-
May 25 2012 Teknoloji üretmek. Öyle mi?
Gün geçmiyor ki çeşitli yayın organlarında teknoloji üretmenin anlam ve önemine değinilmesin. Zaten vatanımızı kurtaracak iki kavramdan birisi bu, diğeri de “marka olmak”tır. Bu ikinci konu giderek o hale geldi ki geçenlerde bir yabancı sanayicinin de bu kurtarma kampanyasına katılarak tam bize göre önerdiği bir çözüm yerli bir köşe yazarımız tarafından marka sektörünün bilgisine sunuldu.
Sanayici aynen şöyle buyuruyordu: “marka yaratmak zorlu ve uzun bir süreçtir (bizi yakından tanıyor, bu tür süreçlere gelemeyeceğimizi iyi anlamış). Siz boşu boşuna (bu da harika; yani uğraşsanız da beceremezsiniz demeye getiriyor) uğraşmayın. Avrupada satılık (yani artık işe yaramayan) çok marka var. Verin parayı bunlardan bir tane alın“.
Yıllar önce bir sanayicimiz de benzer şekilde teknoloji üretimi işine çare bulmuştu: parayı bastırır, “ithal ederim“! (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=195, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=196).
Şimdilerde artık böyle denilmiyor, teknoloji üretmenin önemi sık sık vurgulanıyor. Hattâ çeşitli girişimcilik yarışmalarında teknoloji ürettiğini belirterek ödül talep edenlerin çokluğuna bakılırsa biz bu konuda epey de ilerledik.
Teknoloji tarihimiz
Adını ancak orta yaş üstü kişilerin belki hatırlayabileceği bir avuç insandan birisi Nuri Demirağ’dır. Çocukluğumuzda ilk yerli uçağı yaptığını dinler, sonraları niçin arkasının gelemediğini anlamazdım. Daha sonraları, ailesinde ve/ya okulda kendisine “belletip” “ezberletilenlerin” -sık sık ikisini beraber kullanıyorum ki birisi farkını sorar diye- dışına çıkanların başlarına neler geldiğini öğrendikçe kök nedenleri kavrar gibi oldum.
Gün gelir de günce tutma -ve sonrasında da bunları yayımlama- adetini edinirsek, gelişkin teknolojilerin hiç bir zaman gaza gelen birkaç kişinin el çabukluğu ile geliştirilemediğini, iğneyle kuyu kazan isimsiz insanların çabalarının bir bileşkesi olduğu ortaya çıkabilir.
19 Ekim 1900’da Wright kardeşler Kitty Hawk’ta ilk deneylerini yaparken bir yandan da Dayton Ohio’da çıkardıkları tabloid gazeteye bir çizim ve bir alt yazı koymuşlardı: “Sam amca bizim omuzlarımızda yükselecektir” (İki kardeşin arasına resmedilmiş ve onların omuzlarına tutunarak ayaklarını yerden kesmiş bir Sam amca resmediliyordu).
Bu iki bisiklet tamircisi (gerçek tamirci) tahta raylar üzerinde çekip hızlandırdıkları tahta ve bez karışımı uçaklarıyla tam 1000 deney yaptıktan sonra 54 saniye havada kalmayı başarıyor ve böylece binlerce sayıda havacılık teknolojilerinin temelini atıyorlardı.
Dayton’da yaşayan bu iki kardeşin Ulusal Meteoroloji Dairesine başvurarak, en uygun rüzgarlı yerin neresi olacağını sordukları dilekçelerini ciddiye alıp araştırma yapan memurlar tam 6 ay sonra en uygun yer olarak Kitty Hawk denilen çöl parçasını öneriyorlardı. Bu ciddiyet bile -anlamak isteyenlere- işin altındaki sırları gösterebilir.
Nuri Demirağ -ve benzer onlarcası- ise muhtemelen kıskanç, ilgisiz, akılsız ve dolayısıyla ahlâksız görevliler tarafından durdurulmaya çalışılmıştı. Bir gün tarihimiz bunları yazacaktır.
İşte bir benzeri
Şimdilerde teknoloji denilince otomotik olarak şu sözcüklerin çeşitli bileşimleri akla geliyor: nano, bilişim, chip, biyo-teknoloji, fiber optik vs. yani Türkçesi “daha aşağısı kurtarmıyor“.
Halbuki daha yüzlerce-binlerce teknoloji var ki bunlar ortalıkta konuşulmuyor, bunlara sahip olmamaktan ötürü -can ve mal kayıplarına- uğruyoruz.
Bunlardan birisi de, patlayıcı gaz ortamlarında kullanılan elektrikli donanımın testlerinin yapılıp sertifikalandırılması teknolojisidir.
Tüm maden ocakları patlayıcı grizu gazı nedeniyle yıllardır yüzlerce can almıştır.
Tüm rafinerilerde kullanılan elektrikli donanım yine patlayıcı gaz ortamında çalışmaktadır.
Tüm benzin istasyonlarındaki pompalar benzer riskler altındadır ve kaç defa patlamalar olmuş, canlar kaybolmuştur.
Türkiye’de bu denli yaygın risk içeren bir konu ile ilgili teknoloji sayısı azdır.
Bu tür elektrikli aletleri usulüne göre test edip sertifikalandıran kuruluş sayısı bütün dünyada sayılıdır ve bu teknolojiye sahip olmayan ülkeler bunun fiyatını -yüksek know-how bedelleriyle- ödemektedirler.
Türkiye yüz yıl kadar bu bedeli ödedikten sonra 1974 yılında bu teknolojiyi kendi mühendisleri ve o zamanın vizyon sahibi bürokratlarının işbirliği ile geliştirmiş, eşine az rastlanır esneklikle kurumlaştırmış ve yüksek katma değerli işler yapmıştır.
- İlk sertifikasını, 1976’da “Akülü Madenci Baş Lambası” cihazına vermiş ve böylece Alevsızdırmaz (ALSz) sertifikalı cihaz imalatı Türkiye’de başlatılmıştır.
- Bugüne kadar ALSz Test İstasyonuna 390 adet sertifika müracaatı, tesis kontrol istemi, bilgi alma başvurusu olmuş, toplam 230 adet sertifika verilmiştir.
- 112 adet sertifika ise çeşitli teknik nedenlerle iptal edilip yürürlükten kaldırılmıştır.
- 212 başvuru, testlerde başarısız olduğundan iptal edilmiştir.
- Bütün bu faaliyetler, 2003 yil sonu itibari ile toplam1698 adet raporla belirlenmiştir.
- ALSz merkezinin içinde yer aldığı Türkiye Taşkömürü Kurumu’na ait ise test ve kontrol sayisi 6346’dır.
Bütün bu bilgi ve deneyim birikim süreci gerçekte bir teknoloji üretimi sürecidir ve tam bir iğne ile kuyu kazma sürecidir. Bunu, parayla marka satın almayı ya da para bastırıp teknoloji transfer etmeyi düşünebilenlerin anlamasını beklemek yersizdir, ama teknoloji üretimi tam böyle bir süreçtir.
Yani cingöz birilerinin durup dururken kafalarında ampul yanması meselesi değildir; Prof. Zihni Sinir benzetmesiyle teşvik edileceği ve milyonlarca gencimizin bir anda birer Einstein kesileceği sanılan süreç ise hiç değildir.
Şimdi belki merak edilebilir: E peki şimdi bu teknolojiye ne oldu?
Beklentiniz, Wright Kardeşler gibi başlayan bu sürecin bugün daha da geliştirilmesi için çalışıldığı, bilim-teknoloji ile ilgili kurumların üzerine titrediği, hatta bu teknolojiye sahip olmayan çok sayıda ülkeye transfer edilip para kazanıldığı filan olabilir.
“Bunlar adi mühendislik işleridir, biz bilim yaparız”!
Şimdilerde bu istasyon;
- Türkiye Taş Kömürü Kurumunun başından atmak için uğraştığı,
- Maden İşleri Genel Müdürlüğünün “bizimle ne ilişkisi var?” diye üstlenmediği,
- TSE’nin “bizim zaten var” sandığından dolayı bu birikime ihtiyacı olmadığını düşündüğü,
- Diğer anlı-şanlı bilim kuruluşlarımızın ise -başından beri- “biz yüksek bilim yaparız, bunlar adi mühendislik işleridir” diye aldırmadığı,
- Bilim-teknolojide geri kaldığımızı yazıp-çizen sektörümüzün(!) ise ilgi alanının içine -moda olmadığı için- almadığı
bir konumda kapatılmayı beklemektedir. Test donanımlarının bulunduğu binası ise bir gıda toptancısına satılmıştır.
Şimdi bana teknoloji üretimi deyince..
Eskiden teknoloji üretimi konusunda ahkâm kesenleri dinler, yazılanları okur, neler yapılması gerektiğini düşünürdüm. Şimdi ise cevabı buldum: @?Ú!!EDP
Nisan 1, 2006
-
May 25 2012 “Büyük Sopa”
Uçak gemisinin lakabı..
Geçtiğimiz aylarda Marmarisi ziyaret eden ABD uçak gemisi Theodore Roosevelt de, o kıtada yaşayan insanlar gibi bir lâkap (kolay çağırmak için kullanılan, kişinin bir huyunu, bir özelliğini yansıtan bir adlandırma) taşıyor: “büyük sopa“.
Bir gemiye verilmesi düşünülebilecekler içinde en son akla gelebilecek bu lâkap acaba neyin nesidir?
T.Rooosvelt (1858-1919), ABD’nin 26. başkanı olup ABD siyasi tarihi açısından en önemli özelliği, başkan seçildiği 1901 yılına kadarki geleneksel dış politika paradigması olan (karışmam-karışmasınlar) politikasını değiştirip (karışırım-karıştırmam) ilkesini yerleştirmesidir.
Bu dış politika ilkesini herkesin kolayca anlayabilmesini teminen söylediği ünlü sözü yukarıda adı geçen uçak gemisine bu nedenle lâkap olarak verilmiştir: “yumuşak konuş fakat büyükçe bir sopa taşı; daha uzağa gidersin“!
Böyle bakılınca geminin adı tam yerine oturmuyor mu?
Dünya toplumlarını gelişmiş-gelişmemiş, ileri-geri gibi tanımlamak yerine, kendini koruyabilenler–koruyamayanlar skalasında konumlandırmak daha doğru gibi görünüyor. Bu çizgide Türkiye’yi skalanın “koruyamayanlar” ucuna yakın bir yerlere yerleştirmek her halde pek yanlış olmaz.
Toplum kendini hırsızlara, gaspçılara, provakatörlere, işbirlikçilere, kısacası iç ve dış tehdit öğelerine karşı koruyamıyor.
Diyarbakır’da uç veren olayların nedeni olarak uzlaşılan nokta “provokasyon” oldu. Türkçe bir sözcüğün değil de ne anlama geldiğini belki epey kimsenin bilmediği bir sözcüğün benimsemesi de ilginçtir.
Böyle sözcükler kullanarak sorunları kitlelere açıklamak çoğu zaman işe yarayabilir: Toplumsal kargaşaların nedeni provokasyon, hayat pahalılığının nedeni enflasyon, ihracat güçlüklerinin nedeni deflasyon, medya yozlaşmasının nedeni sansasyon, işsizliğin nedeni otomasyon, kanserin nedeni radyasyon, doktor eksiğinin nedeni rotasyon ve bütün bunların nedenlerinin nedeni ise globalizasyon sonucu oluşan transformasyon!
Peki bu provokasyon denilen şey neyin nesidir de hemen her hangi bir kanalla bize eriştiğinde çoluk çocuk ayağa kalkıyor? Bilmem ne TV Danimarka’dan yayın yapıyor bizimkiler yakıp yıkıyor; filan belediye başkanı kaşını kaldırıyor bankalar yakılıyor; hapisteki avukatıyla haber yolluyor bombalar patlıyor, bayram oluyor, cenaze oluyor kalkışma!
Belli ki sorun iki uçlu: birisi provoke edilmeye teşne kitleler, diğeri ve çok daha önemlisi provokatörleri caydırabilecek olan ve TR’in “büyük sopa” ile sembolize ettiği, teknik adlandırmayla “koz” denilebilecek olan “yaptırım gücü” eksiğinde.
Kadınla teması kültürel olarak kesik kesimlerde erkekler nasıl ki her ne görseler “cinsel açıdan provoke olma” nedeni sayarlar, bizde de her vesileyle kalkışan kesimler de belli ki bir şeylerin açlığı içinde kolaylıkla şiddete provoke olabiliyorlar.
Birer canlı organizma olan insanlar gibi onların oluşturduğu toplumlar da gayet doğal olarak iç ve dış provokatörler tarafından sürekli tehdit altındadırlar. Bunu anormal bir durum olarak algılayıp boyuna Danimarka’lılara, Belçika’lılara, Amerika’lılara vs diş gıcırdatmak, kafalarına çuval geçirmek gibi -aptalca- hayallerle avunmak yerine, hangi yetersizliklerimizin bizi bu denli “tahrik edilmeye uygun” hale getirdiğini anlamaya çalışmalıyız.
Medyada ve özellikle internette, çeşitli grup ve kişiler -bir bölümü de arkadaşlarım- uğradığımızı düşündükleri haksızlıklar karşısında köpürüyor, esip gürlüyor ve hattâ kendileri gibi esip gürlemeyenleri duyarsızlıkla (belki de kimbilir işbirlikçilikle) suçluyorlar. Ama bu “koz” konusunu (http://tinyurl.com/cssjbd2, http://tinyurl.com/brz2lv3, http://tinyurl.com/d3ac4dz, http://tinyurl.com/bvu3yw5) anlamaya, anlaşılmasını sağlamak için çaba harcamaya da yanaşmıyorlar. Bunların içinde çok önemli ve bu işi gerçekten anlaması gerekenler de var, hem de çok.
Öz-savunma (bağışıklık) sistemi bu denli zayıf olarak yaşayamayız!
Sonuçta bu topraklarda yaşayan hiç kimsenin çıkarına olmayacak bir çatışmanın ve ardından da göçüşün içine doğru sistemik biçimde ilerliyoruz. Yapılmaması ve yapılması gereken birer şey aransa herhalde şunlar ilk sıraya oturtulmalıdır:
- Neyin niçin olduğunu anlamaya çalışmalı ve “zaten” bildiğimiz kuruntusundan vazgeçmeliyiz.
- Mikro-yaklaşımlarla (kepenk açma kapama, belediye başkanlarının abuk sabuk narsizm gösterileri vs) vakit kaybetmeyi bırakıp, büyük resmi görmeye ve bir yandan da bağışıklık sistemimizi oluşturacak omurgayı yani “koz yaklaşımı”nı anlayıp gerçekleştirebilmeliyiz.
Sonuç..
Sorunların “kim” tarafı ile uğraşmayı bırakıp, “nasıl” tarafına yönelmeli ve sorun çözme araçlarımızın kabiliyetini yükseltmenin çarelerini bulmalıyız. Bunun karşısındaki en büyük engel okur-yazar kesimimizin “kim” tarafına takılıp kalmasıdır.
Nisan 1, 2006
-
May 25 2012 Bu yolun dönüşü var mı?
Bu sabiti unutmayalım
İTÜ’ye davet edilen dünyaca ünlü bir bilim adamını dinlemeye 4 (yazıyla dört), aynı saatte üniversiteye konferans vermesi için çağrılan şarkıcı Hülya Avşar’ı izlemeye ise 600 (yazıyla altıyüz) öğrenci gittiğini gazetelerde okuduk.
Değerli bilim adamımız Prof. Celal Şengör ise bu olayın ardından üniversiteden ayrılma kararı vermiş ve gerekçe olarak da bu 4/600 oranını göstermiş.
Bu yazıyı, bu kararın gerekçesi olarak gösterilen ve büyük bir olasılıkla bu tarihten sonra bilim dünyasında avşar sabiti olarak anılacak olan 0.00666666.. oranına karşı yapılan yanlış muameleyi eleştirmek için yazıyorum.
İki ayrı haksızlık
İlk söylenmesi gereken, şarkıcıya karşı -örtülü de olsa- yöneltilen eleştirinin haksızlığıdır, hem de birkaç yönden. Vatan Gazetesi yazarlarından Selahattin Duman’ın da gazetedeki köşesinde yaptığı mükemmel analizde belirttiği gibi, Hülya Avşar yerine Müslüm Gürses ya da Gamze Özçelik de “davet edilmiş” olsaydı yine aynı şey olur, hatta bu 0.00666’lık oran da tutturulamayabilirdi. Dolayısıyla Hülya Avşar’a haksızlık edilmiştir.
İkincisi ve çok daha önemlisi, teşekkür edilmesi gereken bir kişinin aşağılanması meselesidir. Bir an için, 0.00666 yerine mesela 1’den büyük bir başka oranın gerçekleştiği varsayılsın; olmayacağını ben de biliyorum ama bir an için olabileceği düşünülsün. Bu takdirde bilim dünyamız ve okur-yazar kesimimiz ne düşünecekti?
Düşünülecek olan bellidir: “aman ne iyi, bilim adamına gösterilen ilgi şarkıcıya gösterilen ilgiden daha büyükmüş; o halde bilimde önemli bir mesafe almışız; o halde muasır medeniyet düzeyine erişilmiş bulunmaktadır” filan. Bunun ne kadar yanıltıcı olacağını bırakınız bilim dünyasını sokaktaki insanlar bile anlayabilir.
Hülya Avşar -bilerek bilmeyerek- bilimde geri kalmışlığımızın nedenlerini doğru dürüst analiz etmemiz için mükemmel bir fırsat yaratmıştır. Kendisine müteşekkir olmak varken aşağılanıyor. Bu da iki.
Göstergeleri kırmayınız
Herhangi nedenlerle kontrolunu kaybetmiş sürekli irtifa kaybeden bir uçak düşününüz. Pilotlar seferber olmuş, düşüşü durdurmaya çalışıyorlar. Bu arada yardımcı pilot eline bir parça kağıt ve biraz seloteyp alıp altimetre cihazının üzerini kapatıyor, böylece artık ne kadar hızla düştüklerini görmüyorlar ve kısa bir süre için huzura kavuşuyorlar. Sürekli huzurdan (!) önceki birkaç dakika.
Lütfen size durumunuzu gösteren göstergeleri örtmeyiniz, kırmayınız ya da aşağılamayınız, onlar bizim en kıymetli yol göstericilerimizdir. Hatta mümkünse -gösterge yanlışlıklarından korunabilmek için- yanlarına ikinci, üçüncü göstergeleri de koyunuz. Mesela şimdi aynı deneyi tekrarlayıp bu defa da S.Hawking-M.Gürses ikilisini davet edin.
Hatta -şimdi aklıma geldi- bunu sürekli bir izleme sistemine dönüştürüp citation index yerine kullanmak üzere her ay benzer bir ikiliyi “davet” edelim. (Bunu diğer gelişmiş ülkeler yapamazlar, çünkü bilim adamlarıyla eşleştirecek sayıda “diğer”lerinden bulamazlar).
Peki n’oluyor da böyle oluyor?
Sorun çözme araçları içine tarafımızdan katıldığına kuşku olmayan bir araç var: “bir soruna daha büyük sorunla çözüm önerme” yöntemi. Örneğin, “tinerci çocuklar” sorunu için önerilen çözümlerden birisi, “ailelerin çocuklarına sahip çıkması“dır. Halbuki, ailelerin çocuklarına sahip çık(a)mayışları, tinerci çocuklar da dahil birçok sorunu üreten daha büyük bir sorun kümesidir.
Ciddi görüntülü birçok yetkili bu tür sorunları “anlıyormuş gibi” yapmak amacıyla bu yöntemi kullanırlar.
“Trafik kazaları önemli bir sorundur. Bunun için vatandaşın kurallara uyması gerekir“, “enflasyon haksız bir vergidir. Bu nedenle mutlaka düşürülmesi gerekir” gibisinden.
Beş parmak bir olamaz ama..
Toplum bileşimi içinde tüm bireylerin zeki, bilgili, ahlaklı ve ruh sağlığı yerinde olmasını beklemek bir hayaldir. Ama, bu tür az sayıda kişinin bulunacağını ve özellikle de onların sağlam bir kültür tabanı oluşturarak toplumun geri kalanı için özgür ama istismar edilemeyecek bir yaşam alanı oluşturmalarını ummak da en doğal beklenti sayılmak gerekmez mi?
Bu kişiler toplumun çeşitli ilgi alanları içinde kuşkusuz vardır. Ama bu kesimlerden birisi vardır ki o, bu sihirli gelişim sürecinin anahtarı demek olan “elit ağları”nın önderliğini yapacak olan “seçkin bilim insanları ağı” olmalıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457).
Birbirine akademik ünvan dağıta dağıta “elit” niteliğini çoktan yitirmiş, aydınlanmanın biricik aracı olan akıl-sezgi etkileşim sarmalını ıskalamış bulunan toplum kesimimiz, içinde var olan elitlerini bir ağ içinde dayanışma içine sokamadıkça, bu eksiğin sonsuz sayıdaki sonucuna katlanmak zorunda kalacaktır.
$50,000 karşılığında, incileri dinlenmek üzere konferansına gidilen futbolcular bugün şarkıcılarla yer değiştirmiştir. Bu süreçte en ufak günahı bulunmayan kişiler bu konferansları vermek üzere “davet edilen” kişilerdir. Kimi davet etseniz -haklı olarak- kendinde bir şeyler vehmedecektir.
Sorunu bu kişilere indirgelemek, kültürel yozlaşmadan sürekli yakınmak kişisel rahatlama sağlayabilir, ama süreci tersine çeviremez.
Beğenmeyen kim varsa düzgün insanlardan ağlar oluşturmalıdır
Rüşvet vermeyen iş sahibi, rüşvet almayan görevli, kopya çekmeyen öğrenci, sınavda gözetim yapmayan ya da ezber yaptırmayan öğretmen, yetkilerini seçim bölgesine aktarmayan bakan, trafik kurallarını çiğnemeyen sürücü, hayvanlara eziyeti önlemek isteyen hayvansayar ya da velileri ile sözleşme yapabilen okullar ve de benzer elit tavırlı kişi ve kurumlar.
Her kim ki gidişattan memnun değildir, kendi gibilerini arayıp bulup aralarında birer dayanışma ağı kurabilmelidirler.
Bunu yapmak yerine, ağ oluşturabilecek kişi ve kurumların kusurunu aramakla meşgul olanlardan ibaret toplumlar ise şimdi mezarlıklardadır.
Salı, Mayıs 2, 2006
-
May 25 2012 Mektup!
Haziran 15, 2004
Sayın Dr. Topbaş,
- Vakit değerli, kısa yazacağım.
- Yeni görevinizde başarılar.
- Bir önerim var. İddialı, katma değeri yüksek, ama riskli.
- Bu riski üstlenmek isteyebilir / istemeyebilirsiniz. Sizi o denli iyi tanımıyorum.
- Konu şu: İstanbul’un en belirgin özelliği -istisnasız her alanda- kuralsızlığıdır.
- Birçok alanda kural eksiği / yanlışı var. Ama sorun, bunların dahi yaptırımının olmayışı.
- Türkiye’nin -ve hattâ başka ülkelerin- ne kadar, “kuralsızlığı geçim ve yaşam yolu yapmış” insanı varsa İstanbul’a aktı / akıyor / akacak.
- Bunun önüne pasaport, vize vs gibi önlemlerle kesinlikle geçilemez. Aksi halde yeni mafya alanları doğar.
- “Kuralsızlık” şöyle sonuçlar doğuruyor:
- Kuralsızlığı seçenler bir çekim alanı yaratıyorlar ve bu alan yeni kuralsızları İstanbul’a çekiyor.
- Az-buçuk kurallara uyanlar uymaktan vazgeçiyorlar.
- Kurallı yaşamda direnenler giderek bu şehirden uzaklaşıyorlar.
- İstanbul giderek mafyalar şehri oluyor.
- En kuralsız olanlar, kendilerinden daha az kuralsız olanları şehrin dışına sürüyor.
- Şehre -iyi niyetlerle- çakılan her çivi, daha çok sayıda kuralsızın şehre akmasına yol açıyor (çünkü hayatları kolaylaşıyor).
- Kuralsızlar, vergi vs ödemedikleri için, şehre yapılacakların finansmanını İstanbul’dan bir yere kaçamayan veya henüz kaçmayan az sayıdaki kural yandaşı ile Türkiye’nin başka yerlerindekiler sağlıyorlar.
- Kuralsızlık ortamı ahlâksızlığı yan ürün olarak üretiyor / besliyor.
- İstanbul, diğer bütün kentlere rol modelidir. Bu nedenle İstanbul ahlâksızlık -her anlamda- ihraç ediyor, Türkiye’yi bozuyor.
- Bir belediye başkanının en hayırlı (ve riskli) vaadi, “ben bu kenti kurallı yaşanan kent haline getireceğim” olmalıdır.
- Bu, bugüne kadar söylenmedi.
- Siz yapmak ister misiniz?
- Prensipte varsanız görüşelim.
Selam ve sevgiler,
-
May 25 2012 Anlayabilenlere çağrı!
Mutluluk nedir?
Ünlü fizikçi S.Hawking’e bir TV programında “mutluluk sizce nedir?” diye bir soru yöneltildi. Hiç tereddüt etmeden verilen cevap şuydu: “anlayabilmek“.
Bir ülkede yaşayan ve bunu sürdürmek isteyenlerin büyük bölümünün ülke sorunlarına ilişkin konularda kendilerine göre doğru-iyi-güzelleri savunduğuna, başkalarına ne kadar aykırı görünürse görünsün, dile getirilen düşüncelerin, alınan tavırların, benimsenen tutumların hep bu tanımlanan nüfusun refah ve mutluluğunu amaçladığına inanıyorum.
Bu konularda ne denli ayrıntılara inilirse anlaşmazlıkların da o denli artacağı, bu yüzden de toplumsal uzlaşıların daima “ilkesel” düzeyde kalması gerektiği bellidir.
Özgürlük kısıtlamalarına tepki doğaldır ve de iyidir
Hangi dini, etnik, siyasi (ve olabilecek diğer) ideolojilere bağlı olursa olsun tüm bireylerin özgürlüklerine düşkün olduğuna, bunu tehdit edebilecek unsurlara karşı en hafifinden güçlüsüne kadar çeşitli tepkiler vereceğini varsayıyorum. Bu tepkileri verenler arasından hiç olmazsa küçük birer azınlığın da o tepkilere yol açan özgürlük kısıtlamasının alt katmanlarında neler olduğunu nerak edeceklerine; o merak edenlerin de yine küçük bir bölümünün daha daha alt katlarda hangi özgürlük kısıtlayıcı neden olduğunu merak edeceğine ve nihayet onların da küçük bir bölümünün en alttaki nedeni görebileceğini varsayıyorum.
Varsayıyorum ve yanılıyorum. Çünkü böyle olmuyor.
Böyle olmuyor ve her kesim, kendine ait önemli saydığı bir özgürlüğün kısıtlanmasına karşı, görünen -ve en az önemli olan- nedene saldırıyor.
Türbanlılar türban takma özgürlüklerinin kısıtlanmasından şikayetçidir. Neden olarak da türban yasağını görmekte ve tepki göstermektedirler.
Toplumun dini kurallarla yönetilmesinden endişe duyanlar da yine özgürlüklerinin kısıtlanacağından şikayet ediyor, neden olarak da dini siyasete alet edenlere tepki gösteriyorlar.
Toplum içinde kendi benimsedikleri kimliklerine -başkalarının özgürlüklerinden kısarak- daha geniş özgürlükler verilmesini isteyenlerin de yakındıkları yine en üst katmandaki nedenlerdir.
Yakınan kesimlerin sayısı artırılabilir, ama ortak nokta aynıdır: ilk göze çarpan nedene tepki göstermek.
Anlayabilenler bu yana..
Peki nasıl oluyor da, tüm bu kesimler toplumumuzun neredeyse tamamının geçtiği okul sıralarındaki (ezber=sorgulamama) illetini, yakındıkları özgürlük kısıtlama nedenlerinin en temelindeki neden olarak görmüyorlar?
İnsanlara, bazı kesin ve tartışılmaz doğrular-iyiler-güzeller olduğunu ezberletip belletirseniz, bunun tüm yaşam kesitlerine yansıyacağını, böyle eğitilmiş bir kişinin benimseyeceği görüş dışındakileri hep (başkası) sayacağını nasıl olup da göremezler.
Yoksa acaba, sorunları ve nedenlerini soğan katmanları gibi görüp anlamaya çalışmak yerine kendilerine belletilip sonra da tartışılmaz, sorgulanmaz (ezber) bırakılan doğru-iyi-güzelleri savunmayı daha mı pratik (ya da kârlı) sayıyorlar.
Daha somut örnek..
80,000 civarında okulumuz var. İçlerinde tezek yakarak ısınmaya çalışanlar ve klima ile ısıtılanlar var. Kara tahta bulamayıp duvara yazanlar ve her öğrenciye bir bilgisayar düşenler var.
Öğretmenlerinin Türkçe konuşamadıklarının yanısıra birkaç dil bilen öğretmenleri olanlar var.
Ama hepsinin ortak iddiası, ezberin başka okullarda yapıldığı kendi okullarında ezbere yer olmadığı.
Bu nasıl olabilir? Bu insanlar -en azından- kendilerini nasıl böylesine kandırabilirler? Bir insana mutlak doğruların olabileceğini öğretmek ile bir arabanın diresiyonunu iple sabitleyip yola salmak arasında ne fark vardır? Bu araç, direksiyonunun ayarlandığı yönde tüm önüne çıkanları ezmeye kalkmaz mı?
Haydi diyelim ki bu okullardaki öğretmenlerin hepsi aynı kaynaktan eğitiliyor; o kaynakları da değiştiremediğimiz için bu süreç kendini besliyor. Ezberi sadece din eğitimi verilen okullara özgü sananlar acaba fizik, kimya matematik gibi derslerin TAMAMEN ezberle belletildiğini görmüyorlar mı? Bu okullara bilgisayar vermek, intenete bağlamak ezberi daha da pekiştirmiyor mu?
Peki hiç gözü sonradan açılan olmuyor mu? Hiç kendisine belletilip ezberletilen mutlakların her zaman geçerli olmayabileceğini düşünen yok mu? Bunların içinde hiç sesi çıkan yok mu?
Peki mesele sadece okulda mı?
Keşke öyle olsaydı. Ekonomistlerimiz tartışa dursunlar, hangi finansal parametre ile oyanırsa düze çıkarız diye. Her ne mal ve hizmet üretiyor isek onların içerdikleri katma değerler ve borçlar toplamı bizi bugünkü koşullarımızda yaşatabiliyor. Refahımızı ancak daha çok borçlanarak artırabiliyoruz. Bu basit denklem (ne kadar katma değer o kadar refah) çıkış yolunu da gösteriyor: daha çok katma değer!
Ama daha yüksek katma değer yaratıcılık (ezbersizlik) ister!
Ezber burada da en büyük engeldir. Aklı küçücük yaşta mutlak doğrularla dondurulan bebelerden oluşmuş büyük bebeler daha yüksek katma değer üretemez. Bağırır çağırır, suçlar, suçlanır ama yüksek katma değer üretemez. Üretemediği gibi üretebilenlerin yaratıcılığını da engeller. Mucitlerimizin başlarına gelenler bunun birer örneğidir.
Tam anlayamıyorum ama anlar gibi oluyorum..
Bir kısım insan kendini modern, çağdaş vs sayıyor ve bağnazlıktan uzak olduğunu sanıyor. Sarıldıkları -her ne ise- onun tüm doğruları gösterdiğini, mutlak doğrunun o olduğunu, herkesin onu benimsemesi gerektiğini, bunun gerekirse yumuşak gerekirse kanlı, gerekirse ezber yoluyla yapılacağına inanıyor.
Bunun için platformlar kuruluyor, yeni siyasal girişimler tasarımlanıyor, örgütlenmelere gidiliyor, yani hemen her şey yapılıyor; ama bir şey hariç: Bunların temelindeki ezberin bir zihinsel soykırım olduğunu anlamaya çalışmak.
Ama tam da emin değilim, böyle mi oluyor? yoksa!
Cuma, Aralık 16, 2005
-
May 25 2012 Pilav ve lezzet’i..
Pirinç, yağ, su, aşçılık hüneri gibi somut girdilerden oluşan pilav değil, tamamen soyut bir çıktı olan pilavın lezzeti önem taşır.
Bu yalnız pilava özgü bir özellik olmayıp, insanlara yarar sağlayan hemen her şey aynı ilginçliğe sahiptir. Somut girdiler soyut yararı oluşturur, tek başlarına pek bir önem taşımazlar.
Bu gerçek, şu şekilde de doğru ve belki daha da çarpıcıdır : İnsanlara yarar sağlayan soyut kavramlar, ancak onların somut girdileri mevcutsa söz konusudur, yoksa kendi başlarına “yok”turlar. Yani bir lokantada, “pirinçsiz”, “yağsız” ya da “pilav pişirme hünersiz” bir “pilav lezzeti” bulamazsınız.
İnsan hakları -onun bir alt-küme’si olan kadın ya da çocuk hakları ya da daha doğru bir kavram olan canlı hakları– veya demokrasi adı verilen kavramlar da aynen pilavın lezzeti gibidirler. İnsanlar için çok yararlıdırlar, ama girdileri yoksa onlar da yoktur, ne kadar var olmaları arzulansa da var olamazlar.
Örneğin, (soyut) demokrasinin (somut) girdilerinden birisi ve de en önemlisi, “yüksek nitelikli insan malzemesi”dir. Bu olmaksızın demokrasiden söz etmek, pirinçsiz pilav istemeye benzer.
“Demokrasi her şeyin ilacıdır; demokrasinin kurumları oluşturulursa o kendi girdilerini de oluşturur” gibisinden bir “temenni”, pilavın lezzeti’nin, pirinci, yağı, suyu yoktan üretebileceği anlamına gelir ki bu, mümkün bir iş değildir.
Girdileri mevcut bulunan bir demokrasinin dönerek girdilerinin de niteliğini geliştirdiği ise, yalnız demokrasi için değil tüm “somut girdi – soyut yarar” döngüleri için doğrudur. Pilavın lezzeti arttıkça, onu pişiren aşçı daha nitelikli pirinç ve yağ kullanmak, aşçılık hüneri’ni daha da geliştirmek eğilimine girer.
Ama bu, “çıktının, girdilerin niteliğini yükselmeye zorlaması” özelliği aşırıya vardırılıp, “çıktının, mevcut olmayan girdileri bile yoktan var edebileceği” gibi anlamsız bir noktaya getirilmemelidir.
Yıllardır en yetkin sayılan ağızlar, bu “yoktan var etme”nin savunusunu yapagelmiş, demokrasi, insan hakları, kadın hakları gibi “lezzet”ler yoluyla, çağdaş niteliklerle donanmış bir toplumu, yani pilavın pirincini üretmeye çalışmaktadırlar.
Çağdaş niteliklerle donanmış toplumu oluşturacak olan yüksek “nitelik dokusu”na sahip bireylerin özelliklerini belirleyip, eğitim – aile – sosyal çevre üçgenini ona göre tasarlayıp yönlendirmesi gereken aydın kesim ise bu özellikleri yanlış belirlemiş, ağzı kalabalık, sokuşturma bilgi ezbercisi çocuk ve gençler üretmeye “eğitim” adını vermiştir.
Bu yolla yetişen(!) insanlarımız şimdilerde kendisinin benzerlerini yetiştirmek üzere bol bol okul binası inşa etmekte, öğretmen çalıştırmakta, sistemler kurmaya çalışmakta ve bu yolla “lezzet”lere (demokrasi, insan hakları gibi) ulaşmaya çabalamaktadır.
Ama, hedeflenen topluma varmak bir yana, her geçen gün ondan uzaklaşılmakta, onun yerine fanatizmin her türü gelişmekte, bunun sebepleri ise yetiştirilen insan tipinde değil, o “tip”in yol açtığı vakum ortamında yeşeren karanlık kafaların içinde aranmaktadır. Bir diğer deyimle sebep, o sebebin yol açtığı sonucun içinde sanılmaktadır.
“Ne” olduğuna değil “neden” olduğuna gözlerimizi çevirene, “nedensel düşünme” yetersizliğimizi keşfedip bunu geliştirmeyi bir “ulusal akım”, hatta bir moda haline getirene kadar bu çöküş devam edecektir.
Haydi geliniz; “biz neyin neden olduğunu biliyoruz, çözümlerini de biliyoruz, ama para bulamıyoruz, dış güçler de kalkınmamızı istemiyor” safsatalarından vazgeçip, bir küçük çocuk saflığı ile sorunlarımıza yol açan nedenleri, o nedenlere nelerin sebep olduğunu, onların da nerelerden kaynaklandıklarını sorgulayıp sonunda da “insan nitelik dokumuz”un yetersizliğini görelim ve sonra da yetiştireceğimiz çocuk ve gençlerimizin temel özelliklerinin “yaratıcılık” ve “doğru düşünmek”ten ibaret olduğunu, onun karşısındaki en büyük engelin ise, işe yaramaz, insanlarımızın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak “ezberletme sistemimiz (eğitim sistemi)” olduğunu keşfedelim.
Pazar, 20 Kasım 1994
-
May 25 2012 Büyük yanılgı!
Muhteşem çaba..
Bilim, bitki ve hayvanlar dünyasını anlayabilmek için sınıflandırarak işe başlamıştır. Bu yaklaşım boyunca, temel özellikleri birbirine benzer olanları “aile (familya)“, aynı türler içinde benzer olanları “cins“, onların içindeki benzerleri “tür” ve sonra da “alt-tür“ler olarak sınıflandırmıştır. Bu sınıflama hem inceleme kolaylığı, hem de farklı sınıfların “özgün ihtiyaçları”nı bilmemizi sağlamıştır.
Örneğin kedi ve kaplan aynı familyaya ait-türler olduğu için birinin incelenmesinden sağlanan bilgiler diğeri için de yol gösterici olmuş, ama diğer yandan da kaplanın beslenme ihtiyaçlarının kedininkinden farklı olması nedeniyle birisi ormana salınırken diğeri evlerde beslenme yoluna gidilmiştir. (Bu yapılmasaydı neler olabileceğini bir zamanlar evinde kaplan besleyen bir mafya büyüğümüz uygulamalı olarak göstermiştir).
Bu sınıflandırma sayesinde her bir hayvan türü -hatta alt-türü- için ayrı besleme, barınma, tedavi, eğitim, korunma, koruma vb pratikler ortaya çıkmış ve insanın da dahil olduğu tüm canlılar dünyasının birlikte yaşayabilmesi için kurallar bu pratiklerin üzerinde temellenmiştir.
Tüm hayvanlar için yapılan bu sınıflama bitkiler için de mevcut olup, sınıflamanın ne denli iğne ile kuyu kazmak olduğu taksonomiye şöyle bir göz atan herhangi bir kimse tarafından hemen anlaşılabilir. Bilimin, evrenin anlaşılması ve türlerin uyum içinde birlikte yaşayabilmeleri yolundaki bu büyük çabası tek kelimeyle muhteşemdir.
Fakat o da ne!
Böcekler, küçük ve büyük tüm hayvanlar ve bitkiler için uygulanan bu yöntem ilginçtir ki insanlar için doğru dürüst uygulanmamış, uygulamaya kalkan birkaç sapık da kendi ideolojilerine destek amacıyla, üstelik de yanıltıcı şekilde uygulamışlar ve faturasını da milyonlarca insanın canı ile ödetmişlerdir.
Daha sonraları çeşitli etnik (zenciler gibi) ve/ya sosyal grupları (Hindistandaki kastlar gibi) diğerlerinden ayırmak biçiminde süregelen “uyduruk sınıflandırma” yaklaşımını da bu sapık uygulama kategorisinde düşünmek gerekir.
İnsan dışındaki canlılar dünyasının ihtiyaç ve imkânlarının anlaşılmasını sağlayabilmiş sınıflandırma yönteminin insanlara uygulanmayıp, tüm insanların tek tür (homo-sapiens) olarak kabul edilmesinin altında temelsiz bir varsayım yatmakta, insanların işine geldiği için ret de edilmemektedir. Bu basit varsayım şudur: insanlar bütün varlıklardan üstündür!
Bu varsayım nereden çıktı?
Sadece insanlarca -çoğunluğunca- kabullenilen bu varsayım gerçekten gülünçtür. Kendi dışındaki canlı dünyası hakkında hemen hiç bir şey bilmediği zamanlardan pek az şey bildiği günümüze gelene kadar bu iddiayı desteklemek için bulabildiği tek dayanak, kendisinde olup diğer sınıflarda olmadığını sandığı “zeka” özelliğidir.
Şimdilerde durumun pek öyle olmadığı, çeşitli zeka türlerinin olabileceği, bunların bir bölümünün ise insanların idrak alanının dışında kalabileceği (yani zekasının onları kavramaya yetmeyeceği) anlaşılıyor. Yapay zeka ve insan zekası üzerindeki çalışmalar her bir yaşam deseni için ayrı bir zeka türünün olabileceğini ve o desen için “en zeki” sayılabileceğini gösteriyor. Her başarım ölçütü için farklı zekalar olabilir ve bu farklılıklar bir hiyerarşi içinde dizildiğinde en temeldeki ölçüt “varlığını sürdürebilme” olur.
Şunun şurasında birkaç milyon yıldır varlığını sürdürebilen, bunu da tüm dışındaki dünyayı talan edip yok ederek sürdüren bir “tümör türü”nün en büyük yetersizliğinin o çok öğündüğü zekası olduğunu yavaş yavaş anlıyoruz. Bu, insan türünün milyon yıllık trajedisidir.
İnsanın tüm varlıklardan üstün olduğu, dolayısıyla da onlara reva görebileceği her tür muameleyi uygulayabileceği yalanı, sonunda bu familyanın -belki de gezegenin- sonunu getirecek görünüyor.
İnsan tek “tür” olamaz!
İnsan, kendi dışındaki canlılar için mükemmelen uyguladığı sınıflamayı ilk çağlardan zamanımıza kadar işine geldiği gibi çarpıtmış, bazen ana amaç olarak köleliği almış ve insanları köleler ve sahipleri olarak, bazen siyahlar ve beyazlar, bazen Almanlar ve dışındakiler, bazen inananlar ve ötekiler gibi yüzlerce anahtar kullanmıştır.
Bilim ise taksonomisinde bu “işine gelme” anahtarı yerine nesnel farklılıkları almıştır. Kaplan ve kedi aynı familyanın aynı cinsine ait olmakla birlikte iki ayrı tür olarak sınıflanmıştır. Beslenme alışkanlıkları ve yaşam çevreleri bu türlerin nesnel farklılaşma anahtarları olmuştur.
Böyle bakıldığında, benzer beslenme, giyinme, barınma gibi ihtiyaçlara sahip “insanlar”ı ayıran nesnel bazı farkların olduğu görülüyor. Bu farklılıklar belirli bir etnik, dini ya da coğrafi alanın ürünleri olarak değil, daha karmaşık fiziki ve sosyal farklılıklar olarak ortaya çıkıyor.
Hangi kökene ve kültüre ait olursa olsun insanlar arasındaki çapraz ilişkiler, sonunda o köken ve kültürlere tam uymayan örnekler ortaya çıkarıyor. Kültürü nedeniyle çapraz ilişkilere daha sınırlı olarak açık bulunan kültürlerde ise bu “yabancı” örnekler daha az ortaya çıkıyor.
İnsan dışındaki aile, cins ve türler açısından bu çaprazlama çeşitliliği -bu ölçüde- var mıdır?
Bu nedenlerle insana, içinde çeşitli alt-türleri bulunduran bir “tür” olarak bakmak daha doğru değil midir?
Bazı sınıflamalar yanlış ya da yararsızdır!
Sahipler – köleler, aşağı ırk – arî ırk gibi sınıflamalar yanlıştır.
Bir de doğru ama yararsız sınıflamalar vardır: eğitimli-cahil, köylü-kentli gibi sınıflamalar kimi sosyal olguları açıklamak için kullanılıyor. Örneğin kent dokusunu bozan gecekondu olgusu ya da trafik düzenine uyulmayış “köylülük” ya da “eğitimsizlik” olarak adlandırılıyor. Yani kentlileştikçe ve eğitim arttıkça bunlar azalacak denilmeye getiriliyor.
Halbuki nesnel anahtar kentlilik ya da eğitim değil, “her şeyin ilişkili bir bütün olduğunu idrak edip etmemek“tir. Bunu idrak edebilenler içinde köylüler ve hiç eğitimsizler olduğu gibi idrak edemeyenler arasında en yüksek eğitsel derecelere sahip kentli burjuvalar da vardır.
Ulusal ölçekte yayın yapan TV kanallarının birisinde, kurban için getirildiği pazardan can havliyle kaçan bir danayı döverek kaçmamaya razı etmeye çalışan “insan”lar köylü ve eğitimsiz, bu sahneleri ana haberlerde -dana güreşi alt yazısı ve bir oyun havası eşliğinde- gösterirken neşeyle açıklamalar yapan spiker bütünlüğü idrak edememiş bir eğitimli kentlidir.
Medyanın çeşitli organlarında bu tür vahşetleri ya eğlence ya da AB’ye girerken yapılmaması gereken densizlikler olarak sunan kişiler de eğitimli kentlilerdir.
Ama diğer yandan, ormanda bulduğu öksüz ayı yavrularını süt ve balla besleyerek adeta annelik yapan Trabzonun Sürmene ilçesine bağlı Kutlular köyünde yaşayan Mehmet Yılmaz ise “bütünlüğün farkında” bir eğitimsiz köylüdür. Topraklarını satmayı reddeden kızılderili şef de yine bütünlüğün farkında olan bir eğitimsiz köylüydü.
Kuş gribine karşı “kurban etinin cızbız değil kavurma yapılarak yenilmesi” dışında -ayağı ve postuyla enfeksiyon taşıma gibi- bir riskin bulunmadığını TV kanalına beyan eden bir eğitimli-kentli akademisyen ise bütünlüğün farkında değildir.
Bu birkaç örnekten dahi görülebileceği gibi köylü-kentli, eğitimli-eğitimsiz anahtarları bu bağlamda yararsızdır. Bu tür kolaycı açıklamalar köylülere ve eğitimsizlere karşı haksız birer saldırı, ama daha da vahimi sorunları -bırakınız çözmeyi- anlayamamak demektir.
Halbuki bunlar ayrı bir alt-tür’dür!
Bu “bütünlüğün idraki” özelliğinin nasıl oluştuğu ya da eğer insan alt-türlerinin tamamında var iken neler olup da yok olduğu bilimin açıklayabileceği bir konudur. Ama şimdilik önemli olan, “bütünlüğün farkında olup olmama” özelliğinin tam bir ayırıcı özellik olduğu, sahip olanları ayrı bir alt-tür, sahip olmayanları ise ayrı bir alt-türün üyeleri haline getirdiğidir. Aynen Neanderthal’ler ve Cromagnon’ların aynı hominind familyasına ait olmakla birlikte ayrı türler olmaları gibi (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=649).
Bu alt-türleri “insan” saymak onların haklarının ihlalidir!
Karanfilleri, kaplanları ya da yunusları insan saymak onlar için tam bir işkence olurdu. İnsanlar için oluşturulan ortamlar onlar için “uygun” değildir. Ne yani daha ne istiyorsun seni insandan saydık diyerek bir kaplanın apartman dairesinde oturmak zorunda bırakıldığını, çişini pisuara yapmak zorunda kalışını, ev halkıyla şöyle doya doya bir oynaşmasına izin verilmeyişini bir düşünsenize.
Danaları döverek kesilmeye razı ederek ibadet etmeye çalışanların da haklarını ihlal ediyoruz!
Bu insanları sürekli aşağılayarak hem onların, hem de köylülerin ve eğitim imkanı bulamamış olanların haklarını ihlal ediyoruz.
Sırf dış görünüşleri birbirine benzediği için bir arada yaşamalarına izin verilen alt-türler birbirleri için son derece tehlikeli olabilirler. Örneğin piranha ve sarı kanat denilen balıklar bir arada ancak birkaç saniye yaşayabilirler. Bir Pitbull ve fino için de ancak birkaç dakikalık bir birliktelik olabilir. Bir iguana ile timsah da oldukça benzerdir ama bir arada yaşayamazlar. Bunların hiç biri kötü diğerleri ise iyi değildir, sadece farklıdırlar.
Benzer şekilde “bütünün farkında” olan ve olmayan insan alt-türleri de birbirleri için son derece tehlikelidir. Aynen diğer örnekte olduğu gibi “farkında olmamak” o insan alt-türünün bir kusuru değildir, sadece özelliğidir. Farkında olmak da diğerinin bir marifeti olmayıp sadece özelliğidir. Ama kesin olan, farkında olmayanın farkında olan için tehlike oluşturduğudur.
Bu tehlike araç kullanırken, ibadet ederken, inşaat yaparken, belediye ya da devleti yönetirken, severken, nefret ederken, ticaret yaparken, futbol oynarken, öğretmenlik ya da öğrencilik yaparken, kariyer sahibi olurken kısacası yaşamın binlerce kesitinin herhangi birisinde doğabilir. Bu potansiyel bir risk değildir, mutlaka gerçekleşecek bir risktir. Deprem gibi de değildir. Zamanı da yerleri de bellidir.
Demokrasi tüm insan alt-türlerine değil, sadece medeni insan alt-türüne uygundur!
İşte sorun burada başlıyor. Solon -Atina’da demokrasi konusundaki sorunlar üzerine- ünlü ölçütünü ortaya koyuyor: demokrasi eşitler arasında mümkün olabilen bir rejimdir!
İnsanların kendi kendilerini yönetmesi esasına dayalı demokrasi kavramının temelindeki ana öğe “sorumluluk bilinci“dir. Bu bilinç yok olduğunda demokrasinin başlıca elementi olan “katılım” da ortadan kalkacaktır. Böylece gerek kararlarda gerek kararların uygulanmasında ve gerekse uygulamanın denetiminde katılım kalmayacak, gücü eline geçiren haklı da olacaktır.
“Farkında olmayan” insan alt-türü ise tanım itibariyle sorumsuzdur. Çünkü sorumluluk farkında olmanın bir diğer ifadesidir. O halde farkında olmayanların demokrasi ile yönetimi maddeten imkansızdır.
Durumun kendini tamir etmesi de imkansızdır. Çünkü farkında olmayan alt-türün değer ölçüleri farkında olanları tahrip edecek, onları saf dışına itecek cinstendir. Hiçbir akli, ahlaki kurala uymak sorumluluğu olmadığı için her türlü çatışmanın peşin galibi farkında olmayan alt-türüdür.
Farkında olanlar için bir nimet olan demokrasi rejimi farkında olmayanların elinde diğerlerine karşı öldürücü bir silaha dönüşmektedir. Depremle ya da kuş gribiyle birlikte yaşamaya çalışırken, yollarda araç kullanırken, AIDS’ten korunmaya çalışırken, ibadet ederken, sorun çözerken; her zaman her yerde.
Her iki alt-tür bir şekilde birbirine karışmış ise ne olacak?
Mevcut durum tam da budur. Bunun nasıl çözüleceğinden önce, farkında olanların bu tanı çevresinde uzlaşmaları önem taşıyor. Ondan sonraki adım ise yaşamın çeşitli alanlarındaki doğru tavır sahiplerinin dayanışması, hatta ondan da önce birbirlerinin varlığından haberdar olmalarıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457). Bu onlara güç verecektir. Bu mücadelede farkında olanların en büyük üstünlüğü diğerlerinin ayırıcı özelliği olan “farkında olmamak”tır. Maalesef başkaca çözüm yolu görünmüyor.
Perşembe, Ocak 12, 2006
-
May 25 2012 Türkiye’nin rekabet gücü nerelerden geliyor?
Önce birkaç rakam
Dünya Rekabet Gücü Yıllığı (World Competitiveness Yearbook) 2005’e göre, Türkiye rekabet gücü açısından 60 ülke arasında 48inci’dir. 2004 yılında ise sırası 55inci’lik idi.
Arzu edenler Türkiye’nin önünde ve arkasında kimlerin bulunduğunu şu adresten görebilirler.
Biraz da teknik ayrıntı
Bu sıralama, rekabet gücünün şu 4 bileşenini ölçebilen 8 ölçüte göre yapılmaktadır:
Bileşen 1 – Globallik ya da dar çevrecilik: Kaynakların global ya da yerel pazarlar arasındaki paylaşımının ölçütüdür..
Bileşen 2 – Çekicilik ya da saldırganlık: Ekonominin, yerel yatırım ihtiyaçları için yatırımcıları çekme ya da ihracatçı ve/ya yatırımcı olarak davranma performansının ölçütüdür..
Bileşen 3 – Varlıklar (assets) ya da süreçler : Ekonominin, yerel doğal kaynakların işletimine bağlılığı ya da mal ve hizmetlere ne kadar katma değer ilave ettiğinin göstergesidir
Bileşen 4 – Bireysel risk ya da toplumsal uyum: Ulusal değerlerin, de-regulation ve özelleştirme gibi politikalar yoluyla bireysel risk almaya ya da düzenlenmiş (regulated) bir ekonomi ve toplum olmaya yatkın olduğunun ölçütüdür.
Bu bileşenleri ölçmeye yarayan alanlar ise şunlardır:
· Ulusal ekonominin makro-ekonomik değerlendirilmesi
· Ülkenin, uluslararası ticaret ve yatırımlara katılım düzeyi
· Hükümet politikalarının rekabetçiliği destekleyiciliği
· Sermaye piyasasının performansı ve finansal hizmetlerin kalitesi
· Teknik ve iletişim alt yapısının iş çevrelerinin ihtiyaçlarına uygunluğu
· Firmaların kârlı, yenilikçi ve sorumlu yönetilip yönetilmediği
· Bilimsel ve teknolojik sofistikasyon
· İnsan kaynaklarının mevcudiyeti ve niteliği
Niçin sonuncu değiliz?
Bu sıralamada sonuncu da olabilirdik. Demek ki altımızda beş-on ülkenin bulunması, bazı rekabet gücü etkenlerine sahip olduğumuzu gösteriyor. Nedir bu faktörler?
Bu faktörleri, ahlâki ve yasal olmalarına göre sıralar ve her birine de -tamamen tahmini olarak- birer ağırlık puanı verirsek aşağıdaki gibi bir tablo ortaya çıkacaktır:
Ahlâki ve/ya yasal olanlar
Tahm.
ağırlık
Ahlâki ve/ya yasal olmayanlar
Tahm.
ağırlık
AR-GE temelli yüksek katma değerli üretim 1
Kaçak işçilik 10
Düşük kârlı, düşük nitelikli işçiliğe ve/ya yüksek otomasyona dayalı üretim 5
Kaçak elektrik kullanımı 2
Bireysel risk almaya yatkınlık 3
Kaçak su kullanımı 1
Global oyuncu kesimler 3
Kaçak mazot kullanımı 10
Toplam
12
Vergi kaçırma 35
Patent ve telif hakkı ihlali 5
Çevre kirletme 25
Toplam
88
Ahlâki ve/ya yasal olmayan faktörlere şükürler(!)
Medyada sürekli olarak kayıt dışı ekonominin nasıl önleneceği üzerinde konuşmalar bir yanda, ekonomimizin de-facto rekabet gücü unsunları diğer yanda.
Tablonun sağ tarafı aynı zamanda Türkiye üzerine nerelerden baskı yapılabileceğinin de ipuçlarını veriyor. Uluslararası piyasaları kontrol eden güçler, istedikleri anda ve istedikleri oranda rekabet gücü artırımı veya azaltımını bu sağ sütun üzerinde durarak sağlayabilirler. Türkiye’den yapılacak ithalata getirilebilecek örneğin “kaçak elektrik kullanmıyor olmak” ya da “çocuk işçi çalıştırmamak” gibisinden son derece düzgün bir talep bir anda o ürünlerin rekabet güçlerini düşürecektir.
Bu tablo niye böyle?
Bu tabloya bakarak kolayca insanlarımızın yasa ve ahlâk dışı uygulamalara yatkın olduğu gibi bir sonuç çıkarılabilir. Kuşkusuz her kesimin içinde olduğu gibi ekonomik faaliyetlerin içinde de bu tür kişi ve kurumlar vardır. Fakat esas neden farklıdır.
Ekonomik faaliyetlerde bulunan kesimlerimizin katma değer üretebilme kabiliyetleri, ancak tablonun sol tarafındaki ağırlığı üretebilmektedir.
Öyleyse öyledir
Peki, o halde ayağımızı yorganımıza göre uzatır, biz de ne kadar katma değer üretebiliyorsak o kadarlık katma değerli mal ve hizmetler tüketiriz. Böylece katma değer üretimi ve tüketimi dengede olur ve sorun fıkaralık boyutuyla sınırlı kalır.
Yok öyle şey, cip de isteriz kameralı cep telefonu da
Dünyada, ürettiği katma değer kadar tüketen bir sürü fakir toplum var. Ama biz ona razı değiliz. Az katma değer üreteceğiz ve daha çoğunu tüketeceğiz. Bunun da yolu bellidir: Tablonun sağ tarafı!
Tablonun sağı yetmez, başka şey de lâzım
Tükettiğimiz ve ürettiğimiz katma değerler farkınının birazını -evet ancak küçük bir bölümünü- tablonun sağı ile dengeleyebiliriz ama o yetmez. O halde bize ait olmayan bir kaynak daha lazım. O da halktan borç almaktır.
O da yetmez
Katma değer dengesini sağlayabilecek bir kaynak da dış borçtur. Her yıl giderek artan dış borcumuz katma değer üretimi için gereken alt-yapı yatırımları için değil, manken, futbolcu ve benzer katma değer üreten “zenaat icracıları”nın zaruri gereksinimleri için kullanılır.
Çare yok mu?
Tanrı, insanların altından kalkamayacağı dert vermezmiş. Kuşkusuz, mal ve hizmet bileşimi içindeki yüksek katma değerlilerin oranını artırmak mümkündür. Ama bunun ön-koşulu, “biz zaten üretiyoruz; katma değer de neyin nesi; biz pratik insanlarız, tornaya pasoyu verir gerisine bakmayız; katma değer matma değer anlamayız; ne yani uydu mu üretelim“* gibisinden popülizmi bir kenara bırakmaktır.
Gerekirse kabzımal veya futbol hakemlerimizden yardım alarak bu katma değer konusunu en sıradan insanlarımıza dahi anlatabilmeli; düşük katma değerli yaşamın sürdürülemezliğini gösterebilmeliyiz.
Cuma, Mayıs 20, 2005
(*) Bu sözler rastgele örnekler değildir. İstanbul Ticaret Odası’nca düzenlenen “Başarılı KOBİ Yarışması” jürisinde, başarı ölçütü olarak “katma değer”in alınmasına karşı ileri sürülen argümanlardır.
-
May 25 2012 Biz aptal mıyız?
Lütfen okuyunuz
Cumhuriyet Bilim ve Teknik eki’nin 21 Mayıs 2005 sayısında, Orhan Bursalı’nın “Gündem” başlıklı yazısını, bilim ve teknikle herhangi bir düzeyde ilgilenen herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.
Yazıyı okumamış veya okuma imkânı bulamayabilecekler için, en önemli birkaç saptamasını aşağıya alıyorum:
“…..ülkemizde siyaset-iktidar-bilim ilişkilerinde yeterli iletişimin olmaması ve sinerjinin kurulamaması, bilime “ele geçirilmesi ve yandaşlanması gereken kurum” olarak bakılabilmesi ve bu bakışın resmen hayata geçirilebilmesi, tek taraflı bir olay değil. Madalyonun öte yanında bilimin ve bilim kurumlarının güçsüzlüğü var”
“……Güç, kaynağını eylemden, üretimden, başarıdan, katma değer yaratmaktan ve giderek tek başına varolmayı başarmaktan alır. Burada konumuz Türkiye Bilimi olduğuna göre, bu kıstaslar ışığında bakarsak, bilimimiz büyük ve etkili bir güç olamamıştır…..katma değeri, ülke ölçeğinde, siyasal ve toplumsal düzlemde, önemli ve büyük farkındalık yaratabilecek düzeyde değildir, olamamıştır.”
“….Bilim, hep siyasetin gözüne bakmıştır: Para ver, bir şeyler yapalım!. Siyasetin tavrı da bugüne kadar ne yaptın ki para verelim biçiminde olmuştur”
“…Siyasetçimizin, bilim politikalarının yaratıcılığı ve üreticiliği konusunda bir bakışı ve benimsemesi olamadığından, bilimi kalkınmada ve yönetim başarısında bir araç olarak kullanma zorunluğu hissettirebilecek durum ve yetenekte olamamıştır…”
“..Tersinden bakalım: bilim üretken olsaydı, toplumda katma değeri gözle görülür düzeyde bulunsaydı, tarihi, zaferlerle, başarılarla dolu olsaydı büyük bir kurumsal güç inşa etmiş olurdu”
“..O halde, sayısal ve niteliksiz bilimsel yayın artışlarıyla bilimin ülkemizde bir güç haline getirilebileceği inançlarının, ülkemizde bilimi daha uzun süre politikacının ayakları altında süründürülesinden kurtarılabileceğini mi sanmalıyız?”
Yasak soru
Bilim ve onun aracı teknoloji (BT) konusunda her gün onlarca yerde onlarca tartışma yapılıyor ve BT’nin nasıl gelişeceğinin yolları araştırılıyor; bu iyi ama hiç olmazsa bir kişinin çıkıp şu soruyu sorması gerekmez mi: Gözümüzün önünde ve gözlenebilir bir kısa süre içinde birçok ülke BT’yi gelişmelerinde somut birer araç olarak kullandılar; bunun nasıl yapılacağını Politika Belgeleri haline getirip dünyaya ilân ettiler; dolayısıyla şimdi kalkıp da bu bilinenleri tekrar tekrar birbirimize -bir icatmış gibi- tekrarlamak yerine, ezberlerimizi bir kenara bırakıp bizzat bilimin araçlarını kullanarak ülkemizdeki bu verimsiz sürecin niçin böyle olduğunu sorgulamıyoruz?
Doğrulanmamış yargılarımız soru olamaz
Sorgulamak ile kastettiğim, özlemlerimizi, kızgınlıklarımızı, doğrulanmamış yargılarımızı soru -ve ardından da cevap- formlarına büründürmek değildir. Tüm doğru bildiklerimizden kuşkulanmaya hazır biçimdeki bir sorgulamayı kastediyorum (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=181). Aksi halde, “böyle böyle yaparsanız şöyle şöyle olur” gibisinden ucuz kalıplarla vakit öldürürüz.
Bu yazı üzerinde düşünelim, tekrar düşünelim
Orhan Bursalı’nın bu yazısı üzerinde düşünmeli, “biz zaten” ile başlayabilecek cevapları, o cevapların sahipleriyle -oyalanmaları için- bir kenara bırakabilmeliyiz. Çözüm, bu acayip sarmalın nedenlerini korkmadan sorglamaya bağlıdır.
İnsanlar eşit değildir, acaba biz de..
İnsanların -ve onlardan oluşan kavimlerin- eşit olmadıklarını biliyoruz. Eşitlik sadece insan hakları açısından söz konusudur. Uzun ve kısa boylular, kadın ve erkekler, şişmanlar ve zayıflar somut anlamda eşit değillerdir. Peki acaba bizleri bu denli akıl -ve onun artikülasyon aracı olan bilim- dışı bir sürecin içine itmiş ve orada tutan neden(ler) nelerdir?
Yoksa biz aptal mıyız?
Akraba evlilikleri mi, beslenme mi, genetik veya kültürel kod mu, negatif sosyolojik döngüler mi, Liebig yasası uyarınca (https://bit.ly/3ujNEso) önemsiz sayılabilecek bir şeyler mi, dış etkenler mi yoksa hepsi birlikte bir dizge içinde mi? Ya da doğrudan: “Biz aptal mıyız?”
https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=647 adresinde bulabileceğiniz bir yazıma bu bağlamda tekrar rücu ediyor, boş vakit bulabilenlerinizin cevaplamasını rica ediyorum.
Cumartesi, 21 Mayıs 2005
-
May 25 2012 Türkiye YoksulluğuYenebilir
Yoksulluk yenilebilir, yeter ki, öğrenmeyi öğren!
Bir dönüm noktası: İşsizlerin ve işsiz kalma riski altındakilerin istihdam edilebilirliklerinin artırılması’na yönelik Öğrenme Merkezi –kısaca ÖMer– projesi, 10 Haziran 2005 tarihinden itibaren başvuruları alıyor.
AB Desteği
Proje Türkiye İş Kurumu (İŞKUR)’un, AB destekli “Yeni Fırsatlar Programı” çerçevesindedir.
Proje uygulayıcısı
Projeyi Bilimsel ve Teknik Araştırma Vakfı (BiTAV) uygulamakta, proje koordinatörlüğünü ise M.Tınaz Titiz yapmaktadır.
Başarısı kanıtlandı
Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nca 2 yıldan beri başarıyla uygulanan projeden esinlenerek geliştirilen projenin bir amacı da bu yaklaşımın tüm Türkiye’de yaygınlaştırılmasıdır.
Öğrenme Merkezi-ÖMer
ÖMer, istihdamın olmazsa olmaz koşulu olan “herhangi bir bilgi, beceri ve/veya davranışı kendi çabası ile öğrenmeyi” isteyenlerin eğitildiği çok yönlü öğrenme ortamı’dır.
Temel amaç ne?
Proje, söz konusu kişilerin, “gelirlerini artırma” temel amacına yönelik olarak:
- “iş bulma”,
- “kendi işini kurma”,
- “ek gelir yaratma”,
- “tasarruf sağlama”,
- “geçimini sağlayanlar üzerindeki yükünü azaltma” ya da genel olarak
herhangi bir yönde kendini değiştirerek “gelirini artırmak” üzere “öğrenebilirliklerini harekete geçirmek” esasına dayalıdır.
Bu nasıl yapılacak?
Bu bağlamda proje öncelikle kişilerin çeşitli fiziksel, zihinsel, davranışsal imkan ve sınırlarını [1] tanımalarına yönelik testler uygulamaktadır.
Daha sonra katılımcılara;
- karşılaşilabilecek tüm sorunların bir çeşit öğrenme yetmezliği olduğu,
- kendilerinin aslında tam birer öğrenme uzmanı oldukları,
- çevrelerinin öğrenme imkanlarıyla dolu olduğu
2 tam günlük yoğun seminerler ile fark ettirilmektedir.
Anahtar budur
Bunu takiben kişilerden, projenin ana amacına yönelik olarak, son derece somut birer hedef belirlemeleri ve bu hedefi gerçekleştirmek üzere birer “Kendini Değiştirme Planı” hazırlamaları istenilmektedir.
Yalnız değiller
Bu aşamada deneyimli moderatörler [2] ve toplum içinden seçilmiş deneyimli kişilerden oluşan bir Mentor Ağı [3] katılımcılara istekleri doğrultusunda yardımcı olmaktadır.
Öğrencilerin katılamayacağı programa, İstanbul’da [4] oturan şu kategorilerde 500 kişi alınacaktır:
Öğrenim
düzeyiKatılım
amacıYaş
Aile geçindirme sorumluluğu
Dezavantajlı grup
Toplam
< 25
< 40
sorumlu
katkı
yapıyorkadın
beden.
engelliDiğer
engelli
diğer
Y.öğrenim mezunu Yeni istihdam 125
25
25
125
50
2
0
0
150
Ek gelir yaratma 10
90
100
0
90
0
0
0
100
İstihdam edilebilirlik artırma 0
10
10
0
2
0
0
0
10
Lise
mezunuYeni istihdam 60
40
50
50
50
5
0
0
100
Ek gelir yaratma 10
90
90
10
90
0
0
0
100
İstihdam edilebilirlik artırma 0
40
40
0
10
30
0
0
40
Toplam
Yeni istihdam 185
65
75
175
100
7
0
0
250
Ek gelir yaratma 20
180
190
10
180
0
0
0
200
İstih. edilebilirlik artırma 0
50
50
0
12
30
0
0
50
Toplam 500
Anlaşmalı internet cafe’lerde indirim
Başvurular internet ortamından www.yapabilirsin.com [5] adresinden yapılacaktır. İnternet erişim imkanı bulunmayan katılımcılara internet konusunda bir kısmi kolaylık sağlamak üzere TİEV (Türkiye İnternet Evleri Derneği) ile de bir anlaşma yapılmış olup, ÖMer projesinin işaretini taşıyan internet cafe’lerden indirimli olarak yararlanmak mümkün olacaktır.
Başvuran adaylar çok aşamalı bir seçme sürecine tabi tutulacak ve böylece en çok istekli adaylar katılımcı olarak belirlenecek, başvuru sonuçları www.yapabilirsin.com web sitesinde yayımlanacaktır.
Üçer aylık dilimlerden oluşan program 10 (on) ay boyunca devam edecektir.
Her katılımcı 2 tam günlük semineri takiben 3 aylık dönem boyunca ÖMer’den yararlanacaktır.
Katılımcılardan herhangi bir ücret talep edilmeyecek, ayrıca devam durumuna göre kişi başına toplam 32 Euro’ya kadar harçlık ödenebilecektir.
Yoksulluk ancak böyle önlenebilir!
Yoksulluğun ve onun nedenlerinden birisi olan işsizliğin neredeyse tek çaresi yüksek katma değerler yaratmaktır. Onun çaresi ise önce ayakları üstünde durup sonra da yüksek katma değerli mal ve hizmet üretebilecek bilgi ve becerileri öğrenebilecek şekilde “kendini değiştirebilmek”tir.
ÖMer projesi, Türkiye’nin önüne böyle bir seçenek sunmaktadır. Ya öğrenerek ayaklarımızın üzerinde duracağız ya da fakirliğe mahkum olacağız. Seçim hepimizin!
Lütfen duyurunuz!
ÖMer projesini duyurmanızı, “kendisine iş verilmesini bekleme” usulüne şartlanmış geniş kesimlere bu yeni yaklaşımın tek çıkar yol olduğunun anlatılmasında yardımcı olunmasını bekliyoruz.
Proje kapsamında çeşitli üniversite mezun dernekleri, sivil toplum örgütlerinin üyeleri ve benzeri kuruluşlardan duyuru konusunda destek alınmakta ise de en büyük desteğin medyadan gelmesi bekleniyor.
Bu proje, AB tarafindan desteklenmekte, İŞKUR tarafindan yönetilmekte ve BITAV tarafindan uygulanmaktadır.
Bu yayının sorumluluğu BİTAV’a aittir ve hiçbir şekilde AB görüşünü yansıtmamaktadır.
[1] Öğrenme Stili, Çoklu Zeka türü, Yaşam Alanı Sınırları, Dikkatini Dağınıklığı Düzeyi, Girişimcilik Yeteneği, Zaman Kullanımı Beceri Düzeyi gibi alanlardır.
[2] Seminer yöneticilerine verilen addır.
[3] Yaşam deneyimi yüksek kişilerden oluşan bir ağ olup, katılımcılara, Kendini Değiştirme Planları’nı hazırlamaları ve uygulamaları sırasında yardımcı olabileceklerdir.
[4] AB projesi kapsamında proje öncelikle İstanbul sınırları içinde başlatılmıştır. Bir sonraki dönemde gelen talepler doğrultusunda projenin diğer illere de yayılması amaçlanıyor.
[5] Bu web sitesi proje hitamında kapatılacaktır.