• ÇATIŞMA, KENDİNİN SEBEPLERİNDEN BİRİSİDİR!

    Kişiler ya da onlardan oluşan toplum kesimleri arasındaki çatışmaların çeşitli nedenleri olabilir. Bu nedenlerin bir bölümü süreklilik arzederken bir bölümü de bir ateşleyici (başlatıcı) rolü oynar ve sonra yok olabilir.

    Burada ilginç olan hal ikinci durum olup, ateşleyici neden yok olsa dahi çatışmanın sürebilmesi, hatta şiddetlenerek sürebilmesidir. Denilebilir ki her ateşleyici neden, kişi ya da toplum kesimlerinin yeni bir paradigma sahibi olmalarına ve olayları eskisi gibi değil de bu yeni paradigma ile değerlendirmelerine yol açar. Bu durum aynen bir çakmak ile yakılan ateşin, çakmak söndükten sonra kendi kendini sürdürmesi olayına benzemektedir. Çakmak, başlangıçta ateşin nedeni ise de daha sonra ateşin nedeni bizzat kendisidir.

    Halk arasında “gıcık kapmak” diye adlandırılan bu olguya göre bir kişi herhangi bir nedenle bir diğer kişiye karşı duyarlık kazanmışsa, artık onun tüm davranışları diğerine “batmaya” başlar ve sonunda incir çekirdeğini doldurmaz bir nedenle taraflar çatışmaya başlayabilirler.

    Çatışma bir defa başladıktan sonra taraflar yeni gözlükler takacakları için, birbirlerinin olağan tutum ve davranışlarını dahi eskisinden farklı değerlendirmeye, bunları çatışmanın tırmandırılması için gerekçe olarak kullanmaya başlarlar. Yani, çatışma çatışmanın bir nedeni -hatta en etkin nedeni- olmaya başlar.

    Ülkemizde, çeşitli toplum kesimleri birbirlerine karşı duyarlık kazanmışlardır. Bu kesimleri çevreleyen sosyal ve ekonomik koşullar ise kesimler arasındaki çatışmaları kolaylaştırabilecek niteliktedir. Toplumumuzun sorun çözebilme, çatışma önleyebilme gibi konulardaki birikimsizliği ise çatışma iklimini daha bir hazır hale getirmektedir. Bunların üzerine bir de iç ve/ya dış kaynaklı kasdi “ateşlemeler” binince çatışma süreci başlayabilmektedir. Çeşitli zamanlarda bu mekanizma aynen böyle işlemiştir.

    Bu basit mekanizma, çatışmaların azaltılması ya da mümkünse yok edilmesi için çok önemli bir araç olarak kullanılabilir. Çatışan taraflar, çatışmanın bu dinamiği konusunda bilinçlendirilebilirlerse, kendi kendini sürdüren bu yanma olayı sönmeye dönüşebilir.

    Bu mekanizmanın bir diğer önemi idareler açısındandır. Haklı ya da haksız nedenlerle ortaya çıkan ve önlenemeyen küçük çatışmalar, daha büyük çatışmalar için çakmak görevi görebilir. Bu nedenle idarelerin bir numaralı görevi, çatışmaları önlemek, iki numaralı görevi ise potansiyel çatışma süreçlerini erken algılayıp sürecin başlamasına izin vermemektir.

    Çatışmaların önlenemeyişi, potansiyel çatışma ateşleyicilerine en büyük cesareti veren unsurdur. Örneğin, her aklına gelenin aklına geldiği biçimde sokaklara dökülmesine izin vermeyi demokrasi sanan çok insan vardır. İnsanların şikayetlerini dile getirmesi için kurallara göre gösteri yapmasıyla, aklına gelen yerleri basarak popülist pirim toplamaya çalışanların yapmaya çalıştıkları arasındaki benzerlik, fille bağımsızlık arasındaki benzerlik kadardır.

    Çatışma potansiyellerinin azaltılması için yapılması gerekenlerin en önemlisi ise çatışabilecek kesimler arasında iletişimi sağlayacak, bu kesimlerin kendi istekleriyle “çatışma önleyici araçlar” geliştirmelerini kolaylaştırabilecek, bunların uygulanma sonuçlarını birlikte izleyip değerlendirmeler yapabilecekleri platform(lar) geliştirilmesidir.

    Bu tür platformlar, çatışmanın, kendinin sebeplerinden birisi olduğu konusundaki bilincin gelişmesine de katkıda bulunacak araçlardır.

    Pazar, 09 Nisan 1995

  • BAL TUTAN PARMAK YALAR!

    Tam yarım sayfalık bir gazete haberi:

    Van’ın Edremit ilçesinde geçirdiği bir trafik kazasında yaralanan hemşire Hilal Akkaya, kaldırıldığı Van Yüzüncüyıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’nde acil serviste 8 saat bekletildikten sonra öldü. Hastane önünde toplanan meslektaşları olayı protesto ederek, “bu bize yapılırsa vatandaşa ne yapılmaz” dediler. Devlet hastanesi başhekimi Nesrin Asut da, “bir sağlık personeli bu kadar basit bir ihmal sonucu ölüyorsa ayıptır” dedi. Tabipler odası başkanı Figen Polat, “Hilal hemşirenin ölümünde ihmal olup olmadığını araştıracağız, varsa görevli doktorlardan hesap soracağız” dedi…..

    Merd-i kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler”, süzüle süzüle gelmiş bir atasözümüzdür. Yeni Türkçeye çevrilince “Mert çingene övünürken suçunu söyler” denilebilir.

    Hergün birçok vatandaşımız benzer ilgisizlikten dolayı aynı akıbete uğrarken bu durumu özel varsayıp yarım sayfa haber yapan gazete de dahil olmak üzere başhekim, tabip odası başkanı, protesto eden hemşireler ve belki daha yüzlerce kişi aslında şunu söylüyor:

    Her kamu görevlisi, elindeki imkanları önce kendi, sonra yakınları ve en sonra da -eğer kullanılabilecek bir imkan kaldıysa- vatandaşlar için kullanır. Meslektaşlık yakınlık demek olduğuna göre tüm hastane personeli imkanlarını Hilal hemşire için kullanmalıydı. (Çünkü bu yarın başka bir sağlık personelinin başına da gelebilir).

    Bu olgunun yalnız sağlık personeli için söz konusu olmadığına, örneğin elindeki imkanları seçim bölgesi için kullanan bakanlarımızın da pek az kimse tarafından ayıplandığına dikkat edilmelidir.

    Maliyede çalışan vergisini kolay yatırır ama hastanede geriye düşer; hastane personeli ise maliyede geriye düşer. Daha da genelleştirilerek, her kamu görevlisinin, elindeki imkanları kendisi ve yakınları için kullanıp, başkalarının ellerindeki imkanlar açısından daha ön sıralara geçme mücadelesi verdiği, bunun için de ülkemizde kimin kimi tanıdığının büyük önem taşıdığı söylenebilir. Bütün mesele, vatandaşlıktan yakınlığa terfi edebilmektir.

    Değer sistemimiz açısından son derece kabul görmüş olan bu ayıp, ne yasa, ne yatırımla önlenebilir. Önce farkına varmak, sonra da “ben yakınlarıma imkan dağıtmak için bu görevde değilim” diyebilenlerin, kendi aralarında örgütlenerek bir “seçkin tavır ağı” oluşturabilmeleri tek çıkar yoldur.

  • NİTELİK DOKUSU KONUSUNDA DUYARLIĞIN GELİŞTİRİLMESİ

    Dünya ile aramızdaki duvarlar kalktıkça gelişmiş ülkelerle bizi ayıran değerler berrak olarak ortaya çıkıyor ve haklı olarak da biz bunlara sahip olamamanın üzüntüsünü, biraz da -haklı olarak- kıskançlığını duyuyourz. İnsan hakları, demokrasi, toplum kesimleri arasındaki uzlaşma, akılcılık gibi değerler bunlardan yalnızca birkaçı.

    Başta siyasi partiler olmak üzere toplumumuzu yönetip yönlendiren kuruluşlar, bu değerlere sahip olma konusunda kah özlemlerini, kah şikayetlerini dile getiriyorlar.

    Ama acaba bu özlemlerin gerçekleşmesi mümkün müdür? Ya da bugünkü şartlar altında mümkün müdür? Ya da bu değerlere sahip olmamızı önleyen nedir, nelerdir? Önce birincisine cevap: Hayır, bu şartlarda bu değerlere sahip olmamız maalesef mümkün değildir. İkinci sorunun cevabı ise “toplumumuzun nitelik dokusu” nun yetmezliğidir.

    “Nitelik” deyimi ile zeka, bilgi-beceri, ahlak, beden ve ruh sağlığı; “doku” ile de toplumu oluşturan bireylerin değişik niteliklerinin oluşturduğu örgü kastedilmektedir.

    Bu tanı nedeniyle zekası, bilgi-becerisi, ahlak ve akli-bedeni sağlığı yerinde olan bireyler alınganlık göstermemelidir. Burada sözü edilen ortalama dokudur.

    Bu yetersiz doku, özendiğimiz toplumlardaki herşeyi -evet herşeyi- burada çarpıtarak, kırparak, deforme ederek taklit etmektedir. Fayansları eğri döşeyen insanımız, karakolda polis, vergi dairesinde memur, lokantada garson ya da parlementoda milletvekili olarak yapması gereken işleri eğri yapmaktadır.

    Dolayısıyla sorunlarımızı çözmenin ilk adımı bu nitelik dokusunu düzeltmek olmalıdır.

    Bunu yapmaksızın, yeni yasalar, yeni yatırımlar, yeni kurumlar daima yeni eğrilikler üretmekten başka işe yaramamaktadır.

    Hangi geri kalmış yöremize gitseniz oralardaki insanların yeni göletler, yeni fabrikalar, yeni yatırımlar istemeleri ve politikacıların da kendilerini bu isteklere göre yönlendirmelerine demokrasi adı takılmış, gerçek demokrasinin ancak nitelik dokusu geliştirilmiş insanlar arasında var olabileceği ısrarla görmezlikten gelinmiştir.

    Burada güçlük, bu gerçeğin farkında olan az sayıdaki insanın dışındaki kitlelere bunu anlatabilmesindedir. Çünkü ilk bakışta, bütün sorunların ortak elementi durumunda bir faktörün varlığına inanmak ve bunun olağanüstü etkisini takdir etmek pek kolay değildir.

    Kitleleri yönetip yönlendirenlere bu gerçeği anlatabilmek kolay görünmüyor. Bunun için, kitle iletişim araçlarının toplumu uyandırmasından başka bir çare yok gibidir.

    Eğitim sistemimizin çarklarına kapılmamış (yanlış olarak cahil diyoruz) insanlarımız birşeylerin farkındadırlar.

    Yıllardır toplumumuza yol gösterdiğini iddia eden ve kendi kendine aydın adına takmış olan kesimin ikna edilmesi ise çok daha güçtür.

    Ruh sağlığı bozuk kişilerin toplumları nerelere götürebildiğinin tarihte ve günümüzde çok örneği vardır.

    Kitle iletişim araçları bunları sergilemeli, nitelik dokusunun bu bileşeninin etkisini gözler önüne sermelidir.

    Benzer şekilde, zekası, bilgi-becerisi ya da ahlakı bozuk kişilerin toplum yaşamında ne denli olumsuzluklara yol açtığı sergilenerek toplum duyarlığı geliştirilmelidir.

    İşin ikinci perdesi ondan sonra gelmektedir.

    Nitelik dokusunun nasıl geliştirileceği, bu önemli gerçeğin kavranmasından sonra yapılacak iştir.

    Ümit çocuklardadır.

    Abuk sabuk, karışık, sözüm ona milli hedefler yönünde laf ebesi insanlar yetiştirmeyi amaçlamış eğitim sistemimizin bir an önce terkedilmesi (yerine hiçbir şey konulmasa dahi) yapılması gereken ilk iştir.

    Nil nehrinin uzunluğunu, üçgenin alanını, Kadeş anlaşmasını gözünü kapatıp hatırlayabilen aydınlar yerine, yüzlerce soruna akılcı olarak bakıp, basit olarak “acaba bunlara neler yol açıyor?” diye sorabilen meraklı ortalama insanlar yetiştirmek güç değildir. Yeter ki eğitim sorunlarımızı, öğretmen maaşlarını artırarak çözmeye çalışan yaklaşımdan kurtulalım.

    Önce nitelik dokusu. Yanlış kapıları zorlamayalım.

    AT kapısını da, demokrasiyi de!

    Kasım – 1994

  • GİRİŞİM SERMAYESİ

    Ekonomik paket kapsamı içinde açıklanan Girişim Sermayesi (GS) hakkında dikkate alınması gereken bir seri gerçek bulunmaktadır. Bunların yeteri ağırlıkla dikkate alınması GS’nin başarısını sağlayacak, aksine bir ya da birkaç noktanın gözden kaçırılması, serbest piyasa sisteminin bu önemli aracının elden çıkmasına ve daha da kötüsü daha uzun bir süre, “denendi ve başarılı olmadı” gerekçesiyle kullanılamamasına neden olabilecektir.

    • GS kavramının ekonomik tedbirler içinde yer almış olması son derecede sevindiricidir. Sanayimizin ihtiyacı olan yeni bir momentum, ancak bu gibi çağdaş araçların kullanıma sokulmasıyla kazanılabilir. Bunu düşünenleri kutlamak gerekir.

    • GS sisteminin ne olduğunun, nasıl işlediğinin, nasıl başarılı kılınabileceğinin ve olası güçlüklerin neler olduklarının bilinmesi, sistemin başarısı açısından zorunludur.

    (A) Girişim Sermayesi (GS) Nedir?

    Başarıya ulaşmasında bir miktar risk bulunan ve fakat ulaşması halinde de kazanç beklentisi yüksek olan konulara (venture); venture (Türkçe’ye serüven olarak çevrilebilir) için gerekli sermayeye de (Venture Capital = Girişim Sermayesi) adı verilmektedir.

    Tanım itibariyle her girişim GS’ne konu olabilirse de genellikle yeni veya ileri teknolojiler GS’nin ilgi alanına girerler.

    Bilgisayar donanım ve yazılımı, elektronik, biyoteknoloji, optik, laser, nükleer mühendislik vb konular, GS’nin en çok kullanıldığı alanlardır.

    Özellikle A.B.D. de, uzay ve/ya savunma amacıyla geliştirilen teknolojilerin sivil hayata uygulanması, GS yoluyla olmaktadır.

    GS, bir yeni ve/ya ileri teknolojik fikri bulunan ve fakat bunu ticari hayata aktarabilecek sermayeye sahip olmayan kişi(ler) ile, parasını yüksek kar getiren bir işe yatırmak isteyen bir kişi veya kuruluşun geçici işbirliği demektir.

    GS’ni herhangi bir ticari ortaklıktan ayıran özellikler şunlardır;

    1. Başarıya ulaşmada yüksek risk, fakat başarı halinde yüksek kar beklentisi,

    2. Sermaye sahibinin, işin ticari veya teknik yönetimine karışmayıp yalnız sonucu ile ilgilenmesi.

    3. GS’ne konu olan bir işteki risk, genellikle işin teknolojisindeki belirsizliklerden doğar. Dolayısıyla GS’ne konu olan işler, bir araştırma sürecinin başarısına bağlıdır.

    Örneğin, talaşlı imalat yapan bir tezgah yerine laser ile kesme yapımı üzerinde bir araştırma yapılacak ve bunun sonucunda da çok karlı bir ürün ortaya çıkacaksa, gerek araştırma, gerekse araştırma sonuçlarına ticari anlam kazandırılması için gerekli finansman, GS yoluyla sağlanabilir.

    Geleneksel banka kredisi sistemi, tam garanti esasına dayandığı için bu tür işlerin finansmanında kullanılamamaktadır.

    Söz konusu risk, örneğin bir ürünün pazarlanıp pazarlanamayacağından (mesela mevcut pazarlama zincirlerinin gücü dolayısıyla) kaynaklanıyorsa, bu girişim GS’ne konu olmamaktadır. Tabii ki bu kesin bir kural değildir.

    (B)GS’nin Ön Koşulları Nelerdir?

    Bu kısa açıklamadan da anlaşılabileceği gibi, GS sisteminin konu edilebilmesi için şu ön koşullar gerekmektedir:

    1. Bir yeni veya ileri teknolojinin geliştirilmesine yol açabilecek araştırmaların mevcudiyeti,

    2. Bu araştırmalar sonunda ortaya çıkabilecek ürünleri ticarileştirebilecek ticari yetenek ve imkanlara sahip girişimciler,

    3. Bu girişimcilerin önlerinde engellerin bulunmaması,

    4. Sermaye sahiplerinin olası kayıplarını telafi edebilecekleri ölçüde zengin bir “teknoloji geliştirme kaynağı”. (Batı’daki deneyim, GS’ne konu olan işlerin ancak %10-30’unun başarılı olabildiğini göstermektedir.)

    (C)GS, Bir Araçlar Kümesinin Yalnızca Bir Parçasıdır

    GS, ekonomik gelişme denilen süreç içindeki bir çok parçadan yalnızca bir tanesidir. Dolayısıyla GS’ni, yeni işlerin yaratılmasında sihirli bir araç gibi görmek son derece yanıltıcıdır.

    Örneğin, mevcut bir teknolojiyi geliştirerek uygulamak veya kendi işini kurmak isteyen bir girişimcinin iş yapması için başka parçalara ihtiyaç vardır.

    Yeni iş kurmak isteyen bir kişinin ihtiyacı olan (ve genellikle kendisinin de iş işten geçtikten sonra farkına varabildiği) ögeler şunlardır:

    • Yaşayabilir bir iş fikri

    • Varlığı test edilip doğrulanmış bir pazar hacmi

    • Girişimcilik yeteneği

    • Girişimcinin, gereksinimini duyacağı Çok Yönlü Destek, yani;

      • Bilgi, beceri

      • işyeri (ortak kolaylıkları sağlanmış bir işyeri )

      • Uzman personel

      • Mevzuat bilgisi (hukuk, muhasebe vb)

      • Enformasyon kaynakları (kütüphane, bilgi ağları, danışma kurumları vbg)

      • Vergi kolaylıkları (bağışıklık, erteleme, taksitlendirme vb)

      • Finansman desteği çerçevesinde;

    1. Hibe (geri ödenmeyecek kısım)

    2. Düşük faizli kredi

    3. Girişim Sermayesi

    Bütün bu desteklere ek olarak, girişimcinin önündeki engellerin de asgariye indirilmiş olması gerekmektedir.

    Halen ülkemizde bir iş yapmak isteyenin önünde, onu caydırabilecek çok sayıda engel bulunmaktadır. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse;

    • İşyeri açma veya kapamadaki ağır mevzuat yükü

    • Belediyelerin yüklediği mevzuat yükü

    • Yasa ve/ya ahlak dışı talepler (yardım istekleri, rüşvet vbg)

    • Peşin vergi

    • Teşviklerin keyfiliği

    • Haksız rekabet

    Konu bununla da bitmemektedir. Kapitalist ülkelerde girişimcilerin en önemli desteği kamu alımlarıdır.

    Kamu alımlarının, serbest rekabet piyasası kurallarına göre yapılması, potansiyel girişimcileri iş yapmaya özendiren en önemli dürtüdür.

    Kamu alımlarının, nüfuzlu kişilerin yakınlarına avantaj sağlayacak şekilde yapılması ya da alımlarda rüşvet ve benzeri kanalların yaygınlığı, girişimciliği boğan en önemli nedendir.

    İşte bütün bu faktörlerin olumlu şekilde biraraya gelmesine uygun iş iklimi adı verilmektedir.

    Görülmektedir ki GS, bir buzdağının görünen kısmından küçük bir parçadır. Buzdağının altındaki büyük kısım dikkate alınmadan GS’ne bel bağlanması, buna çarpan gemiye yalnızca bir çeşit etki yapabilir; gemiyi batırır!

    Sonuç olarak, GS sisteminin gündeme getirilmesini, bütün bu ögelerin düzenleneceği anlamında almak gerekir.

    Aksi halde, bu karmaşık sistemin bilincinde olmamak, bir şeyin adı ile kendini aynı sanmak gibi bir ihtimal doğar ki durum herhalde bu değildir.

    ***

  • OKUL SİSTEMİNİN EN SAKINCALI YANI!

    Geleneksel okul sistemine yöneltilen birçok eleştiri var. Toptancılık anlayışı içinde bireysel özellikleri yeterince dikkate almayışı, öğrenme yeteneğini göz ardı edip öğretme esaslı oluşu ve ders denilen ve yaşamın soyut bir modeli olan bir araç yoluyla derslerin işlenmesi eleştirileri bunlardan yalnızca üçü -ve de bütününün reddedilmesine kadar gidebilecek üçü- dür.

    Bu üçüncüsü, özellikle bizim üzerinde daha dikkatle durmamız gereken bir noktadır. Yani, yaşamın kendini, onu iyice unutturacak ve ancak çok yüksek soyutlama becerisi kazanabilmiş erişkinlerce tekrar bir araya getirilerek anlaşılabilecek derecede parçalayarak “dersler” haline getirmek, ilkel çağlardan bugünlere erişebilmiş bir garabettir.

    17-18 Ekim tarihlerinde İstanbul’da bir seminer veren Prof. James J. Asher’in seminer sırasında verdiği bir örnek, derslerin gerçekleri nasıl çarpıtıp saçmalaştırdığını göstermesi bakımından ilginçtir. Ortaokul öğrencilerine cebir öğretmek için seçilen problem şudur: Ohio’lu bisiklet tamircisi olan Wright kardeşler (uçağın mucitleri), bir gün dükkandaki 2 ve 3 tekerlekli bisikletleri saymak isterler. Kardeşlerden birisi yalnızca pedalları sayar 18 sayısını bulurken, diğer kardeş tekerlekleri sayar ve toplam 46 sayısını belirler. Acaba dükkanda kaç adet 2 ve kaç adet de 3 tekerlekli bisiklet vardır?

    Buna benzer problemler, bizim orta ve lise kitaplarımızda bol miktarda mevcuttur.

    Ancak unutulan nokta, bu problemin saçmalığının göz ardı edilip, çocukların aptal yerine konulmasıdır. Doğrudan 2 ve 3 tekerlekli bisikletleri saymak varken hiç kimse pedal ve tekerleri ayrı ayrı sayıp sonra da 2 bilinmeyenli denklem kurarak 10 adet 3 ve 8 adet de 2 tekerlekli bisiklet olduğu sonucuna varmayı düşünmez.

    Çocukları ilgilendireceği düşünülen bu akılsızca problem formülasyonu aslında, çok farklı anlama gelmektedir: Çocukları çok az tanıdığımızı ve eğitim yaklaşımlarımızın onları gerçekten de aptallaştırdığının farkında olmadığımızı!

    Tüm fizik, kimya, matematik kitaplarındaki problemleri inceleyiniz. Şu iki kategoriden birine mutlaka girerler: ya hiç bir açıklaması olmayan problemler, ya da bisiklet probleminde olduğu gibi aptalca düzenlenmiş olanlar.

    Bu yaklaşımın muhakkak ki bir nedeni vardır: O da, öğrenmenin tek yöntemi olarak, değişik problem türlerinden olabildiğince fazla örneği “tekrarlayarak” farklı bir probleme rastlama olasılığını olabildiğince azaltmaktır.

    Bu tekrarlama işini iyi yapan ve de niçin tekrarlama gerektiğini sormayan öğrencilere “çalışkan” deniliyor ve bir fizik, kimya ya da matematik problemini çabucak çözebilen bu çocuklarda da “fen kafası” olduğu söyleniyor. Bu çocuklarımız derslerde sık sık sorular sorarak, değişik görüntülü (ama kökü aynı) problemleri nasıl çözeceklerini öğrenmeye çalıştıklarında, bu da “ezberin olmadığının kanıtı” olarak gösterilir.

    İşte, bu kadar tekrar için anlamlı problem tasarımlamak zor olacağı için de mecburen gerçek yaşamda rastlanması mümkün olmayan problemler ortaya atılır.

    Derslerin gerçek yaşamla birleşmesi ancak tekrarın ortadan kalkması ile mümkündür. Bu ise karmaşık problemleri -tekrarladığından ötürü- çözebilen kişilere değil, çocuklarımızın çok basit gerçekleri iyi anlamış olmalarına bağlıdır.

    Diferansiyel denklem çözebilen, ama gerçek problemlerle karşılaştığında birinci derece denklem bile kuramayan üniversite mezunları yerine, bayağı kesirlerin çarpım kuralının niçin öyle olduğunu bilen çocuklara ihtiyacımız var.

    Dersleri birbirinden kopararak vaziyeti kurtarmak (programı zamanında yetiştirmek) yerine, onları anlamlı senaryolar içine yerleştirebilen öğretmenlere, bu yapılmadığı takdirde neler olabildiğini ve de olabileceğini görebilen eğitim yöneticilerine (her düzeyde) ve elite ihtiyacımız var.

  • BARIŞ VE HOŞGÖRÜ YILI!

    Bir kavramı tutundurmak, insanları duyarlı kılmak ya da bir şey yapmadan yapıyormuş gibi göstermek amaçlarıyla icadedilmiş bulunan “gün”, “hafta” ve “yıl” araçları, ancak kullananların niyet ve de kabiliyetlerine göre yararlı olabilirler.

    “Trafik Haftası”nı, daha özgürce araç kullanılacak hafta sananlar nedeniyle kazaların arttığı, bu araçların her zaman yararlı olmayabileceğine işaret eden bir şakadır.

    1995 yılı, -Türkiye’nin de girişimleriyle- “Dünya Barış ve Hoşgörü Yılı” ilan edilmiştir. Bu yılın, Boşnak’ları yokederek ırklarını arındıracaklarını sanan “ahmak”ları ne denli durduracağı bellidir. Benzer şekilde, ülkemizde her yıl kutlanan(!) İş Güvenliği Haftası’nın da iş kazalarına karşı hiç bir etkisinin olmadığı da açıktır.

    Bu noktada, “barış ve hoşgörü” bağlamında sorulması gereken iki soru şudur:

    1. Dünya’nın hemen her köşesinde uluslar, ulusları oluşturan etnik veya dini gruplar ya da daha genel bir deyimle “çeşitli ilgi ve çıkar grupları” acaba niçin sürekli çatışma halindedirler ve bu çatışmaların nedeni yalnız hoşgörüsüzlük müdür?

    2. Eğer, bu çatışmaların önemli bir nedeni hoşgörüsüzlük ise onun sebepleri nelerdir? Bu sebepler nasıl ortadan kaldırılabilir?

    “Çatışma sayısı kadar neden vardır”, birinci sorunun en doğru yanıtı ise de, sınırlı kaynaklar için yarışma, değer ölçülerini başkalarına benimsetmeye çalışma ve kendine benzemeyenlerden kurtulma istemi, çatışmaların üç temel kaynağı durumundadır. Bunlardan son ikisi hoşgörüsüzlük ile doğrudan bağlantılıdır.

    Hoşgörüsüzlüğün kaynağında ise, insanlığı bugünkü sürekli çatışma ortamına getiren evet-hayır mantık sistemi yatmaktadır. Ancak ve yalnız tek doğru, tek iyi ve tek güzel bulunduğu, bunları benimseyenlerin dost, benimsemeyenlerin ise düşman olduğu mantığı, “ikili mantık sistemi”mizin (binary logic) doğal bir uzantısıdır.

    Anaokulundan üniversite sonuna kadar bu çatıştırıcı mantık sistemiyle beyni yıkanan insanlar nasıl olup da başka doğruların, iyilerin ve güzellerin varlığına hoşgörüyle bakabileceklerdir?

    Bunun tek yolu, tahammül denilen ve hoşgörü ile yakından uzaktan ilgisi bulunmayan kavramdadır. Tahammül, her an patlamaya hazır, karşılıklı anlayış ve uzlaşmayla ilgisi olmayan bir “ateşkes” durumudur.

    “Farklı düşüncelere de tahammül edebilmeliyiz” biçiminde dile getirilen ve güya hoşgörü empoze etmeye çalışan söylemleri, bu kavramları doğru kullanması gerekenlerin ağızlarından duymak, hoşgörüsüzlüğün nedenlerinden birisi sayılmaz mı?

    Hoşgörü (ve onun bir türevi olan barış) yılında ilk yapılması gereken, hoşgörüsüzlüğün altında yatan bu mantık sisteminin çatıştırıcı etkilerini anlamaya ve sonra da topluma anlatmaya çalışmaktır. Bu mantık sistemi yürürlükte kaldığı sürece çatışmalar kaçınılmaz, barış ve hoşgörü ise yapay ve her an bozulabilecek süreçlerdir.

    İki şeyden ancak ve yalnız birisinin doğru olabileceğini kabul eden evet-hayır mantık sistemi artık devrini tamamlamış, ancak insanlar hala onu kullanmakta direnmektedirler. İşte bu denli yaygın çatışmaların altında yatan önemli bir neden budur.

    Geliniz, Barış ve Hoşgörü Yılı’nı bu gözlükle değerlendirelim ve ikili mantık sistemi yerine, siyahlarla beyazlar arasında grilerin de bulunduğunu kabul eden “sürekli mantık sistemi” adı verilebilecek yeni bir bakışı benimseyelim.

    Pazar, 04 Aralık 1994

  • ŞİŞMAN DERYA!

    Geçtiğimiz günlerde, İstanbul’da yayın yapan radyoların birinde, Darüşşafaka Lisesi -ya da onun vakfı- yetkililerinden birisi olduğu anlaşılan bir kişi ile söyleşi yapılıyordu. Yetkili, büyük bir ısrarla okullarının donanım açısından diğer okullara göre önde olduğunu anlatıyor, kaç adet basketbol sahası, kaç tane fen laboratuvarı, kaç bilgisayar dersliği olduğunu büyük bir övünçle anlatıyordu. Anlattıklarından anlaşılan iki şeyden birisi gerçekten de bunların var olduğu, ikincisi ise okul denilince aklına bundan başka bir şeyin gelmediği idi. Söyleşiyi yapan radyo ilgilisi de okul denilince benzer şeyleri anladığı için, program böyle bir karşılıklı anlayış havası içinde bitti.

    Bir kişi ya da kurum eleştirildiğinde genellikle yapılan savunma, o kişi ve kurumun evvelce yapmış ve belki halen yapmakta olduğu iyi şeyleri sıralamaya dayanır. Daha da güçlü bir savunma aracı, kişi ya da kurumun kaç yıllık olduğunu ileri sürüp, “eğer bir yanlışımız olsaydı bunca yıl ortaya çıkmaz mıydı” demeye getirmektir.

    Şimdi bu kurumla ilgili olarak yapılacak eleştirilere karşı da benzer argümanlar geliştirilebilir ve yüz bilmem kaç yıllık geçmişi olan -Kızılay’ımız gibi- bu kurumun ne kadar büyük olduğu ve dolayısıyla eleştirinin haksız olduğu -kurum yaşıyla eleştirinin ne gibi bir ilgisi varsa- ileri sürülebilir.

    Geçtiğimiz hafta içinde, medyadan öğrenildiği kadarıyla, bu kurumun açtığı sınavı kazanıp okumaya hak kazanan Derya adlı bir kız, kilosu standartların dışında olduğu için okula kabul edilmemiş.

    Polis akademileri ve askeri okullar ile mankenlik okullarına girişte de benzeri standartlar uygulandığı bilinmektedir. Bunda bir tuhaflık da yoktur. Çünkü, bu okullar fizik yapının belirli sınırlar içinde olmasını gerektirebilecek beceriler kazandırmaktadır.

    İlk, orta ve yüksek öğrenim kurumları ise, Milli Eğitim Temel Yasası’nda emredildiği şekilde çocuk ve gençlerin, bedeni, ruhi, akli ve ahlaki becerilerle donatılması için mevcuttur. 1739 sayılı yasanın 1nci maddesinin 2nci bendi aynen böyle demektedir ve dikkat edilirse bedeni yetiştirmeyi de birinci önceliğe almıştır.

    Hal böyle iken, okul yönetimi, kendi hazırladığı ve temel yasanın en can alıcı maddesine ve ayrıca akıl ve sağduyuya aykırı olarak kilosu, kendi koydukları sınırların dışında olan bir çocuğun okuma hakkını gaspetmekte, bunu da çıkıp TV ekranlarında bir marifetmiş gibi hala savunmaya devam edebilmektedir.

    Kendine belletilme yoluyla ezberletilenleri sorgulamadan diploma toplaya toplaya belirli yerlere gelmiş bu insanlar, “şefkat kapısı” adlı okulda şefkatsizliğin örneğini vermişlerdir.

    Sağduyulu okul yöneticilerinin yapacağı, çocuğu okula kabul etmek ve bir organik bozukluğa dayanmıyor ise, uygulayacakları bir rehberlik programı ile Derya’yı normal kilosuna indirmek, ama bir yandan da bu abuk maddeyi içeren yönetmeliği derhal değiştirmekti. Bunu yapıp yapmayacakları bilinmez.

    Ama, bu yazımı bir suç duyurusu olarak Cumhuriyet Savcısı’nın dikkatine sunuyor ve ayrıca da postalayacağımı belirtiyorum. Okul yöneticilerinin, 1739 sayılı yasanın amir hükmünü çiğnemeleri nedeniyle haklarında kovuşturma yapılmalarını saygılarımla arz ediyorum.

  • BAŞKALARININ ÖNÜNE GEÇMEK İLLETİ!

    Çocuk ve gençlerimize çok küçük yaşlarından başlayarak kazanımı özendirilmek gereken bir beceri de “gözlem” dir. “Gözlem” ve “soru sorma” becerileri kazanmış bir çocuğun, en karmaşık sorunları anlayıp onlara akılcı çözümler geliştirebileceğinden şüphe edilmemelidir. Bu tür çocukları, en yüksek görevlere getirebilirsiniz.

    Kişisel ya da toplumsal sorunların görünürdeki değil de kaynaktaki nedenlerini anlıyabilmeyi güçleştiren bir sebep, olayların zaman içine yayılmış olmasıdır. Nitekim, kısa süre içinde olup biten olayları daha kolay anlıyabilmemizin nedeni de budur. Gözlem becerisi geliştiğinde birbirine bağlanabilen olay parçaları bütünün görülmesini sağlarken, aksi halde bağımsız tesadüfler olarak algılanır.

    Sıkışık bayram trafiği sırasında yollarda oluşan kilometrelerce kuyrukları dikkatle gözlediğimizde görülen bir olgu, birçok toplum sorununun açıklanabilmesine fırsat yaratmaktadır.

    Araç kuyruklarının ilerlemesini sabınla bekleyen insanların yanından, işgal edilmemesi gereken emniyet şeridini ya da geliş yolu olan ters şeridi kullanarak başkalarının önüne geçen, onların haklarını çalan “bir kişi” leri düşünüz.

    Yüzde olarak “kabili ihmal” gibi “görünen” bu olay, birçok insanın kuralları çiğnemeye başlamasına yol açan bir “tetikleme” dir. Bu ise, toplumun zıvanadan çıkmasına yol açan “çığ olguları” nın başlamasının nedenidir.

    Bu tür “tetikleyici” kişiler -yalnız araç kuyruklarında değil, kurallara uymayı gerektiren tüm olaylarda görülür. Herhanği bir kurala uymamak, uymayanlara-kısa vade için- bir çıkar sağladığı için, milyonda bir kişi bile bir kuralı çiğnese, geri kalanlar kendi göreli çıkar kayıplarını telafi edebilmek için kural çiğnemeye başlarlar. Çığ olayı da böylece oluşur.

    İşte becerikli kamu yönetimlerinin, toplumları iyi yönetebilmelerinin sırrı da burada yatmaktadır. Kamu yönetimleri, bu tür çığ başlatıcı olaylar karşısında ya sessiz kalır ve herkesin kendi başının çaresine bakmasını tercih eder ya da bu tür olayların küçüklüğünün aldatıcılığına kendini kaptırmadan caydırıcı rol oynar.

    Caydırıcı olabilmenin en güvenilir yolu da, bu tür “kural bozma” eğilimlerinin olduğu her alan için birer “şikayet sistemi” kurmak ve bunu işletmektir. Böylece, “kural çiğnemek” ya da “çıkar kaybına uğramak” seçeneklerinin yanında bir de “şikayet ederek haksız çıkarı durdurmak” seçeneği de doğmuş olur. İnsanların, normal olarak bu üçüncü alternatifi seçmek eğiliminde olmaları beklenir.

    Şikayet sistemlerinin bulunmayışı -ki toplumuzdaki durum budur- ya da şikayetlerin gereğini yapacak kamu görevlilerinin bu gerekleri yap(a)mayışı -ki yine durumumuz budur- hallerinde bu defa insanlar çıkar kaybına uğramamak için kuralları çiğnemeye başlamakta ve tam bir orman yasası düzeni işlemeye başlamaktadır.

    İşte, ülkemizde trafikten bankacılığa kadar hemen her alandaki “kural çiğneme” alışkanlığının önemli bir kaynağı budur.

    Salı, 24 Mayıs 1994

  • “SOKMA AKILLA SOKAK DÖNÜLMEZ” YA DA “SEN İSTEMEZSEN KİMSE SANA ÖĞRETEMEZ”!

    Yönetici eğitimine verilen önem son yıllarda giderek artıyor. Bazı kuruluşlar bir politika olarak, standart olarak seçilen bir dizi eğitimi tüm yöneticilerine veriyorlar.

    Eğitim içeriklerine bakıldığında gerçekten de heyecan verici başlıklar görülüyor: “başarılı yöneticilerin 7 alışkanlığı“, “grid eğitimi” ve benzeri başlıklar gerçekten de çok çekici.

    Bu eğitimleri verenlerin çoğu, yabancı bir ismi de firma adlarının içine ekleyip oldukça yüksek ücretlerle hizmet veriyorlar.

    Peki acaba, bu eğitimlerin sonunda beklenen gerçekleşebiliyor mu? Ya da eğitimlerin verimleri ne kadardır?

    Burada 3 türlü verimden söz etmek gerekir:

    1. Eğitime yollayan kuruluş açısından verim= kişinin aldığı/kuruluşun beklediği

    2. Eğitimi veren kuruluş açısından verim= kişinin aldığını beyan ettiği/eğitim kuruluşunun vermeği umduğu ve nihayet

    3. Eğitime tabi tutulan kişi açısından verim= eğitimin, ihtiyacına cevap veren kısmı/kendince belirlenen ihtiyaç

    Bu 3 verim içinde en yükseği ikincisi, en düşüğü ise üçüncüsüdür. Ve bu sonuncu verim, esas dikkate alınması gerekendir.

    Eğitim programları genellikle kişilerin üstleri ya da daha kötüsü eğitim bölümlerince belirlenir.

    Üstler -genelde- eğitimi bir “kızgınlık giderme aracı” olarak görürler. Gözüne çarpan bir eksikliğin teşhisini kendi kendine koyan bir yönetici, çalışanların neye ihtiyacı olduğunu araştırmaya ihtiyaç duymadan onları eğitime yollar.

    Örneğin sabahları işe geç kalmayı adet edinmiş bir kişinin “iş disiplini”; derdini uzun uzun ifade edip aralara bol bol eee koyan kişinin ise “iletişim” eğitimine ihtiyacı olduğunu düşünülür ve hemen de harekete geçilir.

    Ama bugüne kadar, bu tür yollarla eğitime gidip de erken gelmeyi ya da ee’leri azaltmayı başarabilmiş kimse var mıdır bilinmez.

    Bu yolla kimsenin bir şey öğrenemeyişinin nedeni, eğitime yollananların aptal olmaları değil, kendi ihtiyaçları ancak başkalarınca belirlenebilecek kadar aptal sayılmaları ve ayrıca da ihtiyaçlarının muhtemelen yanlış ya da eksik belirlenmesidir.

    Bu acayipliğe son vermek için pratik bir yol, kuruluşların bu işleri yapan bölümlerini kapatmak, dahası o bölümlerde bulunup da bu yöntemi hala savunmaya devam edenleri de Papua Yeni Gine’ye eğitim uzmanı olarak iş aramaya yollamaktır.

    İkinci yapılacak pratik eylem, kuruluşun kapısına şu ilkeyi büyük harflerle yazmaktır: ÖĞRENMEK, KİŞİNİN ASLİ GÖREVİDİR.

    Kişiler kendi eğitsel eksiklerini en iyi kendileri bilirler. Bu eksiklerin, kendine eğitim uzmanı diyen kişilerin dağarcığındaki, firma broşürlerinden sokuşturma ya da kendi kafalarından derleme başlıklardan ibaret olması gerekmez ve zaten hiç bir zaman da öyle değildir.

    Diğer yandan, eğer kişi eksiğinin farkına varmış ve onu gidermek için bir çaba içine girmiş ise kuru bir sünger kadar alıcı (receptive) hale gelmiştir. Bu kişiye harcanan tüm emek ve para yerindedir.

    Yok böyle değil de, kişi eksiğinin farkında değil ya da farkında ama onu gidermek için somut bir çabası yoksa, eğitim için kati surette çaba harcamamalı, hatta mümkünse o kişiden kurtulmalıdır.

    Kişinin özgün ihtiyaçların dikkate almayan, ağızdan dolma eğitimlerin yararsız oluşu şu kuralla ifade edilebilir: KİŞİNİN, KENDİ İHTİYAÇLARINA KARŞILIK GELMEYEN HİÇBİR ŞEY ÖĞRENİLEMEZ..

    Okul eğitimlerinde niçin bu denli az öğrenilebildiğinin nedeni de kuralda saklıdır.

    “Başarılı Yöneticilerin Yedi Alışkanlığı” çok yararlı bir eğitimdir.

    Gerçekten de başarılı yöneticiler incelendiğinde bu alışkanlıklara – o veya bu derecede- sahip oldukları görülecektir. O halde bir yöneticinin başarısını artırmak için bu eğitime tabi tutmak ilk akla gelendir ve genellikle de gelmektedir.

    Ayrıca da adına “eğitimkolik” denilebilecek bir tür de, her çeşit eğitime meraklıdır ve eğitimleri sırf bunların adlarını olur olmaz yerde söylemek için alır.

    Bu tür eğitimler çok büyük çoğunlukla, konuyu bilen bir kişinin, eğitime katılanlara “anlatması”, zaman zaman sorularla onları da “katması”, başka kişi veya kurumlardan “örnekler vermesi”, belki bazı görsel ve basılı “malzemeyle desteklemesi” biçimindedir.

    İster zorla yollanmış, isterse bu ikinci amaçla gitmiş olsunlar, katılanların bu yararlı eğitimden yararlanamayacakları neredeyse kesindir. Bunun nedeni, alınacak eğitimin kişiye özel olarak tasarımlanmamış, “her bedene tek ölçü” anlayışıyla verilecek olmasıdır (çünkü eğitimler genellikle böyle verilir).

    Örneğin bu eğitimin beşinci ilkesi, “önce anla, sonra anlaşılmasını sağla” şeklindedir. Bir problem varsa onu, ya da müşteri isteklerini önce anlamak sonra da yapılacak olanların taraflarca anlaşılmasını sağlayarak onların katılımlarını sağlamak gerekir.

    Eğitim sırasında bu ilkenin defalarca tekrarlandığını, bir video gösterilerek doğru ve yanlış yaklaşımların vurgulandığını, bununla da yetinilmeyerek eğitimin sonunda güzel kağıda renkli olarak basılmış notlar dağıtıldığını görür gibiyiz. Hatta daha da ileri giderek, konunun ne denli anlaşıldığını test etmek için eğitim sonunda bir sınav yapılıp birer sertifika dahi verilebilir. Hele hele eğitim yabancı dilde verilirse, bu eğitimi görmüş olanların cakalarından yanlarına kim yanaşabilir ki?

    Bu kişiler gerçekten de eğitim sırasında işlenen bu beşinci ilkeyi belleklerine yerleştirmiş olabileceklerdir. Ama eğer, eğitime gelene kadar, bir şeyin anlaşılmasının, o konuda bir şey yapmak için ne denli önemli olduğunu farketmemişler ise, eğitim sırasında söylenenlerin hepsi, “bellekte kalacak -ama kullanıma giremeyecek- bilgiler” olmaktan ileri gidemeyecektir.

    Denilebilir ki, bir konuda ihtiyaç hissederek “alıcı” hale gelen ve rastladığı tüm kaynaklardan, kendisinin o konudaki bilgi, beceri, davranış eksikleri olarak gördüklerini vakumlayan kişiler, gerek bu tür eğitimlerden gerekse akla gelebilecek her kaynaktan -gerçekten her kaynaktan- öğrenirler. Daha açık bir ifadeyle, bu tür “vakum” durumuna geçmiş kişiler, eğitimleri birer doğrulama ve bazı eksiklerini giderme aracı olarak kullanırlar. Bu kişiler, vakumladıkları bilgi, beceri ve davranışları anında özümler ve yaşamlarına geçirirler. Onun dışındaki kişiler ise, verilenleri belleklerine yerleştirir, gerektiğinde satışını yapar, ama onları eğitmek isteyenlerin amaçladıkları gibi yaşamlarına geçiremezler.

    Son yıllarda Batı ülkelerinin bir kısmında filizlenen Öğretme yerine öğrenme anlayışını dürten gerçek budur. Gerek okullarda, gerekse diğer kuruluşlarda yapılan ve bir işe yaramadığı bilinmesine karşın insanların öğrenme yeteneklerinin göz ardı edilmesi nedeniyle sürdürülen beyhude faaliyetin trajedisi, bu yeni akımla son bulacaktır, ama kurbanlarını geride bırakarak.

    Başta TV olmak, hemen ardından da aile ve çevresinin şiddetli koşullandırıcılığı altında ihtiyaçları bir dizi yanlışa şekillenen çocuk ve gençlerimiz, ihtiyacını duymadıkları, arayışı içinde olmadıkları bilgi, beceri ve davranışları bellemeye zorlanmakta, fakat başarılı olamamaktadırlar. Eğitimi, “davranış şekillendirmek” olarak bellemiş bir eğitim ordusu da, insanların ihtiyaç duyup duymamalarına aldırmadan, çareyi daha çok okul binası, daha çok öğretmen, daha çok bilgi olarak dayatmakta, bu yolla kendi doğrularını genelleyebileceklerini zannetmektedirler.

    Benzer boş çabalar aynen okul dışı kuruluşlar için de geçerlidir. Okulların yerini bu defa, kuruluşların eğitim birimleri almakta, daha da kötüsü para ve diğer imkanlar konusundaki sınırlar da kalkmaktadır. Okul eğitiminde yer alabilmek için öğretmenliğin bazı koşullara bağlanmış olması, okul dışı eğitimi için gerekli olmadığından, ağzı laf yapan, bir yabancı kuruluşa komisyon ödeyerek adının yanına onu da yazabilen herkes ortaya eğitimci olarak çıkmakta, ihtiyaç, öğrenme stili, öğrenicinin çabası vs gibi unsurlara aldırmaksızın eğitim satmakta, kuruluşların eğitim görevlileri de bunları kucak dolusu para vererek satın almak için eğitim katalogları hazırlamakta, planlar yapmaktadırlar. Trajedinin diğer perdesi de budur.

    “Öğretmeye son, öğrenmek isteyene yardım”, yeni eğitim anlayışımız olmalıdır. Okulda ve de dışında!

  • SORULAR

    1. İcat (çıkarmak, etmek, yapmak) dilimizde niçin biraz alay, biraz aşağılama için kullanılır?

    2. Nitelik deyimiyle, bir kişinin bilgi-becerisi, zihinsel yeterekleri, ruh sağlığı ve ahlakı; nitelik dokusu deyimiyle de bu bireylerden oluşan toplumun niteliği anlaşılmak üzere, toplumumuzun nitelik dokusu yaklaşık olarak nasıl bir istatistiki dağılım gösterir?

    3. Toplumumuzun zihniyetini oluşturan değerler kümesi içinde kirlenmeler var mıdır, varsa hangileridir?

    4. Düşünme stilimiz niçin uçlara (evet ya da hayır, siyah ya da beyaz) dayalıdır, gri tonlar niçin yoktur?

    5. Doğrularımız niçin tektir?

    6. Araştırma ve geliştirmeye yeterli kaynak ayrılmayışı neden mi yoksa sonuç mudur? Nedense niçin sonuçsa niçin?

    7. Bilim nedir, kimlerin uğraş alanıdır?

    8. Güreşçilerimizin mayo askıları 1948’den beri niçin hep düşüyor?

    9. Araştırma-geliştirme kimin görevidir? Devletin bu alandaki görevleri nelerdir?

    10. 17 Ağustos depreminde binalar niçin yıkıldı?

    11. İnşaat teknolojilerinde bilinip bulunacaklar bitti mi; bitmediyse bunları kim arayacak?

    12. Veli Göçer ne kadar suçlu?

    13. Siyasetçiler ne kadar suçlu?

    14. Belediye başkanları ne kadar suçlu?

    15. İnşaat ustaları ve işçileri ne kadar suçlu?

    16. Üniversiteler ne kadar suçlu?

    17. Bürokratlar ne kadar suçlu?

    18. TÜBİTAK ne kadar suçlu?

    19. Medya ne kadar suçlu?

    20. Rasathane ne kadar suçlu?

    21. Yıkılan binalarda oturanlar ne kadar suçlu?

    22. Yıkılan binaları satın alanlar ne kadar suçlu?

    23. Tek suçlu arayanlar ne kadar suçlu?

    24. Suçlu arayanlar ne kadar suçlu?

    25. TİTAN’cılar ne kadar suçlu?

    26. İşçimizi, memurumuzu enflasyona ezdirmeyeceğiz söylemi doğru mu?

    27. Yoktan var edilebilir mi, edilebilirse bunu kimler yapabilir?

    28. İşçi ve memur enflasyon tarafından ezilmeyecekse kimler ezilecek; kimseyi ezmeyen enflasyon olur mu?

    29. Toplum kesimlerimiz niçin sürekli çatışıyor?

    30. Organizmamızda çatışma DNA’ları mı var?

    31. Bütün okullarımızda çatışmaya yol açan bir şeyler öğretiliyor mu, yoksa öğretilenlerin hepsi mi çatışmaya yol açacak şekilde öğretiliyor?

    32. Niçin öğretiliyor? Çocuklar kendileri öğrenemiyorlar mı?

    33. Bebekler yürümeyi nasıl öğreniyor? Yürüme diploması niçin verilmiyor? Diploma verilse bebekler yürüyebilirler mi?

    34. İnsanlar doğuştan doğru, iyi ve güzele mi yoksa yanlış, kötü ve çirkine mi eğilimlidirler?

    35. Koşullandırma zihinsel tecavüz müdür, yoksa insanları doğru, iyi ve güzele yönlendirmek midir?

    36. Koşullandıranları kim koşullandırıyor, bu işin başlangıcı neresi?

    37. Reklamlar da koşullandırma mı?

    38. Dünya’nın en büyük otogarı niçin bizde; biz en büyük, en akıllı mıyız yoksa en neyiz?

    39. Doğruları kimler bilir; onlara kimler öğretiyor?

    40. İki nokta arasındaki en kısa uzaklık, onları birleştiren doğru mudur; bu her zaman böyle midir; değilse niçin böyle öğretilir?

    41. 11×11 kaç eder; 121 mi 100 mü, yoksa daha mı başka?

    42. Zaman zaman devam etmek üzere hoşça kalınız.