• TEKRARSIZ ÖĞRENME

    TEKRARSIZ ÖĞRENME

    Geleneksel eğitimi en iyi betimleyecek üç kavram aransa herhalde bunlar “öğretme”, “tekrar yoluyla belletme”  ve “ezber” olurdu. Bu yazıda bu kavramlardan ilk ikisi  üzerinde durulacak, bunlara  alternatifler önerilecektir.

    Öğretme: Öğrenme Enerjisini Gözardı Eden Yöntem!

    İnsanoğluna çeşitli şekillerde bakılabilir. Bunlardan  birisi de onu bir dizi enerjinin toplamı olarak görmektir. Cinsel enerji, fiziki enerji, düşünsel enerji ve öğrenme enerjisi bunların en önemlileridir.

    Bu enerjilerin her biri kısmen diğerine dönüşebilir, ama bu dönüşüm çoğu zaman kimi sorunları da beraberinde getirir. Örneğin uygun biçimde kullanıl(a)mayan cinsel enerji diğer enerji türlerine dönüşür ama geride bir takım ruhsal sorunlar bırakarak. Benzer şekilde kullanılmayan fiziki enerji de düşünsel veya diğer tip enerjilere dönüşebilir, ama yarattığı vakum içinde sorunlar ürer.

    Aslolan her enerji türünün, birbirinden aşırı alış-veriş yapmaksızın yerli yerinde kullanılması, kullanılmayan türlerin sorunlar doğurmasına fırsat yaratılmamasıdır.

    Pratikte, ortalama yaşam süren insanlar normal olarak bütün enerji türlerini bir ölçüde kullanırlar. Kullanılmayan miktarlar ise ölçüsü oranında sorunlara yol açar.

    Ancak bu enerji türleri arasında bir tanesi, ilk çocukluk çağlarından sonra giderek daha az kullanılmaya başlanır. Bu “öğrenme enerjisi” dir.

    İnsan -ve bütün canlıların- doğasının şaşmaz bir gereği olarak ve milyarlarca yıl  süren bir evrimle gelişmiş bulunan “öğrenme” yetisi, bu yetinin kullanılabilmesini teminen yine doğa tarafından enerjilendirilmiştir.

    Çocuk, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren -belki de daha önce -, doğal olarak hissetiği, sonralarda duyuları ile algıladığı  ve daha sonra da aklıyla kavradığı ihtiyaçlarını, öğrenme yetisi ve onu besleyen enerji yoluyla  “öğrenir”.

    Çocuğun bebeklik ve ilk çocukluk çağlarındaki öğrenme  “oyun” yoluyla olur.

    Bebek ve çocuk, oyunu çevresindeki eşyaları kullanarak bir tasarımcı becerisiyle tasarımlar. Tasarımlanan bu süreç, çevredeki imkanlar, ihtiyaçlar ve çocuğun öğrenme profili arasındaki optimal çözümdür. Bebek ya da çocuk bu süreci yaşarken bunu zevkle yapar. Oyun oynayan çocuğun dünyadan koptuğu, başka bir alemde yaşadığı sanılabilir. Bu sürpiz değildir. Çünkü, ihtiyaçlarına karşı azami tatmini almaktadır.

    Bu optimal süreç, ilkokulun ilk 1-2 sınıfından başlayarak bozulmaya başlar.

    Çocuğun gerçek ihtiyaçlarının oyun yoluyla ve bizzat  kendisince  öğrenilmesinin yerini, müfredatta belirtilen ve çoğu, çocuğun ileride gereksineceği düşünülen “varsayılmış  ihtiyaçlar”ın öğretmen tarafından öğretilmesi almaya başlar. Süreçteki bu değişim sınıflar ilerledikçe hızlanır ve lise sıralarına gelindiğinde “oyun” ve “öğrenme” tamamen dışlanır. Artık “öğretme” tam olarak egemen olmuştur.

    “Öğretme”, Peki Nasıl ?

    Bilinen öğretme yöntemlerinin hepsi, bellekte tutmaya dayalıdır. Öğrenci bazen zorlanarak bazen motive edilerek öğretilmek istenilenleri bellemeye yönlendirilir.

    Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla  bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla  bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin koşullanmaya açıklığından yararlanır.

    Koşullandırmaya dayalı eğitimin babası sayılabilecek olan  B.F. Skinner, hayvanlar üzerinde yaptığı deneylerin insanlara da uygulanabileceğini göstermiştir. Bugünkü eğitim sistemlerinin temeli, işte bu hayvan deneylerine dayanmaktadır.

    İlk ve orta  öğrenimde, hatta yüksek öğrenimde sıkça başvurulan  “örnek problemler çözerek benzetme yapabilme becerisi kazanma” yöntemi, tekrar yoluyla belleme’ye en tipik örnektir.

    İhtiyaçların, kişinin kendince öğrenilmesi ise tamamen farklı bir süreçtir ve koşullanmayla ilgili değildir.

    Niçin “Öğretme”?

    Birkaç neden birlikte vardır: Devletin, kendi ideolojisine uygun vatandaş yetiştirme arzusu nedenlerden birisidir. Halbuki, ihtiyaçlarının gerektirdiği bilgi becerileri edinmeyi öğrenmiş, bunu zevkle yapabilen ve dolayısıyla sorunlarını bilgi ve beceriyle çözebilen insanların, başka olumlu özelliklerinin yanısıra aynı zamanda iyi vatandaşlar da olacaklarının idrak edilebilmesi gerekirdi.

    Bir diğer neden, eğitim kadrolarına, öğrenme ortamı hazırlama gibi nisbeten güç bir görevi yerine getirebilecek formasyonun kazandırılmasındaki yetersizliklerdir.

    Eğitim yöntemi konusunda herhangi bir seçim hakkı bulunmayan milyonlarca çocuk ve gence merkezi biçimde belirlenmiş müfredatı “öğretme”nin vermiş olabileceği egemenlik duygusu ise bir başka olası nedendir.

    Çocukların öğrenme konusundaki doğal yeteneklerinin farkında olmama ise en önemli nedenlerden birisidir. Bunun altında ise “öğretme” esaslı eğitimle yetişmiş erişkinlerin kendilerini değerlendirirken saptadıkları yetersizliğin  çocuklarda da var olduğunu varsaymaları bulunmaktadır. Biz beceremiyorsak çocuklar da beceremez!

    Nihayet bir diğer neden, bir toplumsal histeri haline gelmiş bulunan sınav başarısı için öğrenmenin değil, sorulan sorulara yanıt verebilmenin önem kazanmasıdır. Böyle bir hedef altında öğrenmek için zaman yoktur. Tüm zaman, olabildiğince çok olası yanıtı bellemek için kullanılmalıdır.

    Sıfır Tekrarlı Öğrenme (zero trial learning) !

    Kişinin ihtiyaç duyduğu bir bilgi, herhangi bir tekrara gerek kalmaksızın bir defada öğrenilir. Kişi, öğrenme profiline en uygun biçimde bu bilgiyi alıp derhal içselleştirir.

    Küçük çocukların oyunları incelendiğinde, o amaçsız ve zaman zaman komik görünüşlü hareketlerin her birisinin,  belirli bir eğitsel hedefe yönelik çok anlamlı ve akılcı deneyler olduğu görülecektir.

    Bir defada öğrenme erişkinler için de geçerledir. Hoşa giden bir fıkra, bir çizgi roman, ilginç bir olay  tekrara  gerek kalmadan öğrenilir.

    Kişinin ihtiyaç duyduğu bilgilerin yanısıra ihtiyaç duyduğu beceriler de sıfır tekrarla öğrenilir. Ancak, bunların hareket merkezine kaydedilmesi ve böylece düşünülmeden yapılabilmesi için, kişi kendi iradesiyle bazı tekrarlar yapar ve beceriyi içselleştirir.

    İhtiyaçların Farkına Varabilme : Bir Başka İhtiyaç !

    Kişinin herhangi bir dış hatırlatmaya gerek kalmadan farkında olduğu ihtiyaçlarının yanısıra, içinde bulunduğu fiziki ve sosyal çevrenin gerektirdiği ve normal olarak kişinin ihtiyaçlar envanterinde yer almayan bazı Bilgi – Beceri – Tutum ve Davranış‘lar da (Knowledge – Skill – Aptitude -Behavior)   olacaktır. İçinde yaşanılan zaman ve sosyal çevre, bu tür ihtiyaçların yoğun olarak ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

    Bu noktada yapılması gereken, “ihtiyaçlara yönelik öğrenme”den vazgeçerek “kişinin bilmesi gerektiğine karar verilenleri öğretmek”  değildir. Aksine, aynı yöntemi korumak ve bu defa, kişinin ihtiyaç envanterinde bulunmayan ihtiyaçları, o envantere dahil etmeye çalışmak gerekir.

    Bunun yolu, kişinin var olan ihtiyaç (ilgi) alanları ile, henüz algılan(a)mayan ihtiyaç alanlarını ustaca birbirine bağlayabilecek “senaryo”lar oluşturmaktır. Böylelikle, “ihtiyaçlara yönelik öğrenme”  yönteminin avantajlarından yararlanmaya devam edilebilir.

    “Tekrar Yoluyla Belletme” Nasıl İnsan Tipleri Yaratır?

    Bir bilgi ya da becerinin bir defada öğrenilememesi, aslında eğitimciler için değerli bir göstergedir. Bu, ya öğretilmek istenilenin ilgi envanterine dahil edilemediğini ya da kişinin öğrenme profiline  uymayan yöntemler kullanılmakta olduğunun bir işaretidir.

    Ama ne yazık ki bu işaretler doğru yorumlanmaz ve tekrar yoluyla belletme  yolunda israr edilir.

    Bugün tekrar yoluyla belletme, eğitim sistemimizin bir normu haline gelmiştir.

    “S-R Psikologları”  adı verilen ekol, öğrenmenin tedrici olduğunu, her tekrarın beyinde  açılan izin daha derinleşmesini sağladığını savunmaktadır. Buna karşın “Gestalt Psikologları”  ekolü ise öğrenmenin bir defada ve “birdenbire” meydana geldiğine inanmaktadır. Wolfgang Köhler’in maymunlar üzerinde yaptığı deneyler bu ikinci savı doğrulamaktadır.

    Gestalt  ekolünden Max Wertheimer, bir klasik sayılabilecek olan Productive Thinking (Üretken Düşünme)  kitabında, bir kişinin öğrenebilmesi için, bilginin  iç yapısını (pattern)  anlaması gerektiğini söylemektedir.

    25 yıldan bu yana çatışan bu iki görüş aynı anda doğru  olabilir. Gerek beynin sol yarısına dayalı “tekrar” yöntemi, gerek sağ yarıya dayalı “bir defada öğrenme” olsun, her ikisi de sonunda dış görünüş itibariyle benzer sonuçları üretmektedirler.

    Gerçekte ise fark büyüktür: Bir defada öğrenme yöntemiyle bilgi derhal içselleştirilmekte, yani mevcut bilgilerle ilişkilendirilmektedir. Tekrar yönteminde ise ilişkilendirme olmamakta, yalnızca, beyinde nöronlar arasında oluşan bağlardan ibaret bir yalıtılmış bilgi adacığı meydana gelmektedir.

    Tekrara dayalı belleme ile yetişen bir kişinin diğer yöntemle yetişen bir kişiden başlıca farkı, öğrenmeye karşı duyduğu tepkidir. Böyle bir kişi öğrenmekten zevk almaz. Dolayısıyla bellemiş olduklarına sıkı sıkıya sarılır. Öğrenmeyi gerektiren her durum, yani her değişim onun için bir işkence kaynağıdır.

    Tekrara dayalı belleme ile yetişen kişinin bilgilerinin kaynağı “yürektenlik” (ezber) dir. Önüne çıkan tüm sorunların yanıtlarını bulabileceği belleme kalıpları peşindedir.

    Bu tür eğitim almış kişilerin temel özelliklerinden birisi de dayatmacı oluşları, uzlaşma yetilerini kaybetmiş oluşlarıdır. Tekrara dayalı belletme’nin dayatmacı niteliği, ne denli iyi eğitim almış olurlarsa olsunlar kişilerde zorbalık eğilimleri yaratmaktadır.

    Toplumumuzdaki çeşitli sosyal kesimler arasındaki çatışma olgusunun nedenlerinden birisinin de, tekrara dayalı belleme’nin bir yan ürünü olan dayatmacılık olduğu söylenebilir.

    Çözüm

    Yalnız bu sorun için değil tüm sorunların çözümleri için değişmez bir ilk adım vardır: Sorunun varlığını kabul etmek!

    Bu yazıda öne sürülen eleştirilerin yöneltildiği birçok eğitimci, eleştirilerin bütünüyle doğru olduğunu, ancak kendi okullarında  “tekrara dayalı belletme”, “ezber”, “öğretme” gibi kavramların söz konusu olmadığını ileri sürmektedirler. İşin daha da ilginç yanı, belletme, ezber  ve öğretme’nin en yaygın olduğu kurumlar,  bunların varlığına en şiddetle karşı çıkanlardır. Mevcut koşullar (müfredat, veli beklentileri, merkezi sınavlar, çocukların ön yetişmeleri vb) altında burada ileri sürülen yaklaşımları uygulamakta bazı sorunlar olacağı doğaldır. Ancak, öğretme ve belletme  yöntemlerinin doğrudan ve dolaylı maliyetleri dikkate alındığında, bu sorunların aşılmasının bir seçenek değil bir zorunluk olduğu görülecektir.

    Öğrenci Merkezli Eğitim, müfredattaki eğitsel hedeflerin, çocukların ilgi alanlarıyla ilişkisini kurabilecek birer senaryo ya da proje içinde işlenmesidir. Çıkış noktası budur. Bu tür bir yaklaşımda  iki sorun birden çözümlenmektedir. Hem öğretme yerine öğrenme geçmekte, hem de eğitsel hedefler çocukların ilgi alanları içine getirilebildiği için tekrara dayalı belleme ortadan kalkmaktadır.

    Öğrenci Merkezli Eğitim ve Sıfır Tekrarlı Öğrenme, eğitimcilerimizin ikibinli yıllardaki hedefi olmalıdır.

    Çarşamba 23 Nisan 1997

  • Sorgulanamazlık(ezber) için elle tutulur örnekler..

    Sorgulanamazlık (ezber) için elle tutulur örnekler..

    Bugüne kadar, sorgulamaya kapalılık (sorgulanamazlık, Farsça ezber) konusunda yazıp çizilenlere geriye dönüp bakıldığında ilginç bir şey görünüyor: Ezber’in yol açtığı olumsuzluklar konusunda çeşitli örnekler, çözümlemeler verilirken daima, o yazıları okuyanların zihinlerinde “ezber olmasaydı nasıl olurdu?” sorusunun net cevaplarının bulunduğu -ve bunun bulunmasının da çok doğal sayılmak gerektiği- varsayılmış.

    Örneğin, öğretmenler -çoğu zaman acı acı- ezber yaptırdıkları için eleştirilirken, şöyle bir soru’nun cevabını bildikleri varsayılmış: “Peki ezber yerine sorgulama yapalım da neyi nasıl sorgulayacağız?”

    Rastladığımız birkaç olay, sadece öğretmenlerin değil birçok kimsede bu konuda bir zihinsel netlik bulunmadığını gösteriyor. Hal böyle olunca da, hemen herkesin ağzında “sorgulamaya dayalı düşünme biçimi” diye bir ifade kalıbı yerleşiyor, ama neyin-nasıl sorgulanacağı da belli olmuyor. İşin tuhafı kimse de çıkıp, bu hemen herkesin fikir birliği içinde olduğu sorgulamaya dayalı düşünme biçimi neyi-nasıl sorgulayacak? diye sormuyor; belki de sorgulama sözcüğü polis ve ilintili kavramları çağrıştırdığı için korkup soramıyor. Diğer bir deyişle sorgulamayı sorgulayamıyor!

    X konusundaki ezber sorgulansaydı neler sorulurdu ve de sorulunca ne olurdu?

    Aşağıda, rastgele seçilmiş kimi ezber kavramlar, yol açtığı olumsuzluklar, sorgulanma mümkün olabilseydi sorulabilecek sorular ve nihayet  o durumda ortaya çıkabilecek olumluluklar örnekleniyor.

    Sorgulanmamış (ezber) kalıplar

    Sorgulansaydı..

    Kalıp

    Olumsuz sonuçları

    Neler sorulabilirdi?

    Olumlu sonuçlar neler olurdu?

    Demokrasi, hak ve özgürlükler  içinden seçilmiş ezberler…

    Demokrasi (D) en iyi rejimdir, aksi savunulamaz.
    Tüm kurumların işleyişi demokratik ilkelere uygun olmalıdır.


    Genellikle
    “seçim ” kavramıyla özdeş  ve
    seçmenlere herhangi bir sorumluluk yüklemeyen, bir düzen olarak anlaşılıyor.


    Cumhuriyet
    ve D
    farkı
    belirsizleşiyor.


    D’nin
    eleştirilemez bir idare biçimi olduğu yaygın kanısı, sistemi geliştirici
    soruların sorulmasını tabu kılar.


    D tüm
    koşullar altında (örn. savaşta, kaos durumlarında, ortalama eğitim düzeyinin
    yetersiz olduğu hallerde gibi) en iyi rejim midir? Evet ise niçin, hayır ise
    başka seçenek(ler) var mıdır, olabilir mi?


    Her şeyin
    bir kalitesi söz konusu ise
    demokrasinin
    de kalitesi
    var
    mıdır? Tek tip midir yoksa çeşitleri mi vardır? Bunu ölçülendirebilecek
    göstergeler var mıdır?

     


    İnsan nitelik dokusu ile D kalitesi arasındaki ilişki nasıldır?


    D’nin de
    tüm sorun çözme araçları gibi uygulanabilirlik sınırları ve koşulları olduğu,
    o sınırların dışına çıkıldığında sorun çözen değil sorun üreten bir araç
    haline geldiği anlaşılır ve uygun koşulların yaratılmasına daha çok dikkat
    edilirdi. Böylece, her on yılda bir -bir şekilde- kesintiye uğramasının önüne
    geçilebilirdi.


    M.Ö. 6ncı
    yy’a kadar giden (antik Yunan) D uygulamalarının, binlerce yıllık
    uygulamalarla evrensel normlara kavuştuğu; buna rağmen hala tek tip D’den söz
    edilemediği; D kalitesinin değerlendirilmesinde vazgeçilmez ölçütlerin
    başında “özgürlüklerin sınırlarının
    başkalarının başka özgürlüklerinin sınırları olduğu
    ” ilkesinin geldiği
    anlaşılabilirdi.


    Zihinsel yetkinlik, bilgi-beceri
    yetkinliği, ruhsal sağlık ve ahlaki (evrensel) normların bütünü
    olarak anlaşılan insan niteliği yetersiz
    olduğund, D’nin işlemeyeceği anlaşılırdı. Bu durumda, D’yi korumanın ancak
    insan nitelik dokusunu geliştirmekle mümkün olabileceği ortaya çıkardı.

    “Hak ve özgürlükler” deyimi

    Sorumluluklarla dengelenmemiş hak ve özgürlüklerle,
    sürdürülebilir bir yönetim sistemi oluşturulamaz.


    Sorulabilecek
    en basit soru, “bu değirmenin suyu
    nereden gelecek
    ?”tir.


    Bu
    sorulduğunda yurttaşların ne gibi sorumlulukları bulunduğu konusu gündeme
    gelir ve hak-özgürlük-sorumluluk arasında bir dengenin bulunması gerektiği
    ortaya çıkardı. Demokrasinin çeşitli tanımlarından birisi de “sorumlu
    yurttaşlar rejimi” olabilir.

    Kuvvetler ayrılığı


    Yasama,
    yürütme ve yargının birbirine müdahale edemeyecek  özerk alanlara sahip olduğu varsayımı, bu üç erkin birbirini
    denetleyip dengeleme gereğini  unutturur.


    Üç erk tek
    elden kontrol edilebilir.


    Bu
    deyimdeki “ayrılık” kavramı ile yabancı dildeki check and balance (denetle
    dengele
    ) deyimi arasında ne ilişki vardır?


    Üç erkin
    birbiri üzerinde etkileri var mıdır, yoksa tamamen özerk midirler?


    Bu yolla
    üç erkin birbirini nasıl denetleyerek herhangi birisinin kontrol dışına
    çıkmasının nasıl engelleneceği belirlenmiş olurdu.

     


    Böylece
    hiç bir erkin tam bağımsız olmadığı, üç erk arasında dengeli bir “karşılıklı bağımlılık” bulunduğu
    bilinir ve her erk attığı adımları bunu daima dikkate alarak atardı.

    Sorun çözme kültürü içinden seçilmiş ezberler…

    Her şeyin başı eğitimdir (eğitim şart!)


    Sorunlara
    çözüm aranırken, herhangi bir
    kök-sorun
    araması yapılmaksızın, ilk akla gelen o konuda bir eğitim uygulamak geliyor.
    Bu ise hem okul müfredatlarının kaldırılamayacak -dolayısıyla da ancak anlamadan
    bellenerek kaldırılabilecek- şekilde kalabalık hale gelmesine; hem de eğitimin
    işe yaramazlığı konusunda bir genel kanı oluşmasına yol açar.


    Eğitim’in
    ideolojik indoktrinasyon olarak anlaşılması halinde, sorun çözen değil sorun
    yaratan bir araca dönüşür.


    Sorgulama,
    düzeltici önlemler alabilmenin yolu olduğuna göre eğitime yüklenen bu
    sorgulanamazlık rütbesi, geliştirilmesine  de engel olur.


    Eğitimden
    en temel” beklenti ne olmalı?

     

     


    Çözümü
    eğitime bağlı olmayan sorunlar var mıdır?


    Eğitim
    düzeyi arttıkça derinleşen sorunlar olabilir mi, nasıl?

     


    En önemli
    becerileri, okul, öğretmen, ders kitabı olmaksızın edindiğimize göre, o
    becerileri edinirken mevcut olan yöntemi uygulayarak başka şeyleri de
    öğrenemez miyiz?


    Hepsinin
    aynı beklentiye sahip olduğu varsayılan kesimlerin farklı beklentilere sahip
    oldukları görülür ve bunlardan hangisine yönelmenin doğru olacağı tartışılır
    ve bir eğitim vizyonu üzerinde uzlaşılabilirdi.


    Hangi
    sorunların ya da sorunların hangi bileşenlerinin eğitimle çözülebileceği konusunda
    bir uyanma sağlardı.


    İnsan nitelik dokusu‘nun
    eğitim boyutu dışında kalan diğer boyutlarında yetmezlikler varsa, bu durumda
    eğitimin rolü negatife dönebilir. (Eski bir Çin atasözü: “Kaplanın kanatları olsaydı yapabileceği
    kötülüklerin sınırı olmazdı
    “)


    Bu soruya
    cevap ararken muhtemelen “
    Zengin
    Öğrenme Ortamı
    ” (ZÖO) adı
    verilen kavramla karşılaşılacaktı. Yürüme, konuşma vb becerileri, bu
    becerileri kullanan kişilerle birlikte ve de en önemlisi o becerilerin
    sağlayacağı yararları yakından gözleyip ikna olarak düşe kalka, zahmetlice
    yürümeyi öğrendik. Henüz eğitim sistemimiz içine girmemiş ZÖO kavramı, eğitim
    kavramı sorgulanamaz hale gelmeyip bu soru sorulabilmiş olsaydı belki de çok
    önceleri sistemimiz içine girmiş olacaktı.

    Yasaklar kötüdür, ilkeldir (“yasaklar yasaklanmalı” söylemi)

    Herhangi bir kurumun sorumlu olduğu
    görevleri yerine getirebilmesinde yararlanacağı araçlar paletinde yasaklar da
    dahil çok sayıda araç bulunmalıdır. Yasakların bu şekilde sistem dışına
    itilmesi, seyrek de olsa kullanımı gereken bu aracı başvurulamaz kılar.


    Yasaklara
    başvurmada kullanılabilecek yol gösterici bir ilke var mıdır, nedir?

     

     

     

     


    Yasaklar kötüdür sloganı nedeniyle çözemediğimiz sorunlarımız var mıdır?


    Örneğin, “Canlı -insan ve hayvan- yaşamını geri
    döndürülemez biçimde riske edebilecek kaçınılabilir eylemler doğrudan
    yasaklanmalı; bunun dışındaki durumlarda daha yumuşak, eğitici, uyarıcı
    önlemler kullanılmalı
    ” gibisinden bir ilke gerek kural koyucuların
    gerekse uygulayıcıların işlerini kolaylaştırabilirdi. Böylelikle, mesela
    çocukları uyuşturucuya alıştırarak kazanç sağlamayı amaçlamış çetelerin
    faaliyetlerine sıfır tolerans gösterilmiş olacaktır.


    Çözemediğimiz
    (kronik) sorunları (veya sorun bileşenlerini) bu soru ile filtre ederek
    bazılarını çözmek mümkün olabilirdi.

    Kadına şiddete hayır..


    Kadına
    şiddet (KŞ) olgusunun kendi başına var olabilen, soyutlanmış bir olgu olduğu,
    devlet isterse bunu önleyebileceği gibi gerçekdışı anlayışa yol açar.



    olgusunun kültürel ve ekonomik boyutları göz ardı edilerek bu slogana ümit
    bağlanır.


    Doğrudan
    KŞ olgusuna yönelik önlemler sonuç vermedikçe daha şiddetli önlemler alınır.
    Bu defa başka sorunlar doğmaya başlar.


    KŞ,
    kökleri ve başka sorunlarla ilişkileri tam anlaşılmadan “
    kurcalama
    yoluyla çözülemez.


    KŞ başka
    sorunlarla ilişiği bulunmayan kendi üzerine kapalı bir sorun mudur?


    Erkeklere,
    çocuklara, hayvanlara şiddet de var mıdır? Ne boyuttadır ve niçin fazlaca gündeme
    gelmemektedir?


    Töreler
    ile şiddetin ilişkisi nedir?

     

     


    Dini
    inançların, kadını ikinci sınıf gören biçimde “yorumlanması”nın sebepleri
    nelerdir, nasıl giderilebilir?


    Medyadaki
    şiddet içeren diziler, filmler
    genel bir şiddet eğilimine ne ölçüde katkı yapıyor? Bu konuda hangi
    araştırmalar kimlerce yapılabilir? Başka ülkelerde benzer konulu
    çalışmalardan nasıl yararlanılabilir?


    Çocuk
    yetiştirme kültürümüz ile genelde şiddet ve özelde KŞ arasında bağ var mıdır?


    Burada
    sıralanan ve sıralanmamakla birlikte akla gelebilecek sorulara verilecek
    cevapları içeren bir “Şiddetin Köklerinin Ortadan Kaldırılması” konulu bir
    Politika Belgesi nasıl hazırlanabilir ve nasıl bir yöntemle uygulamaya
    sokulabilir?

     

     


    Bu soruya
    verilecek cevap, hangi alanlardaki sorunların birleşerek KŞ olgusunu ortaya
    çıkardığını  netleştirirdi.


    Böylece bu
    alanlardaki şiddetin çok daha yaygın olduğu anlaşılır ve şiddet bir bütün
    olarak mercek altına alınırdı?

     


    Törelerin
    yaptırım araçlarının doğrudan doğruya şiddete dayalı olduğu ve toplumun
    yaklaşık %60’ının törelere bağlı olduğu görülür ve töre hukuku yerine
    evrensel hukukun geçirilmesi yoluna gidilirdi.


    Bu tür
    yanlış yorumların yalnızca KŞ konusunda değil bambaşka alanlarda da ortaya
    çıktığı anlaşılarak o alanlarda da düzelmelere yol açılır.


    Şiddetin
    her topluma özgü nedenleri olabileceği gibi ortak nedenleri de olabilir ve
    bunların bir bölümü toplum gündemine hiç gelmemiş olabilir. Bu yolla şiddetin
    kaynaklarına doğru gerçekçi bir yaklaşım yapılmış olur.

     


    Çocuklarımızı
    daha iyi yetiştirebilecek ipuçları edinilir.

     

     


    Böylesi
    bir politika belgesinin paydaşları tahmin edilebileceği gibi son derece
    yaygındır. Bu yaygınlıktaki bir paydaş ağının uyumlu eylemlerini
    sağlayabilecek bir yöntem, sadece bu alanlarda değil başka alanlarda da işe
    yarayacaktır.

    Okul müfredatları içinden seçilmiş ezberler…

    Bir üçgenin iç açılarının toplamı 180
    derecedir.


    Öğrenci
    -eğri yüzeyler üzerindekiler de dahil- tüm üçgenlerin bu kurala uyduğunu sanabilir.


    Konu
    sadece üçgenlerle sınırlı kalmayıp, belirli koşullar altında geçerli olan tüm
    doğruları mutlak doğru olarak
    kabule kadar gidebilir.


    Açıları
    toplamı 180’den farklı bir üçgen olabilir mi? Nasıl?


    Açıları
    toplamı 180 derece olan üçgenler ancak düzlem üzerine çizili olanlar
    olduğuna, düzlem ise ancak hipotetik olarak mevcut olup gerçek yaşamda
    karşılığı pek güç bulunabilecek bir yüzey olduğuna göre, çeşitli yüzeyler
    üzerine çizili üçgenlerin açılarının toplamları da 180 olmayacaktır.
    Öğrenciler böylelikle tüm doğruların “belirli koşullar altında” doğru
    olacağını, koşulsuz doğrular ileri sürüldüğünde kuşkulanmak gerektiğini
    anlayabileceklerdir. Kuşku ise bilimin temelidir. Böylelikle, bir üçgenin iç
    açılarının sorgulanması yoluyla bilimsel düşünmenin yerleşmesine katkı
    yapılabilirdi.

    Sınavlarda kopyaya karşı gözetim


    Herkes
    potansiyel hırsız olarak varsayılır.


    Kendine ve
    başkalarına güvenmeyen insanlar yetiştirilir.


    Herhangi
    bir kanıt olmadan da başkalarını kolayca suçlayabilen insan tipi ortaya çıkar.


    Gözetim
    kopya çekenlere karşı bir önlem olduğuna ve herkes de kopya çekmeyeceğine
    göre, kopya çekmeyenlere haksızlık yapılmaktadır. Bu haksızlığı önlemenin
    yolu var mıdır? Nasıl?


    Sınavlarda
    ancak kopya çekerek başarı sağlayanlar gözetime de karşı çareler
    bulacaklarına göre gözetim ne işe yarıyor?


    Bu soru
    doğrudan
    Onur
    Sistemi
    adı verilen gözetimsiz sınava
    götürürdü.

     

     

     


    Bu
    soruyla, öğrenciler arasında kopyaya karşı bir sosyal baskı ortamı oluşturmanın
    gözetimden daha etkili olacağı anlaşılırdı.

    Bütüncül tarih yerine kronoloji öğretimi


    Her biri
    farklı nedenlerle ortaya çıktığı için birbiriyle ilişkisi bulunmayan olayları
    tarih sırasına göre öğrenmek, gerçekte ne olup bittiğini anlamamaya yol açar.
    Bu ise tarihin amacı olan “geçmişten
    öğrenip geleceği şekillendirmek
    ” temel amacına hizmet etmez.


    Tarih
    sırasıyla meydana geldiği öğrenilen her olay için: Bu niçin olmuştur sorusunun sorulması yeterlidir.


    Bu soru,
    her olayın ardında onu güden bir dizi etkenin olduğunu ve bu etkenlerin az
    sayıda (askerlik, diplomasi, keşifler,
    icatlar, sanat, bilim, iklim değişiklikleri, göçler
    gibi) olduğunun
    anlaşılmasına yol açacaktır.

    İnsanın doğaya egemen olup medeniyet kurduğu


    Ekosistem
    içindeki (canlı ve cansız) tüm varlıkların ancak birbirlerinin varlığına
    saygı göstererek hayatta kalabileceği büyük gerçeğini ıskalar.


    İnsan’ın,
    diğer canlılar, bitkiler, taş-toprak, hava-su gibi bileşenler içindeki yeri
    nedir?

     

     

     


    Doğanın bir parçasının doğanın bütününe egemen
    olmasında
    ” bir tutarsızlık var mıdır?


    İnsan’ın
    besin zincirinin tepesinde olması nedeniyle “üstün varlık” sayılmasının,
    kendisine vermiş olduğu bir paye olduğu; besin zincirinin tepesinde
    olabilmesinin, besin zincirini besleyen bütünü (doğa) tahrip etmek pahasına
    sürdürdüğü; buna göre -kendi varlığını sürdürme açısından dahi- riskli bir
    konumda olduğunu anlayabili ve tutum ve davranışlarını buna göre
    düzenleyebilirdi.


    Bu soru
    yoluyla, doğaya egemen olmanın değil, onun tüm bileşenleriyle uyumlu yaşamanın
    övünç kaynağı olabileceğini idrak ederdi.

    En iyi öğrenmenin tekrar yoluyla koşullandırarak sağlanabildiği..


    Öğrenme ile beyine kazıma
    farkı belirsizleşir.


    Canlıların
    en değerli yeteneği olan “ihtiyaçlarını
    zahmetsizce öğrenebilmek
    ” körelir.


    Bireyin
    yaşam hakkına eşdeğer sayılabilecek koşullanmama hakkı çiğnenir; bilgilenme
    hakkı elinden alınmış olur.


    Tekrar
    sürecinde beyinde ne olmaktadır? Tekrar yoluyla beyine kazınmış bir bilginin
    isteyerek unutması (unlearning)
    gerektiğinde bu kalıcı bağlantı ne gibi sakıncalar yaratabilir?

     


    Koşullanmaksızın
    öğrenmek mümkün müdür?

     

     

     

     


    Bir defada
    tekrarsız öğrenme (zero-trial-learning) mümkün müdür?

     

     


    Öğrenme ve tekrar arasında
    bir bağlantı olduğu görünüyor. Ancak bu tekrarın sayısı, şiddeti, aralıkları
    vb karakteristikleri bilinmeden yapılacak tekrarların zararlı olması da
    kuvvetle olasıdır. Kişilerin kendi kontrollarında yapılabilecek tekrarların,
    dışımızdakilerce -belli niyetlerle- yapılabilecek tekrarlardan (örn.
    reklamlar, ideolojik indoktrinasyon gibi) ayrılması mümkün olabilirdi.


    Koşullandırma,  herhangi bir bilginin diğer olası
    seçenekleri sorgulama ihtiyacı duyulamayacak şekilde
    belleklere
    yerleştirilmesidir. Bunun başlıca yollarından birisi “tekrar” yöntemidir.

    Kişinin,
    yaşamın kendisine sunduğu çeşitli seçenekleri göremeyecek şekilde kör
    edilmemesi için, koşullanmama hakkı bireyin yaşam hakkına eşit bir özenle
    korunmalıdır.


    Bu heyecan
    verici tekniğin öğrenilmesi mümkün olabilirdi.

    Siyaset alanından seçilmiş ezberler..

    Siyasi Partiler’in (SP) asli işlevi halkın
    sorunlarını çözmektir.


    Halkın
    kendi sorunlarını çözdüğü rejimin adı “demokrasi”dir. Bu ezber, demokrasinin
    en temel dayanağını reddeder.

      SP,
    halkın, sorunlarını (STK, sendika, vakıf, platform, meslek örgütü, üst
    örgütlenmeler vbg yolu ile) çözebilmesi için  sahip olmaları gereken özgürlük ortamını sağlamak ve
    taleplerinin uygulamalarını yine halkın istekleri doğrultusunda denetlemekle
    görevlidirler. Bu ezber, bu asli görevin yapılmayışına yol açar.

      Halkın
    sorunlarını halk adına çözme girişimleri kolayca çeşitli türde istismarlara
    yol açabilir.


    Halkın
    sorunlarını kendisi mi yoksa SP mi çözecek?

     

     

     


    Sorunları
    halk adına SP çözecek ise, halk bazı yetkilerini (yani hak ve özgürlüklerini)
    SP’e devretmelidir. Bunun otokratik rejimlerden farkı nedir?


    Birden
    fazla SP, aynı anda halkın sorunlarını çözme yarışına girerse bundan
    doğabilecek sakıncalar neler olur?


    Bu soru
    sorulsaydı, SP daha anlamlı bir role (halkın sorunlarını çözmesi için uygun
    ortam yaratmak) çekilebilirdi. Ülkemizde peryodik olarak sorunların çözülemez
    duruma gelip sonra da darbelerin gerçekleşmesinde, SP’in kendilerini
    konumlandırdıkları bu “halk adına sorun çözme” rolünün payı vardır. Halk bir
    yandan da giderek sorun çözme kabiliyeti düşük bir duruma gelir.


    Bu soru,
    demokrasinin anlamının daha iyi kavranmasına, hak ve özgürlüklerine daha
    sarılmasına yol açacaktı.

     

     


    Halkın
    bugün siyasetten soğumuş, siyasetçileri aşağılar durumda olmasının altındaki
    kök nedenlerin başında, SP’in bu “halk adına sorun çözme” adını taşıyan,
    aslında ise etkisiz ve istismara açık kabul yatmaktadır. Bu soru, siyasetin
    de saygınlığına katkıda bulunacaktı.

    TBMM çalışmalarında muhalefet partilerinin
    önergeleri reddedilir; bunun aksi “gol yemek”tir.

    Muhalefet önerilerinin kategorik olarak
    reddi, olası katkıların göz ardı edilmesine, muhalefetin kendini dikkate
    aldıracağı daha rahatsız edici yollar aramasına yol açar.


    İktidar
    partilerine mensup milletvekilleri, muhalefetten gelen önerilerden bazılarını
    kabul etmenin niçin bu denli zafiyet sayıldığını kendi kendilerine ve grup
    yöneticilerine sorabililirlerdi.


    İktidar ve
    muhalefet arasındaki ilişkiler, duygusal planda galip gelme düzeyinden akli
    düzeyde daha anlamlı bir rekabete dönüşebilirdi.


    Uzlaşı
    kültürünün gelişmesine katkı sağlanırdı.

    Hayvanlarla ilgili seçilmiş ezberler…..

    Hayvanların duyguları yoktur; İnsanlar
    hayvanlardan daha akıllıdır; Hayvanlar insanlar için var edilmişlerdir…vs


    İnsan söz
    konusu olduğunda son derece sevecen, nazik olabilen insanlar, bu ezber
    nedeniyle hayvanlara her türlü kötü muameleyi yapabiliyor.


    Hayvan
    deneylerini savunanlar, bunların insanların iyiliği için yapıldığını öne
    sürerek  kendilerini haklı
    çıkarırken bir argüman olarak da yine bu ezberi kullanıyorlar.


    Hemen
    hemen tüm ezber kalıplarını sorgulamada kullanılabilecek anahtar soru burada
    da kullanılabilirdi: Hayvanlara bu
    kadar zalimane davranmayı haklı gösteren bu yargılarınızın doğruluğundan
    nasıl emin olabiliyorsunuz
    ?


    Kulaktan
    dolma, doğruluğu konusunda akla, bilime uyan herhangi bir kanıtın bulunmadığı
    bu tür kalıpların, başka canlılar ve varlıkların (taş, toprak, hava, su gibi)
    var olma haklarını gasbetmemize yol açtığını; bunun da dönerek kendi
    yaşamlarımızın sürdürülebilirliğini tehlikeye attığını idrak edebilir ve ona
    göre davranırdık.

     

    17 Şubat 12 Cuma

  • “Sorgulan(a)mayan Kalıplar” niçin zararlıdırlar?

    “Sorgulan(a)mayan Kalıplar” niçin zararlıdırlar?

    Gerek okul gerekse toplumun diğer kesitlerindeki “sorgulanmayan ya da sorgulanamayan (ezber sözcüğünün gerçek anlamı) kalıplar” hakkında son günlerde yaptığımız bir çalışma, önemli bir gerçeği ortaya çıkardı.

    Kalıpların kendileri değil sorgulan(a)mamaları zararlıdır!

    1994 yılında Ezbere Hayır! kampanyasıyla gündeme gelen ezber kavramı giderek kastedilenden farklı bir anlam kazandı.  Öyle ki, sanki belleğe yerleştirilen (ezber) bir kalıbın -ne olursa olsun- zararlı olduğu anlayışı yaygınlaştı. Öğretmenler, ezber yaptırmadıkları konusunu bir övünç aracı olarak kullanmaya başladılar; Milli Eğitim dahi ezbersiz eğitim deyimini kullanmaya başladı.

    Bu nedenle bir defa daha, birkaç terimin açıklanarak tanım kargaşasına bir son verilmeye çalışılacak:

    Ö      Bellemek: Bir bilginin bellek’te (hafıza) tutulması. (örn. önemli telefon numaraları, çarpım tablosu, yabancı dilde sözcükler, formüller vs),

    Ö      Kalıp: Yaşamda sık kullanıldığı için kolay hatırlamaya yardımcı olmak üzere birer sabit söylem haline getirilmiş söz dizisi (örn. üçgenin iç açılarının toplamı, suyun elektriği iletmediği, paydaları eşit olmayan kesirlerin paydalarını eşitlemek için birbiriyle çarpılacağı, suyun sıfır derecede donduğu vs).

    Ö      Ezber: 2 ayrı anlamı var..

    1.     Gerçek anlamı: Sorgulanamazlık, sorgulamaya konu olamayan, dolayısıyla da herhangi bir koşula tabi olmayan, koşulsuz doğru.

    2.     Anlam kayması yoluyla zaman içinde kazandığı anlam: Bellemek

    Ö      Ezbere Hayır! projesi, ezber’in bunlardan birincisine (sorgulanamazlığa) yönelik olup, Sorgulanamazlığa Hayır! biçiminde anlaşılmalıdır.

    Ö      Kalıplar yararlı mı zararlı mı? Kalıplar koşulsuz olarak kullanılırsa zararlı, koşulları hatırda tutularak kullanılırsa yararlıdır. (Örn. “su sıfır derecede donar” kalıbı bu şekilde ileri sürülür ise yanlışa yönlendirebilirken; “tuz içermeyen su, normal basınç koşullarında sıfır derecede donar” şeklinde koşullu olarak belirtilirse daha doğru olur)

    Ö      Koşulsuz kalıplar niçin zararlıdır? Koşulsuz kalıplar soru sormanın önünü keser. Koşullu kalıplar ise, o koşlların dışında ne olup bittiğini sormayı özendireceği için merakı tahrik eder. Merak ise her şeyin temelidir. (Örn. “Suyu normal basınç koşullarının dışında daha yüksek veya daha düşük  sıcaklıklarda dondurmak nasıl mümkün olur? sorusu, koşullu kalıp nedeniyle akla gelir. Bu ise birçok yeniliğin önünü açar)

    Ö      Koşullar sorgulama yoluyla ortaya çıkarılır: Koşulsuz olarak önümüze konulanr bir kalıp sorgulamaya kapalı olsa da, sorulacak her soru, bu kalıbın daha işlevsel hale gelmesine, bu kalıptan yeni bilgiler üretilebilmesine yol açar.

    Ö      Peki -sorgulanabilen ya da sorgulamaya kapalı- ezber kalıpların hepsi doğru mudur? Hayır, kalıpların doğruluğu ya da yanlışlığı, koşullu ya da koşulsuz olmanın dışında da sorgulanabilmelidir. Örneğin, “yılanın başı küçükken ezilmelidir” kalıbı muhtemelen “sorunlar büyümeden çözülmelidir” ya da “kötülükler dal budak sarmadan önlenmelidir” anlamında söylenmişse de, zamanla doğanın en yararlı yaratıkları olan yılanların “zararlı oldukları ve her görüldüğü yerde kafalarının ezilmesi gerektiği” gibi son derece vahşiyane ve tabii yanlış bir ifadeye dönüşmüştür.

    Görüldüğü gibi bu kalıp da şu sorularla sorgulanabilseydi bu zararlı ve yaygın sonuç ortaya çıkmayabilecekti:

    –        Yılanlar niçin öldürülmelidir?

    –        Yılan zararlı ise doğada niye vardır?

    –        Yılanın faydaları neler olabilir?

    –        Yılanlar insanlara zarar verir mi?

    –        Ne zaman zarar verirler?

    –        Yılan ya da herhangi bir hayvanın zarar vermemesi için ne yapmak gerekir?

    –        Bir yılanın gözlerine hiç baktınız mı?

    –        En zararlı hayvan hangisidir? (cevabı basit olsa da sorulması iyi olur)

    Sonuç: Ezber kalıpların zararlı oldukları gibi bir kanı doğru değildir. Zararlı olan, herhangi bir yargıyı koşulsuz, mutlak olarak niteleyerek, hakkında soru sormanın önünü kesmektir.

    6 Mart 12 Salı

  • UZAKTAN EĞİTİM VE RTÜK!

    UZAKTAN EĞİTİM VE RTÜK!

    30 Mayıs 1998. TV kanallarından birisi. Hemen hepsinde bir benzeri her akşam oynatılan kiloluk filmlerden birisi: Bir soygun sırasında yaralanan bir gangster, kaçıp şehir dışında bir veterinerin evine tedavi amacıyla ve silah zoruyla girer. Yarası sarıldıktan sonra, adamı bir sandalyeye bağlayarak, gözünün önünde -bu işlere gayet teşne olan- karısı ile uzun uzun oynaşırlar. Buna dayanamayan koca banyoda kendini tavana asıp öldürür. Filmin geri kalan kısmında, tamamı birer kasap durumunda olan kadın ve erkek oyuncular, birer seyyar top denilebilecek silahlar marifetiyle yaklaşık 50-60 kişiyi parçalarlar ve film, çalınan paranın, en acımasız bir çiftin elinde kalıp Meksika sınırını aşmalarıyla biter.

    Film renkli ve son derece hareketlidir. İnsanların “temel içgüdüleri”nden en az birisine -şiddetin ancak gelişmemiş insanlarda olduğu varsayılırsa- hitap etmektedir. Birçok insan açısından gündelik hayatta pratik(!) yararlar sağlayabilecek beceriler(!) içermektedir.

    Bu özellikleriyle film -ve benzerleri- “eğitsel etkenlik” açısından en tepede sayılmak gerekir. Hele hele, TRT’de yayımlanan açık öğretim programlarının sıkıcılığı ve etkisizliği ile karşılaştırılır gibi değildir.

    Bunun anlamı, çocuk ve gençler üzerinde kalıcı davranış oluşturmada bu filmlerin olağanüstü etkisidir. Eğitimin amaçlarından birisinin de “kalıcı davranışlar kazandırmak” olduğu düşünülürse, bu yapılana “uzaktan eğitim” denilmesinde hiçbir hata yoktur.

    Nitekim, yüzlerce kanalında 24 saat buna benzer filmler oynatan A.B.D.’de, ilkokul çocuklarının gözlerini kırpmadan dizi cinayetler işleyebilmelerinde bu tür filmlerin etkisi açıkça görülmektedir. Bizim de kanal sayımız ve TV bağımlılığımız arttıkça, aynı cinnet düzeylerine erişeceğimizden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.

    Diğer yandan hemen her gün kanallardan birisi, RTÜK kararıyla kapatılır. Ekranlarda görülen gerekçe dikkatle okunursa, gerçekten de tüyler ürpertici etkilerin nerelere uzandığı anlaşılır.

    Ama bu gibi ekran karartmaların hiçbir etkisinin olmadığı görülüyor. Şimdi sorulması gereken soru şudur: RTÜK üyeleri içinde -benim tanıdıklarım açısından- son derece aklı başında insanlar var. Onların da bu film -ve benzeri sapıklıklardan- etkilendikleri, bunları önlemek için içlerinin yandığını tahmin etmek güç değil.

    Acaba nasıl oluyor da bu üyeler, 40 milyon seyircinin baskı gücünü harekete geçirmek yerine, genelde sevimsiz karşılanan ekran karartma cezalarıyla bu işi önlemeye çalışıyorlar? Sapıklık tacirlerinin de bunu “basın özgürlüğünün ihlali” olarak kullanmasına çanak tutuluyor.

    TV kanallarında kimin neden sorumlu olduğunu, onlara nasıl erişileceğini bilen çok az kimse vardır. Acaba, RTÜK elindeki baskı gücünü kullansa ve her program yayınlanırken ekranın bir köşesine bir “iletişim bilgileri köşesi” yerleştirse, telefonu olan telefonla, faksı olan faksla , e-posta kullanan ise bu yolla olumlu ve olumsuz tepkilerini dile getirse, hatta ekrandaki çekim sahnelerinin “ölü bölgeleri” denilebilecek bölgelerinden yararlanarak RTÜK iletişim bilgilerini de koysa, böylece oluşacak baskı çok daha etkin olmaz mı?

    Bir alanı düzenlemekten sorumlu her kamu kurumunun ilk (ve belki de tek) yapması gereken, o konuda yaygın bir şikayet sistemini kurmak ve işletmek’ten ibarettir. Nasıl olur da bu düşünülemez?

    RTÜK yasasının buna izin verip vermediği konusu belki ileri sürülebilir. Yasaların, nelerin yapılmayacağını düzenleyen kurumlar olarak anlaşılması gerekir. Nelerin yapılacağını yasalarda aramak ancak bizim ülkemize özgü bir tuhaflıktır. Ayrıca da bu kadar TV kanalı içinde herhalde bir tane aklı başında birisi çıkıp, örnek oluşturmak için bunu yapabilir. Bu dahi uzun vadede yaygınlaştırıcı etki yapacaktır.

    Bilgi toplumu olma yolunda bunca söz üreten toplumumuzda, bilgilenmenin ve buna dayalı etki üretmenin bu ucuz, kolay ve demokratik yolunu savunabilecek bir sivil toplum kuruluşu acaba çıkar mı?

    Barışı, hoşgörüyü, uzlaşmayı savunan, çatışmaları durdurmak, buralara harcanan enerjileri olumlu işlere yönlendirmek isteyen gönüllü kuruluşlar içinde acaba bunu bir proje olarak ele alabilecek bir tanesi yok mudur?

    Demokrat olmak, sadece iri sözler söylemek, babacan tavır takınmak, geçmiş ünvanlarıyla övünmekten, birbirine plaketler vermekten mi ibarettir?

    Sadece bir TV kanalının, sadece bir RTÜK üyesinin, sadece bir gönüllü kuruluşun, “denetim ancak yaygın şikayet sistemleriyle yapılabilir” ilkesini anlayıp harekete geçmesini beklemek acaba çok şey mi istemektir?

  • Karmaşıklığı sürdürmek zordur

    Karmaşıklığı sürdürmek zordur

    Yaşamımızı kolaylaştıran şeyler birer karmaşıklık (kompleksite) ürünüdür. Buğday tohumunun buğday, buğdayın un, unun kek haline gelmesi adım adım karmaşıklığı artırır. Artan karmaşıklık doğru yönetilebilirse refah -bazen de mutluluk-, yönetilemezse karışıklık, huzursuzluk ve sonunda refah azalması ve daha da sürerse toplumların parçalanmasına yol açar.

    Joseph Tainter, 1988’de yazmış olduğu Karmaşık Toplumların Çöküşü adlı eserinde, karmaşıklığın yönetilemediği bir noktaya ulaşan toplumların nasıl çökmeye başladıklarını anlatıyor. Karmaşıklığın getirileri pozitif iken sesi çıkmayan toplumlar, bu getiriyi sağlamak için ödenen bedeller arttıkça huzursuzlanır; bir noktadan sonra ise, ödedikleri bedel (yani vergi, çalışma, sıkıntılara katlanma gibi) artıp getiri de negatife dönünce artık birarada yaşamanın gereksizliğini anlarlar. Toplumların parçalanmaya başladıkları nokta burasıdır.

    Tainter, karmaşıklığın yönetimini, karmaşıklığın yarattığı sorunları çözebilme becerisi olarak tanımlıyor.

    Karmaşıklık bireysel ölçekte nasıl yönetilir?

    Tumturaklı sözcükler kümesine son yıllarda girenlerden “yönetmek” sözcüğü, bireysel ölçekte genellikle şu anlama gelir: “sahip olmak istediğin yaşam kolaylaştırıcıların (konfor) bedelini nasıl ödeyeceksin?”

    Verilebilecek cevaplar şunlar olabilir:

    Ö      Şu anda sahip olduğum gelir, söz konusu bedeli ödemeye yeterlidir.

    Ö      Daha çok çalışıp aradaki farkı karşılayacağım,

    Ö      Yeni beceriler kazanarak karşılayacağım,

    Ö      Değerlerimi satarak karşılayacağım:

    –        Elimdeki yetkileri (varsa) satarak (halk arasında rüşvet deniliyor),

    –        Doğru-iyi-güzel değerlerimden para edenleri değiştireceğim (halk arasında dönek deniliyor),

    –        Cinselliğimi satarak (halk arasında İ.. veya O.. deniliyor),

    –        ve giderek daha az getiri sağlayan yollarla (çanta çarpmak, yol kesmek vd) .

    Ö      Hiç bir şey yapmayacağım; kaos olmasını, böylece herşeyin bedelinin önce sonsuza sonra da sıfıra inmesini bekleyeceğim.

    Görüldüğü gibi yöntemler giderek ödeme güçlüğü yaratır dizidedir.

    Kişinin üretimi ile arzuları arasındaki makas giderek açılıyor..

    Bu makas açıldıkça yukardaki yöntemler sırasıyla devreye giriyor. Ayrıca, mesele sadece bireysel ölçekteki iflas etmişlik (her anlamda) ile bitmiyor; hayvanı, bitkisi, taşı toprağı ile bizi çevreleyen ortam da iflasa sürükleniyor.

    Ve bütün bunlara karşı tek çare görünüyor: Yeni bir tüketim ahlakı oluşturmak!

    10 Mart 12 Cumartesi

  • Planlar ve vizyon..

    Planlar ve vizyon..

    Özel şirketlerin, kamu kuruluşlarının, STK ve varsa diğerlerinin, sürekli olarak planlar -hem de stratejik- hazırlamaları çiğnenemez bir töredir.

    Her birisinin amacı farklı da olsa hemen hepsinde ortak iki başlık vardır:

    1.     Mevcut durum (envanter, GZFT[1] vs adları altında) tesbiti,

    2.     Vizyon.

    Her ne kadar birincisi daha tumturaklı görünse de, planların belirleyici öğesi “vizyon”dur.

    Bir yandan da vizyon ifadeleri içine, “zihinsel bulanıklık”, “kavramsal bulanıklık”, “ifade bulanıklığı”, “süslü söz hastalığı” gibi enfeksiyon ajanları sızar.

    Peki bu vizyon aslında neye yarar? Kısacası, “bir kitleyi belirli bir yönde uygun adım yürütmeye, yol boyunca saptırıcı etkileri en aza indirmeye” yarar.

    Sorunlar başlıyor!

    Vizyon ile ilgili sorunlar, bu sözcüğün anlamı ile kavramsal tanımı arasındaki farktan başlar. Vizyon, sözlükteki anlam olarak “fiziksel görüş“, yüklenmiş anlam olarak ise “zaman içinde uzağı görebilme“dir.

    Vizyon’a yüklenen ikinci anlam, “ileriye doğru konumlanma” bağlamındadır. İleriye doğru konumlanma şu dört bileşeni içeriyor:

    Bileşen 1.   Zaman içinde ileriye doğru, her an için korunması gereken bir “öz-niyet”. Bir diğer deyişle, “niçin varsın?” sorusunun cevabı ki buna misyon da deniliyor.

    Bileşen 2.   Zaman içinde ileriye doğru, her an için korunması gereken “öz-değerler”. Bunlar, “öz-niyet” ve “Büyük İddialı Sonuç”un, uygunluğunu denetlemeye yarar. Burada uygunluk deyimiyle doğruluk-yanlışlık açısından[2] doğru olup olmadığını; iyilik-kötülük açısından iyi olup olmadığını ve güzellik-çirkinlik açısından da güzel olup olmadığını denetlemeye yarar.

    Bileşen 3.   Zaman içinde (duruma göre 5-30 yıl gibi) belirli uzak bir vadede varılmak istenilen önemli hedef demek olan “Büyük İddialı Sonuç”. Buna ülkü de deniliyor.

    Bileşen 4.   Ve nihayet, Büyük İddialı Sonuç’a (ülkü) varıldığında ortaya çıkabilecek olumluluklar (envisioned vision).

    Vizyon, her biri böylece belirli hale getirilmesi gereken dört bileşenden oluşuyor. Şu an’dan, uzak gelecekteki bir an’a kadar her saniyenin, bu dört bileşenin kontrolunda olması gerektiği, ancak bu durumda bir vizyon’dan söz edilebileceği, bunun dışında üretilebilecek süslü vizyon ifadelerinin bir anlamı olmayacağı görünüyor.

    Bir vizyon, bu bileşenleri içermekle birlikte yine de işe yarar olmayabilir. Bunun için şu işe yararlık sınıflarının tanımladığı alanlardan hangilerine ne kadar girildiğine[3] dikkat edilmelidir:

    İşe yararlık alanı 1.          Öz’e ait (core): Tam olarak yol göstericilik (işin öz’ü) amaçlı.

    İşe yararlık alanı 2.          Özlemsel (aspiration): Gerçekleştirilmesi yolunda içtenlikli bir çaba harcanmamasına karşın hiç olmazsa sözel olarak tatmin sağlama amaçlı.

    İşe yararlık alanı 3.          Olağan (permission-to-play): Zaten olması gerekenlerin tekrarı amaçlı (örn. Dürüstlüğün bir öz-değer olarak ileri sürülmesi gibi)

    İşe yararlık alanı 4.          Rastlantısal (accidental): Kalıcı olmayabilecek bir rastlatıya uygunluk sağlamak amaçlı. (örn. spora meraklı bir yöneticinin, “herkesin sportmen olacağı bir firma”yı bir vizyon olarak benimsemesi gibi)

    Bir vizyon ortaya nasıl koyulmalı?

    Bir uzmanlar grubu veya bir buyurgan yönetici veya bir lider ya da kalabalık bir topluluk.. Acaba hangisi bir vizyon ileri sürebilir?

    Vizyonu, bunlardan herhangi birisi ortaya atabilirse de, kimin ortaya attığının önemi sınırlıdır. Esas önemli olan:

     (a)      Vizyonun kavraması öngörülen kitlenin her bireyinin o vizyon içinde kendisini konumlandırabileceği bir yer bulabilmesi,

     (b)     Vizyonun ilham ve heyecan verici olması,

     (c)      Vizyon -ve ifadesinin- “efradını cami, ağyarını mani[4]” olması,

     (d)     Kavranacak kitlenin –ki bir firmanın çalışanları, bir spor klübünün taraftarları, bir  sanayi sektörü ya da bütün bir ulus olabilir– somut desteğini alabilmesi; yani, kitlenin bu vizyon uğrunda çaba harcamayı anlamlı bulması.

    (Örnekler için örnek sunumun 23 ve 24ncü yansılarına bakılabilir)

    Vizyon adlı dört bileşenli yol gösterici “sistem”in (a)……(c) olarak sıralanan olmazsa olmaz koşullarının başında, “kişinin, vizyon içinde kendisini konumlandırabileceği bir yer bulması” geliyor.

    O halde, bireylere hitap etmeyen, onların dışındaki oluşumların (firma, STK, sektör ya da toplum) çıkarlarını gözeten vizyonlar birer çöp değerindedir; övünmekten başka işe yaramazlar.

    İlanen duyurulur J

    27.03.2012

     

     

  • Deprem için konut..

    Deprem için konut..

    Önce bir anektod: 1980 yılında yaklaşık 3000 kişinin öldüğü Udine (İtalya) depreminde, Udine’nin en büyük sanayi tesisi olan demir-çelik fabrikası da –çelik konstrüksiyon olmasına rağmen- yıkılmıştı. Tesisin sahibi Andrea Pittini, bu tarihten sonra tüm kaynaklarını Udine’nin yeniden inşaına katkıda bulunmaya hasrediyor; ama yenilikçi bir yolla.

    Çok sayıda bina –çoğu 2-3 katlı- yıkılmış. Bu kadar çok binanın tekrar –nihai plana uygun olarak- yapımı yerel veya merkezi idarenin imkanları dışına çıkıyor. Dolayısıyla bileşik bir model arayışına giriyorlar ve çeşitli çözüm paylarından bir payın da kendi evini yapmak için:

    (a)   Emeğini ayni olarak koymaya razı,

    (b)  Evin tamamını başlangıçta tam olarak yapmak yerine, bazı bölümlerini zaman içinde tamamlamaya razı

    kişilere ayrılacağı bir model geliştiriyorlar. Nitekim, bay Pittini’nin sekreteri, nihai planı yaklaşık 200 metrekare olan evinin 1 odası, mutfak ve tuvalet kısmını kullanılacak hale getirmiş; geri kalan kısmı sadece duvarları örülmüş biçimde –para biriktirip tamamlamak üzere- bırakılmış.

    Evin en önemli bölümü olan çatı ise bay Pittini’nin yenilikçi bir fikirle katkıda bulunduğu kısım. Tavan kısmının ağırlığını taşımak üzere fligran kirişlerin demir donatılarını fabrikasında üretip son derece uygun fiyatla halkın kullanımına sunmuş.

    1986 Şubat ayında yaptıımız ziyaret sırasında, bir baba ve oğlu, yaklaşık 60 metrekarelik bir evin çatısını –bizim gözümüzün önünde- 1 saat içinde kapattılar.

    Çıkarılabilecek ders: 23 Ekim 2011 Van depremi muhtemelen, İstanbul başta olmak üzere tüm yurttaki konut stokunun gözden geçirilip yenilenmek isteneceği bir süreci başlatmış oldu. Kuşkusuz, yeterli sağlamlıkta olmayan binaların yıkılıp yerine yenilerinin yapılması gibi bir çözüm karmaşık sorunları çözme konusunda bir yetersizliği –ezelden beri- bulunan toplumlar için pek cazip görünebilir.

    Fakat bunun maliyetinin tamamen kamu bütçesinden karşılanması güç olacağı için, maliyet unsurlarının bir bölümünün yurttaşların kendilerince –ayni ve/ya nakdi- olarak karşılanması gerekecektir. Nitekim, halkımızın uzun yıllardır –bilim ve fennin bir katkısı olmadan- yapageldiği ve her depremde kafasına yıkılan gecekondu modelinin en işe yarar kısmı, içinde oturacak olanların ayni katkılarıdır. (Bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=463).

    Bu model, sorunun tamanını çözemez; aslında toptancı tek modellerin hiçbirisi sorunun tamanını çözemez.  Madem ki kaynaklarımız kısıtlıdır; o halde insanlarımızın katkılarını en iyi şekilde kullanmak zorundayız.

    2 Kasım 11 Çarşamba

  • Geri kalmış yöreler niçin geri kalmıştır: Bir bileşen!

    Geri kalmış yöreler niçin geri kalmıştır: Bir bileşen!

    Yine bir gazete haberinden alıntı..

    2. Kasım 2011 tarihli gazetelerde, “Bakırköy savcısının bir uyuşturucu çetesinden 25,000 TL rüşvet aldığının belirlendiği, bunun üzerine HSYK’nın duruma el koyarak anılan savcıyı Sivas’a sürgün ederek cezalandırdığı” yer aldı.

    2005 yılında bu konuda yazdığım bir yazı https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=776 adresindedir. Aynı şeyleri tekrar etmek yararsızdır.

    Ülkenin geri kalmış yörelerinin uzun süre cezalandırma amacıyla kullanılması, bugün o yörelerin niçin bambaşka sorunlar için “uygun ortam” haline geldiğini gösteriyor; en azından tek sebep olmasa da önemli bileşenlerden birisi olduğuna işaret ediyor.

    Geri kalmış yörelerimiz, teşvik tedbirleri listesinde yer almak için kıyasıya yarışırlar. Esas yarışmaları gereken ise, yörelerinin birer “insan kaynağı çöplüğü” olarak kullanımına karşı çıkma konusunda olmalıdır.

    Önceliklerini sıraya koyma becerisi gösteremeyen insanlar bu tür muameleye müstahaktır diyeceğim, ama o yolla sorun çözülmüyor. Çözüm yine, oralardaki aklı başında insanların kök sorun – hayalet sorun kavramını gündelik yaşamlarına sokmalarında yatıyor.

    4 Kasım 11 Cuma

  • Hırvat hocada mı bir gariplik var yoksa bizde mi?

    Hırvat hocada mı bir gariplik var yoksa bizde mi?

    11 Kasım gecesi oynan Türkiye-Hırvatistan maçı başta olmak üzere tüm spor karşılaşmaları, hatta tüm “karşılaştırma” halleri (sanayi, savaş, ahlak, kültür vd) için bir gözlemimi paylaşmak istiyorum.

    Hemen belirtmeliyim ki, televizyondan maç seyreden ve gol, frikik, bariz ofsayt gibi sıradan kuralları dışında futbolun inceliklerinden katiyen anlamayan birisiyim.

    3-0 gibi net bir sonuçla biten Hırvatistan maçından sonra Hırvat takımının hocası Bilic -gazete haberine göre- şöyle diyor: “Henüz herşey bitmedi. Bundan emin değilim. Çünkü Türkler bize daha önce de bunu gösterdi“.

    Buna karşılık, maç öncesinde çeşitli yayın organlarında ve maç sırasında yorumcu “şeytan”ın ağzından duyduklarımız mealen şöyleydi:

    Ö         Bunlar (Hırvatlar) kaç kişi. 74 milyonluk Türkiye ile boy ölçüşemezler.

    Ö         Düne kadar bizim (Osmanlı’nın) egemenliğimiz altındaydılar..

    Ö         Hırvatistan iyi bir takımdır ama tabii ki bizimle mukayese edilemez.

    Ö         Evet adamlar (Hırvatlar) iyi oynuyorlar ama biz bu değiliz…

    Milli takım hocası Guus Hiddink ise tam bir rasyonel düşünce geleneği temsilcisi olarak şunu diyor: “Maçın favorisi Hırvatistandır. Türkler çok duygusal. Ama bir Türk işi de olabilir

    Bu bir üslup sorunu değildir..

    Keşki bu bir üslup meselesi olsaydı; fakat ondan çok daha derindir. Durumunu takdir edememek gibi ölümcül bir hastalıktır. Bu hastalığa düşmüş olanlar her kavgada yenilirler, fakat niye yenildiğini tartıp o yönünü güçlendireceği yerde insanın gözünün içine baka baka yenilmediğini, yenilmesinin söz konusu olamayacağını, kendi dışında herkesin hatalı olduğunu iddia ederler.

    Hiddink’in maaşı artırılmalı, elde tutulmalıdır..

    Şimdi yenilginin -zaten aşikar(!) olan- nedeni bulunmuş ve Hiddink kovularak yerine rasyonel düşünme gibi bir kusuru olmayan başka birisi aranıyor.

    Hiddink gönderilir, yerine Sir Alex Ferguson getirilir, birkaç maç sonra o da kovulur. Sonunda yerlerine, daha fundemental becerilerini tamamlamamış ama şöhret olmuş hedonistleri iyice şişirip sahaya süren, sonra da yenilgi nedenlerini kader, kısmet, hakem vs ile açıklayan birisi tekrar getirilir.

    Şaka bir yana, gerçekten bir şey yapılmak isteniliyorsa Hiddink (ya da onun düşünme stiline sahip) bir hoca getirilip, “siz duygusalsınız; bu iş ise rasyonel akıl gerektirir” sözleriyle ne demek istediğine kafa yorulur. Kimliğiyle yüzleşmek budur.

    12 Kasım 2011 Cumartesi

     

  • Çadır Yangınları..

    Çadır Yangınları..

    23 Ekim Van depreminden sonra kurulan çadırlarda ısınmak amacıyla kullanılan çeşitli araçların yol açtığı yangınlar depremden kurtulan insanlara ikinci darbeyi vuruyor. Van itfaiye müdürü bu durum karşısındaki çaresizliğini “yapacak hiçbir şey yok; aniden yanıyorlar, biz ancak külüne su sıkıyoruz” cümleleriyle dile getiriyor. https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’yangintatbikati.wmv

    Bu sorunun sebep(ler)i ne(ler)dir?

    Böyle bir soru sorulsa ne cevap verilir? Herhalde, çadır kumaşlarının ince ve yanabilir malzemeden yapılmış olması, Kızılay’ın, Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeğinin farkında olmayışı ve benzeri birkaç neden sıralanabilir.

    Çare olarak da Mevlana evi ya da konteyner ev gibi çözümler önerilir. Günlerdir medyada sadece bunları dinledik.

    Birkaç soru:

    Ö         Bugünkülere benzer ilk yangın söndürücüler bundan tam 195 yıl evvel kullanıldı. Daha ilkelleri ise 1734 yılında “su dolu cam toplar” biçiminde düşünüldü. Soru, böyle bir icattan haberi olup da, her bir çadırın kazığı ve ipi kadar standart bir bileşeni olarak birer yangın söndürücüyü akıl edemeyen insanların -yetkili, ilgili, depremzede vd- nasıl bir akla sahip olduklarıdır.

    Ö         İkinci soru, bir otomobil sahibi olan herkesedir. En küçüğünden bir otomobilin olası bir yangınını söndürmek için asgari 4 kg’lık bir yangın söndürücü gerektiği belli olduğuna göre, dolum tarihlerinde aksatmadan yenilenen bir söndürücü bulunduran araç sahibi yüzdesi ne civardadır?

    TV haberlerinde sık sık, araç yangınlarına müdahale etmek için sağa sola koşturan ama işleyen bir tane söndürücü bulamayan insanlar hangi tür mensuplarıdır?

    Ö          Olası İstanbul depremindeki can kayıplarının en az dörtte birinin çıkan yangılarda olacağı biliniyor. Kentin %70’inin yenilenmesini öneren uzmanlardan bir kişi bile niçin “madem evinizi yenileyemiyorsunuz, güçlendiremiyorsunuz, sağlam ve çevresinde yaşam üçgeni oluşturacak bir eşya edinemiyorsunuz, bari büyükçe bir yangın tübü edinin de az telafat verin” demeyi akıl etmez?

    Hadi onlar önermeyi akıl edemedi, evlerin acaba kaçında, “rezidanslar”ın kaçında işe yarar büyüklükte yangın söndürücüler vardır?

    Ö         Kızılay yönetiminde yer almak için ne çetin mücadeleler verildiğini gözlemlemiş birisiym. Bu kişilerden bir tanesi çıkıp da, olası bir depremin simülasyonunu -hiç olmazsa kağıt üzerinde- yapıp, -20 derecede sokakta kalacak insanlara birkaç saatlik süre içinde kurulabilecek yeter sayıda çadırı hazır bulundurmayı akıl edemez?

    Ö         TV kanallarının birisinde zaman zaman gösterilen Ren Geyiği Çobanları adlı belgeseli izlemiş herkes, -60 derece sıcaklıkta, kutup noktasında, sadece Ren Geyiği postundan yapılmış içiçe iki çadır içinde, sadece küçük bir ısıtıcı ile gömlekle oturulabildiğini görmüştür.

    Üniversitelerimizde endüstri tasarımı bölümü olarak bilinen ve sanayi ürünlerini süslemekle meşgul bölümlerdeki öğrencilere, soğuk bölgeler için ucuz, işlevsel ve yanmayan çadır tasarımları yaptırmak, bu çocukların hocalarının akıllarına gelmez mi?

    Ö         Tekstil ülkesi diye övüne övüne çevrede kül bırakmayan sanayicilerimizin akıllarına, bu amaçla kullanılabilecek kumaş üretmek, bu konuda araştırma yapmak akıllarına gelmez mi?

    Burada akla gelebilecek sadece birkaç önlem verilmiştir. Yer olsa onlarca daha bulunabilir.

    Şimdi son soru..

    Bu kadar çok ve çoğu basit şeyi akıl edemeyen insanlardan oluşan bir toplumda, bundan sonraki ilk depremde yangın, soğuk vb nedenlerle ölecek olanlar yangından mı yoksa bu yaygın akılsızlıktan mı öleceklerdir?

    Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği acaba daha farklı bir şey midir ve acaba sadece yangılardaki can kayıplarıyla sınırlı belalar mı üretir?

    19 Kasım 11 Cumartesi