• CEZA -HER TÜRÜ- YANLIŞTIR!

    Dünya yüzünde hiç bir toplumda ülserli ya da astımlı hastaları cezalandırmak söz konusu değildir. Tam tersine, kamunun ortak gelirlerinden bir bölümü onları iyileştirmek için kullanılır. Hatta iş bununla bitmez, sağlıklı olanların ülser, astım ve diğer hastalıklara yakalanmaması için para harçanarak koruyucu hekimlik hizmetleri verilir.

    Tüm toplum, hastalara karşı duyarlıdır ve bir acıma-yardım etme hissiyle doludur. Bilim adamları, bürokrat ve politikacılar, insanların hastalıklarının nasıl iyileştirileceği, nasıl korunacakları konusunda sürekli kafa yorarlar.

    Hal böyle iken, hırsızlık, adam öldürme ve daha çeşit çeşit hastalık ise fiziksel hastalıklardan ayrı tutulur ve bunlara tutulanlar cezalandırılır. Türkiye’de bütünüyle, gelişmiş ülkelerde ise büyük ölçüde olmak üzere, kamu yönetimlerinin esas ilkesi “kural koymak” ve “bunlara uymayanları cezalandırmak” biçimindedir.

    Bugün bir çok ülke uyuşturucu bağımlılarına karşı acımasız önlemler, cezalar uygularken, bazılarında ise bunları “hasta” olarak kabul edip tedavi yoluna gidilmektedir. Bir uyuşturucu bağımlısının, uyuşturucu satın alabilecek parayı bulmak için çeşitli toplumsal düzensizlikler ( hırsızlık, başkalarını da alıştırma, adam öldürme gibi) yarattığını farkeden bu ikinciler, bu tür bağımlıların belirli merkezlere başvurup tedaviyi kabul etmesi halinde giderek azalan dozlarda uyuşturucuyu bedava vermeyi akıl etmişlerdir.

    Böylece bir taşla birkaç kuş vurulmakta, hem bağımlılıktan kurtulunmakta hem de araç olarak kullanılan diğer suçların önemli bir “nedeni” ortadan kaldırılmaktadır.

    Pekiyi, cezalandırılan diğer suçların ülser, astım ya da uyuşturucu bağımlılığından farkı nedir? Bir çocuğa tecavüz edip sonra da parçalara ayırarak onu yok eden bir kimseye – ki yanlış olarak sapık vs deniliyor- “hasta” lıktan daha iyi bir tanı konulabilir mi?

    Nitekim, bu ve bunun gibi binlerce suç türünün hiç birinin- ama hiç birinin- cezalandırma yoluyla önlenemediği görülmektedir. Hatta, az gelişmiş, yani kaybedecek az şeyi olan (ya da öyle düşünen ) bireylerden oluşan toplumlarda bu tür cezalar özendirici dahi olabilmektedir. Örneğin karnı aç, yatacak yeri olmayan ya da başkalarınca öldürülme tehdidi altındaki kimseye, “filan suçu işlersen seni hapsederim” demek aslında, “seni doyurur, yatacak yer sağlar ve seni hasımlarından korurum” anlamına gelmektedir. Gerçekten de bu dürtüyle suç işleyen çok kimsenin varlığı bilinmektedir.

    Aksine, bir kimseyi cezalandırmak çok nadiren islah-ı nefs etmesine ama coğunlukla eğitilerek mesleğin inceliklerini öğrenmesine yol açmaktadır. Basit ideolojik nedenlerle hapsedilenlerin hapisten birer militan olarak çıkmaları bu savı doğrular niteliktedir.

    Suç türlerine karşı en ağır ve ayrıcalıksız cezalandırma yapan ABD’dede suç oranlarının azalmayıp aksine çığ gibi artmasıve bir numaralı toplumsal sorun haline gelmiş olması, üzerinde çok durulması gereken bir olgudur.

    Bu olgu, suç ile ceza arasında yüksek bir negatif korelasyon bulunmadığını, suçların “başka nedenlerle” yüksek korelasyon içinde olduğuna işaret etmektedir. Çok benzer biçimde, sanayide de uzun yıllar kaliteli üretim yapabilmenin yolu olarak “kalite kortrolu” , “ödüllendirme”, “cezalandırma” gibi ve aslında hepsi de “ceza türevleri” olan yöntemler uygulanmış, fakat bu yolla başarı sağlamanın ya mümkün olmadığı ya da rekabet edemez maliyetlere yol açtığı görülmüştür.

    Bu gün bu yol terkedilmiş ve Toplam Kalite yöntemi benimsenmiştir. Toplam Kalite’nin esası, kalitesizliğe ve /ya yüksek maliyetlere yol açan “nedenleri saptayıp, onları gidermek” tir. Deyimdeki “toplam” sözcüğü, üretim evrelerinin “tamamı”nın içerildiğini vurgulamak içindir.

    Bir ürünün içine giren mal ve hizmetlerin kaynağından, pazarlanmasına, finansmanından, araştırmaya varıncaya kadar “bütün evreler”içinde kalitesizlik ve/ya maliyete “neden olan sebebler” incelenmekte ve bunların “tamamı” yokedilmeye çalışılmaktadır.

    Bu zircirin herhangi bir noktasında ister eğitimsizlik, ister dikkatsizlik hatta isterse kasit olsun meydana gelebilecek bir “hata” mutlaka belirli “nedenlerle” doğmaktadır. Bu “nedenler” incelenip -gerekirse onların da nedenleri incelenip – ortadan kaldırılmadıkça, cezalandırma yoluyla hatanın giderilmesi mümkün olmamakta, aksine cezanın yol açtığı başka sorunlar (hınç alma, haklılığını kanıtlama, motivasyon eksilmesi, hatayı başkalarına da yaygınlaştırma gibi) ortaya çıkmaktadır.

    Türkiye gibi, bireylerin bireylerle, bireylerin devletle ve hatta devletin devletle her alanda uyuşmazlık halinde olduğu bir ülkede -sanılanın aksine- cezalandırma yoluyla düzelme sağlanmaz. Olsa olsa tüm insanlar cezalandırılır ( nitekim pratikte de böyle olmaktadır).

    Sorunlara, “onlara yol açan nedenleri” teşhis edip onları ortadan kaldırmaya çalışarak çözüm bulunabilir. Bu yeni bakış ceza değil “tedavi” ağırlıklıdır. Bu ise, insan nitelik dokumuzun – bu doku, zeka, bilgi beceri, ruh sağlığı ve erdem bileşenlerinden oluşur- geliştirilmesiyle mümkündür.

    Bir siyaset aracı olarak kullanımı yaygınlaşan din’in dokunun “erdem” bileşenini geliştirmek için kullanılması, dinin istismarı da dahil birçok sorunu ortadan kaldıracaktır. Resmi ideolojileri dayatma aracı olarak kullanılagelen eğitim ise ancak bu bağlamda doğru işlevine kavuşaçaktır.

    Bu yeni yaklaşımın,hırsızlığı ya da devlet bankalarını soymayı adet edinmeyi adet edinmiş kişileri durdurup durduramayacağı doğru soru değildir. Doğru soru, bu ilkesel yaklaşımın geçerli olup olmadığı ve eğer geçerli ise nasıl bir planla hayata geçirileceğidir.

    Tüm siyasetcilerin, özellikle de yeni siyasi hareketlerin söylemleri, “Toplam Barış” (Toplam Kalite gibi) araçlarının en başına bu yaklaşımı yerleştirmek zorundadır. 28/5/95

  • ÇİFTÇİ, ÜRÜNÜNÜN FİYATINDA SÖZ SAHİBİ DEĞİL !

    Bir hanım çiftçimiz, röportaj yaptığı gazeteciye, “çiftçi, mahsulünün fiyatında bile söz sahibi değil” diyerek çiftçimizin -ve bu arada kendisinin- ne kadar mağdur olduğunu ifade etmiş. Ağzına sağlık olsun!

    Sektöründe söz sahibi olduğu fotoğrafındaki edasından da belli olan bu modern çiftçimizi ekonomi okutan eğitim kurumlarımız derhal kapmalı ve “rekabet ekonomisi ne değildir?” adlı bir derse okutman yapmalıdırlar.

    Aslında, çeşitli ürünlerin fiyatlarının yüksekliğine karşı çare olarak “tanzim satışı”, “narh tesbiti”, “fiyat kontrolu” gibi fevkalade etkin önlemler icadedip bunu bugün dahi sürdüren geleneksel belediyecilik anlayışımız, fiyatların “belirlenemeyeceğini”, onların ancak “oluşabileceğini”, monopol kırıcı, üretimi artırıcı önlemlerin dışındaki her türlü müdahalenin daima aynı sonucu (fiyat artışı, çift fiyat ve/ya sahtekarlık) verdiğini henüz idrak edememiştir.

    Ancak, yiğidi öldürüp hakkını da vermek gerekir: Geleneksel “taban fiyatı” uygulamasıyla beyni yıkanmış ve rekabet denilen kavram beyinlerinden sökülmüş bulunan tarım ürünü üreticilerimizin, mahsullerinin fiyatlarını kendilerinin belirlemek istemesi gayet doğaldır.

    Bu uygulama diğer sektörlerimizde de yaygındır. Örneğin, ücretini kendi belirlemek isteyen belediye işçilerimiz, çöpleri daha ucuza kaldıracak alternatifleri (yani piyasayı) kaba kuvvetle önleyerek serbest piyasa ekonomisi anlayışına yeni boyutlar getirmişlerdir.

    “Çiftçimizi, işçimizi, memurumuzu, enflasyondan daha yüksek zamlar vererek koruyacağız” sözlerini eden politikacılarımız, bu çağdışı anlayışın oluşmasında birinci derecede sorumludurlar. Hanım çiftçimizin ise cehaletten başkaca sorumluluğu yoktur.

  • DOĞAL TALEPLERE UYMAYAN KURUMLAR YAŞAYAMAZ!

    Toplumsal sorunlarımızın gözden geçirilmesi, bunların da aynen madde kimyasında olduğu gibi bir “sorun kimyası” yasalarına uyduğunu gösterecektir. Neredeyse sonsuz sayıdaki maddeyi, yüz kadar temel element oluşturur. Karbon, hidrojen ve oksijen gibi yalnızca 3 element, milyonlarca farklı madde meydana getirir.

    Çok sayıdaki toplumsal sorunumuz da, benzer biçimde “sorun elementleri” denilebilecek “kaynak”lardan, kendine göre birer kimyasal tepkimeyle oluşmaktadır. Madde kimyası Japonya, Uganda ve Türkiye’de aynı biçimde işlerken, sorun kimyası yerel koşullara göre sonuçlar üretir.

    Su, Japonya ve Türkiye’de iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşurken, ABD ve Türkiye’deki trafik kazalarının “sorun elementleri” tamamen aynı değildir.

    Ülkemiz sorunlarının sorun kimyası yasalarına göre incelenmesi, onbeş kadar sorun elementinin, yüzlerce toplum sorununu oluşturduğunu göstermektedir. Bu sorun elementlerine “kaynak sorunlar” denilebilir.

    Madde kimyasında temel elementler de nasıl parçalanıp elektronlar, protonlar gibi atom parçacıklarına bölünüyorsa, kaynak sorunlar da alt-parçacıklara bölünebilir. Bu süreç sorun kimyasının uğraş konusudur.

    Onbeş kadar kaynak sorunumuzun birisi de işte bu “üzerinde uzlaşı bulunmayan kavramlar” dır.

    “Rekabet”, “hukuk” ya da “işçi hakları” sözcüklerinin çoğu kimsede somut karşılığı yoktur. Yalnızca bunlar değil daha yüzlerce sözcüğün somut karşılıkları yoktur. Bu sözcüklere herkes kendi anlayışına göre anlamlar yükler ve anlaşmazlıkların çoğu da bu bireysel ve özgür (!) anlamlandırmalardan doğar.

    Pekiyi, diğer toplumlar bütün kavramları oturup tek tek tanımlamışlar mıdır?

    Bir bakıma evet. Yüzyıllarca süren entellektüel süreç içinde sanatın her dalı ve özellikle de edebiyat, çeşitli kavramlar üzerinde uzlaşılar doğmasına ya da varsa uzlaşmazlıkların belirginleşip sınırlarının çizilmesine yol açmıştır. Toplumumuz ise sanata böyle bir işlevsellik yükleyerek bakamamış, sanatın, tuzu kuruların boş zamanlarını geçirmek için icat ettikleri gereksiz bir iş olduğunu kabul etmiştir.

    Bununla da yetinmeyen gelişkin toplumlar, herşeye karşın üzerinde uzlaşı oluşmamış kavramları tek tek açıklamış, kavram üzerindeki uzlaşı ve uzlaşmazlıkları ortaya koymuştur*.

    Bizim toplumumuzun, kavramları bu denli buğulu bırakmasının çeşitli nedenleri olabilir. Bunlardan en önemlisi, bu kavramlara temel olacak somut ihtiyaçların ortaya çıkmamış oluşudur.

    Örneğin rekabet kavramının bizde somut bir talep olarak karşılığı yoktur. Bu yüzden de rekabet, bir kurum olarak benimsenmemiştir. Toplumun çok büyük bir bölümü -tam aksini savunur görünmesine karşın- rekabetten korkmakta, önlemek için elinden geleni yapmaktadır.

    Sokaktaki vatandaşımız, rekabetten korunabilmek için onun tam karşıtı olan tekellerden yanadır. Hiçbir taksi şoförü, fırıncı, lokantacı, sattığı malın fiyatının rekabet tarafından değil, bağlı olduğu tekel örgütü tarafından belirlenmesinden yanadır.

    Hangi alanda olursa olsun kuruluşlarımız devletten, eşit koşullarda rekabet için ortam yaratılmasını değil, başkalarından farklı olabilmek için imtiyaz istemek peşindedir.

    Bir kamu kuruluşunda sınava girmek üzere bulunan vatandaş sınavda haksızlığa uğramamayı değil, başkasına sağlanan torpilden kendisi de yararlanmayı istemektedir.

    Rekabetten bu denli ürken bir toplumda rekabet için somut bir talep olamayacağına göre bir kurumlaşma söz konusu olamaz.

    Hukuk ve demokrasi kavramlarının bir türlü kurumlaşamamasında da aynı neden egemendir. “Biz sizin sorunlarınızı çözmeye talibiz” sloganıyla seçmenden oy isteyen partiler -ki hemen hepsidir- aslında bir gerçeği dile getirmektedirler: vatandaşın, kendi sorunlarını -bireysel ya da örgütlenme yoluyla- çözme yolunda somut bir talebi yoktur!

    Demokrasinin neredeyse tanımı sayılabilecek olan, “kendini yönetme yani kendi sorunlarını çözme” talebi ortadan kalkınca, demokrasinin kurumlaşmasına imkan var mıdır?

    Bu basit akıl yürütmeden çıkarılabilecek bir sonuç vardır: kurumlaştırmak istediğimiz kavramlar varsa, önce onlara somut talepler doğmasını sağlamalı, taleplerin yollarını açmalıyız.

    Çarşamba, 07 Şubat 1996

  • “SOKMA AKILLA SOKAK DÖNÜLMEZ” YA DA “SEN İSTEMEZSEN KİMSE SANA ÖĞRETEMEZ”!

    Yönetici eğitimine verilen önem son yıllarda giderek artıyor. Bazı kuruluşlar bir politika olarak, standart olarak seçilen bir dizi eğitimi tüm yöneticilerine veriyorlar.

    Eğitim içeriklerine bakıldığında gerçekten de heyecan verici başlıklar görülüyor: “başarılı yöneticilerin 7 alışkanlığı“, “grid eğitimi” ve benzeri başlıklar gerçekten de çok çekici.

    Bu eğitimleri verenlerin çoğu, yabancı bir ismi de firma adlarının içine ekleyip oldukça yüksek ücretlerle hizmet veriyorlar.

    Peki acaba, bu eğitimlerin sonunda beklenen gerçekleşebiliyor mu? Ya da eğitimlerin verimleri ne kadardır?

    Burada 3 türlü verimden söz etmek gerekir:

    1. Eğitime yollayan kuruluş açısından verim= kişinin aldığı/kuruluşun beklediği

    2. Eğitimi veren kuruluş açısından verim= kişinin aldığını beyan ettiği/eğitim kuruluşunun vermeği umduğu ve nihayet

    3. Eğitime tabi tutulan kişi açısından verim= eğitimin, ihtiyacına cevap veren kısmı/kendince belirlenen ihtiyaç

    Bu 3 verim içinde en yükseği ikincisi, en düşüğü ise üçüncüsüdür. Ve bu sonuncu verim, esas dikkate alınması gerekendir.

    Eğitim programları genellikle kişilerin üstleri ya da daha kötüsü eğitim bölümlerince belirlenir.

    Üstler -genelde- eğitimi bir “kızgınlık giderme aracı” olarak görürler. Gözüne çarpan bir eksikliğin teşhisini kendi kendine koyan bir yönetici, çalışanların neye ihtiyacı olduğunu araştırmaya ihtiyaç duymadan onları eğitime yollar.

    Örneğin sabahları işe geç kalmayı adet edinmiş bir kişinin “iş disiplini”; derdini uzun uzun ifade edip aralara bol bol eee koyan kişinin ise “iletişim” eğitimine ihtiyacı olduğunu düşünülür ve hemen de harekete geçilir.

    Ama bugüne kadar, bu tür yollarla eğitime gidip de erken gelmeyi ya da ee’leri azaltmayı başarabilmiş kimse var mıdır bilinmez.

    Bu yolla kimsenin bir şey öğrenemeyişinin nedeni, eğitime yollananların aptal olmaları değil, kendi ihtiyaçları ancak başkalarınca belirlenebilecek kadar aptal sayılmaları ve ayrıca da ihtiyaçlarının muhtemelen yanlış ya da eksik belirlenmesidir.

    Bu acayipliğe son vermek için pratik bir yol, kuruluşların bu işleri yapan bölümlerini kapatmak, dahası o bölümlerde bulunup da bu yöntemi hala savunmaya devam edenleri de Papua Yeni Gine’ye eğitim uzmanı olarak iş aramaya yollamaktır.

    İkinci yapılacak pratik eylem, kuruluşun kapısına şu ilkeyi büyük harflerle yazmaktır: ÖĞRENMEK, KİŞİNİN ASLİ GÖREVİDİR.

    Kişiler kendi eğitsel eksiklerini en iyi kendileri bilirler. Bu eksiklerin, kendine eğitim uzmanı diyen kişilerin dağarcığındaki, firma broşürlerinden sokuşturma ya da kendi kafalarından derleme başlıklardan ibaret olması gerekmez ve zaten hiç bir zaman da öyle değildir.

    Diğer yandan, eğer kişi eksiğinin farkına varmış ve onu gidermek için bir çaba içine girmiş ise kuru bir sünger kadar alıcı (receptive) hale gelmiştir. Bu kişiye harcanan tüm emek ve para yerindedir.

    Yok böyle değil de, kişi eksiğinin farkında değil ya da farkında ama onu gidermek için somut bir çabası yoksa, eğitim için kati surette çaba harcamamalı, hatta mümkünse o kişiden kurtulmalıdır.

    Kişinin özgün ihtiyaçların dikkate almayan, ağızdan dolma eğitimlerin yararsız oluşu şu kuralla ifade edilebilir: KİŞİNİN, KENDİ İHTİYAÇLARINA KARŞILIK GELMEYEN HİÇBİR ŞEY ÖĞRENİLEMEZ..

    Okul eğitimlerinde niçin bu denli az öğrenilebildiğinin nedeni de kuralda saklıdır.

    “Başarılı Yöneticilerin Yedi Alışkanlığı” çok yararlı bir eğitimdir.

    Gerçekten de başarılı yöneticiler incelendiğinde bu alışkanlıklara – o veya bu derecede- sahip oldukları görülecektir. O halde bir yöneticinin başarısını artırmak için bu eğitime tabi tutmak ilk akla gelendir ve genellikle de gelmektedir.

    Ayrıca da adına “eğitimkolik” denilebilecek bir tür de, her çeşit eğitime meraklıdır ve eğitimleri sırf bunların adlarını olur olmaz yerde söylemek için alır.

    Bu tür eğitimler çok büyük çoğunlukla, konuyu bilen bir kişinin, eğitime katılanlara “anlatması”, zaman zaman sorularla onları da “katması”, başka kişi veya kurumlardan “örnekler vermesi”, belki bazı görsel ve basılı “malzemeyle desteklemesi” biçimindedir.

    İster zorla yollanmış, isterse bu ikinci amaçla gitmiş olsunlar, katılanların bu yararlı eğitimden yararlanamayacakları neredeyse kesindir. Bunun nedeni, alınacak eğitimin kişiye özel olarak tasarımlanmamış, “her bedene tek ölçü” anlayışıyla verilecek olmasıdır (çünkü eğitimler genellikle böyle verilir).

    Örneğin bu eğitimin beşinci ilkesi, “önce anla, sonra anlaşılmasını sağla” şeklindedir. Bir problem varsa onu, ya da müşteri isteklerini önce anlamak sonra da yapılacak olanların taraflarca anlaşılmasını sağlayarak onların katılımlarını sağlamak gerekir.

    Eğitim sırasında bu ilkenin defalarca tekrarlandığını, bir video gösterilerek doğru ve yanlış yaklaşımların vurgulandığını, bununla da yetinilmeyerek eğitimin sonunda güzel kağıda renkli olarak basılmış notlar dağıtıldığını görür gibiyiz. Hatta daha da ileri giderek, konunun ne denli anlaşıldığını test etmek için eğitim sonunda bir sınav yapılıp birer sertifika dahi verilebilir. Hele hele eğitim yabancı dilde verilirse, bu eğitimi görmüş olanların cakalarından yanlarına kim yanaşabilir ki?

    Bu kişiler gerçekten de eğitim sırasında işlenen bu beşinci ilkeyi belleklerine yerleştirmiş olabileceklerdir. Ama eğer, eğitime gelene kadar, bir şeyin anlaşılmasının, o konuda bir şey yapmak için ne denli önemli olduğunu farketmemişler ise, eğitim sırasında söylenenlerin hepsi, “bellekte kalacak -ama kullanıma giremeyecek- bilgiler” olmaktan ileri gidemeyecektir.

    Denilebilir ki, bir konuda ihtiyaç hissederek “alıcı” hale gelen ve rastladığı tüm kaynaklardan, kendisinin o konudaki bilgi, beceri, davranış eksikleri olarak gördüklerini vakumlayan kişiler, gerek bu tür eğitimlerden gerekse akla gelebilecek her kaynaktan -gerçekten her kaynaktan- öğrenirler. Daha açık bir ifadeyle, bu tür “vakum” durumuna geçmiş kişiler, eğitimleri birer doğrulama ve bazı eksiklerini giderme aracı olarak kullanırlar. Bu kişiler, vakumladıkları bilgi, beceri ve davranışları anında özümler ve yaşamlarına geçirirler. Onun dışındaki kişiler ise, verilenleri belleklerine yerleştirir, gerektiğinde satışını yapar, ama onları eğitmek isteyenlerin amaçladıkları gibi yaşamlarına geçiremezler.

    Son yıllarda Batı ülkelerinin bir kısmında filizlenen Öğretme yerine öğrenme anlayışını dürten gerçek budur. Gerek okullarda, gerekse diğer kuruluşlarda yapılan ve bir işe yaramadığı bilinmesine karşın insanların öğrenme yeteneklerinin göz ardı edilmesi nedeniyle sürdürülen beyhude faaliyetin trajedisi, bu yeni akımla son bulacaktır, ama kurbanlarını geride bırakarak.

    Başta TV olmak, hemen ardından da aile ve çevresinin şiddetli koşullandırıcılığı altında ihtiyaçları bir dizi yanlışa şekillenen çocuk ve gençlerimiz, ihtiyacını duymadıkları, arayışı içinde olmadıkları bilgi, beceri ve davranışları bellemeye zorlanmakta, fakat başarılı olamamaktadırlar. Eğitimi, “davranış şekillendirmek” olarak bellemiş bir eğitim ordusu da, insanların ihtiyaç duyup duymamalarına aldırmadan, çareyi daha çok okul binası, daha çok öğretmen, daha çok bilgi olarak dayatmakta, bu yolla kendi doğrularını genelleyebileceklerini zannetmektedirler.

    Benzer boş çabalar aynen okul dışı kuruluşlar için de geçerlidir. Okulların yerini bu defa, kuruluşların eğitim birimleri almakta, daha da kötüsü para ve diğer imkanlar konusundaki sınırlar da kalkmaktadır. Okul eğitiminde yer alabilmek için öğretmenliğin bazı koşullara bağlanmış olması, okul dışı eğitimi için gerekli olmadığından, ağzı laf yapan, bir yabancı kuruluşa komisyon ödeyerek adının yanına onu da yazabilen herkes ortaya eğitimci olarak çıkmakta, ihtiyaç, öğrenme stili, öğrenicinin çabası vs gibi unsurlara aldırmaksızın eğitim satmakta, kuruluşların eğitim görevlileri de bunları kucak dolusu para vererek satın almak için eğitim katalogları hazırlamakta, planlar yapmaktadırlar. Trajedinin diğer perdesi de budur.

    “Öğretmeye son, öğrenmek isteyene yardım”, yeni eğitim anlayışımız olmalıdır. Okulda ve de dışında!

  • SORULAR

    1. İcat (çıkarmak, etmek, yapmak) dilimizde niçin biraz alay, biraz aşağılama için kullanılır?

    2. Nitelik deyimiyle, bir kişinin bilgi-becerisi, zihinsel yeterekleri, ruh sağlığı ve ahlakı; nitelik dokusu deyimiyle de bu bireylerden oluşan toplumun niteliği anlaşılmak üzere, toplumumuzun nitelik dokusu yaklaşık olarak nasıl bir istatistiki dağılım gösterir?

    3. Toplumumuzun zihniyetini oluşturan değerler kümesi içinde kirlenmeler var mıdır, varsa hangileridir?

    4. Düşünme stilimiz niçin uçlara (evet ya da hayır, siyah ya da beyaz) dayalıdır, gri tonlar niçin yoktur?

    5. Doğrularımız niçin tektir?

    6. Araştırma ve geliştirmeye yeterli kaynak ayrılmayışı neden mi yoksa sonuç mudur? Nedense niçin sonuçsa niçin?

    7. Bilim nedir, kimlerin uğraş alanıdır?

    8. Güreşçilerimizin mayo askıları 1948’den beri niçin hep düşüyor?

    9. Araştırma-geliştirme kimin görevidir? Devletin bu alandaki görevleri nelerdir?

    10. 17 Ağustos depreminde binalar niçin yıkıldı?

    11. İnşaat teknolojilerinde bilinip bulunacaklar bitti mi; bitmediyse bunları kim arayacak?

    12. Veli Göçer ne kadar suçlu?

    13. Siyasetçiler ne kadar suçlu?

    14. Belediye başkanları ne kadar suçlu?

    15. İnşaat ustaları ve işçileri ne kadar suçlu?

    16. Üniversiteler ne kadar suçlu?

    17. Bürokratlar ne kadar suçlu?

    18. TÜBİTAK ne kadar suçlu?

    19. Medya ne kadar suçlu?

    20. Rasathane ne kadar suçlu?

    21. Yıkılan binalarda oturanlar ne kadar suçlu?

    22. Yıkılan binaları satın alanlar ne kadar suçlu?

    23. Tek suçlu arayanlar ne kadar suçlu?

    24. Suçlu arayanlar ne kadar suçlu?

    25. TİTAN’cılar ne kadar suçlu?

    26. İşçimizi, memurumuzu enflasyona ezdirmeyeceğiz söylemi doğru mu?

    27. Yoktan var edilebilir mi, edilebilirse bunu kimler yapabilir?

    28. İşçi ve memur enflasyon tarafından ezilmeyecekse kimler ezilecek; kimseyi ezmeyen enflasyon olur mu?

    29. Toplum kesimlerimiz niçin sürekli çatışıyor?

    30. Organizmamızda çatışma DNA’ları mı var?

    31. Bütün okullarımızda çatışmaya yol açan bir şeyler öğretiliyor mu, yoksa öğretilenlerin hepsi mi çatışmaya yol açacak şekilde öğretiliyor?

    32. Niçin öğretiliyor? Çocuklar kendileri öğrenemiyorlar mı?

    33. Bebekler yürümeyi nasıl öğreniyor? Yürüme diploması niçin verilmiyor? Diploma verilse bebekler yürüyebilirler mi?

    34. İnsanlar doğuştan doğru, iyi ve güzele mi yoksa yanlış, kötü ve çirkine mi eğilimlidirler?

    35. Koşullandırma zihinsel tecavüz müdür, yoksa insanları doğru, iyi ve güzele yönlendirmek midir?

    36. Koşullandıranları kim koşullandırıyor, bu işin başlangıcı neresi?

    37. Reklamlar da koşullandırma mı?

    38. Dünya’nın en büyük otogarı niçin bizde; biz en büyük, en akıllı mıyız yoksa en neyiz?

    39. Doğruları kimler bilir; onlara kimler öğretiyor?

    40. İki nokta arasındaki en kısa uzaklık, onları birleştiren doğru mudur; bu her zaman böyle midir; değilse niçin böyle öğretilir?

    41. 11×11 kaç eder; 121 mi 100 mü, yoksa daha mı başka?

    42. Zaman zaman devam etmek üzere hoşça kalınız.

  • TÜRKİYE BUNLARI MI KONUŞMALI?

    Elindeki en değerli kaynağı -zamanı- inanılmaz bir verimsizlikle kullanmayı bir yaşam biçimi haline getirmiş bulunan Türkiye’de, konuşulan konulara ve özellikle de konuşulma biçimine, bilgi toplumuyla ilgilenen herkes dikkat etmelidir. Bu satırların yazarınca 5 yıl kadar evvel yazılmış bir yazı, bugün için sanki daha bir önemli gibi görünüyor:

    «Gazete ve TV’lerin tüm içeriklerini sınıflandırır, içinden ilan, reklam, hava raporu, adresi belli küfürleşme gibi standart kalemleri çıkarırsanız, geri kalacak olanların büyük bölümünün hükümet kuruluşu, çatırdaması, yıkılışı, bu konularda çeşitli kimselerin söyledikleri ile Gümrük Birliği’ne giriş tarihimiz -dikkat içeriği değil- gibi dar bir alana yoğuştuğu görülecektir.

    Acaba gerçekten de Türkiye’nin konuşması gerekenler bunlar mıdır? Örneğin, Gümrük Birliği’ne girildiğinde hizmetler sektörümüzdeki durum ne olacaktır? Onbinlerce sayıdaki küçük girişimci, buluşçuluğu yaşamının ayrılmaz bir parçası haline getirmiş Avrupalı girişimci karşısında nasıl dayanacaktır?

    Eğitimi, «bilgili insan yetiştirmek» olarak anlayan ve bunun vahim bir yanlış olduğunu anlama ihtimali pek bulunmayan kadrolara -alternatifleriyle birlikte-, eğitimin bu olmadığı, bilginin kütüphane raflarında ya da disket ya da CD-ROM’larda kolayca depolanabileceği, hatta bu bilgilerden sonuç çıkarma becerisinin dahi giderek makineler tarafından yapılmakta olduğu nasıl anlatılabilecektir?

    Eğitimin, insanlardaki yaratıcılığı köreltmemesi gerektiği, çağın acımasız rekabet düzeni içinde insanların buluşçuluğunun dolayısıyla da yaratıcılıklarının yarışacağı bu insanlara nasıl ve de kimler tarafından anlatılacaktır?

    Eğitimin, «ben şu kadar yıllık eğiticiyim» ya da «bu işler bizim uzmanlık alanımıza girer» diye böbürlenenlerin ezberlemiş oldukları alanların dışına çıkalı en az 30 yıl olduğunun, kimseyi kırıp incitmeden nasıl anlatılacağı her şeyden daha önemli değil midir?

    Türkiye’nin gündemi değişmelidir. Bunu başkaları değil kendimiz yapacağız. Mevcut iletişim kanallarımız bu gündemi değiştirecek gibi görünmüyor. O halde, yeni iletişim kanalları oluşturmak zorundayız. Ne olup bittiğini anlayan, Türkiye’nin ne olmaz işlerle uğraştığını farketmiş insanların, aralarında küçük ama bir diğeriyle birleşme kabiliyetine sahip ağlar kurarak bir büyük «sinerjik ağ» yaratmasından başka çare yok gibi görünüyor.

    «İnsanlar ve toplumlar layık oldukları biçimde yönetilirler» sözü doğrudur. Ama bu şekilde yönetilmeye müstahak olmayan ya da müstahak olmadığını düşünen kimselere düşen birbiriyle eylem birliği içinde olmak da o denli doğrudur. Eğer bunu beceremezsek, mevcut resimden yakınmaya kimsenin hakkı kalmayacaktır.

    Türkiye, «yakınan ama yalnızca yakınan insanlar toplumu»dur. İnsanımız yakınma konusunda birer profesör olmuş, kendi dışında her kim varsa, sorunlarını çözmek konusunda görevli olduğunu düşünmektedir. Bu tür insanlar gerçeği göremedikleri takdirde yakına yakına yok olacaklardır.

    Türkiye’nin gündemini bu abuk konuların dışına çıkarabilmek zorundayız. Bunun için birinci derecede görevli olanlar ise sesleri çok çıkanlar değil, bu gerçeğin farkına varmış ama kenarda oturmayı tercih eden, «nasıl olsa pişerse bana da düşer» düşüncesindeki insanlarımızdır.

    Bu karabasanı aşabilmeliyiz. Olaylara bakmada, onları anlamada, mevcut kısır kalıpları yıkmayı başkalarından beklemeyi bırakmalı, bunu kendimiz yapmayı becerebilmeliyiz.

    01 Ekim 1995.

  • GİRİŞİM DESTEKLEME AJANSLARI

    Girişim Destekleme Ajansı (GDA) ya da Girişim Destekleme Şirketi, işsizlikle mücadele için kurulan ve amacı, kişilere çeşitli beceriler kazandırılmasını sağlayıp, böylece onların daha kolay iş bulmalarına ya da kendi işlerini kurmalarına yardımcı olmak olan bir, “kar amacı gütmeyen ticari şirket” dir.

    Ortaklarının, özel kişi ve kuruluşlar olması dolayısıyla bir özel sektör niteliği taşıyan GDA, kar gayesi gütmemesi dolayısıyla da kamusal nitelik taşımaktadır. Bu ikiz özelliği dolayısıyla GDA’lara Batı ülkelerinde “Üçüncü Sektör” adı verilmektedir.

    GDA İhtiyacı Neden Doğmuştur?

    Girişim Ajansı (enterprise agency) adıyla ilk örnekleri İngiltere ve A.B.D. de görülen GDA’lar, “Sosyal Çölleşme” ve bununla bağlantılı, “Sosyal Sorumluluk” denilen iki kavrama dayalı olarak ortaya çıkmışlardır.

    Tanım olarak “Sosyal Çölleşme”, kendi içinde karlı olarak çalışıp, çalıştırdıklarına da iyi imkanlar sağlayabilen kuruluşların, çevrelerindeki sosyal yaşantıda, işsizlik, gelir yetmezliği ve bağlantılı sosyal sorunların bulunması ve bu sorunların giderek, o kuruluşlar içindeki olumlu ortamları (yeşil alan) bir çöle çevirmesine verilen addır. “Sosyal Sorumluluk” ise, sosyal çölleşmeye karşı durabilmek amacıyla, kuruluş sahiplerinin duydukları sorumluluğa denilmektedir.

    Gelişmiş ülkelerde, kuruluşların cirolarının %1 ila 2.5’unu, sosyal sorumluluk payı olarak ayırmaları ve bunu nakdi ve/ya ayni olarak harcamaları alışılmış bir uygulamadır.

    Ayrılan bu paylar yoluyla işsizlikle mücadele edilir, kişilere gerekli beceriler kazandırılır ve onların iş bulmaları ya da iş kurmaları kolaylaştırılmış olur.

    Bu çabalar bir uzmanlık gerektirir. Bu nedenle, her sosyal sorumluluk payı ayıran kuruluşun, bireysel olarak bu çabaları harcaması doğru olmadığı gibi çoğu zaman mümkün de değildir.

    İşte bu nedenlerle kuruluşlar biraraya gelerek, ayırdıkları sosyal sorumluluk paylarını heba etmeden harcamak üzere Girişim Destekleme Ajanslarını kurarlar. Diğer yandan Devlet de, bu yararlı örgütlere çeşitli destekler sağlar.

    GDA Nasıl Çalışır?

    Bir GDA, birçok havuzu bulunan ve bu havuzlarda, iş kurmak ya da iş bulmak isteyenlerin ihtiyacı olan çeşitli destekleri (Çok Yönlü Destek) bulunduran bir sisteme benzetilebilir.

    Havuzlardan birisinde mali kaynaklar, birisinde işyerleri, birisinde uzman personel zamanları, bir diğerinde ise çeşitli kuruluşlar tarafından verilmiş satınalma güvenceleri bulunur. Sadece birkaç çeşit havuzu bulunan GDA’lar bulunabileceği gibi çok sayıda havuza sahip olanları da bulunabilir.

    GDA, hangi tür kişileri ve girişimleri destekleyecekse, onlara uygun sayı ve büyüklükte havuz bulunduracaktır.

    İş bulmak ya da iş kurmak isteyenlerin çeşitli desteklere ihtiyaçları vardır.

    Genel kanı, iş kurmak isteyenin başlıca gereksiniminin para olduğu ise de bu çoğu zaman doğru değildir. Para, iş kurmak isteyen bir kişinin ihtiyaçları içinde önemli yer tutan, ama ilk sırada yer almayan bir ögedir.

    İş bulmak ya da kurmak isteyen bir kişinin gereksinimleri arasında:

    • iş konusu ile ilgili beceri kazanmak,

    • iş bulma ya da iş kurma konusunda gereken becerileri kazanmak,

    • girişimcilik eğitimi

    • işyeri

    • uzman personel (hukuki, mali, teknik vbg konularda danışmak için)

    • kredi teminatı

    • pazarlama

    • iş idaresi

    • para (hibe+kredi+hisse satışı vb)

    bulunmakta olup bunların bütününe Çok Yönlü Destek adı verilmektedir.

    GDA bünyesinde bulunan her bir havuzda, bu desteklerden birisi bulunur. Her havuzun bir giriş, bir de çıkışı bulunduğu düşünülmelidir. Girişlerden, havuza ilgili konuda destek gelmekte, çıkışlardan ise iş bulacak ya da kuracak kişilere destek verilmektedir.

    Diğer yandan da destek verilen kişiler, iş bulur ya da kurarlarsa sahip olacakları gelirden bir payla geri ödeme yapacaklardır.Böylece havuzun dengesine olumlu katkıda bulunurlar.

    Başarılı bir GDA, her havuzunun gelirleri ile giderleri arasında uygun bir denge kurabilmeli, böylece kendi işletme masraflarını da karşılamış olmalıdır.

    Destek Havuzları Nasıl Dolar?

    GDA’nın havuzları üç ayrı yoldan dolabilir; GDA kurucularının aynı ve/ya nakdi katkıları, kurucu olmamakla birlikte sosyal sorumluluk hissedenlerin katkıları ve nihayet devletin katkıları.

    Bir GDA’nın, fonksiyonlarını yapabilmesi, çeşitli havuzlarının doluluğuna, bu ise gerekli tanıtımı yapabilmesine, güven yaratabilmesine ve başarılı olabilmesine bağlıdır.

    GDA kültürü henüz yeterince gelişmemiş ülkelerde (Türkiye gibi), başlangıçta, gereken desteğin büyük bölümünün devletten gelmesi zorunludur.

    Türkiye’de Geliştirme ve Destekleme Fonu, bu tür kuruluşları (GDA) desteklemeye uygun mevzuata sahiptir.

    Parasal havuzda, hibe ve değişik koşullu krediler bulunabilir. Bir kısım kuruluş havuza hibe şeklinde katkıda bulunurken, bankalar ve diğer finans kuruluşları düşük veya normal faizli krediler verebilirler.

    Devlet ise hibe ve/ya geri ödemeli kaynaklar tahsis edebilir.

    GDA ise, böylece biriken kaynakları daha değişik koşullarla, ama her durumda girişimcinin başarı grafiğine bağlı olarak sitüasyonlar şeklinde dağıtır ve yönetirler.

    Uzman personel havuzunda, çeşitli destekleyici kuruluşların (sponsor), mesaisinin bir kısmı veya tamamını, bir süre için, girişimcilerin ihtiyaçlarını karşılamaya tahsis eden uzmanları bulunur.

    Bunlara (secondee) adı verilmekte olup, dilimize ödünç personel olarak çevrilebilir.

    Ödünç personel, bir girişimcinin ihtiyacı olan, ama başlangıçta masrafına katlanamayacağı çeşitli hizmetleri (hukuk, maliye, finansman, teknik konular) verirler.

    Batı’da ödünç personel usulü, daha üst bir pozisyona getirilmesi düşünülen personel için bir “Başarı Testi” anlamına gelmektedir.

    Satınalma güvencesi havuzunda, bir girişimcinin ihtiyacı olan en önemli destek bulunmaktadır. O da, üreteceği mal veya hizmetin, belirli koşullara uyulduğu sürece satın alınacağına (herhangi bir destekleyici tarafından) güvence verilmiş olmasıdır.

    İşyeri havuzunda, bir binanın bir kısmının kullanım hakkı ya da işyeri olabilecek bir yapının mülkiyeti bulunabilir.

    Bu tür destekler, özel veya kamu kuruluşlarından, vakıf ve derneklerden gelebilir.

    Bu desteklerden birisi ve belki de en değerlisi “Girişimcilik Eğitimi” dir. Bu, çevresine bakmayı öğrenmek ya da çevresindeki ihtiyaçları görebilmek demektir.

    Başarılı girişimciler, çevrelerindeki ihtiyaçları görebilen ve onları iş haline getirebilen insanlardır.

    Bir GDA’nın sağlayacağı desteklerden birisi de işte bu, “İhtiyaçların Farkına Varabilme Becerisi” kazandırmaktır.

    Bunun dışında da destek türleri bulunabilir ve ilgili havuzda, yukarıdakilere benzer biçimde bulunurlar. GDA yöneticisi, hizmetlerini iyi tanıtabildiği ölçüde destek havuzlarını da doldurabilecektir.

    Bugün, başta işsizlik olmak üzere birçok önemli sorunumuzun altında “yeni işler yaratamamak” yatmaktadır.Bu konuda kafa yorulmamasının bir sonucu olarak da, yeni işlerin, ya kamu kadrolarına ek personel almak ya da yeni yatırımlar yapmak gibi biri tamamen diğeri de kısmen yanlış olan iki yetersiz seçenek yoluyla yaratılabileceği gibi bir yanlışa saplanılmıştır.

    Girişim Destekleme Ajansları, bu çıkmaz sokaktan kurtulmanın en etkin araçlarından birisidir.

    ***

  • VALDE MEKTEBİ

    Pertevniyal Sultan’ın, eşi II Mahmut adına 1872 yılında inşa ettirdiği Pertevniyal Lisesi, ülkemizin en eski okullarından üç veya dördüncüsüdür. Toplumumuzda reformların en yoğun olduğu bu dönemde, imparatorluğun geleceğinin fütühatta değil yüksek nitelikli insan dokusunda yattığı tanısı gerçekten çok önemli bir ayrımdır. Bu okulumuz bundan dolayı da önemli bir kilometre taşıdır.

    Geçirdiği büyük yangından sonra betonarme olarak yeniden inşa edilen okulun caddeye bakan yüzüne, ilginç bir ustalıkla ve büyük Latin harfleriyle VALDE MEKTEBİ ibaresi yazılmıştır.

    Düz beton yüzey üzerindeki kabartıların üzerine dişi yazıyla yazılan bu yazı, gazete eklerindeki “şaşı bak şaşır” bulmacalarına taş çıkarır biçimde ilk bakışta okunamaz, karşısına geçip uzun süre baktıktan sonra birdenbire görünürdü.

    Çocukluğumuzda beni, birçok akranımı ve erişkin kişileri hayrete ve de hayranlığa düşüren bu ince sanat esprisini, yıllar geçip sanat adına yapılan şaklabanlıkları gördükten sonra, mutlaka başka dünyalardan gelen birilerinin yaptığından kuşkulanmaya başlamıştım. Artık böyle bir kuşkum kalmadı, evet gerçekten de başka gezegenlerden birilerinin gelip, insan türünün sadece kendine belletilip ezberletilenleri tekrarlayan otomatlar olmadığını, böylesine yaratıcılıklar sergileyebileceğini ima etmek, ama bunu da kabaca herkesin gözüne sokmadan yapabilmek için yükseltilmiş zemin üzerine bu dişi yazıyı yazdıklarını anladım.

    Bu ince hatırlatmanın herhangi bir yerde değil de bir okul duvarı üzerinde yapılmış olması, bunu düşünmüş olanları bir daha rahmetle anmamızı gerektiriyor.

    Bir süre evvel okulun önünden tekrar geçerken, beni ve belki birçok kişiyi böylesine etkilemiş bu büyünün bozulduğunu dehşetle gördüm: birileri, dişi yazının içini boyayla doldurarak yazıyı okunur hale getirmiş.

    Bunca sorunla boğuşan ülkemizde, okul duvarındaki yazının içinin boyanmasını sorun olarak ele almayı garipseyenler, hatta “fena mı okulu boyayıp korumuşlar”, ya da “herkesin okumaya çalışırken zaman kaybetmesini önleyip onların işlerini kolaylaştırmışlar” diyenler olabilir.

    Ben sadece bunun düşünülmesini, ama iyi düşünülmesini, hemen cevap verilmeden düşünülmesini istiyorum. Sorunlar yumağı ile bu olayın ilişkisi var mıdır, bunun düşünülmesini istiyorum.

    Okul yönetiminin, bunu önemseyebileceğini sanmıyorum. Bakanlık emirleri içinde bu yazının içinin boyanmamasını emreden bir emir herhalde yoktur. Ama bildiğim kadarıyla bu okulun bir vakfı vardır ve vakfın yöneticileri arasında bir sanatçı da vardır. Belki onlar duyarlık gösterirler. Kim bilir!!

    26 Mayıs 2000

  • Yeni düşünce biçimi, koşullandırmaya dayalı olmamalı..

    TBMM’nin 21nci döneminin açılışında yaşanan türban olayı, bugüne kadar odağında türban varmış gibi görünen bir sorunun, çözülemediği sürece nelere yol açabileceğini işaret ediyor.

    Bir hayalet sorun : Türban-gibi!

    Türban-gibi sorununda iki nokta önemlidir: Birincisi, her sorunumuzu getirip getirip eğitime, onu da okul binası, öğretmen maaşı, bilgisayar sayısı ya da öğrenim süresine bağlayan anlayışın ne denli sığ olduğudur. Bu konudaki yanılgının düzelebilmesi, küçük fakat önemli bir adıma bağlıdır. O da, “eğitim” adına yaptıklarımızın, beklentilerimizi değil, onların zıtlarını ürettiğini kabul etmektir. Eğer eğitimi, – bugüne kadar olduğu gibi- belirli bir ideoloji yönünde koşullandırmak olarak anlamaya devam edeceksek birileri de -ki mutlaka çıkacaktır-, kendi doğruları yolunda koşullandırmaya kalkacak ve bunu da muhtemelen devletten daha iyi yapacaktır. Çünkü devlet, birçok zorunlu kuralla bağlıdır ve bağlı olduğu her kural etkinliğini bir miktar düşürmektedir. Aynı işi herhangi bir kurala bağlı olmaksızın yapanlar ise çok daha etkin olacaklardır. Bunun böyle olduğu, her türlü yasa dışı örgütün ne denli etkin olabildiğinden de görülüyor.

    O halde bir sonraki adım, eğitimin koşullandırma olmadığının, hatta “yeni eğitim”in belki de tek amacının herhangi bir yönde koşullanmamayı sağlamak olduğunun idrak edilmesidir.

    Türban-gibi” sorununda önemli ikinci nokta şudur: Üzerinde uzlaşı sağlanmamış kavramları sahiplenip bunlar çevresinde çatışmayı bir gelenek haline getirmiş olan toplumumuz, “zıtların ayrılmazlığı”nı anlamak ve bunu, “yeni düşünme biçimi”nin temel ilkesi yapmak zorundadır.

    Zıtların ayrılmazlığı : Yeni paradigma

    “Laiklik” ve “inanç” kavramlarını zıt olarak anlamaktan vazgeçip, “laiklik ve inancın ayrılmazlığı”nı net olarak ortaya koymadıkça, her iki “taraf”ın yobazlarının çevresinin geniş kitlelerce dolması önlenemez. Bu durumda ise çatışma kaçınılmazdır.

    Zıtların bütünlüğü, Nevton fiziği ile bugünlere gelmiş olan bilimin de yeni paradigmasıdır. Artık, “iki zıt aynı anda var olamaz” ilkesi yerini, “birbirinin zıtları, bütünü oluşturacak şekilde bir arada ve de birbirini yok etmeye çalışmadan bulunmadıkça bütünden söz edilemez” kuralına bırakmaktadır.

    Koşullandırma en büyük ayıp sayılmalıdır!

    Toplumumuzu tehdit eden etnik, dinsel ya da başka eksenli, içten ya da dıştan güdümlü “çatışma tasarımları”nı önlemenin en etkin yolu, bilimin de sosyal yaşamın da temeli olmaya başlayan “zıtlıkların bütünlüğü” kavramını anlamaya ve sonra da yaşamımıza geçirmektir. Bu ise, eğitim anlayışımızın geleneksel değişmezi olan “nasıl bir insan istiyor isek, çocuk ve gençleri ona göre koşullandıralım” paradigmasının, insana ne denli büyük bir saygısızlık ve sistem için ne büyük bir tahrip mekanizması olduğunu anlamamıza bağlıdır.

    Devletlerin yeni görevi : bilgilendirmeyi özgürleştirip koşullandırmayı engellemek !

    Bilgilenme özgürlüğünün arkasına saklanarak koşullama yapmak, bugüne kadar pek sorgulanmamıştır. Ama artık bunların siyah ve beyaz kadar farklı olduklarını, birinin bilgi toplumunun kaçınılmaz ve yararlı gereği, diğerinin ise insan türünün koşullanmaya açıklığının istismarı demek olduğunu biliyoruz.

    Üçüncü bin yılda devletlerin en başta gelen görevi, kendisi dahil hiç bir kurumun hiç bir amaçla hiçbir kimseyi koşullandırmasına izin vermemesi, koşullanmama hakkını insan -ve de tüm canlıların- haklarının en başına yerleştirmek olacaktır.

    Hayalet sorun (phantom problem), yabancı kökenli bir kavram olup, kök sorun (root problem) tarafından üretilen, ama gerçekte var olmayan sorunları betimlemek için kullanılmaktadır.

    22 Ocak 2001

  • “YENİ EĞİTİM”!

    Geleneksel eğitimin tanımını en iyi yapanlardan birisi İngiliz düşünürü Alfred North Whitehead’dir. Ona göre eğitim, edinilen bilgilerin yaşam içinde kullanılabilme sanatının edinilmesi’dir.

    Bilgi üreme hızının düşük, daha da önemlisi insan ihtiyaçlarının daha sınırlı, insanın öğrenme yetereklerinin pek iyi bilinmediği yıllar için bu tanım dahice sayılmalıdır.

    Bugün durum değişmiştir. Artık hiçbir bilginin ne kadar süreyle geçerli olduğunu kimse bilmemektedir. En değişmez sanılan bilgiler değişmekte, paradigmalar yıkılmaktadır. Buna bağlı olarak düşünme sistemi de değişmekte, binlerce yıl kullanılabilmiş olan ikili mantık sistemi (binary logic) artık işe yaramamaya başlamıştır. İki karşıt seçenekten aynı anda yalnız ve ancak birinin geçerli olabileceğini savunan ikili mantık sistemi, yerini, bulanık mantık ilkelerine (fuzzy logic) bırakmaktadır.

    İkili mantığın dar kalıplarına göre yoğurulmuş, ayrıca da devletlerin, ideolojilerini geniş kitlelere benimsetmek üzere kullandıkları tek doğrululuğa dayalı eğitim sistemi artık iflas etmektedir. Bunun yerini çok doğrululuk, zıtlıkların aynı anda var olabilmesi gibi ilkelere dayalı yeni bir düşünme biçimi ve onun gerektirdiği eğitim sistemleri gündeme gelmektedir. Buna “Yeni Eğitim” diyebiliriz.

    Ve bir tanım olarak yeni eğitim şudur: “Eğitim, değişen durumların gerektirdiği bilgi ve becerileri yardımsız öğrenebilme ve bunları yaşamın özel durumlarına uygulayabilme sanatının kazanılmasıdır”! Şimdi sorun, sözle kolayca dile getirilebilen bu gerçeğin eğitim sınıfı tarafından benimsenmesi, alışkanlıkların değiştirilmesidir.

    Bu değişimin geleneksel yollarla -insanların akıllarına hitap etmek, ikna etmeye çalışmak, yapılmazsa neler olabileceğini anlatmaya çalışmak, emretmek, genelge yayımlamak ve benzeri yollar- gerçekleşeceğine katiyetle umut bağlamamak gerekir. Ayrıca da, bu değişim yalnızca, sayıları yaklaşık yarım milyonu bulan eğitim sınıfı mensuplarını değil, toplumumuzun neredeyse bütününü ilgilendirmektedir.

    Bu kadar geniş bir kitleyi bu denli derin bir anlayış değişikliğine uğratmak için mümkün görülebilecek tek yol, değişim ajanı adı verilen araçtan yararlanmaktır.

    Eğitim konusunda birinci derecede değişim ajanları, bu konuda çalışan gönüllü kuruluşlardır. Çünkü, herhangi bir görev gereği değil, eğitimin önemine inandıkları için bu alanda çalışmaktadırlar.

    Ancak bu, gerekli koşuldur ama yeterli koşul değildir. Yeterli koşul şudur: Eğitim alanında çaba gösteren gönüllü kuruluşların bir bölümü, okul yaptırmak, okullara yardım etmek gibi yararlı, ama radikal değişimlere yol açması mümkün olmayan alanlarda çalışmışlardır. Bu çalışmaların sürmesi, ayrıca da artarak sürmesi gereklidir. İhtiyaçların yalnız devlet eliyle karşılanamayacağı açıktır.

    Diğer yandan ise öyle bir alan vardır ki , ancak radikal “değişim hareketleri” yoluyla gerçekleştirilebilir. İşte, başlangıçtan bu yana sözü edilen değişim bu türdendir. Bunun içinse, bu gönüllü kuruluşların, bugüne kadarki bakış derinliklerinden daha fazlasına ihtiyaç vardır.

    Türkiye’de sürekli olarak eğitimden söz edilir. Hatta son zamanlarda eğitimin kalitesinden de söz edilir olmuştur. Ama hala, bu “kalite” denilen şeyin ne olduğu belli değildir. Ya da, kalite ile kastedilen, eğitimin temelde değişen niteliklerine cevap verebilecek özellikler değildir.

    Bugün iki noktada yoğunlaşılmaya ihtiyaç vardır:

    1. Eğitimde; kuşkusuzluğa, tek doğrululuğa , öğrenilenlerin o konudaki değişmez doğru olduklarına dayalı olan yaklaşım (yani ezber) ,

    2. Her canlının -yalnız insanlar değil- birer ayaklı öğrenme makinesi olduğunun anlaşılmayıp, hala öğretme yoluyla bilgi vermeye çalışılması.

    Bu iki illet, sayıları bir elin parmağını geçmeyen, eğitim alanında çalışan güçlü gönüllü kuruluşun, yoğunlaştıkları alanları bırakıp bu konulara eğilmeleriyle Türkiye’nin gündemine oturtulabilir.

    Gönüllülük, çalışılan konuda “gönlünün istediği biçimde” çalışabilme özgürlüğü demek değildir. O konuda yapılması gerekenleri düşünebilme ve uygulama sorumluluğu, gönüllü kuruluşlar açısından en yüksek düzeyde hissedilmesi gerekir.

    Hemen her konuda ilk akla gelen soru, yurtdışında bu konuda ne yapıldığıdır. Bu sorun izleyicilikle çözülemez. Dünya’da neler olup bittiğini izlemek, ama ondan bir adım da öne geçmek zorunluğu vardır.

    “Bu benim fikrim değil” sendromu, herhalde binlerce yıldır yüzlerce toplumu medeniyet dünyasından silmiştir. Bu sendroma kapılarak silinenlerden birisi de biz olmayalım.