• Okullarda hırsızlık mı öğretiliyor?

    Toplumumuzda en yaygın eğrilik türü nedir? Hiç kuşku edilmesin hırsızlıktır. Hırsızlık, “kendine ait olmayan bir şeyin, sahibinin rızası olmadan alınması” biçiminde tanımlanabilir. Bu olguya ikinci bir boyut eklenir ve bu tanımda kullanılan “alma” eyleminin nasıl olduğunu tanımlarsa,  hırsızlık türleri epey zenginleşmiş olur. Örneğin alma eylemi, gerçekleşmeyecek bir vaat yoluyla yerine getirilebilir (genç kızların evlenme vaadiyle kandırılması), zor kullanarak yapılabilir (gasp), dikkatsizlikten (yankesicilik) veya akılsızlıktan yararlanarak (Titan) gerçekleştirilebilir.

    Bu liste uzatılarak, laf uzatmanın, sorulan bir soruya başka bir yanıt vermenin, trafikte önündekinin yolunu kesmenin, üst katta gürültü yaparak istirahat özgürlüğünü almanın, sınıfta gürültü yaparak başkalarının öğrenme özgürlüklerini almanın, hepsinin aynı tanıma girdiği görülebilir.

    Hırsızlık olgusuna eklenebilecek üçüncü boyut ise, verdiği zararın kalıcılığıdır. Nasılsınız? gibi sıradan bir soruya verilebilecek uzun bir yanıt kuşkusuz ki bu tanım uyarınca zaman hırsızlığıdır. Ama bu hırsızlığın verdiği zarar ile, evi soyulan bir kişinin uğradığı zarar da aynı değildir. Böyle bir sınıflama, hırsızlığı bilimsel olarak daha doğru bir yerlere oturtmaktadır.

    Bu üç boyut açısından değerlendirildiğinde, acaba tanıma en çok uyan ve kalıcı zararı en büyük olan hırsızlık türü hangisidir?

    Okullarda yaygın biçimde var olan “kopya çekmek”, hırsızlık türleri içinde tanıma en çok uyan ve kalıcı zararı en fazla olanıdır. Kendine ait olmayan bir bilginin, sahibinin rızasıyla ya da rızası olmadan, kendi hakkı olmayan bir notun “alınması” amacıyla kullanılması, hırsızlığın tanımına tam olarak -hem de katmerli olarak- uymaktadır.

    Ama esas felaket burada değildir. Öğretmenlerin çok büyük çoğunluğunun kopya çekmeye karşı uyguladıkları önlem(!), bu tür hırsızlığın okul dışına çıkmasına ve ömür boyu sürecek bir kalıcı davranışın yerleştirilmesine yol açmaktadır. Okulun bir amacının da kalıcı davranışlar edindirmek olduğu hatırlanırsa, bu başarının(!) eğri bir davranışı kazandırmak yerine doğru bir davranış kazandırmakta niçin gösterilemediğinin acı acı düşünülmesi gerektiği ortaya çıkacaktır.

    Kopyaya engel olmak için öğretmenlerin %99’unun kullandığı yöntem, sınavlarda “gözetim yapılması” dır.

    Sınavda kopya almak ve vermek hırsızlıktır ve sizler bu hırsızlığı yapmayacak düzeyde onur sahibi çocuklarsınız. Yarınlarda sizlere bu ülkenin birçok imkanını hiçbir gözetim olmaksızın, yalnızca onurlarınıza güvenerek teslim edeceğiz. Bu nedenle şimdi sizi sorularınızla baş başa bırakıyorum. Sizlere güveniyorum ve bu güvenimi kötüye kullanmayacağınıza inanıyorum. Hepinize şimdiden teşekkür ediyorum, hepinizi böyle bir hırsızlığa tenezzül etmediğiniz için kutluyorum ve hepinize başarılar diliyorum!” demek yerine;

    Sizler güvenilmez çocuklarsınız, aynı zamanda da uzun vadeli  çıkarlarınızı düşünemeyecek kadar da akılsızsınız. Sizleri kendi başınıza bıraksak hepiniz ya kopya alır ya da verirsiniz. Çünkü sizler potansiyel hırsızlarsınız. Ama ben buna izin vermeyeceğim. Şimdilik hırsızlık yapmanıza izin yok, ama ileride gözetim olmadığında, onurunuza teslim edilecek imkanları çalabilirsiniz!” mesajını çocukların gözlerinin içine baka baka veririz.

    Tüm sınavlarda  ve %99 öğretmen tarafından uygulanan bir yöntemle, yaşamının etkilenmeye en açık döneminde “sen güvenilmez bir kişisin” mesajıyla beyni yıkanan çocuk ve gençlerimizin, erişkin hale geldiğinde niçin türlü eğrilikler yaptığının bu açıklamasını anlayabilen öğretmenlerimize, okul idarelerine, velilere ve nihayet öğrencilere çağrım, bilmeden yaptıklarının ne anlama geldiğini düşünmeleri, ama iyice düşünmeleri ve bu yanlıştan dönmeleridir.

    5 Kasım 2001

    19Aralık 2012 itibariyle ekleme: “E peki ne yapabiliriz?” diye soran olursa Gözetimsiz Sınav  (Onur Sistemi) yazısına göz atmaları önerilir (https://tinaztitiz.com/3646/gozetimli-sinav/).

  • Üniformalar demokrasi ile bağdaşır mı?

    Önce bir soru: Tek-tip giyim kuşam nedir?

    Soru’nun iki ucundan birisi, giyimi oluşturan tüm parçaların (rozet dahil) tam olarak aynı olması, diğer ucu ise bu parçalardan en küçüğünün –gözlük, yüzük, rozet, kravat iğnesi gibi- aynı olmasıdır.

    Böyle bir tanım olmasa da, galiba tek-tip’i belirleyen şey, -kullananlar ya da algılayanlarca-  “yüklenen simgesel anlam” ile ilgilidir. Örneğin, gizli bir örgüt, üyelerinin birbirlerini tanımaları için ilk bakışta göze çarpacak irilik ve/ya çarpıcılıkta bir şeyi değil, diğer öğeler arasında gözden kaçabilecek bir öğeyi simge olarak seçer. Hatta, bunun bir nesne olması yerine, beden diliyle ifade edilen özgün bir işaret daha da güvenlidir. Sol elinin işaret ve orta parmağını çaprazlayıp kalbinin üstünü kaşır gibi yaparken diğerinin gözüne bakmak gibi bir tanıma/tanınma simgesi –eğer çok küçük bir olasılık denk gelmezse- yüklenen simgesel anlam açısından tek-tip sayılabilir.

    Gizli olmayan gevşek örgütlenmeler için “Atatürk rozeti”, -belirli biçimde bağlanıp adlandırılan- “türban”, “gümüş yüzük”, “kafa tokuşturarak selamlaşma”, “metalci selamı” ve daha onlarca simgesel anlam yüklenmiş tanıma/tanınma işareti, tek-tip tanımına uyuyor.

    Bu örneklerin tam aksine, -kızlı erkekli- gençlerin büyük çoğunluğunun giydiği ve üniforma teriminin tanımına tam uyan blucin pantalonlar, bütün göze çarpıcılığına karşın yüklenen simgesel bir anlam –henüz- taşımadığı için tek-tip sayılamaz.

    Tek-tip niçin kullanılır?

    Başlıca iki neden grubu  akla geliyor. Birisi “zorunluk”, diğeri ise “grup aidiyetinin ilanı”. Zorunluk kategorisine tüm iş kıyafetleri giriyor. Arıcıların kıyafetleri tek-tip, ama tamamen arılara karşı korunma amacı taşıyor. Robocop polis kıyafeti de kızgın vatandaşların saldırılarına karşı tasarımlanmış. Benzer durumdaki mesleki giyim kuşamların amacı aynı.

    Bir gruba ait olduğunu ilan ederek:

    –       “Biz ….yiz, bilinmek ve desteklenmek istiyoruz”

    –       “Benim dünya görüşüm şudur, biline

    –       “Grubum önemlidir, ben de önemliyim

    –       “Beni tek başıma görüp de yanılmayın, arkamda bizimkiler var

    –       “Benim dünya görüşümü kabul etmeyen …..dır

    gibi mesajlardan birini yayanlardan özellikle de sonuncusu, en sık rastlananlardan.

    Tek-tip ve demokrasi..

    Polis, belediye zabıtası, asker, avukat, hakim, hemşire, hakem, imam, akademik kisve sahipleri, orkestra elemanları, belirli işleri yapanların giymeleri “gerekli” veya “yararlı” giyim-kuşam, “özgürlükler” –dolayısıyla da demokrasi- ile bağdaşır mı bağdaşmaz mı?

    Bu, bir nefeste yanıtlanması güç soruya bir başka aracı soru yardımıyla cevap verilebilir.

    Bu sayılanların giyinip kuşandıkları tek-tip’ler niçin gerekli veya zorunludur?

    Olası nedenler olarak şunlar akla gelebilir:

    –       Özgür olamayacaklarını, demokrasiye layık sayılmadıklarını ilan etmek için,

    –       Bugün ne giysem endişesini yok etmek için,

    –       Tek-tip giydirilen insanlara “siz hepiniz aynısınız, kendinizi bir halt sanmayın” aşağılayıcı mesajını her daim kafalarına kakmak için,

    –       Kurumsal örgünün, emir-komuta sistemine bağlı olduğu yerlerde kimin emir verip kimin alacağını açık ve kolayca belirtebilmek için,

    –       Bir çeşit görev tanımı olarak algılanmasını ve ayrıca görev ve yetkilerinin sorgulanmasını önlemek için,

    –       Bir kuruma ait olanlarla olmayanların kolayca ayrılabilmesini sağlamak için,

    –       Yaşlarının ve görevlerinin gereği olarak çok hareket etmek ve kirlenilmek gibi koşullarda giysilerini korumak için.

    Sonuç..

    (1)  Tek-tip, tüm giysi ve aksesuarlardan oluşmaz; belirli anlam yüklenen giysi ve aksesuarlar da tek-tip etkisi yapar.

    (2)  Serbest kıyafet kolayca bir sorun üreteci haline getirilebilir. Mayo (veya benzeri) ya da çarşaf (veya benzeri) birer örnektir.

    (3)  Okul formaları birkaç yaratıcı önlemle tek düzelik görüntüsü dışına çıkarılabilir.

    (4)  Bundan 15 yıl kadar önce, İzmir’de bir okulda yapılan ortak akıl çalışmasına[1] yöneltilen sorulardan birisi de “nasıl bir okul kıyafeti?” idi. 3 saatlik çalışma sonunda –çoğunluğu öğrencilerden oluşan- gurup şu ifadelerde  uzlaşmıştı:

    Görüntü

    1. Kılık, kıyafet, takı, makyaj ve/ya tavır ve davranış yoluyla cinsellik ön plana çıkarılmamalıdır. Bunun değerlendirmesini olabildiğince yansız olarak yapmak, çocuk ve gençlerin bulunduğu bir ortamda nelerin yapılıp nelerin yapılmaması gerektiğini değerlendirmek, bunu bir kanıtlama zorunluğuna dönüştürmemek herkesin vazgeçilmez ödevidir.
    2. Kılık, kıyafet, saç, vb. açıdan bir diğer ilke, bakımlı olması ve okulun dışarıdaki imajını olumsuz etkilememesidir.
    3. Erkek öğrenciler için gri pantalon, beyaz veya çizgili mavi gömlek, kravat, lacivert kazak, okul armalı beyaz veya lacivert polo yaka penye, yelek, okul armalı beyaz veya lacivert sweat-shirt, okul armalı lacivert ceket veya kazak ve okul armalı monttan oluşan seçenekler içinden istediği bir bileşimi seçer. Bahar ve yaz döneminde kravat takılmayabilir.
    4. Kız öğrenciler için ; lacivert -kırmızı ekose etek, beyaz veya çizgili mavi gömlek, gömlek içine beyaz, lacivert, kırmızı veya mavi balıkçı kazak, yelek, okul armalı beyaz veya lacivert polo yakalı penye, okul armalı mont, okul armalı lacivert, kırmızı veya beyaz  sweat-shirt veya kazak, dize kadar lacivert, gri, kırmızı veya beyaz veya ten rengi külotlu çorap; bahar ve yaz aylarında diz altında çorap, içinden istediği bir bileşimi seçebilir.
    5. Kız ve erkek öğrenciler takı takamazlar.
    6. Öğrenciler makyaj yapmaz, tırnakları kısa, boyasız ve bakımlı olur.
    7. Hizmetli personel, okul idaresinin belirlediği iş önlüğü veya elbiselerini giyerler.

    (5)  Kırmızı pelerine aslında boğalar değil inekler kızar. Boğalar, inek yerine konuldukları için kırmızıya saldırırlar.

    2 Aralık 2012



    [1] Çalışmaya katılan 40 kişi şunlardı: çeşitli sınıflardan (ilk okul dahil) öğrenciler, birkaç öğretmen, idareci, güvenlik görevlisi, aşçı, memur, veli, güvenlik görevlisi, temizlikçi, gazeteci (dışardan davet).

  • Pasteur’ün son sözleri..

    Louis Pasteur ve Claude Bernard arasında, hastalıkların nedeni hakkındaki anlaşmazlığın, Pasteur’ün ölüm döşeğindeki son sözlerine yansıdığını iddia eden yazarlar, şöyle bir sözle yaşamının bittiğini söylerler: “Bernard haklı; mikroplar hiç bir şey, ortam ise her şeydir”[1].

    Yaşamı boyunca hastalıklara  ne(ler)in yol açtığını araştıran bu bilge kişi, son nefesinde –ömrü boyunca savunduğu- “hastalıkların nedeni mikroplardır” görüşünü niçin değiştirmiş olabilir?

    Pasteur’ün bunları son nefesinde söyleyip söylemediği tam bilinmiyor; en azından biyografisinde[2] tam bu sözlerin olmadığı, ama yaşamı boyunca benzer bir görüşü ısrarla savunduğu ve sonradan değiştirdiği belirtiliyor. Bunun nedeni ne olabilir?

    Büyük ihtimalle bu değişim ölümünden önce bir kuşkuyla başlamıştır. “Acaba mikropların dışında bir etmen olabilir mi?” kuşkusu, son zamanlarında iyice netleşmiş ve giderek dünyevi baskılardan kurtulup ölüme yaklaştıkça gerçek, tüm yalınlığı ile görünmüş olmalıdır.

    İnsanın yargılarından tam kurtulması –ki ölüm anından daha uygun bir zaman olmaz- şeklinde tanımlanabilecek bir “saf akıl derinliği” ile Pasteur, mikropların olsa olsa birer aracı olabileceğini anlamıştır.

    Mikropların –ki daima var olduklarına göre- durup durup da belirli bir durumda hastalık yaratmalarının nedeni, “ortam” denilen “bir dizi uygun koşul”dur. İster kendi kendine oluşmuş, ister dış müdahalelerle oluşturulmuş olsunlar, hazır bekleyen –ama uygun ortam bulamamış- mikroplara operasyon emrini işte bu “uygun koşullar” vermektedir.

    Bu olgu sadece hekimlere hastalıkların oluşumu ile bir bakış açısı getirmez, aynı zamanda toplum yaşamında da önemli bir rol oynar.

    Bu gerçeği bilenler, amaçlarını –her ne ise- gerçekleştirebilmek için  her şeyi tek tek yapmak zorunda olmadıklarının, uygun koşulları hazırlayabildikleri takdirde arzu ettikleri sonuçları üretebilecek çok sayıda etkenin harekete geçeceğinin farkındadırlar.

    Bir toplum içinde bulunabilen ve görüşlerinin doğruluğunu sorgulamayan –her görüşteki- fanatik kesimler, bu gibi  “hazırlanmış ortamlar”dırlar; ve bir işaret fişeği gibi yorumlayabilecekleri durumlarda harekete geçip, işaret fişeğini atanların tahayyül dahi edemeyecekleri tutum ve davranışlar sergileyebilirler. Yakın tarihimizdeki Kubilay olayı, 6-7 Eylül olayları, Madımak katliamı ve benzerleri sadece birkaç örnektir.

    Sorgulamayan insanların çoğunlukta oldukları toplumlar hiçbir zaman güvende olamazlar. Bu insanların bir tehdit oluşturmaları için tümünün birden aynı doğrulara sahip olması da gerekmez. İçlerindeki her sorgulamasız görüş grubu potansiyel birer patlayıcı gibidir.

    Böylesi bir sorgulamasızlık kültürüne sahip bir toplum, hangi anayasayı yaparsa yapsın, hangi önlemleri alırsa alsın, sorgulamasız kesimler nedeniyle tehdit altındadır.

    Sorgulanamazlığın en bağdaşmadığı rejim ise demokrasidir.

    Stephan Hawking, kendisiyle röportaj yapan muhabirin “sizce mutluluk nedir?” sorusuna hiç düşünmeden şu cevabı veriyordu: “Mutluluk anlamaktır”.

    Bu olguyu anlamak için daha çok çaba harcanmasını beklemek fazla iyimserlik midir?

    1 Aralık 2012



    [2] R.Vallery Radot, The Life of Pasteur

  • Ombudsman kadın olsun..

    https://tinaztitiz.com/3424/halk-avukati-ombudsman/ adresindeki yazı Mayıs 1993 tarihinde katıldığım Dünya Ombudsmanlar Konferansı sonrası kaleme alınmış ve edinilen kanaatler bağlamındaki öneriler TBMM başkanlığı da dahil tüm siyasi parti liderlerine bir mektup eşliğinde duyurulmuştu.

    Bu yazıdan 1 ay sonra da https://tinaztitiz.com/3443/kamu-alimlari-ombudsmani/ adresinde ikinci bir yazı ile, bu defa daha dar –ama kesinlikle çok daha problemli- bir alanda ombudsmanlık oluşturulması önerilmişti. Girişimcilerin tartışmasız 1 numaralı sorunu olan “torpil”, “siyasi himaye (veya aksi)”  gibi alanlardaki şikayetlerin ulaştırılabileceği bir halk avukatlığı sistemi o gün için de bugün için de önemli bir gereksinimdir.

    Bugün, TBMM ombudsmanlığın hayata geçirilmesiyle ilgili prosedürü işletiyor. Başvuran adaylar arasından TBMM üç tur oylama yapıp “baş denetçi”yi (ombudsman) seçecek.

    Şu ana kadar yaklaşık 700 aday başvurmuş durumda ve bu adayların sadece on’u kadın.

    Kim olursa olsun ama..

    TBMM’de temsil edilen siyasi partiler arasında nasıl bir uzlaşı olur bilinmez ama kanımca, seçilecek adaylarda aranması gereken birkaç özellik olmalı. Şöyle ki:

    • Kadın ombudsman: Bir pozitif ayrımcılık uygulanarak kadın adaylar arasından seçilmesi, kadının toplum yaşamı içindeki yerinin pekiştirilmesi açısından doğru olur.
    • Yabancı dil: Bir yabancı dili yeter düzeyde anlayan, yazan ve konuşan bir kişi olmalı,
    • Dışımızdaki dünya ile ilişkileri bulunmalı,

    Kuşkusuz daha başka koşulların da bulunması gerekebilir, ama zaten 10 kişilik aday için daha fazla koşul ileri sürmek, “kadın olmasın” anlamına gelir.

    Ombudsmanlık kurumunun nasıl işleyeceği, seçilecek kişinin özellikleri kadar onu seçeceklerin de ne beklediklerine bağlı olarak seçim yapacaklarına bağlıdır.

    Toplumumuza yararlı olması dileklerimle..

    1 Kasım 2012 Perşembe

  • Hayvan pazarına nakil..

    Bir gazete haberi..

    Gazeteler, Kırıkkale Belediyesi’nin, “birahane ve içkili eğlence mekanlarının” hayvan pazarına taşıma kararı aldığını yazdı. “İçkili mekan” kapsamına nerelerin gireceği konusunda bir ayrıntı yoksa da işin özü açsından pek de bir önemi yok.

    Konunun, “insanların yaşam biçimlerine karışmak” yönünü fazla kurcalamadan bir tarafa bırakıyorum. Çünkü, kamu hizmetleri büyük ölçüde “insanların yaşam biçimleri”ne karışır. Vergi almak dahi en etkili biçimde “karışmak” değil midir?

    Karışmak da nasıl?

    Her konuda olduğu gibi, karışmak konusunda da sağlam bir ilke konulmadığı ve de ona uyulmadığı takdirde, karışmak kolaylıkla kişilerin en mahrem yaşam kesitlerine dahi girebilir. Bu konudaki ilke –benim önerim-, “başkalarının yaşam biçimlerine zarar verilmesini önlerken, zarar verdiği düşünülenlerin haklarına zarar vermemek” şeklindedir.

    Örneğin, “kamuya açık bir mekanda içki içmek” bu ilkeyi test etmek için iyi bir konudur. Bir yanda, “kişilerin ne yiyip içeceklerine kendilerinin karar verme hakları” varken, diğer yanda da “başka kişilerin görsel ya da herhangi bir yolla içki içenlerden herhangi bir yolla zarar görmeme hakları” vardır. Kamu otoritesi (mesela belediye) ise, bu iki hak arasındaki dengeyi gözetip kurmak görevi ile yükümlüdür.

    Hakkın kötüye kullanımı..

    Aralarında denge kurulması gereken bu iki hak da pekala kötüye kullanılabilir. İçki içen –çeşitli yollarla- başkalarını –ki onlar da içki içen gruptan, hatta içenlerin yanıbaşlarında oturup içki içenler de olabilir- rahatsız edebilir. Böylece haklarını kötüye kullanmış olurlar.

    Gerçekten rahatsız edici davranışlara muhatap olanların dışındaki kimi kişiler de, kendilerine özgü nedenlerle (dini, siyasal vd) rahatsız olduklarını ileri sürerek içki içenlerin bu haklarının ellerinden alınmasını talep edebilirler ki bu da bir hakkın kötüye kullanımıdır.

    Devreye Sorun Çözme Kabiliyeti giriyor..

    Bu yazının asıl konusu, kişilerin yaşam biçimlerine karışmanın hangi ilke uyarınca yapılabileceği ve de en önemlisi bunun “nasıl” yapılması gerektiğidir. Kamu otoritesi, bir hakkın (içki içmek, obez olmak, şarkı söylemek, hayvan beslemek ve bir hayvanın yaşam hakkı gibi) kötüye kullanımına nasıl engel olup da çeşitli hak sahipleri arasındaki dengeyi nasıl gözetecektir?

    Böyle soru olur mu? Yasaklarsın olur biter..

    Sadece kamu otoritesinin değil halkımızın genelde benimsediği sorun çözme aracı, hak sahiplerinden sesi çok çıkanın isteğine uyarak, diğerinin hakkını kullanmasını yasaklamak ya da yasaklamakla eşdeğer bir özgürlük(!) tanımaktır.

    Kırıkkale belediyemiz de içki içenleri yasaklamamış, istedikleri kadar içebilecekleri şehrin dışındaki hayvan pazarını mekan olarak göstermiştir. Akıldan az nasipli insanların çoğundaki kurnazlık da muhtemelen bu kararda rol oynamıştır. Öyle ya tüm içkili eğlence yerleri yeni yere göçecek değil ya, bir bölümü bu işi bırakır, bırakmayanın bir bölümüne de yeni ruhsat sürecinde gereken kolaylıklar(!) gösterilir.

    Daha iyi yollar var ama onları kim düşünecek..

    Yıllar önce bir münasebetle Roma’da bir seyyar satıcı tezgahından alış verişte bulunurken, tezgahın üzerinde bir kitap gözüme çarptı ve ne olduğunu sorunca, yerel belediyenin seyyar satıcıların uymaları gereken kuralları içeren bir kitap yayımladıklarını öğrendim. Sık sık denetime gelen denetçilerle çıkabilecek anlaşmazlıklara karşı da satıcı kitabı tezgahının üzerinde bulunduruyormuş. Birkaç kuruş ödeyerek yenisini almasını önererek kitabı alıp, tanıdığım belediyecilere önermek üzere yanımda getirmiştim. Keşke, bir yerlerden ay taşı bulup getirseymişim; gösterdiğim nerkes yüzüme tuhaf tuhaf baktı.

    https://tinaztitiz.com/3685/seyyar-saticilari/ adresinde, seyyar satıcılık gibi etkili bir işsizlikle mücadele aracının, en etkili kamu yönetim birimi olan belediyelerce tahrip edildiği örnekleniyordu. (Gece yarısı Eminönü’ndeki hanların bekar odalarında tıkış tıkış yatan ve el arabaları da aynı hana parkedilmiş seyyar satıcılara baskın yapılarak arabaları kırılıp bir daha bu kabahati(!) işlemelerinin önlenmesi üzerine o yazıyı yazmıştım.

    Muhtemelen o baskından sonra tek yaşam sürdürme imkanını kaybeden seyyar satıcıların bir bölümü ile, can ve mal kaybına uğrayark dağlarda mücadele ediyoruz.

    Böyle bir akıl yoksunluğundan nasibini alan Sorun Çözme Kabiliyeti ile ne kadar yol alınabilir?

    İçki içenler ve içenden rahatsız olanlar için, doğru ve denetlenmesi mümkün kurallar koyup, bu işi bir “sistem tasarımı” ciddiyetiyle ele alıp, hem içki içmek isteyenlerin haklarını, hem de içki içme hakkını kötüye kullananlardan zarar görenlerin haklarını korumak, hayvan pazarında yer gösterme ilkelliğine sapmadan mümkün olamaz mı?

    En çok içki tüketen ülkelerde bile içenler ve içmeyenlerin birbirlerine zarar vermeden birlikte yaşadıklarını, bunu nasıl yapabildiklerini de görüyoruz.

    Şimdi soru şu: Kendi görüşüne uymayanları hayvan pazarlarına sürecek belediye başkanlarından nasıl korunulacaktır?

    Çare, soru sormayı, bu ve benzeri insanların kıt akıllarıyla dayandıkları gerekçeleri birer birer havada bırakabilecek “ezber kalıplarının sorgulanması”nı bir moda akım haline getirebilmektir.

    http://www.ezberkaliplarinisorgula.com/ adresini lütfen ziyaret ediniz. İsterseniz kendinize bir blog yaparak üreteceğiniz kalıpları bir araya toplayıp yayımlayınız; isterseniz bu adresteki boş kalıp formlarına aklınıza gelen “hayvan pazarı” başkanlarının dayanak olarak kullandıkları kalıpları yazıp sorgulayınız.

    Bu konuda yardım gerekiyorsa çocuklarınıza sorunuz; onlar en iyi soruları üretirler J

    15 Ekim 2012 Pazartesi

  • Teröristin ardından ağlanır mı ağlanmaz mı?

    Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün, “dağda ölen teröristin ardından ağlamayan insan değildir; İnsan katleden, canavarlaşmış bir teröristi enterne edemeyen de devlet değildir” sözleri arkasından her iki uçta tartışmalar başladı. Bir bölüm, emniyet müdürünü alkışlarken, bir o kadarı da kınadı.

    Kullanılan ifadeler tek tek ele alındığında hem lehinde hem aleyhinde eşit miktarda savunu geliştirilebilir.

    Ölen teröriste ağlanır mı ağlanmaz mı?

    Ağlanır; çünkü terörist adı verilen kişi sonuçta yurttaşlardan birsidir; biyolojik olarak diğer insanlardan hiç bir farkı yoktur. Anası-babası, ailesi vardır; tüm insani duygular onlarca da duyulur. Bir insanın ölümü trajik bir olay, hele böyle bir son ile ölmesi daha da trajiktir. İnsani duyguları körelmemiş herkes böyle bir durumda üzüntü duyar. Bu üzüntünün düzeyi ve dışavurumu herkeste değişik ölçülerdedir.

    Ağlanmaz; çünkü, birlikte yaşadığı yurttaşlarına silah çeken, onlara tuzak kuran, gündüz onlar gibi davranıp gece onlanları katleden, bununla da yetinmeyip dağa çıkarak kendi gibi düşünmeyenlere –hatta düşünenlere- resmen savaş açan bir insan’a duyulacak öfke, onun insan yanına duyulan sevgi ve saygıyı bastıracağı için ağlanmaz. Ağlamama olgusunun düzeyi de herkeste değişik olup, kimi kendini tutup ağlamaz iken kimi de intikamı alındı diye sevinir.

    Teröristi enterne edemeyene devlet denilir mi denilmez mi?

    Denilmez; çünkü herhangi bir devletin herkesçe kabullenilen tanımı, o devleti tanıyan kişilerin can ve mallarını güvence altına almakla başlar. Bunu başaramayan tanım dışına çıkacağı için o yapılanmaya devlet denilemez.

    Denilir; çünkü, o devletin toplumu içinde–haklı veya haksız taleplerin karşılanmayışı, iç veya dış kışkırtmalar gibi- herhangi nedenlerle toplumu terörize etmeye, bunu bir silahlı propaganda aracı olarak kullanmaya kalkışanlar olabilir. Eğer bu kalkışmalar, yurt içi işbirlikleri –örn. İran’da solcuların ve mollaların işbirliği ile Şah’ı devirip sonra da aralarında hesaplaşmaları- ve/ya yurtdışı niyet sahiplerinin emelleriyle birleşirse bu durumda devletin mücadelesi, insanların sınırlı sabır sürelerini zorlamaya başlasa da devlet bu mücadeleyi sürdürürken devletlik vasfını kaybetmiş olmaz. Olsa olsa mücadeledeki başarı ya da başarısızlıktan –ki o da gri tonlardadır- söz edilebilir.

    İyi de şimdi n’olacak?

    Bu karşıt savlar daha da uzatılarak –hepsi de mantıklı argümanlarla- tek başına reddedilemeyecek hale getirilebilir.

    Buradaki sorun, olguları gerçekte olduğu gibi bütün olarak ele almak yerine, parçalayarak ayrı parçalar halinde savunmaktan kaynaklanmaktadır. Teröriste ağlanmalı diyenler bunu diğer parçasından (ağlanmamalı) ayırıp da savunursa, bu defa başka bir şey söylüyor haline gelir. Aksine ağlanmamalı diyen de diğer parçasından (ağlanmalı) ayırarak dile getirdiğinde farklı bir söylem dile getiriyor demektir.

    Olgular iki yönlü olduğuna göre, bu yönlerin tarafları özgürce hangi parçaları seçip savunacaklarına kendileri karar verebilirler. Kamu yöneticileri ise, bu iki parçayı ayırmadan ele almak zorundadırlar.

    Somut örnek olarak: Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven, bu iki parçayı ayırmadan uygulamak zorunda iken, yurttaş Recep Güven istediği herhangi bir parçayı –ya da yine ikisini birlikte- savunabilir.

    İkisi ayrı ayrı tamam da birlikte “uygulamak” nasıl olacak?

    Teröristi dağa çıkmaktan, çıkanı eylemde bulunmaktan caydırmaya çalışmak, caydırının bittiği yerde değişen ölçülerde orantılı güç kullanarak zarar veremez duruma getirmek; bütün bu kademeli uygulamaya rağmen öldürülmek zorunda kalınan teröristin ardından ise:

    –        Sevinç gösterisinde bulunmamak,

    –        Cesedinin gömülmesine izin vermek, cesedin ayrı bir propaganda aracı yapılmasına izin vermemek,

    –        Olayın haberleştirilmesinde duyarlı davranmak,

    –        Şehit cenazelerinde kana kan söylemlerinden uzak durmak; bir intikam törenine dönüşmemesine –olabildiğince- özen göstermek.

    Burada kritik nokta, kamu görevlisinin, bütünleşik (ayrılmaz) kalması gereken iki parçadan birisini ayırıp farklı bir mesaj olarak algılanmasına izin vermemesidir. Aksi halde, bir gün söylediği “ağlayalım”, ertesi gün uyguladığı “öldürelim” mesajıyla çelişir ve güvenilirliği yok olur.

    Ayırma – bütünleşik tutma işaretleri..

    Söz konusu Emniyet Müdürü’nün “dağa çıkıp ölen teröristin ardından ağlamak” ya da “devletin enterne etme görevi” konularındaki söylemlerinin peşpeşe yer alması bir anlamda “bütünleşik tutma” niyeti gibi değerlendirilebilir.

    Burada eleştirilecek bir yan varsa o da, her iki yargının da sonlarına provokatif eklerin getirilmesidir. “…ağlamayan adam değildir”, “….devlet değildir” ekleri, amaçlarını aşan ifadeler olmuştur. Bunu söyleyip de ertesi gün ölen teröristin ardından ağlamadığı takdirde eleştirilere muhatap olacaktır.

    Çevresinde sevilip sayılmak her kamu görevlisi için önemlidir. Hele hele Diyarbakır gibi bir yerde daha önemlidir. Ancak, bu sevgi ve saygınlığı artırmak amacıyla yapılabilecek söylemlerin daha az iddialı ve ertesi gün mahcubiyete yol açmayacak şekilde dillendirilmesi gerekir.

    Burada işareti gereken bir nokta, bu tartışmadan daha önemli görünüyor.

    Siyah – Beyaz / Evet – Hayır Mantığı..

    Emniyet Müdürü’nün sarfettiği bir söz anında iki uca indirgendi: Teröristin ardından ağlanır mı ağlanmaz mı? İşin garip yanı, medyada bu konu üzerinde yorum yapanların büyük çoğunluğu –hepsi dememek için- ikili mantık sisteminin dışına çıkmadılar. …den yana ve …ye karşı olmak üzere ayrıştılar. Konunun üzerinde durulması gereken yanı bence budur ve toplumun ihtiyacı olan uzlaşıyı yok edebilecek mantık sistemi bu ikili mantık sistemidir. (bkz. https://tinaztitiz.com/kitaplar/EHDemokrasi.zip)

    10 Ekim 2012

  • Kolektif akıl..

    Nasıl olur da bu kadar makûl bir fikir benimsenmez!”

    Bu ifadeyle dile getirilen sorunu çoğu kişinin yaşadığını sanıyorum; sanmak bir yana bir çoğundan bizzat dinledim.

    Üzerinde düşünüp nedenlerini anladığı, o nedenleri giderebilecek çözümleri ürettiğini düşünen bir kimse, vardığı bu sonuçları başkalarıyla paylaşıp gerçekleştirmeye ya da en azından düşüncelerinin onay görmesini sağlamaya çalışır. Ama çoğu zaman bu istekleri gerçekleşmez.

    Bu durumu bir hayal kırıklığına çevirmeden önce kişinin muhtemelen kimi çözümlemeler yaparak bu başarısızlığının nedenlerini anlamaya çalıştığı tahmin edilebilir. En güçlü olasılık, bulgularını iyi anlatamamış olduğu sanısıdır. Bu durumda daha açık ifadelerle bulgularını çevresine anlatmaya çalışır.

    Birkaç deneyden sonra..

    İletişim stili, kullanılan metaforlar, sözcükler vbg parametrelerle oynadıktan ve yine de bulgularının içtenlikli kabul görmediğini deneyimledikten sonraki durak, bulguların paylaşıldığı kişilerin “olması gereken” kişiler olmadığı yargısıdır.

    Örneğin, terör konusundaki çözümlemelerini paylaştığı kişilerin bir bölümünün, yaşamın sürükleyiciliğine kapılmış ve Guliver gibi küçük –ama çok- sayıda iple hareketleri kısıtlanmış kişiler olduğunu düşünebilir.

    Yeni durak..

    Çok sayıda kişiyle iletişim içine girerek istatistiki olarak, düşüncelerini paylaşıp gerçekleştirilmesini sağlayabileceği yeter sayıda kişiye rastlayabileceğini düşünüp başarılı olamayan kişinin bu aşamadaki yargısı muhtemelen –ve gayet yerinde olarak- kendi düşüncelerinden kuşkulanmaya başlamasıdır. Bu kadar insan eğri, sadece kendisinin doğru düşünmesi mümkün ama küçük bir olasılıktır.

    Bu yolla düşüncelerinin bir bölümünden –hatta tamamından- vazgeçip, daha tutarlı fikirler üretebilir ya da ilk fikirlerine yeni kanıtlar aramaya başlar. Her iki halde de, önceki duruma göre daha “satılabilir” düşünceler olmasına rağmen yine de o düşünceler çevresinde anlamlı işbirlikleri mümkün olmayabilir.

    Bu aşamanın en dikkate değer yanı, çok sayıda kişiyle iletişim sırasındaki verim kaybıdır. İletişilen her bir kişiye gösterilen saygı, katma değeri küçük konular çevresindeki tartışmalardan kaçabilmeyi güçleştirir ve işbirliğine yararı olmayan ayrıntılar çevresindeki sonu gelmeyen tartışmalarda boğulup gidilebilir.

    Son durak: Crème de la crème!

    Bir önceki aşamanın birçok sakıncasını bir vuruşta yok edebilecek çözüm budur. Bu tür kişiler için zaman değerlidir ve verim kaybı olasılığı düşüktür. Ayrıca, geliştirilmiş olan çözümleme ve çözümlere katkı yapma olasılıkları –birikimleri nedeniyle- yüksektir; işte tam 12 burası olmalıdır.

    O da ne?

    En çok dikkate alınması gerekirken üzerinden uzun atlanıp geçilen nokta, bu tür kişilerin –ünvanları, egoları, enerjileri, evvelce savundukları fikirlere yapışmışlıkları, birikimleri gibi nedenlerle- kendileri dışından gelebilecek fikirler çevresindeki işbirliklerine pek de açık olmayabilecekleri olgusudur.

    Ama bütün bunlar sorunu tam açıklayamıyor..

    Yukarda sıralanan nedenler, fikirler çevresindeki işbirliklerinin niçin “her zaman” sağlanamadığını tam açıklayamıyor. “Her zaman” vurgusunun nedeni, bazı hallerde binlerce insanın bir işaretle ve muhtemelen ne olduğuna pek de aldırmadan belirli bir hedef doğrultusunda hareket edebildiklerine işaret içindir.

    Başka neden(ler) de olmalı..

    İnsan organizması, kendini çevreleyen fizik ortamlardan etkilenerek –en az zarar görmek için- o çevrelere uyum gösterir. Sıcak ortamlarda terleyip buharlaştırarak, soğuk ortamlarda terleme-buharlaşmayı azaltarak vücut sıcaklığını sabit tutan; az oksijenli ortamlarda solunum sayısını artıran, bazı hallerde bayılıp kontrolu bütünüyle kişinin elinden alan bedenin bu davranışları birer uyum göstergesi değil midir?

    Acaba, benzer şekilde zihinsel yapılar da onları çevreleyen çeşitli enformasyon [1] ortamları arasındaki farklılıklardan kaynaklanabilecek olası olumsuz etkilenmeleri en aza indirmek için kimi önlemler alıyor olabilir mi? Örneğin, bir enformasyon kaynağı (medya) ile bir diğer enformasyon kaynağından (okul) gelebilecek yönlendirmeler farklı olabilir.

    Okul, başarının yolunun çalışmak, dürüst olmak ve insanlara güvenmek olduğu yönlendirmesini yaparken, çok daha güçlü bir diğer bilgi kaynağı olan medya, başarı yolunun kurnazlık, acımazlık, kimseye güvenmeme ve hak-hukuk gözetmeme gibi yönlendirme yapıyorsa, bu iki farklı yönlendirme aynı anda zihnin ayrı bölmelerinde tutulmaz, aksine bileşik bir hale gelerek biri sözel (sanal), diğeri reel (gerçel) iki ayrı kimlik oluşmasına yol açar.

    Pratikte çok sık rastlanan, ağzından bal, elinden kir damlayan insan tipi böyle ortaya çıkıyor olabilir. Acaba, sık sık karşılaştığımız, “söylediklerinize tamamen katılıyorum; keşki bizi yönetenlere de bunları söyleseniz” türü onay gibi reddiye ifadeleri, bu bileşik kimliğin bir ifadesi olabilir mi? Bir yandan tam bir onay, diğer yandan işbirliğine tam bir kapalılık.

    Kolektif akıl..

    Burada basitleştirilerek ikiye indirilen enformasyon / bilgi kaynaklarının gerçekte çok daha fazla sayıda olduğunu tahmin etmek güç değildir. Bunların bir bölümünün kasıtlı olarak (dezenformasyon amaçlı) yayın yaptığı düşünüldüğünde, -teknik deyimle- “gürültü” ortamının ne denli etkili olabileceği anlaşılabilir.

    Bu güçlü “gürültü” ortamının bir bileşen, kalıtsal miras, aile ortamı, eğtim ortamı, kariyer, ego gibi ortamların da diğer bileşenler olmak üzere toplumun bir “kolektif akıl” oluşturduğu varsayılabilir. Tüm olayları çözümleyen, yargılar üreten ve bunlardan oluşan birer bireysel (özgün) kimlikler üreten bir süreç.

    Bu tür kimliklerin, kendi dışlarından gelen tüm çözümleme ve çözümleri –ne kadar doğru olduklarından bağımsız olarak- bu kolektif aklın başat etkisinde değerlendirmesi ve işbirliğine yanaşmaması normaldir.

    20 Eylül 2012 Perşembe


    [1] Veri (data), enformasyon (information) ve bilgi (knowledge) tanımları olarak şunlar kabul edilmiştir: Veri, sınıflandırılmamış ham bilgi (örn. bir topluluktakilerin boy, yaş ve cinsiyetleri); enformasyon, sınıflandırılmış veriler (örn. yaş ve cinsiyete göre gruplanmış boylar); bilgi, bir sonuç üretmeye yönelik enformasyon (örn. ileri yaşlardaki kadın ve/ya erkeklerin, daha önceki nesillere göre boylarında bir değişim olup olmadığının araştırılarak ergonomi çalışmalarında yararlanmak.)

  • O film’e tepkiler hakkında..

    A.B.D.de yaşayan karışık geçmişli, porno film yapımcısı Nakoula Basseley Nakoula (55) adlı bir kişinin, Hz. Muhammet ve İslam’ı aşağılayan –yaklaşık 1 yıl evvel çekildiği belirtilen- filmin bir özeti internete düşünce önce Libya ve Mısır, sonra da diğer İslam ülkelerinde şiddet yüklü protestolar başladı ve Libya’daki A.B.D. büyükelçisi dahil 4 kişi öldürüldü.

    Olay 3 gün önce meydana geldi. Bugüne kadar geçen süre içinde gazete ve TV yorumlarında –çeşitli şekillerde de olsa özü tıpatıp aynı- şu iki grup yorum çıktı, çıkmaya da devam ediyor: (1) “Herhangi bir dine hakaret edilemez”, (2) “Şiddet hoş görülemez”. Bu iki argümanın hangisinin başa koyularak dile getirildiği, böylelikle bir saklı içerik mesaj verildiği de ayrı mesele.

    Belki ana akım medyaya yansımamış kasaba ölçekli medyada, “etme bulma dünyası, Kaddafiyi parçalarsan bu da karşılığı olur, elinize sağlık koçum” mealinde yorumlar vardır, ama benim gözüme çarpmadı.

    İki tesbit..

    Görüntülerinden çıkardığım kadarıyla, protesto edenlerin büyük çoğunluğunun filmi seyretmediği –aslında ihtiyaç da duymadığı- belli. Ayrı bir tesbitim de şu: Her şeyin üzerinde değer verdiği, kılına zarar görmesini istemediği bir kişi ve onun tebliği ettiği dinin aşağılanması halinde ilk insani tepkinin derin bir üzüntü –ve üzüntünün çeşitli biçimlerde dışa vurumu-, ancak sonrasında bunun bir fiziki tepkinin olması beklenir. Protestocuların hiç birisinde böyle bir üzüntü görünmüyor.

    Neye tepki verildiğinin önemi olmadığı” odak noktası alınırsa, bu odak çevresinde tüm dünyada ve bu arada Türkiye’de sıklıkla olaylar oluyor. Film protestosu bunlardan sadece birisidir.

    Bu müthiş bir koz’dur..

    Bu yolla, bir kişi / bir servis / bir cemaat çok kolaylıkla büyük kesimleri harekete geçirebilir, yaktırıp yıktırabilir, sonra da durdurup bir süre sonra –herhangi bir nedenle- birbirlerini kırdırabilir ya da beğenmediği kesimleri ortadan kaldırabilir. Henüz bu esneklik ve yıkıcılıkta bir silah yapılmamıştır.

    Bu silahın en önemli özelliği, şiddetle yok edilmeye çalışıldığı sürece “kin birikimi” yoluyla daha başa çıkılamaz hale gelmesidir. 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısından sonra Irak ve Afganistan’da öldürülen milyonlardan sonra, “o silah”ın daha keskinleşmiş olmasının nedeni budur.

    Ama bunun için uygun insan malzemesi gerekir..

    Sorgulamayı, kuşkulanmayı, kanıt aramayı ve bütün bu eleklerden geçebilen fikirleri dahi mutlak doğru / iyi / güzel olarak nitelememeyi, düşünme biçiminin ana ilkesi olarak benimsemiş bir insana, “git şu eylemi yap” deseniz ne olur? Olacak olan, en azından birkaç yüz soru ile karşılaşmanız ve onlara verebileceğiniz cevapların her biri için de bir o kadar yeni sorunun tepenize yağmasıdır. Kısacası bu tür insanları böyle eylemlere yönlendiremezsiniz.

    Buradan, sürü formundaki eylemler için gereken insan malzemesinin başat karakteristiği ortaya çıkıyor: Soru sormayacak, itiraz etmeyecek, sadece denileni yapacak –hayatı pahasına dahi olsa-.

    Bunlar ne kadar erken koşullandırılırsa başarı da o denli büyük olur. İntihar bombacılarının küçük çocuklardan devşirilmesinin nedeni budur; yani “tek doğrululuk”.

    Esas merakım şudur..

    Bu kolayca varılabilecek sonuca herkesin –sorgulamayan sürüler hariç- kolayca varması mümkündür, hatta kesindir. Peki nasıl oluyor da ulusal ya da uluslararası terörizm mücadelelerinde tek kelimeyle dahi bu “sorgulamayan insan tipi” ve onun kavramsal temelini oluşturan “sorgulanamazlık” hiç gündeme gelmiyor.

    Hadi diyelim bir kısım insan mazurdur..

    Trafikteki zebrada bekleyen, sadece dost ahbap toplantılarında esip gürleyen, ağlaşmaktan başka bir iş yapmayan yazarların yazılarını ileterek, Atatürk anıları ileterek kendini ve çevresini kandırdığını düşünenler mazurdur.

    Türkiye’ye tuzaklar kurulduğunu, buna karşı uyanıp “bir şeyler yapılması gerektiğini” büyük bir celâdetle savunanlar da mazurdur.

    Sorgulamayan insan tipi”nin en güçlü silah olabileceğini, onu eline geçirenin herşeyi –ama herşeyi- yapabileceğini, çıkarları nedeniyle dile getirmeyenler de mazurdur.

    Bunları düşünemeyenler de mazurdur.

    İri ünvanları nedeniyle kendi doğruları dışında fikirleri kabullenemeyenler de mazurdur.

    Bir kişi arıyorum..

    Bu mazur kişi ve kesimlerin dışında, kamuoyunu veya onun küçük bir bölümünü etkileme kapasitesine sahip 1 (bir) kişi yokmudur ki, sorgulanamazlık virüsünün ve onun enfeksiyona yol açmış formu olan “soru sormayan, sorgulamayan insan tipi”nin sadece Türkiye’de değil tüm dünyada yok edilmesi gereken bir hastalık olduğunu farketmiş olsun ve bunun gereğini dostlar alış-verişte görsün yollu değil içtenlikli olarak yerine getirerek ilerisi için düzgün tohumlar atsın.

    16 Eylül 2012 Pazar

  • Köşe yazarı yerine köşe yazısı..

    Gazetelerin köşeleri ve sabit köşe yazarları var; TV’lerde –adı böyle olmasa da- yine değişmez yorumcular. Genellemeden söylemek gerekirse, tümünün konularına hakkıyla hakim olduğunu, resimlerin –hangi konu ile ilgileniyorlarsa o resimlerin- bütününü ve ayrıntılarını aynı özenle izlediklerini iddia etmek güçtür.

    Uzun süre köşe yazısı yazmış bir kişinin, zaman içinde bir “derinlik” kazanmış olması; birçok kaynaktan kendisine kimi bilgilerin –çoğu doğrulanmamış olsa da- akması belki birer avantaj sayılabilir.

    Bu avantajlarına karşı köşe yazarları ve TV yorumcularının –kısaca köşeci diyelim- öyle sakıncaları var ki, bu iletişim çağının en önemli araçları olan basılı ve görsel medyayı bir anda işe yaramaz hale getiriyor.

    Nedir bu sakıncalar?

    1. Her gün –hiç sektirmeden-, bir konu üzerinde doğru, dolgu malzemesinden arınmış, ufuk açıcı yorumlar yapma zorunluğunun yaratabileceği baskı ve bıkkınlık,
    2. Daha önce yazıp söyledikleriyle tutarlı olma zorunluğu hissetmesi –izleyicilerinin de bunu her an hatırlatma baskısı- nedeniyle, doğruları deforme etme zorunda kalabilme olasılığı,
    3. Eğer genel konularda yazıyorsa yüzeysel olma olasılığının yüksekliği,
    4. Eğer belirli bir konuda yazıyorsa, o alandaki verilere, bilgilere, o alanın yerli – yabancı uzmanlarının görüşlerinden yararlan(a)mama olasılığının yüksekliği ve hepsinden önemlisi:
    5. O alanda fikir beyan ederek sorunların anlaşılmasına ve/ya çözülmesine yardımcı olabilecek binlerce yazar ve yorumcuya, bu olağanüstü mecraların kapatılmış olması.

    Bu arada, TV oturumlarının köşe yazılarından bir farkına da işaret etmek gerekir. Her ne kadar köşe yazılarında da zaman zaman başka köşecilerle –tamamen kişisel- tartışmalara giriliyorsa da, TV oturumlarında bu neredeyse bir standarttır.

    İzlediğim bir TV oturumuna katılan beş kişiden bir kadın gazeteci, araya girilemez süreklilik ve hızda AB propagandası yaparken, birkaç girişimi sonuçsuz kalan bir erkek katılımcı nasıl becerdiyse araya girip kadın gazetecinin çifte vatandaşlığını dile getirir getirmez kıyamet koptu. Tamamen kişisel düzeydeki bu kapışma, yurttaşların vergileriyle yayın yapan bu iletişim aracının kişisel konulara nasıl alet edildiğinin çok sıradan bir örneğidir.

    Gazetedeki yarım sayfalık “köşe”sinde her gün, okurlara mutluluk dersi veren ve örnek olarak da kendini gösteren, yatak odası konularını –en pespaye dille- her gün yazan köşeciler, aslında bu toplumun nadir bir kaynağını –en azından- çalmıyorlar mı?

    Önerim basittir ve şudur: Köşecileri ve izlemek zorunda bırakılanları bu mahkumiyeten kurtarmak için, gazetelerde her “köşe”nin birer “editör”ü, TV’lerde ise birer “moderatör”ü olsun. Editör veya moderatör olarak da halen yazan ve konuşanlar olsun –eğer daha iyileri yoksa-.

    Uzmanlığı, uluslararası şöhreti vbg nedenlerle sık yazması beklenenler varsa, onlara birer köşe ayrılsın. Çok velut olanlar her gün, diğerleri ise istedikleri zaman yazsınlar –ama ücretleri sabit olarak ödensin ki bu iş bir ekmek parasına dönmesin-.

    Editör ve moderatörler zaman zaman kendi görüşlerini de çok kısa olarak belirtsinler ama köşeye egemen olmasınlar. Böylece köşeler daha çeşitli akılların ürünlerini paylaşmaya vesile olsun.

    Sürekli olarak lider yokluğundan, bu toplumun lider yetiştirmedeki kısırlığından yakınılır. Bu yolla, insanımızın önünde bir patika açılsın.

    Bu yapılabilir mi?

    Eğer gazete okurları ve TV izleyicileri ellerine üşenmez birer mektupla taleplerini gazete ve TV genel yayın yönetmenlerine iletirlerse yapılabilir. “Benim işim var, başkaları yapsın” denilirse –genel tutumumuzun bir gereği olarak- yapılamaz. Ama o “işi çok” olanların, pek yakında işlerinin olmayacağını da söylemeden geçemeyeceğim. Trafikteki nötr alanlardaki –zebra- gibi kendini unutturarak sadece yaşamın “getiri” kısmıyla uğraşanları kastediyorum.

    25 Ağustos 2012 Cumartesi

  • Karmaşık olayları anlamak için..

    http://bit.ly/MOcLcw adresinde grafik biçimde, silgili bir kurşun kalemin bütünüyle “enerji” olduğu –ki E=mc2 dolayısıyla değil- gösterilmişti. Bununla anlatılmak istenilen ise aşağıdaki birkaç ana-denklemdi.

    • Maslow’un ihtiyaçlar denklemi:

    – Kendini gerçekleştirmek (bireysel potansiyellerini harekete geçirmek)
    – Saygı görmek (kendine saygısı olması ve başkalarından saygı görmek)
    – Ait olmak (Sevgi, şefkat, bir grubun parçası olmak)
    – Güvenlik (Barınma, tehlikelerden uzak kalmak)
    – Fizyolojik (Sağlık, yiyecek, uyku)

    • Bu ihtiyaçların tümü refah ve mutluluk türleridir.
    • İnsan, en alttaki ihtiyaçlar en öncelikli olmak üzere, tüm imkanlarını bunları tatmin etmek için uğraşır. Altlara dğru indikçe bu uğraş en vahşi formlarda ortaya çıkabilir (aç kalan kişilerin birbirlerini yemeleri gibi).
    • Silgili kurşun kalem bütünüyle enerji olduğu gibi, tüm refah ve mutluluk türleri, tamamen enerjinin –çeşitli yoğunluktaki formları [1]- cinsinden ifade edilebilir. Bunlara “değer” denilebilir.
    • Buna göre, ancak enerjiye (veya onun yoğun hali olan değerlere) sahip olan birey ve toplumlar refah ve mutluluğa sahip olabilirler.
    • İnsanlar değer peşinde koşarlar.
    • Değerler nadir, peşinde koşan sayısı ise çoktur. Buradan çatışma çıkar.
    • Çatışmada üstün olabilmek yine enerji ve türevleri (değer) yoluyla mümkündür.
    • O halde değere sahip olmak varlığını sürdürmek için zorunludur.
    • Bu zorunluk, insanlar tarafından konulabilecek tüm kuralları geçersiz kılar. Kurallara uyulmasını sağlayabilmek (iktidar) değerlere (enerji ve türevleri) sahip olmakla mümkündür.
    • Bir toplum sahip olduğu ve varlığından haberdar olmayabileceği değerleri korumaz. Bu, istismara açık bir alandır ve bu değer, ihtiyacı olanlarca –aralarındaki mücadelenin galiplerine göre- ihtiyaç duyanlara transfer edilir.
    • Bir toplum sahip olduğu değerlerin varlığından haberdar, ama onları koruma gücüne yeterince sahip değilse yine istismara açık alanlar oluşur. Bu defaki transferler hile veya zor kullanarak gerçekleşir.
    • Transfer işinde ustalaşan toplumlar giderek güçlenirler.
    • Bir kişi veya toplumun çözebildiği sorunlar onun Sorun Çözme Kabiliyetini, dolayısıyla da başkalarından değer transfer edebilme kabiliyetini giderek artırır.
    • Bir kişi veya toplumun çözemediği sorunlar onun Sorun Çözme Kabiliyetini, dolayısıyla da başkalarının değer transfer edebilmelerine direnebilme kabiliyeti giderek azaltır.
    • Herhangi bir anda bir transfere konu olmayabilecek sorunlar, güçlü olanlarca birer koz (Bkz. http://bit.ly/O97njP adresindeki ALEGAR başlığı) halinde biriktirilir ve zamanı geldikçe, girişecekleri transfer süreçlerini kolaylaştıracak şekilde devreye sokulur.
    • Koz formunda buzdolabına konulanlar tasnif edilerek etkililik, kullanılabilirlik vb karakteristiklerine göre saklanırken, bir yandan da koz stoklarının zenginleştirilmesine çalışılır.
    • Uluslararası ilişkiler ve değer transfer süreçleri “koz” konsepti çerçevesinde yürür.
    • Dünya toplumları ikiye ayrılır: Koz konseptinin farkında olup onu kullananlar ve farkında olmayıp –ayrıca farkında olma konusunda dirençli olup- sürekli ağlaşanlar, bağıranlar, geçmişiyle övünerek adım adım yok olmaya ilerleyenler.
    • SON

    23 Ağustos 2012 Perşembe

     

     


    [1] En az yoğun enerji formu güneşin ışımasıdır (http://bit.ly/SvYB1X).  Güneş kollektörleri bir derece daha yoğun enerji üreteçleriyken, foto-sentez yoluyla oluşan bitkiler, güneş ışımasının biraz daha yoğunlaşmış formu, kurutularak (enerji yoluyla) odun haline getirilen bitkiler daha da yoğun, toprak altında karbonlaşan bitkiler daha yoğun, canlılar daha yoğun, onların ürettikleri bilgiler en yoğun enerji formlarıdır.