• DEMİNG’İN BONCUKLARI!

    Batı tipi üretim kültüründeki yanlışları sergilemek yine bir Batılı’ya düşmüştür. W.Edward Deming’in derslerinde kullandığı bir örnek, yalnız üretim kuruluşlarımız için değil tüm kurumlarımız için ders alınabilecek çarpıcılıktadır.

    «Derse katılanlardan altı gönüllü ve deneyimsiz “işçi” istenir. “Şirket” gerekli eğitimi sağlayacaktır. Bir miktar ikna çabasından sonra gönüllüler ortaya çıkar. Şimdi, kalite için ilave kişiler gerekmektedir.Yine katılımcılar arasından iki kalite denetçisi atanır. Bunlardan beklenen tek yetenek yirmiye kadar sayabilmeleridir. Nihayet, bir Baş Denetçi ve bir Kayıt Görevlisi seçilir. Deming ise takım yöneticisi olarak görev yapacaktır.

    Altı işçi, dört idari eleman ve bir yöneticiden ibaret tipik bir çalışma ortamı oluşturulmuştur. Bu, en iyi ve en son yönetim tekniklerini uygulayacak olan bir fabrikadır. Fabrika, “Beyaz Boncuklar” üretmekte, fakat zaman zaman aralarına kırmızılar karışmaktadır. Bunlar hatalıdır ve müşteriler yalnızca beyaz boncuklara para vermektedirler.

    Başlıca üretim donanımı dikdörtgen şekilli iki kaptır. Biri diğerinden biraz daha büyükçe olup içinde toplam olarak 4000 boncuk -3200 beyaz ve 800 kırmızı- vardır. Üretim donanımının geri kalanı ise, üzerinde ellişer adet delik bulunan dikdörtgen şekilli küreklerdir. Deliklerin boyutu, boncukları düşürmeyip kürek üzerinde tutabilecek kadardır. Böylece, küreklerin üzerinde daima 50şer boncuk kalmaktadır.

    Kürekler işçiler tarafından boncuk dolu birinci kaba daldırılıp çıkarılacak ve üzerlerinde kalan boncuklar diğer küçükce kaba boşaltılacaktır. Tabii ki istenen, küreklerin üzerinde beyaz boncukların kalmasıdır. Fabrika standartı olarak her kürekte en fazla 2 kırmızı boncuk öngörülmüş olup, yönetim bu konuda çok titizdir.

    Son derece ciddi bir yönetici olan Deming, üretim tekniğini açıklar: “Dikkat edin, herkesin dikkat etmesini istiyorum” diyerek başlar. “Yöntemde herhangi bir sapma yoktur, dolayısıyla sonuçlarda da herhangi bir sapma olmayacaktır. Büyük kabı sağ elinizle kavrayacak, kürekle alacağınız boncukları yavaşça küçük kaba dökeceksiniz. Şimdi küreği eğip boncuklara tam olarak daldırın ve tekrar dışarı çıkarın. Dikkatli olun ve küreyi sallamayın”.

    Böyle söyledikten sonra küreği kendisi boncuklara daldırır ve çıkarır: 50 boncuk içinde 8 kırmızı vardır. “Gördüğünüz gibi, kasti olarak kırmızı boncukların neye benzediklerini göstermek için biraz fazla kırmızı boncuk aldım. Şimdi kalite denetçilerine doğru yürüyüp küreğinizi gösterin. Her denetçi kırmızı boncukları saysın. Baş denetçi ise kendi saydığını diğer denetçilerinkiyle karşılaştırarak saymanın doğruluğundan emin olsun. Eğer herhangi bir tutarsızlık yoksa, baş denetçi bağırarak sonucu ilan etsin”.

    Baş denetçi bağırır: Sekiz!

    Şimdi bu işçiyi kenara alın.

    Kenara!

    Güzel. Bu şirkette her şey yanlış yapılıyor.Yalnız bir şey hariç: denetçiler bağımsızdır.

    Kenara alınan işçi eğitilmeye başlanır. Deming de bir yandan, bir yöneticiden beklenen klişeleri bağırmaya devam eder:

    O şekilde değil, bana dikkat etmediniz, tam şöyle. Küreği sarsma, doğru açıyla daldır. Biz yalnızca en iyi işçileri istiyoruz, biz mükemmeliyete soyunduk.

    Takım yöneticisi işçisini eğittikten sonra ortalama bir işçi ister. Ken, böyle bir işçidir.

    Güzel. Şimdi Ken bizim ortalama işçimizdir. İlk olarak o üretim yapacak.

    Ken ilk gün üretimine yöneticinin dikkatli gözleri altında başlar. Bir kaptan aldığı boncukları diğerine aktarır.

    Sarsma, beni izlemedin mi? şimdi daha iyi!

    Ken işini bitirdikten sonra baş denetçi ilan eder: sekiz, kenara!

    Ken, pekala, ilk deneme için çok kötü değil, fakat giderek daha iyi olmalısın.

    Sonra Barbara gelir. İlk denemesinde altı kırmızı boncuk alır.Yönetici gürler.

    Bakın Barbara ilk denemesinde altı kırmızı yaptı. Eğer o 6 yapabiliyorsa kimse altıdan fazla yapmamalıdır.

    Lenny ilk denemesinde 11, Noboru 8 ve Cathy 15 kırmızı yaparlar ve yöneticiyi çileden çıkarırlar.

    Bir dakika durun. Cathy, sen beni anlamadın mı? Dikkat etmiyor musun? Böyle bir performans kabul edilemez. Bizim hedefimiz en fazla iki kırmızıdır, sen buna yaklaşamıyorsun bile.

    Sırası gelen Steve 5 kırmızı yapar.

    İlk çeyreğin performans değerlemesi yapılır.

    Steve ilk çeyrekte en iyi işçimizdi.En fazla ücret zammını ve pirimi o almıştır. Terfi sırasına girmiştir. Zavallı Cathy’yi hepimiz sevmemize karşın işini yapamamıştır. Yetenekleri kullanamıyor. Onu işten çıkarmak zorundayız.

    Böylece 3 çeyrek daha geçer. Her çeyrekte kişisel değerlendirmeler yapılır. Her defasında ayrı kişiler en tepede ve en altta kalırlar. Fakat genel sonuçlar değişmez. Deming her defasında daha fazla kızar ve klişelerini tekrarlar. Kim daha çok kırmızı yaparsa ona bağırıp kiminki az ise onu takdir eder. Dört çeyrek yılın sonunda sonuçlar şöyledir:

    Bu tablodaki sonuçlar, benzer yöntemleri kullanan bütün üretim kuruluşlarında hemen hemen aynıdır. İlk çeyrekte en kötü durumda olan Cathy’nin daha sonra yükselmesi, hemen her gün rastladığımız sıradan olaylardandır. Ama deneye daha devam edilseydi, durumunun ne olacağı belli olmazdı.»

    Sonuç şudur: Sistemin ana parametreleri farkedilip onlar geliştirilmedikçe bireysel performanslarla sistemi yönetmek imkansızdır.

    R.Aguayo’nun, “Dr.Deming : The Man Who Tought the Japanese About Quality, 1990” adlı kitabından alıntılar yapılmıştır.

  • DEPREM VE EZBER!

    Televizyonda Ali Kırca, bir yanında AKUT başkanı, diğer yanında okullarda deprem egzersizi yaptıran uzman, deprem sırasında alınacak önlemler konusunda görüşüyorlar. Ali Kırca, deprem konusunda uzman iki kişinin tartışmalarını yönetiyor. İki uzmanın ve sonunda yöneticinin de katılımıyla üç kişinin arasındaki konuşmalar aşağı yukarı şöyle:

    Deprem sırasında alınacak önlemler konusunda çok dikkatli konuşmak lazım. Ağızdan çıkan bir söz insanları öldürebilir.

    Doğru, ama ben Japonya’da 4 yıl kaldım ve öğrencilere konferanslarda öğrettiğim şeylerin doğru olduğunu gördüm. Onlar da, deprem sırasında, çocukların sıra altlarına girmelerini, öğretmenin de kapı altı ve bu gibi sağlam bir yerde durmasını öğütlüyorlar. Benim yaptığım da aynı şeydir.

    Ben, gözlemlerimi söylüyorum. Kocaeli’nde, Gölcük’te, Sakarya’da ne kadar ceset çıkardıksa hepsini masa altlarından kapı kirişlerinin altlarından ezilmiş olarak çıkardık. Dolayısıyla doğrusu, sıra altı , masa altı, yatak altı gibi yerler değil, bunların yanlarında kalan ve “yaşam üçgeni” denilen yerlerde korunmaktır.

    Ama Japonya’da böyle gördük ve ben bunları öğretiyorum. Doğru da yaptığıma inanıyorum. Ama bir hatamız varsa söylenir, biz de düzeltiriz.

    Bu anda Ali Kırca devreye giriyor ve:

    Yanlışım varsa düzeltin diye bir şey olabilir mi? Yanlışınız varsa birçok çocuk ölebilir.

    Efendim ben, yapılmamış bir şeyi başlatıyorum. Bundan sonra istiyorlarsa başkaları devam etsin vs vs..

    Bu üçlü görüşme, doğruların tek olduğu -hele deprem gibi somut bir konuda-, bu tek doğrunun sorgulanamayacağı gibi pek genel kabul gören bir varsayıma dayanıyor. Her iki tartışmacı da kendi savunduğu -hem de gözlemleriyle desteklenmiş olarak- doğrunun tek doğru olduğunu düşünüyor.

    Gerçek ise -muhtemelen-, her iki tartışmacının savunduklarının birleşiminden oluşuyor. Şöyle ki:

    Japonya gibi binaları sağlam yerlerde ya da Türkiye’deki, pek sağlam olmayan ama alçak ve dolayısıyla üzerinde büyük yüklerin bulunmadığı binalarda ya da yüksek binaların üst katlarında, deprem sırasında sıra veya masa altı gibi yerler mükemmel birer koruyucu olacak; hem çürük hem de yüksek binaların alt katlarında ise aynı sıra ve masalar öldürücü birer prese dönüşecebilecektir.

    Bu yönergeyi daha ayrıntılı hale getirip, her bir durumda ne yapılması gerektiği de pekala ortaya konulabilir. Ama net olan şudur ki, bütün durumlar için geçerli tek reçete yoktur. Bir durum kümesi için doğru olanlar, bir diğer küme için yanlış olabilmektedir.

    “Ezber”, bir bilginin değişmez tek doğru olarak kabul edilmesi, buna kalben güven duyulduğu için de sorgulanmamasıdır.

    Okullarımızda -en şöhretli üniversitelerimiz de dahil- ezbere dayalı “öğretim” yapıldığı sürece, bu tür tek doğrularımıza sarılıp, bir durum için geçerli doğruları bulabilmekten mahrum kalacağız. Ulusça yaşadığımız kafa karışıklığının bir nedeni de herhalde, çok doğrululuk üzerine kurulu yaşamı tek doğrululukla algılamaya çalışmamızdan kaynaklanıyor.

  • “DONANIM ” VE “KULLANICISI”

    Ülkemizdeki kamu ve özel sektör kuruluşları, ürettikleri mal ve hizmetler için belirli bir zaman aralığında ne kadar “donanım” masrafı yaparlar? Burada “donanım” sözcüğü ile her türlü fiziki varlık kastedilmektedir. Röntgen cihazı, bilgisayar ya da otoyol gibi. Her kuruluşun yıllık gider raporlarında bu miktarlar bellidir.

    Diğer yandan, bu “donanım”ları kullanarak bir fayda elde edecek kişilerin (kullanıcı), bu donanımları usulüne uygun kullanabilmeleri, donanımdan beklenebilecek işlevleri en yüksek verimle alabilmeleri, arızaların en ucuza ve en kısa sürede giderebilmesi için de eğitilmeleri gerekmektedir. Bu eğitimlerin giderleri de yine kuruluşların raporlarından çıkarılabilir.

    Kullanıcı eğitimi için harcanan toplam paranın donanım için harcanan paraya oranı, önemli bir “gösterge” olup, bir toplumun kollektif aklı’nın şaşmaz bir göstergesidir.

    Bu gösterge her donanım için farklıysa da %0.5-%10 arasında değişmesi gerektiği söylenebilir.

    Örneğin $1000 değerinde bir bilgisayar için $100’lık bir eğitim gerekirken, $10 milyar değerindeki bir otoyol ağı için $500 milyon’luk bir eğitim ihtiyacı var demektir.

    Bu yapılmazsa ne olur? Hergün yüzlerce örneğini gördüğümüz ve çoğumuza “normal” gelen “kullanıcı yetersizlikleri”, bu göstergedeki olağanüstü düşüklükten doğmaktadır.

    Filosundaki bir uçağın değeri $50 milyon olan THY’nın, tahliye şütünden inecek hosteslerine papuçlarını çıkarmayı öğretemeyişinin nedeni onları yeterince eğitemeyişidir.

    Hastanelerdeki modern tıbbi araç gerecin her biri için milyon dolar mertebesinde donanım harcaması yapılırken, bunları kullanacak personelinin eğitimine para harcamayı akıl edemeyip, kalibrasyonu bozuk aletlerle teşhis üretmeye çalışmanın nedeni yine aynıdır.

    Hergün TV’lerde, masasındaki bilgisayarla caka satan bürokratlarımızın -çoğunluğunun- bunları kullanmayı bilmeyişleri; otoyollarda, köy yolundaki gibi araç süren sürücülerimizin durumları yine aynı “kullanıcı yetersizliği” nedeniyledir.

    Satın alınmak için bunca para harcanmaya çalışılan donanımların bazı kısımları eksik olsa herhalde kıyamet kopardı. Örneğin, bir kanadı eksik bir uçak, monitoru eksik bir bilgisayar ya da asfaltlanmamış bir otoyol herkese çok garip gelirdi. Ama, her ne hikmetse kullanıcısı yeterince eğitilmemiş, bu yüzden de fonksiyonlarını tam yapamayan -belki de yanlış yapan- donanımlar pek kimsenin dikkatini çekmez.

    Ülkemizde hemen herkes parasal kaynak eksikliğinin bir numaralı sorun olduğunu söyler, kaynak temin edebilmek için yeni vergiler düşünülür. “Kullanıcı eğitimsizliği”nin ne denli kaynak israfına neden olduğu ise düşünülmez.

    En ucuz kaynaklardan birisi tasarruf edilen kaynak, bir diğeri ise iyi kullanılan donanımlardır.

    Pazar, 1 Ocak 1995

  • EĞİTİMDE ROLLER YENİDEN TANIMLANMALI!

    Robert G. Brown kendi adıyla bilinen ilkesinde şöyle diyor: “Tek gaz molekülünün hareketleri rastgele, kararsız ve herhangi bir kanuna uymayan biçimde görünebilir. Ama bir gaz kütlesinin hareketleri böyle değildir. Kararlı ve belirli kanunlara uygun biçimde davranır”..

    Gerek Türkiye gerekse Dünya’da eğitim konusundaki şikayetlere yalnızca eğitim alanının optiğinden değil, artan işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu, çevrenin yıkımı, değerlerin yıkımı gibi olguların tamamını birden görebilen bir uzaklıktan bakıldığında görünen şudur: Bugün “eğitim” olarak adlandırdığımız süreç, insanlık tarihi kadar eski bir metodun modern imkanlarla uygulanışından başka bir şey değildir.

    Ders araç gereçleri, bilgisayarlar, laboratuvarlar gibi modern imkanlar kullanılsa da hiç değişmemiş bulunan kadim metot şudur:

    • Kaydedilmek üzere emrimizde bulunan çocuk belleğine, koşullandırma yoluyla ve bir daha unutulmayacak biçimde belirli doğruların yerleştirilmesi,

    • Kendi başına herhangi bir şeyi öğrenmesi mümkün olmayan ve de sakıncalı olabilecek çocuğa, toplumun doğru olarak onayladıklarının “öğretmen” adı verilen aracılar kanalıyla öğretilmesi,

    • Kuşkulanılması zararsız olanlar dışında, çocuğun, öğretilen doğrulardan kuşku duymamasının (ezber) sağlanması.

    Kolayca görülebileceği gibi bu şablon istisnasız her doğruyu öğretmeye uyarlanabilir. Herşeyin sürekli değişim içinde bulunduğu, değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu düşünülürse, bu şablonun onbin yıldır nasıl değişmeden kaldığı kolay kabul edilemez.

    Bunun açıklaması, insanın büyük dramında saklıdır: insanoğlu kendini bildi bileli bu dramını hemcinslerinden saklamış, can düşmanları dahi birbirlerine bunu söylemekten kaçınmışlardır. İnsan, diğer canlılarda rastlanmayacak biçimde koşullanmaya açıktır. O çok övündüğü “akıl” aslında en büyük zafiyetidir.

    “Düşünüyorum o halde varım” sözü, eğer bir gün o cesareti kendimizde bulursak şöyle söylenecektir: “Düşünüyorum, çünkü bilmiyorum!”. Emir Kustarica Arizona Rüyası adlı film şarkısında bunu anladığını dizelerinde dile getirmektedir. “….balık düşünmez, çünkü o her şeyi bilir”..

    “Doğrularını, kuşkusuz (ezber) biçimde belleterek koşullandırma” şablonunun binlerce yıldır değişmeyişinin nedeni, bu şablonun kendisinin doğru olduğu yönündeki şiddetli koşullandırmadır.

    Bilgiye erişme, onu hızlı ve ihtiyaca yönelik işleme, kişinin ilgi alanlarını ve öğrenme stilini dikkate alma gibi konular eğitimin teknik yönlerindeki yakınmalar iken; eğitim fırsatının adil dağılmayışı, eğitim görmüşlerin işsizliği, eğitim sınıfının gelir düşüklüğü gibi konular da işin diğer yakınma boyutunu oluşturuyor.

    Ama bu iki boyutu birden harekete geçiren, yukardaki şablona dayalı koşullandırmadan duyulan gizli rahatsızlıktır. “Gizli”dir, çünkü şablonun doğru olduğu yolundaki koşullandırma o denli güçlüdür ki, bizzat o kabullerin doğru olmayabileceğine, doğrunun tek olmadığına pek ihtimal verilmemektedir. İşte bu tablo içinde artık öğrenenin, öğretenin, ailenin, toplumun ve nihayet devletin rolleri tamamen yeni baştan tanımlanmak zorundadır.

    “Başkası hele bir yapsın iyi sonuç verirse ben de tekrarlarım” geleneğimiz, bu noktadaki potansiyel şanssızlığımızdır. Başkalarından öne geçmek ya da en azından aradaki farkı kapatabilmek için, bazı şeyleri ilk defa deneyen olmaya razı olmalıyız. Peki bunun başarılı olacağının güvencesi var mıdır?

    Hayır. Güvencesi olanın riski yoktur. Başarı ise risk alarak mümkündür.

    Öğrenen, öğreten, aile, toplum ve devlet, bu yeni çağda, eğitim denilen süreçte nasıl bir rol dağılımına sahip olmalıdırlar?

    Bu sorunun yanıtı, eğitimden ne beklediğimize göre değişir. Tek doğruların kuşkudan arınmış şekilde bellenmesi isteniliyorsa rol dağılımı aynen bugünkü gibi olmalıdır. Ama bu durumda doğabilecek çeşitli yan etkilere de katlanmak gerekir.

    Bu yan etkilerin başında, kendi doğrularına koşullanmış insanların aralarındaki çatışmalar gelmektedir. Dini ya da dinsizliği, laikliği ya da şeriat düzenini, yerelliği ya da evrenselliği, etnik milliyetçiliği ya da bütüncüllüğü tek doğru olarak benimseyen kesimler, bu doğruları ya da bu doğruların herhangi bir simgesini herkese benimsetmek için ölür ve de öldürebilirler.

    Doğrunun, sürekli olarak değiştiğini, bir kişinin doğrusuyla, birlikte yaşayan iki kişinin ortak doğrularının aynı olmayabileceği, yer, zaman ve koşulların etkisiyle değişen doğruların ancak “peşinde koşulabileceğini” anlamış insanlar kolay kolay çatışmazlar. Hele hele kendi doğrularını başkalarına zorla kabul ettirmeye katiyen kalkışmazlar.

    Bu koşullar altında devlet, eskisinden çok farklı bir “yeni role” sahip olmalıdır. Eskisinden farklıdır, çünkü 1920’li yıllarda, yıkılmış bir imparatorluğun küçük bir parçasında tutunabilmek için ölüm-kalım savaşı veren bir ulusun devletinin rolü ile, araç egzostlarından çıkacak kirli havanın standartının bile uluslararası ölçekte belirlendiği bir dönemin rolü aynı olamaz.

    Bugünün modern devletlerinin biricik rolü, “her konudaki özgürlük ortamını kurmak ve korumak”tan ibarettir ve bütün eylemlerini bu ölçeğe vurmak zorundadır. Özgürlük ortamının parametreleri, bunların sınırları ve varsa diğer özellikleri, toplumun kendisince kararlaştırılmalı ve uyulması gereken bir şartname gibi devletin eline verilmelidir. Anayasa denilen belge de budur.

    Bu yaklaşıma göre devletin eğitimdeki rolü bugünkünden çok farklıdır.

    Bu yeni rol dağılımının ilkeleri “yalın düşünce”nin tanımladığı biçimde şöyle olmalıdır:

    • Devlet kimin ne öğreneceği, hangi ideoloji yönünde koşullandırılacağı, bunun teknik olarak yapılma şekli gibi konularda herhangi bir tercih sahibi olamaz, olmamalıdır.

    • Kim, hangi koşullar altında olursa olsun ve hiçbir konuda koşullandırma yapamaz. Özellikle de din ve inanç konusunda yapamaz.

    • Herkes, kendi öğretileri yönünde bilgilenmek isteyenleri sadece bilgilendirebilir, onları doğrudan ya da dolaylı biçimde koşullandırma girişiminde bulunamaz (koşullandırıcı reklamlar dahi bu ilkeye tabi olmalıdır).

    • Bir öğreti konusunda bilgilenme imkanı sunanlar, yemek listesini ve fiyatlarını kapı önünde ilan etmek zorunda olan lokantalar gibi bunu ilan etmek ve buna harfiyen uymak zorundadırlar.

    • Devlet bu ilkeleri gözetir ve mutlak yaptırım sağlar.

    Koşullandırmanın bir insanlık suçu sayılacağı yıllara daha belki bir süre vardır. Ama aslen, eğilimin yönünü görmek ve buna göre vaziyet almaktır. Aksi halde kendi doğrularını yaşam biçimi olarak dayatmaya çalışan dini, etnik, ideolojik bir kesimin karşısına bir başka “mutlak doğru” ile çıkılmış olur. Birinciler ne denli yanlışsa ikinciler de o kadar yanlıştır.

    “Bizim insanlar bunları anlayacak düzeyde değildir. Devlet böyle bir role bürünürse, dayatmacı ideolojiler toplumu teslim alırlar”, bir “koşullu doğru”dur. O koşul da, çağdaş insanlarımızın uykudan uyanıp özgürlük ortamlarını kurup kollayabilmek yönünde, devlete sırtlarını dayamadan belirli projeler çevresinde toplanmaması ve kendi yaşamlarına sahip çıkmayıp boyuna kurtarıcı beklemeleridir.

    Eğitimde yeni arayışların yoğunlaştığı bugünlerde, eğitim sistemimizi içinden çıkılmaz hale getiren “tek doğrulu öğretilere, tek doğrulu başka öğretilerle karşı koymak” yönteminin, aynı zamanda toplumsal barışı da imkansız hale getirdiğini görebilmemiz gerekiyor.

    İhtiyacımız olan sükunet, “farklılıkları yok ederek birlik sağlamaya çalışmak yerine, bunların ayrılmaz bütünlüğünü anlamaya çalışmak”ta yatmaktadır. Farklılıkların bütünlüğü, veya terörü yerine ve uzlaşısı’nın geçmesi demektir.

  • YAYA, BİSİKLETLİ, KAMYONLU VE BAŞBAKAN

    Önce bir gözlem: bir kişi yaya olarak yürürken ya da bisiklet kullanırken tavırlarında değişiklik oluyor. Yaya iken en doğal halinde olan kişi bisiklete binince tavırları biraz değişiyor.

    Bisikletin, bir güç üreten motoru olmasa da, çevrilen pedalın kazandırdığı enerjiyi depolayabilecek bir kütlesi var.

    Bu birikmiş enerji bir mekanik gücü temsil ediyor ve bisikletin üzerindeki kişi bunun farkındadır. Örneğin yaya yürürken birisine çarptığında bir hasar yaratmazken, bisikletle çarptığında bir hasar yaratabileceğinin bilincindedir. Bu tavır farklılığının nedeni , sahip olunan «güç»ün farklılığından kaynaklanmaktadır.

    Bu defa aynı kişinin altına bir otomobil (ama ucuz bir otomobil) verip sürücü koltuğuna oturttuğumuzda, bisikletli haline göre yüz hatları daha gerilmekte, kendini daha bir önemsemektedir. Ama bu tavır değişikliğinin nedeni, tamamen hakim olduğu güçle ilgilidir.

    Aynı insanı, daha güçlü bir motora sahip bir otomobile sürücü olarak bindirdiğimizde, tavır biraz daha değişecek, otomobil motorunun gücü kendi gücüymüşcesine bir tavır içine girecektir.

    Nihayet aynı kişiyi bir kamyon sürücüsü yaptığımızda takındığı tavır artık doğrudan «tehdit» kokmaktadır.

    Aynı bir kişinin, kontrol edebildiği güç arttıkça bunun aynen tavırlarına yansıması, insanın hala ne denli bir ilkelliği içinde barındırdığını göstermektedir. Eline güç geçtiğinde bununla derhal bütünleşip çevresini tehdit etmeye başlaması, ufak tefek ve iriyarı insanlar arasında da kolayca gözlenebilen bir «ilkellik beyanı» dır.

    Fiziki güç sahipliğinin yol açtığı bu tavır farklılığı aynen diğer güç biçimleri için de geçerlidir.

    Bürokratik, politik, askeri velhasıl yetkiden doğan bir hiyerarşinin söz konusu olduğu her yerde insanların – çoğunluğu-nun- tavırları yetkilerini yansıtmaktadır.

    Yayalar bisikletlilere, bisikletliler ucuz otomobil sürücülerine, onlar pahalı otomobil şoförlerine, lüks oto sürücüleri de kamyon sürücülerine, ellerindeki güçle kendilerini tehdit ettiği için kızmaktadırlar.

    Ama hepsi bereber bakan ve başbakanlara öfkelenmekdte, onların ellerindeki gücün, tavır, tutum ve davranışlarına yansıdığından şikayet etmektedirler.

    Herkes, elindeki gücün tehdit ediciliğini «sonuna kadar» kullanmakta, hatta yapay önlemlerle onu arttırmaya çalışmaktadır. Ucuz otomobil sahiplerinin çoğunun, pahalı otomobil sembollerini takıp, arabanın içini pilot kabinine benzetmeye çalışması bu “güç artırma” özleminin bir ifadesidir.

    Bakan ve başbakanların çeşitli tavırlarına bakıp, altında hangi özlemlerin yattığını yorumlamak ne kadar ilginç değil mi ?

    Salı, 17 Ekim 1995

  • “YENİ MUHALEFET ANLAYIŞI” NASIL OLMALI?

    “Yeni siyaset anlayışı”, “sorunlara yeni yaklaşım yolları”, “yeni politikacı tipi” gibi arayışlar içinde ele alınıp tartışılması gereken konulardan birisi de “yeni muhalefet anlayışı” olmalıdır.

    Ülkemizde geleneksel muhalefet anlayışı, ya iktidarların her ak dediğine kara demek (güçlü muhalefet deniliyor), ya da iktidarların bazı tutumlarını -ki bunlar yanlış da olabilir- desteklemek (buna da sorumlu muhalefet deniliyor) biçimlerinde olagelmiştir. Ama genel çizgi, “çürütmecilik temelli muhalefet” tir. Bu yaklaşımların her ikisinin de demokratik sürecin işleyişine olumlu bir katkı sağlamadığı, bugüne kadar ki uzun geçmiş performanstan bellidir.

    İlginç olan nokta, bu yetersizliğin hemen herkes tarafından bilinip dile getirilmesidir (dile getirmeyenler yalnızca her devirdeki muhalefet partileridir)..

    Peki, herkes tarafından bilinen bu durum niçin böyledir? Bu yetersizliğe yol açan sebepler nelerdir?

    Olası nedenlerden en güçlüsü, “çürütmeci muhalefet”in çok zahmetsiz olmasıdır. Bunda yöntem, iktidarların yaptıklarını, kararlarını, söylediklerini izlemek ve onların eksik ve yanlışlarını bulmaktır ki bu da son derece kolaydır. Bu iş ne denli şiddetli, kırıcı hatta hakaretamiz yapılırsa muhalefet de o kadar başarılı sayılır.

    Çürütmeci muhalefet yapmanın ikinci yöntemi, o an iktidar olan partinin muhalefetteyken söylediklerini bulup hatırlatmaktır. (Buna karşı iktidarların da cevabı hazırdır: Ya muhalefetin iktidardayken sölediklerini bulup çıkarmak ya da o sözün o güne bu sözün bu güne uygun olduğunu belirtmek..)

    Gerçekte ise iktidarların en güçlü yol göstericisi olması gereken muhalefet ülkemizde, geleneksel olarak, “bizim görevimiz yapılana itiraz etmektir” gibi faydasız bir ağız dalaşına dönüşmüştür.

    “Yeni Muhalefet”, Özgün ve Ayrıntılı Bir Modele Sahip Olmalıdır!

    “Muhalefet, her an için daha iyi bir alternatif ortaya koyabilmek ve bu yolla iktidarın uygulamalarını daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele yönlendirebilmektir” gibi bir tanım benimsenirse, bunu yaşama geçirebilmenin ancak bir yolla mümkün olabileceği kendiliğinden ortaya çıkacaktır. O da, her anın reaksiyonlarının -ki onların nasıl doğduğuna işaret edilmişti- biraraya gelmesinden oluşan, parçaları arasında bir uyum bulunmayan ve daha da kötüsü belirli bir ideale yönelmemiş “yamalı tutumlar” yerine, parçaları kendi aralarında uyumlu ve belirli bir ideale göre tasarımlanmış bir model sahibi olmaktır..

    Böyle bir model “özgün” ve “ayrıntılı” olmalıdır. Örneğin, “partimiz, serbest piyasa ekonomisini benimsemektedir” gibi yalnız kerteriz almaya yarayan bir model hem özgün hem de ayrıntılı değildir. Çünkü, örneğin, içinde bulunulan ekonomik yapıdan serbest piyasa ekonomisine nasıl ulaşılacağı -ki işin can alıcı yanıdır- belli değildir.

    Geleneksel muhalefet söylemimiz, “değerli kadrolarımız, bu amaca göre gerekli icraatı yapacaktır” biçimindedir ve bunun Türkçe’si “biz de o kısmını henüz düşünmedik” demektir.

    Nitekim, hemen tüm partilerin -iktidarlar da dahil- şiddetli bir özelleştirme yandaşı olmasına karşın bu işin bir türlü becerilemeyişinin önemli bir nedeni, devlet işletmeciliğinden özel işletmeciliğe geçiş halinde, KİT kadrolarına doldurulmuş insanların ne yapılacağının bilinmeyişidir.

    Özelleştirmenin vazgeçilemez koşulu, özelleştirilecek kuruluşlarda çalışanların ve de kamuoyunun desteğinin kazanılması olduğuna göre, orada çalışanların ne olacağı konusunda kafası karışık partilerin yanında kimsenin yer almayışının, bunun yerine herkesin “adil düzen”e koşmasının bir nedeni de işte budur! Denize düşenin yılana sarılması ya da yağmurdan kaçanların doluya tutulması herhalde bu olsa gerektir..

    Geleneksel politikacı tipimizin “makro” yaklaşımlara meraklı görünüp, bu can alıcı soruların cevaplarını içermesi gereken “mikro” yaklaşımlardan bucak bucak kaçmasının nedeni, neyi nasıl yapacağı konusunda berrak bir fikri bulunmayışıdır. Makro yaklaşımlar ise okul kitaplarında hatta gazetelerde zaten yazmaktadır.

    Buna göre “Yeni Muhalefet”, elinde operasyonel düzeyde ayrıntılı bir hükümet programı bulunduran; enflasyonu “nasıl” düşüreceğini, üretim sistemimizi buluşçuluk temeline “nasıl” oturtacağını, terörle “nasıl” mücadele edeceğini, insanlarını daha iyi “nasıl” eğiteceğini, mali sistemi bütünüyle belgeye “nasıl” dayandıracağını ve bütün bunların yapılmasına engel olabilecek güçlükleri “nasıl” aşacağını tasarlamış, bunu yazılı hale getirip ilan etmiş, bununla da kalmayıp gelişmelere göre bunları güncelleyerek eksik ve yanlışlarını gideren bir muhalefet anlayışıdır.

    “Yeni Muhalefet” Tahmin Yapabilmelidir!

    Kabaca, “yapılanı eleştirmeye” (ve sadece eleştirmeye) dayalı geleneksel muhalefet yerine geçmesi gereken “yeni muhalefet’in başarısının bir ölçütü de geleceğe ait tahminlerinin tutarlılığıdır. Eleştirilerini mutlaka tahminlerle desteklemeli ve belirli aralıklarla tahminlerinin geçerliğini, varsa yanılma nedenlerini dürüstçe ilan etmelidir

    “Yeni Muhalefet”, “Yeni Bilgi Verme Üslubu”nu Gerektirir!

    Geleneksel iktidar-muhalefet ilişkilerimizin dayandığı iletişim, bir ortaoyunu dili kullanır. Ortaoyunlarında, taraflardan birisinin bir sorusuna anlamlı bir cevap verilmesi zorunluğu yoktur. Beklenen, cevabın soru ile kafiyeli olması, dahası, cevabın soru soranı şapa oturtmasıdır.

    Örneğin, “futbolcuların transfer ücretleri niçin vergi dışıdır?” gibi bir soru’nun ortaoyunu politikası kurallarına göre cevabı, “spor, kitlelerin beden ve ruh sağlığını geliştirici faaliyetlerdir. Bu yüzden teşvikinin düşünülmemesi mümkün değildir. Yoksa siz halkımızın sağlığına mı karşısınız?” biçimindedir ve bu aslında “uysa da uymasa da” cinsinden bir yanıt olup pratik hiçbir anlamı yoktur.

    Buna göre “yeni muhalefet”, yeni bir bilgi verme stiline, daha açık bir deyimle yeni bir cevap verme ahlakının ortaya çıkmasına, yani yeni bir iktidar stiline bağlıdır.

    “Yeni Muhalefet”in 1 Numaralı Önceliği “Bilgiye Erişme Özgürlüğü” Olmalıdır!

    Geleneksel siyaset yaşamımızda muhalifetin en çok kullandığı argümanlardan birisi de “etkin muhalefet yapmak için gereken bilgilerin yalnız devletin -yani iktidarın- elinde olduğu”dur.

    Aslında ise, karar almak için gereken bilgiler iktidarların elinde de yoktur. Bunun nedeni de, kararların “bilgi”ye değil, o an için hakim rüzgara göre alınmasıdır. Bunun böyle olduğunu iktidarlar da muhalefetler de bilir ama söylenmesi ayıp olacağı için söylenmez.

    Bugüne kadar ne iktidarların ve ne de muhalefetlerin bir önceliği “bilgiye erişme özgürlüğünün sağlanması” olmamıştır. Bu da, kullanılagelen “bilgi yok” argümanının samimi olmadığının kanıtıdır.

    Bu ölçüler uyarınca bakıldığında, ülkemizde yalnız muhalefet partisi değil, siyasi parti denilebilecek bir örgüt hiç bir zaman bulunmamıştır.

    Bu, yeni siyasal oluşumlar için yol gösterici bir saptamadır. Mevcut siyasi partilere ek olarak kurulmakta bulunan ya da bundan böyle kurulacak olan siyasi partiler ancak bu ölçülere uyduğu takdirde bir değer taşıyacak, aksi halde vatandaşın kafası biraz daha karışacak ve tercihler daha da uçlara kayabilecektir.

    Cumartesi, 28 Mayıs 1994

  • YÖNEYLEM ARAŞTIRMASI VE POLİTİKA

    Yöneylem Araştırması’nın (YA) toplumumuzda pek yaygın bir kullanım alanı bulabildiği söylenemez, ama politikaya neredeyse hiç girmediği söylenebilir. Bu makalede konunun bu yönü üzerinde durulacak ve YA’nın politik yaklaşımlarımıza nasıl bir innovation getirebileceği üzerinde durulacaktır.

    Burada politika deyimiyle alışılmış, genelde günlük çekişmelere ya da çeşitli kesimlerin hoşlarına gidebilecek ama doğruluk düzeyi düşük söylemlere dayalı politika değil, Eflatun’un “toplumu mutlu kılma sanatı” şeklinde tanımladığı “politika” ya da bir başka deyimle “toplumun sorunlarını çözerek onu mutlu kılmak” kastedilmektedir.

    Halen -özellikle politik kadrolarımız- anılan bu sorunların çözümlenmesinde bazı yanlış yaklaşımlara sahip olup, bunlar sorunlar kimyası’nın süreçlerini anlamaya ve de onlara müdahale etmeye yetmemekte ve yanlış ve/ya yetersiz çözümler üretilmesine neden olmaktadır.

    Burada “Sorunlar Kimyası” deyimiyle, çeşitli sorunların oluşumu, bileşimleri, aralarında yaptıkları yeni kombinezonlar, yansımaları ve bu gibi özellikleri ifade edilmeye çalışılmakta ve bir bakıma, “maddeler kimyası” nın kanunlarına benzer kanunların varlığına işaret edilmek istenmektedir.

    YA’nın politika alanına uygulanması konusu, bu yanlış yaklaşımlar açıklandığı takdirde daha net olarak irdelenebilecektir.

    A.  Olaylar arası doğrusal ilişkiler ve açık uçluluk varsayımı!

    Olaylar genellikle dairesel bağlantılıdır. Yani bir A olayının ardından doğan B olayı dönerek A olayına girdi olur ve bunun sonunda ya büyüyen ya da küçülen bir spiral doğar (pozitif ya da negatif geri besleme).

    Böylece aynı bir olay hem sebep hem de sonuç olur. Pratikte ise genellikle bu gerçek gözardı edilir ve olaylara ya sebep ya da sonuç olarak bakılır. Bu yanlış bakışın doğal bir sonucu da olayların açık uçlu olabileceği, yani bir yerde son bularak sürecin duracağı yanlışını doğurur.

    Bu duruma bir örnek, kamu açıklarıyla beslenen enflasyonun dönerek kamu açıklarını artırmasıdır. Bu şekilde bir süre geçtikten sonra kamu açıkları ve enflasyon, birbirinin hem nedeni hem de sonucu olurlar.

    B. “Yalıtılmış” olaylar !

    Olaylara genel bakış açısı, yalnızca birbirine doğrudan bağlı olayları “ilişkili” olarak nitelemek şeklindedir. Halbuki olaylar birbirleri üzerinden yansırlar ve diğer olayların üzerine düşerek onlardan yeni ve değişik nitelikli sorunlar yayılmasına neden olurlar. Aynen fizikteki, katı nesnelerin çarpışıp yansımaları gibi! (Bakınız Örnek-1, 2).

    Böylece ilk bakışta aralarında ilişki olmadığı sanılabilecek olaylar arasında yakın ilişkiler bulunabilir. Çeşitli yansımalar sırasında, bir olayın kaynağından uzaklaştıkça, ya da tek dereceden yansımalı sistemler yerine çok dereceli yansımalar olduğu takdirde ilişkileri görebilmek daha güçleşir. Bu güçlüğün nedenlerinden birisi de, olayları birbirinden yalıtılmış olarak (bağımsız kompartmanlar halinde) görmek alışkanlığıdır. Halbuki aynen maddeler uzayı gibi sorunlar uzayı da bir ve tek’tir. Çeşitli sorunlar, daha az sayıdaki Kaynak Sorunlar’ın değişik yüzeyler üzerinde bıraktığı yansımalardır.

    Bu bakış açısının en dramatik sonucu, bu yalıtılmış sorunları ayrı ayrı çözmeye çalışmak ve fakat bir türlü de çözememektir. Ayrıca da her yanlış çözüm, durum dengelerini rastgele biçimde değiştirme ihtimali nedeniyle evvelce olmayan yeni sorunların da doğmasına neden olabilmektedir..

    C. Oluşmuş sorunları doğrudan çözmeye çalışmak !

    Bu durum hemen hemen tüm toplumlarda geçerli olan Karteziyen Mantığı’nın bir ürünüdür. İnsanlar, sorunların çözülebileceğine inanır ve “istenmeyen bir durum”un koşullarını değiştirip, “daha az istenmeyen bir durum” yaratmaya çalışırlar.

    Ama şu unutulur: “İstenmeyen bir durum” a yol açan girdiler saptanıp yokedilemezse, yeni oluşturulan koşullar altında yeni “istenmeyen durum(lar)” doğabilir!

    Örneğin, uzun süre ayakta durmayı gerektiren hallerde, iki ayak üzerinde bir süre hareketsiz durabildikten bir süre sonra ayak değiştirmeye başlanır. Vücudun ağırlığı bir ayağın üzerine verilip diğeri dinlendirilir, sonra ayak değiştirilip öbürü dinlenmeye (güya) alınır. Ancak bu bir şeye yaramaz ve insanlar sonunda oturacak bir yer aramaya başlarlar.

    Bu basit olguda kişi bir sorunla karşı karşıyadır ve çözüm yolu olarak da mevcut koşulları çok az değiştirerek sıkıntıdan kurtulmayı görmektedir. Ancak, duruma dikkatle bakılırsa, kişinin bu sorunu, sorunu çevreleyen koşullarda esaslı bir değişiklik yapmadan yani soruna yol açan nedenleri (burada sürekli hareketsiz ayakta durmak) gidermeden çözmesine imkan olmadığı hemen görülecektir.

    Ayak değiştirmek, üzerine yüklenilen tek ayağın daha çabuk yorulmasına neden olur ve kişi bir süre sonra sık sık ayak değiştirmeye başlar ve sonunda o çözümün -ki çözüm değildir- işe yaramadığını görür.

    İşkence uzmanları bu mekanizmayı gayet iyi bilir ve insanlara acı çektirmek için onları, koşullarında esaslı değişiklikler yapamayacakları durumlar içine sokup öylece tutarlar.

    Bir durumu oluşturan koşullarda esaslı değişiklikler yapmadan sorun çözmeye çalışmak, yalnız o sorunu çözememeyi değil, aynı zamanda evvelce bulunmayan yeni sorunlar doğmasına da yol açar.

    Bu basit örnekte kolayca görülebilen gerçek, sorunlar karmaşık hale geldikçe görülemez hale gelir. İnsanlar (özellikle de bizim insanlarımızın çoğu), karmaşık sorunların daha farklı kurallara göre oluştuğunu düşünürler. Gerçekte ise mekanizma hep aynıdır. Buna göre insanlara ilk öğretilmesi gereken, sorunların doğrudan çözülemeyeceği, onlara yol açan kaynaktaki nedenler’in yokedilebileceğidir.

    Bu bağlamda sorunları çözebilmenin en sağlam ilk adımı, onun yol açtığı sıkıntıları kaybetmemek (gidermeye çalışmamak) tir. Örneğin, kıyafeti çağdaş olmayan birisi, daha derindeki bir başka sorunun varlığının işareti olabilir ve bu işaret bir biçimde -hatta zorla- yokedilebilir de. Böylece, o sorun hakkındaki değerli bir göstergeyi yok etmiş olacağımız gibi, hem sorunu çözemeyiz ve hem de yeni sorunlar üretmiş oluruz.

    Bu yanlış yaklaşım geleneklerimize işaret edildikten sonra, iki soruya cevap verilmeye çalışılmalıdır:

    (1) YA, bu sorunları aşabilecek yeni bir yaklaşım getirebilir mi? Evet ise nasıl?

    (2) Bunu sağlamak için neler yapılmalıdır?

    * YA, bu sorunları aşabilecek yeni bir yaklaşım getirebilir mi?

    Evet getirebilir. YA’nın sorun çözme araçları içinde politikaya rahatça uygulanabilecek epeycesi vardır. Örneğin “benzetim” (simulation) böyledir.

    ABD Kongresinin Bütçe Komisyonu’nun başlıca görevi, kongreye sunulacak yasa teklfilerinin, kısa, orta ve uzun vadede ne gibi mali etkiler yaratacağının tahminlenmesi olup, “What if” türü analizler bu sorulara cevap bulmak için kullanılmaktadır.

    What if analizleri politikada yalnızca mali etki tahminleri için değil, daha subjektif değerlendirmeler -politikacıların uluslararası konulardaki beyanatının yol açabileceği gelişmeler gibi- için de kullanılabilir. Örneğin, eski Sovyetler Birliği’nin Kars ve Ardahan’ı sözel olarak talep etmesi, Suriye’nin Hatay’ı kendi sınırları içinde haritalaması gibi fiziki hiçbir eylem içermeyen sözler, bugün dahi bu ülkelere karşı tutumumuzu ve savunma politikalarımızı etkilemektedir.

    Bu bağlamda, mesela “Adriyatik’ten Çin’e kadar” sözlerinin ne gibi sonuçlar doğurduğunu ve bundan böyle doğuracak olduğunu değerlendirebilmek için, YA’nın “What if” analizi gayet etkinlikle kullanılabilir.

    YA’nın bir başka sorun çözme yaklaşımı olan “sezgisel yöntem” (heuristic), bir çok olayın ancak sezgisel yolla ifade edilebildiği politikada kullanılabilen bir diğer yöntemdir. Nitekim, EZ-IMPACT adlı bir algoritma ve bilgisayar programı, aralarındaki ilişkiler ve bireysel eğilimleri (trend) ancak subjektif terimlerle ifade edilebilen olayların analizi için geliştirilmiş olup, politikanın ana malzemesi olan toplum sorunlarını anlayıp önlem geliştirmede eşsiz bir araçtır.

    Ama, YA’nın politikaya uygulanabilirliği açısından esas değeri bu yöntemlerden dolayı değildir. Başka disiplinlerden politikaya aktarılıp uygulanabilecek çok sayıda teknik bulunabilir.

    YA’nın “sistem bütünlüğü” yaklaşımı, politika açısından esas önem taşıyan özelliktir. Bu yaklaşım, yukarıda (b) şıkkında dile getirilen, “olayların yalıtılmışlığı” olarak adlandırılan büyük sakıncayı ortadan kaldırır.

    Nitekim, reengineering adı verilen yeniden yapılandırma yaklaşımında da bu yalıtılmışlığın nelere yol açtığı gösteriliyor ve yeniden yapılanmanın, bölmeleme (departmentation) yerine süreç (process) temelli olması öneriliyor.

    Halbuki geleneksel kamu örgütlenmesi (Bakanlıklar, Genel Müdürlükler, Belediyeler gibi), tamamen departmentation’a dayalıdır. Bu örgütlenme biçiminde her yalıtılmış birim kendi işini mükemmel yapsa dahi, her birimin amaçları bütün’ün amaçlarından farklı -ilgisiz, hatta çoğu zaman da çelişik- olduğu için, işlerin bütünü açısından giderilemeyecek karmaşıklıkta sorunlar ve kaçınılmaz bir pahalı ve verimsiz “işletme” doğuyor.

    Aslında bir bütün olan “amaçlar”ı bölmeleyip her birini ayrı yönetmeye dayalı geleneksel yaklaşım yalnız kamu yönetiminde değil sanayi ve ticarette de benzer olumsuz sonuçlara varmış ve bugün artık bu yaklaşımın yanlış olduğu iyice ortaya çıkmıştır.

    Bir başka deyimle, YA’nın ünlü “sistem yaklaşımı” ilkesine aykırı bir yapılanma hem Dünya ekonomisini hem de toplum yönetimlerini içinden çıkılmaz noktalara getirmiş bulunmaktadır. Türkiye sorunlarına bu açıdan bakıldığında, siyasette ve ekonomide yaşanan kriz daha kolay anlaşılabilmekte, en azından krizin en önemli bileşeninin bu, “bütüncüllük dışı yaklaşım” olduğu anlaşılmaktadır.

    Toplumumuzun sorunlarını, yalıtılmış, birbirinden bağımsız -ama birbirleriyle etkileşebilen- biçimde algılayıp, bunların her birini ayrı department’lerin sorumluluğuna tevdi ederek çözmeye çalışmak yerine bunların, “amaçlarımızı üretmeye uygun olmayan bir ortam” ın, çeşitli “durum yüzeyleri” üzerindeki izdüşümleri olduğunu kavradığımız takdirde kriz ortamından çıkmak, hatta krize yol açan kimi ögeleri bu defa birer avantaj olarak kullanmak mümkün olabilecektir.

    Bu saptama bizi Görünen Sorun – Kaynak Sorun kavramlarına götürmektedir*. Az sayıdaki sorunun (source cause) yansımalar, birleşmeler, ayrışmalar yoluyla yeni sorun bileşikleri yarattığı, bunların ise doğrudan çözülmesi mümkün olmayan Görünen Sorun’lar (phantom problems) yarattığı şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım, maddi-manevi kaynaklarını Görünen Sorunlar’ı çözmeye ayırmış ve bu yolla da sürekli yeni sorunlar üreten politika geleneğimiz açısından büyük bir yanılgıya işaret etmektedir.

    İşte YA’nın, innovation özelliği çok zayıf bulunan politik yaşamımıza getirebileceği en önemli innovation katkısı bu yaklaşımdır. O halde mesele, YA’nı politik yaşamımıza nasıl katacağımız meselesine indirgenmektedir.

    Politikayı yaşama geçirecek olan kurumların zayıf olduğu, ayrıca da günlük politik çekişmelerden çokça etkilendiği dikkate alınırsa, bizde, tepedeki politikacıların etkilenmesinin -daha genel olarak etkinlerin etkilenmesi- en önemli problemi oluşturduğu görülecektir.

    Bunun ise geleneksel yollarla, yani yazmak, söylemek, önermek vbg yollarla pek mümkün olmadığı bilinmektedir.

    A.B.D.’de, politikacıların eğitilmeleri için kurulmuş bulunan JFK School of Government benzeri bir organizasyon oluşturulması etkin bir araç olabilir. Bu okulda, yerel ve merkezi idarede rol alacak politikacılara yeni bir “düşünme stili” benimsetilebilir. Ama bu yaklaşım dahi, etkinlerin etkilenmesini gerektirir.

    Bu nedenle, bir başlangıç noktası olarak bir YA çalışma grubu oluşturulması düşünülebilir. İçinde, politikacı, sosyolog, psikolog, pazarlamacı ve YA uzman(lar)ı bulunan bir çalışma grubu, etkinlerin etkilenerek YA yaklaşımlarının ve özellikle de sistem yaklaşımı’nın benimsenmesi için hangi araçların kullanılabileceğini araştırabilirler. Hatta daha abartılı bir araç olarak, yalnızca politika ve YA konusunun işlendiği bir çalışma toplantısının düzenlenmesi dahi düşünülebilir.

    Salı, 12 Temmuz 1994

  • ZABITA’NIN HÜCUMU

    Bir kamu binasının deniz kıyısındaki bahçesine bir yapı kondurmak isteyen uyanık bir vatandaşımız, yine kendi gibi ve ayrıca gözü de kara yedi sekiz fedaisi eliyle projesinin gerçekleştirrilmesine tam girişmişken, muhtemelen aynı bahçeye benzer bir proje uygulamak isteyen bir başka muteber vatandaşımızın şikayeti üzerine belediye zabıtalarının baskınına uğruyor.

    Zabıtalarımız, yüksek ökçeli pabuçları, palabıyıkları, dolgun göbekleri ve sert bakışlarıyla vaziyete müdahale ediyorlar ve şefleri, yasanın kendilerine vermiş olduğu hakkın da kuvvetiyle kükrüyor: “N’apıyosunuz lan burda?”..

    Ancak, devlet güçlerinin, karşılarındakileri vatandaş sanarak yaptıkları bu sert çıkış karşı tarafça radikal biçimde cevaplanıyor: Fedailer, zabıtanın üzerine yürüyüp ite kaka kapıdan dışarı sürmeye başlıyorlar.

    Devletin onurunu ezdirme (ve postu deldirme) tehlikesiyle karşı karşıya kalan zabıta güçleri can havliyle, inşaat hazırlığı için yerde yığılı bulunan `beşe onları’ kaptığı gibi fedailere karşı hücuma geçiyorlar. Ancak, korku nedeniyle ellerindeki kalasları öylesine sallıyorlar ki bir tanesi bile rahatça adam öldürebilir. Ancak karşı taraf bu konularda idmanlı olduğu için kaçarak kurtuluyor ve onlar da ellerine benzer silahlar alarak dengeyi kuruyorlar.

    TV’de herkesin gözü önünde ceryan eden bu olayın sonrasında ne olduğu pek önemli değil ama buraya kadarından çıkarılabilecek net bir sonuç var. Hatta bu sonuç yalnız belediye zabıtası için değil emniyetin polisi için de geçerli..

    Yasaların yaptırımını sağlamakla görevli güçler (zabıta, polis ve benzeri görevliler), fiziki müdahale konusunda son derece eğitimsiz olup, sözel yaptırımın dışına taşılan hallerde -ki gayet sıktır-, bakkal Mehmet efendinin bildiği boğuşma tekniklerinden fazlasına sahip değillerdir. Bu yetersizlik bu gibi hallerde öldürücü saldırganlığa (can havli budur), diğer hallerde ise bir kabalığa dönüşmektedir. Çünkü bilindiği gibi her türlü yetersizlik, kişi tarafından kabalık ve/ya saldırganlıkla telafi edilmektedir.

    Güvenlik güçlerimizin zaman zaman sergiledikleri kaba ve/ya saldırgan davranışların, durup dururken nasıl bir reaksiyonerlik yarattığı düşünülürse, polis ve zabıtanın fiziki yaptırım konusundaki eğitiminin ne kadar olumlu sonuçlar yaratacağı anlaşılacaktır.

    Tabii ki bu fiziki eğitimin yanısıra, üzerinde hiç akıl yorulmadığı belli olan kıyafetleri de rahat hareket etmeye uygun hale getirilmek kaydıyla!

  • RÜŞVET

    En genel tanımıyla, “bir yetkinin, ona sahip olana bir çıkar sağlayacak biçimde kullanımı” demek olan rüşvet, ne yazık ki yalnızca bazı kamu görevlileri ile bazı vatandaşlar arasında meydana gelen, bunun dışındakilerin ise bulaşmalarının söz konusu olmadığı bir suç olarak algılanır.

    Gerçek böyle değildir. Bir özel sektör kuruluşunun herhangi bir düzeydeki yetkilisi ile bir müşteri ya da bir diğer özel sektör görevlisi arasındaki “yetkinin, ona sahip olana çıkar sağlayacak biçimde kullanımı” ilişkisi de bal gibi rüşvettir. Hem de ne kamuoyunun, ne medyanın ilgilenmediği bir rüşvet türü!

    Rüşvet böyle tanımlanınca, tanım içinde geçen «yetki», her türlü yetki; yine tanım içindeki «çıkar sağlama» da her türlü çıkar olarak anlaşılmak gerekir.

    İçinde bulunduğumuz günlerde süregiden hükümet krizi, bu tanım uyarınca irdelendiğinde, net bir rüşvet olgusu hemen görülecektir. Bazı siyasi partilerin, hükümete güvenoyu verip vermemeyi işçi ücretlerindeki artışa bağlaması inanılmaz açıklıkta bir rüşvet pazarlığıdır. Hükümet işçilere, TÜRK-İŞ’in istediği ücreti verirse güvenoyu verecekler, aksi halde vermeyeceklerdir.

    Daha açık olarak; bu siyasi partiler, hükümetin elindeki «zam yapma yetkisi»ni, kendilerine işçilerin desteğini sağlama çıkarı sağlayacak şekilde kullanmalarını istemekte, hükümet de «bu bir rüşvet olur, dolayısıyla böyle bir pazarlık ilke olarak yanlıştır» demek yerine, güvenoyu almak için istenilen meblağın yüksek olduğunu, ekonomiyi olumsuz etkileyeceğini ileri sürmekte, daha düşük bir meblağ üzerinde pazarlık etmektedir. Anlaşmazlık ilkede değil miktardadır. İki taraf da elindeki yetkileri, bundan azami çıkarı sağlayacak biçimde kullanmaktadır. Tek taraflı rüşvet olgusuna göre buna «katmerli rüşvet» demek daha doğrudur.

    Kilis’in il yapılması karşılığında Kilis halkının oylarının istenilmesi nasıl bir rüşvetse, burada da 65 milyon insanın gözünün içine baka baka bir rüşvet pazarlığı yapılmaktadır.

    Zeka’nın çeşitli tanımları içinde bir tanesi, içinde bulunulan bu duruma pek uymaktadır: «Zeka, aynı gibi görünen olaylar arasındaki farkı ve farklı gibi görünen olaylar arasındaki benzerliği görebilme yeteneğidir!»..

    Her gün rüşvetten şikayet eden insanlarımızın gözünün önünde süregiden bu pazarlık acaba yalnız ahlaki bir soruna mı işaret ediyor, yoksa başka çıkarılabilecek sonuçlar da var mıdır?

    Çarşamba, 11 Ekim 1995

  • SAHTE SANATLAR TOPLUMU !

    Politikaya, bilime, sanata, ekonomiye velhasıl bir toplumun yaşam bütününü oluşturan çeşitli boyutlara birer “sanat” denebilir. Nitekim, yabancı dilde güzel sanatlara “fine arts”, mühendislik vb uğraşılara da “useful arts” (faydalı sanatlar) denildiğini biliyoruz.

    Bu sanatlarla uğraşan kesimlerin (politikacı, bilim adamı, sanatçı, ekonomist vs ) kalitesi doğal olarak, kalıtsal özelliklerine, onları yetiştiren eğitim sistemine ve içinde bulundukları sosyal iklime göre oluşmaktadır.

    Üzerinde durulmak istenen, bu bilinen mekanizma değildir. İlginç olan nokta, kalıtsal özellikleri, eğitim sistemi ve/ya onları çevreleyen ortam koşulları nedeniyle iyi yetişmemiş ya da kalitesini idame ettiremeyip kaybetmiş olanların, sahte birer kimlik edinmeleri olgusudur. Yani sahte politikacı, sahte bilim adamı, sahte sanatçı, sahte ekonomist gibi!..

    Bu sahte sanat sahiplerinin, gerçek sanat üzerindeki etkilerinin bilinmesi son derece önemlidir. Aksi halde toplum, kendisi için yaşamsal olan bu sanatlardan yararlanmak imkanını ebediyen kaybedebilir. Sahte sanat sahibi, kendi yarattığı sanat alanını öylesine korur ve savunur ki gerçek sanat sahiplerinin oraya girip gerçek sanatı yerleştirmeleri ya da icra etmeleri neredeyse imkansız olur.

    Sahte sanat sahiplerinin en önemli özelliği, gerçek sanat sahiplerinin yüzeysel niteliklerini (dış görünüş, konuşma, giyim-kuşam, tavır ve jestler, yaşam biçimi vs ) aynen, hatta daha da abartılı olarak taklit etmeleridir. Bu yüzden, onları dış görünüş ve yaşamlarına bakarak ayırd etmek imkansızdır.

    Ayrıca, bu ayırd etme güçlüğünü daha da artıran bir başka özellikleri, ait olduklarını söyledikleri sanat dalı ile ilgili sürekli şikayette bulunmaları ve yuvarlak, işe yaramaz çözümler göstermeleridir.

    Bu tür sanat sahiplerini gerçeklerinden ayırd etmek ancak uzun süreli gözlemlerle mümkünse de bazı pratik çözümler de vardır. Tabii ki her pratik yol gibi bunlar da “her zaman” doğru sonuç vermeyebilir.

    Sahte sanat sahiplerinin en önemli özelliklerinden birisi, durumlarını olağanüstü bir beceriyle gizleyebilmeleridir.

    Aptal olan kendini zeki, bilgi -becerisi az olan kendini becerikli gösterir. Tanım itibariyle hepsi düşük ahlak normlarına sahip olup, en iyi de onu kamufle ederler.

    Ama, kendilerinin bu denli beceriyle kamufle edebildikleri durumlarını, evli iseler eşleri, evli değillerse anneleri aynı hünerle gizleyemezler. Hatta gizleme gereği de duymazlar.

    (eşi veya annesi olmayan sahte sanat sahiplerini ayırd edebilmek ise gerçekten güçtür !)

    Sahte sanat sahiplerini teşhise yarayabilecek ikinci araç, bu kişi ya da kesimlerin düşünce ürünlerini (söz, yazı vs) incelemektir. Bu ürünlerin en belirgin özelliği (….dir) özelliğidir. Hemen her cümleleri (…dir) ile biter. Hemen tüm yargıları, kesin ve tartışmasız olup, doğruluklarının tek kanıtı kendileridir.

    Sahte sanat kesimleriyle mücadele için belirli bir reçete geliştirmek güçtür. Çünkü her sanat kesimi, içinde bulunduğu topluma uymakta ve kendini koruyucu önlemleri almaktadır. Bu koruyucu önlemlerin başında, çeşitli sahte sanat kesimlerinin, aralarında dayanışmaları gelir.

    Örneğin sahte politikacı, sahte bilim adamı, sahte ekonomist ve sahte sanatçı öyle bir birlik kurmaktadırlar ki birisine dokunduğunuz zaman hepsinin sesi çıkmakta, hepsi birbirini kollamaktadır. Çünkü bütün bu kesimler, varlıklarının ancak birbirlerinin desteğiyle mümkün olabileceğinin bilincindedirler.

    Buradan şu anlaşılmaktadır: Eğer bu kesimlerden birisi yerine, gerçeği geçebilse, diğerleri dayanıksız kalacaklardır.

    İşte Temiz Siyaset yaklaşımı bu yüzden çok önemlidir. Eğer bu yolla gerçek politika sanatını icra edebilecekler sahtelerin yerine geçebilirse, diğer bütün sahte sanat kesimlerinin sahip oldukları destek son bulacak ve birdenbire bir karabasan son bulacaktır.

    Pazartesi, 13 Eylül 1993