• YAYA, BİSİKLETLİ, KAMYONLU VE BAŞBAKAN

    Önce bir gözlem: bir kişi yaya olarak yürürken ya da bisiklet kullanırken tavırlarında değişiklik oluyor. Yaya iken en doğal halinde olan kişi bisiklete binince tavırları biraz değişiyor.

    Bisikletin, bir güç üreten motoru olmasa da, çevrilen pedalın kazandırdığı enerjiyi depolayabilecek bir kütlesi var.

    Bu birikmiş enerji bir mekanik gücü temsil ediyor ve bisikletin üzerindeki kişi bunun farkındadır. Örneğin yaya yürürken birisine çarptığında bir hasar yaratmazken, bisikletle çarptığında bir hasar yaratabileceğinin bilincindedir. Bu tavır farklılığının nedeni , sahip olunan «güç»ün farklılığından kaynaklanmaktadır.

    Bu defa aynı kişinin altına bir otomobil (ama ucuz bir otomobil) verip sürücü koltuğuna oturttuğumuzda, bisikletli haline göre yüz hatları daha gerilmekte, kendini daha bir önemsemektedir. Ama bu tavır değişikliğinin nedeni, tamamen hakim olduğu güçle ilgilidir.

    Aynı insanı, daha güçlü bir motora sahip bir otomobile sürücü olarak bindirdiğimizde, tavır biraz daha değişecek, otomobil motorunun gücü kendi gücüymüşcesine bir tavır içine girecektir.

    Nihayet aynı kişiyi bir kamyon sürücüsü yaptığımızda takındığı tavır artık doğrudan «tehdit» kokmaktadır.

    Aynı bir kişinin, kontrol edebildiği güç arttıkça bunun aynen tavırlarına yansıması, insanın hala ne denli bir ilkelliği içinde barındırdığını göstermektedir. Eline güç geçtiğinde bununla derhal bütünleşip çevresini tehdit etmeye başlaması, ufak tefek ve iriyarı insanlar arasında da kolayca gözlenebilen bir «ilkellik beyanı» dır.

    Fiziki güç sahipliğinin yol açtığı bu tavır farklılığı aynen diğer güç biçimleri için de geçerlidir.

    Bürokratik, politik, askeri velhasıl yetkiden doğan bir hiyerarşinin söz konusu olduğu her yerde insanların – çoğunluğu-nun- tavırları yetkilerini yansıtmaktadır.

    Yayalar bisikletlilere, bisikletliler ucuz otomobil sürücülerine, onlar pahalı otomobil şoförlerine, lüks oto sürücüleri de kamyon sürücülerine, ellerindeki güçle kendilerini tehdit ettiği için kızmaktadırlar.

    Ama hepsi bereber bakan ve başbakanlara öfkelenmekdte, onların ellerindeki gücün, tavır, tutum ve davranışlarına yansıdığından şikayet etmektedirler.

    Herkes, elindeki gücün tehdit ediciliğini «sonuna kadar» kullanmakta, hatta yapay önlemlerle onu arttırmaya çalışmaktadır. Ucuz otomobil sahiplerinin çoğunun, pahalı otomobil sembollerini takıp, arabanın içini pilot kabinine benzetmeye çalışması bu “güç artırma” özleminin bir ifadesidir.

    Bakan ve başbakanların çeşitli tavırlarına bakıp, altında hangi özlemlerin yattığını yorumlamak ne kadar ilginç değil mi ?

    Salı, 17 Ekim 1995

  • “YENİ MUHALEFET ANLAYIŞI” NASIL OLMALI?

    “Yeni siyaset anlayışı”, “sorunlara yeni yaklaşım yolları”, “yeni politikacı tipi” gibi arayışlar içinde ele alınıp tartışılması gereken konulardan birisi de “yeni muhalefet anlayışı” olmalıdır.

    Ülkemizde geleneksel muhalefet anlayışı, ya iktidarların her ak dediğine kara demek (güçlü muhalefet deniliyor), ya da iktidarların bazı tutumlarını -ki bunlar yanlış da olabilir- desteklemek (buna da sorumlu muhalefet deniliyor) biçimlerinde olagelmiştir. Ama genel çizgi, “çürütmecilik temelli muhalefet” tir. Bu yaklaşımların her ikisinin de demokratik sürecin işleyişine olumlu bir katkı sağlamadığı, bugüne kadar ki uzun geçmiş performanstan bellidir.

    İlginç olan nokta, bu yetersizliğin hemen herkes tarafından bilinip dile getirilmesidir (dile getirmeyenler yalnızca her devirdeki muhalefet partileridir)..

    Peki, herkes tarafından bilinen bu durum niçin böyledir? Bu yetersizliğe yol açan sebepler nelerdir?

    Olası nedenlerden en güçlüsü, “çürütmeci muhalefet”in çok zahmetsiz olmasıdır. Bunda yöntem, iktidarların yaptıklarını, kararlarını, söylediklerini izlemek ve onların eksik ve yanlışlarını bulmaktır ki bu da son derece kolaydır. Bu iş ne denli şiddetli, kırıcı hatta hakaretamiz yapılırsa muhalefet de o kadar başarılı sayılır.

    Çürütmeci muhalefet yapmanın ikinci yöntemi, o an iktidar olan partinin muhalefetteyken söylediklerini bulup hatırlatmaktır. (Buna karşı iktidarların da cevabı hazırdır: Ya muhalefetin iktidardayken sölediklerini bulup çıkarmak ya da o sözün o güne bu sözün bu güne uygun olduğunu belirtmek..)

    Gerçekte ise iktidarların en güçlü yol göstericisi olması gereken muhalefet ülkemizde, geleneksel olarak, “bizim görevimiz yapılana itiraz etmektir” gibi faydasız bir ağız dalaşına dönüşmüştür.

    “Yeni Muhalefet”, Özgün ve Ayrıntılı Bir Modele Sahip Olmalıdır!

    “Muhalefet, her an için daha iyi bir alternatif ortaya koyabilmek ve bu yolla iktidarın uygulamalarını daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele yönlendirebilmektir” gibi bir tanım benimsenirse, bunu yaşama geçirebilmenin ancak bir yolla mümkün olabileceği kendiliğinden ortaya çıkacaktır. O da, her anın reaksiyonlarının -ki onların nasıl doğduğuna işaret edilmişti- biraraya gelmesinden oluşan, parçaları arasında bir uyum bulunmayan ve daha da kötüsü belirli bir ideale yönelmemiş “yamalı tutumlar” yerine, parçaları kendi aralarında uyumlu ve belirli bir ideale göre tasarımlanmış bir model sahibi olmaktır..

    Böyle bir model “özgün” ve “ayrıntılı” olmalıdır. Örneğin, “partimiz, serbest piyasa ekonomisini benimsemektedir” gibi yalnız kerteriz almaya yarayan bir model hem özgün hem de ayrıntılı değildir. Çünkü, örneğin, içinde bulunulan ekonomik yapıdan serbest piyasa ekonomisine nasıl ulaşılacağı -ki işin can alıcı yanıdır- belli değildir.

    Geleneksel muhalefet söylemimiz, “değerli kadrolarımız, bu amaca göre gerekli icraatı yapacaktır” biçimindedir ve bunun Türkçe’si “biz de o kısmını henüz düşünmedik” demektir.

    Nitekim, hemen tüm partilerin -iktidarlar da dahil- şiddetli bir özelleştirme yandaşı olmasına karşın bu işin bir türlü becerilemeyişinin önemli bir nedeni, devlet işletmeciliğinden özel işletmeciliğe geçiş halinde, KİT kadrolarına doldurulmuş insanların ne yapılacağının bilinmeyişidir.

    Özelleştirmenin vazgeçilemez koşulu, özelleştirilecek kuruluşlarda çalışanların ve de kamuoyunun desteğinin kazanılması olduğuna göre, orada çalışanların ne olacağı konusunda kafası karışık partilerin yanında kimsenin yer almayışının, bunun yerine herkesin “adil düzen”e koşmasının bir nedeni de işte budur! Denize düşenin yılana sarılması ya da yağmurdan kaçanların doluya tutulması herhalde bu olsa gerektir..

    Geleneksel politikacı tipimizin “makro” yaklaşımlara meraklı görünüp, bu can alıcı soruların cevaplarını içermesi gereken “mikro” yaklaşımlardan bucak bucak kaçmasının nedeni, neyi nasıl yapacağı konusunda berrak bir fikri bulunmayışıdır. Makro yaklaşımlar ise okul kitaplarında hatta gazetelerde zaten yazmaktadır.

    Buna göre “Yeni Muhalefet”, elinde operasyonel düzeyde ayrıntılı bir hükümet programı bulunduran; enflasyonu “nasıl” düşüreceğini, üretim sistemimizi buluşçuluk temeline “nasıl” oturtacağını, terörle “nasıl” mücadele edeceğini, insanlarını daha iyi “nasıl” eğiteceğini, mali sistemi bütünüyle belgeye “nasıl” dayandıracağını ve bütün bunların yapılmasına engel olabilecek güçlükleri “nasıl” aşacağını tasarlamış, bunu yazılı hale getirip ilan etmiş, bununla da kalmayıp gelişmelere göre bunları güncelleyerek eksik ve yanlışlarını gideren bir muhalefet anlayışıdır.

    “Yeni Muhalefet” Tahmin Yapabilmelidir!

    Kabaca, “yapılanı eleştirmeye” (ve sadece eleştirmeye) dayalı geleneksel muhalefet yerine geçmesi gereken “yeni muhalefet’in başarısının bir ölçütü de geleceğe ait tahminlerinin tutarlılığıdır. Eleştirilerini mutlaka tahminlerle desteklemeli ve belirli aralıklarla tahminlerinin geçerliğini, varsa yanılma nedenlerini dürüstçe ilan etmelidir

    “Yeni Muhalefet”, “Yeni Bilgi Verme Üslubu”nu Gerektirir!

    Geleneksel iktidar-muhalefet ilişkilerimizin dayandığı iletişim, bir ortaoyunu dili kullanır. Ortaoyunlarında, taraflardan birisinin bir sorusuna anlamlı bir cevap verilmesi zorunluğu yoktur. Beklenen, cevabın soru ile kafiyeli olması, dahası, cevabın soru soranı şapa oturtmasıdır.

    Örneğin, “futbolcuların transfer ücretleri niçin vergi dışıdır?” gibi bir soru’nun ortaoyunu politikası kurallarına göre cevabı, “spor, kitlelerin beden ve ruh sağlığını geliştirici faaliyetlerdir. Bu yüzden teşvikinin düşünülmemesi mümkün değildir. Yoksa siz halkımızın sağlığına mı karşısınız?” biçimindedir ve bu aslında “uysa da uymasa da” cinsinden bir yanıt olup pratik hiçbir anlamı yoktur.

    Buna göre “yeni muhalefet”, yeni bir bilgi verme stiline, daha açık bir deyimle yeni bir cevap verme ahlakının ortaya çıkmasına, yani yeni bir iktidar stiline bağlıdır.

    “Yeni Muhalefet”in 1 Numaralı Önceliği “Bilgiye Erişme Özgürlüğü” Olmalıdır!

    Geleneksel siyaset yaşamımızda muhalifetin en çok kullandığı argümanlardan birisi de “etkin muhalefet yapmak için gereken bilgilerin yalnız devletin -yani iktidarın- elinde olduğu”dur.

    Aslında ise, karar almak için gereken bilgiler iktidarların elinde de yoktur. Bunun nedeni de, kararların “bilgi”ye değil, o an için hakim rüzgara göre alınmasıdır. Bunun böyle olduğunu iktidarlar da muhalefetler de bilir ama söylenmesi ayıp olacağı için söylenmez.

    Bugüne kadar ne iktidarların ve ne de muhalefetlerin bir önceliği “bilgiye erişme özgürlüğünün sağlanması” olmamıştır. Bu da, kullanılagelen “bilgi yok” argümanının samimi olmadığının kanıtıdır.

    Bu ölçüler uyarınca bakıldığında, ülkemizde yalnız muhalefet partisi değil, siyasi parti denilebilecek bir örgüt hiç bir zaman bulunmamıştır.

    Bu, yeni siyasal oluşumlar için yol gösterici bir saptamadır. Mevcut siyasi partilere ek olarak kurulmakta bulunan ya da bundan böyle kurulacak olan siyasi partiler ancak bu ölçülere uyduğu takdirde bir değer taşıyacak, aksi halde vatandaşın kafası biraz daha karışacak ve tercihler daha da uçlara kayabilecektir.

    Cumartesi, 28 Mayıs 1994

  • YÖNEYLEM ARAŞTIRMASI VE POLİTİKA

    Yöneylem Araştırması’nın (YA) toplumumuzda pek yaygın bir kullanım alanı bulabildiği söylenemez, ama politikaya neredeyse hiç girmediği söylenebilir. Bu makalede konunun bu yönü üzerinde durulacak ve YA’nın politik yaklaşımlarımıza nasıl bir innovation getirebileceği üzerinde durulacaktır.

    Burada politika deyimiyle alışılmış, genelde günlük çekişmelere ya da çeşitli kesimlerin hoşlarına gidebilecek ama doğruluk düzeyi düşük söylemlere dayalı politika değil, Eflatun’un “toplumu mutlu kılma sanatı” şeklinde tanımladığı “politika” ya da bir başka deyimle “toplumun sorunlarını çözerek onu mutlu kılmak” kastedilmektedir.

    Halen -özellikle politik kadrolarımız- anılan bu sorunların çözümlenmesinde bazı yanlış yaklaşımlara sahip olup, bunlar sorunlar kimyası’nın süreçlerini anlamaya ve de onlara müdahale etmeye yetmemekte ve yanlış ve/ya yetersiz çözümler üretilmesine neden olmaktadır.

    Burada “Sorunlar Kimyası” deyimiyle, çeşitli sorunların oluşumu, bileşimleri, aralarında yaptıkları yeni kombinezonlar, yansımaları ve bu gibi özellikleri ifade edilmeye çalışılmakta ve bir bakıma, “maddeler kimyası” nın kanunlarına benzer kanunların varlığına işaret edilmek istenmektedir.

    YA’nın politika alanına uygulanması konusu, bu yanlış yaklaşımlar açıklandığı takdirde daha net olarak irdelenebilecektir.

    A.  Olaylar arası doğrusal ilişkiler ve açık uçluluk varsayımı!

    Olaylar genellikle dairesel bağlantılıdır. Yani bir A olayının ardından doğan B olayı dönerek A olayına girdi olur ve bunun sonunda ya büyüyen ya da küçülen bir spiral doğar (pozitif ya da negatif geri besleme).

    Böylece aynı bir olay hem sebep hem de sonuç olur. Pratikte ise genellikle bu gerçek gözardı edilir ve olaylara ya sebep ya da sonuç olarak bakılır. Bu yanlış bakışın doğal bir sonucu da olayların açık uçlu olabileceği, yani bir yerde son bularak sürecin duracağı yanlışını doğurur.

    Bu duruma bir örnek, kamu açıklarıyla beslenen enflasyonun dönerek kamu açıklarını artırmasıdır. Bu şekilde bir süre geçtikten sonra kamu açıkları ve enflasyon, birbirinin hem nedeni hem de sonucu olurlar.

    B. “Yalıtılmış” olaylar !

    Olaylara genel bakış açısı, yalnızca birbirine doğrudan bağlı olayları “ilişkili” olarak nitelemek şeklindedir. Halbuki olaylar birbirleri üzerinden yansırlar ve diğer olayların üzerine düşerek onlardan yeni ve değişik nitelikli sorunlar yayılmasına neden olurlar. Aynen fizikteki, katı nesnelerin çarpışıp yansımaları gibi! (Bakınız Örnek-1, 2).

    Böylece ilk bakışta aralarında ilişki olmadığı sanılabilecek olaylar arasında yakın ilişkiler bulunabilir. Çeşitli yansımalar sırasında, bir olayın kaynağından uzaklaştıkça, ya da tek dereceden yansımalı sistemler yerine çok dereceli yansımalar olduğu takdirde ilişkileri görebilmek daha güçleşir. Bu güçlüğün nedenlerinden birisi de, olayları birbirinden yalıtılmış olarak (bağımsız kompartmanlar halinde) görmek alışkanlığıdır. Halbuki aynen maddeler uzayı gibi sorunlar uzayı da bir ve tek’tir. Çeşitli sorunlar, daha az sayıdaki Kaynak Sorunlar’ın değişik yüzeyler üzerinde bıraktığı yansımalardır.

    Bu bakış açısının en dramatik sonucu, bu yalıtılmış sorunları ayrı ayrı çözmeye çalışmak ve fakat bir türlü de çözememektir. Ayrıca da her yanlış çözüm, durum dengelerini rastgele biçimde değiştirme ihtimali nedeniyle evvelce olmayan yeni sorunların da doğmasına neden olabilmektedir..

    C. Oluşmuş sorunları doğrudan çözmeye çalışmak !

    Bu durum hemen hemen tüm toplumlarda geçerli olan Karteziyen Mantığı’nın bir ürünüdür. İnsanlar, sorunların çözülebileceğine inanır ve “istenmeyen bir durum”un koşullarını değiştirip, “daha az istenmeyen bir durum” yaratmaya çalışırlar.

    Ama şu unutulur: “İstenmeyen bir durum” a yol açan girdiler saptanıp yokedilemezse, yeni oluşturulan koşullar altında yeni “istenmeyen durum(lar)” doğabilir!

    Örneğin, uzun süre ayakta durmayı gerektiren hallerde, iki ayak üzerinde bir süre hareketsiz durabildikten bir süre sonra ayak değiştirmeye başlanır. Vücudun ağırlığı bir ayağın üzerine verilip diğeri dinlendirilir, sonra ayak değiştirilip öbürü dinlenmeye (güya) alınır. Ancak bu bir şeye yaramaz ve insanlar sonunda oturacak bir yer aramaya başlarlar.

    Bu basit olguda kişi bir sorunla karşı karşıyadır ve çözüm yolu olarak da mevcut koşulları çok az değiştirerek sıkıntıdan kurtulmayı görmektedir. Ancak, duruma dikkatle bakılırsa, kişinin bu sorunu, sorunu çevreleyen koşullarda esaslı bir değişiklik yapmadan yani soruna yol açan nedenleri (burada sürekli hareketsiz ayakta durmak) gidermeden çözmesine imkan olmadığı hemen görülecektir.

    Ayak değiştirmek, üzerine yüklenilen tek ayağın daha çabuk yorulmasına neden olur ve kişi bir süre sonra sık sık ayak değiştirmeye başlar ve sonunda o çözümün -ki çözüm değildir- işe yaramadığını görür.

    İşkence uzmanları bu mekanizmayı gayet iyi bilir ve insanlara acı çektirmek için onları, koşullarında esaslı değişiklikler yapamayacakları durumlar içine sokup öylece tutarlar.

    Bir durumu oluşturan koşullarda esaslı değişiklikler yapmadan sorun çözmeye çalışmak, yalnız o sorunu çözememeyi değil, aynı zamanda evvelce bulunmayan yeni sorunlar doğmasına da yol açar.

    Bu basit örnekte kolayca görülebilen gerçek, sorunlar karmaşık hale geldikçe görülemez hale gelir. İnsanlar (özellikle de bizim insanlarımızın çoğu), karmaşık sorunların daha farklı kurallara göre oluştuğunu düşünürler. Gerçekte ise mekanizma hep aynıdır. Buna göre insanlara ilk öğretilmesi gereken, sorunların doğrudan çözülemeyeceği, onlara yol açan kaynaktaki nedenler’in yokedilebileceğidir.

    Bu bağlamda sorunları çözebilmenin en sağlam ilk adımı, onun yol açtığı sıkıntıları kaybetmemek (gidermeye çalışmamak) tir. Örneğin, kıyafeti çağdaş olmayan birisi, daha derindeki bir başka sorunun varlığının işareti olabilir ve bu işaret bir biçimde -hatta zorla- yokedilebilir de. Böylece, o sorun hakkındaki değerli bir göstergeyi yok etmiş olacağımız gibi, hem sorunu çözemeyiz ve hem de yeni sorunlar üretmiş oluruz.

    Bu yanlış yaklaşım geleneklerimize işaret edildikten sonra, iki soruya cevap verilmeye çalışılmalıdır:

    (1) YA, bu sorunları aşabilecek yeni bir yaklaşım getirebilir mi? Evet ise nasıl?

    (2) Bunu sağlamak için neler yapılmalıdır?

    * YA, bu sorunları aşabilecek yeni bir yaklaşım getirebilir mi?

    Evet getirebilir. YA’nın sorun çözme araçları içinde politikaya rahatça uygulanabilecek epeycesi vardır. Örneğin “benzetim” (simulation) böyledir.

    ABD Kongresinin Bütçe Komisyonu’nun başlıca görevi, kongreye sunulacak yasa teklfilerinin, kısa, orta ve uzun vadede ne gibi mali etkiler yaratacağının tahminlenmesi olup, “What if” türü analizler bu sorulara cevap bulmak için kullanılmaktadır.

    What if analizleri politikada yalnızca mali etki tahminleri için değil, daha subjektif değerlendirmeler -politikacıların uluslararası konulardaki beyanatının yol açabileceği gelişmeler gibi- için de kullanılabilir. Örneğin, eski Sovyetler Birliği’nin Kars ve Ardahan’ı sözel olarak talep etmesi, Suriye’nin Hatay’ı kendi sınırları içinde haritalaması gibi fiziki hiçbir eylem içermeyen sözler, bugün dahi bu ülkelere karşı tutumumuzu ve savunma politikalarımızı etkilemektedir.

    Bu bağlamda, mesela “Adriyatik’ten Çin’e kadar” sözlerinin ne gibi sonuçlar doğurduğunu ve bundan böyle doğuracak olduğunu değerlendirebilmek için, YA’nın “What if” analizi gayet etkinlikle kullanılabilir.

    YA’nın bir başka sorun çözme yaklaşımı olan “sezgisel yöntem” (heuristic), bir çok olayın ancak sezgisel yolla ifade edilebildiği politikada kullanılabilen bir diğer yöntemdir. Nitekim, EZ-IMPACT adlı bir algoritma ve bilgisayar programı, aralarındaki ilişkiler ve bireysel eğilimleri (trend) ancak subjektif terimlerle ifade edilebilen olayların analizi için geliştirilmiş olup, politikanın ana malzemesi olan toplum sorunlarını anlayıp önlem geliştirmede eşsiz bir araçtır.

    Ama, YA’nın politikaya uygulanabilirliği açısından esas değeri bu yöntemlerden dolayı değildir. Başka disiplinlerden politikaya aktarılıp uygulanabilecek çok sayıda teknik bulunabilir.

    YA’nın “sistem bütünlüğü” yaklaşımı, politika açısından esas önem taşıyan özelliktir. Bu yaklaşım, yukarıda (b) şıkkında dile getirilen, “olayların yalıtılmışlığı” olarak adlandırılan büyük sakıncayı ortadan kaldırır.

    Nitekim, reengineering adı verilen yeniden yapılandırma yaklaşımında da bu yalıtılmışlığın nelere yol açtığı gösteriliyor ve yeniden yapılanmanın, bölmeleme (departmentation) yerine süreç (process) temelli olması öneriliyor.

    Halbuki geleneksel kamu örgütlenmesi (Bakanlıklar, Genel Müdürlükler, Belediyeler gibi), tamamen departmentation’a dayalıdır. Bu örgütlenme biçiminde her yalıtılmış birim kendi işini mükemmel yapsa dahi, her birimin amaçları bütün’ün amaçlarından farklı -ilgisiz, hatta çoğu zaman da çelişik- olduğu için, işlerin bütünü açısından giderilemeyecek karmaşıklıkta sorunlar ve kaçınılmaz bir pahalı ve verimsiz “işletme” doğuyor.

    Aslında bir bütün olan “amaçlar”ı bölmeleyip her birini ayrı yönetmeye dayalı geleneksel yaklaşım yalnız kamu yönetiminde değil sanayi ve ticarette de benzer olumsuz sonuçlara varmış ve bugün artık bu yaklaşımın yanlış olduğu iyice ortaya çıkmıştır.

    Bir başka deyimle, YA’nın ünlü “sistem yaklaşımı” ilkesine aykırı bir yapılanma hem Dünya ekonomisini hem de toplum yönetimlerini içinden çıkılmaz noktalara getirmiş bulunmaktadır. Türkiye sorunlarına bu açıdan bakıldığında, siyasette ve ekonomide yaşanan kriz daha kolay anlaşılabilmekte, en azından krizin en önemli bileşeninin bu, “bütüncüllük dışı yaklaşım” olduğu anlaşılmaktadır.

    Toplumumuzun sorunlarını, yalıtılmış, birbirinden bağımsız -ama birbirleriyle etkileşebilen- biçimde algılayıp, bunların her birini ayrı department’lerin sorumluluğuna tevdi ederek çözmeye çalışmak yerine bunların, “amaçlarımızı üretmeye uygun olmayan bir ortam” ın, çeşitli “durum yüzeyleri” üzerindeki izdüşümleri olduğunu kavradığımız takdirde kriz ortamından çıkmak, hatta krize yol açan kimi ögeleri bu defa birer avantaj olarak kullanmak mümkün olabilecektir.

    Bu saptama bizi Görünen Sorun – Kaynak Sorun kavramlarına götürmektedir*. Az sayıdaki sorunun (source cause) yansımalar, birleşmeler, ayrışmalar yoluyla yeni sorun bileşikleri yarattığı, bunların ise doğrudan çözülmesi mümkün olmayan Görünen Sorun’lar (phantom problems) yarattığı şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım, maddi-manevi kaynaklarını Görünen Sorunlar’ı çözmeye ayırmış ve bu yolla da sürekli yeni sorunlar üreten politika geleneğimiz açısından büyük bir yanılgıya işaret etmektedir.

    İşte YA’nın, innovation özelliği çok zayıf bulunan politik yaşamımıza getirebileceği en önemli innovation katkısı bu yaklaşımdır. O halde mesele, YA’nı politik yaşamımıza nasıl katacağımız meselesine indirgenmektedir.

    Politikayı yaşama geçirecek olan kurumların zayıf olduğu, ayrıca da günlük politik çekişmelerden çokça etkilendiği dikkate alınırsa, bizde, tepedeki politikacıların etkilenmesinin -daha genel olarak etkinlerin etkilenmesi- en önemli problemi oluşturduğu görülecektir.

    Bunun ise geleneksel yollarla, yani yazmak, söylemek, önermek vbg yollarla pek mümkün olmadığı bilinmektedir.

    A.B.D.’de, politikacıların eğitilmeleri için kurulmuş bulunan JFK School of Government benzeri bir organizasyon oluşturulması etkin bir araç olabilir. Bu okulda, yerel ve merkezi idarede rol alacak politikacılara yeni bir “düşünme stili” benimsetilebilir. Ama bu yaklaşım dahi, etkinlerin etkilenmesini gerektirir.

    Bu nedenle, bir başlangıç noktası olarak bir YA çalışma grubu oluşturulması düşünülebilir. İçinde, politikacı, sosyolog, psikolog, pazarlamacı ve YA uzman(lar)ı bulunan bir çalışma grubu, etkinlerin etkilenerek YA yaklaşımlarının ve özellikle de sistem yaklaşımı’nın benimsenmesi için hangi araçların kullanılabileceğini araştırabilirler. Hatta daha abartılı bir araç olarak, yalnızca politika ve YA konusunun işlendiği bir çalışma toplantısının düzenlenmesi dahi düşünülebilir.

    Salı, 12 Temmuz 1994

  • RİZE’LİLERE ÇAĞRI!

    Bizde politikacıların, ellerindeki kaynakları kendi seçim bölgelerine öncelik verecek biçimde dağıtmaları neredeyse bir gelenek halindedir. Bunu yapmayan politikacı “kokmaz-bulaşmaz”, istemeyen seçmen de “avanak” sayılır.

    Yıllardan beri ne zaman bir hükümet kurulsa bir tartışma başlar. “Bizim ilimize bakanlık düşmedi !” konulu bu tartışma sürekli, küskünlüklerin kaynağı olur.

    Hemen kimse tarafından yadırganmayan, üstüne üstük haklı dahi görülen bu tartışmaların Türkçesi şudur: “Bakanlar ve başbakanlar, seçim bölgelerine imkan sağlamak için bakan ve başbakan yapılırlar. Dolayısıyla bakanlıkların dağıtımında coğrafi dengelere (bu denge lafına da çok tutuluyorum) dikkat edilmelidir”.

    Bir bakan ya da başbakana imkanlar, onun tüm ülkeye ve de ihtiyaç önceliklerine göre hizmet vermesi amacıyla tanınır.

    Bu basit mantık ve ahlak ilkesine aykırı olarak seçim bölgesine yapılacak her yatırım -ne denli yararlı olursa olsun- devlet kesesinden yapılmış bir “hırsızlık” tır. Bunun tüm toplum tarafından böyle anlaşılması, sindirilmesi gerekmektedir.

    “Bal tutan parmak yalar” deyimi, atasözlerimiz içinde ahlaksızlığı özendiren, haklı göstermeğe çalışan kimi sözlerden birisidir.

    Bal tutan, parmağına bal bulaşmamasına dikkat etmeli, ama buna rağmen bulaşırsa onu tekrar bal kavonozunun kenarına sıyırmalı, onu yalamamalıdır.

    Politikacı, çeşitli yollarla, ama ahlaki yollarla tekrar seçilmek için gayret etmeli, kampanya masraflarını finanse edebilecek yollar geliştirmelidir. Ama bunun içinde, devletin kendisine belli bir amaçla emanet edilen imkanları kendi seçim bölgesine peşkeş çekmek yoktur.

    Son hükümet değişikliği sırasında, hükümet istifa ettikten sonra, o gece içinde bir kısım illerin belediyelerine yardım yapıldığı basına yansıdı. Bu yardımdan en büyük payı da o hükümetin başbakanının seçim bölgesi olan Rize almış. İkiyüz milyar lira civarında bir para verildiği söyleniyor.

    Bu ne ilktir, büyük olasılıkla ne de son olacaktır. Burada üzerinde durulması gereken nokta başkadır. Her nerede kime sorulsa en çok yakınılan nokta, “siyasi kirlenme”dir. Ancak ilginç olan, bu kirlenmeden şikayet edenlerin çok büyük bir bölümünün bizzat bu kirlenmede öyle ya da böyle pay sahibi, hatta taraf olmalarıdır.

    Şimdi, saygıdeğer Rize’lilere sormak gerekir. İçlerinde siyasi kirlenmeden şikayetçi olan var mıdır? Varsa, acaba, belediyelerine verildiği söylenen bu para için ne düşünmektedirler? Bu parayı iade etmesi için Belediye Başkanı’na başvurmayı mı, yoksa bu hediyeyi kendilerine sunan eski Başbakan’a teşekkür etmeyi mi daha doğru bulmaktadırlar.

    İşin ince noktası budur. Bu noktada pişkinlik göstermek, “verilen para gavura mı gidiyor, memlekete harcanıyor” ya da “sadece biz mi yapıyoruz herkes aynı şeyi yapıyor” , “biz gelen paranın haklı mı haksız mı geldiğini ne bilelim” gibisinden kurnazlıklar, siyasi kirlenmenin dik alasını oluşturan bu olayı temizlemez. Bunu temizlemenin tek yolu, Rize Belediye’sinin bu parayı iade etmesi, Rize’lilerin de bu yolda resmen başvuru yapmaları, bunu da tüm Türkiye’ye duyurmalarıdır.

    Transfer edilen paraları iade etmesi gerekenler yalnız Rize’liler değildir. Kendilerine bu şekilde para verildiğini öğrenen tüm Belediye’lerde yaşayan yurttaşlar aynı şeyi yapmalıdırlar.

    Rüşvetin tek yanlı olması zaten tanımına aykırıdır. Bir alanı ve bir de vereni vardır. Burada rüşvet alan durumuna düşürülmek istenenler, bu Belediye’lerde yaşayan insanlardır. Bu insanlar böyle bir sınavla isteklerinin dışında karşıkarşıya bırakılmışlardır. Ama yaşam bazen böylesine güç sınavlara insanları itiverir!

    Hep birlikte bu olayı izleyelim. Medyanın nasıl yaklaştığını da izleyelim. Buna gereken duyarlığı gösterecekler mi yoksa “hoşgörü”(!) mü gösterecekler.

    Kamuoyu ve medya bu konuda gereken duyarlığı gösterirse kimse böyle işler yapmaya kalkışamaz. Aksi halde bunun adı hoşgörü değil, hırsızlık malı almak olur ki onun da karşılığı TCK’da bellidir.

    Pazar, 07 Temmuz 1996

  • RÜŞVET

    En genel tanımıyla, “bir yetkinin, ona sahip olana bir çıkar sağlayacak biçimde kullanımı” demek olan rüşvet, ne yazık ki yalnızca bazı kamu görevlileri ile bazı vatandaşlar arasında meydana gelen, bunun dışındakilerin ise bulaşmalarının söz konusu olmadığı bir suç olarak algılanır.

    Gerçek böyle değildir. Bir özel sektör kuruluşunun herhangi bir düzeydeki yetkilisi ile bir müşteri ya da bir diğer özel sektör görevlisi arasındaki “yetkinin, ona sahip olana çıkar sağlayacak biçimde kullanımı” ilişkisi de bal gibi rüşvettir. Hem de ne kamuoyunun, ne medyanın ilgilenmediği bir rüşvet türü!

    Rüşvet böyle tanımlanınca, tanım içinde geçen «yetki», her türlü yetki; yine tanım içindeki «çıkar sağlama» da her türlü çıkar olarak anlaşılmak gerekir.

    İçinde bulunduğumuz günlerde süregiden hükümet krizi, bu tanım uyarınca irdelendiğinde, net bir rüşvet olgusu hemen görülecektir. Bazı siyasi partilerin, hükümete güvenoyu verip vermemeyi işçi ücretlerindeki artışa bağlaması inanılmaz açıklıkta bir rüşvet pazarlığıdır. Hükümet işçilere, TÜRK-İŞ’in istediği ücreti verirse güvenoyu verecekler, aksi halde vermeyeceklerdir.

    Daha açık olarak; bu siyasi partiler, hükümetin elindeki «zam yapma yetkisi»ni, kendilerine işçilerin desteğini sağlama çıkarı sağlayacak şekilde kullanmalarını istemekte, hükümet de «bu bir rüşvet olur, dolayısıyla böyle bir pazarlık ilke olarak yanlıştır» demek yerine, güvenoyu almak için istenilen meblağın yüksek olduğunu, ekonomiyi olumsuz etkileyeceğini ileri sürmekte, daha düşük bir meblağ üzerinde pazarlık etmektedir. Anlaşmazlık ilkede değil miktardadır. İki taraf da elindeki yetkileri, bundan azami çıkarı sağlayacak biçimde kullanmaktadır. Tek taraflı rüşvet olgusuna göre buna «katmerli rüşvet» demek daha doğrudur.

    Kilis’in il yapılması karşılığında Kilis halkının oylarının istenilmesi nasıl bir rüşvetse, burada da 65 milyon insanın gözünün içine baka baka bir rüşvet pazarlığı yapılmaktadır.

    Zeka’nın çeşitli tanımları içinde bir tanesi, içinde bulunulan bu duruma pek uymaktadır: «Zeka, aynı gibi görünen olaylar arasındaki farkı ve farklı gibi görünen olaylar arasındaki benzerliği görebilme yeteneğidir!»..

    Her gün rüşvetten şikayet eden insanlarımızın gözünün önünde süregiden bu pazarlık acaba yalnız ahlaki bir soruna mı işaret ediyor, yoksa başka çıkarılabilecek sonuçlar da var mıdır?

    Çarşamba, 11 Ekim 1995

  • SAHTE SANATLAR TOPLUMU !

    Politikaya, bilime, sanata, ekonomiye velhasıl bir toplumun yaşam bütününü oluşturan çeşitli boyutlara birer “sanat” denebilir. Nitekim, yabancı dilde güzel sanatlara “fine arts”, mühendislik vb uğraşılara da “useful arts” (faydalı sanatlar) denildiğini biliyoruz.

    Bu sanatlarla uğraşan kesimlerin (politikacı, bilim adamı, sanatçı, ekonomist vs ) kalitesi doğal olarak, kalıtsal özelliklerine, onları yetiştiren eğitim sistemine ve içinde bulundukları sosyal iklime göre oluşmaktadır.

    Üzerinde durulmak istenen, bu bilinen mekanizma değildir. İlginç olan nokta, kalıtsal özellikleri, eğitim sistemi ve/ya onları çevreleyen ortam koşulları nedeniyle iyi yetişmemiş ya da kalitesini idame ettiremeyip kaybetmiş olanların, sahte birer kimlik edinmeleri olgusudur. Yani sahte politikacı, sahte bilim adamı, sahte sanatçı, sahte ekonomist gibi!..

    Bu sahte sanat sahiplerinin, gerçek sanat üzerindeki etkilerinin bilinmesi son derece önemlidir. Aksi halde toplum, kendisi için yaşamsal olan bu sanatlardan yararlanmak imkanını ebediyen kaybedebilir. Sahte sanat sahibi, kendi yarattığı sanat alanını öylesine korur ve savunur ki gerçek sanat sahiplerinin oraya girip gerçek sanatı yerleştirmeleri ya da icra etmeleri neredeyse imkansız olur.

    Sahte sanat sahiplerinin en önemli özelliği, gerçek sanat sahiplerinin yüzeysel niteliklerini (dış görünüş, konuşma, giyim-kuşam, tavır ve jestler, yaşam biçimi vs ) aynen, hatta daha da abartılı olarak taklit etmeleridir. Bu yüzden, onları dış görünüş ve yaşamlarına bakarak ayırd etmek imkansızdır.

    Ayrıca, bu ayırd etme güçlüğünü daha da artıran bir başka özellikleri, ait olduklarını söyledikleri sanat dalı ile ilgili sürekli şikayette bulunmaları ve yuvarlak, işe yaramaz çözümler göstermeleridir.

    Bu tür sanat sahiplerini gerçeklerinden ayırd etmek ancak uzun süreli gözlemlerle mümkünse de bazı pratik çözümler de vardır. Tabii ki her pratik yol gibi bunlar da “her zaman” doğru sonuç vermeyebilir.

    Sahte sanat sahiplerinin en önemli özelliklerinden birisi, durumlarını olağanüstü bir beceriyle gizleyebilmeleridir.

    Aptal olan kendini zeki, bilgi -becerisi az olan kendini becerikli gösterir. Tanım itibariyle hepsi düşük ahlak normlarına sahip olup, en iyi de onu kamufle ederler.

    Ama, kendilerinin bu denli beceriyle kamufle edebildikleri durumlarını, evli iseler eşleri, evli değillerse anneleri aynı hünerle gizleyemezler. Hatta gizleme gereği de duymazlar.

    (eşi veya annesi olmayan sahte sanat sahiplerini ayırd edebilmek ise gerçekten güçtür !)

    Sahte sanat sahiplerini teşhise yarayabilecek ikinci araç, bu kişi ya da kesimlerin düşünce ürünlerini (söz, yazı vs) incelemektir. Bu ürünlerin en belirgin özelliği (….dir) özelliğidir. Hemen her cümleleri (…dir) ile biter. Hemen tüm yargıları, kesin ve tartışmasız olup, doğruluklarının tek kanıtı kendileridir.

    Sahte sanat kesimleriyle mücadele için belirli bir reçete geliştirmek güçtür. Çünkü her sanat kesimi, içinde bulunduğu topluma uymakta ve kendini koruyucu önlemleri almaktadır. Bu koruyucu önlemlerin başında, çeşitli sahte sanat kesimlerinin, aralarında dayanışmaları gelir.

    Örneğin sahte politikacı, sahte bilim adamı, sahte ekonomist ve sahte sanatçı öyle bir birlik kurmaktadırlar ki birisine dokunduğunuz zaman hepsinin sesi çıkmakta, hepsi birbirini kollamaktadır. Çünkü bütün bu kesimler, varlıklarının ancak birbirlerinin desteğiyle mümkün olabileceğinin bilincindedirler.

    Buradan şu anlaşılmaktadır: Eğer bu kesimlerden birisi yerine, gerçeği geçebilse, diğerleri dayanıksız kalacaklardır.

    İşte Temiz Siyaset yaklaşımı bu yüzden çok önemlidir. Eğer bu yolla gerçek politika sanatını icra edebilecekler sahtelerin yerine geçebilirse, diğer bütün sahte sanat kesimlerinin sahip oldukları destek son bulacak ve birdenbire bir karabasan son bulacaktır.

    Pazartesi, 13 Eylül 1993

  • SEÇİMLERE GİDERKEN

    Önümüzdeki seçimlerde, seçmenlerle siyasi partiler arasındaki diyaloglarda ilginç gelişmeler yaşayacağız. Hatta yaşamaya başladık bile!

    Örneğin, “39 ilçenin il yapılması” tasarısının tam seçimler öncesine getirilmesi tek taraflı bir rüşvet teşebbüsüdür. Rüşvet olgusunun gerçekleşmesi en az iki “taraf”a gereksinim gösterdiğine göre -ki bazı hallerde daha fazla sayıda taraf da bulunabilir-, bu girişimin tamamlanabilmesi için bir “taraf”a daha ihtiyaç vardır. Bu ikinci taraf, il yapılmak istenen ilçelerin halkıdır.

    Eğer siyasi trendlerin dışında olağan dışı bir değişim olur ve bu, rüşvet önerisinin kabulü yönünde olursa, belki de tarihin en büyük toplu rüşvet olgusu ulusumuzca gerçekleştirilmiş olacaktır. Bu, diyalog sürecinin bir yanıdır.

    Diğer yandan, vatandaşlarımız, büyük bir olasılıkla seçeceği temsilcileriyle bazı “anlaşma”lar yapmak isteyebilecektir. Bu tür kontratlara «Güven Anlaşmaları» denilebilir. Çünkü anlaşma seçmen ile temsilcisi anasındaki güvene dayanacaktır.

    Seçmen bir defa oyunu kullanıp vekaletini verdi mi, artık beş yıl süreyle yapabileceği bir şey kalmamaktadır. Tek yapabildiği yakınmak ve tüm temsilcilere lanet yağdırmaktır.

    Güven Anlaşmaları ise bu verimsiz ilişkiyi daha net esaslara bağlamaktadır. Örneğin, bir siyasi partinin adayları, seçmenlere olmaz vaatlerde bulunmak yerine, yapmaya ve de yapmamaya söz vereceği noktaları ilan edip taahhütte bulunmaktadır.

    Örneğin, “yolsuzluk araştırmalarının oylanmasında -kim için olursa olsun- evet oyu kullanılacağı” ya da “bürokrat ya da politikacılardan tüm taleplerini, yazılı olarak ve imzasını atarak yapacağı” gibi taahhütler son derece somuttur.

    Bunlar siyasal yaşamımızın kalitesini yükseltecek araçlardır. Bu tür bir taahhüdü (Güven Anlaşması) imzalayıp ilan eden bir adayın, seçildikten sonra üzerinde yüzbin çift göz olacak, onu denetleyecektir.

    Bu kazanımı sağlayabilecek kurum, halkın, sivil toplum örgütlerinin kendisinden başkası değildir. Demokrasi de işte bunun için en iyi ama en güç rejimdir.

    Cuma, 03 Kasım 1995

  • SEÇİM SONUÇLARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER !

    27 Mart ’94 genel yerel seçim sonuçları üzerine çok şey yazılıp söylenecek, her yorum ve açıklama olayların çeşitli yanlarına değinecektir.

    Her seçim sonucunun değişmez kuralı, her parti ya da adayının, ya karlı çıktığını iddia etmesi ya da kaybettiyse bazı mazaretler ileri sürmesi ve”… olsaydı kazanırdım” demesidir.

    Bütün bunların dışında, bu seçimlerin tek net galibi RP’dir. RP’nin geçmiş seçimlerdeki oylarındaki değişim trendi, bu net galebeyi açıklayamamaktadır. O halde olaya yalnızca, “iyi propaganda yapmak”, “kurana el bastırıp yemin ettirmek” gibi sığ nedenlerle yaklaşmak safdillik olur.

    “RP amblemine bürünmüş bu oy patlamasına yol açan nedenler nelerdir?” şeklindeki bir soruya verilebilecek yanıtlar, toplumun kendine çeki düzen vermesi (eğer istiyorsa) açısından önemli olmak gerekir: Kanımızca bu nedenler şöylece sıralanabilir:

    1. Geleneksel siyaset anlayışının reddi isteği -ki buna yol açan nedenler:

      1. Bu red’in kristalize olabileceği başkaca siyasi parti bulunmayışı ya da bu iddiada bulunan partilerin (örneğin İşçi Partisi gibi), toplumun geleneksel değerlerine (islamiyet gibi) oturmamış oluşu.

    RP, düzen değişikliği gibi aslında değişim sosyolojisi açısından toplum yapısına ters olan bir “macerayı”, en az riskle gerçekleştirebilecek bir parti olarak görünmüştür. Kuvvetli islami söylem, şeriat yanlısı olmayanlara bile -bu korkulan ama arzulanan değişim yanında- bir sığınak gibi görünmüştür.

      1. İletişim devrimi yoluyla tüm ülkelerdeki “kirlilik” şöylemlerinin herkesin yakınına gelmiş olması ve bunun geleneksel siyaset anlayışının gözden düşmesine yol açışı

      2. Bir bölümü çıkar çatışmaları nedeniyle de olsa geleneksel siyasetin kirli çamaşırlarının medya kanalıyla ortaya dökülmüş olması

      3. Kronik enflasyon ve diğer nedenlerden doğan ve medyanın pompaladığı beklentilerle etkisi iyiden açığa çıkan gelir yetmezliğinin nedeni olarak geleneksel siyasi kurumların görülüşü

      4. Laikliğin, ihtiyaçlar hiyerarşisinde daha üst basamaklarda kalışı ve kaybının önemsenmeyişi -ki nedenleri;

        1. Laiklik kavramının tanımlanmamış oluşu (diğer çoğu kavramlarda olduğu gibi)

        2. Kendini laik olarak tanımlayan bir kısım kişinin yaşam tarzının iticiliği (o laikse ben değilim sendromu)

        3. Kendini laik olarak tanıtan partilerin geçekte laik olmayışları

    1. İSKİ ve İLKSAN olaylarına duyulan tepki nedeniyle düzen partilerinin cezalandırılma isteği

    2. Şeriat yanlısı olmayan, inançlı kesimin genelde ahlaksızlık özelde ise medya aracılığıyla sergilenen utandırıcı davranışlara duyduğu tepki (ki bu kesimin gerçekte neye hizmet etmiş olduğu şimdi daha iyi ortaya çıkmıştır)

    3. Kürt oylarının, büyük oranda RP’ye kaymış oluşu.

    Aslında dört ayrı başlık altında toplanmasına karşın, bu nedenlerin hepsi aslında “geleneksel siyaset anlayışına tepki” olarak adlanabilir.

    Bunların dışında önemli bir faktör de, kendini kamuoyu araştırma kuruluşu olarak adlandıran bir kısım kişi ve kuruluşların, gerçekler yerine manipüle edilmiş ya da sipariş edilmiş sonuçlarla kamuoyunu yanıltmaları, bir kısım medyanın da buna alet olmasıdır.

    Durum böylece yorumlandığı takdirde buradan önemli bir sonuç çıkmaktadır: Bu da, bir “Alternatif Siyaset Anlayışı” na olan gereksinimdir.

    Bu anlayışı bir yeni siyasal söyleme çevirebilen, Türkiye’yi yeni yüzyıla taşıyabilecek bir araç geliştirmiş olacaktır. Aksi halde incir çekirdeğini doldurmayan ama tüm ülkenin gündemini sürekli dolduran konularla uğraşılıp durulacaktır

  • SİYASETTE KALİTE

    Sözcükler Yanıltıcıdır!

    Bir zen öğretisi, “birşeyi sözcüklere dökebiliyorsan o konuda birşey bilmiyorsun” diyor. Toplum sorunlarıyla uğraşan, onları anlamaya çalışanların, bu uğraşa girdikten bir süre sonra farkettikleri bir gerçek, olayları kısaca tanımlamak için üzerlerine yapıştırılan etiketlerin tam bir baş derdi haline geldikleridir.

    “Kavram ağacı” diyebileceğimiz bir ağaç düşünelim. Bu ağacın gövdesi, beş duyumuzdan en az birisiyle algılanabilen bir “şey” e karşılık gelsin. Buna bir sözcük yardımıyla bir ad veriyoruz. Göz, ateş, kap vs gibi.

    Gövdeden yukarı çıktıkça bu somut “şey”lere ön veya son ekler katarak daha soyut kavramlar elde edilebiliyor. Gözden, gözlük, gözlemek ya da görünüş gibi soyut kavramlar türetilebilir.

    Kavram ağacından yukarılara, yapraklara doğru çıkıldıkça kavramlar daha soyutlaşır, gövdedeki belirlilik, yerini belirsizliğe bırakır.

    “Vurmak” ve “duymak” somut kavramlarından türeyen bir kavram ağacı yaprağı, “vurdum duymazlık” tır. Vurmak ve duymak fiillerine göre son derece belirsiz olan “vurdumduymazlık” bir şeyi tam olarak ifade etmeyi değil, bir küme davranışı anlatmayı amaçlamıştır.

    “Siyaset ” ve “Kalite” Kavramları da Soyuttur !

    Bu iki kavram da birer kümedir. Dolayısıyla içeriklerine “belirsizlik” hakimdir. O halde bu iki kavramdan yola çıkarak siyasette kaliteyi irdelemek güçtür.

    Ayrıca, kalite kavramının çağdaş anlamı “ihtiyaca uygunluk” tur. Bu tanım uyarınca toplum ihtiyaçlarına uygun bir siyaset anlayışı “kaliteli” dir.

    Amaç bu değil, siyaset anlayışımızın daha yüksek değerlere oturtulması ve tanım gereği siyaset kalitesinin de daha yukarı çekilmesi ise, yapılması gereken farklıdır.

    Siyaset Anlayışımız Nasıl Daha Yüksek Değerlere Oturtulabilir ?

    Demokrasi çeşitli biçimlerde tanımlanabilir. Bir tanım da, “demokrasi, güçler dengesidir” biçiminde olabilir.

    Yasama, yürütme ve yargı arasındaki dengenin yanısıra, her üçünü de etkileyen birisi, toplumun sivil inisiyatifleridir. Bu da toplum örgütlenmesi biçiminde ortaya çıkar.

    Bu örgütlenme, dolayısıyla da sivil tepkiler zayıf olursa, yasama da yürütme de yargı da halktan kopuk yeni bir denge kurarlar. Bu durumda yine bir kuvvetler dengesi vardır ama bu denge halkın çıkarlarına değil, bu kuvvetlerin çıkarlarına hizmet eder. Ülkemizdeki durumun özeti budur.

    Buna göre siyasette kalitenin yükseltilmesi için yapılması gerekenlerin başında toplumun örgütlenmesi ve siyasete yeni “ihtiyaçlar” empoze etmesi gerekmektedir.

    Nitekim 24 Aralık ’95 seçimleri yaklaşırken, sivil toplum örgütlerinin ortaya koyduğu yeni bir ihtiyaç bileşeni, ” Milletvekilliği Sözleşmesi” adıyla anılan bir taahhüttür.

    Çeşitli partilerin adayları, bir dizi somut taahhütte bulunmaktadırlar. Bu, siyasi hayatımızda ilk defa olmaktadır.

    Bu öneri bir sivil toplum örgütünce ortaya atılmıştır. Böylece görülmektedir ki, toplum, ihtiyaçlarına dayalı taleplerini söylenerek, yakınarak dile getirmek yerine örgütlenerek ortaya koyabildiği takdirde pekala siyasetin kalitesini yukarı çekebilecek bir etki yaratabilmektedir.

    Mekanizma belli olduğuna göre bundan sonra yapılması gereken bellidir : Daha iyi örgütlenme ve kalite yükseltici girişimlerin projelendirilmesi !

    Çarşamba, 06 Aralık 1995

  • SİYASET NERELERE GİRMEMELİ, NEDEN?

    Kahvehanelerin bu denli yaygın, kahve sohbetlerinin bu kadar tatlı olmasının ağırlıklı bir nedeni vardır: kahvehaneler çözülemeyen sorunların bir çırpıda halledildiği, bilinmez ya da belirsiz hiçbir şeyin olmadığı yerlerdir.

    Ayrıca da ülkemizi yönlendiren felsefeler oralarda geliştirilip ekonomik, sosyal ve özellikle de siyasal yaşamımıza yön verir.

    Siyasal felsefemizin ünlü “camiye, okula ve kışlaya siyaset girmemelidir” ilkesi kimlerce vazedilmiştir bilinmez, ama derindeki kaynağının kahvehane olduğundan kuşku duyulmamalıdır.

    “Siyaset” denilen nedir ki her yere giremez?

    Okula, camiye ve kışlaya girmesi yasaklanan, ayrıca da her nerede ciddi bir iş yapılıyorsa oralara da “girmese iyi olur” durumundaki bu siyaset nedir?

    Kavramlarımız yeterince tanımlı olmadığı için siyasetin ne olduğu pek belli değildir, ama en azından iyi bir şey olmadığı bellidir. Çünkü eğer olsaydı camiye, kışlaya ve okula girmesinde bir sakınca olmazdı.

    Her önemli iş gibi kavramların tanımlanması da, bu ve benzeri önemdeki konulardaki en yetkili kurum olan kahvehaneler tarafından yapılmıştır. Buna göre siyaset, örnekleri medyada bolca sergilenen, ne kadar eğri iş varsa onları yapma mesleğidir. Yani cepçilik, zarfçılık, üçkağıtçılık türünden, ama onlar gibi basit olmayan, sanat yanı da bulunan sofistike bir zenaat!

    Bu tanım ve bu tanıma dayalı girme yasağı kendi içinde tutarlıdır. Birşey kötüyse iyilere bulaşması önlenmelidir.

    Ama burada başka bir sorun vardır. Siyasetin, yasak yerlere girmesi önlenebilse dahi -yani mesela-, bu defa girdiği diğer yerler -ister istemez- olacaktır. Bayındırlık, bankacılık, yerel yönetimler, çevre, adalet gibi onlarca kuruma serbestçe girebilen siyaset oraları ne hale getirecektir?

    Bu basit akıl yürütme dahi gösteriyor ki, siyaset hakkındaki genel yargılarımız çarpıktır ve siyasetin bu denli kirlenmesinin birinci derecede nedeni de, toplumu mutlu kılma sanatı olarak anlaşılması gereken siyasetin, tam aksine yapısal olarak kirli olduğunun varsayılmasıdır. Bu durumda, siyaseti çeşitli kirlilik örneklerinin sergilenebileceği bir alan olarak görüp girerek marifetler işleyenlere hak vermek gerekir.

    Siyaset anlayışımızı değiştirmek, onu en ulvi işlerden birisi olarak tanımlamak ve siyasi ahlakın somut ilkelerini ortaya koyup ona bağlı olanlarla olmayanların ayrışmasını sağlamak gerekir. Her rastlanan eğriliğin siyasete ve siyasetçiye uygun olduğunu varsayarak, bir kirlenme spirali yaratan ve sonra da kendi yarattığı kirlilikten iğrenen kişiler olmaktan kendimizi kurtarabilmeliyiz.

    15 Ağustos 1999