• GERÇEK ÇIKARLAR VE GÖRÜNTÜLER

    “Rekabet” ve “girişimcilik” kadar birbirini tamamlayan, biri olmazsa diğeri de olamayan iki kavram herhalde pek nadirdir.

    Bir girişimcilik ortamı rekabetsizse orada gerçek girişimcilikten söz edilemeyeceği gibi, girişimcisiz rekabet ortamı da imkansızdır.

    Müteşebbisler klübünün kuruluşundan bu yana, bir yönetim rekabeti ilk defa geçen yıl ortaya çıkmıştı. Bu yıl bu rekabetin rastgele olmadığını ve canlılığını sürdürdüğünü gözlüyoruz. Bu olgu bize, klübün kuruluşundan bu yana yeni yeni kökleşmeye başladığını gösteriyor.

    Kurumların akşamdan sabaha oluşmadığını, yeni dikilen fidanların ancak bir kısmının -o da zaman içinde- tuttuğunu biliyoruz.

    Müteşebbisler klübü, bu sürecin doğruluğunu bir kez daha kanıtladı.

    Bültenimizin bu yeni şekli altında girişimcilere yeniden merhaba denirken, geçmiş yedi yılın bir muhasebesini yapmanın, girişimci toplumuna bir katkı olabileceğini düşündüm.

    Devletçi bir ekonomik yapıdan serbest rekabete dayalı pazar ekonomisine geçme mücadelesini yaklaşık 10 yıldır yaşayan ülkemizde, bu geçiş sürecinin ana elemanını girişimciler oluşturuyor.

    Bunu hem girişimciler hem toplumun diğer kesimleri gayet iyi biliyorlar. Topluma olan olumlu katkılarının bu denli bilincinde olan girişimciler çeşitli örgütlenmeler altında bazı çıkarlarını savunuyorlar. Bu savunu, demokratik yaşam biçiminin olmazsa olmaz koşuludur. Hatta demokrasinin bir tanımının da, “çeşitli toplum kesimlerinin, bir “çıkar dengeleri temeli” oluşturacak şekilde çıkarlarını savunabildikleri rejim” olduğunu düşünebiliriz.

    Ancak burada anlaşılmaz, anlaşılmaz olduğu kadar girişimcileri olumsuz etkileyen bir nokta var. Şöyle ki; girişimciler çıkarlarını doğrudan olumsuz etkileyen kaynaklara karşı değil, o kaynakların ikinci, üçüncü, beşinci dereceden türevlerine karşı örgütlenip mücadele veriyorlar.

    Örneğin, GİAD’lar ve hatta TÜSİAD’ın üzerinde durduğu konular ekonomik sistemin çeşitli yüzlerinin performansıyla ilgilidir. Yüksek enflas-yon, döviz kurlarındaki dalgalanma, faizler, yatırımlar gibi konular sistemin nihai çıktılarıdır.

    Halbuki bu sorunların hepsinin az sayıdaki kaynağından bir tanesi, “girişimcilik ortamının sorunları” başlığı altında toplanabilecek olanıdır.

    Bu sorunlar, MÜTEŞEBBİSLER KLÜBÜ’nün “Girişimciliğin Özendirilmesi” adlı raporunda ayrıntılı olarak incelenmiş ve hazırlandığı ………………. tarihinden bu yana basın, politika, meslek kuruluşları ve girişimcilikten sorumlu kamu kurumları gibi kesimlere yaklaşık 500 adet dağıtılmıştır.

    İlginç olan nokta en lüzumsuz magazin haberlerine saatler, günler, sayfalar harcayan medyada bu raporla ilgili “tek kelime” ile dahi bu konuda bir haber yer almamıştır.

    Bu durum “ilgisizlik”le açıklamaz. Özellikle, girişimcilerin çeşitli örgütlerinin konuya ilişkin hiçbir tutum geliştirmemiş oluşu, ilgisizliğin de ötesinde, özel olarak incelenmesi gereken bir “felç” durumudur. Bu felcin nedenleri bilinemediği sürece sorunun derinde yattığına şüphe bulunmayan köklerine erişilemeyeceği kesindir.

    Her ne kadar gerek bu raporun, gerekse girişimcilik sorunlarının en önemlilerinden birisi olan Kamu Alımları raporunun basımı konusunda Müeşebbisler Klübümüzün uzun süredir devam eden çabaları henüz bir sonuç vermemiş ise de, bunun, diğer kurumların ilgi azlığına bir örnek teşkil etmemesi gerekir.

    Evet, acaba girişimciler, çıkarlarını olumsuz etkileyen kaynaklara karşı değil de niçin görüntülere karşı mücadele ederler?

    Bunun en olası nedeni, toplumumuzun, “sorunlarla değil, onların görüntüleriyle mücadele eden geleneksel sorun çözme yöntemi”dir. Bu sorun üzerinde çalışmaya başlayan sivil toplum örgütlerinin ortaya çıkmaya başlaması son derece sevindirici bir gelişmedir. İkinci bir neden, bu yanlışlığı farketmiş olabilecek kuruluşların, diğer kuruluşlarla koordinasyon kurmadaki yetersizliği olabilir. Bu soruna karşı bir önlem, girişimci örgütlerinden birisinin önderliğinde bir “koordinasyon workshop‘u” yapılmasıdır.

    Ortaya koyulan soruna yol açan başka nedenlerinde bulunması beklenir.

    Bu nedenleri ortaya çıkarmak üzere lisans üstü çalışmalar yaptırmak üzere, klübümüz, üniver-siteler nezdinde faaliyete geçebilir.

    Böylece daha neler yapılması gerektiği konusu aydınlığa kavuşmuş olacaktır. Bu yeni bültenin girişimcilerimiz açısından yararlı olmasını dili-yorum

  • ÇOCUKLAR MATEMATİK İÇİN NELER DİYORLAR?

    Hemen tüm çocukların -ve de erişkinlerin- matematikten hoşlanmadıklarını, bunun altında da matematik korkusunun bulunduğunu, bu korkunun da altında “ben bunu beceremem” önyargısının bulunduğunu hepimiz biliyoruz.

    Matematik konusunda bu yargının dışında kalan azınlığın iyi incelenmesi, hangi etmen(ler)in, anılan korkuları aşabildiği mekanizmasının kavranması ilginç bir konudur.

    Bununla beraber, aşağıda bazı yanıtları bulunan basit anket bir lisede yapılmıştır. Alınan yanıtların neredeyse tamamı aynı yöndedir. Birbirinden biraz farklı olanlar seçilip aşağıya alınmıştır. Yanıtlarda anılan “sistem”, ÖĞRENCİ MERKEZLİ VE EZBERSİZ EĞİTİM’dir.

    Öğrenci Merkezli yaklaşımda, öğretmen eğitsel hedefleri senaryolar içine yerleştirerek vermekte, öğrenciler ise öğrenme işini kendileri yapmaktadırlar. Ezbersiz Eğitim’de ise, her doğrunun mutlaka belirli koşullar içinde doğru olduğu bilinci verilmekte, çocuklar tartışılmayacak doğrular bulunmadığı bilincine sahip kılınmaktadırlar.

    İşte, bu iki yaklaşım altında işlenen matematik dersleri hakkında öğrencilerin görüşleri:

    • Bence, bu sistem daha iyi ve zevkli. 45 dakika boyunca tahtaya bakmaktansa, arkadaşlarımla birlikte problem çözmek çok zevkli oluyor. Suspus oturmuyoruz, konuşma şansımız var.

    • Bence bu çalışma planı daha iyi oldu. Çünkü önceden grup çalışması yapsak bile çoğunlukla yine tek oturup öğretmen anlatırdı. Ama şimdi ise grupla oturuyoruz ve arkadaşlar arasında tartışabiliyoruz. Yapamadığımız birşey olunca öğretmene soruyoruz. Bu çalışma planına birşey daha eklenmesini istiyorum; geçtiğimiz konu kısa ve öz bir şekilde anlatılmalı ve bir ve iki haftayı worksheet’lere bırakmalıyız.

    • Matematik dersinde şu ana kadar olumsuz hiçbir şey görmedim. Şu andaki çalışma şeklimiz sayesinde konuları daha iyi kavrayabiliyorum. Matematik dersini bu yolla sevdim. Bu derste proje çalışması çok iyi işliyor.

    • Bu sene matematik dersinde grup çalışması yapmak hepimiz için iyi oldu. Bu grup çalışması Fen, Matematik ve Türkçe dersindeki başarımızı artırdı. Ama diğer derslerde düzgünce uygulanmıyor. Bu konuda gerekenin yapılması gerek.

    • Matematik dersleri geçen seneye nazaran daha güzel ve zevkli geçiyor. İlk defa matematik dersini sevdiğimi fark ettim. Dersler böyle güzel giderse matematik dersini çok iyi kavrayacağımızdan eminim.

    • Bence matematiği bu şekilde işlemek çok yararlı. Ayrıca anlamadığımız soruları bireysel olarak öğretmen anlattığı için daha iyi anlaşılıyor. Ancak her derste bu sistem iyi olmuyor, çünkü anlaşılmayan ve öğrenilemeyen konular oluyor ve de her derste konu anlatılmadan senaryo yazılmamalı. Ayrıca eğer konu anlatılmadan senaryo yazılırsa dersten birşey anlaşılmıyor.

    • Bu seneki matematik ders işleme sistemimiz benim için gerçekten çok yararlı. Çünkü bu sistemle konuları sayfa sayfa yazacağımıza, anlayacağımız şekilde yazıp o konu hakkında bir sürü soru çözüyoruz. Bu da bize üniversite sınavları için bir pratiklik ve zaman tasarrufu kazandırıyor. Keşke her ders için bu sistemi uygulasak. Böylece üniversite sınavları için bir sürü dershaneye gitmemiz ve ders almamız yerine bütün derslerimizi okulda öğrenirdik.

    • Bence matematik dersleri bu sene çok zevkli ve öğretici geçiyor. Mesela ben geçen sene matematik derslerinde çok zorlandım. Ama inşallah bu sene matematikten iyi bir sonuç bekliyorum. Proje gruplarıyla çalışmak daha iyi. Bu sistem okulumuzda çok iyi oldu.

    • Bence bu sistem matematik dersinde geçen sene ikinci dönem başladı. Bu sistem geçen sene çok işe yaradı ve sınavlarda başarı oranı arttı. Bu sene proje gruplarıyla çalışma daha iyi. Bu sistemin sınavlarda başarı oranını daha da arttıracağından eminim. Benim için bu sistem daha yararlı.

    • Bence bu yöntem matematikte iyi ama dersi öğretmenin anlatması ve beraber örnekler çözmek bana daha yararlı geliyor. Quiz yöntemi çok iyi 4-5 quiz’in toplamı bir büyük sınav yerine geçiyor. Çok güzel bir yöntem. Bence quiz sorular hazırlanırken, her grup bir soru hazırlasın böylece quiz yapalım.

    • Bence matematik dersinde proje grupları ile çalışmak çok iyi. Çünkü anlamadığım bir konuyu arkadaşlarımla tartışıp daha iyi öğreniyorum. Ama bir konuyu anlattıktan sonra öğretmen bir de Türkçe anlatırsa daha da iyi olacağımıza inanıyorum. Fakat proje gruplarından şikayetim yok.

    Öğrencilerin bu olumlu tepkilerine yol açan sistemi merak edenler olabilir. Sistem basit, fakat insanın en gelişmiş, fakat öğretme dediğimiz yolla köreltmeye çalıştığımız “öğrenme” yetisine dayandığı için de çok etkin olan “Öğrenci Merkezli Eğitim”dir. Sekiz yıllık eğitimin içini doldurabilecek olan yöntemin özü işte budur.

  • ÇİZME AŞILMALIDIR!

    İş adamı Sakıp Sabancı’nın Doğu ve Güneydoğu hakkındaki görüşlerini ifade etmesine olumlu-olumsuz çeşitli tepkiler gösterildi. Bu tepkilere -birisi hariç-, en az hakkında konuşulan görüş kadar saygı duymak gerekir.

    Tepkilerden bir tanesi ise üzerinde uzun uzun durulmaya, hatta sosyal laboratuvarlarda incelenerek altındaki hastalıkları teşhis etmeye değer niteliktedir. Kısacası çok ama çok değerlidir. Bu istisnai tepki, “çizmeyi aşma” uyarısıdır.

    Bu “çizme”, kuşkusuz sembolik anlamda kullanılmakta ve toplumun çeşitli renklerde çizmelere sahip kesimlerden oluştuğunu, her kesimin bir görevi olduğunu, ülke sorunları konusunda düşünce üretip ifade etmenin ise belirli renkte çizmeye sahip bir kesimin işi olduğunu, başka kesimlerin bu konularda düşünce üretip ifade edemeyeceğini, daha da ötesinde yönetime katılamayacağını kaba bir dille anlatmaktadır.

    Gelişmiş, çoğulcu demokrasiye sahip toplumların bir ortak özelliği, “çok elbiselilik” denilebilecek bir özelliktir. Bu ilkeye göre herkesin birden çok “elbisesi” bulunacak, yerine göre bunlardan seçip giyebilecektir.

    Bu ilke aynı zamanda bir “elbise”nin, ancak onunla ilgili kurum içinde giyilebileceğini, örneğin “Mahalle Güzelleştirme Derneği”, “İşçi Sendikası” ve “Siyasi Parti” üyesi olan bir kişinin siyasi elbisesiyle dernek toplantısına, ya da sendikacı elbisesiyle siyasi partiye gitmemesi gerektiğini söylüyor.

    Demokrasi yerine diktatörlükle yönetilen ya da buna teşne toplumlarda ise insanların tek elbisesi bulunur. Hatta, bu tek elbiseler emeklilikte dahi çıkarılmaz.

    Bu tür toplumlarda her görevin sorumluları bellidir ve hiç kimsenin elbise değiştirerek farklı bir görev yapması mümkün değildir. Başlıca görevler ise, “yönetme” ve “yönetilme” den ibarettir.

    Yönetenler, insanları değil devleti seven, yönetme işlevi için her türlü yeteneğe doğuştan (ve ırken) sahip, yönetilenler ise bunlara sahip olup olmadığı belli olmayan “şüpheli”lerdir. Yönetilenlerin tek görevi yönetenleri beslemektir. “Doğru”, “iyi” ve “güzel”ler yönetenler tarafından belirlenecek, yönetilenler ise bunlara itaat edeceklerdir.

    İnsanlar ise doğuştan buna uygun değildir. İnsan yavrusu soru soran, merak eden, itiraz eden, deneyen, başaran ya da başaramayan böylece gelişen bir yaratıktır.

    Diktatör özlemli yönetim türleri, bu tür insandan hoşlanmaz. Onlara soru sormayan, neden aramayan yalnız itaat eden, yani çizmesinin boyunu aşmayan insancıklar gereklidir.

    İşte otokrat gelenekli toplumların eğitim sistemlerine egemen olan “EZBER”in altında yatan neden budur. Ezber, çizmesinin boyunu iyi bilen onu katiyen aşmayan tek tip insanlar yetiştirir.

    Ezberin, bu kadar çok sorunumuz arasında önemli bir sorun olmadığını zanneden çok kimse bulunabilir.

    Ama işte bu “çizmeyi aşma” uyarısı, ezber yoluyla insanların niçin iğdiş edilmekte olduğunu acı ama çok öğretici biçimde ortaya koymaktadır.

    Bu ülke insanlarını, kendi çağdışı kalıplarına göre çizme boylarına ayırmaya, en uzun çizmeyi de kendi ayağına giymeye kalkışmaya iten düşünce biçimini hep birlikte teşhis etmek, hangi makyajı yaparsa yapsın onu tanımak zorundayız.

    İnsanlarımız, bu ülkenin bütünlüğünü korumak için tabii ki düşünce üretecekler ve onları özgürce ifade edeceklerdir. Bu, çizme aşmaksa her vatandaşımız çizmeyi aşmalıdır. Hatta çizmeyi aşmak bir görevdir.

    Şu söz unutulmamalıdır: Bir davaya, onu akıllıca eleştirenler değil onu ahmakça savunanlar zarar verirler!

    Pazartesi, 13 Kasım 1995

  • DEMİNG’İN BONCUKLARI!

    Batı tipi üretim kültüründeki yanlışları sergilemek yine bir Batılı’ya düşmüştür. W.Edward Deming’in derslerinde kullandığı bir örnek, yalnız üretim kuruluşlarımız için değil tüm kurumlarımız için ders alınabilecek çarpıcılıktadır.

    «Derse katılanlardan altı gönüllü ve deneyimsiz “işçi” istenir. “Şirket” gerekli eğitimi sağlayacaktır. Bir miktar ikna çabasından sonra gönüllüler ortaya çıkar. Şimdi, kalite için ilave kişiler gerekmektedir.Yine katılımcılar arasından iki kalite denetçisi atanır. Bunlardan beklenen tek yetenek yirmiye kadar sayabilmeleridir. Nihayet, bir Baş Denetçi ve bir Kayıt Görevlisi seçilir. Deming ise takım yöneticisi olarak görev yapacaktır.

    Altı işçi, dört idari eleman ve bir yöneticiden ibaret tipik bir çalışma ortamı oluşturulmuştur. Bu, en iyi ve en son yönetim tekniklerini uygulayacak olan bir fabrikadır. Fabrika, “Beyaz Boncuklar” üretmekte, fakat zaman zaman aralarına kırmızılar karışmaktadır. Bunlar hatalıdır ve müşteriler yalnızca beyaz boncuklara para vermektedirler.

    Başlıca üretim donanımı dikdörtgen şekilli iki kaptır. Biri diğerinden biraz daha büyükçe olup içinde toplam olarak 4000 boncuk -3200 beyaz ve 800 kırmızı- vardır. Üretim donanımının geri kalanı ise, üzerinde ellişer adet delik bulunan dikdörtgen şekilli küreklerdir. Deliklerin boyutu, boncukları düşürmeyip kürek üzerinde tutabilecek kadardır. Böylece, küreklerin üzerinde daima 50şer boncuk kalmaktadır.

    Kürekler işçiler tarafından boncuk dolu birinci kaba daldırılıp çıkarılacak ve üzerlerinde kalan boncuklar diğer küçükce kaba boşaltılacaktır. Tabii ki istenen, küreklerin üzerinde beyaz boncukların kalmasıdır. Fabrika standartı olarak her kürekte en fazla 2 kırmızı boncuk öngörülmüş olup, yönetim bu konuda çok titizdir.

    Son derece ciddi bir yönetici olan Deming, üretim tekniğini açıklar: “Dikkat edin, herkesin dikkat etmesini istiyorum” diyerek başlar. “Yöntemde herhangi bir sapma yoktur, dolayısıyla sonuçlarda da herhangi bir sapma olmayacaktır. Büyük kabı sağ elinizle kavrayacak, kürekle alacağınız boncukları yavaşça küçük kaba dökeceksiniz. Şimdi küreği eğip boncuklara tam olarak daldırın ve tekrar dışarı çıkarın. Dikkatli olun ve küreyi sallamayın”.

    Böyle söyledikten sonra küreği kendisi boncuklara daldırır ve çıkarır: 50 boncuk içinde 8 kırmızı vardır. “Gördüğünüz gibi, kasti olarak kırmızı boncukların neye benzediklerini göstermek için biraz fazla kırmızı boncuk aldım. Şimdi kalite denetçilerine doğru yürüyüp küreğinizi gösterin. Her denetçi kırmızı boncukları saysın. Baş denetçi ise kendi saydığını diğer denetçilerinkiyle karşılaştırarak saymanın doğruluğundan emin olsun. Eğer herhangi bir tutarsızlık yoksa, baş denetçi bağırarak sonucu ilan etsin”.

    Baş denetçi bağırır: Sekiz!

    Şimdi bu işçiyi kenara alın.

    Kenara!

    Güzel. Bu şirkette her şey yanlış yapılıyor.Yalnız bir şey hariç: denetçiler bağımsızdır.

    Kenara alınan işçi eğitilmeye başlanır. Deming de bir yandan, bir yöneticiden beklenen klişeleri bağırmaya devam eder:

    O şekilde değil, bana dikkat etmediniz, tam şöyle. Küreği sarsma, doğru açıyla daldır. Biz yalnızca en iyi işçileri istiyoruz, biz mükemmeliyete soyunduk.

    Takım yöneticisi işçisini eğittikten sonra ortalama bir işçi ister. Ken, böyle bir işçidir.

    Güzel. Şimdi Ken bizim ortalama işçimizdir. İlk olarak o üretim yapacak.

    Ken ilk gün üretimine yöneticinin dikkatli gözleri altında başlar. Bir kaptan aldığı boncukları diğerine aktarır.

    Sarsma, beni izlemedin mi? şimdi daha iyi!

    Ken işini bitirdikten sonra baş denetçi ilan eder: sekiz, kenara!

    Ken, pekala, ilk deneme için çok kötü değil, fakat giderek daha iyi olmalısın.

    Sonra Barbara gelir. İlk denemesinde altı kırmızı boncuk alır.Yönetici gürler.

    Bakın Barbara ilk denemesinde altı kırmızı yaptı. Eğer o 6 yapabiliyorsa kimse altıdan fazla yapmamalıdır.

    Lenny ilk denemesinde 11, Noboru 8 ve Cathy 15 kırmızı yaparlar ve yöneticiyi çileden çıkarırlar.

    Bir dakika durun. Cathy, sen beni anlamadın mı? Dikkat etmiyor musun? Böyle bir performans kabul edilemez. Bizim hedefimiz en fazla iki kırmızıdır, sen buna yaklaşamıyorsun bile.

    Sırası gelen Steve 5 kırmızı yapar.

    İlk çeyreğin performans değerlemesi yapılır.

    Steve ilk çeyrekte en iyi işçimizdi.En fazla ücret zammını ve pirimi o almıştır. Terfi sırasına girmiştir. Zavallı Cathy’yi hepimiz sevmemize karşın işini yapamamıştır. Yetenekleri kullanamıyor. Onu işten çıkarmak zorundayız.

    Böylece 3 çeyrek daha geçer. Her çeyrekte kişisel değerlendirmeler yapılır. Her defasında ayrı kişiler en tepede ve en altta kalırlar. Fakat genel sonuçlar değişmez. Deming her defasında daha fazla kızar ve klişelerini tekrarlar. Kim daha çok kırmızı yaparsa ona bağırıp kiminki az ise onu takdir eder. Dört çeyrek yılın sonunda sonuçlar şöyledir:

    Bu tablodaki sonuçlar, benzer yöntemleri kullanan bütün üretim kuruluşlarında hemen hemen aynıdır. İlk çeyrekte en kötü durumda olan Cathy’nin daha sonra yükselmesi, hemen her gün rastladığımız sıradan olaylardandır. Ama deneye daha devam edilseydi, durumunun ne olacağı belli olmazdı.»

    Sonuç şudur: Sistemin ana parametreleri farkedilip onlar geliştirilmedikçe bireysel performanslarla sistemi yönetmek imkansızdır.

    R.Aguayo’nun, “Dr.Deming : The Man Who Tought the Japanese About Quality, 1990” adlı kitabından alıntılar yapılmıştır.

  • DEPREM VE EZBER!

    Televizyonda Ali Kırca, bir yanında AKUT başkanı, diğer yanında okullarda deprem egzersizi yaptıran uzman, deprem sırasında alınacak önlemler konusunda görüşüyorlar. Ali Kırca, deprem konusunda uzman iki kişinin tartışmalarını yönetiyor. İki uzmanın ve sonunda yöneticinin de katılımıyla üç kişinin arasındaki konuşmalar aşağı yukarı şöyle:

    Deprem sırasında alınacak önlemler konusunda çok dikkatli konuşmak lazım. Ağızdan çıkan bir söz insanları öldürebilir.

    Doğru, ama ben Japonya’da 4 yıl kaldım ve öğrencilere konferanslarda öğrettiğim şeylerin doğru olduğunu gördüm. Onlar da, deprem sırasında, çocukların sıra altlarına girmelerini, öğretmenin de kapı altı ve bu gibi sağlam bir yerde durmasını öğütlüyorlar. Benim yaptığım da aynı şeydir.

    Ben, gözlemlerimi söylüyorum. Kocaeli’nde, Gölcük’te, Sakarya’da ne kadar ceset çıkardıksa hepsini masa altlarından kapı kirişlerinin altlarından ezilmiş olarak çıkardık. Dolayısıyla doğrusu, sıra altı , masa altı, yatak altı gibi yerler değil, bunların yanlarında kalan ve “yaşam üçgeni” denilen yerlerde korunmaktır.

    Ama Japonya’da böyle gördük ve ben bunları öğretiyorum. Doğru da yaptığıma inanıyorum. Ama bir hatamız varsa söylenir, biz de düzeltiriz.

    Bu anda Ali Kırca devreye giriyor ve:

    Yanlışım varsa düzeltin diye bir şey olabilir mi? Yanlışınız varsa birçok çocuk ölebilir.

    Efendim ben, yapılmamış bir şeyi başlatıyorum. Bundan sonra istiyorlarsa başkaları devam etsin vs vs..

    Bu üçlü görüşme, doğruların tek olduğu -hele deprem gibi somut bir konuda-, bu tek doğrunun sorgulanamayacağı gibi pek genel kabul gören bir varsayıma dayanıyor. Her iki tartışmacı da kendi savunduğu -hem de gözlemleriyle desteklenmiş olarak- doğrunun tek doğru olduğunu düşünüyor.

    Gerçek ise -muhtemelen-, her iki tartışmacının savunduklarının birleşiminden oluşuyor. Şöyle ki:

    Japonya gibi binaları sağlam yerlerde ya da Türkiye’deki, pek sağlam olmayan ama alçak ve dolayısıyla üzerinde büyük yüklerin bulunmadığı binalarda ya da yüksek binaların üst katlarında, deprem sırasında sıra veya masa altı gibi yerler mükemmel birer koruyucu olacak; hem çürük hem de yüksek binaların alt katlarında ise aynı sıra ve masalar öldürücü birer prese dönüşecebilecektir.

    Bu yönergeyi daha ayrıntılı hale getirip, her bir durumda ne yapılması gerektiği de pekala ortaya konulabilir. Ama net olan şudur ki, bütün durumlar için geçerli tek reçete yoktur. Bir durum kümesi için doğru olanlar, bir diğer küme için yanlış olabilmektedir.

    “Ezber”, bir bilginin değişmez tek doğru olarak kabul edilmesi, buna kalben güven duyulduğu için de sorgulanmamasıdır.

    Okullarımızda -en şöhretli üniversitelerimiz de dahil- ezbere dayalı “öğretim” yapıldığı sürece, bu tür tek doğrularımıza sarılıp, bir durum için geçerli doğruları bulabilmekten mahrum kalacağız. Ulusça yaşadığımız kafa karışıklığının bir nedeni de herhalde, çok doğrululuk üzerine kurulu yaşamı tek doğrululukla algılamaya çalışmamızdan kaynaklanıyor.

  • “DONANIM ” VE “KULLANICISI”

    Ülkemizdeki kamu ve özel sektör kuruluşları, ürettikleri mal ve hizmetler için belirli bir zaman aralığında ne kadar “donanım” masrafı yaparlar? Burada “donanım” sözcüğü ile her türlü fiziki varlık kastedilmektedir. Röntgen cihazı, bilgisayar ya da otoyol gibi. Her kuruluşun yıllık gider raporlarında bu miktarlar bellidir.

    Diğer yandan, bu “donanım”ları kullanarak bir fayda elde edecek kişilerin (kullanıcı), bu donanımları usulüne uygun kullanabilmeleri, donanımdan beklenebilecek işlevleri en yüksek verimle alabilmeleri, arızaların en ucuza ve en kısa sürede giderebilmesi için de eğitilmeleri gerekmektedir. Bu eğitimlerin giderleri de yine kuruluşların raporlarından çıkarılabilir.

    Kullanıcı eğitimi için harcanan toplam paranın donanım için harcanan paraya oranı, önemli bir “gösterge” olup, bir toplumun kollektif aklı’nın şaşmaz bir göstergesidir.

    Bu gösterge her donanım için farklıysa da %0.5-%10 arasında değişmesi gerektiği söylenebilir.

    Örneğin $1000 değerinde bir bilgisayar için $100’lık bir eğitim gerekirken, $10 milyar değerindeki bir otoyol ağı için $500 milyon’luk bir eğitim ihtiyacı var demektir.

    Bu yapılmazsa ne olur? Hergün yüzlerce örneğini gördüğümüz ve çoğumuza “normal” gelen “kullanıcı yetersizlikleri”, bu göstergedeki olağanüstü düşüklükten doğmaktadır.

    Filosundaki bir uçağın değeri $50 milyon olan THY’nın, tahliye şütünden inecek hosteslerine papuçlarını çıkarmayı öğretemeyişinin nedeni onları yeterince eğitemeyişidir.

    Hastanelerdeki modern tıbbi araç gerecin her biri için milyon dolar mertebesinde donanım harcaması yapılırken, bunları kullanacak personelinin eğitimine para harcamayı akıl edemeyip, kalibrasyonu bozuk aletlerle teşhis üretmeye çalışmanın nedeni yine aynıdır.

    Hergün TV’lerde, masasındaki bilgisayarla caka satan bürokratlarımızın -çoğunluğunun- bunları kullanmayı bilmeyişleri; otoyollarda, köy yolundaki gibi araç süren sürücülerimizin durumları yine aynı “kullanıcı yetersizliği” nedeniyledir.

    Satın alınmak için bunca para harcanmaya çalışılan donanımların bazı kısımları eksik olsa herhalde kıyamet kopardı. Örneğin, bir kanadı eksik bir uçak, monitoru eksik bir bilgisayar ya da asfaltlanmamış bir otoyol herkese çok garip gelirdi. Ama, her ne hikmetse kullanıcısı yeterince eğitilmemiş, bu yüzden de fonksiyonlarını tam yapamayan -belki de yanlış yapan- donanımlar pek kimsenin dikkatini çekmez.

    Ülkemizde hemen herkes parasal kaynak eksikliğinin bir numaralı sorun olduğunu söyler, kaynak temin edebilmek için yeni vergiler düşünülür. “Kullanıcı eğitimsizliği”nin ne denli kaynak israfına neden olduğu ise düşünülmez.

    En ucuz kaynaklardan birisi tasarruf edilen kaynak, bir diğeri ise iyi kullanılan donanımlardır.

    Pazar, 1 Ocak 1995

  • EĞİTİMDE ROLLER YENİDEN TANIMLANMALI!

    Robert G. Brown kendi adıyla bilinen ilkesinde şöyle diyor: “Tek gaz molekülünün hareketleri rastgele, kararsız ve herhangi bir kanuna uymayan biçimde görünebilir. Ama bir gaz kütlesinin hareketleri böyle değildir. Kararlı ve belirli kanunlara uygun biçimde davranır”..

    Gerek Türkiye gerekse Dünya’da eğitim konusundaki şikayetlere yalnızca eğitim alanının optiğinden değil, artan işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu, çevrenin yıkımı, değerlerin yıkımı gibi olguların tamamını birden görebilen bir uzaklıktan bakıldığında görünen şudur: Bugün “eğitim” olarak adlandırdığımız süreç, insanlık tarihi kadar eski bir metodun modern imkanlarla uygulanışından başka bir şey değildir.

    Ders araç gereçleri, bilgisayarlar, laboratuvarlar gibi modern imkanlar kullanılsa da hiç değişmemiş bulunan kadim metot şudur:

    • Kaydedilmek üzere emrimizde bulunan çocuk belleğine, koşullandırma yoluyla ve bir daha unutulmayacak biçimde belirli doğruların yerleştirilmesi,

    • Kendi başına herhangi bir şeyi öğrenmesi mümkün olmayan ve de sakıncalı olabilecek çocuğa, toplumun doğru olarak onayladıklarının “öğretmen” adı verilen aracılar kanalıyla öğretilmesi,

    • Kuşkulanılması zararsız olanlar dışında, çocuğun, öğretilen doğrulardan kuşku duymamasının (ezber) sağlanması.

    Kolayca görülebileceği gibi bu şablon istisnasız her doğruyu öğretmeye uyarlanabilir. Herşeyin sürekli değişim içinde bulunduğu, değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu düşünülürse, bu şablonun onbin yıldır nasıl değişmeden kaldığı kolay kabul edilemez.

    Bunun açıklaması, insanın büyük dramında saklıdır: insanoğlu kendini bildi bileli bu dramını hemcinslerinden saklamış, can düşmanları dahi birbirlerine bunu söylemekten kaçınmışlardır. İnsan, diğer canlılarda rastlanmayacak biçimde koşullanmaya açıktır. O çok övündüğü “akıl” aslında en büyük zafiyetidir.

    “Düşünüyorum o halde varım” sözü, eğer bir gün o cesareti kendimizde bulursak şöyle söylenecektir: “Düşünüyorum, çünkü bilmiyorum!”. Emir Kustarica Arizona Rüyası adlı film şarkısında bunu anladığını dizelerinde dile getirmektedir. “….balık düşünmez, çünkü o her şeyi bilir”..

    “Doğrularını, kuşkusuz (ezber) biçimde belleterek koşullandırma” şablonunun binlerce yıldır değişmeyişinin nedeni, bu şablonun kendisinin doğru olduğu yönündeki şiddetli koşullandırmadır.

    Bilgiye erişme, onu hızlı ve ihtiyaca yönelik işleme, kişinin ilgi alanlarını ve öğrenme stilini dikkate alma gibi konular eğitimin teknik yönlerindeki yakınmalar iken; eğitim fırsatının adil dağılmayışı, eğitim görmüşlerin işsizliği, eğitim sınıfının gelir düşüklüğü gibi konular da işin diğer yakınma boyutunu oluşturuyor.

    Ama bu iki boyutu birden harekete geçiren, yukardaki şablona dayalı koşullandırmadan duyulan gizli rahatsızlıktır. “Gizli”dir, çünkü şablonun doğru olduğu yolundaki koşullandırma o denli güçlüdür ki, bizzat o kabullerin doğru olmayabileceğine, doğrunun tek olmadığına pek ihtimal verilmemektedir. İşte bu tablo içinde artık öğrenenin, öğretenin, ailenin, toplumun ve nihayet devletin rolleri tamamen yeni baştan tanımlanmak zorundadır.

    “Başkası hele bir yapsın iyi sonuç verirse ben de tekrarlarım” geleneğimiz, bu noktadaki potansiyel şanssızlığımızdır. Başkalarından öne geçmek ya da en azından aradaki farkı kapatabilmek için, bazı şeyleri ilk defa deneyen olmaya razı olmalıyız. Peki bunun başarılı olacağının güvencesi var mıdır?

    Hayır. Güvencesi olanın riski yoktur. Başarı ise risk alarak mümkündür.

    Öğrenen, öğreten, aile, toplum ve devlet, bu yeni çağda, eğitim denilen süreçte nasıl bir rol dağılımına sahip olmalıdırlar?

    Bu sorunun yanıtı, eğitimden ne beklediğimize göre değişir. Tek doğruların kuşkudan arınmış şekilde bellenmesi isteniliyorsa rol dağılımı aynen bugünkü gibi olmalıdır. Ama bu durumda doğabilecek çeşitli yan etkilere de katlanmak gerekir.

    Bu yan etkilerin başında, kendi doğrularına koşullanmış insanların aralarındaki çatışmalar gelmektedir. Dini ya da dinsizliği, laikliği ya da şeriat düzenini, yerelliği ya da evrenselliği, etnik milliyetçiliği ya da bütüncüllüğü tek doğru olarak benimseyen kesimler, bu doğruları ya da bu doğruların herhangi bir simgesini herkese benimsetmek için ölür ve de öldürebilirler.

    Doğrunun, sürekli olarak değiştiğini, bir kişinin doğrusuyla, birlikte yaşayan iki kişinin ortak doğrularının aynı olmayabileceği, yer, zaman ve koşulların etkisiyle değişen doğruların ancak “peşinde koşulabileceğini” anlamış insanlar kolay kolay çatışmazlar. Hele hele kendi doğrularını başkalarına zorla kabul ettirmeye katiyen kalkışmazlar.

    Bu koşullar altında devlet, eskisinden çok farklı bir “yeni role” sahip olmalıdır. Eskisinden farklıdır, çünkü 1920’li yıllarda, yıkılmış bir imparatorluğun küçük bir parçasında tutunabilmek için ölüm-kalım savaşı veren bir ulusun devletinin rolü ile, araç egzostlarından çıkacak kirli havanın standartının bile uluslararası ölçekte belirlendiği bir dönemin rolü aynı olamaz.

    Bugünün modern devletlerinin biricik rolü, “her konudaki özgürlük ortamını kurmak ve korumak”tan ibarettir ve bütün eylemlerini bu ölçeğe vurmak zorundadır. Özgürlük ortamının parametreleri, bunların sınırları ve varsa diğer özellikleri, toplumun kendisince kararlaştırılmalı ve uyulması gereken bir şartname gibi devletin eline verilmelidir. Anayasa denilen belge de budur.

    Bu yaklaşıma göre devletin eğitimdeki rolü bugünkünden çok farklıdır.

    Bu yeni rol dağılımının ilkeleri “yalın düşünce”nin tanımladığı biçimde şöyle olmalıdır:

    • Devlet kimin ne öğreneceği, hangi ideoloji yönünde koşullandırılacağı, bunun teknik olarak yapılma şekli gibi konularda herhangi bir tercih sahibi olamaz, olmamalıdır.

    • Kim, hangi koşullar altında olursa olsun ve hiçbir konuda koşullandırma yapamaz. Özellikle de din ve inanç konusunda yapamaz.

    • Herkes, kendi öğretileri yönünde bilgilenmek isteyenleri sadece bilgilendirebilir, onları doğrudan ya da dolaylı biçimde koşullandırma girişiminde bulunamaz (koşullandırıcı reklamlar dahi bu ilkeye tabi olmalıdır).

    • Bir öğreti konusunda bilgilenme imkanı sunanlar, yemek listesini ve fiyatlarını kapı önünde ilan etmek zorunda olan lokantalar gibi bunu ilan etmek ve buna harfiyen uymak zorundadırlar.

    • Devlet bu ilkeleri gözetir ve mutlak yaptırım sağlar.

    Koşullandırmanın bir insanlık suçu sayılacağı yıllara daha belki bir süre vardır. Ama aslen, eğilimin yönünü görmek ve buna göre vaziyet almaktır. Aksi halde kendi doğrularını yaşam biçimi olarak dayatmaya çalışan dini, etnik, ideolojik bir kesimin karşısına bir başka “mutlak doğru” ile çıkılmış olur. Birinciler ne denli yanlışsa ikinciler de o kadar yanlıştır.

    “Bizim insanlar bunları anlayacak düzeyde değildir. Devlet böyle bir role bürünürse, dayatmacı ideolojiler toplumu teslim alırlar”, bir “koşullu doğru”dur. O koşul da, çağdaş insanlarımızın uykudan uyanıp özgürlük ortamlarını kurup kollayabilmek yönünde, devlete sırtlarını dayamadan belirli projeler çevresinde toplanmaması ve kendi yaşamlarına sahip çıkmayıp boyuna kurtarıcı beklemeleridir.

    Eğitimde yeni arayışların yoğunlaştığı bugünlerde, eğitim sistemimizi içinden çıkılmaz hale getiren “tek doğrulu öğretilere, tek doğrulu başka öğretilerle karşı koymak” yönteminin, aynı zamanda toplumsal barışı da imkansız hale getirdiğini görebilmemiz gerekiyor.

    İhtiyacımız olan sükunet, “farklılıkları yok ederek birlik sağlamaya çalışmak yerine, bunların ayrılmaz bütünlüğünü anlamaya çalışmak”ta yatmaktadır. Farklılıkların bütünlüğü, veya terörü yerine ve uzlaşısı’nın geçmesi demektir.

  • “YARIŞIMCILIĞA DAYALI KAMU KATKISI”

    Belediye’ler ve İl Özel İdare’leri başta olmak üzere hemen her yörenin ekonomik ve sosyal kalkınmasıyla ilgili kurum ve kuruluşlar vardır. Bunlar, çeşitli kamu kaynaklarından (çeşitli Bakanlık’lar, İller Bankası vbg) fonlar temin ederek yörelerine hizmet götürebilecek projeler uygularlar. Ancak, bu sistem her bakımdan adaletsiz ve ayrıca da savurganlığı özendirir niteliktedir.

    Adaletsizdir çünkü hangi yörenin politikacısının sesi çok çıkıyorsa o yöreye kaynak daha çok akar. Desteklenmesi gereken bir proje, yöre yöneticilerinin girişken olmayışı nedeniyle dikkat çekemezken, desteklenmemesi gereken projeler de aksine öne çıkar.

    Savurganlığı özendirir niteliktedir, çünkü kamu kaynaklarının tahsisine esas olan projeler genellikle uyduruktur ve tek amacı belli bir parayı alabilmektir. Parayı isteyenin amacı, o kaynaktaki parayı alıp gönlünün istediği yerlere sarfedebilmek, parayı verecek olanın amacı da ya mevcut kaynakları bir an evvel bitirip siyasi baskılardan kurtulmak ya da o para yardımıyla siyasi prestij elde etmektir.

    Kaynakların bu yolla israf edilmesi yerine, bir bölümünü özgün yöresel ihtiyaçlara yönelik projelere tahsis etmek ve geri kalan bölümünü ise “Yarışımcılığa Dayalı” biçimde tahsis etmek daha akılcıdır.

    Yarışımcılığa Dayalı denilen yaklaşım, çeşitli kamu kaynaklarını elinde tutan kuruluşların, belirli amaçları gerçekleştirmek üzere genel çağrılar yapmaları, yerel kurumların ise (belediye, il özel idaresi vbg) bu çağrılara cevap olabilecek projeler hazırlayıp birbirleriyle yarışmaya girmeleridir.

    Bu yaklaşım basit ama çok etkindir. Her ne kadar kamu kaynaklarının, bir parti ya da belirli kişilerin çıkarları yönünde kullanımına pek imkan vermezse de, bir rekabet havası yaratması bakımından eşsizdir.

    Kaynağı ortaya koyup yarışımı özendiren kamu kuruluşu, hazırlanacak projeler için belirli şartlar koşabileceği gibi, kaynağa erişmek isteyenin de belirli bir katkıyı ortaya koymasını da isteyebilir. Bu durumda “havadan gelen para” nedeniyle oluşabilecek ciddiyetsizlik azalır.

    1988 yılında Kültür Bakanlığınca ilan edilen “Bizim Şehrimiz” adlı bu şekildeki bir kampanya, yerel idarenin koyacağı her 1 lira için Bakanlığın da 1 lira vereceğini ilan ediyordu. Buna karşı istenilen, Belediye’lerin inşaat ruhsatı verirken, dış cephelerin o yörenin kültürel karakteristiklerinin temel çizgilerini taşıdığının aranmasıydı.

    Kamu kaynaklarının daha etkin kullanımının sürekli konuşulduğu günümüzde -eğer gerçekten ilgilenenler varsa- onların dikkatine sunulur.

    Pazar, 29 Mayıs 1994

  • YASTIK BATMASI VE BÜROKRAT DEĞİŞTİRME!

    Gece uykusu kaçanlar iyi bilirler. Yastık, ne yapılırsa yapılsın batar, bir türlü rahat edemezsiniz. Aksine, yorgunsanız ve bir rahatsızlığınız da yoksa, yastık nasıl olursa olsun uyuyuverirsiniz. Burada sorun yastık yorganda değil sizdedir. Ama sorun yastık vs de somutlaşır.

    Benzer bir durum siyasi ve idari kadrolar arasında vardır. Her siyasi kadro, kendi programını benimseyen idari kadrolarla çalışmak özgürlüğüne sahiptir, ayrıca buna zorunludur da.

    Belirli bir programı gerçekleştireceğine söz vererek halktan kredi alan her siyasi ekip, bu programına inanan idari kadroları kurmak durumundadır. Ancak bu özgürlüğün sınırı, idari elemanların bu programın neresinde yer aldığı ile belirlenecektir. Program ne olursa olsun, değişmeyen işleri yapmak durumunda olan elemanlar bu sınırın dışında kalırlar -ki kadronun % 90’ını bunlar oluşturur-.

    Ama alt siyasi kadrolar (siyasi parti teşkilatları, üyeler, delegeler gibi), yalnız sınırın üzerinde bulunan yani siyasi kadronun programı ile uyumlu olması gerekenleri değil, mümkün olabilen tüm idari kadroların değişmesini isterler ve üst siyasi kadroları bu yolda zorlarlar. İşte sorun da bu noktada başlar.

    Siyasi ekip bu zorlamalara direnebildiği ölçüde siyasi fazilet örneği vermiş olur ya da şube müdüründen kısım şefine kadar tüm görevlileri değiştirme yoluna giderler. İdari kadroların inançları dışında da olsa birer siyasi partiye `yamanmaları’ süreci de böylece gerçekleşir.

    Bir de, bu olgunun dışında, yukarıdaki `yastık batması’na benzer bir sorun çeşidi vardır. Bir siyasi kişi, programının ne olduğunu, ne yapılmak gerektiğini belirleyememiş ya da akıl dışı beklentilere saplanmışsa bu defa sorunu kişilerde aramaya başlar.

    Siyasi kişinin, idari ve siyasi kadroların rollerinin neler olduğunu tam anlayamaması da benzer sorunlara yol açar.

    İdari kadrolar, işlerin tekniği konusunda uzman olan (ya da öyle olması gereken) kadrolardır. Zaten öyle değilse ilk değiştirilmesi gerekenler bunlardır. Siyasiler ise, siyasi tercihleri temsil etmektedirler. Biri diğerinin “altında” ya da diğeri öbürünün “üstünde” değillerdir. Aralarındaki ilişki “birliktelik”tir.

    İdari ve siyasi kişiler birlikte, “siyasi tercihler” doğrultusunda “teknik ihtiyaçlar”ı tatmin etmeye çalışmalıdırlar.

    Bu, her zaman kolay değildir ve hele “siyasi emreder bürokrat yapar” tavrıyla katiyen gerçekleştirilemez. Olsa olsa, bürokratlar “inanmış gibi” yapar ama bu tür bürokratlardan da hiç bir siyasi kadroya hayır gelmez.

    Siyasete soyunanların bu gerçekleri bilmesi ya da öğrenmesi zorunludur. Mesele, bu öğrenme sürecini tahribatsız (ve kısa) geçirmektir.

  • RİZE’LİLERE ÇAĞRI!

    Bizde politikacıların, ellerindeki kaynakları kendi seçim bölgelerine öncelik verecek biçimde dağıtmaları neredeyse bir gelenek halindedir. Bunu yapmayan politikacı “kokmaz-bulaşmaz”, istemeyen seçmen de “avanak” sayılır.

    Yıllardan beri ne zaman bir hükümet kurulsa bir tartışma başlar. “Bizim ilimize bakanlık düşmedi !” konulu bu tartışma sürekli, küskünlüklerin kaynağı olur.

    Hemen kimse tarafından yadırganmayan, üstüne üstük haklı dahi görülen bu tartışmaların Türkçesi şudur: “Bakanlar ve başbakanlar, seçim bölgelerine imkan sağlamak için bakan ve başbakan yapılırlar. Dolayısıyla bakanlıkların dağıtımında coğrafi dengelere (bu denge lafına da çok tutuluyorum) dikkat edilmelidir”.

    Bir bakan ya da başbakana imkanlar, onun tüm ülkeye ve de ihtiyaç önceliklerine göre hizmet vermesi amacıyla tanınır.

    Bu basit mantık ve ahlak ilkesine aykırı olarak seçim bölgesine yapılacak her yatırım -ne denli yararlı olursa olsun- devlet kesesinden yapılmış bir “hırsızlık” tır. Bunun tüm toplum tarafından böyle anlaşılması, sindirilmesi gerekmektedir.

    “Bal tutan parmak yalar” deyimi, atasözlerimiz içinde ahlaksızlığı özendiren, haklı göstermeğe çalışan kimi sözlerden birisidir.

    Bal tutan, parmağına bal bulaşmamasına dikkat etmeli, ama buna rağmen bulaşırsa onu tekrar bal kavonozunun kenarına sıyırmalı, onu yalamamalıdır.

    Politikacı, çeşitli yollarla, ama ahlaki yollarla tekrar seçilmek için gayret etmeli, kampanya masraflarını finanse edebilecek yollar geliştirmelidir. Ama bunun içinde, devletin kendisine belli bir amaçla emanet edilen imkanları kendi seçim bölgesine peşkeş çekmek yoktur.

    Son hükümet değişikliği sırasında, hükümet istifa ettikten sonra, o gece içinde bir kısım illerin belediyelerine yardım yapıldığı basına yansıdı. Bu yardımdan en büyük payı da o hükümetin başbakanının seçim bölgesi olan Rize almış. İkiyüz milyar lira civarında bir para verildiği söyleniyor.

    Bu ne ilktir, büyük olasılıkla ne de son olacaktır. Burada üzerinde durulması gereken nokta başkadır. Her nerede kime sorulsa en çok yakınılan nokta, “siyasi kirlenme”dir. Ancak ilginç olan, bu kirlenmeden şikayet edenlerin çok büyük bir bölümünün bizzat bu kirlenmede öyle ya da böyle pay sahibi, hatta taraf olmalarıdır.

    Şimdi, saygıdeğer Rize’lilere sormak gerekir. İçlerinde siyasi kirlenmeden şikayetçi olan var mıdır? Varsa, acaba, belediyelerine verildiği söylenen bu para için ne düşünmektedirler? Bu parayı iade etmesi için Belediye Başkanı’na başvurmayı mı, yoksa bu hediyeyi kendilerine sunan eski Başbakan’a teşekkür etmeyi mi daha doğru bulmaktadırlar.

    İşin ince noktası budur. Bu noktada pişkinlik göstermek, “verilen para gavura mı gidiyor, memlekete harcanıyor” ya da “sadece biz mi yapıyoruz herkes aynı şeyi yapıyor” , “biz gelen paranın haklı mı haksız mı geldiğini ne bilelim” gibisinden kurnazlıklar, siyasi kirlenmenin dik alasını oluşturan bu olayı temizlemez. Bunu temizlemenin tek yolu, Rize Belediye’sinin bu parayı iade etmesi, Rize’lilerin de bu yolda resmen başvuru yapmaları, bunu da tüm Türkiye’ye duyurmalarıdır.

    Transfer edilen paraları iade etmesi gerekenler yalnız Rize’liler değildir. Kendilerine bu şekilde para verildiğini öğrenen tüm Belediye’lerde yaşayan yurttaşlar aynı şeyi yapmalıdırlar.

    Rüşvetin tek yanlı olması zaten tanımına aykırıdır. Bir alanı ve bir de vereni vardır. Burada rüşvet alan durumuna düşürülmek istenenler, bu Belediye’lerde yaşayan insanlardır. Bu insanlar böyle bir sınavla isteklerinin dışında karşıkarşıya bırakılmışlardır. Ama yaşam bazen böylesine güç sınavlara insanları itiverir!

    Hep birlikte bu olayı izleyelim. Medyanın nasıl yaklaştığını da izleyelim. Buna gereken duyarlığı gösterecekler mi yoksa “hoşgörü”(!) mü gösterecekler.

    Kamuoyu ve medya bu konuda gereken duyarlığı gösterirse kimse böyle işler yapmaya kalkışamaz. Aksi halde bunun adı hoşgörü değil, hırsızlık malı almak olur ki onun da karşılığı TCK’da bellidir.

    Pazar, 07 Temmuz 1996