• BİLGİ ELİTİ, TOPLUM VE UÇURUM!

    BİLGİ ELİTİ, TOPLUM VE UÇURUM!

    Toplumumuzun bilgi ile ilişkileri açıkça vurgulanır biçimde yorumlanıp dile getirilmedikçe, Bilgi Toplumu’na erişmek bir hayal olarak kalacaktır.

    Bilişim endüstrisi ve biliminin ürünleriyle içli dışlı yaşayan çok küçük bir azınlığın ihtiyaçları karşılandıkça toplumun bilgi çağına yaklaşacağı inancı çok yaygındır.

    Bilgi elitinin ihtiyaçları bıçağın kesen tarafı gibi toplum ihtiyaçlarının önünde gider ve toplum ihtiyaçları karşılandıkça ona yeni hedefler çizer.

    Ama bu, toplum ihtiyaçlarının kendi kendine bu iz sürmeyi gerçekleştireceği anlamına gelmez. Bilgi elitinin ihtiyacı daha hızlı iletişim, daha büyük bilgi işlem gücüdür. Toplum ise daha basit gereksinimlerini gidermek peşindedir ve bilgi, buna hizmet ettiği sürece toplumun gündemindedir.

    Toplum kesimleri de, aynen onun yapı taşları olan bireyler gibi sorun çözme aletlerini içinde bulundurduğu birer çantaya sahiptirler. Bu çantalar içindeki sorun çözme araçlarından en önemlisi, elit kesimlerden know-how aktarımını sağlayabilecek olan ilişki araçlarıdır.

    Örneğin teknoparklar, akademik elitten girişimciye know-how aktaran bir araçtır. Çeşitli üniversite ve araştırma kuruluşlarının ilk öğretim kurumları ile ilişkileri de benzer işlevlere sahiptir. NASA’nın Hubble teleskobundan sınıflara doğrudan görüntü aktaran girişimi yine böyle bir know-how aktarımıdır.

    Ülkemizde çeşitli meslek sahiplerinin oluşturduğu kesimlerin, sorunlarını çözmede kullandıkları çantaları ise neredeyse ya boştur ya da içinde işe yarar alet yoktur denilebilir. Çünkü elit olarak nitelenebilecek kesimlerimizden diğer kesimlere çeşitli teknolojileri aktarabilecek anlayışlar henüz oluşmamıştır. Bir ihtimalle bu eksikliğin bir nedeni de aktarılabilecek teknolojilerin oluşmamışlığı olabilir.

    Meslek kesimlerimizin sorun çözme çantaları içindeki başlıca alet, sorunlarını çözmek için onları bir yolla parlamentoya ihale etmektir. Meslek örgütlerimizin günlük yakınmaları içinde en büyük pay seçimler, liderler ve hükümet oluşumlarıyla ilgilidir. Toplumun, çeşitli sorunları çevresinde örgütlenmesini özendirmek, ona örnekler oluşturmak gibi girişimler ya da bu konulardaki olası sorunlar ise hemen hiç duyulmaz.

    Bireylerin kullandıkları araçlar da hemen hemen benzerdir. Her aileden en az birkaç kişinin canına ya da malına mal olan trafik kazaları için, daima yeni bir trafik yasası temennisinden ve trafik polislerine teslim olmaktan başka bir sivil girişim kaç tanedir ?

    “Yakınmak ve böylece rahatlayıp beklemek”, toplumumuzun önemli bölümünün çantasındaki birkaç yararsız aletten birisidir.

    Sorunlarını çözmede bilgiyi böylesine dışlamış bir toplumla bilgi elitinin ihtiyaçları arasında bir uçurum vardır.

    Toplum, sorunlarını çözmek için kullandığı aletlerin yerine bilgiyi geçirebilmenin yolunu bulmak zorundadır. Bunda hem toplum kesimlerine hem de elite düşen görevler vardır. Her iki kesimin de öncelikli görevi, bu sürecin kendi kendine gerçekleşmeyeceğinin idrak edilmesidir.

    Elit, diğer yandan kendi tatmini ile toplum gereksinimleri arasındaki bağın zayıflığını görebilmeli ve kendisinin gerçek tatmininin toplumun tatmininden geçtiğini anlamalıdır.

    Toplum kesimleri ise, sorunlarının çözümünde bilginin nasıl rol oynayacağını araştırarak işe başlayabilir. Acaba trafik kazaları bilgi yoluyla azaltılabilir mi, depremlerde daha az insanın ölmesi sağlanabilir mi ya da şoför esnafının trafik polislerince aşağılanması önlenebilir mi? Bu, bilgi elitine de gerçekçi görevler verme sürecinin başlangıcı olacaktır.

  • Bilgi Patlaması !

    Bilgi Patlaması !

    Son yılların bu moda deyimi, mevcut bilgilerin sabit aralıklarla katlandığını, son 20 yılda üretilen bilginin insanlık tarihi boyunca üretilene eşit olduğunu söylüyor. Bu müthiş, hatta korkutucudur. Çünkü, üretilen bütün bu bilgileri onunun üretilme hızıyla öğrenmek mümkün olamayacağına göre, elde iki seçenek kalmaktadır: Ya giderek daha az (veya dar alanlarda) bilmeye razı olmak, ya da giderek daha paketlenmiş, yani ayrıntılarına girmeksizin sadece özetiyle yetinilmiş biçimde bilgi kullanmak.

    Nitekim mevcut eğilimler bu ikinci seçeneğin giderek benimsendiğini gösteriyor. Nasıl ki hesap makineleri yaygınlaştıktan sonra makine kullanmadan örneğin kare kök almayı çok az kimse becerebiliyorsa, üretilmiş birçok bilginin de niçin öyle olduğunu, bu bilgilerin hangi koşullar altında geçerli olduklarını pek az kimse merak etmektedir. Bir anlamda, sorgulan(a)mayan kalıplarla yaşamaya alışıyoruz.

    Bilgi patlaması deyimi de böyle bir “sorgulanmayan kalıp”tır. Biraz sorgulandığında, bilgi patlaması denilen olgunun ilk bakışta anlaşılandan daha farklı olduğu, bilgi üretimini daha doğru biçimde sayısallaştırabilmek için iki tür tarife ihtiyaç olduğu görülecektir.

    Bir adres listesi çeşitli şekillerde sınıflandırılabilir. Bilgisayarlarımızda hergün yaptığımız sort işlemleri buna en iyi örnektir. Adres listesine yeni bir adres eklenmediği sürece, hangi anahtara göre tasnif edilirse edilsin adres listesindeki bilgi miktarı değişmez. Bu durumda bilgi artışı söz konusu değildir.

    Böyle değil de yeni adres(ler) eklenirse, eklenen bilgi miktarının mevcuda oranı kadar bir bilgi artış’ından söz edilebilir.

    İçinde yaşadığımız çağda her iki tanım açısından da bilgi artışı meydana gelmektedir. Ama “patlama” olarak ifade edilen artış, birinci türden bir artıştır. Mevcut bilgilerin farklı biçimlerde, farklı ortamlarda yer alması, ya da bunların değişik biçimlerde ifade edilmesi veya bunlardan yeni bilgilerin türetilmesi, mevcut bilgi miktarını fazlaca değiştirmez. “Fazlaca” değiştirmez, çünkü bazı hallerde, mevcut bilgilerin uygun biçimde bir araya getirilmesi dahi “yeni” denilebilecek bilgilerin üretilmesi anlamına gelebilir. Ama çoğunlukla olan, eski bilgilerin yeni formlara dönüştürülmesinden ibarettir.

    Diğer yandan “öz-bilgi” (core knowledge) adı verilebilecek bilgi türü, bilinmezlere ilişkin yapılan çalışmaların sonunda ortaya çıkarılan ve evvelce bilinmeyen bilgilere ilişkindir. Araştırmalar ve buluşlar sonucunda ortaya çıkanlar bu öz-bilgiler’in miktarında ise birinci çeşit bilgilere -ki onlara da türev bilgiler denilebilir- oranla çok daha az artış vardır.

    Bu iki bilgi türü arasındaki bu ayrıma dikkat çekilmesinin nedeni, öz-bilgiye verilen önemin azalması, yeni adlandırmalar, yeni sınıflamalar gibi faaliyetler sonunda ortaya çıkanlara daha çok önem verilmesidir.

    Bu olgunun çarpıcı bir örneği yönetim bilimleri alanında yaşanmaktadır. Büyük ölçüde ticari kaygılarla her gün ortaya çıkan guruplar, bir sürü şeyin adını bilen, bunları lafazanca savunan, bundan para kazanan, ama bunların altında yatan öz bilgilerden bihaber ulusal ve uluslararası bir kesimi ortaya çıkarmıştır.

    Bilgili olmayı, yeniden üretilerek adlandırılan eski bilgilerin üst kalıp adlarını bellemek olarak algılama yanlışına düşülmemelidir. Asıl olan, bilinmeyeni bilinir kılabilme yolundaki uğraş ve bu uğraşların küçük damlalar halinde ortaya çıkabilen sonuçlarıdır.

    Bilgi patlaması deyiminin bu duyarlıkla kullanılması, muhtemelen öz-bilgi üretimine verilen önemin de artışına neden olabilecektir.

    Mart 1998

  • ÖLÜM NEDİR?

    ÖLÜM NEDİR?

    Ölümün çeşitli tanımları olsa gerek. Bir kişinin tıbbi olarak ölmesi için hekimlerin aradığı koşullar herhalde kalbin kalıcı olarak durmuş olmasıdır.

    Bir futbol takımının antrenörüne göre ise ölüm tanımı daha farklıdır. Bir futbolcunun işe yaramaz hale gelişi onun ölümü sayılabilir.

    Buradan hemen görülebilir ki neredeyse uğraş sayısı kadar ölüm türü tanımlanabilir.

    Bu türler birbirinden ne denli farklı olursa olsun ortak özellikleri, sokaktaki insan tarafından dahi kolayca anlaşılabilmeleridir.

    Bir yazarın yazı yazmayı bırakmasının onu ancak geçmiş yazılarıyla hatırlatacağını, ama yeni yazı yazma açısından ölmüş sayılması gerektiğini herkes anlayabilir. Aynı anlayış kolaylığı diğer ölüm türleri için de geçerlidir.

    Ama bütün bunlar içinde öyle bir ölüm çeşidi vardır ki onu kimse kolay kolay anlayamaz, daha doğrusu kabul edemez.

    Kanlı canlı bir kişinin tıbben ölmüş olduğunu bir hekim kabullenemez ya da her maçta gol atan bir yıldız futbolcunun ölmüş olabileceğini, antrenörü kabullenemez. İşte bunlara benzer şekilde oluşan ama gerçekten de ölüm sayılması gereken özel bir durum vardır: Bu, “merak tükenmesi” dir.

    Merak tükenmesi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. En yaygını “dinlememek” tir. Genellikle “susma” ile karıştırılan “dinleme” tamamen farklı bir süreçtir. İnsanlar susabilir ama aynı zamanda da dinlemeyebilirler.

    “Dinlememe”nin çeşitli olası nedenlerinden biri olan “merak tükenmesi” nin yanısıra başka sebebleri de tabii ki olabilir. Ama dinlemeyen bir kişinin merakının tükenmiş olması olasılığı yüksektir.

    Merak tükenmesinin ikinci dışavurum biçimi “ben biliyorum, herkes beni dinlesin” tavrıdır. Herhangi bir yolla edindiği bilgileri doğru ve de mutlak bilgi sanan, yeni ve de bildikleriyle çelişen bilgileri dinlemekten korkan kişilikler, kendilerini bu yolla korurlar.

    Herkes kendisini dinlediği için, onun kimseyi dinlemesi, dolayısıyla da bildiklerini değiştirmek için çaba harcaması tehlikesi yoktur. Bu yolla ölmüş kişiler sanıldığından daha çoktur ve çoğu da toplumun seçkin kesimi içindedir.

    İnsan içiçe geçmiş bedenlerden oluşmuş ve bazıları canlı bazıları ölmüş durumda olabilir. Yukarıdaki iki test, insanların bu bedenlerinden ne kadarının sağlam ne kadarının ölmüş olduğunu saptamak için basit fakat sağlamdır. Bu yolla karşınızdakinin – ve tabii ki kendinizin – ne kadar canlı ne kadar ölmüş olduğunu saptayabilirsiniz.

    Çarşamba, 22 Kasım 1995

  • İNGİLTERE’DEN TEKNOLOJİ TRANSFERİ GERÇEKLEŞMİŞTİR !

    İNGİLTERE’DEN TEKNOLOJİ TRANSFERİ GERÇEKLEŞMİŞTİR !

    Refah ve mutluluğun başlıca parametresinin üretim, onun da önemli bir girdisinin teknoloji üretimi olduğunu ileri süren az sayıda çarpık fikirli insanımıza karşılık, teknoloji üretmenin gereksiz bir çaba olduğunu, teknoloji her neredeyse parayı bastırıp oradan transfer edilebileceğini savunan büyük bir çoğunluk var. Çoğunluk haklı olacağına göre demek ki teknoloji transfer edilebilir bir şey olmaktadır.

    Nitekim, ülkemizin son olarak gerçekleştirdiği bir teknoloji transferi bunun mümkün olabileceğini de göstermiştir. Uydu yayını aracılığıyla ülkemize ulaşan BBC televizyon yayınları yoluyla ve bilabedel olarak bir teknoloji transfer edilmiş ve yaklaşık 10 milyon vatandaşımızın hizmetine sunulmuştur.

    Ayrıca da, “teknoloji transfer edilmez, üretilir” diyen dangalaklar da ağızlarının payını almış biryerlerinin üstüne oturmuş bulunmaktadırlar.

    BBC aracılığı ile ülkemiz sınırlarını aşıp gelen naklen futbol maçı yayınlarında, İngiliz seyircilerinin hep bir ağızdan “oley, oley, oley; we are the champ!” sloganları hiç bir kültürel deformasyona uğramadan Ardahan-Sarıkamış maçında da aynen kullanılır duruma getirilmiştir.

    Her ne kadar bir kısım kendini bilmez çıkıp, “ulan bunun neresi teknoloji transferi. Slogan dahi üretemiyoruz” diyecekse de onlara aldırmamak gerekir. Çünkü onlar azınlıkta, biz ise çoğunluktayız.

  • TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI

    TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI

    Türkiye’de insan haklarının “durumu”na ve bu alandaki “gelişmeler”e farklı açılardan bakıldığında görülen şudur: bir yandan her geçen gün kamuoyu bilinci artmakta, idareler de buna paralel olarak yeni adımlar atmaktadır; diğer yandan ise çeşitli insan hakları sorunları varlıklarını sürdürmektedirler.

    Aslında bu bir çelişki olmayıp, insan haklarının, zaman içine yayılmış bir süreç oluşunun sonucudur. Bir yanda sorunlar olacak diğer yandan da bunlara karşı araçlar geliştirilecek ve böylece sorunların “daha kabul edilebilir” düzeylere inebilecektir.

    Türkiye içinde ve dışında, Türkiye’deki insan hakları sorunlarına karşı bir duyarlık vardır. Bu, anılan sürece olumlu katkıları da olabilecek bir duyarlıktır. Amaç, bu sürecin alacağı süreyi kısaltmak ve bu süre içindeki sorunları azaltmaktır. Bu ise yalnızca “duyarlık göstererek” gerçekleştirilebilecek bir amaç değildir.

    İnsan hakları sorunları başka alanlardaki sorunlardan ayrı, onlardan bağımsız olarak ele alınıp çözülebilecek sorunlar değildir. Hatta denilebilir ki insan hakları sorunları diye ayrı sorunlar da “yok”tur. Bu sorunlara yol açan nedenler, insan haklarıyla doğrudan ilgisi bulunmayan farklı alanlarda da sorunlara yol açmaktadırlar.

    Örneğin, “her toplumda belirli bir oranda bulunduğu kabul edilen ruhsal sağlık sorunlu kişilerin kamu görevlisi olmasını önleyebilecek etkin bir süzme sisteminin ülkemizde bulunmayışı”, kötü muameleyi adet edinmiş kamu görevlilerine, bu ise çeşitli insan hakları ihlallerine yol açacaktır.

    Ama, ruhsal sağlık sorunlu kişileri süzme sisteminin bulunmayışı diğer yandan, görevini tam yap(a)mayan memurlara, bu ise vatandaşlarla devlet ilişkilerinin giderek bozulmasına, işlerini gördürmek isteyen iş sahiplerinin rüşveti bir araç olarak kullanmalarına ve kamu hizmetlerinin yetersizliğine tepki duyan vatandaşların, terör tarafından aranan “reaksiyoner insan” malzemesini oluşturmasına da yol açacaktır. Bunların hiç biri insan hakları ihlalleri ile doğrudan ilgili değildir ya da en azından ilgisi kolay kolay görülemez.

    İnsan hakları sorunlarına yol açtığı kadar başka sorunları da tetikleyen bir başka neden de terördür. Terör, bilinen sonuçlarının yanısıra bir yandan da ülke ekonomisine olumsuz etki yapmakta, uyuşturucu ticaretini bir araç olarak kullandığı için uyuşturucu bağımlılığının artmasına ve buna bağlı olarak da suç oranlarının artmasına yol açmaktadır. Ayrıca da insan hakları konusundaki gelişmeleri yavaşlatma gibi bir olumsuz etkisi daha vardır.

    Bu iki örnekten kolayca çıkarsanabileceği gibi, insan hakları ihlallerinin altında bir dizi neden bulunmaktadır ve bunlar yalnızca insan hakları bağlamında çözülmesi mümkün olmayan sorunlardır.

    Bu durum yalnızca Türkiye için değil, insan hakları açısından sorunları bulunan gelişmiş ya da gelişmekte bulunan toplumların tümü için geçerlidir.

    Buradan çıkan bir önemli sonuç vardır: insan hakları konusunda içtenlikli duyarlık gösterenlerin, bu sorunların “kimyası” hakkında da duyarlı olmaları zorunludur.

    Bu “kimya” tam anlaşılıp, insan hakları sorunlarına girdi oluşturan diğer sorunlar, bunun için ise onların nedenleri ortadan kaldırılmadıkça insan hakları konusunda ancak “kozmetik düzelmeler” sağlanabilir.

    Çıkarsanabilecek ikinci bir sonuç da, bu tür sorunlarla mücadele etmek isteyen ülkelerin, aralarında insan hakları ihlalleri de bulunan bir dizi sorunu çözme konusunda işbirliği yapma, daha doğru deyimle bir “kollektif akıl” oluşturma çabası içine girmeleri zorunluğudur.

    17-21 Nisan tarihleri arasında Manila’da Birleşmiş Milletler’ce düzenlenen insan hakları konulu sempozyumda, çoğunluğunu “gelişmekte bulunan” (ayıp olmasın diye böyle deniliyor) ülkelerin oluşturduğu toplulukta, kozmetik düzenlemeler konusunda neler yapıldığı konuşuldu. Bu ülkeler, kurdukları örgütleri, bu örgütlerin ne denli yaygın olduğunu açıklarken, Türkiye olarak ise biz, burada açıklanan yaklaşımı dile getirdik.

    İnsan hakları sorunlarıyla ilgilenen ve onları gerçekten çözmek isteyen tüm kişi ve kuruluşların ilk yapmaları gereken, “görüntü” ve “kaynak” nedenlerin birbirlerinden ayrılabileceği bir “yeni yaklaşım”ı benimsemektir.

    Şu unutulmamalıdır ki yalnız insan hakları sorunları değil, kaynak sorunlardan türeyen türev sorunların tümü, ulusların enerjilerini emen birer sünger gibidirler.

    Sorunların çözümü için insanlık tarihi boyunca iki genel yaklaşım gelişmiştir: onların yapılarını (kimyasını) anlayıp müdahele etmek ve yaşayarak görmek. Tarih mezarlığı ikincilerle doludur!

    Perşembe, 04 Mayıs 1995

  • İSTANBUL PATENT ARŞİVİ

    İSTANBUL PATENT ARŞİVİ

    Sizlere bu sayıda, İstanbul Sanayi Odası Başkanı Sayın Hüsamettin Kavi’ye yazdığım bir mektubu aynen aktarmak istiyorum. Ayrıca da bir yorum yapmayacağım.

    “Değerli dostum Sayın Kavi,

    İstanbul’da bir Patent Kütüphanesi var. 1987 yılında $400,000 vererek satın almış ve TSE’nin işletimine bırakmıştık. Kütüphaneyi ilk getirttiğimizde, tüm ülkenin buraya akacağını, tüm sanayicilerin, uluslararası yasalarca Türkiye’ye hibe edilmiş sayılan 5.5 milyon patentten yararlanarak bunların tescil ettirilmediği ülkelere yapılacak ihracatta kullanacaklarını ummuştum.

    Gelişme böyle olmadı. Ben de çeşitli kanallara başvurarak kullanımını özendirmeye çalıştım. Bu traji-komik bir hikayedir ve Dünya’nın bir başka yerinde rastlanması mümkün olmayacak bir olaydır. Sanayicinin elinin altına kadar gelen patentlerin, patentler konusundaki “olağanüstü genel cehalet” nedeniyle 10 yıldır hala yeterince kullanılmayışı, kolay açıklanabilir bir olay değildir.

    Geçen hafta, bu kütüphanede çalışan bir tanıdıkla karşılaştım. Eskiye nazaran kullanıcı sayısı biraz artmış. Ama hala kabili ihmal düzeyde.

    Amerika’nın nasıl Amerika olduğu herkes tarafından farklı açıklanıyor. Kimi, “geride gemi bırakmayıp yakan göçmenler”, kimi “zengin kaynaklar” kimi de başka nedenlerle açıklıyor. Tabii ki her birinin ayrı ayrı rolü vardır. Ama, bu ulusun insanlarının buluşçuluğa vermiş oldukları önemle açıklayan çok az kişi vardır.

    ABD başkanlarından Abraham Lincoln bir mucittir. 0066 nolu patent kendine aittir. “Sığ sularda karaya oturan deniz taşıtlarının kurtarılması için bir araç” adlı patent A.Lincoln adına tescillidir. Thomas Jefferson bir diğer mucit başkandır. Buluşlara o denli önem vermiştir ki, Dış İşleri Bakanı olduğu dönemde -bakanlığının konusuyla hiç ilgisi olmamasına rağmen- her akşam, o gün yapılan patent başvurularını bizzat incelemiştir.

    Türkiye’de ise bir tane dahi devlet adamı buluşlarla ilgilenmemiştir. Aramızdaki fark budur.

    Size ekte, 1993’de bu amaçla Rotary klüplerine yazdığım bir yazıyı sunuyorum. Bunu, sizin bu konulara yaklaşımınızı bildiğim için bir ümitle yazıyorum. Patentlerin, sanayinin gelişiminde ne denli önemli olduğunu lütfen bizzat inceleyiniz. Amerika seyahatiniz olduğu zaman lütfen Washington D.C.deki Smithsonian Institute’ü ziyaret ediniz ve ayrıca Kittyhawk denilen yerde, iki bisiklet tamircisi olan Wright kardeşlerin ilk uçağı uçurmak için gösterdikleri olağanüstü çabayı yerinde görünüz.

    Değerli dostum,

    Ne yapıp yapıp, Türkiye’ye bu patent işini anlatabilmeliyiz. Konunun en acı yanı, bu konularda en çok ilgili olması gerekenlerin inanılmaz tutumlarıdır. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuları da “zaten” bilen (!) uzun ünvanlı kişiler, anlaşılmaz bir tutumla bu hayati konuya ilgi göstermemektedir.

    Sanayimizin çıkışı, buluşçuluğu toplumsal değer yargıları kümemizin en başına yerleştirmekle mümkündür. Bunu ancak bir işbirliği ile yapmak mümkün görünüyor. Bir Teknoloji Duyarlık Grubu kurduk. Bu yolla da işbirliği yapabiliriz.

    Bu konuda girişimlerinizi bekleyerek ve görüşmek üzere selam ve sevgiler”

    ek: Saygıdeğer Rotaryen dostlarım,

    03 Şubat 1993

    Çoğunluğunu işadamlarımızın oluşturduğu topluluğunuzu yakından ilgilendireceğini umduğum bir konuyu dikkatinize getirmek üzere bu mektubu sizlere yazmayı düşündüm.

    Bu konu, İstanbul-Taksim’deki Patent Arşivi’nde mikrofişleri bulunan yaklaşık 5 milyon adet patentin, siz girişimcilerimizin önüne açtığı büyük potansiyel ile ilgilidir.

    1987 yılında A.B.D.’den US$ 400,000 karşılığında satın alınan ve halen Taksim’de Türk Standartları Enstitüsü Bölge Müdürlüğü binasının 2nci katında bulunan bu arşivde (patent kütüphanesi de denilebilir), A.B.D.’de bugüne kadar tescil edilmiş olan tüm patentlerin mikrofişleri bulunmaktadır.

    Bu konuda sizlere bazı kısa bilgiler sunmak istiyorum: Ülkemizde yaygın inanç, bir patentin mutlaka “ticari sır” olarak saklanan bazı “püf noktaları”nın bulunduğudur. Dolayısıyla, bu “sır”ları bilmeksizin patent dokümanlarının bir işe yaramayacağı sanılır.

    Gerçek ise böyle değildir. A.B.D. patent yasalarına göre , bir buluşa patent verilebilmesi için, buluşa ait TÜM TEKNİK AYRINTILARIN, o konuda ortalama bilgi sahibi bir uzmanın kolayca anlayabileceği bir detayda açıklanmış ve Patent Ofisi’ne o şekilde tevdi edilmiş olması gerekmektedir.

    Diğer yandan, her patent, ancak tescil edildiği ülkelerde koruma altındadır. İstanbul’daki Patent Arşivi’nde bulunan patentlerin ise yalnızca 22,000 adedi yani %0.5’i ülkemizde tescil edilmiş, geri kalan %99.5’u ise Türkiye’deki girişimcilerimizin serbestçe kullanımına bırakılmıştır. Bunun olası nedeni, “Türkiye’deki girişimcilerin henüz bu patentlerden yararlanabilecek bilinç düzeyine gelmemiş olduğu, dolayısıyla da Türkiye’de tescil için bir masraf yapmaya gerek olmadığı” varsayımıdır. Ancak bugüne kadar -maalesef- bu varsayımın aksi de gerçekleşmemiştir.

    Bu patentlerin içinde, her sektördeki akla gelebilecek hemen her konuda buluş mevcuttur. Bu, yeni ürünler arayışı içinde bulunan siz müteşebbislerimizin kullanımına amade bir kaynakla karşı karşıya bulunduğunuz anlamına gelmektedir.

    1987’de hizmete girmesine, kullanımı için hiç bir ücret talep edilmemesine rağmen, iyi tanıtılamadığı için bugüne kadar gereken ilgiyi görmemiştir.

    Diğer yandan, Asya Kaplanları denilen ülkelerin her birindeki olağanüstü sanayi gelişmesi içinde, aynı patent arşivlerinin büyük etkisi olmuş ve halen de olmaktadır.

    Ülkemizde, patent konusunun ne denli önemli olduğu, patent mekanizmasından yararlanarak ekonomik gelişmenin nasıl harekete geçirilebileceği ve bu gelişmenin kendi kendini tahrik ederek nasıl bir “zincirleme reaksiyon”a yol açtığı maalesef anlaşılamamıştır.

    Bugün A.B.D.’yi Dünya lideri yapan az sayıdaki faktörden birincisi, A.B.D. patent yasası uyarınca oluşmuş bu “icatçılık atmosferi”dir.

    Benzer şekilde, buzlarla kaplı fakir bir ülkeyken endüstri ötesi ülke konumuna gelmiş olan İsveç’i bugünkü haline getiren sebebin, bu ülke insanlarının yaptığı 49 adet temel icat olduğu bilimsel olarak ispatlanmıştır. Siz müteşebbislerimiz ve dolayısıyla da ülkemizin, benzer bir gelişmeden yararlanabilmesi, benzer bir “innovation” ortamının doğmasına bağlıdır.

    Topluluğunuz içinde bu zengin kaynağı keşfetmiş ve onu kullanan müteşebbisler vardır, ancak sayıları son derece azdır.

    Bu arşivin yurdumuza getirilmesinde katkısı olmuş bir kişi olarak sizlere önerim, yabancı dil bilen birer elemanınızı görevlendirerek bu zengin kaynaktan faydalanmanızdır.

    Sizlere ekte, EKONOMİST dergisinde bu konuda yayımlanmış bir makalemi de takdim ediyorum.

    Başarı dileklerimle birlikte saygılarımı sunuyorum.

  • ÜNVANLAR KİREÇLENMEYE YOL AÇAR!

    ÜNVANLAR KİREÇLENMEYE YOL AÇAR!

    Ünvanın her türlüsü, yönetsel, askeri, akademik, dini ünvan, ona sahip olanlarda bir türlü «kireçlenme»ye yol açma eğilimindedir. Bu, o ünvanlarla birlikte bulunan yetki, bilgi ve/ya deneyim birikiminin, «kendini güvende hissetme» doğal arzusunu tatmine pek uygun olmasındandır.

    Diğer yandan ilerleyen yaş da ayrı bir kanaldan ayrı bir kireçlenme türüne yol açma eğilimi taşır. Bu da değişikliklerden usanıp daha durağan bir çevreye kavuşma arzusundan kaynaklanmaktadır.

    Bu iki ayrı olgunun da kaynağında, insanın -ve tüm canlıların- varlığını sürdürebilmesine karşı algıladıkları tehditleri azaltma doğal eğilimleri yatmaktadır.

    Bildiğini zannettiği hatta bundan kesinlikle emin olduğu bilgilerin doğru olmadığını rahatsız olmadan kabul etmeye hazır olmak bir bilgelik düzeyidir. Cehalet ise az bilmek, yanlış bilmek değil bildiklerinin tartışılmaz olduğuna inanmak halidir.

    Çevremizde çeşitli hoşgörüsüzlükleri izledikçe, bunların hemen hepsinin kaynağında bu «kesin inançlılık» halinin bulunduğu görünüyor.

    Bilim tarihine göz atınca, bugün genel doğru haline gelmiş bir çok bilginin, çok değil 100 yıl önce o günün otoriteleri tarafından kesinlikle reddedildiğini görüyoruz. 1910 yılında, «içinde kendi yakıtını taşıyan bir aracın hiç bir suretle yerçekimini yenip Dünya’dan kurtulamayacağı», ünlü bilim adamları tarafından yazılı olarak açıklanıyordu. Daha sonra «kurtulma hızı»na eriştirilebilecek araçların bu «kesin» kurala uymayacakları anlaşıldı.

    Büyümenin enflasyona neden olacağı, yakın zamana kadar yine bu «kesin» doğrulardan biriydi. Bugün büyümenin enflasyona değil «disinflation»a yol açacağına yine «kesin» gözüyle bakılıyor. Ya da yeni işler yaratmanın ancak büyümeyle mümkün olabileceği yakın geçmişin «kesin» doğrularından birisiyken bugün bunun doğru olmadığını biliyoruz.

    Bugün, insanları koşullandırarak toplu yaşamın kuralları yönünde yönlendirmenin, yani eğitimin kutsallığı tartışılmıyor. Muhtemelen yakın gelecekte, her türlü koşullandırmanın -reklamlar, eğitim, hatta bir biçimde sağlanmış bir güvene dayalı olarak ikna etmenin dahi- suç sayıldığını görebileceğiz.

    Bildiklerimizi, ya da daha doğru deyimle bildiğimizi zannetttiklerimizin tümünü terkedip bunların yanlış olduğunu kabul etmeye ve de bunların yerine hiç bir şey koymamaya razı olabilmeliyiz. Doğrular yaşamı kolaylaştırabilir, bizi düşünmek külfetinden kurtarabilir, başkalarını da bu yönde koşullandırarak kendimize bir egemenlik alanı çizip içinde rahat yaşamamızı sağlayabilir. Ünvanlar, bu rüyanın perçinleridir.

    Özgürlük, kendi kendimize çizdiğimiz bu çemberi kırıp dışarı çıkabilmektir. Birlikte, büyük sistemin bir parçası olarak birlikte yaşayabilmenin temeli budur.

    Pazar, 01 Ekim 1995

  • YABAN KIRCI’NIN “DİKKATSİZLİĞİ”!

    YABAN KIRCI’NIN “DİKKATSİZLİĞİ”!

    TV Haberler’inde, Muğla’da anız yakmak isteyen Yaban KIRCI adında bir vatandaşımızın, “dikkatsizlik yüzünden” 10 dekar kızılçam ormanını yaktığı duyuruldu.

    Bu haberin yanıltıcı, olaylar hakkında doğru bilgilenme özgürlüğünü zedeleyici olduğunu, bilgi toplumu oluşturma yolunda uğraş verenlerden birisi olarak ilan ediyor ve ayrıca durumu protesto ediyorum.

    Vatandaş Yaban KIRCI, yanıltıcı bir habere karşı ne yapılması gerektiğini tam bilmediği için bu haberi dinlemiş, ama elinden birşey gelmemiş olabilir.

    Ama biz mürekkep yalamış kişiler olarak gerektiğinde hemen işe müdahale etmeli yanlışları düzeltmeliyiz. Bu tekzip metnini Yaban KIRCI’nın gönüllü avukatı olarak, bilgi toplumu idealine gönül vermiş, ülkemizin dört bir yanını bilgisayarlarla donatmayı bir ülkü edinmiş kesimimize ithaf ediyorum:

    ……tarihinde çeşitli TV’lerde verilen ve müvekkilim Yaban KIRCI’nın anız yakmak isterken dikkatsizlik yüzünden 10 dekar kızılçam ormanını yaktığı haberini, kişilik haklarına ve onuruna saldırı sayıyor ve şiddetle protesto ediyorum.

    Müvekkilim Sayın KIRCI, bu şekilde imaen de olsa dikkatsizlikle suçlanmakta; hatta, “Bu adam yalnızca bu konuda değil her konuda dikkatsizlik yapabilir. Dolayısıyla potansiyel bir felakettir” denilmeye getirilmektedir.

    Konunun yalnızca Sayın KIRCI ile sınırlı olmadığı, her yıl binlerce vatandaşımızın aynı nedenden ötürü ormanlarımızı yaktığı bilgi toplumumuzun malumlarıdır. Buna, sadece anız yakımını değil, piknik yapmak, cam şişe veya sigara atmak gibi nedenleri katar ve benzer nedenlerle benzin istasyonu, likitgaz dolum atölyeleri gibi yerlerde de felaketler olduğunu katarsak, anılan TV, toplumumuzun büyük bir bölümünü suçlamakta, herkese birden “siz hepiniz birer Yaban KIRCI’sınız” demek istemektedir. Bunu kesinlikle kabul etmiyoruz. Her ne kadar insan insana benzerse de, müvekkilim türü içinde nadir örneklerden birisidir. Benzin istasyonunda sigara içen, otoyolda güvenlik şeridinden giden, boş tankerde kaynak yapan ahmaklara benzetilmeyi katiyen haketmemiş, pırıl pırıl saf bir vatan çocuğumuzdur.

    Sayın KIRCI, gerek özel gerek meslek yaşamında son derece dikkatli bir kişidir. Bunu sayısız örneklerle kanıtlayabiliriz. Bu olay, Sayın KIRCI’nın, yanma denilen olay hakkında yeterince bilgisi olmamasından kaynaklanmıştır.

    Buna karşı, “Mağara insanları dahi yanma olayı hakkında bilgi sahibidir. Hatta bütün canlılar genetik belleklerinde yanma ile ilgili gerçekleri nesilden nesile taşırlar. Nasıl olur da Sayın KIRCI böyle bir genetik mirastan mahrum kalmış olabilir?” savı ileri sürülebilir.

    Doğrudur. En eğitilmemiş kişi bile, yaşam sürdürmeye yönelik bu bilgi ve becerilere doğuştan sahiptir. Müvekkilim de doğuşunda bunlara sahipti. Bunu, şu anda hayatta bulunan süt annesi doğrulayacaktır. Yanan sigarayı eline yaklaştırınca daha 2 aylıkken Sayın KIRCI bas bas bağırmıştır.

    Ama, müvekkilim bugün bu beceriye sahip değildir. Çünkü, müvekkilim ilk okulu bitirmiş ve üstelik bütün derslerden pekiyi notlar alarak bitirmiştir.

    İşte bu süreç sırasında, doğuştan sahip olduğu sağduyuyu kaybetmiş, öğretmeninin ders yetiştirme telaşı içinde kenarda kalmış, yalnızca bellemesi istenilenleri geriye kusmuş, işine yarar hiç bir şey öğrenememiştir.

    Bildiğimize göre yalnız ilkokulda değil, orta, lise ve hatta yüksek öğrenimde de aynı şeyler olmakta, bir çok şeyin adını bilen lafazan kişiler, örneğin benzin istasyonunda sigara içilmeyeceğini idrak edememektedirler.

    Açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, müvekkilim suçlu değil mağdurdur ve kitlesel bir olgunun mağdurları arasıdadır.

    Buna dayanarak, söz konusu haberin düzeltilmesini ve;

    • Eğitim sistemimizdeki ezber faciasını yeterince anlamaya çalışmayanların,

    • Öğrenciyi dikkate almadan hala öğretmen merkezli eğitim yapmakta israr edenlerin,

    • Ders programlarını zamanında yetiştirmeyi öğrencilerin öğrenmesinden daha önemli sayanların,

    • Bu yanlışları gören, anlayan, ama “önce başkası yapsın” ilkelliğinden kendini kurtaramayan

    • Eğitim sorununu hala tuğla, sıra, öğretmen maaşı ve bilgisayar sayanların,

    müvekkilim Sayın Yaban KIRCI’ya reva görüldüğü gibi kamuoyuna teşhir edilmelerini arz ediyor, sevgi ve saygılarımın kabulünü bilvesile arz ediyorum.

    Yaban KIRCI avukatı M.Tınaz Titiz

  • YENİLİKLERE DİRENMEK İSTEYENLERE ÖĞÜTLER!

    YENİLİKLERE DİRENMEK İSTEYENLERE ÖĞÜTLER!

    “Değişim Yönetimi” son on yılın en gözde kavramlarındandır. Değişimi gerçekleştirmek, ona karşı doğan dirençleri enaza indirmek amaçlarıyla bir bilim dalı gelişmektedir. İleride, bir reçetenin ayrıntı düzeyinde “Değişim Gerçekleştirme Kılavuzları” nın ortaya çıkması kaçınılmazdır.

    Şirketler, sivil toplum örgütleri hatta hükümetler değişim programları yapmakta, bunları uygulamaya çalışmaktadırlar. Kısaca bir değişim çağına adım atmış bulunmaktayız.

    Bu büyük güçlü akım – her akımda olduğu gibi- bazı mağdurlar yaratmış olup bunlar hiçbir şekilde kendilerini savunamamakta, değişimden yana olanlarca neredeyse ezilmektedirler.

    Bu büyük bir haksızlık, bir insan hakları ihlalidir.

    Her ne kadar evrensel insan hak ve özgürlükleri içinde, “her birey, elinden geldiğince değişime direnmek hakkına sahiptir” gibisinden bir hüküm yok ise de, biz bunu kendimize görev edinmiş bulunmaktayız.

    Gorbaçov’un Türkiye ziyareti sırasında her ne kadar önemli bir “değişime direnç” gösterisi yapabildikse de, bunun daha kökten, daha sistemli olması ulusumuzun geleceği açısından fevkalade büyük önem taşımaktadır. Aşağıda, değişime direnmek isteyenler için böyle sistematik bir yöntem önerilmektedir. Öneriler işkembe -i kübra’dan atılmış olmayıp etkinliği tecrübelerle sabittir:

    Kural 1 – Hiç bir değişime hayır demeyiniz!

    Hayır demenin yararı yoktur, aksine karşınızdakileri daha ısrarcı kılar.

    Aksine, değişime evet deyiniz hatta değişimi önerenden bir iki adım öne geçip, daha kökten evet deyiniz. Hatta mümkünse değişim önerenleri “gerici” durumunda bırakacak kadar evet deyiniz.

    Bu ilk adım, karşınızdakilerin kolunu kanadını kıracak, ne şöyleyeceklerini bilemez bir şaşkınlığa düşürecektir.

    Kural 2 – “Biz zaten öyle yapıyoruz” deyiniz!

    Önerilen değişimi kökünden geçersiz kılmanın, onu önereni avanak, Dünya’dan habersiz duruma düşürmenin bilinen en etkin yolu “zaten biz onu öyle yapıyoruz!” demektir.

    İtiraz edip, yapılmadığını ileri sürmeye, kanıtlamaya kalkanlara karşı kanun ve kararname numaralarıyla, meydan savaşı tarihleri ve milli takımın puan durumunu ileri sürüp karşınızdakileri aptallaştırmaya çalışınız. Yine de pes etmeyenler olursa, “sen birlik bütünlüğümüze dil mi uzatıyorsun?” gibisinden etkin bir saldırı yapınız.

    Kural 3 – Değişim önerisini sulandırınız!

    Önerilen değişimin içine, onunla yakın-uzak ilgisi olmayan birşeyler katınız. Bu adım yüksek ölçüde yaratıcılık ister.

    Kural 4- Söylediğinizin tam tersini yapınız!

    Tecrübeler, ilk üç adımı başarıyla atmış olsa dahi bu son adımı atmayıp, yahut da yarım yamalak atmış kişilerin değişimin gücüne direnemediklerini göstermiştir. Bu nedenle, bir yandan değişime evet derken, öte yandan söylediğinizin tam tersini -dikkat tam tersini- yapmalısınız.

    Bu, şunun için geçerlidir:Eğer yaptıklarınızda zaman zaman bazı zigzaglar olduğu görülürse, ilk üç adımda kamuoyunda sağlamış olduğunuz sempati bir anda tersine dönebilir. Bunun için, hiç bir sapma göstermeden söylediklerinizin tam tersini yapmalısınız. Bu takdirde hiç kimsenin aklına bu denli iki yüzlü olabileceğiniz gelmeyeceği için, bir suçlu arandığında o, sizi suçlayanlar, sizin değişimden yana değil ona karşı eylem içinde bulunduğunuzu söyleyenler olacaktır. Böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş olacaksınız.

    Kural 5- Nihayet son adım: bir de suçlu bulunuz!

    Bu işler olurken, çevrenizdekilerin hiç olmazsa küçük bir bölümü ne olup bittiğini anlayıp, değişime direnenin siz olduğu, ya da beceriksizliğiniz nedeniyle gerçekleştiremediğiniz şüphesine kapılabilir. Bu çok küçük bir olasılık olmasına karşın mutlaka önlem alınmalıdır. Bunun için de değişimin niçin bir türlü gerçekleştirilemediği konusunda somut hedefler bulup göstermeniz gerekecektir. Böylece, bir yandan değişim çığırtkanlığı yapar, öbür yandan direnir ve hep birlikte suçluya yüklenirsiniz.

    Bu yöntemin başarısı garantidir. En azından yurdumuzda garantidir. Memnun kalmayanlara daha özel teknikler öğretilir ve ücret talep edilmez.

    Cumartesi, 29 Nisan 1995

  • YENİ BİR ÜÇKAĞIT TÜRÜ: ÇEVRE DOSTU…………

    YENİ BİR ÜÇKAĞIT TÜRÜ: ÇEVRE DOSTU…………

    Bir otomobil bildiğimiz türden bir araba. Rengi yeşil Adı “Çevre dostu araba(!)”

    Bir kutu deterjan. Kutu rengi yeşil, Çevreyi mahveden, canlı cansız tüm çevreye kirleten, bildiğimiz -ya da ona yakın- bir deterjan. Adı “çevre dostu deterjan”.

    Plastik pet şişe, rengi yeşil, adı “çevre dostu pet”.

    Bu örnekleri çoğaltabilirsiniz. Çevre dostu zehirli atık, çevre dostu suni gübre, çevre dostu fabrika atığı vs.

    En acısı da, bu sahtekarlığa, çevre kuruluşlarının (sözüm ona) alet olmasıdır.

    Çevreyi kirleten her ne varsa, kutusunu, şişesini ya da reklamını yeşile boyayınca “çevre dostu” oluvermektedir.

    Bu sahtekarlığın yakıtı, insanımızın çevre bilincinin yeterince gelişmemişliğidir.

    Basit de olsa, ekolojik denge konusunda genel bir görüşe sahip olmayan sokaktaki insanımız, yeşil gördüğü herşeyi gerçekten çevre dostu sanmaktadır. Ama yalancının mumu, insanımız bu bilince kavuşuncaya kadar yanacaktır.