• AÇLIK GREVLERİ, ORMAN YANGINLARIYLA İLİŞKİLİ MİDİR?

    Bu soruyla, ilk bakışta sanılabileceği gibi, her ikisinin de terör amacı içerdiği gibi bir iddia ima edilmiyor. Hatta, açlık grevlerinin nedeni, bütünüyle, cezaevlerinin kötü koşullarını protesto; orman yangınlarının nedeni ise bütünüyle, köfte pişirmek isteyen vatandaşlarımızın dalgınlıkları dahi olabilir

    Ama yine de, açlık grevleri orman yangınlarıyla ilişkilidir. Hatta, bundan önceki orman yangınları, bundan sonra meydana gelecek açlık grevleriyle de ilgilidir.

    Yalnız bu ikisi değil, trafik terörü, korsan sokak gösterileri, otobüs yakma eylemleri, orman yangınları ve açlık grevleri birbirleriyle ilişkilidir.

    Hayır, ilişkili de değildir. Bunlar bütünüyle aynı bir şeyin değişik “görüntüleri”dirler. Bu aynı bir şey, sorunları anlamak ve sonra da çözmekle görevli insanlarımızın Sorun Çözme Becerileri’nin olağanüstü düşüklüğüdür.

    Ancak bu beceri yetmezliği yalnız bu görevlilerin değil, aydın dediğimiz insanlarımızın önemli bir bölümünün de ortak özellikleridir.

    Şunu görebilmemiz gerekiyor: Trafik işletmeciliği, cezaevi işletmeciliği ya da yurttaşların can ve mal güvenliklerinin sağlanması, kamu yönetimi dediğimiz bir genel işletmeciliğin alt-dallarıdır. Ve bizim insanımız bu işletmeciliği becerememekte, daha da kötüsü beceremediğinin farkına varamamaktadır.

    Bir cezaevi sistemi düşünülebilirmi ki, oraya cezaevi yönetimi değil hükümlüler hakimdir ve hükümlülerle yönetim oturup, hangi cezaevine kaç mahkumun yerleştirileceği konusunda protokol imzalamakta ve bu bir başarı sayılmaktadır.

    İnsanların ya da daha genel olarak bir varlığın ölmesi, ölmesine göz yumulması, kayıtsız kalınması, engel olmak için gereken çabanın azıcık dahi eksik gösterilmesi, tartışılmayacak bir insanlık ayıbıdır. Ve bu yalnız hükümlüler için değil herkes için böyledir.

    Ama konunun duygu yüklü bu boyutunu, akıl boyutunu örtecek şekilde kullanmak, ancak cehaletten ve/ya kasitten kaynaklanabilir.

    Açlık grevlerinin ilk gününden beri, insanlar derhal, iki kamptan birisini seçmeye zorlanmışlardır: Açlık grevlerindekilerin zaten suçlu olduklarını ve ölmelerinde bir sakınca olmadığını -hatta yarar olduğunu- savunanlarla, grevcilerin, haklı istekleri savunduklarını, bunları görmezden gelmenin faşist devlet terörü olduğuna inananlar..

    Aile, okul ve sosyal çevrenin koşullamalarıyla, bebeklikten itibaren başlayan bir alışkanlıkla donatılmışızdır: Herhangi bir durum karşısında derhal bir “yargı”yı sahiplenmek

    Yargı, bir giysi gereksinimi gibi olmuş, bir konuda bir yargı sahibi olmamak çıplak dolaşmakla özdeşmiştir.

    Yaratıcı düşünce üretim süreçlerinin (beyin fırtınası gibi) temel ilkelerinden birisi, “geciktirilmiş yargı” (deferred judgement) dir. Bir “durum” karşısında, aklımıza gelen ya da önümüze sürülen yargı seçeneklerinden -ki genellikle iki tanedir- birisini sahiplenmeden, bir süre, yargısız kalabilmek ve bu süre içinde yargıyla deforme olmamış düşünce üretebilmek, bu ilkenin özüdür.

    Bu durum özellikle karmaşık görünümlü sorunların anlaşılmasında çok yararlıdır. Hatta denilebilir ki, bu yöntem kullanılmaksızın hiç bir karmaşık sorun anlaşılamaz ve dolayısıyla da doğru çözümlere varılamaz.

    Bir yargıyı sahiplenmeden önce bir “nötr” zaman süresi bırakmak ve o aralıkta ne olduğunu anlamaya çalışmak için, ne olduğunu anlamaya yardımcı olabilecek bir sorun tanılama usulüne de gerek vardır.

    Bu usulün ilk adımı, “katı gerçekler” dediğimiz, öznel yargılamalara kapalı bir bilgilenmedir.

    Trafikte her yıl kaç kişinin hangi nedenlerle öldüğü, kaç trafik polisimizin mevcut olduğu, kaç tanesinin görev tanımını, kaçının trafik kurallarını bildiği, sürücülerin ortalama eğitim ve zeka düzeyleri, trafik terörü sorununa çözüm önermeden, bu soruna ilişkin yargılardan birisini sahiplenmeden önce bilinmesi gereken “katı gerçekler”dir.

    Benzer şekilde, açlık grevi yapanların (temsilcilerinin değil) hangi istekleri öne sürdükleri, bu eylemleri bağımsız iradeleri ile mi yoksa herhangi bir baskı altında mı yaptıkları, bu isteklerdeki gerçeklik payları, eylemcilere erişme, hastaneye kaldırma gibi konularda bir engelleme olup olmadığı, varsa bunu kimlerin nasıl yapabildikleri, cezaevi yönetimlerinin bunlara karşı ne yapıp yapamadıkları gibi katı gerçekler de herhangi bir yargıdan önce gelmelidir. (devamı Sh 2’de)

    “Ne olduğu” konusunu böylece nesnelleştirdikten sonra “niçin olduğu” konusuna sıra gelir.

    Trafik polislerinin bir bölümünün niçin rüşvet alıp diğerlerinin almadığı, iyi işleyen bir trafik şikayet sisteminin kurulmasının niçin istenmediği, cezaevlerinde niçin disiplinli ve de insani bir sistem kurulamayıp, yönetimin, kontrolun bir bölümünü -hatta tamamını- hükümlülerle paylaşmaya rıza gösterdiği, kovuş sisteminin niçin terkedilemediği, terör hükümlüsü olanlara tüm medyanın niçin ağız birliği içinde siyasi tutuklu dediği, bunun ahmaklıktan mı yoksa başka nedenlerden mi kaynaklandığı, korsan sokak gösterilerinde acımasız (gibi) davranan polisin bunu, eğitimsizliğinin verdiği korkudan mı, yoksa bir bölümünün bozuk ruh sağlığı nedeniyle mi yaptığı, bir eylemciyi etkisiz kılabilmek için niçin 10 polisin yaka-paça yaptığı gibi sorular, işte bu “geciktirilmiş yargı” sırasında sorulmalıdır.

    Ve işte o zaman görülecektir ki, birbiriyle ilişkisizmiş gibi görünen olaylar, bir “yanlışlar”, “beceriksizlikler”, “yetersizlikler” dizisidir ve de sahiplenmemiz için dayatılan yargılardan ikisi de doğru değildir.

    Yani ne açlık grevindekilerin zaten suçlu olmaları nedeniyle ölümlerine kayıtsız kalınması doğrudur, ne de grevciler, isteklerinin kökeninde ve bütününde haklıdırlar.

    “Orada insanlar ölüyor, analiz yapmanın zamanı mı?” ya da “bırak teröristleri gebersinler” tepkileri, sıradan vatandaşların belki de anlayışla karşılanması gereken tepkileri sayılabilir.

    Ama, sorunları iyi anlamak ve tüm eylemlerini bu sağlam anlayışlarına oturtmak zorunda olan görevli ve aydınların, çabuk yargı sahiplenmek gibi bir lüksleri olamaz. Oluyorsa, bu davranış sığlığını herkese açıklayabilmek zorundadırlar.

    Salı, 30 Temmuz 1996

  • AIDS BİR HASTALIK DEĞİLDİR !

    Daha doğru bir başlık muhtemelen şöyle olmalıydı: “AIDS, yalnızca bir hastalık değildir”.

    AIDS bir kısa-ad’dır. (Kazanılmış Bağışıklık Sistemi Bozukluğu İlleti) anlamına gelen İngilizce sözcüklerin baş harflerinden oluşmuştur.

    Ama AIDS aynı zamanda bir “toplumsal nitelikler süzgeci”dir. Öyle bir süzgeç ki, düşük nitelikli olanları tutan ve ancak yüksek niteliklere sahip toplumların geçip yaşamlarını sürdürebilmelerine imkan tanıyan bir süzgeç.

    Hemen her filtre sisteminde olduğu gibi bunda da çeşitli süzme katmanları vardır. “Cinsel yaşamını düzene sokmuş olup olmamak” bir katmandır. Bu tabakadan, bu konularda yeterli bilgiler ve doğru alışkanlıklara sahip olanlar geçebilmektedir. Çocukluğundan itibaren cinselliği bir ayıp olarak tanıyıp, bir dizi saplantı içinde erişkinleşerek karşı cinsle tanışan kadın ve erkekler ise, hemen bu ilk katmanda dışarı atılmaktadırlar.

    Bir diğer katman, “basit görünüşlü bir ihmalin nelere yol açabileceği konusundaki toplumsal uyanıklık” tır. Ancak güzel sanatlar yoluyla farkları farkedebilme duyarlığı keskinleştirilebilecek olan insanlar, aksi halde, ayrıntıların önemi yerine kaza, şanssızlık gibi uyuşturucu kavramların tuzağına düşmektedirler.

    “Temizlik ve hijyen arasındaki farkın” ya da “zincirleme çoğalmaların sırrı olan üssel artışların” bilincinde olup olmama, “sorunların görüntüleriyle kaynaklarını birbirinden ayırıp ayıramama”, “gerçekleri korkmadan insanların yüzüne söylemek ya da saklamak arasındaki ahlaki alanın neresinde durulduğu” gibi daha onlarca katman, süzme görevini yapmaktadır.

    Bütün bu katmanlardan geçebilecek olan bireyler kuşkusuz ki toplum içinde vardır. Ama söz konusu bu ayıklama sistemi bireylerin niteliklerine değil, toplumun bir bütün olarak niteliğine göre süzme yapmaktadır. Toplumun nitelik ortalaması bu testlerden geçemiyorsa, o toplum bir bütün olarak yaşamını sürdürebilme hakkını yitirmektedir.

    Benzer durum trafik için de geçerlidir. AIDS için söz konusu olan süzme katmanlarının çoğu, trafik için de çalışmaktadır. Nitelikleri, trafik süzgecinden geçmeye yeterli toplumlar her yıl 20,000 ölü vermeden yaşamlarını sürdürebilmektedirler.

    Köyünde çift sürerken otoyollarda araç sürmeye atlayan sürücüler ya da benzer işleri yapabilecek durumdayken trafiği düzene sokmak, yönetmek gibi görevleri üstlenmek durumunda kalan kişiler için, kazasız bir trafik düzeninin ne denli çok faktörün eşzamanlı olarak yanyana gelmesi ve de sürmesinin gerekliliğini anlamak imkansızdır.

    Hiç bir mekanik kültürü olmayan insanların çoğunluğundan oluşan bir toplumda, her biri birer “olmak üzere bulunan kaza” demek olan hurda araçlar hiçbir şey ifade edemez.

    Kültürel farklılıkları bir zenginlik olarak algılamak yerine, yumurta gibi birbirine benzer insanlar yetiştirmeyi hedefleyen ve bunun için de insanların yaratıcılıklarını ezberle donduran bir toplum için, bir başka süzme sistemi de bu “zenginlik kaynağı farklılıklar” dır.

    Kısacası, yüksek nitelikli bireylerden oluşan yüksek nitelikli toplumlar için refah ve mutluluk kaynağı olabilen şeyler, daha az nitelikli olanlar için birer süzgeç rolü oynamaktadır.

    AIDS’in, düşük nitelikli toplumların kendi kendilerini yoketmeleri için yapay olarak üretilip ortaya salınmış bir virüs olduğu gibisinden iddialar vardır. Gerçek ise böyle bir komplo senaryosuna uygun olmayabilir. Ama her ne olursa olsun, gerek AIDS gerek diğer medeniyet araçları, “yetersiz nitelikli toplumları ayıklama aracı” olarak işlemektedir.

    Teknolojinin gelişimi, toplumlar arası ilişkilerin karmaşıklaşması, kaynakların azalması, çevrenin bozulması ve belki daha başka faktörler nedeniyle, önümüze giderek daha çok ayıklama süzgeci çıkacağından ya da çıkarılacağından kuşku duyulmamalıdır. Beğenelim ya da beğenmeyelim katı gerçek budur.

    AIDS ile mücadele eden epey kişi ve kuruluşumuz var. Sivil toplum kavramının gelişmesiyle bunun daha da artacağı doğaldır ve de iyidir. Gerek bu, gerekse resmi kuruluşların başlarını çevirmeleri gereken nokta ise, AIDS’in yayılma hızının üssel olduğu ve sorunun çözümünün AIDS tedavisinde yatmadığıdır.

    Bu konudaki en etkili ilaç soru sormaktır: “AIDS Türkiye’de niçin yayılıyor? Hangi yetersiz niteliklerimiz bu yayılmaya yol açıyor? Bunları nasıl geliştirebiliriz?”

    Pazar, 12 Mayıs 1996

  • ALTINCI KAPLAN!

    Birleşmiş Milletler tarafından 17-21 Nisan tarihleri arasında Manila’da düzenlenen İnsan Hakları konulu toplantıya katılmak için gittiğim Filipinler konusundaki izlenimlerimi siz okurlarımla paylaşmak istiyorum.

    Dilimizde kullandığımız, “bizi eşkiya soymadı!” deyimi, sanırım ki bu ülkeyi en kısa biçimde anlatmaya yeterlidir. Bu ülkeyi eşkiya soymuş. Aksi halde, karşımızda bir G.Kore, Hong-Kong, Taiwan ya da bir Singapur görmemiz işten bile değilmiş. Marcos ailesi tarafından `doğrudan’ kaçırılan paranın $30 milyar olduğu sanılıyor. Buna, ailelerin çevresinde bulunması adetten olan “el öpücüler”in götürdükleri de katılırsa “eşkiya”nın bu ülkeye maliyeti tahmin edilebilir.

    Ancak, bu durumun yalnızca bir zaman kaybına yol açtığını, bu insanların kısa sürede Asya’nın altıncı kaplan’ı olabileceklerini tahmin etmek güç değildir.

    Çalışkan, uyumlu, terbiyeli, alçak gönüllü ve yetenekli insan malzemesi açısından oldukça zengin olduğu hemen göze çarpıyor. Fiziksel açıdan ise hemen hepsi düzgün, ince yapılı bu insanlar müziğe karşı da olağanüstü yetenekliler. Filipinler İnsan Hakları Komisyonu’nca verilen bir akşam yemeği sırasında, çok sesli bir müzik şöleni sunan kadın-erkek karışık bir koro yalnız şarkı söylemekle kalmadı, usta bir koreografın düzenlediği anlaşılan bir de gösteri yaptı. Profesyonel olduklarından emin olduğumuz bu grubun, bu komisyonun çalışan memurları olduğunu ve 2 haftalık bir birlikte çalışmayla bu işi becerdiklerini hayretler içinde öğrendik.

    Sokaktaki insanının dahi derdini anlatabilecek düzeyde İngilizce konuşabildiği, okuyup yazabildiği bu ülke, medeni Dünya ile en önemli bağlarından birini kurmuş durumda.

    Senatör ve yerel idarecileri seçmek için yürütülen kampanyaların tam ortasına nastlayan seyahatimiz sırasında gözlediğim en büyük eksiklik ise politikacıların yetersizliği idi. TV kanallarından sürekli yayınlanan konuşmalarında hiçbir politikacının “nurlu ufuk” edebiyatı yapamadığını, hiç kimseye bir şey vadedilmediğini üzülerek gördüm.

    Asya’nın bu uzak köşesinde bu denli rasyonel bir akla sahip insanların nasıl varolabildiği, özellikle bizler tarafından çok düşünülmesi gereken bir sorudur.

    Zenginle fakir arasındaki uçurum ise bu ülkenin en büyük zafiyetidir. Gelir dağılımı bozukluğuna olumlu bir gözlükle bakabilmenin tek yolu, yaklaşık 300 Filipinli ailenin bu bozuk dağılımdan yararlanarak sermaye birikimine katkıda bulunmaları olasılığıdır.

    Tropik iklimi, yaklaşık 7000 adadan, katolik ve müslüman nüfustan oluşan bu ülkenin görünürdeki en önemli potansiyeli, gelişmeyi kendisine bir hedef edinmiş insan potansiyelinden geliyor.

    Sanat faaliyetleri de dahil özel girişimciliğin yaygın olduğu bu ülke, her sorununun çözümünü devletten bekleyen, vermeden almak peşinde olan tüm toplumlara -bu arada bize de- örnek olacak niteliktedir.

    Çarşamba, 26 Nisan 1995

  • BAL TUTAN PARMAK YALAR!

    Tam yarım sayfalık bir gazete haberi:

    Van’ın Edremit ilçesinde geçirdiği bir trafik kazasında yaralanan hemşire Hilal Akkaya, kaldırıldığı Van Yüzüncüyıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’nde acil serviste 8 saat bekletildikten sonra öldü. Hastane önünde toplanan meslektaşları olayı protesto ederek, “bu bize yapılırsa vatandaşa ne yapılmaz” dediler. Devlet hastanesi başhekimi Nesrin Asut da, “bir sağlık personeli bu kadar basit bir ihmal sonucu ölüyorsa ayıptır” dedi. Tabipler odası başkanı Figen Polat, “Hilal hemşirenin ölümünde ihmal olup olmadığını araştıracağız, varsa görevli doktorlardan hesap soracağız” dedi…..

    Merd-i kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler”, süzüle süzüle gelmiş bir atasözümüzdür. Yeni Türkçeye çevrilince “Mert çingene övünürken suçunu söyler” denilebilir.

    Hergün birçok vatandaşımız benzer ilgisizlikten dolayı aynı akıbete uğrarken bu durumu özel varsayıp yarım sayfa haber yapan gazete de dahil olmak üzere başhekim, tabip odası başkanı, protesto eden hemşireler ve belki daha yüzlerce kişi aslında şunu söylüyor:

    Her kamu görevlisi, elindeki imkanları önce kendi, sonra yakınları ve en sonra da -eğer kullanılabilecek bir imkan kaldıysa- vatandaşlar için kullanır. Meslektaşlık yakınlık demek olduğuna göre tüm hastane personeli imkanlarını Hilal hemşire için kullanmalıydı. (Çünkü bu yarın başka bir sağlık personelinin başına da gelebilir).

    Bu olgunun yalnız sağlık personeli için söz konusu olmadığına, örneğin elindeki imkanları seçim bölgesi için kullanan bakanlarımızın da pek az kimse tarafından ayıplandığına dikkat edilmelidir.

    Maliyede çalışan vergisini kolay yatırır ama hastanede geriye düşer; hastane personeli ise maliyede geriye düşer. Daha da genelleştirilerek, her kamu görevlisinin, elindeki imkanları kendisi ve yakınları için kullanıp, başkalarının ellerindeki imkanlar açısından daha ön sıralara geçme mücadelesi verdiği, bunun için de ülkemizde kimin kimi tanıdığının büyük önem taşıdığı söylenebilir. Bütün mesele, vatandaşlıktan yakınlığa terfi edebilmektir.

    Değer sistemimiz açısından son derece kabul görmüş olan bu ayıp, ne yasa, ne yatırımla önlenebilir. Önce farkına varmak, sonra da “ben yakınlarıma imkan dağıtmak için bu görevde değilim” diyebilenlerin, kendi aralarında örgütlenerek bir “seçkin tavır ağı” oluşturabilmeleri tek çıkar yoldur.

  • NİTELİK DOKUSU KONUSUNDA DUYARLIĞIN GELİŞTİRİLMESİ

    Dünya ile aramızdaki duvarlar kalktıkça gelişmiş ülkelerle bizi ayıran değerler berrak olarak ortaya çıkıyor ve haklı olarak da biz bunlara sahip olamamanın üzüntüsünü, biraz da -haklı olarak- kıskançlığını duyuyourz. İnsan hakları, demokrasi, toplum kesimleri arasındaki uzlaşma, akılcılık gibi değerler bunlardan yalnızca birkaçı.

    Başta siyasi partiler olmak üzere toplumumuzu yönetip yönlendiren kuruluşlar, bu değerlere sahip olma konusunda kah özlemlerini, kah şikayetlerini dile getiriyorlar.

    Ama acaba bu özlemlerin gerçekleşmesi mümkün müdür? Ya da bugünkü şartlar altında mümkün müdür? Ya da bu değerlere sahip olmamızı önleyen nedir, nelerdir? Önce birincisine cevap: Hayır, bu şartlarda bu değerlere sahip olmamız maalesef mümkün değildir. İkinci sorunun cevabı ise “toplumumuzun nitelik dokusu” nun yetmezliğidir.

    “Nitelik” deyimi ile zeka, bilgi-beceri, ahlak, beden ve ruh sağlığı; “doku” ile de toplumu oluşturan bireylerin değişik niteliklerinin oluşturduğu örgü kastedilmektedir.

    Bu tanı nedeniyle zekası, bilgi-becerisi, ahlak ve akli-bedeni sağlığı yerinde olan bireyler alınganlık göstermemelidir. Burada sözü edilen ortalama dokudur.

    Bu yetersiz doku, özendiğimiz toplumlardaki herşeyi -evet herşeyi- burada çarpıtarak, kırparak, deforme ederek taklit etmektedir. Fayansları eğri döşeyen insanımız, karakolda polis, vergi dairesinde memur, lokantada garson ya da parlementoda milletvekili olarak yapması gereken işleri eğri yapmaktadır.

    Dolayısıyla sorunlarımızı çözmenin ilk adımı bu nitelik dokusunu düzeltmek olmalıdır.

    Bunu yapmaksızın, yeni yasalar, yeni yatırımlar, yeni kurumlar daima yeni eğrilikler üretmekten başka işe yaramamaktadır.

    Hangi geri kalmış yöremize gitseniz oralardaki insanların yeni göletler, yeni fabrikalar, yeni yatırımlar istemeleri ve politikacıların da kendilerini bu isteklere göre yönlendirmelerine demokrasi adı takılmış, gerçek demokrasinin ancak nitelik dokusu geliştirilmiş insanlar arasında var olabileceği ısrarla görmezlikten gelinmiştir.

    Burada güçlük, bu gerçeğin farkında olan az sayıdaki insanın dışındaki kitlelere bunu anlatabilmesindedir. Çünkü ilk bakışta, bütün sorunların ortak elementi durumunda bir faktörün varlığına inanmak ve bunun olağanüstü etkisini takdir etmek pek kolay değildir.

    Kitleleri yönetip yönlendirenlere bu gerçeği anlatabilmek kolay görünmüyor. Bunun için, kitle iletişim araçlarının toplumu uyandırmasından başka bir çare yok gibidir.

    Eğitim sistemimizin çarklarına kapılmamış (yanlış olarak cahil diyoruz) insanlarımız birşeylerin farkındadırlar.

    Yıllardır toplumumuza yol gösterdiğini iddia eden ve kendi kendine aydın adına takmış olan kesimin ikna edilmesi ise çok daha güçtür.

    Ruh sağlığı bozuk kişilerin toplumları nerelere götürebildiğinin tarihte ve günümüzde çok örneği vardır.

    Kitle iletişim araçları bunları sergilemeli, nitelik dokusunun bu bileşeninin etkisini gözler önüne sermelidir.

    Benzer şekilde, zekası, bilgi-becerisi ya da ahlakı bozuk kişilerin toplum yaşamında ne denli olumsuzluklara yol açtığı sergilenerek toplum duyarlığı geliştirilmelidir.

    İşin ikinci perdesi ondan sonra gelmektedir.

    Nitelik dokusunun nasıl geliştirileceği, bu önemli gerçeğin kavranmasından sonra yapılacak iştir.

    Ümit çocuklardadır.

    Abuk sabuk, karışık, sözüm ona milli hedefler yönünde laf ebesi insanlar yetiştirmeyi amaçlamış eğitim sistemimizin bir an önce terkedilmesi (yerine hiçbir şey konulmasa dahi) yapılması gereken ilk iştir.

    Nil nehrinin uzunluğunu, üçgenin alanını, Kadeş anlaşmasını gözünü kapatıp hatırlayabilen aydınlar yerine, yüzlerce soruna akılcı olarak bakıp, basit olarak “acaba bunlara neler yol açıyor?” diye sorabilen meraklı ortalama insanlar yetiştirmek güç değildir. Yeter ki eğitim sorunlarımızı, öğretmen maaşlarını artırarak çözmeye çalışan yaklaşımdan kurtulalım.

    Önce nitelik dokusu. Yanlış kapıları zorlamayalım.

    AT kapısını da, demokrasiyi de!

    Kasım – 1994

  • GİRİŞİM SERMAYESİ

    Ekonomik paket kapsamı içinde açıklanan Girişim Sermayesi (GS) hakkında dikkate alınması gereken bir seri gerçek bulunmaktadır. Bunların yeteri ağırlıkla dikkate alınması GS’nin başarısını sağlayacak, aksine bir ya da birkaç noktanın gözden kaçırılması, serbest piyasa sisteminin bu önemli aracının elden çıkmasına ve daha da kötüsü daha uzun bir süre, “denendi ve başarılı olmadı” gerekçesiyle kullanılamamasına neden olabilecektir.

    • GS kavramının ekonomik tedbirler içinde yer almış olması son derecede sevindiricidir. Sanayimizin ihtiyacı olan yeni bir momentum, ancak bu gibi çağdaş araçların kullanıma sokulmasıyla kazanılabilir. Bunu düşünenleri kutlamak gerekir.

    • GS sisteminin ne olduğunun, nasıl işlediğinin, nasıl başarılı kılınabileceğinin ve olası güçlüklerin neler olduklarının bilinmesi, sistemin başarısı açısından zorunludur.

    (A) Girişim Sermayesi (GS) Nedir?

    Başarıya ulaşmasında bir miktar risk bulunan ve fakat ulaşması halinde de kazanç beklentisi yüksek olan konulara (venture); venture (Türkçe’ye serüven olarak çevrilebilir) için gerekli sermayeye de (Venture Capital = Girişim Sermayesi) adı verilmektedir.

    Tanım itibariyle her girişim GS’ne konu olabilirse de genellikle yeni veya ileri teknolojiler GS’nin ilgi alanına girerler.

    Bilgisayar donanım ve yazılımı, elektronik, biyoteknoloji, optik, laser, nükleer mühendislik vb konular, GS’nin en çok kullanıldığı alanlardır.

    Özellikle A.B.D. de, uzay ve/ya savunma amacıyla geliştirilen teknolojilerin sivil hayata uygulanması, GS yoluyla olmaktadır.

    GS, bir yeni ve/ya ileri teknolojik fikri bulunan ve fakat bunu ticari hayata aktarabilecek sermayeye sahip olmayan kişi(ler) ile, parasını yüksek kar getiren bir işe yatırmak isteyen bir kişi veya kuruluşun geçici işbirliği demektir.

    GS’ni herhangi bir ticari ortaklıktan ayıran özellikler şunlardır;

    1. Başarıya ulaşmada yüksek risk, fakat başarı halinde yüksek kar beklentisi,

    2. Sermaye sahibinin, işin ticari veya teknik yönetimine karışmayıp yalnız sonucu ile ilgilenmesi.

    3. GS’ne konu olan bir işteki risk, genellikle işin teknolojisindeki belirsizliklerden doğar. Dolayısıyla GS’ne konu olan işler, bir araştırma sürecinin başarısına bağlıdır.

    Örneğin, talaşlı imalat yapan bir tezgah yerine laser ile kesme yapımı üzerinde bir araştırma yapılacak ve bunun sonucunda da çok karlı bir ürün ortaya çıkacaksa, gerek araştırma, gerekse araştırma sonuçlarına ticari anlam kazandırılması için gerekli finansman, GS yoluyla sağlanabilir.

    Geleneksel banka kredisi sistemi, tam garanti esasına dayandığı için bu tür işlerin finansmanında kullanılamamaktadır.

    Söz konusu risk, örneğin bir ürünün pazarlanıp pazarlanamayacağından (mesela mevcut pazarlama zincirlerinin gücü dolayısıyla) kaynaklanıyorsa, bu girişim GS’ne konu olmamaktadır. Tabii ki bu kesin bir kural değildir.

    (B)GS’nin Ön Koşulları Nelerdir?

    Bu kısa açıklamadan da anlaşılabileceği gibi, GS sisteminin konu edilebilmesi için şu ön koşullar gerekmektedir:

    1. Bir yeni veya ileri teknolojinin geliştirilmesine yol açabilecek araştırmaların mevcudiyeti,

    2. Bu araştırmalar sonunda ortaya çıkabilecek ürünleri ticarileştirebilecek ticari yetenek ve imkanlara sahip girişimciler,

    3. Bu girişimcilerin önlerinde engellerin bulunmaması,

    4. Sermaye sahiplerinin olası kayıplarını telafi edebilecekleri ölçüde zengin bir “teknoloji geliştirme kaynağı”. (Batı’daki deneyim, GS’ne konu olan işlerin ancak %10-30’unun başarılı olabildiğini göstermektedir.)

    (C)GS, Bir Araçlar Kümesinin Yalnızca Bir Parçasıdır

    GS, ekonomik gelişme denilen süreç içindeki bir çok parçadan yalnızca bir tanesidir. Dolayısıyla GS’ni, yeni işlerin yaratılmasında sihirli bir araç gibi görmek son derece yanıltıcıdır.

    Örneğin, mevcut bir teknolojiyi geliştirerek uygulamak veya kendi işini kurmak isteyen bir girişimcinin iş yapması için başka parçalara ihtiyaç vardır.

    Yeni iş kurmak isteyen bir kişinin ihtiyacı olan (ve genellikle kendisinin de iş işten geçtikten sonra farkına varabildiği) ögeler şunlardır:

    • Yaşayabilir bir iş fikri

    • Varlığı test edilip doğrulanmış bir pazar hacmi

    • Girişimcilik yeteneği

    • Girişimcinin, gereksinimini duyacağı Çok Yönlü Destek, yani;

      • Bilgi, beceri

      • işyeri (ortak kolaylıkları sağlanmış bir işyeri )

      • Uzman personel

      • Mevzuat bilgisi (hukuk, muhasebe vb)

      • Enformasyon kaynakları (kütüphane, bilgi ağları, danışma kurumları vbg)

      • Vergi kolaylıkları (bağışıklık, erteleme, taksitlendirme vb)

      • Finansman desteği çerçevesinde;

    1. Hibe (geri ödenmeyecek kısım)

    2. Düşük faizli kredi

    3. Girişim Sermayesi

    Bütün bu desteklere ek olarak, girişimcinin önündeki engellerin de asgariye indirilmiş olması gerekmektedir.

    Halen ülkemizde bir iş yapmak isteyenin önünde, onu caydırabilecek çok sayıda engel bulunmaktadır. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse;

    • İşyeri açma veya kapamadaki ağır mevzuat yükü

    • Belediyelerin yüklediği mevzuat yükü

    • Yasa ve/ya ahlak dışı talepler (yardım istekleri, rüşvet vbg)

    • Peşin vergi

    • Teşviklerin keyfiliği

    • Haksız rekabet

    Konu bununla da bitmemektedir. Kapitalist ülkelerde girişimcilerin en önemli desteği kamu alımlarıdır.

    Kamu alımlarının, serbest rekabet piyasası kurallarına göre yapılması, potansiyel girişimcileri iş yapmaya özendiren en önemli dürtüdür.

    Kamu alımlarının, nüfuzlu kişilerin yakınlarına avantaj sağlayacak şekilde yapılması ya da alımlarda rüşvet ve benzeri kanalların yaygınlığı, girişimciliği boğan en önemli nedendir.

    İşte bütün bu faktörlerin olumlu şekilde biraraya gelmesine uygun iş iklimi adı verilmektedir.

    Görülmektedir ki GS, bir buzdağının görünen kısmından küçük bir parçadır. Buzdağının altındaki büyük kısım dikkate alınmadan GS’ne bel bağlanması, buna çarpan gemiye yalnızca bir çeşit etki yapabilir; gemiyi batırır!

    Sonuç olarak, GS sisteminin gündeme getirilmesini, bütün bu ögelerin düzenleneceği anlamında almak gerekir.

    Aksi halde, bu karmaşık sistemin bilincinde olmamak, bir şeyin adı ile kendini aynı sanmak gibi bir ihtimal doğar ki durum herhalde bu değildir.

    ***

  • OKUL SİSTEMİNİN EN SAKINCALI YANI!

    Geleneksel okul sistemine yöneltilen birçok eleştiri var. Toptancılık anlayışı içinde bireysel özellikleri yeterince dikkate almayışı, öğrenme yeteneğini göz ardı edip öğretme esaslı oluşu ve ders denilen ve yaşamın soyut bir modeli olan bir araç yoluyla derslerin işlenmesi eleştirileri bunlardan yalnızca üçü -ve de bütününün reddedilmesine kadar gidebilecek üçü- dür.

    Bu üçüncüsü, özellikle bizim üzerinde daha dikkatle durmamız gereken bir noktadır. Yani, yaşamın kendini, onu iyice unutturacak ve ancak çok yüksek soyutlama becerisi kazanabilmiş erişkinlerce tekrar bir araya getirilerek anlaşılabilecek derecede parçalayarak “dersler” haline getirmek, ilkel çağlardan bugünlere erişebilmiş bir garabettir.

    17-18 Ekim tarihlerinde İstanbul’da bir seminer veren Prof. James J. Asher’in seminer sırasında verdiği bir örnek, derslerin gerçekleri nasıl çarpıtıp saçmalaştırdığını göstermesi bakımından ilginçtir. Ortaokul öğrencilerine cebir öğretmek için seçilen problem şudur: Ohio’lu bisiklet tamircisi olan Wright kardeşler (uçağın mucitleri), bir gün dükkandaki 2 ve 3 tekerlekli bisikletleri saymak isterler. Kardeşlerden birisi yalnızca pedalları sayar 18 sayısını bulurken, diğer kardeş tekerlekleri sayar ve toplam 46 sayısını belirler. Acaba dükkanda kaç adet 2 ve kaç adet de 3 tekerlekli bisiklet vardır?

    Buna benzer problemler, bizim orta ve lise kitaplarımızda bol miktarda mevcuttur.

    Ancak unutulan nokta, bu problemin saçmalığının göz ardı edilip, çocukların aptal yerine konulmasıdır. Doğrudan 2 ve 3 tekerlekli bisikletleri saymak varken hiç kimse pedal ve tekerleri ayrı ayrı sayıp sonra da 2 bilinmeyenli denklem kurarak 10 adet 3 ve 8 adet de 2 tekerlekli bisiklet olduğu sonucuna varmayı düşünmez.

    Çocukları ilgilendireceği düşünülen bu akılsızca problem formülasyonu aslında, çok farklı anlama gelmektedir: Çocukları çok az tanıdığımızı ve eğitim yaklaşımlarımızın onları gerçekten de aptallaştırdığının farkında olmadığımızı!

    Tüm fizik, kimya, matematik kitaplarındaki problemleri inceleyiniz. Şu iki kategoriden birine mutlaka girerler: ya hiç bir açıklaması olmayan problemler, ya da bisiklet probleminde olduğu gibi aptalca düzenlenmiş olanlar.

    Bu yaklaşımın muhakkak ki bir nedeni vardır: O da, öğrenmenin tek yöntemi olarak, değişik problem türlerinden olabildiğince fazla örneği “tekrarlayarak” farklı bir probleme rastlama olasılığını olabildiğince azaltmaktır.

    Bu tekrarlama işini iyi yapan ve de niçin tekrarlama gerektiğini sormayan öğrencilere “çalışkan” deniliyor ve bir fizik, kimya ya da matematik problemini çabucak çözebilen bu çocuklarda da “fen kafası” olduğu söyleniyor. Bu çocuklarımız derslerde sık sık sorular sorarak, değişik görüntülü (ama kökü aynı) problemleri nasıl çözeceklerini öğrenmeye çalıştıklarında, bu da “ezberin olmadığının kanıtı” olarak gösterilir.

    İşte, bu kadar tekrar için anlamlı problem tasarımlamak zor olacağı için de mecburen gerçek yaşamda rastlanması mümkün olmayan problemler ortaya atılır.

    Derslerin gerçek yaşamla birleşmesi ancak tekrarın ortadan kalkması ile mümkündür. Bu ise karmaşık problemleri -tekrarladığından ötürü- çözebilen kişilere değil, çocuklarımızın çok basit gerçekleri iyi anlamış olmalarına bağlıdır.

    Diferansiyel denklem çözebilen, ama gerçek problemlerle karşılaştığında birinci derece denklem bile kuramayan üniversite mezunları yerine, bayağı kesirlerin çarpım kuralının niçin öyle olduğunu bilen çocuklara ihtiyacımız var.

    Dersleri birbirinden kopararak vaziyeti kurtarmak (programı zamanında yetiştirmek) yerine, onları anlamlı senaryolar içine yerleştirebilen öğretmenlere, bu yapılmadığı takdirde neler olabildiğini ve de olabileceğini görebilen eğitim yöneticilerine (her düzeyde) ve elite ihtiyacımız var.

  • BARIŞ VE HOŞGÖRÜ YILI!

    Bir kavramı tutundurmak, insanları duyarlı kılmak ya da bir şey yapmadan yapıyormuş gibi göstermek amaçlarıyla icadedilmiş bulunan “gün”, “hafta” ve “yıl” araçları, ancak kullananların niyet ve de kabiliyetlerine göre yararlı olabilirler.

    “Trafik Haftası”nı, daha özgürce araç kullanılacak hafta sananlar nedeniyle kazaların arttığı, bu araçların her zaman yararlı olmayabileceğine işaret eden bir şakadır.

    1995 yılı, -Türkiye’nin de girişimleriyle- “Dünya Barış ve Hoşgörü Yılı” ilan edilmiştir. Bu yılın, Boşnak’ları yokederek ırklarını arındıracaklarını sanan “ahmak”ları ne denli durduracağı bellidir. Benzer şekilde, ülkemizde her yıl kutlanan(!) İş Güvenliği Haftası’nın da iş kazalarına karşı hiç bir etkisinin olmadığı da açıktır.

    Bu noktada, “barış ve hoşgörü” bağlamında sorulması gereken iki soru şudur:

    1. Dünya’nın hemen her köşesinde uluslar, ulusları oluşturan etnik veya dini gruplar ya da daha genel bir deyimle “çeşitli ilgi ve çıkar grupları” acaba niçin sürekli çatışma halindedirler ve bu çatışmaların nedeni yalnız hoşgörüsüzlük müdür?

    2. Eğer, bu çatışmaların önemli bir nedeni hoşgörüsüzlük ise onun sebepleri nelerdir? Bu sebepler nasıl ortadan kaldırılabilir?

    “Çatışma sayısı kadar neden vardır”, birinci sorunun en doğru yanıtı ise de, sınırlı kaynaklar için yarışma, değer ölçülerini başkalarına benimsetmeye çalışma ve kendine benzemeyenlerden kurtulma istemi, çatışmaların üç temel kaynağı durumundadır. Bunlardan son ikisi hoşgörüsüzlük ile doğrudan bağlantılıdır.

    Hoşgörüsüzlüğün kaynağında ise, insanlığı bugünkü sürekli çatışma ortamına getiren evet-hayır mantık sistemi yatmaktadır. Ancak ve yalnız tek doğru, tek iyi ve tek güzel bulunduğu, bunları benimseyenlerin dost, benimsemeyenlerin ise düşman olduğu mantığı, “ikili mantık sistemi”mizin (binary logic) doğal bir uzantısıdır.

    Anaokulundan üniversite sonuna kadar bu çatıştırıcı mantık sistemiyle beyni yıkanan insanlar nasıl olup da başka doğruların, iyilerin ve güzellerin varlığına hoşgörüyle bakabileceklerdir?

    Bunun tek yolu, tahammül denilen ve hoşgörü ile yakından uzaktan ilgisi bulunmayan kavramdadır. Tahammül, her an patlamaya hazır, karşılıklı anlayış ve uzlaşmayla ilgisi olmayan bir “ateşkes” durumudur.

    “Farklı düşüncelere de tahammül edebilmeliyiz” biçiminde dile getirilen ve güya hoşgörü empoze etmeye çalışan söylemleri, bu kavramları doğru kullanması gerekenlerin ağızlarından duymak, hoşgörüsüzlüğün nedenlerinden birisi sayılmaz mı?

    Hoşgörü (ve onun bir türevi olan barış) yılında ilk yapılması gereken, hoşgörüsüzlüğün altında yatan bu mantık sisteminin çatıştırıcı etkilerini anlamaya ve sonra da topluma anlatmaya çalışmaktır. Bu mantık sistemi yürürlükte kaldığı sürece çatışmalar kaçınılmaz, barış ve hoşgörü ise yapay ve her an bozulabilecek süreçlerdir.

    İki şeyden ancak ve yalnız birisinin doğru olabileceğini kabul eden evet-hayır mantık sistemi artık devrini tamamlamış, ancak insanlar hala onu kullanmakta direnmektedirler. İşte bu denli yaygın çatışmaların altında yatan önemli bir neden budur.

    Geliniz, Barış ve Hoşgörü Yılı’nı bu gözlükle değerlendirelim ve ikili mantık sistemi yerine, siyahlarla beyazlar arasında grilerin de bulunduğunu kabul eden “sürekli mantık sistemi” adı verilebilecek yeni bir bakışı benimseyelim.

    Pazar, 04 Aralık 1994

  • ŞİŞMAN DERYA!

    Geçtiğimiz günlerde, İstanbul’da yayın yapan radyoların birinde, Darüşşafaka Lisesi -ya da onun vakfı- yetkililerinden birisi olduğu anlaşılan bir kişi ile söyleşi yapılıyordu. Yetkili, büyük bir ısrarla okullarının donanım açısından diğer okullara göre önde olduğunu anlatıyor, kaç adet basketbol sahası, kaç tane fen laboratuvarı, kaç bilgisayar dersliği olduğunu büyük bir övünçle anlatıyordu. Anlattıklarından anlaşılan iki şeyden birisi gerçekten de bunların var olduğu, ikincisi ise okul denilince aklına bundan başka bir şeyin gelmediği idi. Söyleşiyi yapan radyo ilgilisi de okul denilince benzer şeyleri anladığı için, program böyle bir karşılıklı anlayış havası içinde bitti.

    Bir kişi ya da kurum eleştirildiğinde genellikle yapılan savunma, o kişi ve kurumun evvelce yapmış ve belki halen yapmakta olduğu iyi şeyleri sıralamaya dayanır. Daha da güçlü bir savunma aracı, kişi ya da kurumun kaç yıllık olduğunu ileri sürüp, “eğer bir yanlışımız olsaydı bunca yıl ortaya çıkmaz mıydı” demeye getirmektir.

    Şimdi bu kurumla ilgili olarak yapılacak eleştirilere karşı da benzer argümanlar geliştirilebilir ve yüz bilmem kaç yıllık geçmişi olan -Kızılay’ımız gibi- bu kurumun ne kadar büyük olduğu ve dolayısıyla eleştirinin haksız olduğu -kurum yaşıyla eleştirinin ne gibi bir ilgisi varsa- ileri sürülebilir.

    Geçtiğimiz hafta içinde, medyadan öğrenildiği kadarıyla, bu kurumun açtığı sınavı kazanıp okumaya hak kazanan Derya adlı bir kız, kilosu standartların dışında olduğu için okula kabul edilmemiş.

    Polis akademileri ve askeri okullar ile mankenlik okullarına girişte de benzeri standartlar uygulandığı bilinmektedir. Bunda bir tuhaflık da yoktur. Çünkü, bu okullar fizik yapının belirli sınırlar içinde olmasını gerektirebilecek beceriler kazandırmaktadır.

    İlk, orta ve yüksek öğrenim kurumları ise, Milli Eğitim Temel Yasası’nda emredildiği şekilde çocuk ve gençlerin, bedeni, ruhi, akli ve ahlaki becerilerle donatılması için mevcuttur. 1739 sayılı yasanın 1nci maddesinin 2nci bendi aynen böyle demektedir ve dikkat edilirse bedeni yetiştirmeyi de birinci önceliğe almıştır.

    Hal böyle iken, okul yönetimi, kendi hazırladığı ve temel yasanın en can alıcı maddesine ve ayrıca akıl ve sağduyuya aykırı olarak kilosu, kendi koydukları sınırların dışında olan bir çocuğun okuma hakkını gaspetmekte, bunu da çıkıp TV ekranlarında bir marifetmiş gibi hala savunmaya devam edebilmektedir.

    Kendine belletilme yoluyla ezberletilenleri sorgulamadan diploma toplaya toplaya belirli yerlere gelmiş bu insanlar, “şefkat kapısı” adlı okulda şefkatsizliğin örneğini vermişlerdir.

    Sağduyulu okul yöneticilerinin yapacağı, çocuğu okula kabul etmek ve bir organik bozukluğa dayanmıyor ise, uygulayacakları bir rehberlik programı ile Derya’yı normal kilosuna indirmek, ama bir yandan da bu abuk maddeyi içeren yönetmeliği derhal değiştirmekti. Bunu yapıp yapmayacakları bilinmez.

    Ama, bu yazımı bir suç duyurusu olarak Cumhuriyet Savcısı’nın dikkatine sunuyor ve ayrıca da postalayacağımı belirtiyorum. Okul yöneticilerinin, 1739 sayılı yasanın amir hükmünü çiğnemeleri nedeniyle haklarında kovuşturma yapılmalarını saygılarımla arz ediyorum.

  • BAŞKALARININ ÖNÜNE GEÇMEK İLLETİ!

    Çocuk ve gençlerimize çok küçük yaşlarından başlayarak kazanımı özendirilmek gereken bir beceri de “gözlem” dir. “Gözlem” ve “soru sorma” becerileri kazanmış bir çocuğun, en karmaşık sorunları anlayıp onlara akılcı çözümler geliştirebileceğinden şüphe edilmemelidir. Bu tür çocukları, en yüksek görevlere getirebilirsiniz.

    Kişisel ya da toplumsal sorunların görünürdeki değil de kaynaktaki nedenlerini anlıyabilmeyi güçleştiren bir sebep, olayların zaman içine yayılmış olmasıdır. Nitekim, kısa süre içinde olup biten olayları daha kolay anlıyabilmemizin nedeni de budur. Gözlem becerisi geliştiğinde birbirine bağlanabilen olay parçaları bütünün görülmesini sağlarken, aksi halde bağımsız tesadüfler olarak algılanır.

    Sıkışık bayram trafiği sırasında yollarda oluşan kilometrelerce kuyrukları dikkatle gözlediğimizde görülen bir olgu, birçok toplum sorununun açıklanabilmesine fırsat yaratmaktadır.

    Araç kuyruklarının ilerlemesini sabınla bekleyen insanların yanından, işgal edilmemesi gereken emniyet şeridini ya da geliş yolu olan ters şeridi kullanarak başkalarının önüne geçen, onların haklarını çalan “bir kişi” leri düşünüz.

    Yüzde olarak “kabili ihmal” gibi “görünen” bu olay, birçok insanın kuralları çiğnemeye başlamasına yol açan bir “tetikleme” dir. Bu ise, toplumun zıvanadan çıkmasına yol açan “çığ olguları” nın başlamasının nedenidir.

    Bu tür “tetikleyici” kişiler -yalnız araç kuyruklarında değil, kurallara uymayı gerektiren tüm olaylarda görülür. Herhanği bir kurala uymamak, uymayanlara-kısa vade için- bir çıkar sağladığı için, milyonda bir kişi bile bir kuralı çiğnese, geri kalanlar kendi göreli çıkar kayıplarını telafi edebilmek için kural çiğnemeye başlarlar. Çığ olayı da böylece oluşur.

    İşte becerikli kamu yönetimlerinin, toplumları iyi yönetebilmelerinin sırrı da burada yatmaktadır. Kamu yönetimleri, bu tür çığ başlatıcı olaylar karşısında ya sessiz kalır ve herkesin kendi başının çaresine bakmasını tercih eder ya da bu tür olayların küçüklüğünün aldatıcılığına kendini kaptırmadan caydırıcı rol oynar.

    Caydırıcı olabilmenin en güvenilir yolu da, bu tür “kural bozma” eğilimlerinin olduğu her alan için birer “şikayet sistemi” kurmak ve bunu işletmektir. Böylece, “kural çiğnemek” ya da “çıkar kaybına uğramak” seçeneklerinin yanında bir de “şikayet ederek haksız çıkarı durdurmak” seçeneği de doğmuş olur. İnsanların, normal olarak bu üçüncü alternatifi seçmek eğiliminde olmaları beklenir.

    Şikayet sistemlerinin bulunmayışı -ki toplumuzdaki durum budur- ya da şikayetlerin gereğini yapacak kamu görevlilerinin bu gerekleri yap(a)mayışı -ki yine durumumuz budur- hallerinde bu defa insanlar çıkar kaybına uğramamak için kuralları çiğnemeye başlamakta ve tam bir orman yasası düzeni işlemeye başlamaktadır.

    İşte, ülkemizde trafikten bankacılığa kadar hemen her alandaki “kural çiğneme” alışkanlığının önemli bir kaynağı budur.

    Salı, 24 Mayıs 1994