• YASTIK BATMASI VE BÜROKRAT DEĞİŞTİRME!

    Gece uykusu kaçanlar iyi bilirler. Yastık, ne yapılırsa yapılsın batar, bir türlü rahat edemezsiniz. Aksine, yorgunsanız ve bir rahatsızlığınız da yoksa, yastık nasıl olursa olsun uyuyuverirsiniz. Burada sorun yastık yorganda değil sizdedir. Ama sorun yastık vs de somutlaşır.

    Benzer bir durum siyasi ve idari kadrolar arasında vardır. Her siyasi kadro, kendi programını benimseyen idari kadrolarla çalışmak özgürlüğüne sahiptir, ayrıca buna zorunludur da.

    Belirli bir programı gerçekleştireceğine söz vererek halktan kredi alan her siyasi ekip, bu programına inanan idari kadroları kurmak durumundadır. Ancak bu özgürlüğün sınırı, idari elemanların bu programın neresinde yer aldığı ile belirlenecektir. Program ne olursa olsun, değişmeyen işleri yapmak durumunda olan elemanlar bu sınırın dışında kalırlar -ki kadronun % 90’ını bunlar oluşturur-.

    Ama alt siyasi kadrolar (siyasi parti teşkilatları, üyeler, delegeler gibi), yalnız sınırın üzerinde bulunan yani siyasi kadronun programı ile uyumlu olması gerekenleri değil, mümkün olabilen tüm idari kadroların değişmesini isterler ve üst siyasi kadroları bu yolda zorlarlar. İşte sorun da bu noktada başlar.

    Siyasi ekip bu zorlamalara direnebildiği ölçüde siyasi fazilet örneği vermiş olur ya da şube müdüründen kısım şefine kadar tüm görevlileri değiştirme yoluna giderler. İdari kadroların inançları dışında da olsa birer siyasi partiye `yamanmaları’ süreci de böylece gerçekleşir.

    Bir de, bu olgunun dışında, yukarıdaki `yastık batması’na benzer bir sorun çeşidi vardır. Bir siyasi kişi, programının ne olduğunu, ne yapılmak gerektiğini belirleyememiş ya da akıl dışı beklentilere saplanmışsa bu defa sorunu kişilerde aramaya başlar.

    Siyasi kişinin, idari ve siyasi kadroların rollerinin neler olduğunu tam anlayamaması da benzer sorunlara yol açar.

    İdari kadrolar, işlerin tekniği konusunda uzman olan (ya da öyle olması gereken) kadrolardır. Zaten öyle değilse ilk değiştirilmesi gerekenler bunlardır. Siyasiler ise, siyasi tercihleri temsil etmektedirler. Biri diğerinin “altında” ya da diğeri öbürünün “üstünde” değillerdir. Aralarındaki ilişki “birliktelik”tir.

    İdari ve siyasi kişiler birlikte, “siyasi tercihler” doğrultusunda “teknik ihtiyaçlar”ı tatmin etmeye çalışmalıdırlar.

    Bu, her zaman kolay değildir ve hele “siyasi emreder bürokrat yapar” tavrıyla katiyen gerçekleştirilemez. Olsa olsa, bürokratlar “inanmış gibi” yapar ama bu tür bürokratlardan da hiç bir siyasi kadroya hayır gelmez.

    Siyasete soyunanların bu gerçekleri bilmesi ya da öğrenmesi zorunludur. Mesele, bu öğrenme sürecini tahribatsız (ve kısa) geçirmektir.

  • RİZE’LİLERE ÇAĞRI!

    Bizde politikacıların, ellerindeki kaynakları kendi seçim bölgelerine öncelik verecek biçimde dağıtmaları neredeyse bir gelenek halindedir. Bunu yapmayan politikacı “kokmaz-bulaşmaz”, istemeyen seçmen de “avanak” sayılır.

    Yıllardan beri ne zaman bir hükümet kurulsa bir tartışma başlar. “Bizim ilimize bakanlık düşmedi !” konulu bu tartışma sürekli, küskünlüklerin kaynağı olur.

    Hemen kimse tarafından yadırganmayan, üstüne üstük haklı dahi görülen bu tartışmaların Türkçesi şudur: “Bakanlar ve başbakanlar, seçim bölgelerine imkan sağlamak için bakan ve başbakan yapılırlar. Dolayısıyla bakanlıkların dağıtımında coğrafi dengelere (bu denge lafına da çok tutuluyorum) dikkat edilmelidir”.

    Bir bakan ya da başbakana imkanlar, onun tüm ülkeye ve de ihtiyaç önceliklerine göre hizmet vermesi amacıyla tanınır.

    Bu basit mantık ve ahlak ilkesine aykırı olarak seçim bölgesine yapılacak her yatırım -ne denli yararlı olursa olsun- devlet kesesinden yapılmış bir “hırsızlık” tır. Bunun tüm toplum tarafından böyle anlaşılması, sindirilmesi gerekmektedir.

    “Bal tutan parmak yalar” deyimi, atasözlerimiz içinde ahlaksızlığı özendiren, haklı göstermeğe çalışan kimi sözlerden birisidir.

    Bal tutan, parmağına bal bulaşmamasına dikkat etmeli, ama buna rağmen bulaşırsa onu tekrar bal kavonozunun kenarına sıyırmalı, onu yalamamalıdır.

    Politikacı, çeşitli yollarla, ama ahlaki yollarla tekrar seçilmek için gayret etmeli, kampanya masraflarını finanse edebilecek yollar geliştirmelidir. Ama bunun içinde, devletin kendisine belli bir amaçla emanet edilen imkanları kendi seçim bölgesine peşkeş çekmek yoktur.

    Son hükümet değişikliği sırasında, hükümet istifa ettikten sonra, o gece içinde bir kısım illerin belediyelerine yardım yapıldığı basına yansıdı. Bu yardımdan en büyük payı da o hükümetin başbakanının seçim bölgesi olan Rize almış. İkiyüz milyar lira civarında bir para verildiği söyleniyor.

    Bu ne ilktir, büyük olasılıkla ne de son olacaktır. Burada üzerinde durulması gereken nokta başkadır. Her nerede kime sorulsa en çok yakınılan nokta, “siyasi kirlenme”dir. Ancak ilginç olan, bu kirlenmeden şikayet edenlerin çok büyük bir bölümünün bizzat bu kirlenmede öyle ya da böyle pay sahibi, hatta taraf olmalarıdır.

    Şimdi, saygıdeğer Rize’lilere sormak gerekir. İçlerinde siyasi kirlenmeden şikayetçi olan var mıdır? Varsa, acaba, belediyelerine verildiği söylenen bu para için ne düşünmektedirler? Bu parayı iade etmesi için Belediye Başkanı’na başvurmayı mı, yoksa bu hediyeyi kendilerine sunan eski Başbakan’a teşekkür etmeyi mi daha doğru bulmaktadırlar.

    İşin ince noktası budur. Bu noktada pişkinlik göstermek, “verilen para gavura mı gidiyor, memlekete harcanıyor” ya da “sadece biz mi yapıyoruz herkes aynı şeyi yapıyor” , “biz gelen paranın haklı mı haksız mı geldiğini ne bilelim” gibisinden kurnazlıklar, siyasi kirlenmenin dik alasını oluşturan bu olayı temizlemez. Bunu temizlemenin tek yolu, Rize Belediye’sinin bu parayı iade etmesi, Rize’lilerin de bu yolda resmen başvuru yapmaları, bunu da tüm Türkiye’ye duyurmalarıdır.

    Transfer edilen paraları iade etmesi gerekenler yalnız Rize’liler değildir. Kendilerine bu şekilde para verildiğini öğrenen tüm Belediye’lerde yaşayan yurttaşlar aynı şeyi yapmalıdırlar.

    Rüşvetin tek yanlı olması zaten tanımına aykırıdır. Bir alanı ve bir de vereni vardır. Burada rüşvet alan durumuna düşürülmek istenenler, bu Belediye’lerde yaşayan insanlardır. Bu insanlar böyle bir sınavla isteklerinin dışında karşıkarşıya bırakılmışlardır. Ama yaşam bazen böylesine güç sınavlara insanları itiverir!

    Hep birlikte bu olayı izleyelim. Medyanın nasıl yaklaştığını da izleyelim. Buna gereken duyarlığı gösterecekler mi yoksa “hoşgörü”(!) mü gösterecekler.

    Kamuoyu ve medya bu konuda gereken duyarlığı gösterirse kimse böyle işler yapmaya kalkışamaz. Aksi halde bunun adı hoşgörü değil, hırsızlık malı almak olur ki onun da karşılığı TCK’da bellidir.

    Pazar, 07 Temmuz 1996

  • RÜŞVET

    En genel tanımıyla, “bir yetkinin, ona sahip olana bir çıkar sağlayacak biçimde kullanımı” demek olan rüşvet, ne yazık ki yalnızca bazı kamu görevlileri ile bazı vatandaşlar arasında meydana gelen, bunun dışındakilerin ise bulaşmalarının söz konusu olmadığı bir suç olarak algılanır.

    Gerçek böyle değildir. Bir özel sektör kuruluşunun herhangi bir düzeydeki yetkilisi ile bir müşteri ya da bir diğer özel sektör görevlisi arasındaki “yetkinin, ona sahip olana çıkar sağlayacak biçimde kullanımı” ilişkisi de bal gibi rüşvettir. Hem de ne kamuoyunun, ne medyanın ilgilenmediği bir rüşvet türü!

    Rüşvet böyle tanımlanınca, tanım içinde geçen «yetki», her türlü yetki; yine tanım içindeki «çıkar sağlama» da her türlü çıkar olarak anlaşılmak gerekir.

    İçinde bulunduğumuz günlerde süregiden hükümet krizi, bu tanım uyarınca irdelendiğinde, net bir rüşvet olgusu hemen görülecektir. Bazı siyasi partilerin, hükümete güvenoyu verip vermemeyi işçi ücretlerindeki artışa bağlaması inanılmaz açıklıkta bir rüşvet pazarlığıdır. Hükümet işçilere, TÜRK-İŞ’in istediği ücreti verirse güvenoyu verecekler, aksi halde vermeyeceklerdir.

    Daha açık olarak; bu siyasi partiler, hükümetin elindeki «zam yapma yetkisi»ni, kendilerine işçilerin desteğini sağlama çıkarı sağlayacak şekilde kullanmalarını istemekte, hükümet de «bu bir rüşvet olur, dolayısıyla böyle bir pazarlık ilke olarak yanlıştır» demek yerine, güvenoyu almak için istenilen meblağın yüksek olduğunu, ekonomiyi olumsuz etkileyeceğini ileri sürmekte, daha düşük bir meblağ üzerinde pazarlık etmektedir. Anlaşmazlık ilkede değil miktardadır. İki taraf da elindeki yetkileri, bundan azami çıkarı sağlayacak biçimde kullanmaktadır. Tek taraflı rüşvet olgusuna göre buna «katmerli rüşvet» demek daha doğrudur.

    Kilis’in il yapılması karşılığında Kilis halkının oylarının istenilmesi nasıl bir rüşvetse, burada da 65 milyon insanın gözünün içine baka baka bir rüşvet pazarlığı yapılmaktadır.

    Zeka’nın çeşitli tanımları içinde bir tanesi, içinde bulunulan bu duruma pek uymaktadır: «Zeka, aynı gibi görünen olaylar arasındaki farkı ve farklı gibi görünen olaylar arasındaki benzerliği görebilme yeteneğidir!»..

    Her gün rüşvetten şikayet eden insanlarımızın gözünün önünde süregiden bu pazarlık acaba yalnız ahlaki bir soruna mı işaret ediyor, yoksa başka çıkarılabilecek sonuçlar da var mıdır?

    Çarşamba, 11 Ekim 1995

  • SAHTE SANATLAR TOPLUMU !

    Politikaya, bilime, sanata, ekonomiye velhasıl bir toplumun yaşam bütününü oluşturan çeşitli boyutlara birer “sanat” denebilir. Nitekim, yabancı dilde güzel sanatlara “fine arts”, mühendislik vb uğraşılara da “useful arts” (faydalı sanatlar) denildiğini biliyoruz.

    Bu sanatlarla uğraşan kesimlerin (politikacı, bilim adamı, sanatçı, ekonomist vs ) kalitesi doğal olarak, kalıtsal özelliklerine, onları yetiştiren eğitim sistemine ve içinde bulundukları sosyal iklime göre oluşmaktadır.

    Üzerinde durulmak istenen, bu bilinen mekanizma değildir. İlginç olan nokta, kalıtsal özellikleri, eğitim sistemi ve/ya onları çevreleyen ortam koşulları nedeniyle iyi yetişmemiş ya da kalitesini idame ettiremeyip kaybetmiş olanların, sahte birer kimlik edinmeleri olgusudur. Yani sahte politikacı, sahte bilim adamı, sahte sanatçı, sahte ekonomist gibi!..

    Bu sahte sanat sahiplerinin, gerçek sanat üzerindeki etkilerinin bilinmesi son derece önemlidir. Aksi halde toplum, kendisi için yaşamsal olan bu sanatlardan yararlanmak imkanını ebediyen kaybedebilir. Sahte sanat sahibi, kendi yarattığı sanat alanını öylesine korur ve savunur ki gerçek sanat sahiplerinin oraya girip gerçek sanatı yerleştirmeleri ya da icra etmeleri neredeyse imkansız olur.

    Sahte sanat sahiplerinin en önemli özelliği, gerçek sanat sahiplerinin yüzeysel niteliklerini (dış görünüş, konuşma, giyim-kuşam, tavır ve jestler, yaşam biçimi vs ) aynen, hatta daha da abartılı olarak taklit etmeleridir. Bu yüzden, onları dış görünüş ve yaşamlarına bakarak ayırd etmek imkansızdır.

    Ayrıca, bu ayırd etme güçlüğünü daha da artıran bir başka özellikleri, ait olduklarını söyledikleri sanat dalı ile ilgili sürekli şikayette bulunmaları ve yuvarlak, işe yaramaz çözümler göstermeleridir.

    Bu tür sanat sahiplerini gerçeklerinden ayırd etmek ancak uzun süreli gözlemlerle mümkünse de bazı pratik çözümler de vardır. Tabii ki her pratik yol gibi bunlar da “her zaman” doğru sonuç vermeyebilir.

    Sahte sanat sahiplerinin en önemli özelliklerinden birisi, durumlarını olağanüstü bir beceriyle gizleyebilmeleridir.

    Aptal olan kendini zeki, bilgi -becerisi az olan kendini becerikli gösterir. Tanım itibariyle hepsi düşük ahlak normlarına sahip olup, en iyi de onu kamufle ederler.

    Ama, kendilerinin bu denli beceriyle kamufle edebildikleri durumlarını, evli iseler eşleri, evli değillerse anneleri aynı hünerle gizleyemezler. Hatta gizleme gereği de duymazlar.

    (eşi veya annesi olmayan sahte sanat sahiplerini ayırd edebilmek ise gerçekten güçtür !)

    Sahte sanat sahiplerini teşhise yarayabilecek ikinci araç, bu kişi ya da kesimlerin düşünce ürünlerini (söz, yazı vs) incelemektir. Bu ürünlerin en belirgin özelliği (….dir) özelliğidir. Hemen her cümleleri (…dir) ile biter. Hemen tüm yargıları, kesin ve tartışmasız olup, doğruluklarının tek kanıtı kendileridir.

    Sahte sanat kesimleriyle mücadele için belirli bir reçete geliştirmek güçtür. Çünkü her sanat kesimi, içinde bulunduğu topluma uymakta ve kendini koruyucu önlemleri almaktadır. Bu koruyucu önlemlerin başında, çeşitli sahte sanat kesimlerinin, aralarında dayanışmaları gelir.

    Örneğin sahte politikacı, sahte bilim adamı, sahte ekonomist ve sahte sanatçı öyle bir birlik kurmaktadırlar ki birisine dokunduğunuz zaman hepsinin sesi çıkmakta, hepsi birbirini kollamaktadır. Çünkü bütün bu kesimler, varlıklarının ancak birbirlerinin desteğiyle mümkün olabileceğinin bilincindedirler.

    Buradan şu anlaşılmaktadır: Eğer bu kesimlerden birisi yerine, gerçeği geçebilse, diğerleri dayanıksız kalacaklardır.

    İşte Temiz Siyaset yaklaşımı bu yüzden çok önemlidir. Eğer bu yolla gerçek politika sanatını icra edebilecekler sahtelerin yerine geçebilirse, diğer bütün sahte sanat kesimlerinin sahip oldukları destek son bulacak ve birdenbire bir karabasan son bulacaktır.

    Pazartesi, 13 Eylül 1993

  • SEÇİMLERE GİDERKEN

    Önümüzdeki seçimlerde, seçmenlerle siyasi partiler arasındaki diyaloglarda ilginç gelişmeler yaşayacağız. Hatta yaşamaya başladık bile!

    Örneğin, “39 ilçenin il yapılması” tasarısının tam seçimler öncesine getirilmesi tek taraflı bir rüşvet teşebbüsüdür. Rüşvet olgusunun gerçekleşmesi en az iki “taraf”a gereksinim gösterdiğine göre -ki bazı hallerde daha fazla sayıda taraf da bulunabilir-, bu girişimin tamamlanabilmesi için bir “taraf”a daha ihtiyaç vardır. Bu ikinci taraf, il yapılmak istenen ilçelerin halkıdır.

    Eğer siyasi trendlerin dışında olağan dışı bir değişim olur ve bu, rüşvet önerisinin kabulü yönünde olursa, belki de tarihin en büyük toplu rüşvet olgusu ulusumuzca gerçekleştirilmiş olacaktır. Bu, diyalog sürecinin bir yanıdır.

    Diğer yandan, vatandaşlarımız, büyük bir olasılıkla seçeceği temsilcileriyle bazı “anlaşma”lar yapmak isteyebilecektir. Bu tür kontratlara «Güven Anlaşmaları» denilebilir. Çünkü anlaşma seçmen ile temsilcisi anasındaki güvene dayanacaktır.

    Seçmen bir defa oyunu kullanıp vekaletini verdi mi, artık beş yıl süreyle yapabileceği bir şey kalmamaktadır. Tek yapabildiği yakınmak ve tüm temsilcilere lanet yağdırmaktır.

    Güven Anlaşmaları ise bu verimsiz ilişkiyi daha net esaslara bağlamaktadır. Örneğin, bir siyasi partinin adayları, seçmenlere olmaz vaatlerde bulunmak yerine, yapmaya ve de yapmamaya söz vereceği noktaları ilan edip taahhütte bulunmaktadır.

    Örneğin, “yolsuzluk araştırmalarının oylanmasında -kim için olursa olsun- evet oyu kullanılacağı” ya da “bürokrat ya da politikacılardan tüm taleplerini, yazılı olarak ve imzasını atarak yapacağı” gibi taahhütler son derece somuttur.

    Bunlar siyasal yaşamımızın kalitesini yükseltecek araçlardır. Bu tür bir taahhüdü (Güven Anlaşması) imzalayıp ilan eden bir adayın, seçildikten sonra üzerinde yüzbin çift göz olacak, onu denetleyecektir.

    Bu kazanımı sağlayabilecek kurum, halkın, sivil toplum örgütlerinin kendisinden başkası değildir. Demokrasi de işte bunun için en iyi ama en güç rejimdir.

    Cuma, 03 Kasım 1995

  • SEÇİM SONUÇLARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER !

    27 Mart ’94 genel yerel seçim sonuçları üzerine çok şey yazılıp söylenecek, her yorum ve açıklama olayların çeşitli yanlarına değinecektir.

    Her seçim sonucunun değişmez kuralı, her parti ya da adayının, ya karlı çıktığını iddia etmesi ya da kaybettiyse bazı mazaretler ileri sürmesi ve”… olsaydı kazanırdım” demesidir.

    Bütün bunların dışında, bu seçimlerin tek net galibi RP’dir. RP’nin geçmiş seçimlerdeki oylarındaki değişim trendi, bu net galebeyi açıklayamamaktadır. O halde olaya yalnızca, “iyi propaganda yapmak”, “kurana el bastırıp yemin ettirmek” gibi sığ nedenlerle yaklaşmak safdillik olur.

    “RP amblemine bürünmüş bu oy patlamasına yol açan nedenler nelerdir?” şeklindeki bir soruya verilebilecek yanıtlar, toplumun kendine çeki düzen vermesi (eğer istiyorsa) açısından önemli olmak gerekir: Kanımızca bu nedenler şöylece sıralanabilir:

    1. Geleneksel siyaset anlayışının reddi isteği -ki buna yol açan nedenler:

      1. Bu red’in kristalize olabileceği başkaca siyasi parti bulunmayışı ya da bu iddiada bulunan partilerin (örneğin İşçi Partisi gibi), toplumun geleneksel değerlerine (islamiyet gibi) oturmamış oluşu.

    RP, düzen değişikliği gibi aslında değişim sosyolojisi açısından toplum yapısına ters olan bir “macerayı”, en az riskle gerçekleştirebilecek bir parti olarak görünmüştür. Kuvvetli islami söylem, şeriat yanlısı olmayanlara bile -bu korkulan ama arzulanan değişim yanında- bir sığınak gibi görünmüştür.

      1. İletişim devrimi yoluyla tüm ülkelerdeki “kirlilik” şöylemlerinin herkesin yakınına gelmiş olması ve bunun geleneksel siyaset anlayışının gözden düşmesine yol açışı

      2. Bir bölümü çıkar çatışmaları nedeniyle de olsa geleneksel siyasetin kirli çamaşırlarının medya kanalıyla ortaya dökülmüş olması

      3. Kronik enflasyon ve diğer nedenlerden doğan ve medyanın pompaladığı beklentilerle etkisi iyiden açığa çıkan gelir yetmezliğinin nedeni olarak geleneksel siyasi kurumların görülüşü

      4. Laikliğin, ihtiyaçlar hiyerarşisinde daha üst basamaklarda kalışı ve kaybının önemsenmeyişi -ki nedenleri;

        1. Laiklik kavramının tanımlanmamış oluşu (diğer çoğu kavramlarda olduğu gibi)

        2. Kendini laik olarak tanımlayan bir kısım kişinin yaşam tarzının iticiliği (o laikse ben değilim sendromu)

        3. Kendini laik olarak tanıtan partilerin geçekte laik olmayışları

    1. İSKİ ve İLKSAN olaylarına duyulan tepki nedeniyle düzen partilerinin cezalandırılma isteği

    2. Şeriat yanlısı olmayan, inançlı kesimin genelde ahlaksızlık özelde ise medya aracılığıyla sergilenen utandırıcı davranışlara duyduğu tepki (ki bu kesimin gerçekte neye hizmet etmiş olduğu şimdi daha iyi ortaya çıkmıştır)

    3. Kürt oylarının, büyük oranda RP’ye kaymış oluşu.

    Aslında dört ayrı başlık altında toplanmasına karşın, bu nedenlerin hepsi aslında “geleneksel siyaset anlayışına tepki” olarak adlanabilir.

    Bunların dışında önemli bir faktör de, kendini kamuoyu araştırma kuruluşu olarak adlandıran bir kısım kişi ve kuruluşların, gerçekler yerine manipüle edilmiş ya da sipariş edilmiş sonuçlarla kamuoyunu yanıltmaları, bir kısım medyanın da buna alet olmasıdır.

    Durum böylece yorumlandığı takdirde buradan önemli bir sonuç çıkmaktadır: Bu da, bir “Alternatif Siyaset Anlayışı” na olan gereksinimdir.

    Bu anlayışı bir yeni siyasal söyleme çevirebilen, Türkiye’yi yeni yüzyıla taşıyabilecek bir araç geliştirmiş olacaktır. Aksi halde incir çekirdeğini doldurmayan ama tüm ülkenin gündemini sürekli dolduran konularla uğraşılıp durulacaktır

  • SİYASETTE KALİTE

    Sözcükler Yanıltıcıdır!

    Bir zen öğretisi, “birşeyi sözcüklere dökebiliyorsan o konuda birşey bilmiyorsun” diyor. Toplum sorunlarıyla uğraşan, onları anlamaya çalışanların, bu uğraşa girdikten bir süre sonra farkettikleri bir gerçek, olayları kısaca tanımlamak için üzerlerine yapıştırılan etiketlerin tam bir baş derdi haline geldikleridir.

    “Kavram ağacı” diyebileceğimiz bir ağaç düşünelim. Bu ağacın gövdesi, beş duyumuzdan en az birisiyle algılanabilen bir “şey” e karşılık gelsin. Buna bir sözcük yardımıyla bir ad veriyoruz. Göz, ateş, kap vs gibi.

    Gövdeden yukarı çıktıkça bu somut “şey”lere ön veya son ekler katarak daha soyut kavramlar elde edilebiliyor. Gözden, gözlük, gözlemek ya da görünüş gibi soyut kavramlar türetilebilir.

    Kavram ağacından yukarılara, yapraklara doğru çıkıldıkça kavramlar daha soyutlaşır, gövdedeki belirlilik, yerini belirsizliğe bırakır.

    “Vurmak” ve “duymak” somut kavramlarından türeyen bir kavram ağacı yaprağı, “vurdum duymazlık” tır. Vurmak ve duymak fiillerine göre son derece belirsiz olan “vurdumduymazlık” bir şeyi tam olarak ifade etmeyi değil, bir küme davranışı anlatmayı amaçlamıştır.

    “Siyaset ” ve “Kalite” Kavramları da Soyuttur !

    Bu iki kavram da birer kümedir. Dolayısıyla içeriklerine “belirsizlik” hakimdir. O halde bu iki kavramdan yola çıkarak siyasette kaliteyi irdelemek güçtür.

    Ayrıca, kalite kavramının çağdaş anlamı “ihtiyaca uygunluk” tur. Bu tanım uyarınca toplum ihtiyaçlarına uygun bir siyaset anlayışı “kaliteli” dir.

    Amaç bu değil, siyaset anlayışımızın daha yüksek değerlere oturtulması ve tanım gereği siyaset kalitesinin de daha yukarı çekilmesi ise, yapılması gereken farklıdır.

    Siyaset Anlayışımız Nasıl Daha Yüksek Değerlere Oturtulabilir ?

    Demokrasi çeşitli biçimlerde tanımlanabilir. Bir tanım da, “demokrasi, güçler dengesidir” biçiminde olabilir.

    Yasama, yürütme ve yargı arasındaki dengenin yanısıra, her üçünü de etkileyen birisi, toplumun sivil inisiyatifleridir. Bu da toplum örgütlenmesi biçiminde ortaya çıkar.

    Bu örgütlenme, dolayısıyla da sivil tepkiler zayıf olursa, yasama da yürütme de yargı da halktan kopuk yeni bir denge kurarlar. Bu durumda yine bir kuvvetler dengesi vardır ama bu denge halkın çıkarlarına değil, bu kuvvetlerin çıkarlarına hizmet eder. Ülkemizdeki durumun özeti budur.

    Buna göre siyasette kalitenin yükseltilmesi için yapılması gerekenlerin başında toplumun örgütlenmesi ve siyasete yeni “ihtiyaçlar” empoze etmesi gerekmektedir.

    Nitekim 24 Aralık ’95 seçimleri yaklaşırken, sivil toplum örgütlerinin ortaya koyduğu yeni bir ihtiyaç bileşeni, ” Milletvekilliği Sözleşmesi” adıyla anılan bir taahhüttür.

    Çeşitli partilerin adayları, bir dizi somut taahhütte bulunmaktadırlar. Bu, siyasi hayatımızda ilk defa olmaktadır.

    Bu öneri bir sivil toplum örgütünce ortaya atılmıştır. Böylece görülmektedir ki, toplum, ihtiyaçlarına dayalı taleplerini söylenerek, yakınarak dile getirmek yerine örgütlenerek ortaya koyabildiği takdirde pekala siyasetin kalitesini yukarı çekebilecek bir etki yaratabilmektedir.

    Mekanizma belli olduğuna göre bundan sonra yapılması gereken bellidir : Daha iyi örgütlenme ve kalite yükseltici girişimlerin projelendirilmesi !

    Çarşamba, 06 Aralık 1995

  • SİYASET NERELERE GİRMEMELİ, NEDEN?

    Kahvehanelerin bu denli yaygın, kahve sohbetlerinin bu kadar tatlı olmasının ağırlıklı bir nedeni vardır: kahvehaneler çözülemeyen sorunların bir çırpıda halledildiği, bilinmez ya da belirsiz hiçbir şeyin olmadığı yerlerdir.

    Ayrıca da ülkemizi yönlendiren felsefeler oralarda geliştirilip ekonomik, sosyal ve özellikle de siyasal yaşamımıza yön verir.

    Siyasal felsefemizin ünlü “camiye, okula ve kışlaya siyaset girmemelidir” ilkesi kimlerce vazedilmiştir bilinmez, ama derindeki kaynağının kahvehane olduğundan kuşku duyulmamalıdır.

    “Siyaset” denilen nedir ki her yere giremez?

    Okula, camiye ve kışlaya girmesi yasaklanan, ayrıca da her nerede ciddi bir iş yapılıyorsa oralara da “girmese iyi olur” durumundaki bu siyaset nedir?

    Kavramlarımız yeterince tanımlı olmadığı için siyasetin ne olduğu pek belli değildir, ama en azından iyi bir şey olmadığı bellidir. Çünkü eğer olsaydı camiye, kışlaya ve okula girmesinde bir sakınca olmazdı.

    Her önemli iş gibi kavramların tanımlanması da, bu ve benzeri önemdeki konulardaki en yetkili kurum olan kahvehaneler tarafından yapılmıştır. Buna göre siyaset, örnekleri medyada bolca sergilenen, ne kadar eğri iş varsa onları yapma mesleğidir. Yani cepçilik, zarfçılık, üçkağıtçılık türünden, ama onlar gibi basit olmayan, sanat yanı da bulunan sofistike bir zenaat!

    Bu tanım ve bu tanıma dayalı girme yasağı kendi içinde tutarlıdır. Birşey kötüyse iyilere bulaşması önlenmelidir.

    Ama burada başka bir sorun vardır. Siyasetin, yasak yerlere girmesi önlenebilse dahi -yani mesela-, bu defa girdiği diğer yerler -ister istemez- olacaktır. Bayındırlık, bankacılık, yerel yönetimler, çevre, adalet gibi onlarca kuruma serbestçe girebilen siyaset oraları ne hale getirecektir?

    Bu basit akıl yürütme dahi gösteriyor ki, siyaset hakkındaki genel yargılarımız çarpıktır ve siyasetin bu denli kirlenmesinin birinci derecede nedeni de, toplumu mutlu kılma sanatı olarak anlaşılması gereken siyasetin, tam aksine yapısal olarak kirli olduğunun varsayılmasıdır. Bu durumda, siyaseti çeşitli kirlilik örneklerinin sergilenebileceği bir alan olarak görüp girerek marifetler işleyenlere hak vermek gerekir.

    Siyaset anlayışımızı değiştirmek, onu en ulvi işlerden birisi olarak tanımlamak ve siyasi ahlakın somut ilkelerini ortaya koyup ona bağlı olanlarla olmayanların ayrışmasını sağlamak gerekir. Her rastlanan eğriliğin siyasete ve siyasetçiye uygun olduğunu varsayarak, bir kirlenme spirali yaratan ve sonra da kendi yarattığı kirlilikten iğrenen kişiler olmaktan kendimizi kurtarabilmeliyiz.

    15 Ağustos 1999

  • TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ, ISO-9000 VE KAMU YÖNETİMİ

    Başlangıçta yalnız sanayi ürünlerine uygulanan Toplam Kalite Yönetimi(TKY) yakınlarda sanayiyi destekleyen hizmet ürünlerine de uygulanmaya başladı.

    Örneğin, önceleri bir sanayi kuruluşundaki mal üretimi söz konusuyken daha sonra bunu destekleyen iletişim, bilgi-işlem, muhasebe, pazarlama, servis gibi alanlar da TKY’nin kapsamı içine girdi. Şimdi ise TKY ilkelerinin eğitimden askerliğe, vergi idaresinden devlet yönetimine kadar uygulanabileceği biliniyor.

    TKY’ne Avrupa alternatifi olarak ortaya konulan ve daha sonra bu iki yönetimin bir bileşiminin oluşturulmasına yol açan ISO-9000 standartının yakın bir gelecekte uluslararası kamu yönetimi standartı olarak benimseneceğini görmek zor degildir

    Bu gün nasıl ki ISO-9000’i benimsemiş bir ülke diğerirden ithalat yaparkenİSO-9000 ‘İ şart koşuyorsa, yarın bir devletin diğeriyle resmi ilşki kurması (tanıması) için benzer bir standarta uygunluk şart koşulabilecektir.

    TKY ve İSO-9000 kurallarını kamu yönetimine uygulamaya ençok gereksimi olan ülkelerden birisi de Türkiye’dir.

    Sorun çözmede Ardışık Sorma Metodu, iyileştirme grupları, tam zamanında alım (J.I.T), sürekli innovation gibi tekniklerin kullanıldığı TKY ile “yemeğin kalitesinin yanısıra mutfağın da kalitesini sorguluyan” İSO-9000, hiç bir değişiklik yapmadan kamu yönetimine uygulanabilir.

    Gerek TKY gerekse ISO-9000 için öngörülen bir “olmazsa olmaz” koşul, bu tekniklerin kamu yönetiminin iyileştirilmesinde de aynen geçerlidir.

    Türkiye, alışılmış ve çoğunluğu ilkel denebilecek düzeydeki yönetim teknikleriyle ( merkezden yönetim, bir sorunu astlara havale yoluyla çözüm, kaynaklar yerine görüntü sorunları giderme, düşük nitelikli insan gücünü yönetmeye uğraşma, hizmet içi eğitime önem vermeme, etkin çalışmak yerine çok çalışmak gibi) sorunlarını çözebileceği dönemleri geride bırakmıştır.

    Güç ve karmaşık sorunlar ancak güçlü yönetim teknikleriyle çözülebilir. İlkel yöntemleri kullanmakta ısrar, bu güzelim ülkeyi elden çıkarmanın en kestirme yoludur. İlgililere ilanen duyurulur.

  • TÜM KAMU GÖREVLİLERİ İSİMLİK TAKSIN !

    Kamu hizmetleri bir şehrin altyapısı gibidir. İyi çalıştığı sürece farkına varılmaz, çalışmadığı zaman varlığı hatırlanır. Hiç kimse, “Oh, Allaha şükür kanalizasyonumuz iyi çalışıyor!” demez ama sokağı lağım suları bastığında bunun önemi anlaşılır..

    Ülkemizde kamu hizmetleri aynen böyledir. Kamu hizmetlerinin nitelik ve nicelik açılarından yetersiz oluşunun çok sayıda nedeninin başlarında kamu kadrolarının kalabalıklığı ve şikayet sistemlerinin bulunmayışı gelir.

    Ayrıca, “Sistem Kurma Becerimizin Yetersizliği”, “İnsan Dokumuzun Nitelik Yetmezliği” gibi Kaynak Nedenler de vardır ama ilk ikisi sonucun %80’ini belirler.

    Kalabalık kamu kadroları düşük ücretleri, düşük ücretler de düşük nitelikleri çağırır. Düşük nitelikli kamu görevlisi ise doğal olarak yetersiz nitelik ve nicelikte hizmet üretir.

    İkincisi ise şikayet sistemlerinin yokluğudur. İstisnalar biryana bırakılısa, çoğu kamu görevlisi, yetersiz bir hizmet verdiğinde kimsenin onu şikayet edemeyeceğini (etse de bir şey olmayacağını) bilir.

    Ülkemizde iş güvencesi, iyi hizmet vermeyen bir kişinin işini kaybetmeme güvencesi demektir ve bu haliyle de Dünya’nın en güvenceli (!) ülkesi Türkiye’dir.

    Bir basit önlemle bu gidişi biraz olsun değiştirmek mümkündür. Bu da vatandaşla yüzyüze tüm kamu görevi yapanların, göğüslerinde isimlerinin yazılı olacağı birer isimlik taşımaları mecburiyetidir. (THY ile uçanlar bilir. Hosteslerin davranışları, isimlik taşımaya başladıktan sonra önemli ölçüde düzelmiştir.)

    Bunun için Anayasa değişikliğine, yeni yasa yapımına gerek yoktur. Belki üç beş lira masraf olur ama onun da kaynağı hazırdır.

    Kamu kuruluşları, çeşitli vesilelerle bastırıp yolladıkları davetiyeleri biraz daha az tantanalı yaparlarsa sağlanacak tasarruf 60 milyon insanımıza isimlik yaptırabilir.

    (İnanmayanlar, Kırıkkale Rafinerisi ek tesis açılışı için bastırılan tanesi 30,000 liralık davetiyelere ve benzerlerine baksınlar!)