• Öğrenme Devrimi

    Öğrenme Devrimi

    Okulsuz toplum kavraşımı üzerine ilk yazılan kitapların (Ivan Illich, 1971) üzerinden yaklaşık 40 yıl geçti. Zorunlu eğitimin insanları robotlaştırdığı savı çok sayıda düşünür, yazar, eğitimci tarafından dile getirildi.

    Karatahta, tebeşir ve öğretmen 300 yıl kadar önce ilk defa Prusya İmparatorluğunda kullanıldığından bu yana, B.F. Skinner’in hayvan deneylerinden yararlanan günümüz eğitimi özünde bir değişiklik geçirmedi. Sadece, öğrencilere “Öğrenci Merkezli Eğitim” adı altında, “öğretilenler üzerinde soru sorma” imkanı tanındı; o da, öğretilenlerin daha iyi bellenip ezberlenmesi amacıyla.

    Zorunlu eğitime karşı çıkanların hareket noktası, öğrencilerin ihtiyaçlarıyla öğretilenler arasındaki farklılıktı. Geliştirilen alternatif ise “ev eğitimi” (homeschooling) olup halen yalnız A.B.D.’de 1.5 milyon çocuk ev eğitimi almaktadır (http://en.wikipedia.org/wiki/Homeschooling).

    Ev eğtimini savunanların %30 kadarı dini nedenler ileri sürerlerken hemen hiçbiri “kişinin doğuştan gelen yüksek öğrenebilirlik potansiyelini harekete geçirmenin gözardı edilmesi“ni neden olarak ortaya koymamışlardır. Bunun olası nedeni, ailelerin de ideolojik denilebilecek okul amaçları yönünde koşullanmışlığı olabilir.

    Diğer yandan son on yılda, İngiltere ve A.B.D.’de misyonu şu şekilde dile getirilen bir hareket başladı: “her öğrenicinin yetenek ve tutkularını harekete geçirecek, mükemmeliyet ve başarma amaçlı öğrenme!”

    Bu ifadededen de görüldüğü gibi öğrenme devriminin hareket noktası tamamen farklıdır ve zorunlu eğitimin temel argümanı olan “egemen ideoloji(ler)in benimsetilmesi” olmayıp, kişinin dünyaya beraber getirdiği öğrenebilirlik yeteneğinin harekete geçirilmesine dayanmaktadır.

    Bu hareket noktasının benimsenmesi rastgele bir tercih değildir ve ayrıca yeni keşfedilmiş de değildir. İnsanoğlunun -ve de tüm canlıların- temel varlık nedenlerine yönelik risklerle başedebilmeleri için gereken bilgi-beceri-tutum-davranışları edinmedeki olağanüstü yetenekleri en eski devirlerden bu yana bilinmektedir. Bu gerçeği kuramsal olarak ifade eden kişi ise Darwin olmuş, koşullara en iyi uyum sağlayanın hayatta kalacağını ortaya koymuştur.

    Her ne kadar, Türlerin Kökeni (On the Origin of Species) eserinin yayımlanması (1859) ile zorunlu eğitimin dayandığı ideolojinin sorgulanmaya başlaması (1971) arasında 110 yıl kadar bir süre varsa da kültür tarihinde bu sürenin “çok kısa” sayılması gerektiği açıktır.

    Buna göre, öğrenme devrimi’nin başlangıcı olarak, canlıların türlerini devam ettirebilmeleri yolunda sahip oldukları en güçlü yeteneğin yüksek öğrenebilirlikleri olduğunun bilimsel olarak ortaya konuşu ile eş zamanlı olduğunu ileri sürmek abartı sayılmamalıdır.

    Tarım, sanayi ve enformasyon devrimlerinden sonraki bu devrimin, diğerlerinden daha derin etkileri olacağı bellidir. Şimdi mesele, artık içinde bulunduğumuz bu devrimin farkına varanlarla varmayanlar arasındaki mücadelenin neresinde olunacağıdır.

    Salı, Ağustos 3, 2010

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • HastaToplum – 2

    Hasta Toplum – 2

    Sorun Çözme Kabiliyeti yaşam sürdürmenin temelidir!

    https://tinaztitiz.com/2012/04/16/hasta-toplum/ adresindeki “Hasta Toplum” yazısında bir iddia vardı. İddia, toplumumuzun sorunlarını çözemediği, çözülemeyen sorunların giderek birikip, Sorun Kimyası (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=236, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=237) ilkeleri uyarınca yeni sorunlar ürettiği ve böylece toplumumuzun her türlü enerjisini soğuran bir fasit dairenin oluştuğu, bunun da aynen biyolojik organizmalardakine benzer biçimde bir toplumsal hastalanmaya yol açtığı, ama esas hastalığın, toplumun büyük çoğunluğunun hasta olduğumuz yolunda bir kanaat taşımaması, aksine durumu ile sürekli övünür durumda olması idi. bkz. http://bit.ly/1jgCDi7  🙂

    Peki bu iddia doğru mudur ya da ne kadar doğrudur?

    Daha soru ortaya konulurken belli oluyor ki bu sorunun cevabının evet-hayır biçiminde verilmesi doğru değildir. Her toplum bazı sorunlarını çözebilir, bazılarını uzun vade aleyhine olabilecek kısa vadeli olarak çözer, bazılarını çözemeyip altında ezilir. O halde iyi bir yaklaşım, herhangi bir organizma (birey, aile, kurum, kesim, toplum) için bir SÇK İndeksi (nsçk) tanımlayabilmektir.

    Tam olarak ölçmek mümkün olamasa da, bir kişi, kurum, kesim ya da bütünüyle toplumun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni (SÇK) ölçülendirebilecek bir başarım ölçütü (performans göstergesi) tanımlanmadığı sürece her türlü iddia temelsiz kalacaktır.

    Peki böyle bir ölçüt tanımlanabilir mi? Örneğin bir kişinin SÇK’nin ne düzeyde olduğu nasıl değerlendirilebilir?

    Önce bir norm konulabilmeli!

    Kişinin SÇK’nin ne olması gerektiği, onun karşılaşabileceği sorunlarla yakından ilgilidir. Yaşamında hiç depremle karşılaşmamış, karşılaşması olasılığı da bulunmayan bir kişinin deprem sonrası doğabilecek sorunları çözebilme kabiliyeti ya da kazancı ancak karnını doyurmaya yetebilen bir kişinin borsa çökünce servetindeki kayıpları nasıl telafi edeceği sorunlarını çözebilme kabiliyeti pratik bir anlam taşımaz.

    SÇK, sorunlar kümesi’nin güçlük düzeyi ile sıkı sıkıya bağlıdır ve bu ikisi de doğrudan ölçülmesi zor, ancak dolaylı ölçütlerle değerlendirilebilecek öğelerdir. Toplumların SÇK arasında farklar, İnsani Gelişmişlik İndeksi (İGİ) adı verilen ve 1/3 (yaşam beklenti indeksi) + 1/3 (eğitim indesi)+ 1/3 (fert başına GSMH indeksi) formülüyle hesaplanan bir ölçütle değerlendirilebiliyor.

    1/3 ‘lük bu bileşenlerin her biri daha alt öğelere bölünmekte ve böylece toplum yaşamının en önemli kesitlerindeki başarı (veya başarısızlığı) temsil eder bir resim ortaya çıkmaktadır.

    Burada bir adaletsizlik vardır ama!

    Türkiye İnsani Gelişme İndeksi (İGİ) açısından
    nerededir
    ?

    İGİ

    Sırası

    Ülke

    Yıllar

    1975

    2002

    1

    Norveç

    0.870

    0.960

    6

    A.B.D.

    0.870

    0.940

    13

    Y.Zelanda

    0.850

    0.930

    19

    Singapur

    0.720

    0.900

    34

    Kuveyt

    0.760

    0.840

    67

    Peru

    0.640

    0.750

    68

    Türkiye

    0.590

    0.750

    131

    Senegal

    0.320

    0.440

    151

    Sierra Leone

    ?

    0.273

    ref: http://globalis.gvu.unu.edu/indicator.cfm?IndicatorID=15

    İGİ’ni oluşturan bileşenler o toplumları çevreleyen coğrafi, siyasal, ekonomik vd faktörlerden tabii ki etkilenirler. Çevresi benzer kültürdeki dost ülkelerle çevrilmiş, coğrafi koşulları uygun, küçük nüfuslu bir toplumun İGİ ile, Türkiye gibi her öğe bakımdan birer “meydan okuma” sayılabilecek bileşenlere sahip bir ülkenin İGİ arasında karşılaştırma yapmak adil midir?

    Üstüne üstlük başlangıç şartları da farklıdır. Osmanlı İmparatorluğu idaresinde yaşayan ve canı Allah’a malı ise padişaha ait olan ve kendisinden sadece dogmaları ezberleyip otoritelere biat etmesi beklenen “kul”llarından, Cumhuriyet idaresinin yurttaşlığına geçirilen insanları ile, bu konulardaki önemli sorunlarını çoktan çözmüş toplumların İGİ yoluyla yarışmaları adil sayılabilir mi?

    Söz konusu olan adalet değildir ki!

    Mesele yarış koşullarının adil olup olmayışı değil, yarışın bizzat kendisidir. Sürekli olarak durumundan, kendisine haksızlıklar yapıldığından -vırvır ve mırmır düzeyinde- yakınan mazlum ve mağdurların haklarının teslim edileceği bir mahkeme karşısında değiliz.

    Mesele, -koşullar ne olursa olsun- çocuk ölümleri oranının düşük, fert başına gelirin yüksek, okul terk oranlarının düşük olması vb’dir. Yarış hem rakibe hem saate karşıdır. Bu yarışta herkes her üstünlüğünü (fiziki ve kültürel) kullanmakta, diğerlerinin her

    zafiyetini (fiziksel ve kültürel) kendi lehine bir faktör olarak değerlendirmeye çalışmaktadır (http://tinyurl.com/kl3mgj).

    2002 yılı itibariyle 151 ülke içinde 68nci durumda olan Türkiye, 2005’de 94, 2006’da 92, 2007/2008 istatistiklerine göre 84ncü durumdadır.

    Şimdi, bu rakamlara bakarak toplumumuzun SÇK’nin, insanlık ailesinin mukayese edilebilir diğer üyelerine göre “düşük” olduğu söylenebilir. Ama bu düşük düzey dahi “hasta toplum” betimlemesi için yeterli sayılamaz.

    Başka ölçütlere göre toplumumuzun SÇK’nin düzeyi (nsçk) nedir?

    İGİ içine dahil olan çok sayıda bileşenden bazıları -hatta çoğu- yaşam konforu denilebilecek öğelerle ilgilidir. Bu yazıya konu olan SÇK ise, bir toplum varlığının sürdürülebilirliğini tehdit edebilecek sorunlar açısındandır.

    Toplumumuzun varlığını tehdit edebilecek sorunlar olarak aşağıdakilerin alınması en azından yanlış sayılmamalıdır:

    v  Ulusal bütünlük sorunu (Kürt sorunun da içinde bulunduğu, ama onunla sınırlı olmayan sorunlar kümesi),

    v  Eğitim sorunları (https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/UNDP_icin_hazirlanan_ulke_egitim_raporu/115.Ek-2.pdf[1])

    v  Ahlaki yozlaşma

    v  Çölleşme

    Bu sorunlar için (nsçk) tanımına girebilecek şu değerlendirme öğeleri ise anlamlı olabilir:

    1.    Sorunun Tanımlanmışlık Düzeyi (TD),

    2.    Sorunun nedenlerine ve çözümlerine ilişkin katkıların serbetçe akabileceği Kanalların varlığı ve Kalitesi (KK),

    3.    Soruna yol açan Kök-Nedenlerin ortaya konulmasındaki Netlik (KNN),

    4.    Sorunun, diğer sorunlarla Etkileşim Mekanizmasının Anlaşılmışlık Düzeyi (EMAD),

    5.    Sorunun çözümü için geliştirilmiş ve sorunun paydaşlarının katkılarına açılmış olan bir Politika Belgesinin varlığı ve varsa Kalitesi (PBK),

    6.    Çözümlerin Sürdürülebilirliği (ÇS),

    7.     Sorunlarını çözememek nedeniyle uğranılan zarar (UZ).

    Bu 8 faktör kullanılarak (nsçk) için bir değer hesaplamak yerine, SÇK resmini tüm boyutlarıyla sergileyebilen bir tablo vermek daha gerçekçi görünüyor (Tablo I).

    Beş öğenin her birine yok, yetersiz, orta, iyi, mükemmel gibi notlar verilirse -ki kuşkusuz hepsi kuşkusuz özneldir- şöyle bir resim ortaya çıkar:

    Tablo I – SEÇİLEN DÖRT ÖNEMLİ SORUN İÇİN

    SORUN ÇÖZME KABİLİYETİ İNDEKSİ (nsçk) BİLEŞENLERİ

    Sorun

    TD

    Tanımlan-

    mışlık

    KK

    Kanal kalitesi

    KNN

    Kök nedenler

    EMAD

    Etkileşim mekanizma.

    PBK

    Politika belgesi

    ÇS

    Çözümlerin

    Sürdürülebil.

    ÜG

    Ülke

    Tarihi (yıl)

    UZ

    Uğranılan

    zarar

    Ulusal bütünlük sorunları

    yetersiz

    orta

    orta

    yetersiz

    yetersiz

    yok

    86

    Bkz. Dip Not[2]

    Eğitim sorunları

    yetersiz

    orta

    yetersiz

    yetersiz

    yetersiz

    yok

    86

    Ahlaki yozlaşma

    yetersiz

    yetersiz

    yetersiz

    yetersiz

    yetersiz

    yok

    86

    Çölleşme

    iyi

    iyi

    yetersiz

    orta

    orta

    iyi

    86

    SÇK indeksi’ni oluşturan bileşenler için verilen notlar tartışılabilir. Hatta not verebilmek için her bileşen için derecelerin karşılıklarını tanımlayan tariflerin yapılması da şart koşulabilir. Ama tabloya hangi eleştirel gözle bakılırsa bakılsın, yetersiz bir SÇK’ne işaret ettiği gerçeği değişmez gibi görünüyor.

    Acaba başkalarının durumu nedir?

    Bu bağlamda tartışılması gereken son nokta, gelişmiş olarak nitelediğimiz toplumların SÇK’nin ne düzeyde olduğudur. Bu noktada iki farklı sorun çözme yaklaşımını ayırt etmeli, karşılaştırmayı buna göre yapmalıyız:

    1.     Her bir sorunu, durumu daha karmaşık (complex) hale getirerek çözen ve uzun vade sürdürülebilirliği bu nedenle kuşkulu olan yaklaşım. Bu yaklaşımda sorunların semptomlarını kısa sürede ortadan kaldırmak esastır.

    2.     Sorunların köklerine inilmesine dayalı yaklaşım. Bu yaklaşım uzun vadelidir ve politik olarak kolay satılabilir çözümler yerine ancak uzun vadede gerçekleşebilecek çözümler ortaya çıkarır; sürdürülebilirliği yüksektir.

    Bu yazının amaçları açısından ikinci tür yaklaşımlar söz konusudur. Her ne kadar bütün dünyada birinci tür yaklaşımlar daha gözde ise de, SÇK indeksine konu olması gereken çözümler sürdürülebilir olanlardır. Acaba bu açıdan gelişkin toplumlarla aramızdaki farkı -dolaylı da olsa- ölçebilecek performans gösterge(ler)i tanımlayabilir miyiz?

    Tablo I’in son iki değişkeni (ülke tarihi ve SÇK yetmezliği nedeniyle uğranılan zarar), en iyi 2 göstergedir. Çünkü tüm sorun çözme çabalarının amacı toplumun varlığını sürdürebilmesi ve bunu en az maliyetle (her türlü anlamda maliyetle) becerebilmesidir.

    Meseleye böyle bakıldığında, ülkelerin SÇK arasında bir mukayese yapmak mümkün olabilir. Örnek olarak, bir toplumun varlığını sürdürmesine karşı en ciddi tehditlerden birisi olan “ayrılıkçı hareketler” ele alınabilir.

    Karşılaştırma için bilgilerin bir bölümü http://www.constitution.org/cs_separ.htm adresinden (Separatist, Independence, and Decentralization Movements) alınmıştır.

    Tablo II – Çeşitli Ülkelerin SÇK’nin Değerlendirilmesi için Öğeler

    Ülke

    Ayrılıkçı hareket için
    kısa açıklama

    Ülke

    Tarihi (yıl)

    Uğranılan zarar

    ABD

    Alaskan Independence Party, Free the
    Bear – California Secession and Independence, California Secessionist Party,
    The Republic of Cascadia, State of Jefferson, Hawai`i, Independent &
    Sovereign, New England Confederation Movement, Republic of Texas, United
    People’s Party, …..

    222

    Bilinen bir zarar yok

    Belçika

    Vlaams Belang, New Flemish Alliance
    (NVA), Spirit, Lijst Dedecker (LDD)

    178

    Bilinen bir zarar yok

    İngiltere

    Sinn Féin,  Scottish National
    Party, Scottish Separatist Group and The Scottish National Liberation Army,
    Scots for Independence, Scottish Independence, The Scottish Distributist,
    Siol nan Gaidheal, Scots Independence Tour, Mebyon Kernow – the Party for
    Cornwall, Welsh Distributist Movement, Campaign for an English Parliament,
    Silent Majority

    302

    ~3,800 can kaybı[3]
    + ? maddi kayıp

    Kanada

    The Western Canada Concept, Alberta
    Independence Party, British Columbia Separatist Movement, BC Sovereignty, The
    Republic of Alberta, The Newfoundland Patriot — Advocate independence of
    Newfoundland and Labrador,  Ontario Independence League, Cape Breton
    Liberation Army,  Mouvement de libération nationale du Québec (MLNQ)

    142

    Bilinen bir zarar yok

    Fransa

    Corsica Nazione,  Partit Occitan,
    Union Démocratique Bretonne,  Iparretarrak (IK),
    Nationalforum Elsaß-Lothringen,  National Forum of Alsace,  The
    Savoy League .

    220

    Bilinen bir zarar yok

    İtalya

    Lega Nord , The Two Sicilies,
    Sardinians in Italy, Sardigna Natzione (Sardinian Nation), Secession
    fever in Italy.

    123

    Bilinen bir zarar yok

    Türkiye

    PKK

    86

    ~30,000 can kaybı + ~$200 milyar maddi kayıp

    Bu tablo dolaylı da olsa, bu genç ülkenin bu kadar kısa sürede ne büyük zarara uğradığını gösteriyor. Karşılaştırma yapılan ülekelerdeki ayrılıkçı hareketlerin çokluğuna, buna karşılık çoğunun -örneğin ABD- dünya kamuoyu tarafından bilinmeyişine bakıldığında:

    –       PKK terörünün tüm dünyaca bilinir olmasının,

    –       Bu denli büyük kayıplar verilmesinin

    Ve bütün bu bilançoya karşın sorunun henüz tanımlamamış dahi olmasının, bu süreçteki hükümetlerden bağımsız olarak derin bir SÇK yetmezliğine işaret ettiğine hükmedilebilir.

    Sadece bu konudaki durum dahi “hasta toplum” tanısının reddedilmeden önce daha dikkatle düşünülmesinin yararlı olacağını göstermiyor mu?

    Olup biteni hala derin bir hastalığın işaretleri olarak değil de, bireysel ideolojik tercihlerimizden sapmaların sonucu olduğunu mu düşünüyoruz?

    25 Temmuz 2009


    [1] https://www.tinaztitiz.com/dosyalar.php adresinde “UNDP_icin_hazirlanan_ulke_egitim_raporu” başlığı altında raporun tamamı bulunmaktadır.

    [2] Sadece ulusal bütünlük sorunlarından bir tanesi için uğranılan kaybın yaklaşık 30,000 insan ve $200 milyar olduğu hesaplanıyor.

    [3] http://en.wikipedia.org/wiki/Provisional_IRA_campaign_1969%E2%80%931997#Casualties kaynağından alınmıştır.

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Köpek Hayvanlarının 10 Ricası

    Köpek Hayvanlarının 10 Ricası

    Akira Kurosawa’nın “Dersu Uzala” filmindeki doğa insanı için tüm ormandaki canlıların -insanlar dahil- adları “adamı” diye bitiyor; ayı adamı, sansar adamı, kuş adamı gibi.

    Varlıklar arasında fark görmeyen Dersu’nun bu hitap tarzı, kendi ellerimizle yokettiğimiz evimizin korunması için ne kadar basit ve o denli de işlevsel bir formül veriyor.

    Fatih Belediyesinin Yedikule Sokak Hayvanları Barındırma ve Rehabilitasyon Merkezi’ni ziyaret ederseniz, 600 köpek adamı için yapılmış barınağın şimdilerde 2000 tanesini barındırdığını göreceksiniz.

    Aşağıda, barınak yöneticisi Meral Olcay’ın hazırladığı bir yaprağın ön ve arka sayfalarını görüyorsunuz. Bir yüzünde sahiplendirme sistemi, ihtiyaçlar, barınak krokisi gibi bilgiler; diğer yüzünde ise köpek hayvanlarının 10 ricası var.

    Bunların altında da Meral Olcay’ın yolladığı bir mail var. Kısa ve net. Yorumsuz, hepsini bilginize ve yardımlarınıza sunuyorum.

     

     

    büyütmek için tıklayınız!                                    büyütmek için tıklayınız!

     

     

     

     

    büyütmek için tıklayınız!

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Bildiklerimizi zannettiklerimizi askıya alabilmek!

    Bildiklerimizi zannettiklerimizi askıya alabilmek!

    21.yy’ın en önemli “tekrar keşfi”nin öğrenme olacağı görünüyor. Genellikle okul ile birlikte anılan öğrenme kavramı halen şöyle tanımlanıyor[1]:

    “Öğrenme daima, -yapabilirlikteki, bilgideki, algılamadaki ve bir kişinin kendisi ve başkaları hakkındaki duygularındaki- değişimi içerir.”

    Bu akademik tanım, sessizce gelmekte bulunan öğrenme devrimi[2] süreci açısından biraz daha derinleşerek anlaşılır hale geliyor:

    “Canlıların, kendi varlıklarını ve türlerinin sürdürülmesi amacını -az ya da çok- tehdit eder görünen her durumun tehlikesini boşa çıkarmak ve bunu hem gelecekte tekrar kendinin kullanabilmesi hem de dayanışma içinde olduğu diğer canlılara aktarabilmesi için, atlattığı deneyim sürecinin, kendini oluşturan tüm katmanlara (fizyolojik, psikolojik ve diğer) kendiliğinden gömülmesine öğrenme adı verilir.”

    Görüldüğü gibi öğrenme, genellikle birlikte anılan öğretme, benimsetme, kafasına sokma, koşullandırarak, tekrarlatarak belleğinden silinemeyecek hale getirme gibi kavramlardan çok farklı bir anlama kavuşmaya doğru gitmektedir; neredeyse kalbin çarpması, hormonların salgılanması, gözlerin kırpılması gibi kendiliğindendir. Kendiliğinden olmak zorundadır çünkü, en temeldeki amacı (türünün, dolayısıyla da varlığının devamını sağlama), ona başka bir seçenek bırakarak amacı riske etmemek zorundadır. Yeter ki öğrenilecek deneyim, onun veya türdeşlerinin bu temel amaçları açısından bir ihtiyaç olsun.

    İhtiyaç olmadığında ya da kişi (ya da herhangi bir canlı) tarafından ihtiyaç olarak algılan(a)madığı takdirde ise bu sihirli süreç kendiliğinden olmadığı gibi, diğer ihtiyaçların öğrenilmesini geri bırakabileceği nedenle reddedilir. Ancak bu ret sonunda, öğrenmesini talebedenlerce bir tehdit (insanlarda sınıfta bırakma, diploma vermeme; hayvanlarda dövme; bitkilerde susuz bırakma gibi) üretilirse, canlı bu defa aldatma yolunu seçer. İşte, ezberleyip sonra da unutmak bu aldatma yöntemlerinin başında gelir.

    Daha da trajik bir tehdit, kişinin “ihtiyaçlarını kendiliğinden öğrenme” gibi bir doğal yeteneğinin varlığının unutturulmasıdır. Bu, eski Doğu Bloku ülkelerinde uygulanmış, kişilerin önce -herhangi bir konuda- suçlu olduğunu ileri sürüp, daha sonra işkence yöntemleri altında suçluluğun gerçek olduğuna yürekten inandırılması yöntemine pek benzemektedir; öğrenilmiş çaresizlik denilen de budur ve böylece kişi, kendi başına bir şey öğrenemeyeceğine, ancak bir öğreticinin talimatlarıyla öğretilebileceğini “öğrenmekte”dir.

    Şimdi geldiğimiz noktada durumun bu olmadığının farkında olanlar, bunu son devrim olarak planlamakta ve bu devrimden gerek ticari gerekse diğer yollardan yararlanma yollarını tasarlamaktadırlar.

    Her devrim bir ilke çevresinde örgülenir!

    Sanayi devrimi buhar gücünün kol gücünden daha avantajlı olması ilkesine dayanıyordu. Enformasyon devrimi ise bir ürünün katma değerini en çok artıran öğenin bilgi olduğu ilkesini temel almıştı. Öğrenme devrimi de bir ilkeye dayanmaktadır ve bu, yukarda açıklanan “ihtiyaçlar kendiliğinden öğrenilir” ilkesidir.

    Ama ilkeler tek başına devrim yapamaz!

    Ne sanayi devrimi ne de IT devrimi tek başına sözü edilen ilkelerin ürünüdürler. Buharın gücünü kol gücünün üzerinde bir değere çıkaran nesne buhar makinesi; daha yüksek bilginin daha büyük katma değer üretmesini ise bilgisayar sağlayabilmiştir.

    Benzer şekilde ihtiyaçlar kendiliğinden öğrenilir ilkesi de öğrenme devrimini tek başına başlatamamıştır; muhtemelen insanoğlu bu ilkenin çok uzun zamandan beri farkındadır. Burada, buhar makinesi ya da bilgisayar gibi bir nesne yerine bu defa daha soft (bilgisayar buhar makinesine göre çok daha softtur) bir buluş rol oynamıştır. Bu soft buluş, bildiklerimizin, kendiliğinden öğrenme önündeki en büyük engel olduğu düşüncesidir.

    Bu nasıl olur?

    Buradaki tuhaflığın nedeni, “bildiğimiz” teriminin tanımında gizlidir. Bu terimi, “bildiğimize inandığımız” ya da “bildiğimizi zannettiğimiz” olarak değiştirirsek, bilinenin öğrenmeye nasıl engel olabildiği daha iyi anlaşılabilir.

    Öğrenme süreçlerini ihtiyaçlar tetiklese de, öğrenilmiş çaresizlik nedeniyle kişi zorlama yoluyla belleğine yerleştirdiği ve kullanımı yoluyla çevresinden onay aldığı bilgileri de ihtiyaca dayalı olarak öğrenilmiş bilgi olarak sayabilir ve böylece iki bilgi türü birbirine karışmaya başlar. Zamanla, zorlama bilgilerinin hacmi artıp giderek ihtiyaçlarının sesini dinlemez / dinleyemez oldukça da bilginin mutlaka birilerince öğretileceği (artık ona zorlama da demez, diyemez) kalıbını -ister istemez- öğrenir. Öğrenme olgusunun bittiği yer burasıdır.

    Bu noktadan sonra, kişi ihtiyaçlarının yol göstericiliğini bırakarak -giderek donmaktadır- belleğine yerleşmiş ve yerleştirilmekte bulunan zorlama bilgilerin güdümüne girer. İşte bu zorlama bilgiler artık öğrenme olgusunun önündeki kilitli kapılardır.

    O halde, buradan bir yöntem üretilebilir: Zorlama bilgileri askıya almak!

    Kişinin içinde bulunduğu çeşitli çevreler (fiziksel, sosyal, duygusal vd), kişinin öğrenme ihtiyaçlarını tetikleyecek öğelerle doludur. Kişi, belleğine yerleştirdiği çeşitli zorlama bilgilerin oluşturduğu görünmez -ama aşılması güç- bir duvarla bu tetikleyicilerden kendini -güya- korur, onlara direnir; zorlama bilgilerinin esiri olarak onların doğruluğunu, değişmezliğini savunur. Çevremizde, bu tür sokuşturulmuş bilgilerin esiri olarak kendi ömrünü, başkalarının ömrünü tüketen çok sayıda örnek görebiliriz.

    Üretilebileceği belirtilen yöntem hakkında bir şeyler demeden önce hemen ifade edilmesi gereken bir nokta, zorlama bilgilerin bir kısmının ihtiyaçlarımıza karşılık geldiğidir. Ama artık zorlama yoluyla öğretilme bir bağımlılık haline geldiği için hangi bilgi zorlamadır hangisi ihtiyaçtır bunu ayıramayız.

    İhtiyaca dayalı kendiliğinden öğrenme sürecini donmuşluktan kurtarabilmek için bu noktada yapılması gereken, kişinin kendi karar verebileceği bir süre için belirli bir konuda -daha sonraları tüm konularda- bildiğini zannettiklerini (yani zorlama bilgilerini :-)) askıya almasıdır.

    Bir diğer deyişle, çevresini saran ihtiyaca dayalı öğrenme tetikleyicilerinin kendisine erişmesine fırsat vermesidir.

    Bunun için şu ifade iyi bir motto olabilir: Bildiklerimin doğru olduğunu nereden biliyorum; belki de hiçbirisi doğru değildir!

    Bunu bir zihin egzersizi olarak yapmaya başlayanların kısa süre içinde yepyeni ve çok zengin bir evren keşfedebileceklerini söyleyebilirim.

    Doğrularının doğruluğundan ve mutlaklığından kuşkulanmaya başlamak için sadece kendi inatlarımızı kırmamız yetiyor.

    Pazartesi, Nisan 5, 2010


    [1] Ellis, A.K. & Fouts, J.T., Handbook of Educational Terms and Applications, Eye on Education, 1996, Princeton, A.B.D.

    [2] Dryden, G. & Vos, J., The New Learning Revolution, Network Educational Press Ltd., Birleşik Krallık, 2005

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • BU KADAR ÇOK TV’YI BESLEYEBILECEK HABER VAR MI?

    BU KADAR ÇOK TV’YI BESLEYEBILECEK HABER VAR MI?

     

    Eğer ise..analizi“, tumturaklı ifadesi bir yana bırakılırsa, gelişmiş dünyanın en çok kullandığı akıl yürütme yöntemidir. ??..yaparsam n’olur? türü bir soru herkesin her an cevap aradığı soru değil midir?

    Bir kararının sonuçlarını görmek için onu denemekten başka yol düşün(e)meyenler dışındakiler ise daha akıllıca yollar bulmuşlardır. Örneğin:

    ü  Bizzat denemiş birisini bulup ona sormak,

    ü  Başka birilerini denemeye teşvik etmek J,

    ü  Doğru sorular sorarak denemiş gibi sonuçları tahmine çalışmak,

    ü  Benzetim (simülasyon) ailesinin çeşitli güçteki tekniklerini kullanmak.

    Şimdi, aklımızda şöyle bir soru’nun olduğunu ve yapılırsa ne olacağını varsayalım:

    TV kanallarının sayısını şu anda mevcuda göre 10 kat artırmak! Acaba n’olur?

    Bir çırpıda ne olacağını tahmin etmeye çalışmak yerine, -mevcut çevre koşullarını sabit tutarak- kısa adımlarla neler olabileceğini tahmine çalışalım:

    o   Cinsel içerikli programların sayısında patlama olur, haber sunan aklı başında spikerler dahi buna alet edilir (mesela dedik!!),

    o   Reality show denilen programlarda kavga çıkar, çıkması için önlem alınır, Giderek daha sıradan olaylar “sıcak”, “daha sıcak”, “en sıcak” gibi heyecanlandırıcı vurgularla sunulur,

    o   Cinayet, hırsızlık, gasp gibi olaylar söylenip geçilmez, en ince ayrıntıya kadar uzun uzun verilir; eğer uzunluk yetmiyorsa teknoloji yardımıyla tekrar tekrar verilir,

    o   Şehitlerle ilgili haberler, bunları izleyen yakınları yokmuşçasına uzattıkça uzatılır, ağıtlar, iç parçalayıcı görüntüler istismar edilircesine verilir,

    o   Hayatını bedenini pazarlayarak kazanan, ama bundan da utandığı için başka saygın meslek isimleri (örneğin sanatçı, sohbetçi vb) kullanan erkek, kadın ve diğerlerinin yatak odası hikayeleri çarşaf gibi yayımlanır,

    o   Her arzı çoğalan mal ve hizmetin fiyatının düşmesi gibi TV birim saatlerinin de fiyatları düşer. Bu durumda, iç ve dış amaç sahibinin kendi amaçlarını gerçekleştirmek üzere yapacağı yayınlar çoğalır,

    o   Soru sormasını bilmeyen, kendi doğrularını başkalarına ezberletmekten başka ideali olmayan ünvanlı ünvansız insanlar, bilmiş tavırlarla saatlerce tartışırlar,

    o   Kanallar ve personeli içinde, ellerindeki yayın imkanını görünür-görünmez şantajlara çevirmek isteyenlerin sayıları artar; iletim kanalları ticaretin birer aracı haline gelirler,

    o   Rekabetin duracağı noktayı belirleyecek olan ahlaki kaygılar giderek azalacağı için yukarda sayılan (ve sayılmayan) nedenler birer çığ etkisiyle daha da azgın hale gelirler,

    Başta TV kanalları olmak üzere medya organlarının çoğunun görünür gelir kaynağı reklamlardır.

    İşin kritik noktası da buradadır. Reklamverenler, reklamları için ödeyecekleri meblağlar karşılığında en çok izleyiciye erişmek isterler ve bunun için herhangi bir sınır koymazlar ise, bu takdirde en çok izlenen programlar ve bu tür programları en çok yayımlayan kanalları -herhalde bunlar belgesel kanalları olmayacaklardır- tercih edeceklerdir.

    En çok izlenen programları belirleyecek olan ise izleyici kitlesinin bilgi ihtiyacı profilidir. (Eğer bu profil yeterince düşük değilse rating ölçme şirketleri aracılığıyla o tür yayınlara “ihtiyaç duyan” kişiler seçilir ve seyirci bunu istiyor denilir).

    http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=77 adresinde, Beyaz Nokta® tarafından reklamverenlere yönelik bir çağrı var. 2008 yılında imzaya açılmış ve 2.5 yılda ancak 540 kişi imzalamış. Aylık ortalama 50,000 hit alan bir web sitesinde 2.5 yılda 540 imza aslında, bu işlerden pek de sanıldığı kadar kimsenin (reklamverenin) şikayetçi olmadığının bir göstergesi sayılmaz mı?

     

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • D.S.S.M.

    D.S.S.M.

    Gazetelerden öğrendiğimize göre ÖSYM’deki kopya skandalından sonra düşünülüp taşınılmış ve Devlet Sınav Sistemleri Merkezi adı altında yeni bir merkez oluşturulmasına karar verilmiş (gazete yazdığına göre doğru da olabilir).

    Ö.S.Y.M. ve D.S.S.M. arasındaki en büyük fark, birincisinin öğrencilerle uğraştığı izlenimi verirken diğerinin “devlet” diye başlamasıdır. Böyle bir isim taşıyan kurumun çatısı altında hiç kimse kopya çekmeye cesaret edemeyeceği için sorun kökünden çözülmüş olacaktır.

    Alınacağı belirtilen ve daha geniş kapsamlı, daha geniş kadrolu, daha büyük binalı ve daha sıkı önlemlerden sonra kopya çekmeyi planlayanların herhalde  yandaki gibi bir düzenek oluşturmaları gerekecektir J.

    Bütün bunlar tartışılırken hiç konu edilmeyen, bir Tanrı buyruğu gibi kabul edilen şey kopyanın kendisidir. Ne eğitim sınıfından ne siyasetçilerden (muhalifleri de dahil) ne de yazar-çizer esnafından bir ses var.

    Yüksek öğrenimle birlikte 20 milyonu bulan öğrenci nüfusunun haftada 1 sınav hesabıyla 1 yılda girdiği yaklaşık 1 milyar sınav ortada iken, kendisine kopya ahlaksızlığını dert edip incelemiş, bu işin ahlaki temellerini sorgulamış, yüksek seciyeli bir toplumun ancak bu ahlaksızlık yapı taşlarını kırarak başarılabileceğini idrak edebilmiş 1 adet (yazıyla bir) öğretmen, eğitim idarecisi, eğitim akademisyeni , romancı niçin yoktur.

    Niçin hiçbir veli bir okul idaresine başvurarak çocuklarının potansiyel hırsız muamelesi görmesine (sınavlardaki gözetim onların potansiyel hırsız olduğunu varsayar) itiraz etmez?

    Bir STK  uzun yıllardır eğitimdeki kopya ile toplumdaki diğer eğrilikler arasındaki paralelliğe dikkat çekiyor. Başkasının bilgisini kullanarak haketmediği notu alan kişiyle, haketmediği makamı çalan, haketmediği kazancı sağlayan, her işini torpille yaptırmayı (sonra da toplumdaki yozlaşmadan yakınan) bir yaşam stili haline getirenler arasında bir fark var mıdır?

    Sınavlarda Onur Sistemi’ni anlattığım bir okulda[1] bir müdür yardımcısı ile aramızda geçen şu kısa konuşma, toplumumuzun bu konuda hangi çağda yaşadığını gösteriyor:

    Ø  Sayın Titiz, ömrüm boyunca iki defa tokat yedim; birisi çocukluğumda babamdan, diğeri de bugünkü konuşmanız nedeniyle sizden.

    Ø  ????

    Ø  Konuşmanızda kopyanın hırsızlık olduğunu alanın da verenin de hırsızlık olgusunu gerçekleştirdiğini söylediniz.

    Ø  Evet öyle dedim.

    Ø  Yani ben öğrenci olacağım, arkadaşım benden kopya isteyecek ve ben de vermeyeceğim öyle mi diyorsunuz?

    Ø  Evet aynen öyle diyorum.

    Ø  Peki bu delikanlılığa sığar mı? Ben bunu kendime yakıştıramam. Kopya hırsızlık sayılmaz, arkadaşlar arası bir dayanışmadır.

     

    Eminim ki bu kişinin eğitim (ve ülke) sorunları hakkında sıkı eleştirileri vardır; hakettiği yeri bulamadığından tutun da referandumda istediği yönde sonuç çıkmadığına dek her şeyden şikayetçidir, herkesi suçlar ama üzerine düşen en küçük görevi yapmak sorumluluğu da yoktur.

    ÖSYM skandalı ile ilgili kafa yoracaklara tavsiyem, yeni binalar, yeni isimler, yeni teknolojik çareler yerine, seküler ahlakın etkili araçlarından birisi olan Onur Sistemi’ni ilkokuldan itibaren başlatsınlar.

    En basit ahlak kuralı yerine kurallar ve teknoloji karmaşasını koymaya çalışan insanların sığındıkları gerekçe, “onur sistemi uygulanırsa kopya çekmeyenler mağdur olur” şeklindedir.

    Mağduriyet gidermek için ahlaksızlığı serbest bırakmayı bir çare olarak gören insanlardan kurtulmak için benim bir önerim var: Bu tür öğretmenleri, romancıları, mühendisleri, siyasetçileri toplayıp dost olmayan ülkelere uzman olarak gönderelim.

    24 Eylül 2010 Cuma

     

     


    [1] Okurlar merak edebilirler. Bu konuşma Ankara Eryaman’daki bir ilköğretim okulunda 2003 yılında verdiğim bir konferans sırasında geçmiştir.

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Pasif aktiflik!

    Pasif aktiflik!

    Tanımlanmamış iki kavram!

    İstanbul-Tophane’de meydana gelen son olayla bir kere daha tartışılmakta olan yaşam tarzına müdahale kavramı tanımlanmadığı sürece çok su kaldıracağa benzer. Neler yaşam tarzına müdahaledir ve neler değildir?

    Bir üst düzey kamu görevlisi,-farklı eğilimlerdeki- birkaç gazeteci, sokakta mikrofon tutulan vatandaş, birbirleriyle sözleşmiş gibi Tophane olayını irdelerlerken, kendilerince tartışılmaz bir doğru olduğu anlaşılan “şiddete başvurmadan herkes fikrini savunabilir” düsturunu kullandılar. Yaşam tarzına müdahale gibi şiddete başvurmak kalıbı da tanımlanmamış bir kavramdır.

    Yaşam tarzına müdahale genelde doğrudan müdahale olarak anlaşılsa da aslında dünyada en az başvurulan ve en az etkili yöntemdir. Nitekim İran’da erkeklerin favorilerini kaç santim uzatacağı, kadınların ne ölçüde göz farı kullanacağı gibi doğrudan müdahaleler -ahlak polisi eliyle- uygulansa da bir türlü istenilen sonucun alınamadığı, alınmak bir yana erkeklerin giderek daha uzun favori bırakıp kadınların daha ağır makyaj yaptıkları görülmektedir.

    Müdahalenin iyisi(!) saklı içerik yöntemiyle yapılandır ve kesin etkilidir. Örneğin, kamu görevlilerinin atamalarında, müdahale edilmek istenen tutum ve davranışlara sahip olmayanlara öncelik verilebilir. Tamamen yasaldır ve gizli de değildir. Ama bu görevlinin, toplum yaşamındaki binlerce küçük ve dikkat çekmeyen kararlarının uzun dönemde oluşturacağı yaşam iklimi‘ne müdahalesi de gayet etkilidir.

    O halde, içkinin, ramazan da oruç tutmamanın, Cuma’ya gitmemenin yasaklanması gibi bir doğrudan müdahale söz konusu değildir; hatta eğer birileri bu tür doğrudan müdahale ediyorsa oradaki niyetin bir provokasyon olabileceğinden kuşkulanılmalıdır.

    Buradaki örneklerin dini alandan verilmesi rastlantı olup aslında söz konusu müdahale yaşam kültürünün diğer alanlarında da olabilir. Örneğin sportif alanda, GS-FB maçlarında taraftarların bir arada oturamayışları tam olarak bir yaşam tarzına müdahale örneğidir. Çünkü her iki taraftar kesimi de insan olanların sadece kendi taraflarını tutabileeğini, diğerlerinin fazlalık olduğunu düşünmektedirler (döner bıçaklarının amacı da bilinç altına itilmiş bu fazlalığı temizleme dürtüsünün eseri olabilir).

    O halde kısmi bir sonuç olarak şu söylenebilir: Yaşam tarzına müdahale doğrudan değil dolaylı olursa etkilidir. Doğrudan müdahaleler ya münferit olaylardır ya da -müdahale etmek isteyenin veya müdahaleden rahatsız olanın- provokasyonudur.

    Peki şiddet ne demek?

    Her ne kadar akla hemen fiziki şiddet -dokunmak ile kafa kırma arasındaki gri tonlar- gelirse de, aynen yaşam tarzına müdahalede olduğu gibi burada da en az etkili olanı fiziki şiddettir. Nedeni bellidir, çünkü hemen hemen kimse tarafından onaylanmaz, tepki görür. Psikolojik şiddet de benzer biçimde onaylanmayıp tepki görür.

    Şiddetin iyisi(!) soft (zihinsel) olandır. Örneğin koşullandırma bir soft şiddet‘tir. Okullarımızda uygulanan tekrar ve ezber yoluyla belletme[1] tam bir soft şiddet örneğidir. Şiddet’in tanımlayıcı özelliği zorla (isteği dışında) olmasıdır.

    Bu tür şiddet yanlıları tahmin edilenden çok daha kalabalık olup, ardına sığınılan gerekçe genelde, “ihtiyaçlarını talep edemeyecek durumda olan küçük çocuklara isteği dışında -örneğin poposunu yıkamanın- birşeyler öğretilmezse ne olacağı” gibi uygunsuz örneklerdir.

    Bu tür örnekleri icadedenlerin bir bölümü soft şiddeti bilinçli kullananlar ise de geri kalan -daha kalabalık- kesim, ilk yaşların öğrenme ihtiyaçlarının giderilmesi için başvurulabilecek çeşitli öğrenmeyi tetikleyici tutum ve davranışları diğerlerinden ayırdedemeyenlerdir.

    İkinci bir kısmi sonuç olarak da şu denilebilir: Fiziki şiddet büyük çoğunlukça reddedilir; dolayısıyla da fiziki şiddeti ayıplamanın ayırdedici bir özelliği yoktur, anlamsızdır. Aslolan, zihinsel şiddet denilen koşullandırmadır ve maalesef toplumumuzun çoğunluğu zihinsel müdahaleleri bir şiddet türü saymaz. Halbuki yaşam hakkından daha da öne koyulması gereken bir hak, koşullanmama hakkı‘dır.

    Yeni bir kavram ortaya koymadan birlikte yaşamak güçtür!

    Toplumumuzu oluşturan çeşitli dini, siyasi, ideolojik düşüncedeki insanın bir arada, birbirini rahatsız etmeden yaşayabilmesinin ön koşulu, kendi düşüncelerini yaygınlaştırmak için pasif-aktif bir tutumu benimsemeleri, bunun dışındaki aktif tutumlardan özenle kaçınmalarıdır. Hatta denilebilir ki bu ilke yalnızca düşünce yaygınlaştırma alanında değil, örneğin reklamlar gibi ticari alanlarda da geçerlidir.

    Pasif-aktif tutum tanım olarak, bir düşüncenin yaygınlaştırılmasına konu olan hedef kitleden bir talep gelmediği takdirde pasif bir tutum izlemek, talep geldikten sonra ise -talep sürdüğü sürece- aktif olarak ve talebedenin istediği ölçüde bilgilendirici / tanıtıcı faaliyette bulunmaktır.

    Soft şiddetin bu denli yaygın olmasının nedenlerinden birisi, insanların -yalnız bizim toplumumuzda değil- zihinsel bekaretlerine önem vermeyişleridir. Reklamlar, soft şiddetin en pornografik türüdür. Her yarım dakikada bir X marka şampuanın ya da Y marka çamaşır tozunun diğerlerinden daha iyi olduğunun beynimize -isteğimiz dışında- kazınması cinsel pornodan daha az zararlı değildir. Bir mal veya hizmetin özelliklerinin -bir koşullandırma amacı taşımadan- tanıtılması ile, insan belleğinin travmatik biçimde etki altında bırakılmasının arasındaki farkın ayırdedilebileceğini sanıyorum.

    Pasif-aktiflik kavramını toplumsal tedavüle (dolaşıma) sokmaksızın, kendi dini, etnik, siyasal, ideolojik, ticari ve diğer tercihlerini (düşünce ve/ya yaşam tarzı olarak) başkalarına soft şiddet yoluyla dayatmayı bir görev bilenlerle, zihinsel tecavüze uğramayı kabul etmeyenlerin bir arada yaşamaları güçtür. Tarih atlaslarının göçler bölümüne bir göz atılması bunu anlamak için yeterlidir.

    25 Eylül 2010 Cumartesi


    [1] Mümkün olan yerlerde “ezbere bellemek” sözcüklerini yanyana kullanıyor ve böylece farklı anlamlar taşıdığını hatırlatmayı umuyorum. Bellemek, bellekte tutmak, akılda tutmak, unutmamak anlamına gelirken; ezberlemek ise sorgulamadan kabul etmek (by heart, par coeur, yürektenlik) anlamındadır. Bellemek bir öğrenme yöntemi iken ezberlemek Tanrı vergisi merak duygusunun -kendi egemenliklerini sorgulamalarını engellemek amacıyla- yasaklanmasıdır.

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Futbolcunun aşnafişnesini ben niye destekleyeyim!

    Futbolcunun aşnafişnesini ben niye destekleyeyim!

    Bir gazete haberine göre, başarılarıyla hergün gazete manşetlerini süsleyen iki medar-ı iftiharımız (birisi futbolcu diğeri dizi oyuncusu), “mesai” dönüşünde Porche arabalarıyla ters yola girip karşı yönden gelen bir kamyonla -bunlara şimdi jip deniliyor- çarpışmışlar.

    Sonrasında vatandaşlarımızın çabalarıyla araçlarından çıkarılıp tedavi edilmek üzere hastaneye gönderilmişler.

    Haberin buraya kadarki bölümü sıradan. Hergün onlarca benzerini izliyoruz. Sorun, bu (ve benzeri) haberlerin gözenekleri içindeki bir ayrıntıda gizli.

    Bu kurtarma ve tedavi süreci içindeki maliyet öğeleri oldum olası dikkatimi çekmiştir; çünkü benzer olaylar hemen hergün tekrarlanır. Olay yerinde polisin harcadığı zamanın, cankurtaranın, sağlık görevlilerinin, bazen itfaiyenin, insanlık için yardımcı olan kişilerin zamanlarının, yarattıkları sorunların dolaylı-dolaysız sıkıntısını çeken insanların yol açtığı giderlerin hepsi kamu kaynaklarından karşılanıyor ve o kaynakların içinde benim de “katkım” var.

    İster özel ister devlet hastanesine gitsinler oradaki giderlerin de bir bölümünü ben karşılıyorum. Özel hastanelere sağlanan mali özendirmeler kamu kaynağından, yani benden çıkıyor.

    Bu durumda ortaya çok somut bir soru çıkıyor: Bu ve benzeri değerli insanlarımız -ki sayıları tahminlerin çok üzerindedir- başkalarının kesesinden zamparalık yapma yüzsüzlüğünün farkındadırlar da bizi mi salak yerine koyuyorlar, yoksa bir yerlerinin dertlerine düştükleri için bunları akıl edemeyecek kadar kendileri mi salaktırlar?

    Bu soruyu düşünelim, hem de çok düşünelim.

    İnsanların suç işleme, hatta ahlaksızlık yapma özgürlükleri de vardır. Yeter ki -her türlü maliyetini- kendileri ödeme mertliğini gösterebilsinler.

    Mayıs 15, 2010

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  •  

     

    Sayın Kemal Kılıçdaroğlu

    Genel Başkan

    Cumhuriyet Halk partisi

    Ankara

     

     

    Mayıs 26, 2010

    Sayın Kılıçdaroğlu,

    Yeni görevinizi içtenlikle kutlar, topulumumuzun derinden ihtiyaç duyduğu dürüst ve akıllı yönetim yolunuzun açık olmasını dilerim.

    Bir yurttaş olarak bu koşuya bir katkıda bulunabilmek için 3 konudaki önerimi ilginize sunacağım. Çok sayıda önerinin masanızı kapladığını tahmin ederek sadece başlıklar halinde yazacağım.

    ü  Yolsuzluklar

    ü  Yolsuzlukların, milli gelirimizin önemli bir bölümünü yuttuğu, bu kaçağın yurttaşların hizmetine sunulabilmesi halinde birçok sorunun çözümüne uygun bir iklim yaratacağı söyleminize tamamen katılıyorum. Ama bunun, söylemek, ceza önermek, artırmak, yasa çıkarmak gibi geleneksel yollarla gerçekleştirilebilir olduğunu da düşünmüyorum.

    ü  Halkımızın büyük çoğunluğunun, yolsuzluklara uygun iklim yaratan değer yargıları konusunda, yukarıdaki öngörüye –hiç olmazsa uzunca bir süre için-  yardımcı bir eğilim içinde olmadığını düşünüyorum.

    ü  Kronik hale gelmiş yolsuzluklar konusunda, irili-ufaklı ve her biri bu konularda uzmanlaşmış kişi, grup ve kesimler, her türlü güç odağının çevresini –çok çeşitli kıyafetler içinde- sarmakta ve o gücü sömürmeye başlamaktadır. Bu kişi, grup ve kesimlerin ideolojisi, partisi, dini ya da herhangi diğer bir başat kimliği yoktur. Tek kimlikleri, -iktidar, muhalefet, terör örgütü, ideolojik örgüt, belediye, bürokrasi ya da ticari şirket farketmeksizin- “güç sömürücülüğü”dür.

    ü  Bu kişi, grup ve kesimler, kendilerinin dürüst kişi, grup ve kesimlerden ayırdedilememesi için gereken taklit yeteneğine fazlasıyla sahiptirler. Ama taklit yoluyla gizlenmenin mümkün olamadığı hallerde her türlü acımasız yöntemi de kullanmaktan çekinmeyecekleri bellidir.

    ü  Nitekim, kendisinin dürüstlüğünden en küçük kuşku bulunmayan nice devlet adamlarını çevreleyen bu gibi kişi, grup ve kesimlerin ne büyük yolszluklar yaptıklarına ait çok örnek vardır.

    ü  Bütün bunlar, yolsuzluklarla mücadelenin basit bir süreç olmadığını gösteriyor ve zaten siz de bunun fazlasıyla bilincindesiniz.

    ü  Bu durum karşısında önerim şudur: Halkımızın, değer yargılarıyla yolsuzluklara yeşil ışık yakan çoğunluğunun yanısıra, yine o halkın içinde adına nadir azınlık denilebilecek, fakir ya da varsıl, sıradan ya da sıradışı insanlar da mevcuttur.

    ü  Bu insanlar aracılığıyla toplumda erdem odakları yaratmak üzere bir kampanya başlatmanızı öneriyorum.

    ü  Toplumdaki her kesim içinde rastgel dağılmış bu insanlar şoför, avukat, işçi, milletvekili, asker, bürokrat ya da ev kadını olabilirler. Nitekim tanıdığımız kadarıyla siz de onlardan birisisiniz.

    ü  İşte tam bu nokta, adına sosyal icat denilebilecek bir çözüm yolunu gösteriyor: Bu kesimler içindeki bu nadir azınlık mensupları, kendi iştigal alanlarıyla sınırlı olarak, ama son derece somut terimlerle ve de kolay denetlenebilir birkaç konuda etik güvence vermeye çağırılmalıdırlar.

    ü  Örneğin, sürücüler şu 5 konuda birer etik güvence verip, bunun bir simgesi olarak da araçlarının camına bunu belirten bir sticker yapıştırabilirler: Alkollü araç sürmeyeceğim, kırmızı ışıkta duracağım, kimsenin önünü kesmeyeceğim, emniyet kemeri bağlayacağım ve hız sınırlarına uyacağım gibi.

    ü  Ya da milletvekili veya belediye başkan adayları şu etik güvenceleri seçmenlerine verebilirler:

    o    Her yıl akçalı işlerimi bağımsız bir denetleme kurumuna denetletip ilan edeceğim,

    o    Çıkar çelişkisine yol açabilecek bir iş yapmayacağım,

    o    Şahsıma avantaj sağlayabilecek önerilerin bir dönem sonra yürürlüğe girmesi yolunda oy kullanacağım,

    o    Kimden gelirse gelsin her türlü yolsuzluk önergesine kabul oyu vereceğim,

    o    Hakkımda yapılacak araştırmaları etkileyebilecek konumda ise derhal istifa edeceğim

    gibi.

    ü  Halk arasında yaygınlaşması için siyasi irade ile desteklenen böylesine bir enstrüman kullanmaksızın yolsuzluklarla mücadelenin ahlaki boyutunun eksik kalacağına dikkatinizi çekmeyi bir borç bilirim.

    Sayın Kılıçdaroğlu,

    Yazdığım satırların ne ölçüde ilginizi çekeceğini değerlendiremediğim için birkaç önemli konuda daha (işsizlik ve sorun çözme kabiliyeti yetmezliği) düşüncelerimi bu aşamada yazmıyorum. Ama arzu ettiğiniz zaman onları da yazar ya da arzu ederseniz sözel olarak da anlatırım.

    Tekrar başarı dileklerimle birlikte selam ve saygılarımı sunarım.

    M.Tınaz Titiz

     

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • İNTERNET BOYKOTUNA TEPKİLER!

    İNTERNET BOYKOTUNA TEPKİLER!

    TURNET ihalesinin, bir türlü sonuçlandırılmaması ve daha da beteri, T.Telekom’un kısır bakışı sonucu ortaya çıkan caydırıcı hat fiyatlarının nihai tüketiciye yükleyeceği yüksek fiyat ve/ya niteliksiz hizmet çıkmazını ya da bir deyimle  “katır ve satır“ı herkes biliyor.

    İnternet hizmeti sağlayacak kuruluşlara $4,000 cıvarında bir maliyetle sunulması planlanan 65 kBit’lik bir hattan, 100 kullanıcıya hizmet sunumu gibi bir öngörü dahi -ki bu rakamın belirleyeceği hizmet kalitesi ayrı bir konudur-, kullanıcı başına $40/ay gibi bir hat kirası payı demektir. Bunun üzerine servis sunan kuruluşun kar payı ve hat kullanımı nedeniyle ödenecek ücret de katılınca, ortalama bir kullanıcının aylık internet faturası $100  ya da bugünkü kurla TL 8 milyon civarına gelecektir. 

    $3,000 civarındaki ortalama yıllık gelirimiz ve bunun normal dağılım uyarınca dağıldığı varsayılsa dahi, gelirinin %40’ını internet’e ayırmaya imkanı olan ve de razı olabılecek  kişi sayısının, en fazla 20-30,000 civarında olabileceği anlaşılacaktır. Bunun dilimize tercümesi, internet’in, okullar, üniversıtelerin büyük çoğunluğu, ortalama gelirli aydın gibi kesımler tarafından kullanılamayacağıdır.

    Matbaayı, “yasaklama“, sanayi devrimini temsil eden buhar makinesini ise “aldırmama” yollarıyla toplumdan uzak tutan, çocuklarının kafalarını ezberle dondurmayı “birlik” sağlamanın yolu olarak bulmuş zorbalar, bugün internet için benzer bir yol kullanıyor. Görünüşte, herkesin kullanımına özgürce sunulan bu imkan, pratikte çok küçük bir kesimin kullanımına açılıyor.

    Bu oldu-bittiye ses çıkarmamak, buna iştirak etmekten farklı değildir. Mecellenin de Roma hukukunun da temel ilkelerınden birisi, suç işleyen kadar ona  katılanların da suçlu olduğudur. İnternet’ın yapay olarak pahalandırılması yoluyla yasaklanması olgusu, ceza yasalarımıza göre değil ama sorumlu insanlarımızın vicdanlarına göre bir suçsa, buna ses çıkarmamak suça katılım anlamına gelmez mi?

    Bu katılımı reddetmek yolunda bir ilk adım olmak üzere düşünülen, “internet kullanımını boykot edıp, bunu tüm dünyaya duyurmak ve bu yolla buradaki yasakçılar üzerinde bir baskı ortamı kurmak”  girişimim, bunu destekleyen ya da gereksiz gören tepkiler aldı.

    Destekleyen tepkilerin ortak noktasını “ben de varım, devam edip yayalım”  oluştururken, karşı çıkanlar oldukça değişik gerekçeler ileri sürdüler. Büyükçe bir bölüm, Anadolu insanımızın bin yıllık tipik davranışı olan “fare dağa küsmüş dağın haberı olmamış”  felsefesini savunan, sorunlarının çözümünü demir yumruklu kurtarıcılara bağlamış ve ömürlerını bu demir-el’leri bekleye bekleye tüketmekte olan  insanlarımızdır.

    Bir diğer bölüm ise, “ses çıkarırsak bunların bize zararı dokunur” diye düşünen ve yasakçı zihniyetin bir numaralı silahını oluşturan “korku”ya teslim olmuş olanlardır. Başka yollar aranmasını savunan, zorbaların zamanla yola geleceğini hayal eden, interneti pahalı da olsa kullana kullana idareyi yola getirmeyi öngörenler de bir diğer bölüm tepkiler oldu.

    Her toplum layık olduğu idareyi bulur”  özdeyişi çok doğrudur. İran’da bile yasaklanamayan internet’i kullandırmamanın yolunu bulabilen kafalar kendiliğinden ortaya çıkmamış, bu tür sivil tepkisizlik ortamında semirmişlerdir. Bu gerçeğin farkedilmesi, internet’ten de bütün diğer sorunlarımızdan da önemlidir.

    Köylülükle kentlilik kültürlerinin göstergeleri, köy odası ve disko değildir. Kendisine zararı dokunacağını bile bile, ama toplumun sağlayacağı yararın, dönüp kendisine yansıyacak kısmının, uğrayacağı anlık zararı misliyle karşılayacağı bilincine sahip olup olmamaktır iki kültürün göstergesi.

    Bu çağrıya lütfen tekrar kulak veriniz.

    Pazartesi,10 Haziran 1996

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))