• Karmaşık olayları anlamak için..

    http://bit.ly/MOcLcw adresinde grafik biçimde, silgili bir kurşun kalemin bütünüyle “enerji” olduğu –ki E=mc2 dolayısıyla değil- gösterilmişti. Bununla anlatılmak istenilen ise aşağıdaki birkaç ana-denklemdi.

    • Maslow’un ihtiyaçlar denklemi:

    – Kendini gerçekleştirmek (bireysel potansiyellerini harekete geçirmek)
    – Saygı görmek (kendine saygısı olması ve başkalarından saygı görmek)
    – Ait olmak (Sevgi, şefkat, bir grubun parçası olmak)
    – Güvenlik (Barınma, tehlikelerden uzak kalmak)
    – Fizyolojik (Sağlık, yiyecek, uyku)

    • Bu ihtiyaçların tümü refah ve mutluluk türleridir.
    • İnsan, en alttaki ihtiyaçlar en öncelikli olmak üzere, tüm imkanlarını bunları tatmin etmek için uğraşır. Altlara dğru indikçe bu uğraş en vahşi formlarda ortaya çıkabilir (aç kalan kişilerin birbirlerini yemeleri gibi).
    • Silgili kurşun kalem bütünüyle enerji olduğu gibi, tüm refah ve mutluluk türleri, tamamen enerjinin –çeşitli yoğunluktaki formları [1]- cinsinden ifade edilebilir. Bunlara “değer” denilebilir.
    • Buna göre, ancak enerjiye (veya onun yoğun hali olan değerlere) sahip olan birey ve toplumlar refah ve mutluluğa sahip olabilirler.
    • İnsanlar değer peşinde koşarlar.
    • Değerler nadir, peşinde koşan sayısı ise çoktur. Buradan çatışma çıkar.
    • Çatışmada üstün olabilmek yine enerji ve türevleri (değer) yoluyla mümkündür.
    • O halde değere sahip olmak varlığını sürdürmek için zorunludur.
    • Bu zorunluk, insanlar tarafından konulabilecek tüm kuralları geçersiz kılar. Kurallara uyulmasını sağlayabilmek (iktidar) değerlere (enerji ve türevleri) sahip olmakla mümkündür.
    • Bir toplum sahip olduğu ve varlığından haberdar olmayabileceği değerleri korumaz. Bu, istismara açık bir alandır ve bu değer, ihtiyacı olanlarca –aralarındaki mücadelenin galiplerine göre- ihtiyaç duyanlara transfer edilir.
    • Bir toplum sahip olduğu değerlerin varlığından haberdar, ama onları koruma gücüne yeterince sahip değilse yine istismara açık alanlar oluşur. Bu defaki transferler hile veya zor kullanarak gerçekleşir.
    • Transfer işinde ustalaşan toplumlar giderek güçlenirler.
    • Bir kişi veya toplumun çözebildiği sorunlar onun Sorun Çözme Kabiliyetini, dolayısıyla da başkalarından değer transfer edebilme kabiliyetini giderek artırır.
    • Bir kişi veya toplumun çözemediği sorunlar onun Sorun Çözme Kabiliyetini, dolayısıyla da başkalarının değer transfer edebilmelerine direnebilme kabiliyeti giderek azaltır.
    • Herhangi bir anda bir transfere konu olmayabilecek sorunlar, güçlü olanlarca birer koz (Bkz. http://bit.ly/O97njP adresindeki ALEGAR başlığı) halinde biriktirilir ve zamanı geldikçe, girişecekleri transfer süreçlerini kolaylaştıracak şekilde devreye sokulur.
    • Koz formunda buzdolabına konulanlar tasnif edilerek etkililik, kullanılabilirlik vb karakteristiklerine göre saklanırken, bir yandan da koz stoklarının zenginleştirilmesine çalışılır.
    • Uluslararası ilişkiler ve değer transfer süreçleri “koz” konsepti çerçevesinde yürür.
    • Dünya toplumları ikiye ayrılır: Koz konseptinin farkında olup onu kullananlar ve farkında olmayıp –ayrıca farkında olma konusunda dirençli olup- sürekli ağlaşanlar, bağıranlar, geçmişiyle övünerek adım adım yok olmaya ilerleyenler.
    • SON

    23 Ağustos 2012 Perşembe

     

     


    [1] En az yoğun enerji formu güneşin ışımasıdır (http://bit.ly/SvYB1X).  Güneş kollektörleri bir derece daha yoğun enerji üreteçleriyken, foto-sentez yoluyla oluşan bitkiler, güneş ışımasının biraz daha yoğunlaşmış formu, kurutularak (enerji yoluyla) odun haline getirilen bitkiler daha da yoğun, toprak altında karbonlaşan bitkiler daha yoğun, canlılar daha yoğun, onların ürettikleri bilgiler en yoğun enerji formlarıdır.

  • Ne oluyor, ne olacak?

    Bu ara en çok konuşulan konunun, “uluslarası ölçekli kaos ortamında Türkiye’nin ne olacağı, ne kazanıp ne kaybedeceği” olarak ortaya konulsa pek yanlış sayılmaz.

    Yakın dönem ve Suriye ve PKK ile ilgili mikro ölçekli olayları yorumlayıp, ne gibi önlemler alınması gerektiğini tartışmak yararlı görünmüyor. Bir yandan da sürekli değişkenlik gösterme karakterindeki bu süreç için reçeteler önermek yerine, uygulanabilir nitelikli ilkeler ortaya koymak daha yol gösterici olabilir.

    Başlıklar şöyle sıralanabilir:

    • Herhangi bir andaki olayın (bir terör saldırısı, komşu ülke tutumu, Obama’nın sopası vbg) ertesinde ne yapılması gerektiğini tartışmak için harcanan zaman ve enerji, o olayın kök-nedenlerinin anlaşılmasına harcanmalıdır.
    • Bu ilke basit ve yararlı olsa da, uygulanabilmesinin önünde –sadece bugün için değil ilkesel olarak- önemli bir engel vardır. O engel, kaba dilde “tükürdüğünü yalamak” denilen ve daha açık anlamı “önceden söylediğini savunmaya zorunlu hissetmek” demek olan kavramdır.
    • Bu engelleyici kavramın aksi ise, hiçbir fikir ve ona dayalı tahminin mutlak doğru olamayacağı’dır. Ama, söylediklerinin bir dizi ön-koşula dayalı olduğu, bunlarda bir değişiklik olduğunda söylemini de değiştireceği gibi ifadede bulunanları halkımız hoşgörmediği için, kestirme ve koşulsuz ifade sahipleri öne çıkar. Böylece, bir fikir bir yetkilinin ağzından dile getirildi mi artık ona “yapışmış” sayılır ve onun aksine bir fikir ileri sürmesi güçleşir.
    • Buna göre, kısa vadeli ve mikro ölçekli olaylar yerine, onları doğuran en temeldeki kök-nedenlere yönelerek “tedavi edici” çarelere harcamak; bir yandan da “semptomatik tedavi” niteliğindeki uygulamalara yönelmek daha doğru görünüyor.
    • Semptomatik önlemler neler olabilir?

    —    Herhangi bir anda ortaya çıkan bir sorun’un, o anda alınacak önlemlerle tekrarının önlenemeyeceği, bir benzetmeyle “uzun bir borunun ucundan akan suyun, çok önceden boruya girmiş olan suyun kaçınılmaz çıkışı” olduğunu; sonucu doğrudan etkilemeye yönelik her girişimin, ancak olayın tekrarına yardımcı olacağını kabul etmek,

    —    Her olayın ardından söylenmesi kalıplaşmış sözlerden kesinlikle ve bir defada vazgeçmek. Hiçbir yararı olmadığı gibi, sinirlendirici etkisinden başka etkisi olmadığı herkesçe bilinen tehditvari ifadeler yerine, yapılabilecek bir şey varsa onu yapmak, yoksa susmak.

    —    Medyanın, terör konusundaki eğitim programlarını [1] askıya alması,

    —    Tüm il ve ilçe belediyelerinin 1 numaralı görevinin, kendi çalışma alanı ile ilgili kuralları eksiksiz ve sıfır tolerans ile uygulamak olduğunu idrak etmeleri, her büyük yanlışın daha küçük yanlışlar üzerinde yapılandığı gerçeğini görmeleri ve böylece, tüm terör olaylarının bu tür yanlışları kullandığı ortamları verimsizleştirmek,

    —    Yumuşak karın olarak görünen etnik ve dini temelli sorunlar bağlamında birincil konu durumundaki, toplumun dindar-dindar olmayan, Sünni-Sünni olmayan, Kürt-Kürt olmayan biçiminde ayrışmaya başladığı olgusunu farkedip gereğini yapmak,

    —    Gerek Türkiye gerekse komşu ülkelerdeki Kürtler ile ilgili sorunların temelinin, bu bölgelerdeki enerji kaynaklarının [2] kontrolu amacıyla, kendi içinde istikrarlı olamayacak Kürt Bölgeleri kurmak olduğunu, yurt içinde ve dışındaki Kürtler’e –ve kışkırtılan diğer halklara- anlatmak.

    • Tedavi edici önlemler neler olabilir?

    —    Şu benzetmeyi göz önünde tutmak: Çok topla oynanan bir bilardoda, diğer toplardan küçük olan bir tane varsa –ki bilardoda böyle şey olmaz, ama burada örnek diye varsayılıyor-, o küçük kütleli topun nereye gideceğini büyük kütleli toplar belirler. Eğer küçük top kendini büyük top görme yanlışına düşer, oraya buraya kendini çarparak toplara yön vermeye çalışırsa en çok kendisi savrulur! Türkiye’nin cüssesi her bakımdan küçük bir top gibidir. Yüksek kabiliyetli insan kaynağı, mevcut az sayıdakiler arasında ağ oluşturabilme kabiliyeti, başkalarını sömürmeden ayakları üzerinde durabilirliği, örgütlenerek kendi başına çözemediği sorunları çözebilirliği, hatalarından ders alabilirliği, bilmediklerini öğrenebilirliği, bilmediklerini bilebilmeyi ve bunların tümünden oluşan sorun çözebilirliği son derece sınırlıdır ve sorunludur.

    —    Bu durumuyla Osmanlı İmparatorluğunu canlandırma, geniş topraklara hükmetme gibi hayalleri ancak alaya alınmasına ve dahası kullanılmasına yol açar. Okur-yazar kesim arasında da savunucuları bulunduğu görülen bu hayalin farkına varılması iyi olur.

    —    Bu sorunlu toplum üstüne üstlük son derece değerli topraklar üzerinde oturmaktadır. Katı petrolü, suyu, madenleri, coğrafi konumu açısından nadir durumdadır. Bu yetmezmiş gibi, iyi yönetilebilirse birer zenginlik, yönetilemezse potansiyel birer çatlak olabilecek kültürel farklılıklara da sahiptir. Bütün bunlar birer istismara açık alan [3]’dır ve istismar, oyunun 1 numaralı kuralıdır.

    —    Thedore Roosvelt’in ünlü sözünü (https://tinaztitiz.com/3791/buyuk-sopa/) TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” sözünün altına yazmak ve bunu hiç unutmamak: “Yumuşak konuş ama elinde iri bir sopa bulundur; daha uzağa gidebilirsin”.

    —    Tüm kararlarımıza yön veren düşünme biçimimiz, çıkarları Türkiye ile zıt yönde olan gelişkin toplumlarla başa çıkabilecek düzeyde değildir.

    Hemen her fırsatta övünmeyi, özellikle de birer öğrenme fırsatı olarak kullanımı gereken hatalı hallerde daha da çok övünmeyi bir “milli huy” haline getirmiş toplumumuzda, “bir fikrin işe yarar kısımlarını ayırmaya dayalı düşünme biçimi” demek olan kritik düşünme biçiminin yaygınlaştırılmasından daha önemli bir konu var mıdır?

    Bunun daha kısa erimli bir adımı olarak, “kullana kullana birer kalıp haline gelmiş söylemlerin sorgulanmalarını”, çocuk ve gençler arasında bir moda haline getirilmesi düşünülebilir.

    —    Uluslararası ilişkilerin başat olgusunun, güçlülerin güçsüzleri sömürmesi gerçeğini kabullenip, güçsüzlüğümüz nedeniyle uğradığımız muamele (ve operasyonların) çaresinin ancak ve yalnız güçlenmek olduğu; diplomasi vd araçların güçlülerin elinde işe yaradığı unutulmamalıdır. Burada yol gösterici ilke bilimdir.

    —    Güçlü olabilme yolunda koz kavramını iyi kullanılabilmesi, varlığımızı sürdürebilmenin olmazsa olmazıdır [4]. İlişkilerde kullanılabilecek tek geçerli para birimi, “koz çantanızın zenginliği”dir.

    Bu kavram yoluyla uluslararası topluluğun daha saygın bir üyesi haline gelmeye çalışırken, kendine yönelik tasallutları özendiren “sorun çözebilirlik yetersizliği”nin kısmen de olsa giderilmesi mümkündür.

    Bu kadar çok ve geniş kapsamlı bir listenin bütünü ya da bir bölümünün yerine getirilmesi bir dizi koşula bağlı olsa da, koşulların en başında, yazının başlarında değinilen “yapışmışlık” en güç aşılabilir olandır.

    Herkese kolay gelsin.

    11 Ağustos 2012 Cumartesi

     



    [1]Teröristler yüzlerini örtmedikleri için mobese’ye yakalandılar”, “bombacı, bıraktığı sigadan yakalandı”, “gaspçılar çaldıkları aracı yanlış park edince yakayı ele verdiler” gibisinden ve “bu hataları yapmazsanız daha zor yakalanırsınız” mesajlı haberler(!)..

    [2]  Türkiye toprakları içindeki katı petrol (oil shale) varlığı ile ilgili ve gerekli referansları içeren bir makale http://www.kirj.ee/public/oilshale_pdf/2008/issue_4/oil-2008-4-444-464.pdf adresindedir.

    [3]  Bkz. T.Titiz, “Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler”, PEGEM Yayınevi, Ankara, 2011, www.pegem.net, (4.1. İstsmara Açık Alanlar)

    [4] Bu konu –geçmişte- devletin en önemli makamlarına anlatılmış, ama cari paradigmaya uymadığı için hayata geçememiştir.

  • Dedikodu tadında yakınmalar…

    Bu kadar çok komplo açıklaması garip değil mi?

    Sosyal medya dahil tüm ortamlarda en çok işlenen konu açık ara “Türkiye’ye karşı kimin ne melanet düşündüğü” ile ilgili tahminlerdir. Bu sadece içinde bulunduğumuz günlerdeki Suriye odaklı mesele için değil, Türkiye’nin doğrudan / dolaylı içinde bulunduğu hemen her konu açısından geçerlidir.

    Söz konusu spekülatif tahminlerin yoğunlaştığı başlıklar ise aşağı yukarı şöyledir:

    • Bu melanetler Batılı ülkelerce tezgahlanmaktadır,
    • A.B.D., İngiletere, Fransa, Almanya gibi ülkeler başı çeker; diğer Avrupa ülkeleri de –Türkiye düşmanlığı açısından- onlarla işbirliği içindedir,
    • Nihai amaç Türkiye’nin parçalanmasıdır; Sevr bunun ilk girişimiydi, şimdi ikinci Sevr tezgahtadır,
    • Türkiye’nin zengin kaynakları ve Müslüman ağırlıklı nüfusu bu amacın başlıca dürtüleridir,
    • Türkiye gibi mazlum ülkeler de benzer girişimlerin hedefidir,
    • Buna emperyalizm denilir.

    Yazılan ve söylenenler, bu birkaç başlığın çeşitli kombinezonlarının çeşitli biçimde ifadelerinden, ama daima yakınma-suçlamalardan ibarettir.

    Tahminler doğru da olabilir..

    Bu tahminlerin bir bölümü, hatta daha da çoğu –henüz dile getirilmemiş daha çok boyutlu melanet tasarımları- doğru olabilir; ama gariplik burada değildir. Gariplik, bu tahminleri yürüten ve hemen hepsi de eğtimli, kültürlü insanların şu birkaç soruyu sormamalarıdır:

    1. Melanet nedenleri olarak gösterilen”zengin kaynaklar” ve “Müslüman çoğunluklu nüfus” kolay değişebilecek özelliikler olmadığına göre, bu girişimlere maruz kalmak bu toplum için bir kader midir?
    2. Bu durumu bir kader olarak nitelemek akıl dışı olacağına göre, özellikle kaynak zenginliği nasıl bir mekanizmayla bu tasalluta dönüşmektedir? “Emperyalistler mazlum toplumları sömürürler” söylemi için “neden ve nasıl” diye sormak tabu mudur?
    3. Kader olarak kabullenilen ve böyle olduğu için de ancak “dedikodu tadında yakınma” yoluyla karşı çıkılan(!) bu olgunun iyi anlaşılmasına yönelik zihinsel çabalar (eğer varsa) niçin çok cılızdır?

    Bu kısırlık rastlantısal olabilir mi?

    Dedikodu tadında yakınmalar’ın bir adım ötesine geçip şu üç sorudan hiç olmazsa birisinin sorulmayışı acaba bir kolektif problemin işaretlerinden midir?

    Eğer böyleyse bu da iyiye işaret sayılabilir. Bu soruları sorabilecek, sonrasında bu soruların doğuracağı yeni soruları sorabilecek, ardından da Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği adı verilebilecek ulusal hastalığa ulaşacak birileri var demektir.

    Bu değişimin kapısını açmak için sonu gelmez övünmelerimizden ve dedikodu tadında yakınmalarımızdan vazgeçip, soru sormaya –ama hiç bir sınır koymadan, ezber kalıplarımızı bir yana bırakıp- soru sormaya başlamak bir başlangıç olabilir mi?

    19 Temmuz 2012

  • Şiddet Çözüm mü değil mi?

    Kimlere şiddet?

    Hasta yakınlarının doktorlara, öğrenci veya velilerinin öğretmenlere, öğretmenlerin öğrencilere, erkeklerin eşlerine şiddet uygulama olaylarının gündemde giderek daha çok  yer alıyor. Sorunun, “öğretmenlerin öğrencilere, şiddetin bir çözüm aracı olmadığını öğretmeleri” yoluyla çözülmesi gerektiği yolunda görüşler basında yer aldı.

    Hemen her sorunun çözümünün okul müfredatına katılarak çözülmesi, ayrıca da dünyanın “öğrenme” yönündeki yürüyüşünün aksine “öğretme” yolundaki geleneksel eğilim burada da görüldüğü için, şiddetin ne ölçüde bir sorun çözme aracı olduğunun ve bu yolla çözülüp çözülemeyeceğinin sorgulanması yarar sağlayabilir.

    Bir ortak özellik!

    İster futbol, ister sağlık, ister okul, isterse aile ortamındaki şiddetin ortak özelliği “hınç alma”, “intikam alma”, “öç alma” gibi duygular olup, hepsi de kısa süre içinde gerçekleştirilmek istenir. Eğer bu mümkün olamaz ise bu takdirde kin gibi zamana dayanıklı bir forma dönüşürler. Daha da ilkel düzeydeki amaç, yaralanan benliğin tamir edilmesi için, yaralayanda eşit (kısas) acıtıcılıkta –mümkünse daha derin (misilleme)- bir yara açılmasıdır.

    Hukuk “karşı yara açma”nın medeni yöntemidir!

    Yaralanan benlik çeşitli şekillerde rahatlatılabilir. Medeni yol, yaranın büyüklüğü, dengeleme yolları vb konulardaki insanlık birikiminin (evrensel hukuk) ya da yerel kanunların öngördüğü yara açma yollarıdır. Bu yollar yeterince hızlı ve etkili ise “normal” insanlar daha hızlı ve derin yaralar açma peşinde olmazlar. “Normal dışı” insanlar ise yaranın büyüklüğüne aldırmaksızın –hatta yara olup olmadığına bakmaksızın- misilleyici yaralar açmak için yanıp tutuşurlar.

    Yaralanma ve karşı yara açma konularında dikkate alınması gereken önemli birkaç başlık vardır:

    • Açılan yaraların nedenleri: Birisi rasyonel nedenlerdir. Arabasına arkadan çarpılan, evi soyulan, aldığı mal ayıplı çıkan, eşi tarafından aldatılan, bir yakını görevini yaparken öldürülen ve daha onlarca kişi haklı olarak, benliklerinin uğradığı zararların dengelenmesini beklerler.

    Diğer bir neden türü ise edinilmiş değer yargılarına saygı gösterilmeyişidir. Yakını olduğu hastanın herkesinkinden daha önemli olduğu, milletvekili olduğu için herkesten daha öncelikli hizmet alması gerektiği, çocuğunun yüksek not alması gerektiği, başka çocuklara şiddet uygulamaya hakkı olduğu, aldattığı eşinin şikayete hakkı olmadığı ya da dini inancının herkesçe benimsenmesi gerektiği yolunda bir değere sahip bir kişi, bu değer yargısının yanlış bir yargılamanın sonucu olduğuna bakmaksızın, benliğinde açıldığını varsaydığı yarayı dengelemek isteyebilir.

    Nihayet bir diğer neden türü ise psikopat nitelikli kişilerin durumudur. Onlar benliklerinin sürekli olarak yaralı olduğuna inandıkları için herkese karşı yara açma isteği taşırlar. Döner bıçağı ile maça giden kişiler bu türün tipik örneğidirler.

    • Yaralanmayı kolaylaştırıcı / özendirici ortamlar: Pasteur’ün son sözlerindekimikroplar hiçbir şey, ortam ise her şeydir” deyişindeki “ortam” sadece biyolojik anlamda değil toplumsal anlamda da geçerlidir.

    Örneğin, hemen tüm TV dizilerinin başat sahnesi –çoğunlukla erkeğin- karşısındakine şiddet uygulamasıdır. Ortalama insanın en önemli eğlence aracının TV olduğu düşünüldüğünde, evlerin içinde sürekli olarak dövüşen, birbirini öldüren insanların ne kadar çok olduğu görülecektir.

    Bilgisayar oyunlarındaki temel element yine öldürme üzerinedir. TV ve internetin yaşamımızdaki yeri karşısında “şiddet ortamı”nın önemli kaynaklarından birisi ortaya çıkmıyor mu? TV haberleri keza şiddet özendirici sahnelerle doludur.

    Denilebilir ki, şiddetin oluşması için tüm faktörler el birliği içinde bir “şiddet sinerjisi” yaratmaktadır.

    • Karşı yara açma yollarının etkililiği: Bu denli “uygun” bir şiddet ortamı ve nedenleri bileşimine karşı hukuk yeterince hızlı ve eşit etkinlikte bir “benlik yaralanmasını dengeleyici karşı yara” açamıyorsa, bu takdirde yaralı kişiler işe bizzat girişmekte ve şiddet yoluyla dengeyi sağlamaktadırlar. Bu insani açıdan kabul edilebilir olmasa da analitik olarak çok anlaşılabilir bir dengelemedir.

    Şiddet etkili bir çözümdür. Amaç kısa sürede hıncını, intikamını, öcünü almak olduğuna göre; hukuk da bunu süratli ve etkili biçimde yerine getiremez ise şiddet kaçınılmazdır.

    • En önemli faktör: En sona bırakılmakla birlikte en önemli faktör, yukarda sıralananların düşünülüp gereğinin yapılması yerine, öğretmenlerin öğrencilerine “şiddetin çözüm olmadığını öğretmeleri”nin beklenmesidir.

    Son Söz

    Şiddet, şiddeti özendiren / kolaylaştıran uygun ortam öğelerinin anlaşılıp, sonra da o öğelerin ortadan kaldırılması yoluyla giderilebilir. Bunun dışındaki önlemlerin tamamı sadece zaman kaybettirir ve yeni şiddet türlerinin ortaya çıkmasına, mevcutların ise tırmanmasına yol açar.

    13 Mayıs 2012

  • Demokrasi kimler içindir?

    En çok kullanılan terim: Demokrasi

    Medyadaki tartışmalara bakıldığında –eğer saymak mümkün olsa idi-, kişilerin birbirlerini suçlamak ve/ya kendilerini övmek için en çok kullandıkları terimin demokrasi olduğu görülecekti.

    Her kalıba bu kadar kolayca sokulabilen bir kavramın bu kargaşadan kurtarılıp, yüzlerce kaynakta çeşitli akademik derinlikteki tanımlarının ötesinde, herkesin yaşamlarında bir işlevsel araç olarak kullanabilmesine yarayabilecek bir tanımının yapılması gerekmez mi?

    Kültürümüzde tanımlar genellikle “özellik sayarak” yapılır. Buna göre örneğin şöyle tanımlara sıkça rastlanır: Demokrasi:

    –       herkesin eşit muamele gördüğü,

    –       seçilenlerin geçici bir süre için seçenleri temsil ettiği,

    –       seçimler yoluyla seçilenlerin değişebildiği,

    –       çoğunluğun oylarıyla seçim yapılan ama azınlıkların da haklarının gözetildiği,

    –       ifade özgürlüğüne dayanan,

    –       basının özgür olduğu,

    –       ve benzer “özellikler”…

    Çoğu kaynakta “demokrasi bir yönetim biçimidir” biçimde bir tanım var.

    İyi de demokrasi “niçin”dir?

    Yukarıdaki ifadeler amaç açısından bir anlam ifade etmiyor; çünkü, bir yönetim sisteminin demokratik olup olmadığında bir anlaşmazlık ortaya çıktığında başvurulabilecek hakem niteliğindeki bir “ayırıcı özellik” belirtmiyor.

    Buna göre cevaplanması gereken soru şudur: “Demokrasi, hangi başat  ayırıcı özelliği yoluyla, diğer yönetim biçimlerinden farklıdır?”

    Demokrasi, sorun çözmeye yarar..

    Demokrasi, –geçmişte yaşamış, halen yaşayan ve henüz doğmamış olan-bireylerin, onlardan oluşan kurumların ve de bu ikisinden oluşan toplumların, sorunlarını örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme gibi güçlü sorun çözme araçları kullanarak –ve gerekirse yenilerini icat ederek– çözebilme yoluyla kendi kendilerini yönetebilmenin bir yoludur.

    Başka yollar da var mı?

    Birey, kurum ve toplumlar yaşamları boyunca karşılaşacakları sorunlarını çözmek için kuşkusuz başka yollar da seçebilirler. Bilge ve yetkin olduğundan emin oldukları otoriter bir başa biat ederek yaşamış ve halen yaşayan nice toplumlar olduğu gibi, bir aile ya da bir sınıf tarafından yönetilenler de olagelmiştir.

    O halde, örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme gibi yollarla kendi bireysel, kurumsal ve toplumsal sorunlarını çözerek yaşam sürdürme, net bir ayırıcı özelliktir.

    Peki “çözüm üretmek” yeter mi?

    Örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme yollarıyla çözüm üretmenin tek başına yeterli olamayacağı bellidir. Çözümlerin gerektirebileceği kuralların (yasa, tüzük vd) konulması, bunlara uyulup uyulmadığının denetlenmesi, uygulanmaları için yaptırımlar uygulanması ve anlaşmazlıklar halinde adil çözümler bulunması da “kendi kendini yönetme” sürecinin vazgeçilmez parçalarıdır.

    Yerel ve merkezi yürütme organları, kural koyma organları (belediye meclisleri, TBMM) ve yargı mercileri bu vazgeçilmez parçalar olarak bireylerin sorun çözme çabalarının tamamlayıcısı olurlar.

    Net olarak görüleceği gibi demokrasinin itici gücü, halkın [1] sorun çözme eylemleridir. Neyin nasıl yapılacağına, yapılmadığında hangi yaptırımlar uygulanacağına, anlaşmazlıkların nasıl çözüleceğine bütünüyle halk karar verecektir.

    Her düzeydeki idare ve onların memurları, halkın tercihlerini değiştirmeden onları uygulamak durumundadırlar.

    Ancak bir olmazsa olmaz var..

    Dikkat edilirse sistemin işleyişi bütünüyle halkın Sorun Çözme Kabiliyeti’ne bağlıdır. Bu kabiliyette:

    –       herhangi bir nedenle düşüklük var ise veya

    –       halk, sorun çözme yerine sorun ihale etme gibi bir alışkanlık edinmişse veya

    –       kendisinin halktan daha doğru-iyi-güzel [2] düşündüğüne inanan kişiler, halkın Sorun Çözme Kabiliyeti’in (ortalamasının) düşüklüğünden yararlanarak:

    • bu devredilmemesi gereken yetkiyi devralmışlar veya
    • el koymuşlar (askeri darbeler) veya
    • çoğulculuk yerine çoğunluk ilkesini uygulamışlar ise

    bu durumda demokrasi, böylece tanımlanan sistem içine oturtulamadığı için sürekli olarak sorun üreten bir “yanlış üreteci” haline dönüşür.

    Uzun sözün kısası!

    Sorun Çözme Kabiliyeti düşük insanlardan oluşan bir toplum demokrasi içinde yaşayamaz. Demokrasi onlar için bir sorun kaynağıdır.

    Yapılması gereken demokrasiden vazgeçmek değil, demokrasi ortamı denilebilecek Sorun Çözme Kabiliyeti düşüklüğünü kabul edip geliştirmeye çalışmaktan ibarettir. Başlangıç noktası ise sorgulanamazlık kültürü yerine sorgulanabilirliği yerleştirmekten ibarettir; okuldan başlayarak.

    23 Nisan 2012



    [1] Halk deyimiyle, yukarıki bölümlerde de değinilen, geçmişte yaşamış, halen yaşayan ve henüz doğmamış bireyler kastedilmektedir. Halk, aynı zamanda kurumları ve toplumu da oluşturur.

    [2] Doğru-Yanlışlar’ın akıl boyutunu oluşturdukları ve gerçekleştirme aracının bilim olduğu; İyi-Kötüler’in ahlâk boyutunu oluşturduğu ve çeşitli inanç sistemlerince (ateizm de dahil) yaşama geçirildiği; Güzel-Çirkenler’in ise estetik boyutunu oluşturduğu ve sanat yoluyla artiküle edildiği varsayılmıştır. Bkz. Grafik gösterim.

  • Koşullanmama Hakkı..

    Bu konuda yazdığım birkaç yazı nedeniyle bildiğim, “koşullanma” denilince birçok kimseden geleceği garanti olan “koşullandırma olmadan eğitim olmaz” itirazıdır.

    Eğitim’in koşullandırma ile özdeş sayıldığı uzun yıllar boyunca sadece ülkemizde değil hemen tüm toplumlarda eğitim, egemen kesimlerin değerlerinin -koşullandırma yoluyla- zihinlere kazınması, bunun yanısıra, o kesimlerin ihtiyaç duydukları insan profilinin yetiştirilmesi anlamına geldi; halen de gelmekte. Bu müşterek kabul görmüş sürecin temelini de, insanoğlunun bir beyaz sayfa (tabula rasa) olarak dünyaya geldiği ve kendi haline bırakılırsa yanlışa-kötüye-çirkine yöneleceği varsayımı oluşturuyor.

    Öyle ya, küçücük bir çocuk -eğer koşullandırılmaz ise- nasıl bir kişilik oluşturur ve gereksinimi olan bilgi-beceri-tutum-davranışları (BBTD) nasıl kazanabilir? Birileri (aile ve okul), bu ihtiyaçları çocuğun zihnine -silinmeyecek şekilde- kazımalıdırlar!

    Anlaşmazlığa yol açan kritik nokta burasıdır: Zihne kazımak!

    Çocuğun dünyaya geldiği -hatta muhtemelen ana rahmine düştüğü- andan itibaren, organik ve sosyal yaşamını sürdürebilmesi için gereksindiği BBTD’lar olduğu bellidir. Mesele bunların edinilmesi sürecinin “zihne kazıma” yoluyla mı yoksa bir başka yolla mı yapılması gerektiğidir.

    Geleneksel anlayış birincisinden yana olup, bu anlayışın uygulama aracı da “tekrar” denilen usuldür. Bunun alternatifi ise, kişinin (çocuk ve/ya erişkin) Zengin Öğrenme Ortamları içinde bulunmasına ve bu ortamlarda doğru rol modelleriyle karşılaşmasına özen gösterilmesinden ibarettir.

    Koşullanmama hakkı ilk anda kuşkuyla karşılanabilen bir kavram olabilir. Eğer, bu kavramdan değil de şu ilkeden hareket edilirse, bu hakkın ne denli temel bir insan hakkı olduğu kolayca görülecektir: Her insan, öğrenmek isteyeceklerinin kaynağını özgürce seçebilmelidir.

    İnsan fıtraten öğrenme eğilimlidir. İhtiyaçlarının gerektirdiği BBTD’ları doğal bir kolaylıkla öğrenir. Bunu da içinde bulunduğu Zengin Öğrenme Ortamları içindeki doğru rol modelleri aracılığıyla yapar. Eğer bu sürecin içine herhangi bir nedenle -ideolojik, dini, siyasal, kişisel vbg- kişinin ihtiyaçları dışındaki farklı ihtiyaçlara ilişkin müdahaleler girerse, doğal öğrenme sürecinin sihiri bir anda bozulur ve eğitim bu defa bir melanet üretme sürecine dönüşür.

    İnsanlarımızı koşullandırmaktan vazgeçelim. Eğitim kadrolarına, zihinsel taciz sayılabilecek “zihnine kazıma” yönteminin tehlikelerini farkettirelim. Unutulmasın ki, zihne kazınmış BBTD’lar kolayca üzerine kazınacak yenilerine zemin hazırlar. Bunun insan dahil hiçbir canlıya yapılmaması gerekir..

    20 Haziran 2012

     

  • Asansörler düşer!

     

    Zaman zaman haber kaynakları asansör kazalarını duyurur. Genellikle ağır yaralanma ve ölümle sonuçlananlar duyulur. Bir de büyük illerin dışındaki yerlerde büyük tirajlı basına yansımayanlar hesaba katılırsa bu kazaların oldukça sık olduğu görülür.

    Traji-komik asansör kazaları da vardır. Kapısı açılmayan,  yarı yolda kalan vb…!

    İlk anda bu gibi olayların, küçük apartmanlarda meydana geldiği, büyük binalarda olmayacağı sanılabilir. Durum öyle değildir. En önemli binalarda dahi olabilmektedir. Zaten konu incelendiğinde görülecektir ki kazalar, binaların küçük ya da önemsiz olduğundan kaynaklanmamaktadır.

    Kul yapısı olduğu için arıza da yapabileceği kabul olunmuş bu yaratıkların (!) arıza sıklıkları -MTBF, peşpeşe iki arızası arasındaki ortalama süredir- acaba dünyada geçerli normların ne kadar üzerindedir ?

    Asansör yapım ve bakım firmalarına bakılırsa asansörlerimiz, endüstride  ileri gitmiş ülkelerin ürünlerinden hiç de kalitesiz değildir. Arıza normaldir. İnsan bile hastalanıp öldüğüne göre, makineler arızalanamaz mı ?

    Önemli bir binanın -başbakanlık- asansörlerinin bakımından sorumlu bir teknik bölüm yetkilisi: “bu yaratığın ne zaman ne yapacağı belli olmuyor, bakıyorsunuz bazen iyi, bazen kapısını açmıyor !” diyerek veciz bir şekilde, asansör üzerinde kontrolları olmadığını, aksine, asansörün istediği zaman içindekileri hapsedebildiğini ifade etmişti.

    Konu üzerinde daha fazla birşey söylemeden önce, ülkemizde yalnız asansörlerin değil,  benzer karmaşıklıktaki tüm donanımın (otomobiller, çamaşır makineleri, ev aletleri, endüstriyel tesisler vb) ithal malı olanlar da dahil (bir miktar az da olsa), gelişmiş ülkelere nazaran daha sık arıza yaptığını belirleyebiliriz.

    Bu konuda istatistikler olmasa da herkesçe yapılmış gözlemler  herhalde bu yargıyı doğrulayacaktır. Ancak bir yanlış anlamaya yol açmamak için bir noktayı açıklamak gerekir: Her teknik donanım bir çevrede çalışır ve bazı girdiler kullanır. Otomobil, yolu bir çevre, yakıtı bir girdi olarak kullanırken; otomatik çamaşır makinesi, şehir suyu ve elektriği girdi olarak kullanmaktadır.

    Donanımlar bu çevre ve girdilerden bağımsız olarak düşünülemezler. Yol bozuk ya da yakıt kalitesi kötü ise otomobil yapımcısı, bu şartlara uygun araba üretemez. Şehir suyu içinde katı madde miktarı, kabul edilebilir seviyenin üzerindeyse buna bağlı arızalar yapımcı firma tarafından ancak ekstra donanım (filtre vbg) konularak, yani donanımı pahalılaştırarak önlenebilir.

    Asansörler için de aynı çevre ve girdi olgusu geçerlidir.  Bir asansör kabini içindeki kat düğmelerine toplu iğne sokularak garip komutlara itaat etmek zorunda bırakılan bir asansörün çalışması ya da arızasından, bir ölçüde de olsa onu kullananlar sorumludur. Bir ölçüdedir, çünkü bu gibi kötü kullanım şartları, dizayn spesifikasyonları içinde dikkate alınmış olmalıdır. Asansörlere hep aklı başında ergin kişilerin bineceği, gerçekçi bir dizayn öngörüsü değildir.

    Bu düzeltme ile hatırlatılmak istenilen, donanımın yalnız yapımcısının değil,  yapımcı kadar kullanıcının da etkisinin olabildiğini belirtmek içindir.

    Donanımın çalışma ve arızalanmasına etki yapan bir faktör de, bakımcılardır. Aynen kullanıcıda olduğu gibi, bakımcının da etkisi büyüktür. Nitekim, son derece kaliteli donanımların, ehil olmayan ellerde ne hale geldiklerini hep gözlemiş ya da yaşamışızdır.

    Bakımcıların sebep oldukları olayları karikatürize edebilecek bir olay, bu satırların yazarının başından geçmiştir.

    Bir parti hatalı parça ihtiva eden bir mamulün, hatalı parçalarının ücretsiz değiştirilip gerekli ayarların yapımı için lüzumlu ayar cihazları, tüm yurtta bakım örgütüne dağıtılmıştı. Yurdumuzun bir köşesinden gelen bir telgraf herkesi dehşete düşürmüştü:

    Gönderdiğiniz parça(!), çok iyi sonuç verdi. Diğer arızalı cihazlara da takabilmek için acele 50 tane daha yollamanızı rica ederim. “Ayar için 1 adet yollanan aleti nasıl ve nereye takmışsa, arıza da düzelmiş(!)”.

    Bakımcılığın bu durumu, insanımıza gerekli eğitimi verebilecek mekanizmaların yokluğu ile ilgilidir. Aynı insan bir başka ülkede -mesela Almanya- başarılı olabildiğine göre, ülkemizdeki şartların uygunsuzluğunun, bu olumsuzlukları yarattığı bilinmelidir.

    İlk bakışta, donanım üreticilerinin bakımcıları eğitmesi gerekliliği düşünülebilirse de bu, yoldan çevrilen bir taksinin şoförüne önce araba kullanmayı öğretmeye benzetilebilir. Yapımcı firmaların eğitim görevleri vardır ve belki de tam olarak yerine getirilememektedir. Ama onların bir altyapı olarak kullanmak durumunda olup bulamadıkları girdiler vardır. Meslek kursları, audio-visual eğitim malzemesi vb girdiler bunlardan birkaçıdır.

    Donanımların çalışmasına etki yapan nihai bir faktör de, o donanımları oluşturan parçalardır. Bir bütün, onu oluşturan parçalar kadar güvenilirdir. Bu basit yargı, güvenilirlik (reliability) denilen disiplinin bir yasasıdır.

    Hangi donanım olursa olsun (asansör, otomatik çamaşır makinesi, elektrikli portakal suyu sıkma makinesi vbg), iki grup parçadan oluşur:

    (I)                 bütünün çalışmasını etkileyenler,

    (II)                bütünün çalışmasını etkilemeyenler.

    Tüm estetik parçalar ikinci gruba girerler. Mesela donanımın marka etiketinin kopması, o cihazın çalışmasını genellikle etkilemez. Birinci gruptakiler ise bir zincir oluştururlar. Halkalardan herhangi birinin kopması -parçanın arızalanması demektir- donanımın çalışmasını bozar -yani zincir kopmuş olur-. Bu bozulma, donanımın can güvenliği ile ilgili kısmındaysa, asansör konusunda bahsedilen kazalar meydana gelebilir.

    Bir asansörde çok sayıda olay can güvenliğini etkileyebilir. Bunlardan en tehlikelisi halat kopmasıdır. Çelik halat, belli aralıklarla değiştirilme şartına uymamaktan dolayı kopabileceği gibi, belli limitlerin (en üst ve en alt katlar) aşılmasını engelleyen mekanizmaların çalışmayışı, paraşüt sisteminin çalışmayışı, kabin raylarının arızalanması gibi çok sayıda nedenden dolayı da olabilir.

    Bir asansör donanımının çalışmasını  ve aynı zamanda can güvenliğini de etkileyen parçaların (zincir baklalarının) sayısı yaklaşık 50 kadardır.

    Aşağıda, her parçanın güvenilirliğinin değişik değerleri için  50 parçadan oluşan sistemin bütününün güvenilirliği verilmiştir;

    Güvenilirlik

    Parçanın

    Sistemin

    0.90

    0.005

    0.99

    0.605

    0.999

    0.95

    0.9999

    0.995

    0.99999

    0.9995

    0.999999

    0.99995

     

    Bu sonuçları yorumlarsak; birinci durumda yani her parçanın % 90 güvenli olduğunu kabul edersek, bütünün güvenilirliği ancak % 0.5 kadar olabilmektedir. Yani sistem ortalama olarak 1000 çalışmanın ancak 5’inde arızasız olabilecek 995’inde arıza yapabilecektir.

    En son halde ise yani her bir parçanın güvenilirliği milyonda 999,999 olması halinde -ki milyonda 1 arıza ihtimali demektir-, sistemin bütününün güvenilirliği milyonda 999,950 olmaktadır. Bir başka deyimle milyonda 50 ya da yüzbinde 5 olasılıkla arıza yapabilir demektir.

    Bu pratik olarak şu demektir: Bir apartmanda hergün ortalama 100 defa asansör kullanılıyorsa yaklaşık 7 ayda 1 defa arızalanması (ve kaza olması) ihtimalidir ve oldukça yüksek bir risktir.

    Şimdi bu asansöre bir paraşüt tertibatı eklendiğini ve paraşütün güvenilirliğinin 0.99 olduğunu (yani 100 defada ancak 1 defa çalışmayabilir) varsayalım ve paraşütlü asansörün güvenilirliğinin ne olacağını düşünelim.

    Bu takdirde; birinin meydana gelme ihtimali yüzbinde 5, diğerinin ise 0.01 olan iki ayrı olayın aynı ana tesadüf etme olasılığı bu iki sayının çarpımı kadar yani on milyonda 5 olacaktır.

    Yine apartman örneği ile düşünülürse, 66 yılda 1 defa kaza olması yani hem halatın kopup hem de paraşütün çalışmaması demektir. Asansör halatlarının belli aralıklarla değiştirilmesi zorunluğu işte bu sebepten doğmakta böylece daima riskin dışında kalınabilmekte ve kabul edilebilir bir güvenilirliğe erişilmiş olmaktadır.  Ancak bu gereğin ülkemizde ne ölçüde yerine getirildiği incelenmeye değer bir konudur.

    Şimdi, son örnekteki kabul edilebilir güvenilirliğin sağlanması için gereken 0.999999 lik parça güvenilirliğinin nasıl sağlanabileceği, daha doğrusu bunun nekadar  mümkün olabileceğine gelelim !

    Bu kadar yüksek güvenilirlik mümkündür; ancak, üretim, montaj ve bakımda görevli kişilerin çok özenli seçim ve eğitimi ile çok iyi bir kalite kontrol sistemini gerektirir. Asansör  üretim, montaj ve bakımında ortalama vasıf düzeyindeki insanların çalıştığı, hatta zaman zaman (özellikle bakım işlerinde) vasat altı düzeyde elemanlar çalıştırıldığına göre, bu güven derecesi pratikte sağlanabilir değildir.

    Aslında bir toplumun yaşama biçimi ve değer ölçüleri ile kullandığı donanımın performansı arasında yakın bir ilişki vardır. Hatta bir bakıma yaşama biçimi ve değer ölçüleri, o toplumun ya da belli bir  kesiminin başarıyla kullanabileceği donanımın karmaşıklığının (sofistikasyon) düzeyini de belirler.

    Ayrıca, teknoloji ile yeterince karşılaşmamış kişiler, donanımlara karşı aşırı güven duyabilmektedirler. Bir donanımın güçlü ve zayıf yanları konusunda yeterli bilgi ve/ya tecrübeye sahip olmayan kişiler için, teknik donanımların davranışları rastlantısal sayılabilir. Yazının başında aktarılan “yaratığın ne yapacağı belli olmaz” yaklaşımı  işte böyle bir “teknolojiye yabancılık”ın sonucudur.

    Donanımları, birbirine bağlı baklalardan oluşan bir zincir ve zincirin kopmamasının da her baklanın ayrı ayrı kopmaması şartına sıkı sıkıya bağlı olduğu bilincinin hemen hemen hiç olmadığı bir alan da karayolu trafiğidir.

    Bir aracın kaza yapmaması için :

    o    Aracın kritik parçalarının (rod, fren, direksiyon mili, lastik vb) arıza yapmaması,

    o    Araç sürücüsünün “her an” kurallara uyması (enaz 10 hayati kurala),

    o    Yol şartlarının uygun olması (yoldaki çukurlar, buz, sis vb),

    o    Karşıdan gelen tüm araç ve sürücülerinin (binlerce) aynı şartları taşıması.

    Her madde kendi içinde bölünürse yaklaşık 40 zincir baklası ortaya çıkacaktır. Asansör örneğine benzetilirse:

    Buna göre en yüksek güvenilirlik halinde bile (her öğenin yüz binde bir oranında hata yapması), bir kaza olmaması ihtimali onbinde 9996’dır.Yani onbinde 4 oranında bir kaza ihtimali vardır. Bu ise çok yüksek ve kabul edilemez bir ihtimaldir. Nitekim hergünki trafik kazalarının sıklığı, bu hesabın ne kadar geçerli olduğunu göstermektedir.

    Sürücülerin bu zincir örneğini tam algılayamaması, kazaları birer “kötü  şans” gibi görmelerine ve kuralları hiçe saymalarına neden olmaktadır.

    Veriler bunlar olduğuna göre yapılması gereken(ler)  nelerdir ? Asansör halatlarının kopmasını beklemek, bu şartlarda kaçınılmaz görünmektedir. Acaba bir kuruluş asansörleri denetlerse kazalar önlenebilir mi?

    Yukarıda yapılan basit hesap göstermiştir ki, denetim -halatların belli zamanlarda değiştirildiğini anlamak için-, işin küçük bir parçasıdır. Geri kalan kısım ise tamamen üretim ve bakım işleriyle ilgilidir.

    Görünen odur ki, üretim ve bakım personelini tam olarak eğitmenin dışında bir yolla kazalar önlenemez. Öncelikle bu iki grup personele, burada gösterilen basit ama etkileyici hesap tam anlatılmalı ve böylece yaptıkları işin bilincine varmaları sağlanmalıdır.

    Halen bu bilincin var olduğu söylenemez. O halde maalesef asansör kazaları bu bilinç geliştirilene kadar muntazaman olmaya devam edecektir !

    Konuya, parçaların yüksek güvenilirliğinin niçin sağlanamadığı şeklinde bakmaya devam edilirse şu görülecektir:

    Parçaların üretimi, montajı ve bakımında gösterilen özen, güvenilirliği belirlemektedir.

    Burada dikkat edilmesi gereken ince nokta, herhangi bir parçanın en ilkel halinden -mesela çelik bir parça için, ilk demir-çelik üretiminden- itibaren çok sayıda aşama geçirerek nihai halini alıp yerine oturtulduğudur.

    Bu uzun sürecin her adımında yeralan; bileşim, testler, şekillendirmede hassasiyet, montajdaki özen, nihai testlerdeki dikkat eksiklikleri birbirinin üstüne eklenip tesadüf gibi  görünen “şanssızlıkları(!)” doğurmaktadırlar.

    Halbuki dikkat edilirse bütün bunlar, yaşam biçimimizin izlerini taşımaktadırlar. Günlük hayatımızın çoğu safhasında farklı ağızlardan, farklı usluplarda duyduğumuz; “boşver“, “idare eder“, “bu şartlarda bu kadar olur“, “daha iyisi can sağlığı“, “o kadar incesine bakmıyacaksın“, “bizim şartlarımız, ……..den farklıdır, orada öyle olabilir” vbg deyimler, asansör parçalarına nüfuz etmekte, onların güvenilirliğine toplumun bazı yoz değer ölçülerinin damgasını vurmaktadır.

    İşte bu yüzden asansörlerimiz düşmektedir; bu değer ölçülerimizi değiştiremezsek düşmeye devam da edecektir.

    Bu durum karşısında yapımı gerekenler ayrı bir makaleye konu olabilir. Ancak yapılmaması gerekenin ne olduğu araştırılırsa görülecektir ki, bir kurumun bu işi üstlenerek çok sıkı genelgeler yayımlaması, hatta denetçiler salması problemi çözemeyecektir.

    Eğer tek cümle ile yapımı gereken ifade edilmek istenilirse; doğru sistem kurmak ile her düzeyde eğitim yapmak denilebilir.

    Ekim 1993

     

     

     

  • Apartmanda köpek beslenir mi beslenmez mi?

    Çeşitli konulardaki sorunlarla uğraşanlar, bunlar için harcanan sürelerin dağılımı hakkında şu gözlemi bilmem paylaşırlar mı?

    • Sorunun tanımlanması için  %5,
    • Sorunun çözülmeye çalışılması için  %25,                                                                                                            *
    • Bulunan çözümün uygulanmaya çalışılması  için %70.

    Uygulamanın bu denli zaman alması, hatta genellikle başarısızlıkla sonuçlanması yani uygulama süresinin matematik olarak sonsuza doğru uzanması, sorunun tanımlanmasına ayrılan sürenin bu kadar az (hatta daha da az) olmasından kaynaklanır.

    Halbuki şu basit kurala uyulsa, harcanan toplam süre ve kaynaklar çok daha az olabilecektir. Kural şudur: Bir sorun için harcanan toplam kaynaklar (zaman, beyin enerjisi, para vbg), sorunun “doğru” tanımlanması için harcanan kaynaklarla üssel olarak ters orantılı’dır.

    Yani, “doğru tanımlama” için hiç zaman harcanmazsa toplam süre sonsuza uzanır, doğru tanımlamak için uzun süre harcanırsa bu defa da toplam süre kısalmaya başlar.

    Gazete haberlerine göre, bir vatandaşın açtığı dava sonunda Yargıtay, “apartmanda köpek beslemenin yasak olduğuna” karar vermiş.

    Bu haber -sanmıyorum ama doğruysa-, sorunun “doğru” tanımlanmaması halinde nasıl çözümsüzlük doğabileceğini gösteren somut bir örnektir. Yarın bir diğer vatandaş (ya da bu karardan cesaret alan aynı vatandaşımız), apartmanda saksı çiçeği bulundurulmaması için de dava açabilir ve de kazanabilir. Çünkü, çiçeğin fazla sulanıp alt kat(lar)a zarar verme  ya da çiçeklerin geceleri ürettiği karbondioksidin apartman havasını bozma  olasılığı vardır.

    Artık bundan sonra gerisi gelir ve apartmanlarda  çocuk büyütmek (gürültü yapabiliyorlar), iyi pişmemiş kuru fasulye yemek (nedeni bellidir) ya da müzik dinlemek de dava konusu olabilecektir.

    Sorunları “doğru” formüle edememenin, onları “doğru soru”lar haline getirememenin bedeli, bir yandan insanlar arasındaki barışın bozulması, bir yandan da adalet duygusunun zedelenmesidir.

    En hayvan dostu kişiler dahi apartmanda yalnız bırakılan bir köpeğin sesinden -acıma duygusu ya da komşusunun düşüncesizliği nedeniyle- rahatsız olur. En müzik sever kişi de benzer şekilde kendisine zorla dinletilen müzikten -sesin yüksekliği, bestecisine olan antipatisi ya da komşunun duyarsızlığı sebebiyle- yine rahatsız olur. Bu nedenlerden dolayı mahkemeye başvurması, yapılabilecek en medeni davranıştır.

    Medeni olmayan, bu ve benzeri rahatsız edici davranışın kaynağının köpek ya da müzik değil, bunu bir biçimde önlemeyen sahibi olduğunun idrak edilemeyişidir.

    İşte, arasına katılmak için pek istekli göründüğümüz medeniyet ailesiyle bizi birbirimizden ayıran kalın duvar budur.

    Cezalandırılmak gereken, bu evrenin bir parçası olan hayvanlar değil, onlarla iletişim kuramayan ya da komşularını hiçe sayan hayvan -ya da çocuk, çiçek ya da müzik kaynağı- sahipleridir.

    İnsanları rahatsız etmek için hayvan sesi şart değildir. Mahkemenin aldığı bu karar da, birçok hayvan severi derinden “rahatsız” etmiştir. Asıl cezalandırılması gereken bu rahatsız ediştir.

    Bu karar, köpek besleyenlerin hayvanlarını sokağa atmalarına yol açmayacağına göre, bir tek -zorunlu olarak- yol kalmaktadır. O da, köpeğini şikayet etmesi olasılığı bulunan komşusunu, daha erken davranıp bir başka -ve yapay- nedenle şikayet etmek ve dava açılınca da intikam duygusunu kanıt olarak ileri sürmektir.

    Sorunu doğru formüle edememek bakınız nelere yol açacaktır. Hukuk, insan mutluluğunun bir aracı olarak değil de kağıt üzerindeki kuralları körü körüne uygulamak olarak anlaşıldığı sürece daha çok öğreneceğimiz var demektir.

    Toplumumuzda insanlar birbirlerine hayvan adlarıyla hakaret etmeyi adet edinmişlerdir. Bu bizim toplumumuzun hayvan sevmezliğinin -aslında insan sevmezliğinin de- bir göstergesidir.

    Herhangi bir nedenle (hayvan ya da bir başka şey aracılığıyla) başkalarını rahatsız etmenin cezası, ona yol açanı, daha doğrusu o davranışı cezalandırmaktır. Köpeğine hakim olmayan ya da olamayan kişiler büyük bir ihtimalle başka yollarla da (araçlarını yanlış park ederek, yüksek sesle konuşarak, çocuklarına hakim olmayarak vs) komşularına zarar vermektedirler. Dolayısıyla böyle bir karar pratik olarak da işe yaramayan bir karardır.

    Yanlıştan dönmek erdem, ısrar ise ilkelliktir. Biz ilkel olmak istemiyoruz. Öyle mi, değil mi? Doğru soru budur!

    Cumartesi, 15 Nisan 1995

  • Bizi tanımıyorlar!

     

    image0017

     

    Hemen her sorunumuzla “Türkiye’nin tanıtılması” arasında ilgi vardır: Sezonu kötü geçiren turizmcinin nedeni ile ihracat kotasını dolduramayan sanayicinin nedeni aynıdır ve bu neden Türkiye’nin tanıtılmasına yeterince para harcanmayışıdır.

    İsviçre’li futbolculara dayak attığımız için verilen cezanın, dünya rekabet gücü sıralamasında 55 ülke arasında 48nci oluşumuzun, uluslararası yarışmalarda kötü sonuçlar alışımızın da nedenleri ortak ve yine tanınmayışımız, yani yeterince para harcanmayışıdır.

    Yani iddia odur ki, yabancılar bizi iyi tanısalar bütün bu olumsuzlar olmayacaktır.

    Bu iddiaların sahipleri haklı değillerdir. Belki kendimizi tanıtmak için harcadığımız paralar pek büyük olmayabilir. Ama unutulmamalıdır ki bir iletişim çağında yaşıyoruz ve insanlar hemen her yolla iletişim kurup bilgileniyorlar.

    Bu yolların bir bölümü, iddia edildiği gibi para ile ilgilidir. Parayı bastırırsanız dünyanın en saygın dergi ve gazetelerinde ilanlarınız, reklamlarınız çıkabilir. Hatta öyle çıkar ki, başkaları rahatsız olmasın diye sizin ülkeniz için özel baskı dahi yaparlar. Nitekim bir zamanlar ünlü Time dergisine büyük paralar karşılığında ünlü bir sanayicimizin fotoğrafları bastırılmış ve Türkiye’nin tanınmasına fevkalade büyük etkisi olmuştu.

    Ama bazı parasız yollar da vardır. Örneğin gazete ve TV’lerdeki haberlerimizi seyretmek para gerektirmez. Biz gazetelerimizi onların ülkelerinde basar, TV’lerimizi ise uydularla oralara da taşırız. Böylece bize özgü “tanıtıcı olaylarımız” sınırlarımız içinde bize kalmaz, bizi tanımak isteyen cümle alemin istifadesine sunulmuş olur.

    Nitekim yukarıdaki fotoğraf böyle bir “ücretsiz tanıtma” yoludur. Yılbaşı geceri Taksim Meydanı’ndaki eğlenceler(!) sırasında taciz edilen bir turistin aldığı zevkten dört köşe olmuş halini gösteren fotoğraf yüz milyonlarca TV izleyicisine servis edilmiştir.

    Bundan kısa bir süre evvel kurban bayramı sırasında, keseceği dananın kaçmasına engel olmak isteyen kişilerin (çok sayıdadır) hayvanların ayaklarını keserek hareket etmelerini engellemeleri de benzer şekilde dünyanın bilgisine sunulmuştu.

    Türkiye’nin en büyük şanslarından birisi, terör örgütlerimizin akıl-fikir fıkarası olmalarıdır; yoksa silahı bırakıp bizi “tanıtarak” mahvederlerdi. Belki de bu işi bizim kadar iyi yapamayacaklarını düşündükleri için bir çeşit iş bölümü yapmışlardır.

    Ben bu tanıtma işine eskiden beri meraklıyımdır; sürekli olarak Türkiye’nin nasıl tanıtılacağına kafa yorarım. Aşağıdaki yazılarda bunların bir bölümünü bulabilirsiniz.

    https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=99

    https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=340

    https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=413

    Ayrıca https://www.tinaztitiz.com/yayin.html adresinden ücretsiz indirebileceğiniz “Farzedin ki Hindiyiz!” adlı kitap içinde de epey tanıtma metodu var.

    Eh artık biraz da başkaları kafa yorsun.

    2 Ocak  2008

  • Araçları kimler yakıyor?

     

    Son aylardaki araç kundaklama olaylarını kastediyor ve şu soruyu soruyorum: Bu araçları kimler ve de niçin yakıyor?

    Ayrıca bir sorum daha var: Birkaç gün önce bir polis otosu, aşırı hız nedeniyle otoyolda giderken takla attı ve alev alarak içindeki iki kişiyle birlikte yandı. Bu aracı kim ve de niçin yaktı?

    Verilecek yanıtları tahmin edebiliyorum. Birincisi için, “sınır ötesi harekâtı protesto etmek isteyenler“; ikincisi için ise “sürücü kusuru sonucu doğan bir kaza” denileceğini duyar gibiyim.

    Bu kişilerin, olaylarla “ilgili” olduğu su götürmez; götürmez ama bu yanıtların tür olayların meydana gelmesini önlemeye yetmeyeceğini de su götürmez.

    Gerek araç kundaklama, gerekse kaza gibi görünen ikinci olayın kök nedenleri aynıdır ve o neden, “yurttaşlık sorumluluğuna sahip olmayan, ama yurttaş olarak yaşamlarını sürdürebilen” insanlarımızdır.

    Kundaklama olayları sırasında çağrılan itfaiye, saygısızca park edilip sokakları geçilmez hale getiren araçlar nedeniyle müdahale erken müdahale edemiyor. O halde aranan “kundakçılar” uzaklarda değil, bizzat o sokaklarda oturan kimi saygısız “yurttaş”lardır.

    Ayrıca, en hızlı itfai müdahalesinin dahi, alev almış bir araç için değil, belki başka araçlara sıçrama riskini azaltmaya yarayacağı da belli olduğuna göre, “ilk müdahale”nin o sokakta oturanlarca yapılması beklenir. Gerek konutlarda gerekse araçlarda bulundurulması gereken yangın söndürücülerin hiç birisi olmadığı nedenle, bir defa daha esas sorumlunun saygısız yurttaşlar olduğu söylenebilir.

    Aynı kök neden yanan polis otosu için de geçerlidir. Böyle bir durumda tek işe yaramayacak çare itfaiye çağırmaktır. O trafik kalabalığında hangi hızla hareket ederse etsin hiç bir itfaiye aracı yangın için bir çözüm olamaz. Umulan çözüm, alev alan arabayı çevreleyen yüzlerce araçtaki yangın söndürücülerin kullanımıdır. Böyle bir yolla -örneğin aynı anda kullanılacak 20-30 adet söndürücü ile- yanan oto anında söndürülebilirdi.

    Afrası tafrası, pahalı araçlarıyla caka satanların hiç birisinde 5-6 litrelik ciddi bir yangın söndürücü yoktur. Yoktur ama yasal olarak da aklen de vicdanen de olması gerekir.

    Peki bu durumda sorumlu kimdir?” sorusunun yanıtı yine aynıdır: saygısız -ve o ölçüde de ahmak- yurttaşlar. “Ahmak”, çünkü aynı olayın onların da her an başlarına gelebileceğini idrak etmekten aciz oldukları için.

    Sessiz motorlu helikopter(ler) satın alarak kundakçıları caydırma fikri kimindir bilinmez. Ama kundakçıların (yani esas kundakçı yurttaşlar değil de molotofları atanlar‘ın) içlerinden nasıl keyifle güldüklerini görür gibiyim.

    Halbuki, genel bir çağrı -ve ardından da denetim- yapılarak, her bağımsız konutta ve her araçta, her an dolu ve işe yarar büyüklükte birer yangın söndürücü bulundurulmasının, kundaklama olaylarının “keyfini bozacağı” anlatılsa, parası yetmeyenlere de bedava söndürücü hibe edilse herhalde daha etkili olurdu. Olurdu ve ayrıca da “dayanışma yoluyla bütünleşme” yolunda da iyi bir örnek oluşurdu.

    Şimdi birisi çıkıp da şunu iddia edebilir mi?: “Bu tür “saygı” ve “akıl” eksiği sadece yangın söndürücü bulundurmama konusunda vardır; diğer bütün toplumsal sorunlarda böyle bir saygı ve akıl eksiği yoktur.”

    Bu basit görünüşlü araç yangınları, esas tehlikenin “akıl ve saygı eksiği” olduğunu, bu tür bir tehlikeye karşı yangın söndürücülerin bir işe yaramayacağını, var olduğu sanılan “dip”in çok ama çok derinlerde olabileceğini -hattâ hiç de olmayabileceğini- gösteriyor.

    7 Şubat 2008, Perşembe