• KAVRAM EVLENDİRME ya da KAVRAMLAR AKADEMİSİ

    (Dec 15, 2013), (Apr 19, 2014), (11 Sept, 2014), (Dec 1, 2014), (Apr7, 2018), (May 15, 2018)

    • Çeşitli kanallarla “satmak” için uğraştığımız kavramlarvar ve bunda güçlükler yaşıyoruz. (Örneğin, Sorun Çözme Kabiliyeti kavramı)
    • İnsanlar kendilerine benzeyen kişilerle dost olmak, iletişim kurmak eğiliminde oluyor. Ve bu eğilim bir “filtre gibi” çalışarak, farkına varmadan tanımladığınız filtre şartnamelerine uymayan kişileri süzüp ilişki sistemi dışına taşıyor.
    • İçeride kalanlar ise, yeni kavramların, yeni yaklaşımların yaygınlaştırılmasına yetmiyor. (bakınız, aydın sorumluluğu konusundaki çağrıya birkaç kişinin dışında cevap dahi veren olmadı.)
    • Halbuki yeni yaklaşımlar, çok sayıda kişinin bu yaklaşımları “satın alması”, bunları kendi diline çevirmesi, sonra da çevresindeki etki alanının dillerine çevirmesi ve bunda ısrarlı olarak çaba harcaması gerekiyor. Belli ki bu sadece birkaç kişiyle olamaz. (kritik kütle meselesi)
    • Web sitelerimizi daha çekici kılmak, söylemlerimizi daha iyi anlatacak yöntemler bulmak kuşkusuz yapılması yararlı ve gerekli işler. Fakat, halen erişimimiz bulunmayan milyonlarca insan içinde, aynen bizlerle benzer isteklere sahip olanlar var. Biz onlardan habersiz, onlar bizden habersiz, elekle su taşımaya çalışıyoruz.
    • Acaba, yeni kavramların satışını yapmak üzere web tabanlı bir Kavramlar Akademisi (adını boş verin) tanımlasak ve bunu duyursak!
    • Ümidim şurada: İnsanlara erişmede pek de sıkıntımız yok, bugüne kadar bunu gördük. Fakat onlardan cevap alamayışımızın esas nedeni, duyuramayışımızdan çok, sattığımız kavramların o insanlarca kabul görmeyişi.
    • Kabul görmüyor, çünkü –büyük çoğunlukla- benzer kavramları herkes kendi hoşuna gider biçimde adlandırıyor ve o adlandırmalar hemen, kimliklerimizin “taciz edilmemesi gereken” birer parçası haline dönüşüyor.
    • Kısacası, ne anlatmak istediğimizden çok onu nasıl adlandırdığımız önemli oluyor.
    • Zaten, bu da bizim aradığımız bir cevap. Halbuki biz, o insanlara bir şeyler satmak istiyoruz ve onlar da sürekli ret ediyorlar. O halde cevap alamadığımızdan yakınırken görüyoruz ki aslında net cevaplar alıyormuşuz.
    • Buna göre bu defa doğrudan kavram satmaya çalışmayalım; insanları kavramlarını satabilecekleri bir “Pazar yeri”ne davet edelim. Gelsinler kendi kavramlarını satsınlar. Biz sadece satış formatı koyalım. Kısa, net, değer iletişimine uygun bir format gibi.
    • Peki bu bizim işimize yarar mı? Yarayabilir. Çünkü, şu görülebilir ki, bu insanların satışa çıkardıkları kavramlar belki bizimkilerin farklı adlandırılmış olanları. Buna bir örnek vereyim: Bir dostum var düzgün bir aydın. Bilgili, cesur, enerjik. Geçmiş yıllarda bir toplantıda dinledim. Konuşmasında şöyle bir ifadesi oldu: “…..sorun demiyorlar mı ifrit oluyorum, gerisini de dinlemiyorum. Mesele deyin, problem deyin bir sürü terim var. Sorun deyince “kime sorayım?” diyorum…
    • Şimdi düşününüz. Biz kendisine sorunlara yaklaşımımızla ilgili bir şeyler anlatmaya kalksak, mesela Sorunların İntikamını, Seçme İfadeleri vs okumasını istesek bam teline basmış olacağız. Bunu çok düşündüm. Sadece kullandığımız sözcükler değil, belki ifadelerimiz dahi o aradığımız insanların filtrelerine takılıp geçmiyor
    • Halbuki, Kavramlar Akademisi (ya da her ne ise) mensubu, sözünü ettiğim dostuma ve de benzer kişilere SÇK kavramını belki tercüme edip Türkiye Meseleleri şeklinde anlatır ve mükemmel bir yol arkadaşı daha bulmuş oluruz.
    • Peki bütün bu yaklaşım çoğu kimseye naif görünmez mi? Görünebilir.

    Daha uzatmadan… Ne dersiniz?

    Tınaz

  • İslam Bu Donmuşluğu Aşabilecek mi ya da Nasıl?

    NPQ dergisin 2004 sonbahar sayısında “İslam ve Bilimsel Köktencilik” (Islam and Scientific Fundamentalism) başlıklı bir makale[1] yayımlanmıştı. Makale, İslam’ın Altın Çağı[2] olarak bilinen 8nci ila 13ncü yy’lar arasındaki döneme yol açan İslam yorumunun en temel belirleyici özelliği olarak şu savı ileri sürmekteydi: “Din ve seküler felsefe arasındaki ayrışmayı bilginin kaynak ve edinim yöntemleri belirlediğinden ve İslami bilginin kaynaklarından birisi olan inanç da bilgisel (kognitif) bir içeriğe sahip olduğundan ötürü söz konusu ayrışma ortadan kalkar”.

    Bu ifadede dikkat çekici olan bir paradigmadır. İslam’ın temel kavramlarından birisi olan “iman”ın, akla ait bir özelliğine yapılan vurgu, İslam Dünyasının içine düştüğü perişan durumu açıklayabilecek; üstelik o çukurdan çıkmasına yol gösterebilecek bir ipucunu da barındırıyor: İman ve akıl etkileşimi!

    Bu etkileşimi sağlayan bağlaç ise, bilimin temel ilkelerinin birisi olan “yanlışlanabilirlik” ve onun öncülü “kuşku”dur; kısacası iman (bir anlamda kuşkusuzluk) ve kuşku birbiriyle etkileşim halindedir.

    Birbirine zıt iki şey ancak bir şekilde bir araya gelebilir: Kuşkusuzluk (iman) ve bilimsel kuşku (akıl) bir spiral biçimde sonsuza kadar birbirlerini tetiklerler ise[3]!

    İlk bakışta çelişki gibi görünebilecek bu döngüyü İslam’ın temeli olarak ilan eden Kuran referansı ise çeşitli vesilelerle 75 yerde geçen “akıl, akletme, akıl işletme” terimleridir[4].

    Yan yana gelmesi günümüzde düşünülemeyen kuşku ve iman kavramları, kuşku temelli iman (tahkiki iman) şeklinde 500 yıl boyunca bir medeniyete yol açmış; sonrasında ise tekrar ayrışıp, akıl ve imanı donuk, kopuk, soyut kavramlar haline getirmiştir. Şimdilerde ise, tahkiki iman, DİB resmî sitesinde zaman zaman yer değiştirip gözlerden saklanarak, Müslümanların imanları korunmaya(!) çalışılmaktadır[5].

    Köklere dönüş!

    Mevcut “kuşku ve iman bir araya gelmezliği” paradigması sonunda doğan sorgulamama, itaat, biat, donmuşluk ve herkesin kendi ezberi içinde kutuplaşması, İslam’a altın çağ yaşatmış olan “kuşku ve iman etkileşiminin akıl yoluyla sağlanması” paradigmasına dönebildiği takdirde bugünkü durumdan çıkılıp sorgulama, hareket, gelişme ve barışıklık için bir imkân doğabilir.

    Bu yapılabilir mi, nasıl?

    Bugünün ortalama insanı büyük bir bilgi bombardımanı altında olduğu için, birisinin “kral çıplak” demesi hemen hiçbir etki yapmayabilir. Daha açıkçası artık o denli kalabalık ve o denli söylem yağmuru altındayız ve üstüne üstlük koşullanma[6] o denli derin bir hastalık haline geldi ki artık toplumu bir kül olarak ele almak mümkün görünmüyor.

    Buna göre yeni bir “ikna felsefesine” ihtiyaç var. Tohum uygulamaları[7] belki aranan yollardan “birisi” olabilir. “Kuşku ve imanın, akıl aracılığı ile öğrenme peşindeki sonsuz döngüsü” şeklinde tanımlanan paradigma toplum tarafından çeşitli şekillerde yorumlanıp mutasyonlar üretilmesine izin verilmeli; bunlardan yaşayabilenler toplumu dönüştürebilmelidir.

    Bu sürecin başarılı olması halinde gerek toplumumuz gerekse benzer durumdaki toplumlar için yeni bir güneş doğabilir; ama eğer doğmaz ise bu da akla aykırı bir sonuç sayılmamalıdır.

     

    18 Haziran 2018

     

    [1] Bkz. http://www.digitalnpq.org/archive/2004_fall/27_anees.html

    [2] Bkz. Serhat Aydoğan, “Hıristiyan ve İslam Toplumlarında Gelişim üzerine mezheplerin etkisi perspektifinde ‘İslam’ın Altın Çağı’nın ardındaki ‘sır’ın incelenmesi”, http://bit.ly/2GYqNXD

    [3] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-22O, (Kuşku ve inanç yanyana, olmaz öyle şey ya da olur mu acaba?)

    [4] Bkz. http://bit.ly/2tiWe9B

    [5] 2014 yılında DİB resmi web sitesinde http://www.diyanet.gov.tr/dijitalyayin/ilmihal_cilt_1.pdf Sah 71-72 adresinde iken, http://www.diyanet.gov.tr/UserFiles/DiniBilgiler/Akaid.pdf adresine, oradan da http://bit.ly/2fq8PSmadresine nakledilmiş. Haziran 18 2018 itibariyle yeri belli değildir. DİB’nın Iman’ı tahkik ’ten ayırma konusundaki bu çabası birçok sorunun kaynağını açıklar niteliktedir.

    [6] Bkz. https://tinaztitiz.com/4962/kosullanmama-hakki/

    [7] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp ve http://bit.ly/2FumYIw

  • Dilin kemiği!

    Dil organının son derece esnek oluşunu –yiyecek ve tükürüğün ağız içindeki dolaşımını kontrol dışındaki– temsil eden bu deyim, “gerçekliği belirsiz bir kanı veya tasavvurun -fıskos’tan bambam’a kadar- çeşitli açıklıklarda ifadesi” anlamında kullanılıyor.

    Buna bir örnek, son zamanlarda sıkça kullanılan ve duyanlarda bir ferahlık yaratan “liyakate göre atama yapılacağı” vaatleridir.

    Önce -kör kör parmağım gözüne- türü bir gerçeğin altı çizilmelidir: Nadir haller bir yana, yapılmış, yapılmakta ve gelecekte de yapılacağından kuşku duyulmaması gereken tüm (şirket, vakıf, her tür bürokrasideki) atamalarda tek gözetilen öğe “liyakat”tir. Hangi liyakat denilirse tanım basittir: “Benim -yani atama otoritesi- düşünce ve eylemlerimi sorgulamaksızın, ne pahasına olursa olsun yerine getiren” (çünkü bulunduğu yere en layık olan benim).

    Kastedilen liyakat o liyakat değil mi?

    Tanımlanmış bir işin gereklerine en çok uyduğu tahmin edilen” denilmek isteniliyorsa orada biraz durulması gerekir. Bu efradını câmî ağyârını mânî tanımın gerçekleştirilebilmesinin ön koşulları olup olmadığına bakılmalıdır. Akla gelebilecek birkaçı şunlar olabilir:

    (1)   Tanımlar ve o tanımlar çerçevesinde verilecek direktif ve emirler kavramlardan oluştuğuna; kritik önemdeki kavramların çoğu da tanımsız olduğuna göre[1], bir işin yapımında yer alacaklar arasında bir saklı dilsizlik[2] olgusu ortaya çıkacaktır.

    (2)   Dildeki virüsler: Çoğunluk tarafından sık tekrarlandıkça dile yerleşmiş ve mantık sistemini geçersiz kılan sözcüklerdir. Bu tür sözcükler özellikle de sıkı bir retorik ve inkarı mümkün olmayan doğruların arasına sıkıştırıldığı için fark edilmesi güçtür.

    Emniyet şeridine girip herkesi avanak yerine koyan çakarlı saygısız kendini “evet emniyet şeridi kullanılmamalı, ama yaptırım uygulayıp kullananlar engellense ben de kullanmam” şeklinde savunurken; gözetimsiz sınav[3] yapmayan öğretmen de benzer şekilde “tüm öğretmenler yapsa ben de uygularım” şeklinde bir virüsten yararlanıyor[4].

    (3)   Kavram dağarcığı ne denli zengin, tanımlar da o denli iyi yapılmış olsunlar, yine de bunların aralarında çimento göreviyle eksikleri tamamlayan, tamam olanları ise birbirlerine bağlayan bir öğe daha vardır: Ahlaki ilkeler.

    Özellikle yüksek düzeyli siyasal içerikli görevler açısından tanımlar ikinci dereceye düşerken, birinci (hatta sıfırıncı) sıraya ahlaki ilkeler yükselecektir.

    Gerek seküler gerek dindar aydın kesimlerimizi oluşturan bireylerin tek tek ahlaki ilkeleri kuşkusuz vardır. Ama aynı kesinlikte belli olan bir diğer gerçek ise ne kesimlerin için de ne de arasında bir ortak ahlaki ilkeler belirlenmemiştir. Örneğin, her şey bir kenara bırakılsa dahi, çiğnenmesi hiç tolere edilmeyecek olan -ve tüm kesimlerin uzlaşı halinde olduğu- ortak ve de uygulamada da çiğnenmeyen, çiğnendiğinde tüm toplumun kurumlarıyla birlikte ayağa kalktığı bir ilke yoktur[5].

    (4)   Halkın denetimi: Bütün bu sıralananlardan oluşan bütünün kilit taşı ise yaygın denetim sistemi olup, demokrasi denilen halk yönetiminin vazgeçilmez ilkesidir. Halkımızın önemli bir bölümü ise bu işlevi iki nedenle yerine getiremiyor: (1) Bu işlevin kendine ait olduğunun farkında değil, kendini tebaanın kullarından birisi sayıyor, (2) Başına dert alacağından -haklı olarak- korkuyor; çünkü kavram dağarcığı içinde korkmama özgürlüğü[6] kavramı yok. Buna sahip olan aydın kesim ise bunu tohumlama yoluyla[7] gerçekleştirmek için birilerinin kendi adına bunu yapmasını bekliyor.

    Şimdi dönüp liyakate göre atama vaatlerine tekrar bir bakalım!

    Söz konusu vaatlere konu olan modüllerden sadece dört tanesi bile şunları gösteriyor:

    –       Bu modüllerde açıklananlar yerine getirilmeden ya da sivil toplumca o yolda yol gösterici, kuvvetli talep içeren adımlar atılmadan mevcut liyakat sistemi(!) yürürlükte kalacaktır.

    –       Bu modüllerin her biri sadece liyakat için değil, onlarca toplum sorununun yapı taşlarıdır. Örneğin ahlaki ilkeler modülünün işe karışmadığı bir süreç var mıdır?

    –       Aydın kesim -büyük bölümü- bir tatmin aracı haline getirdiği “salt yakınma” alışkanlığından sıyrılmadıkça, sürekli olarak “sorunların çözülmesi gerektiği” ve/ya “Japonya’da öyle burada böyle” yaklaşımlarıyla hem kendi hem başkalarının vakitlerini harcıyorlar. Halbuki yukardaki modüllerin her birinde her bir dakikada yapılabilecekler var.

    Kalabalığın bilgeliği

    Sosyal inovasyon kavramı epeydir biliniyor. Buna göre bizi bu uyku modundan uyandırabilecek bir sosyal inovasyona ihtiyaç var. Bunun için bu konulara duyarlı kişilerin somut, kendini çoğaltabilir (doğurgan), ön koşulları az (ya da hiç koşulsuz) fikirlerine ihtiyaç var. Yakınmasız, suçlamasız, -meli/-malı’sız ve yaratıcı.

    Lütfen http://bit.ly/2kqZaNB adresine tıklayıp yazar mısınız? (Bu da bir katılım yöntemi olabilir)

    25 Mayıs 2018

     

     

    [1] Bkz. http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram

    [2] Saklı dilsizlik ile kast edilen, bir dili konuşabilen, fakat o dilin yüksek seviyeli soyut kavramlarını ancak yüzeysel anlamlarıyla anlamlandırabilen kişiler arasındaki iletişimdir. Örneğin, cumhuriyet, demokrasi, birey, özgürlük, laiklik vb. soyut kavramların tanımları üzerinde bir anlam birliği oluşturamamış kişilerin bu konular çevresinde tartışmaları, mücadele etmeleri, kamplaşmaları mümkündür, ama sadece ortak anlayış geliştirmeleri mümkün değildir. Bu duruma saklı dilsizlik denilebilir. Bu konudaki kısa birkaç açıklama için bkz. http://bit.ly/2rNQ16P, Sah.2-III ve Sah.4-XV.

    [3] Onur Sistemine göre sınav için bkz. http://wp.me/p2t6mi-WO

    [4] Dilimizdeki virüsler için bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Wz

    [5] Bkz. “Üç parçalı toplum, sürdürülebilirlik (beka) ve bir model önerisi”, http://wp.me/p2t6mi-1Y2

    [6] Bkz. “Korkmama Özgürlüğü ve hukuk”, http://wp.me/p2t6mi-Tj

    [7] Bkz. “Davranış Tohumlama”, http://bit.ly/2FumYIw

  • İstanbul’daki piyano akortçuları, Fermi’nin sınav soruları ve sorun çözme!

    Başlıktaki üç benzemez ifadenin açıklanmasından önce bir kitap tanıtımı: Philip E. Tetlock ve Dan Gardner’in birlikte yazdıkları “Süper Tahminleme: Öngörü Sanat ve Bilimi”[1].

    Böyle bir kitap adı ilk bakışta pek az kimseyi ilgilendirir gibi görünebilir. Ama biraz düşününce, tahmin yapmanın, doğru tahmin yapmanın, hele hele süper tahmin denilebilecek kadar güç tahminleri yapabilmenin ilgilendirmediği hemen hiç kimse olmadığını kolayca çıkarabiliriz.

    Kim olursak olalım yaşamlarımızın her karesini dolduran tek ortak şey “sorun çözmek” denilebilir. Ev kadını, futbol takımı teknik direktörü, filanca kuruluşun CEO’su ya da bir politikacı, herkes her an kendi çapında bir sorunu çözmeye çalışıyor.

    Bu çabaların yine hemen hepsi, bazı varsayımlara onlar da tahminlere dayanıyor. Ev kadınının yemek pişirirkenki varsayımı pişirdiği yemeğin onu yiyecek olanların hoşlarına gideceği; bir önce hafta harika bir gol asisti yapan futbolcuyu ilk 11de sahaya süren direktörün varsayımı bu hafta da aynı performansı göstereceği varsayımı; emekliye ikramiye vaat eden politikacının varsayımı ise emeklilerin kendi partisine oy vereceği varsayımları yani tahminleridir.

    Bu kısa akıl yürütmeden çıkarılabilecek sonuç, sorun çözmek ile tahmin yapmak arasındaki sıkı bağlantıdır. Karl Popper’in ünlü “Tüm yaşam sorun çözmektir” sözünü biraz çevirip “Tüm yaşam tahmin yapmaktır” dense yeridir (hatta galiba biraz daha doğrudur).

    Biraz daha ileri gidelim!

    Tahminlerin sadece sorun çözme aracı değil, o sorunların ortaya çıkmasının da en önemli sebeplerinden birisi olduğu söylenebilir. Lütfen şahsen çeşitli zamanlarda ya da tam şu anda çözmeye uğraştığınız sorunların nedenlerini bir düşününüz. İçinde mutlaka en az bir yanlış tahmin vardır.

    Dünyanın başına iş açmış dertlere bakıldığında, mesela Irakta 1 milyona yakın insanın öldüğü özgürleştirme(!) savaşının nedeni “Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu” yanlış tahmini (ya da o tahminin bahane olarak kullanımı) değil miydi?

    Kısacası, nerede bir hatalı tahmin varsa ardından mutlaka en az bir sorun ortaya çıkar. Tahminler ve sorun çözme arasındaki yakın akrabalık buradan çıkıyor.

    Fermi’nin sınav soruları!

    Enrico Fermi (İtalyan asıllı Amerikalı fizikçi) ders verdiği Maryland Üniversitesi mühendislik fakültesindeki bir sınavda sorduğu “bir dönem boyunca üniversite öğrencilerinin tüketmiş oldukları toplam pizzanın alanının tahmini” sorusu daha sonraları mühendislik müfredatına girmişti[2].

    Fermi’nin sorularından birisi de “Chicago kentindeki piyano akortçularının sayısı” idi ve hemen çoğu kimsenin “ne bileyim ben!” diyebileceği belirsizlikte bir sorudur. Ama bu problemi, tahmini -nispeten- daha kolay sorulara[3] bölerek gerçeğe epey yakın bir tahmin yapabilmiş

    Bunlar kimin işine yarar?

    Net yanıt, “herkesin işine yarar” olsa da, “en çok kimin işine yarar?” şeklinde tekrar sorulursa, doğru yapılmamış bir tahmin sonunda doğabilecek zarar en çok neredeyse orası ile ilgili insanların işine yarar denilebilir.

    Buna göre “akşam yemeğine ne pişirsem?” konusunda tahmin yapan bir kişinin yanılması ile “şirketimize kimi seçsek sorun stokumuzu en az zararla azaltır?” konusunda yanılacak şirket hissedarlarının uğrayacağı zarar tabii ki aynı değildir. Birincisinin karşılaşabileceği durum, “eline sağlık ama ben tokum, almayayım” iken, ikinci durumda “iflas masasına ne zaman başvursak” şeklinde olabilir.

    İstihbarat servisleri, politik tahminciler, ekonomik analiz yapanlar ve bütün bu kanallardan gelen bilgileri kullanarak ülke ya da şirket yönetenler, doğru tahmin konusunda birincil müşterilerdir.

    Burada işareti gereken en kritik nokta ise, “doğru tahmin” deyimindeki “doğru” nitelemesidir.

    Tahminin doğrusu nasıl olur?

    Tahminlemenin iki bileşeni istatistik ve sezgi olarak biliniyor. İstatistik yoluyla en doğru (yani en az yanlışla) tahmin yapabilmek, eldeki sorun’un daha elemanter sorulara bölünmesine, böylece birden fazla soru’nun aynı soru içinde bulunmayışına bağlı.

    İstanbul’da kaç piyano akortçusu bulunduğu, içinde en az 6 grup soru bulunduğuna hatta bunların da içinde de başka alt sorular bulunabileceğine göre doğru bir soru değildir. Ama alt sorular, istatistik tahmine daha uygundurlar.

    İkinci bileşen sezgi olup, yakın zamana kadar varlığı bile kuşkuluyken bugün deneysel yolla gösterilebilmiştir[4].

    İstatistik tahminin doğruluğu nasıl ki dar alana sıkıştırılmış sorular koşuluna bağlı ise, sezgisel tahminin doğruluğu da bir diğer koşula bağlıdır: Sezgilerin dayandığı bilgi tabanının zenginliğine.

    Bu ikinci koşul, sıkça karşılaştığımız derinden etkilendiğimiz kutuplaşma sorununu da anlamaya yol açıyor: Az bilgi ve kesin inanç sahibi olundukça düşüncelerinde gayet samimi olan birçok insan, tahminlerinin doğruluğundan o denli emin hale geliyorlar ki, benzer tahminlere dayalı tasavvurlara sahip olmayanları “öteki” olarak etiketliyor.

    Buna göre doğru tahmin, olabildiğince elemanter cevapları olabilecek yalın sorulara ayırmak ve zengin bir bilgi tabanından beslenen sezgileri de hesaba katmak yoluyla yapılabilir.

    Aksine, hoşa gidenlerin, doğru sandıklarımızın, en kötüsü de işimize gelenlerin paketlenip başkalarını ikna amacıyla kullanımı tahmin değil falcılıktır.

    Sorun Çözme Kabiliyeti (veya kapasitesi) düşük olduğu için sürekli artan ve altında ezilmekte olduğumuz sorun stokunu küçültme yolunda güçlü araçlardan birisi de hem sanat hem bilim sayılabilecek olan tahminleme aracıdır. Bu aracı doğru kullanmaya yönelmek, stoku küçültmek için sağlam adımlardan birisi sayılmalıdır.

    3 Mayıs 2018

    [1] Tetelock, E.D and Gardner, D., Superforecasting: The Art and Science of Prediction, 2015, NewYork

    [2] Vefa Lisesi matematik öğretmenlerinden rahmetli İhsan Irk’ın (salla İhsan) geometri sınavında -her öğrenciye ayrı sorduğu- sorulardan bana düşen soru benzer nitelikteydi: “Bir masa satın almak isteyen kişi, birbirine yakın fiyatlı iki masadan 3 ayaklı olanı mı 4 ayaklı olanı seçmelidir ve niçin?” Belki o da imkan bulsaydı bir başka Fermi olabilirdi. Bu vesileyle nur içinde yatsın.

    [3] Sorduğu sorular: (1) Kentin nüfusu nedir? (2) İnsanların yüzde kaçında piyano olabilir? (3) Başka piyano bulunduran kurumlar kaç tane olabilir? (4) Bir piyano ne kadar zamanda bir akort edilir? (5) Bir akordun süresi ne kadar olabilir? (6) Bir akortçu ortalama ne kadar çalışır? Sorularına verilen olsa olsa türü tahminlere göre bulduğu 62.5 akortçu’nun gerçeğe ne kadar uyduğunu sarı telefon sayfalarından kontrol etmiş ve 63 rakamına ulaşmış. (Fakat çoğu ismin mükerrer olduğunu, dolayısıyla tahminin gerçekten farklı olduğunu da not etmiş). Bu satırlar dipnot1’deki kitaptan alınmıştır.

    [4] Avustralya New South Wales Üniversitesi’nden Ass.Prof. Joel Pearson ve 20 öğrencisinin yaptığı bir deney için bkz. http://bit.ly/2H3cRvT.

  • Din ve Bilim

    İnsanlık tarihinin en başında, bugünkü anlamda ne dinler ne de bilim olduğuna ilişkin bir kanıt var. Var olduğu tahmin edilebilecek tek şey korkular ve belki bazı sezgisel sorulara yine sezgisel cevapsılar olabilir.

    Zaman içinde, toplu yaşam formları oluştukça, topluluklar içindeki kişilerin zekâ dağılımlarına göre çeşitli açıklamalar ortaya çıktığı ve giderek daha tatminkar cevap verebilenlerin belirginleştiği tahmin edilebilir.

    Bu açıklamaların sahipleri o günlerin büyücüleriydi. Bunlar sadece cevap üretmiyor, bazı çözümler de -kurban veya meyve ikramı gibi- uyguluyor olabilirler.

    Zaman ilerledikçe, topluluklar içinde büyücü pozisyonları için rekabet başlamış olmalı. Mevcut büyücüyü gözden düşürmek için çeşitli yöntemler bulunduğu düşünülebilir. Bu yöntemler bir süre -mesela birkaç bin yıl- vaziyeti idare ettiyse de giderek uzmanlaşan büyücüler büyük ölçüde sezgi, biraz -o zamanki- istatistik, biraz da risk alarak daha tutarlı tahmin ve çözümler üretmeye başlamış olmalılar. Bunlara i̇lk bilimciler denilebilir.

    Sürecin buralarda çatallaştığını, bazı büyücüleri bu tahmin işinde -mutasyon olgusunun da yardımıyla- yanlışlama’nın i̇lk öncülleri yoluyla diğer büyücüleri saf dışı etmeyi keşfettiklerini; diğerlerinin ise alıştıkları sezgisel yollarla rakip büyücüleri alt etmeye çalıştıklarını tahmin edebiliriz. Bu noktada akıl kullanımı sınırlı da olsa devreye girerek bilimin evrimsel gelişimine bir avantaj sağlıyor.

    Her iki kesimin başlıca tahmin aracı sezgi olsa da, giderek belirginleşen -i̇ki renk ipliğin birbirine dolanıp tek iplik oluşturması gibi- sezgi ve akıl’ın “bir” olmadığı, ama varlıklarını sürdürerek bir “bütün” oluşturduğu düşünülebilir. Bunlar sezgi (çok ağırlıklı) ve akıl (az ağırlıklı) tahmin süreçleridir.

    Bu süreç boyunca kuvvetli bir olasılık, i̇ki süreç arasındaki -rekabet nedeniyle- güçlü bir etkileşimin varlığıdır. Nitekim binlerce yıl sonra bugün de bu olgu akıl-sezgi etkileşimi olarak devam ediyor ve koparılmadığı takdirde insanoğluna bilim ve teknolojideki gelişmeleri sunuyor (http://wp.me/p2t6mi-Zu). Bu bütünlüğü koparanlar ise birbirlerinin gözlerini oyarak egolarını daha da şişirmeye, haklılıklarını ispat etmeye ya da çıkarlarını sürdürmeye çalışıyorlar. İşte bilim ve din arasındaki temelden bağlantı buradan, yani her iki sürecin de amacının “sorulara cevap ve o cevaplara dayalı çözüm üretmek oluşundan” gelse gerekir.

    Yine kısa ve sağlam bir adım olarak, bu etkileşimli akıl-sezgi sürecine paralel olarak ikinci bir patika oluştuğu, özellikle sezgi’nin kanıt gösterme zorunluğunun olmayışının yarattığı avantajı kullanan ve bundan ticari, siyasi hatta akademik çıkar üretenlerin -ki bugün de bol miktarda var-, bol miktarda sahte sezgilere dayalı sahte dinler ve sahte bilimler ürettiği söylenebilir.

    Fakat şu dikkatten uzak tutulmamalı: Her iki süreç boyunca, ana amaç sorulara cevap aramak olsa da, bu süreç sorumlularının sahip oldukları ayrıcalıklardan yararlanmak isteyen (gibi bilim insanları – pseudo scientists) ve (gibi din insanları – pseudo clergy) ortaya çıkacak, hatta Machiavelli’nin nasihatı doğrultusunda gerçeklerini de aşacaklardır.

    Sahte din ve bilimlerin son derece somut çıkar sağlama vaatlerinin yanısıra, evren ile ilgili sorulara cevap arayan sezgi ve de akıl yandaşlarının oluşturdukları din ve bilim topluluklarının hiç de özenilecek bir şey vaat etmedikleri, vaat bir yana, “seküler veya dini iyi ahlak” ilkeleri nedeniyle yaşamı güçleştirdikleri de bir gerçektir.

    Buraya kadarki akıl yürütmede büyük boşluk yoksa ve de sahte bilim ve sahte din mensupları tartışma dışı bırakılırsa (ve bu bağlamda ne yapılması gerektiği ayrıca ele alınmak suretiyle), bilim ve dinin çıkış noktasının aynı olduğu ve gelişim süreçleri boyunca daima sorulara cevaplar aradıkları; bir yandan da süreçlerin ayrı ayrı örgütlendiği, bu örgütlerin sahtelerinin de gerçekleri ile çatışma halinde olduğu, kimi toplumlarda ve kimi zamanlar sahtelerinin daha baskın roller oynadığı söylenebilir.

    Sahte din ve bilimin kendilerini “tek amacı sorulara yanıt aramak” olanlardan ayırt edilmemesi için gereken her türlü sahtekarlığa -pek başarılı biçimde- başvurduklarını tahmin etmek güç değildir. Böylece geniş halk kitleleri nezdinde iki ayrı din ya da iki ayrı bilim değil, sadece din ve bilim gibi, içlerinde tutarsızlıklar içeren algılar ve de kurumlar ortaya çıkmış görünüyor. Din kurumunun, ayrı bir bilim kurumuna ihtiyaç olmadığını göstermek istercesine “ilim” adında bir disiplini de icat etiğine işaret edilmelidir.

    Bu kargaşadan çıkarılabilecek bir diğer sonuç da, sorulara cevap arayan bilimin aracı akıl ile benzer amaca sahip din’in aracı sezgi’nin başlangıçtan beri sürdürdüğü etkileşimin hala -ve daha da kuvvetle- var olduğudur. Gerek bilim gerekse dinin çağlar boyunca zaman zaman ve yer yer sahte, kötü niyetli uygulamalarına bakarak, akıl ve sezgi iplikçiklerinin bütünlüğünü koparmaya yönelik tek yanlı bakışların, özümüzü oluşturan bilinmeyen karşısındaki korkusoru – merak – kuşku – inanç döngüsünü görmezden gelmeye neden olmamalı.

    Kuşku ve inanç yanyana, olmaz öyle şey ya da olur mu acaba?

    Aradan geçen -şimdilik- 12,000 yıl sonunda insan toplulukları bilim ve din açısından büyük ölçüde kamplaşmış durumdalar. Kimi toplumlar -bizim gibi- bu konuda daha becerikli(!). A.B.D.’nin en yüksek nişanı olarak bilinen başkanlık Özgürlük Madalyası sahibi yazar Eric Hoffer “Kesin İnançlılar” kitabını muhtemelen Türkiye seyahatinden sonra kaleme almıştır.

    Toplumumuz hem din hem bilim yandaşlarının bir bölümlerince, “İslam dininin, ayrı bir bilime gerek bırakmayacak kadar mufassal olduğu” ve “Din’in gereksiz bir kurum olduğu, ama yine de ilgi duyanlara tahammül edilmesinin demokrasinin bir gereği olduğu” konusunda en küçük bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin inançlıdır.

    Korku – soru – merak – kuşku dörtlüsü aralarındaki ilişki gerek ilk insan gerekse günümüz insanı açısından oldukça belirlidir; çeşitli durumlar karşısındaki duygularımızın bu sıralamaya uydukları test edilebilir. Şablon bu olsa da dörtlünün her öğesinin herkeste aynı düzeyde olmayacağı, kalıtsal ve kültürel farklar nedeniyle bunların değişik düzeylerde olabileceği; bunun da farklı kişilikler oluşturacağı tahmin edilebilir.

    Kabullenilmesi o kadar kolay olmayan ise bu dörtlüye eklenecek beşinci öğe, “inanç” açısından olup özellikle de kuşku ile inancın asla bir araya gelemeyeceği düşünülebilir.

    İslam’ın “tahkiki iman[1]” ilkesi, iman’ın (inancın en üst derecesi) şüphe ve itirazlara karşı korunabilmesi için tahkik (=sorgulama yoluyla doğrulama) gerektiğini ileri sürüyor.

    Tam bu noktada kritik bir soru şu olabilir: Şüphe’nin (kuşku) ortadan kalkacağı bir nokta var mıdır yoksa bu döngüsel bir süreç midir? Yani, doğru olduğundan hiç kuşku duyulmayıp “iman” edilen bir denge durumunda, ister bir başkası aracılığıyla ister kişinin kendince, durup dururken ya da yeni edindiği bir bilgi nedeniyle yeniden kuşku doğması kaçınılmaz olduğuna göre mevcut “iman dengesi” sakatlanmış olur ve bu kuşkunun ortadan kaldırılması Müslüman’a görev olarak verildiğine göre, bu süreç döngüsel olmak zorundadır; yani, imanın sağlam tutulması için, bilgi çerçevesinin genişlemesinden sakınarak (cehalete sığınarak) imanı korumak değil, bilgi’nin yani kuşku uyarıcısının peşinde koşup, sürekli olarak kuşkuyu (ve böylece imanı) sağlam tutmak gerekecektir.

    Bu nereye kadar gider?

    Bu döngü spiral biçimde işleyeceğine göre;

    -> Bir nedenle doğabilecek kuşku > imanın zedelenmesinden duyulan korku > soru > merak > bilgi> iman’ın yeni dengesi > başa dön ->

    döngüsünün sonsuzda sonlanacağı nokta, giderek bu altı öğenin üst üste geldiği, her bildiğinin son nokta (tek doğru) olmadığı, yeni bir bilginin mutlaka var olacağı, bunun yarattığı büyük merak ve bu döngünün kopmasından duyulan korkunun birleşik olduğu bir nokta olabilir.

    Peki tutarsızlıklar ne olacak?

    Tüm din kitapları içinde çevirilerin, kültürel uyumlandırma (içtihat) eksiklerinin bozucu etkileri kuşkusuz olmuştur. Bunlar örnek gösterilerek akıl-sezgi bütünlüğünün anlamsızlığı ileri sürülebilir. Ama şu anahtar soru sorulabildiğinde, başka bir resim ortaya çıkar: Sahte sezgi ve sahte akıl tarafından kirletilmemiş ve insanlığın (ve tüm varlıkların) mutluluğuna yarayabilecek kimi ortak kurucu ilkeler var ise, bunları bırakıp ayrıntılarda taraf olmak, o sahte kesimlere hizmetten başka bir işe yarar mı?

    Toplumumuz, bu hastalığı derinden yaşıyor. Seküler kesim de dindarlar da “ortak iyi”lerini belirlemeye ihtiyaç duymadıkları gibi, her iki kesimin de “ortak iyi”lerinin bir “ortak ortak iyi” oluşturduğunu ya fark etmiyor ya da fark ediyor ama sürüklenmekten de kendilerini kurtaramıyorlar.

    İyi de bilim bu kadar ilerledi, hala niçin dine gerek var ya da var mı?

    Bu konuda öncelikli soru din’e gerek olup olmadığı değil, “gerek vardır ya da yoktur” gibi bir yanıtın bir işe yarayıp yaramayacağıdır. Din’in sosyolojik bir gerçeklik olduğu konusunda tartışma olmadığına göre, olsa olsa “bilim’in hızlı gelişmeleri karşısında din hala niçin var?” şeklinde bir soru olabilir ve bu soru hala çok sayıda kişi tarafından da sorulmaktadır.

    Muhtemelen şöylesi yanıtları olabilir:

    • Bilimin bir konuda açıklama getirmesi öncesinde din tarafından o konuda yapılan açıklamanın, bilim açıklama getirdikten sonra da alışkanlık nedeniyle terkedil(e)meyişi,
    • Din’in bir konudaki açıklamasının, derhal başka alanlardaki soruların cevaplanmasına da yol göstermesi ve böylece tek konudaki alışkanlık yerine birçok alanda alışkanlıkların oluşması; bunun ise henüz cevabı bilinmeyen sorulara da cevapların yine -alışık olunan- alan içinde aranması; bunun giderek bir kimlik oluşturması ve kimliğin korunması gibi giderek kendini güçlendiren bir duyguyu beraberinde getirmesi,
    • “Yaratıcı” kavramının eksiksiz / kesintisiz açıklamalar yapmaya yeterli güçte bir mantık operatörü olması; bilimin ise bilinmezlerin ancak bir bölümünü açıklayabilmesi,
    • Bilimin, bazı konulardaki açıklamalarının yol açtığı itiraz noktalarının varlığı (irreducible complexity[2] gibi),
    • Bilimsel yaklaşımın temelini oluşturan “yanlışlanabilirlik[3]” ilkesini tam kavramamış kişilerin, “bilimin her şeyi açıklayabildiği” şeklindeki iddialarının bilimi gözden düşürücülüğü,
    • Bilim alanına girmeyen öte Dünya gibi kavramlara dinin açıklamalarının oluşu ve bunların çekiciliği,
    • Herkesin bir ölçüde deneyimleyebildiği “sezgi”nin din lehine yarattığı, ama gerçekte yersiz olan genelleme,
    • Dinin açıklamalarının herkesçe tekrarlanabilirken, bilimin çekiciliğinin herkesçe kolayca deneyimlenemeyişi,
    • Dinin kimi ilkelerinin bilimle örtüşmesi[4] ve nihayet
    • Din kurumu adına ileri sürülebilecek her iddianın tahkiki iman ilkesi uyarınca doğrulanamayışı halinde imanın ancak “taklit” olacağının yaygınlıkla bilinmeyişi nedeniyle her konuda doğrulanmamış çok sayıda uydurma bilginin “Allah emri” şeklinde lanse edilerek, böylece üretilen sahte dinlerin yaygınlaştırılması; bunların çoğunun ticari, siyasi vd. amaçlarla gerçek dindarları baskılaması.

    Bu durumdan koruyabilecek kalkan tahkiki iman ilkesi iken, ilgili resmi kurumun (D.İ.B.) web sitelerinde dahi bu ilkenin zaman zaman yerinin değiştirilmesinin uyandırdığı “kurum da bilinmesinden yana değil; gerçek imana değil taklit imana dayalı olsa da dindar görünümlü olmak önemli” anlayışı.

    Ne yapalım?

    Gerek bozulma gerek düzelme süreçleri, birer çığ etkisi[5] oluşturmak eğiliminde. Şimdi mesele doğrularımızı bir süreliğine de olsa askıya alıp, buradan çıkışın yollarında yardımlaşmak.

    Din ve bilimin, yukarda ancak bir kısmına değinilen etkiler altında yaşamımızda olması gereken yerlerin dışına sürüklendiğini söyleyebiliriz. Bu sorun din ya da bilimi kutsamak ya da nefret etmekle çözülemeyeceğine göre, her iki alandan da gelebilecek iddialara “her türlü inancımızın sorgulanıp doğrulanmaya çalışılması” yani tahkiki iman ve yanlışlanabilirlik operatörlerine başvurulması ile cevap vermek iyi bir çözüm olabilir. (Bu arada bu iki operatörün de ne işe yaradığına daha dikkatle eğilinmesi önerilir).

    Böylece, gerek din adına gerek bilim adına ileri sürülecek (….dir) ifadelerine meşrebimize göre kredi vermeyip, akıl ve sezginin bütünlüğünden yararlanmaya bakalım. Çünkü biz burada dövüşürken, atlılar Üsküdar’ı geçmekteler.

    24 Şubat 2018

     

     

    [1] “Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklidî iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklidî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkiki iman denir. Aslolan her Müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır”, http://bit.ly/2fq8PSmSah. 71-72

    [2] Bkz. http://bit.ly/2GIHYw5

    [3] Bkz. http://bit.ly/2HHTt8k

    [4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Y2

    [5] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-Ok

  • “Yargıların askıya alınması” ve “düşünme” üzerine

    Düşünme yerli ve yabancı birkaç kaynakta şöyle tanımlanıyor:

    • Bir şey hakkında muhakeme yürütme süreci
    • Bir yargıya varmak ereğiyle bilgileri incelemek, karşılaştırmak ve aradaki bağlantılardan yararlanarak düşünce üretmek, zihinsel yetiler oluşturmak
    • Aklından geçirmek, göz önüne getirmek

    Bu tanımlarda -ve buraya alınmayan birçoğunda- ortak nokta, beynin akıl adı verilen “nöronlar arasında bağlantı arama ve/ya kurma” yetisinin özgürce hayal kurmak ve/ya bir amaca yönelik olarak kullanımıdır.

    Diğer ortak nokta, bu sürecin mutlaka birbirine ve / veya / ise / değil / dir / eğer gibi mantık operatörleri ile ya da birbirinin neden veya sonucu olacak şekilde bağlı olma zorunluğu olmasıdır.

    Damdaki kemancı’nın “eğer zengin olsa idim” düşüncesi böylesine özgür bir düşünce iken, “eğer çevre şartları normal ise su yüz derecede kaynar” cümlesini oluşturan ve her biri tanımı belirli öğeler ise, birbirine mantık operatörleriyle bağlı başka bir düşüncedir.

    Buna göre “hâkim bey düşünsenize bu durumda rüşvet vermeyip de ne yapacaktım?” cümlesindeki düşünme’nin yanlış olduğunu değil, ancak yasalara göre suç olduğu söylenebilir. Bu nedenle düşünme sürecinin başına, onun niteliğini belirten bir sıfat eklenmesi adet olmuştur. Yaratıcı düşünme, rasyonel veya irrasyonel düşünme, ahlak normlarına uygun düşünme, şeytani düşünme, abuk-subuk düşünme vd. daha belirli tanımlar sayılabilir.

    İşaret edilebilecek ikinci nokta, her “düşünme” eyleminin, şu altı öğe ile sınırlı bir alan içinde gerçekleştiğidir:

    (1) Kavram dağarcığı,

    (2) Belleğindeki ve erişimindeki bilgiler,

    (3) Başkaları ile etkileşimler[1],

    (4) Ön yargıları,

    (5) Çevre koşullarının empoze ettikleri[2] ve

    (6) Bu beş öğeyi işleyebilme konusundaki yetisi[3].

    Yukarıda sayılan çeşitli düşünme türlerinin her birisindeki düşünme verili olarak kutsanması gereken bir eylem değildir. Değerli olan düşünme, kişinin düşünebildiği çerçeveyi genişleterek, daha önceden sahip olmadığı bir “buluş” ile sonlanan düşünme olup, buradaki buluş, kişinin mevcut bilgileri ile bağ kurabilme -ki buna akletme[4] deniliyor- sonucudur.

    Düşünme sürecini denetleyen bu öğeleri askıya almaksızın bir buluş üretilemeyeceği net olarak görülüyor. Toplumumuzun, buluşçuluk konusundaki geleneksel zafiyetine[5], akıl kullanma ya da düşünme konusundaki zafiyeti; ona da askıya alma konusundaki çekingenliği açısından bakmak gerekir.

    Bu tür düşünme süreçleri en sonunda kişinin evren tasavvuru denilebilecek bir noktada durmak zorundadır. Bu nokta bir süre, yeni bir düşünme yoluyla değişebilmeye açık bir inanç olarak kalabilir. Örneğin düşen bir cismin, yerçekimi adı verilen bir nedenle düştüğüne “inanılır”; eğer bu inanç değiştirilmeye kapanmaz ise bir süre sonra daha akla yakın başka bir bilgiyle değiştirilip, yeniden değişene kadar yeni inanç olarak benimsenir.

    Düşünme süreci bedendeki enerji bilançosu açısından en önde gelen süreç olup, toplam enerjinin %20 kadarlık bir bölümünü kullanmaktadır[6]. Gerek bu nedenle gerek düşünce çerçevesinin sınırlarını genişletme çabası yeni belirsizlikler getireceği ve onların aşılması için de yukarda sayılan altı öğede değişiklik yapma ihtiyacı nedeniyle ve nihayet doğan belirsizliklerin yaratacağı korkular nedeniyle düşünceler değişime kapatılabilir ve giderek değişime dirençli inançlar oluşabilir.

    Bu süreç dini bağlamdaki inançlar için de geçerli olup, inancın nihai derecesi denilebilecek olan “iman” için dahi İslami öğretideki “tahkîkî iman” (doğrulamaya dayanan iman) kavramı geçerlidir[7].

    Kimi yorumcular “iman”ın, sürekli gelişen bir süreç olmayıp, doğrulamalar sonunda birden sıçranan bir bilinç durumu olduğunu ileri sürseler de, şu cümle iman’ın gelişime açık karakterini göstermeye yeterlidir: “Aslolan her Müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır[8]”.

    İman’ın bireysel karakteri, bunun “bir başkasının imanını tahkik etme” anlamı taşımayacağı, ancak ve yalnız kişinin kendi imanını sorgulama yoluyla doğrulaması ve giderek onu zayıflatmış olabilecek öğelerden arındırma çabası olması gerektiğini gösteriyor.

    Bu yazının konusunu oluşturan “askıya alabilme” becerisi düşünme çerçevesinin genişletilmesi için en önemli araçtır denilebilir. Düşüncelerinin -ki nihai durumda inançlarının- doğruluğundan emin bir kişi için bilim de din de donmuş birer kalıptan başka bir şey değildir.

    Bunun sürekli bir arayış içinde olmak anlamına geldiği açıktır. Fakat bu durumda, düşünme sürecinin altı öğesinin her biri içindeki çok sayıdaki element de kesinlikten uzak olacağına göre kaotik bir durum doğmaz mı? Eğer her şey değişebilirse neye dayanarak yeni düşünceler üretilebilecektir?

    İşte bu nedenle, altı düşünme öğesinin her biri için “daha az değişeceğine inanılan” birer omurga oluşturulmalı, diğerleri o omurgalar içine yerleştirilmelidir. Kuşkusuz omurgalar da değişime açık olmalıdır; ama her an için yine de elde “sabit duran bir omurgalar sistemi” mevcut olacaktır. Bu omurgalara “temel ilkeler”, “kurucu ilkeler” ya da “maksimler” denilebilir. Çeşitli alanlardaki maksimler için yapılan bir araştırmaya verilen cevaplar http://bit.ly/2BlLpGa adresinde -hiç dokunulmadan- verilmiştir.

    Sonuç: Bir toplumun sorun çözme kabiliyeti, beka (varlığını sürdürebilme) kabiliyeti ile neredeyse eş anlamlı sayılacağına; bu ise doğrudan doğruya o toplumu oluşturan bireylerin düşünsel kapasitelerine bağlı olduğuna göre, başta eğitim olmak üzere çeşitli alanlar için önemli bir yol göstericinin “düşünme becerilerinin geliştirilmesi” olduğu görülüyor.

    Bu yol göstericinin aksi de işe yararlıdır: Bir ülkeyi yok etmek için, onların düşünsel becerilerini azaltacak önlemler (ezber, sorgulamama, değişmez öğretilerle beyinleri doldurma vb) uygulamak, o ülkeyi işgal etmekten daha düşük maliyetlidir.

    Gerektiğinde askıya alınamayan ya da istemli unutulamayan[9] bilgi yararsız bir yüktür; yaratıcılığın, yeni öğrenmelerin ve en önemlisi muhakemenin önündeki aşılmaz engeldir. Bilgiçlik, bağnazlık ve köktenciliğin başlıca yapı taşı bu tür bilgidir.

    19 Aralık 2017

    [1] Kişinin başkalarıyla etkileşimi yoluyla elde ettikleri, “erişimindeki bilgiler” başta olmak üzere diğer öğeleri de etkilemektedir.

    [2] Örneğin, bir işte çalışan ve yaşamı için gereken ücreti kazandığı iş koşullarının dikte ettiği kimi zorunluklar, kişinin düşünce sınırlarını ister istemez etkilemektedir.

    [3] Bu yetiye zeka (intelligence) adı verilmekte olup ½’sinin genetik, ½’sinin çevrel faktörler olduğu biliniyor. Bkz. https://ghr.nlm.nih.gov/primer/traits/intelligence

    [4] Düşünme sürecini mümkün kılan yetiye akıl veya zihin (mind) adı verilmektedir. Zeka ve akıl arasında ortak yetiler olsa da akıl daha üstün yetiler (muhakeme, problem çözme vb) için kullanılıyor. https://en.wikipedia.org/wiki/Reason

    [5] Bkz. https://tinaztitiz.com/3634/biz-nicin-icat-yapamiyoruz/, https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/total_history-1.pdf

    [6] Bkz. https://popsci.com.tr/cok-dusunmek-insani-yorar-mi/

    [7] Bkz. Tahkiki iman, https://goo.gl/wyu1Yq

    [8] a.g.e. (6)

    [9] Unlearning, geçerliği kalmamış bir bilginin istemli olarak unutulması

  • Din ve bilim kurumlarıyla ilgili sorun nedir?

    Muhtemelen tüm varlıkların –bu arada insanın- doğuşundan itibaren en güçlü arzularından birisi, içine doğduğu –her türlü- ortamı, en genel deyimle “evreni” duyu organları ve aklı yardımıyla canlandırmak (tasavvur etmek), bunun için de sorular üretmek ve cevaplarını aramak olmuş görünüyor.

    Kendisini böylece güvende hissedebiliyor. Buna göre dinin de, sonradan gelişen bilimin de amacı aranan bu cevapları vermeye çalışmak olmuştur denilebilir. Bunun için, toplum içinde çeşitli biçimlerde kurumlaşmışlar.

    Normal olarak, her iki kurumlaşmanın da temel işlevi olarak kabul edip uyması beklenen amaç, kişilerin “evren tasavvurlarını özgürce oluşturmak” için uygun ortamlar yaratmak ise de pratikte durum böyle olamamıştır.

    Dini kurumlar, kaynaktan (yaratan) aldıklarını iddia ettikleri “hesap vermezlik” zırhını kullanarak hem bilim alanına müdahale etmişler, hem de temel işlevlerini bir kenara bırakıp, çeşitli (siyasi, ticari, ideolojik vd) çıkarlar sağlamaya (istismar) girişmişler.

    Bu yanlış konumlanmayı durdurabilecek tek imkan olan akıl (artikülasyon aracı da bilim kurumları) ise, din’in bir toplumsal gerçeklik olduğunu reddetmiş, hızlı gelişiminden de kazandığı kibir ile, kendini  evren tasavvuruyla ilgili tüm soruları cevaplayabileceği (hatta cevapladığı) iddiasına konumlamış durumda. Halbuki soruların sadece “nasıl” tarafını (o da bir bölümünü) açıklayabilirken, “niçin” tarafına ait bir açıklaması da yok.

    Bilim kurumları bu kibirli tutumları içinde, toplumun çok büyük bir bölümünün evren tasavvurlarını, değinilen yozlaşmışlıktaki din kurumlarının cevaplamasına terketmiş durumda. Aslında din kurumları da bilim kurumları da temel işlevlerinden uzakta sadece kendilerine hizmet eder durumdalar. Halk ise ikiye ayrılmış, ne din ne de bilimle ilgisi olan dini ve bilimsel hurafeler denizinde her iki kurumun temeldeki aynılığı yüzeydeki ayrılığı ile birbiriyle çatışıyor.

    Din ve bilim kurumlarının kazandıkları mevzileri terketmesi eşyanın doğasına aykırı görünüyor. Her sistem (yanlış oluşmuşlar daha da güçlü olarak) her tür değişime karşı kendini koruyor, koruyacak.

    Bu durumda, ilk aşamada yapılabilecek olan, din ve bilim kurumlarının bu ortak temel varlık nedeninin kabul edilmesi olabilir. İkincisi, her iki kurum yandaşlarının çok az şey bldiklerini kabul etmeleri ve bilgiçlikten vazgeçerek, binlerce yıllık geçmişlere ya da kulaktan dolma söylentilere dayanan ayrıntılar yoluyla keskin iddialar ileri sürmek yerine, şu temel ilkeyi kabul edip alçakgönüllü bir merak duygusuna teslim olmalarıdır: “İnsan cevap arar ve en kolay nerede bulursa onu benimser”.

    Dinin ya da bilimin tüm cevapları herkesin algılayabileceği kadar yalın olamayabilir. O halde, tüm cevapları bildiği iddiasından vazgeçip, sadece temel ilkelerle (maxims) çevrili alanlardaki cevaplarla ilgili “kesin olmayan iddialara sahip olduğu” gerçeğini ilan etmeli ve böylece insanların “varlık nedenleri ile ilgili sorularının peşinde koşmaları için meraklarını (ki o yaşam sevincidir) diri tutmaları olabilir.

    Kurumlaşmış istismar ancak bu yolla, o da ancak zaman içinde azalıp yok olabilir.

    Alanya, 27 Ağustos 2017

  • Birleşik akıl ve sorun çözme kapasitesi

    Bildiğinizden emin olduğunuz bir şeyler düşünün. Örneğin okulda öğrendiğimiz, “üçgenin iç açıları toplamının 180o olduğu”. Bu bilginin aksini[1] iddia eden kimseye rastlamayan, her yargının en az bir ön koşulu olduğunu da kimseden duymamış bir çocuk, bu bilgiyi öylesine sahiplenir ki, zihninde bir küçük duvar örerek bu bilgiye uymayabilecek tüm alanları “öte taraf” ilan eder ve hiç kuşkusu olmadığı için de öte tarafa ait her şeyi –otomatik olarak- “tamamen” devreden çıkarır. Öte taraf “yok” hale gelir.

    Aile ortamında edinilen değerlerden birisi –mesela- “yardım isteyenlerin geri çevrilmemesi” ise, bu defa ikinci bir duvar örerek, bu kurala uymama hallerini[2] duvarın öte tarafı olarak ilan eder. Zihnin bir bölümü daha “öte” olarak etiketlenir.

    Ve 180 derece ve geri çevirmeme “öte taraflarından” arta kalan biraz küçülmüş ama yine de epey geniş olan “beri taraf”ta yaşamını sürdürür.

    Ama, aile, okul, sosyal çevre, TV, internet vd. bilgi ve değer kaynaklarından “her öğrendiği” küçük küçük duvarlar örmeye, yeni “öte taraflar” tanımlamaya başladıkça giderek daralan “beri alan” içinde yaşam sürdürülür. İnsan doğasının alışmak denilen özelliği nedeniyle, her defasında daralan alanı normal sayarak, bir rahatsızlık duymadan –hatta mutlu olarak-, oluşan “rahatlık alanında” yaşamını sürdürür.

    Keşke böyle olsa!

    Ne yazık ki bu duvar örme olgusu durmaz. Her korku, her takıntı, her yeni bilgi, her alışkanlık, her travma yeni küçük duvarlar örmeye devam eder ve kişinin asıl özgürlüğünü oluşturan düşünsel özgürlük alanı giderek daralmaya başlar.

    Yine de durmaz!

    Yapısı itibariyle mevcut bilgiler arasında sürekli yeni bağlantılar kuran insan beyni, dış etkilerle oluşan duvarlar üzerinde çalışarak onları genişletir. Örneğin, kedi tırmalaması nedeniyle oluşan “kedilerin uzak durulması gereken küçük canavarlar olduğu” yolundaki küçük duvar, kişinin kendi çabasıyla(!) uzar ve önce diğer kedileri (kaplan, pars vs), sonra diğer hayvanları “öte” ilan eder.

    Bir çeşit zihinsel sterilizasyon gibi işleyen bu mekanizma giderek hızlanır ve rahatlık alanını kirletebilecek her ne varsa “düşünerek” bulur ve “öte”ye atar. Bu duvar inşaatının birincil parametresi dış kaynaklı bilgi ve deneyim girdileri ise, ikincisi açıklanan bu “iç inşaat” ve üçüncüsü de “zaman” faktörüdür. Yaşlanan insanların –genellikle- her şeyden (parasızlıktan, yalnız kalmaktan, hastalanmaktan vs vs) korkması belki de böyle açıklanabilir.

    Her beklenti / korku / takıntı / vizyon / tutku / bilgi – beceri / kendini beğenme – beğenmeme / nefret /unvan, rütbe / meslek / siyasal veya dini ideoloji / inanç veya inançsızlık / yasal ve ahlaki kurallar / gelenek ve töreler / ritüeller / genetik miras / gen–kültür etkileşimi (https://goo.gl/7ho2dS) / ezber (sorgulamaya kapalılık) / çeşitli amaçlı koşullandırmalar / çeşitli nörolojik farklılıklar ve daha bir çok faktör özgürlük alanını daraltıp öte alanı genişletir.

    Kuşkusuz bu etmenlerin etkileri kişiden kişiye değişse de net olarak ortaya çıkan durum, yukarıda ancak bir bölümü sayılan duvar öğeleri ile çevrelenmiş özgür düşünme alanlarının son derece çeşitli olduğu ve benzer özgür düşünme alanına sahip iki kişinin bile bulunmasının neredeyse imkansızlığıdır.

    İyi de bu durumda nasıl anlaşabiliyoruz?

    Aslında anlaşma söz konusu değildir; gerçek yaşam, karşı tarafların savlarından en az zarar görebilecek pozisyonlar alabilmek amacı çevresinde oluşur; o pozisyonlanmaların koruyamadığı bölüm ise dedikodu, yakınma, şiddet gibi yollarla dengelenir.

    Toplum içindeki çeşitli roller bu pozisyonlanmayı kolaylaştırma amacına yöneliktir. Ast-üst ilişkileri gerek iş yaşamında gerek aile içi hiyerarşide standart pozisyonları tanımlamıştır. “Üst’ün fikirleri, ancak kendisinin izin verdiği ölçüde eleştirilebilir” kuralı hemen hemen tüm sosyal yapılanmalarda en geçerli kuraldır. Bu yapılandırılmış iletişimin dışındaki gerçek ise “körler sağırlar birbirini ağırlar” vaziyetidir, kimsenin kimseyi anlamak gibi bir derdi olmadığı gibi, bu pek mümkün de değildir.

    Bu denli sınırlanmış özgür düşünme alanlarına sahip bireylerin, kendi zihinsel kapasitelerinden daha büyük bir kapasite ortaya koymaları gerçekten önemli bir sorundur ve üzerinde ne kadar çalışılsa yeridir.

    Daha büyük kapasite niçin gerekli olsun ki?

    Cevap basittir: Çünkü sorunlar, kişilerin zihinsel kapasitelerini aşmayacak giriftlikte olmak zorunda değildir. Ayrıca, sorunlar arasındaki etkileşimler (https://goo.gl/nNXk5x) sonunda öylesi karmaşık yapılar ortaya çıkabilir ki, çözmek bir yana anlamak (https://goo.gl/YVBhdQ)  dahi güç olabilir. Böylece çitişmiş sorunlar yumağı için doğal olarak daha yüksek sorun çözme kapasitesi gerekir.

    Çare yok mu?

    Bu tablo karşısında, düşünme alanlarının bir sürü duvarla daralmış olduğunun farkına varmaları sihirli bir etki kadar önemlidir. Çünkü bu “farkına varma” halinde iki şey olabilir:

    (1)  Kendisi açısından doğru-iyi-güzel[3] olanların, ancak kendi özgürlük alanının ürünleri olduğunu; bunların ise bir başkasınınki ile aynı olması olasılığının sıfıra yakın olduğunun bilincine varabilir. Kendisine doğru-iyi-güzel görünen perspektifin nasıl çarpılmış bir perspektif olduğunu, bir başkasındaki perspektifi anlamak yolunda müthiş bir merak doğar –ki yaratıcılığın kaynağı bu meraktır-.

    Aynı zamanda sorunları çözmek için çok güçlü bir aracın, yani başkalarının perspektiflerinin varlığını keşfeder. Bu gerçeğin bilincine varmış iki veya daha çok kişinin perspektiflerini birleştirerek, her birinin tek tek çözebileceğinden daha karmaşık bir sorunu çözmeleri olgusuna ise Birleşik Akıl denilebilir. Bu, uzlaşmaya dayalı olan ortak akıldan farklı bir olgudur.

    Daha güç olsa da bir olasılık, duvarların bir bölümünden kurtulma ya da en azından küçültme çabalarıdır. Bir uç durum ise –en azından zaman zaman kısa süreliğine- duvarlarını askıya alabilmeyi deneyimlemesidir. Bu gibi hallerde neler olabileceğine ilişkin bir örnek Jacob Barnett adlı 11 yaşındaki bir dahi çocuğa ait bir videoda kendi ağzından anlatılıyor (https://goo.gl/RXZ5VE).

    Farkına varma için yardımcı olabilecek ne var?

    Kişi, kendi aklının ürünleri olarak görüp gurur duyduğu her ne varsa, onların ne denli güvenilmez olduğunu görebilme cesaretine sahipse “farkına varma” çok kolaydır. Bu durumda II Dünya Savaşı ile ilgili bir olay (https://goo.gl/XVLCLJ) yeterlidir. Aslında çoğumuzun başından, akıl sınırlarımızı yüzümüze vuran epey olay geçmişse de bunları hatırlamak pek işimize gelmez; halbuki onlar, başkalarının akıllarının değerini anlayabilmemiz için altın değerinde birer fırsattır (kişisel bir örnek için http://wp.me/p2t6mi-218).

    Eğer bu cesarete sahip değilse, duvarlarla sınırlanmış küçük cehennemini, övünülecek sıfatlar, unvanlar, ilişkiler, yıllar vb ile sarmalayıp başkalarının gözünden saklamaya çalışır ve orada yaşamaya çalışır.

    Uzun sözün kısası!

    • İnanılmayacak kadar çok sayıda dış etken ve beynin bunlar arasında yeni bağlantılar oluşturması sonunda, zihinsel özgürlük alanlarımız ister istemez daralır. Bu olgu, sorun çözme kapasitemizi önemli ölçüde azaltır.
    • Her kişinin zihinsel özgürlük alanının büyüklüğü ve çevreleyen sınırlayıcı etkenler farklıdır. Bu bir zihinsel imza gibi özgündür. Fakat kişi bunu genellikle fark etmez ve farklılıkları yok eden eğitim, sosyal çevre ve medya nedeniyle herkesin aynı şekilde düşündüğünü varsayar.
    • Toplumun özgün zihinsel imza sahibi kişilerden oluşması, gerek bireysel gerek kurumsal gerekse toplumsal sorun çözme kapasiteleri açısından büyük bir şanstır. Çünkü birinde olmayan diğerinde olabilir ve birleştirilebildiğinde ikisinde de olmayan daha etkili bir zihin ortaya çıkabilir.
    • Bu farklılıkların farkına varılması, girift sorunların çözümü için bir zorunluktur. Birleşik Akıl’lar ancak bu şekilde oluşabilir. Buna bir anlamda çeşitliliğin gücü de denilebilir.
    • Farkına varma olgusu bir cesaret meselesidir. Giderek daralacak rahatlık (konfor) alanında yaşamak ya da sınırlayıcı duvarların farkına varıp onları “yönetmek” tercihleri karşısındayız.
    • Merak, duvarlarının farkına varan kişilerin, başkalarının akılları ile dayanışma kurma konusundaki arzularının bir dışavurumudur.
    • Zihinsel duvarları olmadığına, en doğruları düşündüğüne, dolayısıyla da başkalarının akıllarına ihtiyacı olmadığını düşünenler için ise tüm yemekler serbesttir; birey olarak da ulus olarak da.

    13 Mayıs 2017

     

    [1] Ancak düzlem üstüne çizili üçgenler için geçerli olan 180o kuralı, yüzey üzerindeki üçgenler için geçerli değildir.

    [2] Sınav sırasında kopya “yardımı” talep eden kişinin bu talebi –ve benzer gayrı ahlaki yardım talepleri-  ise tabii ki geri çevrilmelidir.

    [3] Akıl – Ahlak – Estetik yaşam alanlarımızın 3 boyutu ise, “doğru – yanlış” akıl boyutunun iki ucunu; “iyi – kötü” ahlak boyutunun iki ucunu; “güzel – çirkin” ise estetik boyutunun iki ucunu temsil eder.

  • Otobiyografi kesiti-4: Bildiğimi zannettiğim dağlara kar yağışı nasıl başladı?

    Yıl 1970. Bir yıl kadar önce, çalıştığım kurum (Ereğli Kömürleri İşletmesi) beni Ankara’da iki haftalık bir kursa yollamış. FORTRAN-IV programlama dilinin öğretildiği bu kursu tamamlamışım ama, işimle ilgili olarak doğrusu neye yarayacağı konusunda pek de bir fikrim yok.

    Bir süre sonra işletmemizde “muhasebe makinesi” olarak bilinen bir bilgisayar olduğunu öğrenip, bir yolla (https://tinaztitiz.com/3129 adresindeki yazımda uzunca anlatmışım) kullanma imkânı bulunca, 16K’lık makinenin azami 8K’lık bölümüne sığabilecek programlar yazabileceğimi düşünüyorum.

    Bu programların bir işe yaraması o an için önemli değil, yeter ki basit de olsa tanımlanan bir işlemi yapabilsin. Mesela 1’den 1000’e kadar sayıları toplayabilsin. Amaç belli; bunları yaptırabilirsem giderek daha karmaşık işleri de yaptırırım. Bilgisayarı ilk kullanmama izin verildiği günü hatırlıyorum; yaklaşık 200m2’lik, tabanı –kabloların geçirilmesi için- yükseltilmiş ve klimatize edilmiş bir salonda, her birinin aylık kirası $5,500 olan iki makine var (birisi yedek); IBM 360/20.

    Bilgisayarın yedeği olur mu diye düşünenler olabilir, ama 40,000+ maden işçisinin –ki Dünyada da maden işçileri genelde en isyankâr işçiler sayılır- ücret bordrolarını yapan bilgisayarın bir yedeğinin olması kolayca anlaşılabilir bir şey. (Nitekim zaman zaman, bir yasal gereklilik nedeniyle ücretlerde küçük de olsa bir kesinti olduğunda ortaya çıkan toplu gösteriler bunun kanıtıydı. Bir mühendisin öldüresiye dövüldüğü Kozlu olaylarını yaşıtlarım hatırlayabilir).

    Bu nedenle herhangi bir bilgisayar arızasına karşı IBM firması bir de teknisyen tahsis etmiş, işletme de bilgisayarların bulunduğu binaya yakın bir lojman tahsis etmiş. Bir arıza olduğunda teknisyen –gecenin hangi saati olursa olsun- hemen koşup geliyor. Bilgisayar odasının kendine özgü bir teknolojik kokusu var. Öyle her önüne gelen giremiyor.Bilgisayar o denli önemli bir şey ki, gösterilen bu saygıyı hak ediyor. Bunun ayrıcalığını da bir yandan hissediyorum.

    Nihayet, bilgisayarı kullanmama izin verilen sabah 04.30’da, önceden özel program yazma formuna özenle yazdığım programı çalıştırmak üzere o saygın mahale giriyorum. Hafiften ellerim titreyerek, kağıttaki kodları delikli kartlar şeklinde hazırlıyorum. Sıra, programı çalıştırmaya geldi ve RUN (koştur) düğmesine bastım. O da ne ERROR (hata)!

    Hata mesajını görünce en küçük bir kuşku duymadım, bilgisayar arıza yapmıştı. Gerçekten de program çok basitti. Tek döngüden ibaret, 5-6 satırlık bir programda yanlış yapılabilecek bir şey yoktu.

    Derhal telefona sarılıp teknisyeni uyandırdım ve –biraz da sitemle- (sanki bilgisayarı teknisyen yapmış gibi) bilgisayarın arıza yaptığını ve derhal gelmesini istedim. Beş-on dakika içinde teknisyen uyku sersemi geldi ve biraz çekingen tavırla “yazdığım programda bir hata olup olmadığını” sorma gafletinde bulundu.

    Zaten patlamaya hazırken bu küstahlığını karşılıksız bırakır mıyım? Böyle bir olasılığın asla olamayacağını kendisine anlattım. Adam da zaten pişman olmuş ve bilgisayar konsolu üzerinde testler yapmaya başlamıştı.

    10 dakika kadar sonra yazıcıdan test raporu çıktı. Laboratuvardan çıkan kan testi gibi uzun rapordan ben pek bir şey anlamadım ama sonuç netti: Program hatası! Bu ilk ders, aklıma gelen ve doğruluğundan hiç kuşkulanmadığım “sorun ve çözüm tanımlamalarımın” pek öyle güvenilir şeyler olmadıklarını, çoğunlukla kendimi başkalarına benimsetme gizli arzumun bilgisayar kodları arasına gizlenmiş formu olduğunu gösteriyordu.

    Giderek –bu defa bilgisayarlara kusur bulmadan- daha karmaşık kodlar yazdıkça, insan akıl ve birikimlerinin ne denli yanıltıcı olabildiğini görmeye başladım.

    Huylu huyundan vazgeçer mi?

    Yıl 1988. Turizm Bakanlığı görevindeyim. Kamu arazilerini, üzerlerine turistik tesisler yapılması amacıyla 49 yıllığına girişimcilere tahsis ediyoruz. Bu arada aklıma müthiş bir fikir geldi: Ailemizde bedensel engelli bir yakınımız olduğu için engellilerin sorunlarıyla yakından ilgiliyim. Bu insanların büyük çoğunluğu, çevrenin hep sportmen yapılı insanlarla dolu olduğu, yaşlı, engelli, çocuk, hasta gibi kişilerin de pek önemli olmadığı varsayımına göre düzenlenmesi nedeniyle, evlerinden dışarı çıkamaz durumdadır.

    O halde madem ki elimizde bir imkan var, tahsis ettiğimiz kamu arazilerinden birisini bir koşulla tahsis edelim: Sadece bedensel engellilerin kullanabileceği bir tatil tesisi. Ama, geçmiş deneyimlerim dolayısıyla bu fikrimde de bir “kod hatası” olabileceği nedeniyle bakanlık ilgililerine bu fikrimi açtım. Hepsi inanılmaz bir birliktelikle, böylesi bir fikrin ancak benim aklıma gelebileceğini belirtip kutladılar (zaten ben de doğru fikir olduğunu biliyordum).

    Hemen şartname hazırlıklarına başlandı. Bu arada, insan iyi bir fikrini başkalarıyla paylaşmazsa çatlarmış, ben de Hacettepe Üniversitesindeki bir tanıdığıma (Prof. Güler Gürsu) fikrimi nasıl bulduğunu açtım (aslında onun da hayran kalacağından emindim).

    Güler hocanın dehşetle açılmış gözleri, IBM teknisyeninin ERROR mesajına ait bilgisayar çıktısını yorumlarkenki bakışları gibiydi: “Tınaz bey bunu sakın yapmayın, onları bir araya toplayıp toplumdan izole etmek değil, tam aksine diğer tesisleri de engellilerin kullanabileceği hale getirmek lazım”.

    Bu defa kendi fikrimin doğruluğuna koşulsuz güvenmemiştim ama, çeşitlilik oluşturmayan, amirinin fikirlerini sadece “neresi desteklenebilirdir?” süzgeciyle dinleme konusunda uzman olmuş kişilerle yetinme tuzağına düşmüştüm. Kim olursa olsun, -hangi saiklerle olursa olsun- aykırı fikir üretenlere olan düşkünlüğümün, özellikle güç sorunlar karşısında “birleşik akıl” arayışlarımın altındaki bir neden de budur.

    25 Nisan 2017

  • Ortak Akıl, Uzlaşı, Çeşitlilik

    Tanımlardan başlamak gerekirse:

    –       Ortak:

    Birden çok kimse veya nesneyi ilgilendiren, onlara özgü olan, onların katılmasıyla oluşan, müşterek (TDK, http://bit.ly/2opcLZg)

    –       Akıl

    1. Düşünme, anlama ve kavrama gücü, us (TDK)
    2. Enformasyonu algılayıp, onu bir ortam veya bağlama göre davranışlara uyarlanabilir bilgi şeklinde tutabilme yetisi (Wikipedia, http://bit.ly/2opuYG9)
    3. Kökeni: legend > intellegere (L): arasından / aralarından seçmek[1]

    –       Uzlaşı

    1. Uzlaşmak durumu, uyuşma, uzlaşı, uzlaşım, mutabakat, konsensüs (TDK)
    2. Grup üyelerinin, bütün için en iyi olacak bir kararı geliştirip, desteklemek üzere anlaştıkları bir grup karar alma süreci (Wikipedia, http://bit.ly/2opz80y)

    –       Ortak akıl

    1. Bir grubun uzlaşı ile ürettiği karar (yukarıdaki tanımlardan çıkarsanabilen)
    2. Çok sayıda kişinin yardımlaşma, yarışma ve toplu çabalarıyla oluşan ve uzlaşılmış karar olarak ortaya çıkan grup aklı (Wikipedia, http://bit.ly/2opAmZI)

     

    Bu tanımlar birlikte değerlendirildiğinde, Ortak Akıl kavramının odak noktasının “uzlaşma” olduğu görülüyor. Uzlaşma ise –ister istemez- sürece katılan her bireyin, kendisi için amaç olarak gördüğü şeye en yakın grup kararına erişebilmek için tavizler vermesi anlamına geliyor.

    Söz konusu taviz kimi hallerde, üzerinde karar oluşturulmak istenen özneyi (mesela sorgulanamazlık) olumlu etkileyebilecek bir seçenekten vazgeçilmesi anlamına da gelebilir. Yine de, grup üyeleri her ne kadar görünürdeki özneyi (örnekteki sorgulanamazlık) en iyilemek yolunda çaba gösterdiklerini söyleseler –hattâ buna inansalar- dahi, gerçekte farklı özneleri amaç edinmiş olabilirler.

    Daha da ileri gidilerek şu ileri sürülebilir: Grup üyeleri, aynı bir özneye yönelik olarak uzlaşmaya çalışabilir; ama o öznenin tanımı ve/ya gerçekleştirilebilmesi için yöntemler konusunda alışkanlıklarını, paradigmalarını, bildiklerini, bildiğini zannettiklerini, inançlarını askıya alamayabilir, en azından esnetemeyebilirler.

    Birincil amaç eğer uzlaşı sağlamak ise, bu durumda varılacak karar “özne durumundaki amaç” için en iyi karar olmayabilecektir. Yani uzlaşı her durum için en iyi karar anlamına gelmeyebiliyor.

    Hem uzlaşı sağlanması hem de en iyi kararın bulunması için bir yol var mıdır?

    Bu gibi durumlarda genelde sarılınan çözüm, birikimlerine güvenilen ya da güvenilmesini isteyen birisinin ortaya çıkıp, grup adına karar vermesi olabiliyor. Pratik, kesin, düşük maliyetli. Fakat alınan risk, o kişinin kendini ve/ya grubu yanıltması olasılığıdır.

    Bir diğer çözüm ise, iğne ile kuyu kazımına benzetilebilir. Bu durumda amaç sadece uzlaşı sağlamak olmayıp, “en iyi çözüm çevresinde uzlaşı sağlamak”tır. Bunun yolu ise, çevresinde uzlaşı oluşabilir gibi görünen nispeten benzer fikirlerden daha yaratıcı olanları arayabilmek için:

    –       Sabır,

    –       Kestirme çözümlere karşı kuşku,

    –       Yüksek özgüvenle destekli fikirlere karşı kuşku,

    –       Paradigma yıkımlarına, tüm doğrularını terke hazır olma,

    –       Çaba harcamaya hazır olma,

    gibi öğeler zorunlu görünüyor. Ama bir öğe daha var ki, uzlaşıya dayalı Ortak Akıl ile, en iyi fikirlerin bulunmasına dayalı Ortak Akıl arasındaki farkı oluşturuyor.

    Uzlaşıya dayalı ortak akıl genellikle katılımcıların bireysel amaçları arasında bir orta yol bulmayı amaçlarken, en iyi fikrin bulunmasına dayalı ortak akıl, tüm grubun tek tek çıkarlarını büyük ölçüde aşan bir ortak amaca yönelik yol bulmayı amaçlar ve bu yol bir “orta yol” olmayabilir.

    II Dünya Savaşı sırasındaki müttefik bombardıman uçaklarının daha az kayıp vermesini sağlayan çözüm bir uzlaşı arayışı sonucunda doğmamış, tüm benzer (ve uzlaşı içindeki) fikirleri aşabilen tek fikir sonucunda doğmuştur.

    Bu iki ortak akıl arasındaki derin ayrımı ortaya koyacak iki parametre “Sorun Nedir?” ve “Nereye Varmak İstiyoruz?” sorularıdır.

    Bu sorulara verilecek cevapların, olabildiğince çeşitliliği yüksek, dışa kapalı olmayan bir grubun, yargılarını tamamen askıya almış üyelerince verilmesi halinde aranan çözümler bulunabilir. Bu ikinci tür ortak akıl süreci kaotik olup yapılandırılmış süreçlerden farklıdır.

    Peki o “uzlaşı içindeki fikirleri aşabilen” farklı fikirleri nasıl bulacağız? Bunun için sihirli bir formül olduğunu sanmıyorum. Tek yapılabilecek olan, o tür fikirleri caydırabilecek ortamlar yaratmaktan kaçınmak olabilir.

    Çeşitlilik, yaratabileceği kaotik ortamın yaratacağı güçlükler bir yana, paha biçilmez bir zenginlik kaynağıdır. Çeşitlilik insan doğasında da gizlenmiş bir hazinedir. Çocukluktan itibaren beyinlerimize kazınılmaya çalışılan bilgiler, inançlar, öğretiler, bu çeşitliliği yok etmeye yol açmanın ötesinde bir işe ne yazık ki yaramamıştır.

    2 April 2017 Pazar

    [1] Partridge, E., Origins – A Short Etymological Dictionary of Modern English, Greenwich House, New York, 1983