-
Haz 17 2016 Yanıltıcı Düşünme biçimi
Lider (en genel anlamda) ve çevresi (yine en genel anlamda) arasındaki ilişkilerin en önemli bileşeninin, “karar alma” ve “alınan kararları uygulaması”dır denilebilir.
Kuşkusuz lider ve çevresi arasındaki ilişkileri etkileyebilecek akrabalık, çıkar vb başkaca öğeler olabilirse de, bunların istisnai durumlar olduğunu varsaymak zorundayız.
Deneyim paylaşımı ve bir gözlem!
Önemli kararlar –büyük çoğunlukla- lider tarafından alınır; kararlar her zaman olmasa da çevresiyle tartışılır. Yine çoğunlukla bu tartışmalar, liderin kararlarından emin olmak amacına yöneliktir.
Lider çevresinin bu süreçteki olası itirazları genelde “cılız ve her an ricata hazır” tondadır. İşçi işveren ilişkilerindeki “kapıda senin işini yarı ücrete yapacak çok kişi var” kalıbı burada da geçerli sayılabilir.
Bir soru: Bu niye böyledir?
Olası cevap grupları şunlar olabilir (mi?):
(1)Lider o denli üstün yeteneklere sahiptir ki, çevrenin itirazi fikirlerinin dikkate alınabilir olması olasılığı çok zayıftır.
(2)Lider normal yetenekte bir kişidir, ama çeşitli nedenlerle çevresine nitelikleri düşük olanları toplamıştır.
(3)Hem lider hem çevresi, uymayı zorunlu saydıkları bir “ortak düşünme disiplini”ne sahip değillerdir.
İçinde bulundukları toplumun başat kültürü haline gelmiş bulunan “delusional thinking[1]” (rasyonel düşünce halkalarının boşluklarını dolduran irrasyonel halkalardan oluşan kopuksuz görüntülü zincir), lider ve çevresinin de düşünme biçimidir.
Kanımca, liderler ve çevreleri arasındaki sağlıksız ve değer üretemeyen, aksine tüketen geleneksel ilişki biçiminin nedeni, bu üç ihtimalden sonuncusudur. Sürekli öykündüğümüz, ama aşağılamaktan da geri durmadığımız gelişkin kültürlerle aramızdaki fark bu üçüncü neden yoluyla doğmuştur.
İnanılmaz görünebilir ama, toplumumuzda, arasına az sayıda rasyonel düşünce halkaları karışmış, çoklukla, ses tonu, unvan, rütbe, zenginlik, şöhret gibi irrasyonel halkalar’dan[2],[3] oluşan “delusional thinking” düşünme biçimi son derece yaygındır. Bu o denli doğal hale gelmiş ve rasyonel[4] düşünceye o denli “benzer” hale getirilmiştir ki, aradaki fark ancak farklı kültüre sahip kişilerce görülebilir durumdadır.
Söz konusu benzerlik, toplum içinde popüler olmuş dini, etnik, siyasi, ideolojik söylemlerden ödünç alınan kavramlar yoluyla sağlanmakta, bu söylemlerden herhangi birisinin sempatizanı olanlarca “rasyonel gibi” (pseudo-rational[5]) algılanmaktadır.
Bu ilişki biçiminin yaşam içindeki başlıca kodları şunlar:
(1)Bir şey ya bütünüyle doğru (beyaz) ya da yanlıştır (siyah). Yanlışlar ve doğrular birleşerek bir bütün (gri) oluşturamazlar.
(2)Benim düşüncem doğrudur; doğrular da tektir.
(3)Güçlünün düşünceleri doğrudur; değilse de itaat edilmelidir.
Kimse kötü olmayabilir ama..
Yıllardır siyasi partileri yöneten liderlerin hiç birisi –muhtemelen- kötü insanlar değillerdir; ama bu insanlar ve çevresindekilerin kabul edilemez görünen ilişkilerinin temelinde, açıklanan sağlıksız düşünme biçimi vardır. Bu sağlıksızlık, toplum içinde kimsenin birbirini anlamaması bir yana, ideolojik, etnik, siyasi ve özellikle de dini söylemlerin de içlerinin boşalmasına yol açıyor.
Nitekim, toplumumuzda –sınırlı da olsa- ulusal bütünlüğü sağlama görevi yapan unsurlardan birisi olan din kurumunun, irrasyonel halkalar üreticisi olarak görev yapmasındaki yaygınlık tek isimlendirme altında binlerce “yapay din” oluşmasına yol açmıştır. Medyada dini söylemler yoluyla siyaset yapan ya da “dini aydınlatmalar” yapan kişilerin bu denli ayrıntı düzeyinde, ama bir işe yararlılık da içermeyen ifadeleri bunu göstermiyor mu?
Aydınımız rasyonel düşünceyi yeniden keşfetmelidir; ama nasıl?
Aydın kesim –belirgin biçimde- bölünmüş durumdadır: Dünyevi yaşam kurallarını dini esaslara dayandırma yanlıları ile seküler yaşam kurallarını savunanlar.
Bu kesimler geleneksel olarak ayrı dünyaların insanları olarak yaşayageldiler ve aralarında –Kurtuluş Savaşı hariç- pek bir yardımlaşma da ol(a)madı. Bu denli ayrışmış olsalar da ilginç bir gerçeklik olarak her iki kesimin de –tabii ki tamamı olamaz- düşünme biçimleri, yukarda açıklanan “delusional thinking” (kısaca yanıltıcı düşünme denilebilir) modelinin özelliklerini taşıyor.
Bu iddianın somut bir örneği, iki kesimi ayırt eden din ve sekülerlik kavramları konusundaki bulanıklıktır. Bu denli ayrıştırıcı rol oynayan iki kavram konusundaki bu bulanıklık, bilgi eksiği, dikkatsizlik ya da kasıt değil, ancak düşünme biçimlerindeki ortak yanıltıcılıktan kaynaklanabilir.
Bu kesimleri ikna ederek, bireysel özel yaşamları dışındaki ortak yaşam alanlarında ortak düşünme biçimi olarak rasyonel düşünceyi benimsemeleri güç görünüyor. Ama, bu iki kesim dışında kalan seküler ve/ya dindar kişilerin halen sahip oldukları rasyonel düşünme biçimini kullanarak:
(a)Sekülerliği temsil eden akıl ve inancı temsil eden sezgi’yi, değer üreten bir spiral biçiminde kullanma yolunda işbirliği imkanları aramaları,
(b)Yanıltıcı düşünme biçimine sahip kesimler içindeki “kazanılabilir nitelikteki” kişilere rol model oluşturabilecek kurgular üretmeleri
mümkün olamaz mı? Her iki yolun da –özellikle ikincisi- güçlükler içerdiği bellidir; ama kazanımları tahmin edilebilecekten daha fazladır. Örneğin, akıl ve sezgi’nin parçalanması (bkz. http://wp.me/p2t6mi-Zu) olgusu tersine dönebilir ya da din kurumunu yozlaştıran irrasyonel düşünme öğeleri hakkında bir farkındalık oluşmaya başlar ve böylece din kurumu daha yapıcı bir konuma gelebilir.
Bütün bu beklentilerin ötesine uzanabilen olumluluklar da beklenebilir; ama bütün bunlar, tüm yaşamımızı derinden etkileyen hastalıklı düşünme biçiminin (yanıltıcı düşünme) farkına varılmasıyla başlayabilir.
17.06.2016
[1] Bkz. http://psychcentral.com/lib/identifying-irrational-thoughts/
[2] Sokaktaki sıradan kişiden en sıradışı kişilere kadar, her gün dinlemeye alıştığımız, “sen kimsin?”, “benim kim olduğumu biliyor musun?”, “işine bak”, “kanun manun tanımam”, “verdimse ben verdim” vb irrasyonel halkalar…
[3] Bkz. Zihinsel Virüsler (http://wp.me/p2t6mi-1Wz)
[4] Metin içinde kullanılan rasyonel düşünce, aslında rasyonel ve kritik düşünce ikilisini kapsamak üzere kullanılmıştır. Rasyonel (nedensel) düşünce için bkz. http://bit.ly/1UIfMew; kritik (eleştirel) düşünce için bkz. http://bit.ly/1XfltUS.
-
Mar 26 2016 Zihinsel Virüs No 0: “Söz konusu olamaz!”
Tam 16 yıl evvel yazılan Zihinsel Virüsler başlıklı yazıda, toplumsal kavram dağarcığımıza yerleşmiş dört virüsten söz etmiştim. Yazıya tıklayanlar, “Başkası yapmasın ben de yapmayayım”, “Evet ama yine de”, “Siyaset, yurttaşların sorunlarını çözmek için yapılır” ve “Sana ne” adı verilen virüslerin ne gibi melanetlere yol açtığını okuyabilirler.
Bu kadar süre içinde, bu dört virüsün hemen hemen rastlanabilecek melanet türlerinin hepsi değilse de büyük bölümünü oluşturduğunu düşünmüş, geri kalanları da diğer araştırmacılara bırakmıştım J.
Tam buna kendimi inandırmışken, ta başından beri var olan en kıdemli denilebilecek virüsü atladığımı fark ettim; bunun nasıl olduğunu bilemiyorum.
Bu nedenle bu virüse, hepsinden önemlisi olduğunu belirtmek için de sıfır numarasını verdim. Kısa açıklamasını verince, ne kadar çok yerde işe yarayacağını(!) ve ne kadar başa çıkılmaz güçte olduğunu kolaylıkla değerlendirebileceksiniz. İşte birkaç örnek:
– Meydana gelen trafik kazasından sonra yapılan teknik incelemede km saatinin 220’de takılı kalması söz konusu değildir.
– Bakım ve güvenliğinden sorumlu olduğum çocuklara tacizde bulunmam söz konusu olamaz. Diğer yöneltilecek iddiaların hepsi aynen bunda olduğu gibi çürütülecektir.
– Bu ithamlarınızın hiçbirisi söz konusu değildir. Vb.
Giderek daha fazla kullanılan bu virüsü de koleksiyonumuza dahil etmek istedim.
26 Mart 2016
-
Mar 25 2016 İnovasyon teşvikle değil sorgulamakla mümkündür..
(Eğer…. ise / Eğer ….değilse) Yöntemini Kullanarak Geliştirilebilir İnovasyon (yenileşim) Örnekleri (Rev 0 – 25.03.16) Lütfen aşağıdaki tabloyu incemeden önce Eğer … ise konulu ppt sunuma tıklayıp izleyiniz.
TABLO >> egerdegilse_inovasyondur
Toplumumuz inovasyonla yatıp yenileşimle kalkıyor. Devlet teşvik veriyor, inovasyon yapılırsa ne gibi “iyi şeyler” olacağı anlatılıyor.
Yukarıdaki basit örneklerden görüleceği gibi, inovasyon talimat, teşvik ya da rica ile olmuyor. Görüldüğü gibi tek yol, “eğer ….değil ise” alanındaki inovasyon fırsatlarını görebilecek “gözlükleri takmak”.
Bu gözlüğün adı “sorgulama”dır. Çocuklarımız Dünya’ya doğal bir sorgulama becerisiyle gelirler. Gelirler ama biz onları -kendi ideolojilerimiz yönünde- ezberletir ve yaratıcılıklarını öldürürüz.
Gelişmemizi daha çok cahil yetiştirmeye ya da okuduğunu anlamadan Kuran’ı yüzünden okuyacak çocuklar yetiştirmeye bağlamış eğitim sınıfı mensupları ve yaranmaya çalıştıkları siyasi görevliler, tuttuğumuz bu yolla ancak başkalarına muhtaç insanlar yetiştirdiğimizin farkına varıp, inovasyonun teşvikle değil özgür düşünceli her şeyi -ama her şeyi- sorgulayabilen çocuklarımızın beyinlerini iğdiş etmekten vazgeçmekle mümkün olabileceğini idrak etmelidirler.
25 Mart 2016
-
Mar 01 2016 Ne yapılmamalı?
Bu konuda hazırlanmış bir sunuma tıklayıp indirerek başlarsak diyeceğimi daha kolay anlatabilirim.
İkinci olarak, birbirine benzemez kimyasal türlerin (atom, molekül, iyon vb.) bir araya gelerek kimyasal bileşimleri oluşturmasında rol oynayan kimyasal birleşme eğilimi (afinite) denilen bir elektronik özelliği’ne değinmek istiyorum. Bu özellik (afinite, çekicilik) her kimyasal tür için farklı imiş (bazı maddelerin, örneğin oksijenin bazı metallerle birleşmeye karşı ne kadar istekli olduğunu pratikten de biliyoruz).
Maddeler Dünyası’nın fiziksel kimya ve kimyasal fizik alanından, -benzetme yoluyla- sorunlar Dünyası’nın kimyasına geçelim. Gerçekten orada da maddeler kimyasının önemli kuralları geçerli. Ama mesela maddeler kimyasının “bir şey yoktan var olmaz, var olan bir şey de yok olmaz; ancak yer ve şekil değiştirir” yasası, “sorun kimyası”nda geçerli değil. Sorun kimyası süreçlerini düzenleyen yasalar :-), maddeler kimyasından farklı olarak şunları diyor:
Kural 1– Sorunlar yoktan var edilebilir, var olan sorunlar ise yok edilemez, umulmayan yer ve zamanda ortaya çıkar. Bu süreç akılsız bir karar sonunda başlar ve bitmez.
Kural 2– Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir. Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi yeni sorunların üremesine yol açar.
Kural 3– Bir sorun çözülmediği sürece doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir. (Büyütmek için resme tıklayınız)
(1995’te ilk üçünü önerdikten 3 yıl sonra bu yaklaşımın doğru olduğunu, ama bir dördüncü kanunun ilave edilmesi gerektiği ortaya çıktı).
Kural 4– Sorunların, aralarında bileşikler yaptığı bir ortam içinde, başka bir ortamda uygulanıp iyi sonuç vermiş çözümler hedeflenen sorunu çözemez ve hatta yeni sorunların üremesine yol açabilir.
Şimdi bir adım daha atıp, kendimize yönelteceğimiz bir soruyu cevaplamaya çalışalım. Soru şu: Sadece birkaç sorun içeren bir ortam, yukardakilerden 3ncüsü uyarınca giderek yeni sorunlar üretmeye başlasa, oluşan her yeni ortam içindeki kimyasal elementlerden bazıları, diğer sorunlara karşı farklı afiniteler içinde daha hızlı yayılmaya, daha çok kimyasal tür içinde yer almaya başlayacaklardır.
Acaba bu olgu –bütün şaka deyimler bir kenara- sorunların çözümünde yeni ve etkili şu yaklaşımı işaret eder mi: Neredeyse sonsuz çeşitlilikteki sorunlarımız dünyasında, diğer sorunlara karşı en yüksek afinitesi olan(lar)ı tespit edip, onları çözmeye öncelik versek, hem sorunlar dünyamızda önemli bir ferahlama olur, hem de sorun çözümü için ayırdığımız kaynakları çok daha verimli kullanırız. O halde ilke, sorun çözümüne balıklama dalmadan önce, yüksek afiniteli olan elementleri tanılamak olmalı.
İyi de her sorun’un afinitesi alnında mı yazıyor?
Yazmıyor, ama sorunlara alıcı gözle, sorun kimyası’nın 4 kuralı uyarınca bakan çoğu kişi bu tür “birleşme isteği yüksek” sorun elementlerini teşhis edebilir, yeter ki yaygın şu iki hastalığa karşı aşı yaptırmış olsun:
(1) dir aşısı: (dir) hastalığı, diğer tıbbi hastalıkların aksine hiçbir rahatsızlık verici semptom göstermez, deyim yerindeyse konfor içinde öldürür. Aşı yaptıranlar, her dir’li ifadenin –zor da olsa- en az bir ön koşulu olduğunu görmeye başlar ve dir’in rahatlatıcı atmosferinden ayrılmanın sıkıntılarını yaşamaya başlarlar.
Zaman zaman akıllarına “geliveren”, gazeteden, TV’den okuyup dinledikleri parçaları birleştirerek, karşılarındakileri şaşırtacak “dir zincirleri” oluştururlar. İçki masalarının vazgeçilmez mezelerinden olan bu zincirler, ayılınca kopar.
Dir aşısı iki elementten oluşur: Yanlışlanabilirlik ve “en güvendiği dir’lerin bile koşullu olduğu” gerçeği.
Aşı olanların, daima göz önündeki bir yere, Niels Bohr’un şu sözünü[1] yazmaları önerilir: “Her cümleme saklı bir soru olarak bakmalısınız”.
(2) Övünme aşısı: Kendiyle, çoluğu çocuğu, akrabaları, tanıdıklarıyla övünen; hepsini tüketince karşısındakileri aşağılayarak kendini yüceltmeye çalışan bir kişi o denli meşguldür ki, yukarda önerilen “sorunlara alıcı gözle bakma”ya ya da bakanları dinlemeye ayırabilecek zamanı yoktur.
Bulutsuz ve ışık kirliliğinin olmadığı bir gece gökyüzüne bakmak ya da “micro cosmos” filmindeki scarabaeidae (bok böceği) –samanyolu galaksisini kullanarak yönünü belirliyormuş- adlı böceğin akıl ve çabasını görmek tam korumasa da işe yarar bir aşıdır.
Şimdi lütfen çevrenizdeki sorun olarak gördüklerinize bir bakınız. Sorunları oluşturan elementlerin afiniteleri bağlamında neler yapılması gerektiği daha net görünecektir.
1 Mart 2016
[1]“you are to regard my every sentence as a question in disguise”, Herzog, W.R., “Prophet and Teacher”, pp xi, 2005
-
Şub 16 2016 Yargıların Sorgulanması üzerine..
- Sizin bir yazınızı okudum; başlığını tam çıkaramayabilirim, ama galiba “yargılarımızın sorgulanması” ya da o bağlamda bir başlıktı sanırım. Bu konuda kafama takılan birkaç soru var.
- Neydi onlar ?
- Sürekli kullandığımız “yargı” ifadelerinin kalıplaşarak hayatı kolaylaştırdığını, ama o ölçüde de gözlerimizi kör ettiğini iddia ediyordunuz.
- Evet hatırladım, tam olarak böyle düşünüyorum.
- Kalıp haline gelen yargılar zaman tasarrufu sağlıyor. Bu doğru. Örneğin, “su 100oC’de kaynar” yerine, “eğer sıcaklık, basınç ve suyun bileşimi normal sınırlar içinde ise su 100oC’de kaynar” gibi konuşmaya başlansa zaman kaybı olurdu. Peki ama kör etme meselesi nedir?
- Bu tasarruf bir alışkanlık haline gelir ve “ön şartların söylenmeMEsi” gibi bir noktaya varır. Daha da vahimi, her zaman su kaynama örneğinde olduğu gibi bilimsel yargılar değil, daha bulanık (fuzzy) yargılar söz konusu olduğunda, taraflar birbirlerinden tamamen ayrı yargılarda ısrar etmeye başlayabilirler.
- Evet giderek bir kör döğüşüne dönecek galiba.
- Ön koşulların söylenmeden söylenmiş varsayılmasının sakıncası daha da önemli bir sorun ortaya çıkarır: Ön koşullar geniş bir alanı daraltarak söz konusu yargının gerçekten geçerli olduğu alanı tarif ederken, o alanın dışındaki alan giderek ilgi alanımızdan çıkar.
- Kör olma işini şimdi anladım; ama bi dakka, “o alanın dışındaki alan”da ne var ki bu kadar ilginizi çekiyor?
- Evet bu süper bir soru; örneğin, suyun normal şartlarda kaynaması yerine, o şartların dışında ortaya çıkabilecek yeniliklerden mahrum kalınabilir. Mesela düdüklü tencerede yüksek basınçta daha yüksek sıcaklıklarda pişirme sağlanabilirken, aksine daha düşük basınçlarda 100 derece yerine çok daha düşük sıcaklıklarda kaynama olabileceği gerçeklerini göremeyiz.
- Bu müthiş bir şey. Acaba tüm keşif ve icatlar, “o alanın dışı” dediğiniz alandan mı geliyor?
- Aynen öyle. O alanın ortaya çıkarılması, “eğer ….ise” ön koşulu yerine, “eğer …. değilse” ön koşullu bölgede olup bitenlerin sorgulanmasıyla mümkün oluyor. Sorgulama becerisi kazanmış bir kişi için çevresi, bu beceriyi kazanmamış olanlara göre çok daha geniştir (tıklayın); denilebilir ki, tüm keşif, icat ve inovasyonlar (eğer ….. değilse) alanının içinden çıkmaktadır.
- Yemin ederim şu anda tüm çevrem farklı görünüyor. Oturup tek tek sonu …dir ile biten yargıları eğer ..ise / değilse süzgecinden geçirip ortaya nelerin çıkacağına bakacağım. Ama sen yine de bir örnek verir misin?
- Vereyim, hatta biri somut diğeri soyut kavramlarla ilgili iki örnek vereyim.
- Kör istemiş bir göz Tanrı vermiş iki göz.
- Önce somut olan: “Özgül ağırlığı büyük olan dibe çöker” bir yargıdır ve fizik kuralıdır. Aynen “su 100 derecede kaynar” gibi. Ama nasıl ki kaynamanın ön şartlarını ıska geçmeden söylediğimizde mesela düdüklü tencere gibi bir icat ortaya çıkarsa, ağır olanın dibe çökmesi de böyle.
- Onun ön şartı ne?
- “Eğer yüzey gerilimince taşınamayacak ağırlıkta ise” gibi ön şartı var. Ve şimdi “eğer değilse” tarafına bakalım: “Eğer özgül ağırlığı büyük olan madde öğütülüp küçültülür ise” pekala bir sıvının yüzeyinde kalabilir.
- Peki bundan bir icat çıkar mı?
- Evet çıkar. Mesela kömür yıkama tesislerinde, suya karışan çok ince tozların –ki toplamda binlerce ton eder- geri kazanılması için, suyun yüzey gerilimini artıran bir madde suya karıştırılır. Böylece kömür tanecikleri suyun üstüne çıkar ve oradan da sıyrılarak alınır.
- Vay be!
- Vay ya. Tüm keşif ve icatlara bakarsan hemen hepsi, “eğer değilse” alanına bakmayı sağlayan sorgulamayla bulunmuşlardır.
- Ne söyleyeceğimi şaşırdım. Peki soyut kavramla ilgili örnek ne?
- Ona da örnek olarak “demokraside halk kendini yönetmelidir” yargısını vereyim. Bu da neredeyse fizik kuralı kadar doğru değil mi?
- Evet doğru.
- Doğru ama ön koşulu var mı ona bakmak lazım. Sonra da o ön koşul yok ise diye bakarız.
- Peki bak bakalım.
- Ben niye bakayım, öğrenecek olan sen olduğuna göre sen bak bakalım.
- Ben nasıl bakacağımı bilmiyorum, öyle bakmaya alışmadım.
- Biraz kafanı kurcala, halk kendini ne zaman yönetmemelidir diye soru sorarsan ön koşulunu bulursun.
- Peki; “eğer halk yeterli eğitim düzeyinde ise kendini demokrasi ile yönetmelidir” gibi bir ön koşul buldum, doğru mu?
- Hem de tam doğru.
- Yani buradan şu mu çıkıyor: “Halk eğitimli değilse demokrasiyi bir kenara bırakmalıdır”?
- Tam böyle çıkmıyor. “Eğer halk eğitimli değilse –herkes eğitimsiz olamayacağına göre- içindeki eğitimlileri seçip, temsilcileri eliyle (temsili demokrasi) kendini yönetmelidir” sonucu çıkıyor. Bu da bir çeşit buluş sayılmaz mı?
- Bi dakka, bu tam olmadı. Eğitimli olanların iyi yöneteceği de bir yargı değil mi? O halde onun da ön koşulları olması gerekmez mi?
- Sen bayağı hızlı gidiyorsun, bravo. Demin işi karmaşıklaştırmamak için eğitimli deyip geçtim. Şimdi diğer ön koşulları da koyalım.
- Nedir onlar?
- İtiraz eden sen olduğuna göre sen bulabilirsin. Eğitimli olmanın yanındaki ön koşulları bir düşün bakalım.
- Bir, eğitimi uyduruk olmayacak; iki, yüksek ahlaklı olacak; üç ruh sağlığı yerinde olacak.. Başka aklıma gelmiyor.
- Bunlar mükemmelen yeter. Şimdi “eğer değilse”yi bir toparla ve tam söyle de buluşun tam ortaya çıksın.
- “Eğer halkın tamamı ya da seçeceği temsilcilerinin eğitimleri yeterli, ahlakları iyi ve ruh sağlıkları yerinde değil ise, o halk kendini demokrasiyle yönetemez”; oldu mu?
- Eksik oldu ama oldu diyelim.
- Bu da ne demek, hani eksiksiz bulmuştum.
- Eksik oldu, çünkü ortaya çıkan sonuç bu kadar değil; “halk kendini yönetemez” dedik bitirdik; ama sonrasında ne olacağı da yine “eğer ..ise” biçiminde tamamlamak gerekmez mi?
- Haklısın tamamlayalım, onu da sen yap bari.
- Peki;
- “eğer halk iyi eğitimli, iyi ahlaklı ve ruh sağlığı yerinde insanları seçerse” ve
- “eğer onların doğru yol üzerinde olup olmadıklarını sağduyusuyla denetleyebilirse” ve
- “eğer yoldan çıkmalar halinde gereğini yapabilir ise” o takdirde demokrasi yararlı bir idare biçimi olup halkın sorunlarını çözebilir.
- Şimdi eksiksiz oldu galiba!
- Hayır hala olmadı.
- İnanmıyorum, nesi eksik?
- Dikkat edersen üç tane ardışık “eğer ..ise” gerçekleşir ise varılacak sonucu söyledik.
- Daha eksik ne kaldı ki?
- “Eğer ..değil ise” kısmı eksik kaldı. Yani bu üç koşul aynı anda gerçekleşmez ise ne olacağı. Ancak onu da söyleyebilirsek ancak o zaman eksiksiz bir sorgulama yapmış oluruz.
- Yani?
- Yani; “eğer bu şartlar yerine gelmez ise, bu durumda demokrasi sorun çözen değil, sürekli sorun üreten bir rejim haline gelir”.
- Bitti mi?
- Seni memnun etmek için istersen bitti derim ama, ne yazık ki sürekli sorun üreten ve çözümünü de yine demokrasiden bekleyen; ama bir türlü onun ön koşullarını yerine getirmeyi akıl edebilecek sorgulamayı yapamayan halkın sorunları bitmez. Bunun adı Kısır Döngü’dür.
- Ben çözümü anladım, demokrasiden vazgeçmek lazım!
- Senin aklın da yanlış formatlanmış olduğu için yanlış sonuca vardın. Tabii ki çözüm o söylediğin değil.
- Ya ne?
- Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme ikilisini ayırmadan kullanırsan çözümü sen de bulursun.
- Şimdi bir de n’olur başıma bu kavramları çıkarma zaten kafam karıştı.
- Kafanın karışmasının nedeni ben değilim, hatta demokrasi de değil. Çocukluktan beri demokrasinin “istediğini yapma rejimi” olduğunu bize ezberleten –ve halen devam eden- süreçtir sorumlu olan.
- İyi de ne yapmam gerektiğini bir türlü anlamıyorum. Lütfen önüme yapılması imkansız şeyler koyma.
- Yapman gereken Rasyonel ve kritik düşünme disiplininden kopmadan yargıları sorgulamayı öğrenmek ve bunun yaygınlaşmasına çalışmak.
- Peki böyle yaparsam Kısır Döngü’den çıkar mıyız?
- Çıkarız ve çıkamayız.
- Bu bir bilmece mi?
- Hayır, gerçeğin ta kendisi ve yine tüm gerçekler gibi koşullu:
- Eğer, birlikte ortaya çıkardığımız gereksinimleri yerine getirmek için çaba harcar isen ve
- Eğer, bu çabanı yaygınlaştırmak için çaba harcar isen ve
- Eğer, kestirme yollar bulacağım diye bu gerekliliklerden kaçmaz isen “çıkabiliriz”;
- Eğer hayallere kapılır ve kısıtlı enerjini verimsiz kullanır isen ve
- Eğer etkileyebileceğin insanların da enerjilerini benzer biçimde heba eder isen “çıkamayız”.
- Galiba şimdi “koşulsuz hiçbir gerçeğin olamayacağını”; “koşulsuz gerçekler peşinde koşanların kendini ve toplumu kısır döngüler içine sokacağını”, kısaca “bedava yemeğin olamayacağını” anladım.
- mi acaba?
16 Şubat 2016 Salı
-
Şub 03 2016 Ekmeğe Ne Kadar Zam Yapılabilir?
Asgari ücrete yapılan %6 civarında zamın, ekmeğe %25 olarak yansıtılması TVlerde izlediğimiz olur mu – olmaz mı tartışmalarını ateşledi.
Denilebilir ki “bu bir aritmetik problemi; ekmeğin maliyetinin içinde ücretin payı belli olduğuna ve o da %6 olduğuna göre, yapılabilecek zam da en çok bu kadar olur. Bunu tartışanlar herhalde bu basit hesabı yapamayanlardır“.
Daha ileri gitmeden kişisel fikrimi söylemeliyim ki, asgari ücret bir kişinin ailesiyle birlikte kimseye muhtaç olmadan yaşamasına izin verecek bir düzeyde olmalıdır. Bu benim insani fikrim.
Ama bu arzum, bu düzeyde bir asgari ücret alan kişilerden oluşan bir toplumda bunun sürdürülebilir olduğu anlamına da gelmez. Yani arzu başka gerçek başka.
Gerçekte, toplumun tümü itibariyle mevcut değer üretme potansiyelimiz bugünkü düzeyde olmak -yani teşvikle inovasyon veya devlet desteği ile ihracat yaptırmak vb- kaydıyla, kritik mal ve hizmetlere (mesela ücretler gibi) yapılacak her zam, fiyatlar genel seviyesine daha yüksek oranda yansır.
Bunun Türkçe meali şudur: Ücretlere yapılabilecek %1’lik bir zam, fiyatlar genel seviyesini %1’den fazla artırır ve böylece, ücretine zam yapıldığı için sevinen kişi, ay sonunu daha zor getirir.
Bunun tersi de doğrudur: Örneğin ücretler %1 azaltılsa, rekabet ortamı sağlanmış ise fiyatlar genel seviyesi %1’den fazla düşer, yani ücreti düşürülen kşi bu işten kazançlı çıkar. Tabii ülkemizde -ve tüm ülkelerde- böylesi bir tam rekabet ortamı bulunmadığı için bu “tersine mekanizma” çalışmaz. Ama her ücret artışı, fiyatları kendinden daha fazla artırır.
Bu konuya değinmemin nedeni eski bir hikayeye dayanıyor: M.Ö. 1993 yılında yapılan bir çalışma var (aynı tarihlerde İngiltere’de de yapılıyor). Ekonomiyi temsil eden 65 kalemlik bir I/O (girdi/ çıktı) tablosuun önemli 10 kalemini içeren bir “sepet” tanımlanıyor. İçinde petrol, elektrik, ortalama işçi ücreti, birim taşıma fiyatı, kira, ekmek, su, arazi, demir-çelik kalemleri var.
TC Merkez Bankası’nın hazırladığı neyin içinde neyin ne kadar payı var tablosu, 65×65’lik bir tablonun 4160 dolu hücresinde örneğin 1 birim ekmeğin maliyeti içinde ne kadar petrol, ne kadar elektrik, ne kadar vd bulunduğunu gösteriyor. Tablo, teknoloji, üretim teknikleri, cari fiyatlar vs değiştikçe de güncellenip yayımlanıyor (mükemmel bir gösterge değil mi?)
Fakat madalyonun bir de öbür yüzü var: Örneğin, 1 birim ekmeğin içinde 0.2 birim işçilik ücreti varsa ve işçi ücretlerine söz gelimi %6 zam yapılırsa, bundan dolayı ekmek maliyetleri de %6×0.2 = %1.2 artacaktır (ne kadar hassas bir hesap değil mi?)
Ama bu defa, 1 birim işçi ücretinin içinde de örneğin 0.03 birim ekmek varsa –ki ekmekle doyan toplumumuzda bu daha da yüksek olabilir– yeni bir denge durumu oluşması için işçi ücretinin bir miktar daha artması gerekecektir. Ardından yeni denge için ekmeğin fiyatının ve tekrar işçi ücretinin ilh.
Böylece, işçiliğe yapılan zam, yeni denge durumuna gelene kadar -her seferinde azalarak- artmaya devam edecektir. Bu tür, çok sayıda mal ve hizmete girdi olan kalemlere (işçilik, enerji gibi) “kritik kalemler” denilebilir.
Ekmek fiyatı tartışması özelinde durum şudur ki, asgari ücrete yapılan %6lık zam ekmeğe %1.2 olarak değil çok daha yüksek olarak yansır. Bunu anlamak için sadece toplama işlemi (çarpma da ardışık toplama olduğu için) yeterlidir. Diferansiyel denklemler vs gibi yüksek matematik gerekmiyor.
1993 yılında yapılan böylesi bir hesaplama daha sonra muhtelif yerlerde yayımlandı (tıklayınız). Daha sonraları hiç bir yerden ses çıkmayınca bir de çağrı yapıldı (tıklayınız).
Şimdi 19 yıl sonra %6lık zamın ekmeğe ne kadar yansıyacağı tartışılıyor. Hepimizin yolu açık olsun.
M.S. 03 Şubat 2016
-
Şub 02 2016 Çapraz Kozlar Sistemi
21 yıl önceden bir yazı: ÇAPRAZ KOZLAR SİSTEMİ
Bu yazının aslı, 1987 yılında, o dönemin başbakanı Turgut Özal’a yazılmış bir not idi. Daha sonraki yıllarda, bilişim hakkında yazılar yazan Çağdaş Monitor adlı bir tabloid gazetede (bugünkü BT Haber) yayımlanmıştı.
Bilişim sektöründen bir tepki gelmeyince de 2003 yılında Yıldız Teknik Üniversitesine ait TEKMER’de bir yazılım projesi olarak ele alınmış ve ALEGAR (Alternatif Etki Güzergahları Arama) adıyla gerçekleştirilmişti (tıkla). Aşağıda, 1995’te yayımlanan gazete haberini, “niçin çok şehit veriyoruz?” sorusunun cevaplarından birisi olarak sunuyorum:
Bir küresel köy haline gelen Dünyamızda, sınırlı kaynaklardan yararlanma önceliği elde edebilmek artık giderek bir bilgi savaşı haline gelmeye başladı. Eskiden, iki güçlü ve akıllı liderini dövüştürerek kendilerini savaş yapmış sayan insanoğlu bu akıllıca yöntemi nedendir bilinmez terketmiş, önce ordularla sonra da topyekün imkanlarıyla savaşma gibi bir çıılgınlığın içine düşmüştür.
Bugün bu çılgınlık evresi de aşılmış, artık toplumlar gerek bir bütün, gerekse o toplumları oluşturan bireyler ya da kesimler olarak, tüm imkanları, kabiliyetleri ve fırsatlarıyla “savaşmakta”dırlar. Bu yeni savaşın adı “küresel rekabet”tir.
Bu yeni savaş yönteminde güçlü ordular, stratejik silahlar kuşkusuz ki hala önem taşımaktadır. Ama, yakın geçmişte yaşanan Körfez Savaşı’nın da gösterdiği gibi yıllar boyu petrol gelirini silahlanmaya, ülkesini bir savaşa hazırlamaya harcamış olan bir ülke dahi, yalnız askeri yolla başarı kazanamamaktadır.
Küresel rekabet düzeninde, ortalama olarak daha az uyuyan bir toplum çok uyuyandan; daha hızlı yürüyebilenler yavaş yürüyenlerden; yabancı dili daha iyi bilen diplomatlara sahip olanlar sahip olmayanlardan ya da daha iyi bilgisayar programı yazabilenler yazamayanlardan daima daha önde bulunmaktadır. Daha önde bulunmanın ödülü refah ve mutluluk, geride kalmanın bedeli ise işsizlik, gelir yetmezliği, sorunlarını çözememe gibi hastalıklardır.
Bu ve benzeri yarışlarla dolu küresel rekabet ortamının değişmez motifi, çeşitli toplumlar arasındaki doğrudan ya da dolaylı “çatışma”lardır. Türkiye’nin görünürde hiçbir konuda çatışmadığı bir ülke, çatışma içinde olduğu bir ülkeyle ilişki içindeyse, o da çatışmanın taraflarından birisi demektir.
Bir çatışmada tarafların her birinin elde etmek istediği, çatıştığı rakibine karşı varsa doğrudan üstünlüklerini kullanarak, bu yok ya da yetmiyorsa rakibinin güçsüz yanlarını kullanarak, bu da yetmiyorsa kendisi ve rakibinin dolaylı ilişkilerini değerlendirerek üstün duruma gelebilmektir.
Bir toplumun, kendisi ve rakiplerinin dolaylı ilişkilerini belirli “amaç fonksiyon”larını gerçekleştirmek üzere her an kullanabilir durumda bulunması, ordulardan daha kesin bir caydırıcılık sağlayabilecek bir araçtır.
Bilgi toplumunun güçlü silahı denilebilecek bu yöntemin işlerliği başlıca iki koşula bağlıdır: İstihbarat ve bu yolla edinilen bilgileri değerlendirebileceği bir algoritma!
“Bilgi toplumunda istihbarat”, ayrı işlenmesi gereken bir konudur. İstihbarat yoluyla edinilecek doğrudan ve dolaylı üstünlük, zafiyet ve ilişki bilgilerinin bir “algoritma” ile işlenip birer eylem önerisi haline getirilmesi ise, bilişim sektörünü ilgilendiren ilginç bir konudur.
Böyle bir sisteme “çapraz kozlar sistemi” denilebilr ve çok boyutlu bir “ilişkiler matrisi” nin işlenip, çok taraflı çatışmalar uzayımızda en yararlı -ya da en az zararlı- eylem biçimlerinin neler olabileceği hakkında sağlam öneriler sağlanabilir.
Dışişleri örgütümüz, çeşitli bölge ya da ülkelere göre, bir miktar da konulara göre “masalar” biçiminde örgütlenmiştir. Ama bütün bu “masa”lardaki bilgilerin eşzamanlı değerlendirilebileceği bir çapraz kozlar sistemi yoktur. Bu işlevi deneyimli diplomatlar yapmaya çalışır. Ama deneyimli diplomatların, bir bilgi destek sistemine sahip olmaksızın tüm ilişkileri bilip değerlendirebilmelerine imkan yoktur.
Gümrük Birliğine girme süreci içindeki ülkemizin bugün her zamankinden daha fazla böyle bir bilgi destek sistemi’ ne ihtiyacı vardır.
Bu ihtiyaç bilişim sektörümüz için bir iş imkanı, toplumumuz içinse yaşamsal öneme sahip bir hayatta kalabilme aracıdır.
Pazar, 6 Ağustos 1995
-
Kas 09 2015 A.B.D. Niçin Güçlü?
1983 yılında A.B.D. başkanı Ronald Reagan’ın isteğiyle Eğitimde Mükemmeliyet Ulusal Komisyonu’nca bir rapor hazırlandı. Adı “Risk Altındaki Ulus” (http://bit.ly/1NDYmOB).
Raporun giriş bölümünde şöyle bir cümle var: “Eğer bugün sahip olduğumuz eğitim sistemini A.B.D.’ye dost olmayan bir güç empoze etmiş olsaydı, bu bir savaş nedeni (causus beli) sayılabilirdi”
Bundan 15 yıl sonra 1998 yılında Hoover Institution tarafından yazılan bir rapor ise şu adı taşıyordu: “Hala Risk Altındaki Ulus” (http://hvr.co/1NlKe81).
Eğitim konusunda kendisine bu denli ağır eleştiriler yöneltebilen bir toplum, 2012 yılında yayımlanan Bir Zamanlar Amerika adlı kitapta (http://bit.ly/1iOvN47) gerilemesinin nedenlerini şöyle açıklıyor:
≪Ağır tempolu gerilememizin dört ana nedeni var. İlki, başta kendimizin ama özellikle siyasi liderlerimizin Soğuk Savaş’tan sonra hangi Dünyada yaşadığımızı ve başarılı olmak için nelerin yapılması gerektiğini sorgulamayı bırakmış olması. Amerikan siyasetinde gözlemeye, odaklanmaya, karar verip eyleme geçmeye dair hemen hemen hiçbir hareket göremiyoruz.
İkincisi, son yirmi yılda en büyük problemimiz olan eğitim, bütçe açıkları, borçlar, iklim değişikliği ve enerji alanlarında başarısız olmamızdır.
Üçüncüsü, büyük ülke olma formülümüze yatırım yapmayı bırakmış olmamızdır.
Ve dördüncüsü ise, siyasetimizin tıkanmış olmasıdır. Değerler sistemimizin erozyona uğramış olması nedeniyle problem çözme yeteneğimiz yitirilmiş durumdadır.≫
Türkiye’de bir sivil toplum kuruluşu, Beyaz Nokta® Gelişim Hareketi (www.beyaznokta.org.tr), 1994 yılından bu yana, Sorun Çözme Yeteneği’nin, toplumun üzerinde en önemle durulması gereken sorunu olduğunu anlatmaya çalışıyor. Öyle ki, tek tek üzerinde durup boğuştuğumuz sorunlarımızın tümünü üreten, ama o sorunların birleşmesinden oluşmayan bir kaynak.
Bu kavramı önemseyip üzerinde durmayı engelleyen özel bir gene doğuştan sahip değil –ya da zaman içinde oluşturmadık- ise, acaba bu aymazlığın özel bir nedeni mi vardır?
Acaba ne yapıyoruz da –ya da yapmıyoruz-, böylece ancak sorunları tek tek, o da genellikle yakınma modunda ele alıyoruz?
Bir ağacın köklerinin topraktan emdiği besin elementlerinin en uçtaki yapraklara iletilmesi gibi, tüm sorun alanlarına (yani yapraklara) kadar gidebilecek sosyal besin elementleri nelerdir?
Hemen her sorun alanı ile ilgili bir çok kurum var iken, niçin bu besin elementleri ile ilgilenen çok az kimse vardır?
Yukarda değindiğim STK 21 yıldır “sorgulanamazlık” (ezber) ile uğraşa uğraşa ancak eğitimcilerin dillerine (ama sadece dillerine) bir deyimi yerleştirdi: Soran, sorgulayan öğrenci”..
Peki acaba çoğu okulun, çoğu öğretmeni niçin “doğru soru nasıl sorulur?”, “sorgulama ne demektir, nasıl yapılır?” gibi iki temel soruyu sormayı akıl etmez?
Her yere doldurduğumuz din kültürü öğretmenleri ve onları yetiştirenler, öğrettiklerini sandıkları dinin imân ilkesinin sorgulamaya dayalı olduğundan, (http://wp.me/p2t6mi-1UE) sorgulanmayan imaânın değersiz sayıldığından niçin bihaberdirler?
Onları yetiştiren anlı – şanlı hocaları niçin bunları sorabilen öğretmenler yetiştiremezler?
Niçin hiçbir siyasi partinin vaat dolu programlarında böyle vaatler yoktur?
Niçin her tarafından güç akan kurum yöneticilerimiz, kurumlarının Sorun Çözme Yeteneğini geliştirmek gibi bir hedefi stratejik planlarına koymazlar?
Bunlara verilecek yanıtların hep “biz zaten….” İle başlayacak içi boş övünmeler olması bizim kaderimiz midir?
Seçimlerde o parti değil de bu parti kazansa bu kader değişecek mi?
Din dersi öğretmenleri sorgulamanın İslam’ın temel ilkelerinden birisi olduğunu; ağzından “kul hakkı” deyimini düşürmeyen siyasi parti lideri bu deyimin gerçek anlamını[1] farkedecek mi?
Bu soruların yanıtları kendi içindedir. Hatta tüm doğru soruların yanıtları kendi içindedir. Yeter ki sormaktan vazgeçmeyelim, korkmayalım.
A.B.D. güçlü ülke ise bunları sorabildiği için güçlüdür, biz ise soramadığımız için güçsüz.
9 Kasım 2015
[1]El-Müfredat, Ragıb Isfahani: Kul (abd) sözcüğü tüm varlıklar için kullanılmakta olduğu belirtiliyor. (Prof. Dr. M.Saim Yeprem notundan ve http://bit.ly/1pqhhio kaynağından alınmıştır). Bu durumda İslam’ın “Kul Hakkı” kavramı; sadece insanları (veya canlıları) değil, canlı ve cansız tüm varlıkları kapsamaktadır.
Kul kavramının “her şey” olarak tanımlanması İbn-ül Arabi tarafından (http://bit.ly/1pqhhio) kaynağında daha ayrıntılı açıklanmaktadır. Böylece insan yalnızca insanların haklarını değil, tüm varlıkların haklarını korumak gibi daha anlamlı bir görevle yükümlenmektedir
-
Kas 03 2015 Kök-türev ilişkisi ıska geçilse n’olur? -II
≪Aşağıda, M.S. 1992’de 🙂 yazılmış bir yazı var. Önce bir göz atıp sonra meramımı anlatmak istiyorum:
Bir hastalık: Sayma !
“Sayın başkan, sayın bakan, sayın milletvekilleri, sayın il başkanımız, sayın ilçe başkanlarımız, değerli il müdürümüz, değerli ilçe tarım komisyonu ve zirai aletlerin bakım, onarım ve yenileme daire başkan yardımcımız, konuşmamın başında hepinizi saygılarımla selamlıyorum.
Toplantının Dünya’mıza, memleketimize, ilimize, ilçemize halkımıza, milletimiz ve yurttaşlarımıza hayırlı, uğurlu olmasını diliyor, hepinize saygı, sevgi ve hürmetlerimi sunuyor ve arz ediyorum.”
A.B.D.’de yapılan ve milletvekillerimizin de katıldıkları bir toplantıda konuşmacı, yalnız bakan ve diplomatları selamlayınca toplantıyı terk eden milletvekilleri olmuş.
Bu bir gazete haberiydi. Bu olayın nedeni ilk bakışta zannedilebileceği gibi basit bir protokol hatası olmayıp daha geniş bir hastalık familyasının, “Sayma Hastalığı”nın basit bir sonucudur.
Yabancıların toplantılarda -genellikle- katılanlara, “bayanlar, baylar” şeklinde hitap etmesinin nedeni, onlara cinsiyetlerini hatırlatmak değil, bu türlü acayipliklere düşmeyi önlemek içindir.
Sayma Hastalığı’nın sebep(ler)i nelerdir? Acaba, bir grup içine dahil öğelerden herhangi birisini unutma endişesi midir? Yoksa her öğenin adını söyleyerek onların gönlünü alma arzusu mudur? Yoksa, ne söyleneceği konusunda fazla bir fikri bulunmamak ve mevcut süreyi bu şekilde doldurmak arzusu mudur?
Belki de bunların hepsinin payı vardır. Sebebi ne olursa olsun Sayma Hastalığı, her hastalıkta olduğu gibi çeşitli olumsuzluklar üreten bir illettir. Bu olumsuzluklardan en basiti, yukarıda örneği verilen alınganlığa neden olmaktır. Ama daha ciddi sonuçları da vardır.
Birisi, insanların vakitlerini israf ederek onları yavaş (ama sistemli) biçimde öldürmektir. Bir diğeri, sayılmamış olanların sebep olabilecekleri sorunlara yol açmaktır. Örneğin, “sinemada fındık, fıstık yenilmesi yasaktır” denildiğinde, kabuklu ceviz yemeğe kalkan birisinin çıkaracağı sinir bozucu gürültüye izin verip, kabuğu soyulmuş fıstık veya fındık yemenin yasaklanmış olmasıdır.
Hatta, sayma hastalığının daha önemli sonuçlar yaratabilmesi de mümkündür. Buna kanunlarımızda sık sık rastlanır. Serbest ya da yasak olduğu belirtilecek bir şeyin grup adını bulup ifade etmek yerine onlardan akla gelenleri saymak ve bu arada doğal olarak bazılarını saymamış olmak, çoğumuzun başına garip işler açmıştır.
Bu hastalık nasıl tedavi edilebilir bilemem ama herhalde yollarından birisi, konuşmalarıyla topluma örnek olması gerekenlerin saymadan konuşmayı öğrenmeleridir.
1 Haziran 1992
Bu sayma-dökme konusunu o tarihlerde daha çok vakit israfı açısından ele aldığımı düşünüyorum. Aradan geçen 12 yıl içinde, hastalığın, israftan daha önemli bir sonucunun da olduğunu gözledim ki o da, bir konunun özünün anlaşılmasına engel olmasıdır.
Temmuz 2004≫
Şimdi, 2004ten bu yana bir 13 yıl daha geçti, toplam 25 yıl içinde bu sayma-dökme alışkanlığında bir değişiklik olmadı; ama bu alışkanlığın başlangıçta pek köküne bakmadığımı, sadece bunun bir sorun olduğunu belirtince dikkate alınabileceği gibi bir naifliğe düşmüş olduğumu fark ettim.
Fark ettim ve bu hastalığa “dilsizlik” gibi bir de ad taktım (bunun bir genelleme olmadığını, dili bir virtüöz gibi kullanan çok sayıda insanımızın olduğunu belirtmeye sanırım gerek yoktur).
Dilsizlik, özellikle eğitimli kesimde rastlanan ve zihinsel karışıklık nedeniyle ortaya çıkan; yani aslında dil ile değil düşünce ile ilgili bir olgu. Buna göre “dilsizlik kafa karışıklığının bir sonucudur” denilebilir.
Dilsizlik kendini başlıca şu iki yolla ortaya koyabiliyor:
- Çok ve aralıksız konuşmak ve sık sık “yani” bağlacıyla aynı cümleleri farklı –zaman zaman aynı- biçimde tekrarlamak (cümle aralarında boşluk bırakılırsa, bir başkasının araya gireceği korkusu),
- Dinlememek (muhtemelen, tüm zihinsel kurgunun büyük ölçüde kendi düşüncelerinden oluşması; başkalarını dinleyerek kurguyu yenileme alışkanlığı olmayışı).
Zihinsel karışıklık yadırganmaması gereken bir olgu. Bilmediklerimiz -ki bildiklerimize göre sonsuz sayılabilir-, bildiklerimizin aralarını doldurarak olayları açıklamaya normal olarak yetmez. Bu durumda beklenen, bu boşlukların sorular, merak ifadeleri vb. yol açıcılarla doldurulmaya çalışılıp, dinleyenlerin de bu boşluklar konusunda olası tamamlayıcılar dile getirmesini ummaktır.
Normal olmayan ise, kuşkusuzluğun ve onun türevleri olan meraksızlık ve kendini beğenmişlikle birleşip yukardaki başlıca iki eğilimin ortaya konulmasıdır.
Sokaktaki insan açısından bu eğilimin zararı kendi yakın çevresi ile sınırlıdır. Yaygın iletişim yollarını kullanan, kendi çapında da olsa kanaat önderi konumundakiler için ise durum bu denli zararsız değildir. Kendisine rol model olarak medyada sürekli izlemek “zorunda kaldığımız” kuşkusuz bilmişleri seçen milyonlarca insan, onların düşünme biçimlerini kopyalayıp, sonra da inanç haline getirdikleri görüşleri uğruna çağlayandan yukarı tırmanmaya çalışıyor.
Söylediğimiz her cümleden önce –hadi bilemedin sonra- “bu ifademden ne kadar eminim?” sorusunu hızla içinden geçirse, zaman içinde oluşacak sükunet içinde çok daha değerli düşünceler dinleyebiliriz.
2 Kasım 2015
-
Kas 01 2015 Dinde sorgulama olmaz (mı?)
Her yazının –saklı da olsa en az bir- muhatabı vardır. “Ben yazılarımı özneye değil kavramsal bağlamlara yazarım” diyenler ya araştırmacı bilim insanı ya da yalancıdır.
Bu yazının muhatabı da, din konuları açıldığında, dinde sorgulama olmaz, inançlar sorgulanır mı? ya da ne kadar bozukluk varsa din kaynaklıdır deyip kestirmeden kapatan; kapatmakla da kalmayıp, üstüne üstlük, sen böylesi boş işlere kafa yoracağına daha elle tutulur şeylere bak şeklinde nasihatte bulunan birkaç tanıdığımdır.
Daha ilerlemeden hemen çıkarılabilecek sağlam bir sonuç, bu ve benzeri yaklaşım sahiplerinin din alanını, sorgulamayanların alanı haline getirmeye katkıda bulunduklarıdır. Sorgulama aklın alanı olduğuna göre, sorgulamaya kapalı bir din anlayışının her türlü akıl dışılıkla nasıl eşanlamlı hale gelmiş olduğu böylece anlaşılabilir hale geliyor.
“Tüm varlıkları kavrayan evrenin oluşum ve işleyişini sürekli anlamaya çalışıp, onunla uyum halinde yaşamak” gibi bir amaç dinler için anlamlı ise, gerek kişinin zihninde oluşturacağı evren tasavvuru, gerekse o tasavvura uyum adına düzenleyeceği yaşamın nasıl akıl dışılıklarla dolu olacağı kolayca anlaşılabilir. Dahası, bu akıldışı yaşam sahiplerinin bir toplum olarak bir arada yaşayabilmesindeki sorunlar da cabası..
Din’in neresi sorgulanmamalı?
Kaynağı ister destan ister vahiy olsun, hemen her dinin söylemleri birkaç kategoride[1] toplanabilir.
- Bunlardan birisi o dinin ortaya çıkışındaki olayların ve o dine inanan ve inanmayanların mücadelesinin öyküsü’dür. Öykünün –dolayısıyla da öğreti bütününün- inandırıcılığı açısından öykü içinde yer yer mucizeler de yer alabilir. (Hz. Musa’nın denizi yarması, Hz. İsa’nın ölüyü diriltmesi, Hz. Ömer’in İran’daki orduya sesini duyurması gibi).
Çok daha yakın tarihteki olayları sorgulama konusunda veri bulanıklığı ortada iken, en yenisi 14 asır evvele ait öykülerin sorgulanması pratik olarak güçtür.
Ayrıca, bu kategoridekilerin sorgulanması halinde, dinin amacına hizmet etmeyecek anlaşmazlık ve ardından da bölünmelerin ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Nitekim mezheplerin ortaya çıkışında bu tür yararsız sorgulamaların payı büyüktür.
- Yaratıcının büyüklüğünün tasviri yoluyla öğretiye inanışı kolaylaştırmak amacıyla O’nun sıfatları, şükran ve yakarışlar da bir kategori olarak düşünülebilir.
Özetle, bu iki kategorinin sorgulanması kuşkusuz mümkün, ama dinin amacı açısından yararsızdır.
- Üçüncü kategori, dinin “kurucu ilkeleri” (maksimler) denilebilecek ifadelerdir. İster açık ister sembolik ifade edilmiş olsun, aslında bir dini öğretinin temeli bunlardır. Tevrat’ın On Emri, Hristiyanlığın –çeşitli- maksimleri[2], İslam’ın evrensel ilkeleri[3] gibi.
Bunların sorgulanması ise mümkün, yararlı, hatta İslamiyet açısından “imanın şartı sayılacak kadar” gereklidir. İmanın, taklidi iman ve tahkiki iman olarak ikiye ayrılıp, makbul olanın ikincisi sayılması bunu gösteriyor.
“Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklîdî iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman denir. Aslolan her müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.”[4]
Dinin sorgulanamaz olduğu, çünkü dinin esasının iman, imanın da “herkesin kalbi olarak özgün yorumları” olduğu iddia edilerek din alanının akıl dışılığa terkedilmesinin somut sonuçlarını hem yerel hem küresel ölçekte yaşıyoruz, daha da yaşayacağız.
Şimdi, bir dini inanca sahip olanlara ve de olmayanlara sormak gerekmez mi ki, inanç ya da inançsızlığın akıl ile sorgulanarak temellendirilmesi yerine, tamamen hurafe ya da akla geliverenleri doğru sanarak sarılıp çevrenize benimsetmeye çalıştıklarınız birer yanılgı değil mi?
Dindar nesil yetiştirmek uğruna, genç beyinleri sorgulama dışı –üstelik de anlamadığı bir dilden- (ezber) kalıpları[5] ile koşullandırmanın[6] cezasını kim sorup kimlere verecek?
1 Kasım 2015
[1]Bu kategoriler birbirinin içine geçmiş biçimde yer alabilir. Bunlar ayrılıp her kategori ayrı incelendiğinde, o dinin kurucu ilkelerinin anlaşılmasına yol açılmış olur.
[2] Bkz. http://holycrossoca.org/newslet/0907.html
[3] Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/11/dini_ahlakin_temel_ilkeleri_Rev9.0.pdf
[4] Bkz. https://goo.gl/wyu1Yq
[5] Bkz. http://www.ezberkaliplarinisorgula.com
[6] Bkz. http://bit.ly/1PdtLqQ, https://tinaztitiz.com/4962/kosullanmama-hakki/