyla- hiçbirisinde tartışmalara, tartışılacak sorunun ne olduğunu açıklığa kavuşturacak soru(lar) ile başlanmayıp, herkesin doğrudan cevaplarını savunmaları. (Böylece her cevap, tartışılan sorun’un ayrı bir yüzüne ilişkin sorulara yönelik olduğu için uzlaşma olasılığı çok düşük oluyor).

    Doğru soru sorma konusunda bir duyarlık oluşmadıkça, en yaşamsal konularda sorulan sorular, “muhtemel Marmara depremi hakkında düşünceleriniz nelerdir?”, “Kürt sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz?”, “işsizlik meselesi hakkında neler söyleyeceksiniz?” gibisinden, verilecek her cevabın, sorun’un bir yerlerine uyabileceği “kısır cevaplar” ile yaşamak zorundayız.

    Doğru sorular, merakın doğal uzantılarıdır. Merakı, kimin kimle birlikteliği ya da kimin kimi hangi cevapla oturtacağı ile sınırlanmış bir toplum “ortalaması”nda, beyinlerde yeni bağlantıların oluşması için bir tetikleme niçin oluşsun? Bu insanların çocukları meraklarını ne tetikleyecek ki ardından sonsuz sayıda soru üretsinler?

    Bütün yaşam sorun çözmek ise[10] ve soru sormak, sorun çözmenin biricik aracı sorgulama’nın[11] yapıtaşı ise, kronik sorunlarımızın niçin çözülemediği, 90 IQ ve soru sorma becerisi yetmezliği arasındaki sıkı ilişki açık değil mi?

    Soramayan aptal olur, övünmekle de giderilemez.

    3 Ocak 2015 Cumartesi

    [1] Richard Lynn, Tatu Vanhanen, IQ and the Wealth of Nations, Praeger / Greenwood, 2002

    [2] Bkz. http://goo.gl/eydxbe

    [3] Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Intelligence_quotient#Other_correlations

    [4] Hovard Gardner (http://goo.gl/feJHDY) tarafından 1983’te ortaya atılan Çoklu Zeka Kuramı o tarihte 7, bir süre sonra 8 zeka türü (müzikal-ritmik, görsel-uzaysal, sözel-dilsel, matematik-mantık, bedensel-hareketsel, dışa dönük, içe dönük ve doğaya ait) tanımlamış ve daha sonra varoluşsal-ahlaki (moral) zekayı da katarak şimdilerde 9 zeka türüne ulaşmıştır (bkz. http://goo.gl/G6nC5M). İleride bu konudaki araştırmalar geliştikçe, kişiye özgü yeni zeka türlerinin tanımlanabileceği beklenebilir.

    [5] Çoklu zeka kuramına göre hemen herkes 9 zeka türünün her birinde bir varlık göstermekte, bazı türlerde ise diğerlerine göre daha yüksek skor elde edebilmektedir. Sadece tek zeka türünde yüksek, diğer sekizinde hiç düzeyinde bir skor beklenen bir durum değildir. Buna göre, çok dar amaçlar haricinde yine de ortalama bir zekadan söz etmek yanlış olmaz. Doğru ifade, ortalamanın dışında hangi bir veya birkaç türdeki zekanın ortalamadan önemli ölçüde yüksek olduğudur.

    [6]İkili Kalıtım Kuramı (Dual Inheritance Theory) için bkz.http://goo.gl/nocgML

    [7] Bkz. http://goo.gl/72Acgj

    [8]Dryden G. ve Vos.J., The New Learning Revolution, Network Educational Press , 2005, Sah. 379

    [9]Doğru soruların üç ortak özelliği tekil (singular), belirli (definite) ve net (clear) olmasıdır (bkz. http://goo.gl/s8yaU4).Bu tür sorular yol açıcı olup, cevaba götüren yolda yeni soruları çağırır. Bunun aksi ise yeni soruların sorulmasına imkan vermez. Bunlar “kısır” sorulardır.

    [10]Karl Popper’in ünlü sözü ve aynı isimli kitabı: All Life is Problem Solving.

    [11]Çeşitli alanlar için çeşitli kişilerce üretilmiş sorular ve o sorular sorulsa idi ortaya çıkabilecek değişik bakış açıları için bkz. www.ezberkaliplarinisorgula.com