-
May 25 2012 HOŞGÖRÜLÜ OLALIM. AMA OLAMAYIZ Kİ !
Büyüklerimizin en sık nasihat ettikleri konuların istatistiğini tutan birisi var mıdır bilmem ama o listenin başlarında yeralacağından hiç şüphe edilmemesi gerekeni “hoşgörülü olun” dur.
İster kişisel ister toplumsal ölçekte olsun, ilişkiler dokusunu “hoşgörü” kadar olumlu etkileyen bir başka sihirli kavram herhalde yoktur. Hepimizi tek tek ya da toplu olarak rahatsız eden irili ufaklı davranışların üzerine bu “hoşgörü” örtüsünü örttüğümüzde yaşam daha kolay, daha anlamlı olmaz mı? Tabii ki olur. Pekiyi o halde niçin birbirimize karşı hoşgörülü olmada niçin bu denli cimriyiz?
Bu soruya cevap vermeden önce hoşgörü’nün ne olduğu konusunda bir tanım birliğinin varlığından emin olmak gerekirdi. Ama, çeşitli kavramlar üzerinde bir toplumsal uzlaşı bulunmayışı, Kaynak Sorunlar’ımızdan birisi, belki de en önemlisidir. Bu nedenle hoşgörü’yü, “kendi doğrularımızın dışındaki tutum ve davranışların da makul olabileceğini kabul etmek” şeklinde -fazla zorlamadan- tanımlıyorum.
İşte sorun da burada başlamaktadır: Anaokulu’ndan üniversiteye kadar eğitimimizde, sürekli olarak Evet-Hayır Mantığı ile yetiştirilen, buna paralel olarak da yaşamın her saniyesinde “doğrular” ve “yanlışlar” arasında kesin tercihini yapmaya zorlanan insanlar acaba nasıl olup da bir “yanlış”ı “doğru gibi” kabul edeceklerdir? Bu, karşı görüşlerin makul olabileceğini kabul etmek biçiminde değil, olsa olsa “görmezlikten gelme” şeklinde olabilir ki o çok farklı bir kavramdır.
Kulakları sağır olduğu için komşuda çalınan metal müziğini duymayan kişinin “hoşgörüsü”nden söz edilemeyeceği gibi, ayağına basan kişinin profesyonel bir boksör olduğunu anlayan bir kişinin aldırmazlığı da, AIDS’i bir yaratık sanıp da sokak kadınını yalnız gördüğü için yanaşmakta beis görmeyen cahil adamın tutumu da yine “hoşgörü” değildir. Hoşgörü bilinçli bir tutumdur. Doğru’nun tek olmayabileceğini, tek olduğu hallerde bile ortak yaşamın ancak uzlaşmayla mümkün olabildiğini ve bu nedenle de “ortak doğrular”ın “bireysel doğrular” dan daha öncelikli sayılmak gerektiğini anlamış kişilerin tutumuna “hoşgörü” denilebilir. Ve bu tür bir anlayışa dayalı “hoşgörü”, tahammül ederek değil severek, isteyerek benimsenen bir tutumdur.
Sık sık duyduğumuz, “karşı fikirlere de tahammül etmeliyiz” sözleri dahi, hoşgörünün dayanması gereken anlayışı değil, her an patlamaya hazır bir tepkiyi anlatmaktadır. Hoşgörü, tahammül değildir.
Evet-Hayır Mantık Sistemi’nin bizleri getirdiği nokta, her kesimin birbirine diş bilediği, birbirini yoketmek için fırsat kolladığı noktadır.
Siyasette geldiğimiz tıkanma noktasının önemli nedenlerinden birisi de hoşgörü’nün temelini oluşturan mantık sistemini reddeden eğitim sistemimizdir. Her devirde eğitim sisteminin kontrolunu eline geçiren değişik anlayışların kendilerine göre tanımladığı “iyi vatandaş”ı yetiştirmeye yönelik eğitim karmaşası, sonunda kendi anlayışının dışındakileri yanlış sayan, onlara biraz tahammül gösterdikten sonra patlayan bir toplum yaratmıştır.
Sürekli olarak hoşgörülü olmayı nasihat etmek yerine niçin hoşgörülü olamadığımızı sorgulayan bir anlayışa ihtiyacımız var.
Artık, kendi anlayışlarımıza göre iyi vatandaş yetiştirmeye çalışmaktan vazgeçip, doğru soruları sormaya çalışan insanlar yetiştirmeye çabalamalıyız. 2000’li yılların Türkiye’sini ancak doğru sorular sormasını bilenler kurabileceklerdir.
4 Ocak 1994
-
May 25 2012 ÖRGÜTLENİRSEK NE OLACAK?
Toplumumuzun örgütlü olmadığı sık sık dile getirilir. Bu, pek yanlış değildir ama “tam” doğru da değildir.
Örgütsüz denildiyse toplumumuz hiç de örgütsüz değildir. Çeşitli meslek kuruluşları, dernekler, vakıflar vardır ve bunlar tanım itibariyle birer “sivil toplum örgütü”dürler. Ayrıca çok sayıdaki siyasi partilerimiz de aynı sınıfa girmektedirler.
Daha yaygın örgütlenme yolunda çaba harcamak muhakkak ki gerekir. Ama bir yandan da, mevcut örgütlenmeye daha yakın plandan bakıp, bunlardan umulan faydaların sağlanıp sağlanamadığına, sağlanamıyorsa nedenlerine inilmesi iyi olur.
Böyle yapılmadan, sadece örgütlenmiş olmak için örgütlenilirse ve faraza bu örgütlenme de umulan yararı sağlayamıyorsa, bu defa yanlışı yaygınlaştırmak gibi bir duruma düşülür ki bu, hiç örgütlenmemiş olmaktan pek farklı olmayabilir.
Sivil toplum örgütlerimizin amaçları, çalışma biçimleri, yaygınlıkları gibi nitelikleri çok farklı olmasına karşın, istisna sayılması gereken az sayıdaki örgüt hariç olmak üzere, bir özellik açısından aralarında oldukça benzerlik vardır: örgüt imkanlarının, örgüt amaçları dışında kullanımı!
Örgüt imkanlarının örgüt amaçları dışında kullanımı, “hırsızlık” kavramının tanımına tıpatıp uymaktadır. Belirli bir amacı gerçekleştirmek ümidiyle biraraya gelmiş bulunan kişilerin amaçlar doğrultusunda tahsis ettikleri kaynaklar ve bu kaynaklar kullanılarak yaratılan ek kaynaklar, örgüt yönetiminin emanet edildiği kişiler tarafından başka amaçlar için kullanılırsa, bu tam bir hırsızlık fiilidir.
Ama durumu daha da vahim yapan bu değildir. Bu kötüye kullanım, örneğin meslek kuruluşlarında o meslek mensuplarının çıkarlarının savunulamamasına, kişilerin bizatihi demokrasi alet edilerek demokrasinin en büyük nimetinden mahrum edilmesine yol açmaktadır.
Toplumumuzun tam örgütlenerek çeşitli kesimlerin dengelenmemiş güçlerini dengeleyebilmeyi bir türlü başaramayışının nedenlerinden önemli birisi de, bu suistimalleri gören kişilerin, “biz de örgütlensek nasıl olsa bir-iki uyanık yiyecektir” diye düşünmelerine yol açmaktadır.
Halisane amaçlar öne sürülerek kurulmuş birçok dernek, vakıf ve meslek kuruluşunda maalesef durum budur. Bir avuç insan buraları ele geçirmiş, siyasal, ticari ve benzeri amaçlarına ulaşmak için buraların kaynaklarını kullanmaktadır.
Görev, bu kuruluşların üyelerine düşmektedir. Verdikleri her kuruşun hesabını sormadıkça, bu hırsızlık sürecek ve örgütlü “gibi” görünen toplumumuz bir kabileden daha örgütlü olamayacaktır.
Pazar, 19 Haziran 1994
-
May 25 2012 İSTANBULUN NÜFUSU ACABA NE OLUR?
İstanbul nüfusunun 200,000 civarında olduğu yıllarda büyüklerimiz, gün gelip şehrin nüfusunun milyona erişebileceğini, o zaman da insanların kıyamet gününe benzer bir kargaşa içinde kalacağını tahmin ederler, bu gibi tehlikeli olasılıklara karşı da genellikle, rastgele kişilerin kente girmelerine engel olmak için pasaport benzeri bir uygulamanın gerekliliğini dile getirirlerdi.
Hoş bugün de birçok kimse bu pasaport (ya da benzeri) önleminin gayet etkili olacağını ve kentte yaşamın tekrar mümkün olabileceğini savunmaktadır. Bu iddiaların hangisinin ne kadar geçerli olacağını zaman içinde hep birlikte göreceğiz.
Sonuç ne olursa olsun, İstanbul için yapılacak herşey, alınacak her önlem mutlaka sağlıklı bir nüfus tahminine dayanmalıdır. Bu yapılamazsa kent günübirlik yaşamaktan kurtulamayacağı gibi yaşam maliyetleri de çok artacak, her yapılan zaman içinde ya yetersiz kalıp büyütülmek zorunda kalınacak ya da aksine atıl kapasiteler kalacaktır. İşte bunun için sağlıklı bir nüfus tahmini kaçınılmaz bir gerekliktir.
Yalanın üç türlüsünün bulunduğu, bunların da yalan, kuyruklu yalan ve istatistikler olduğu söylenir. Buna göre, İstanbulun nüfus tahminleri için istatistiklerin kulllanılmasının doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Gerçekten de eğer istatistiklere bakılır ve bilimsel tahminleme yöntemleri kullanılırsa 2000 yılında İstanbul’un yaklaşık 50 milyonluk bir kent olması gerekmektedir. 2000 yılında Türkiye nüfusunun 70 milyon olabileceği düşünülürse, toplam nüfusun %71’inin İstanbul’da yaşayacağı gibi bir sonuç çıkar ki bu da olamaz gibi görünmektedir. O halde, nüfus tahmini için daha güvenilir yöntemlere ihtiyaç vardır.
Bu gibi durumlarda istatistik ya da benzeri sayısal yöntemler yerine kalitatif yöntemler kullanmak daha geçerlidir. Örneğin, Akıl Yürütme yoluyla daha sağlam sonuçlara varılabilir.
İlk cevaplanması gereken soru, bir kentin nüfusunun niçin arttığıdır. O kentte yaşayanların çok çocuk sevmeleri, mutlaka belli bir cinsiyette çocuk sahibolma iddiasında bulunmaları, devletin çocuk parası, çocukluya vergi indirimi gibi nüfus artırıcı teşvikler uygulaması gibi olasılıklar düşünülebilirse de böyle akla pek uygun olmayan ihtimaller bir yana bırakılırsa, kente göç olgusunun daha büyük etken olduğu anlaşılacaktır.
Gerçekten de özellikle büyük kentlerdeki doğurganlık, ülke geneline göre çok düşüktür.
Göç olgusu, yalnızca azalan (ve azalması da gereken) kırsal kesim nüfusunun kentlere taşınması biçiminde anlaşıldığı takdirde yapılabilecek pek birşey yoktur. Bütün Dünyada, tarımda artan verimlilik, parçalanan tarım arazileri, yükselen gelir düzeylerinin kent yaşamına izin vermesi gibi nedenlerle kırsaldan kentlere sürekli bir akım vardır ve doğrusu bu türlü bir akım yararlıdır da..
Bir yerden (dikkat ediniz yalnız kırsal kesimden değil herhangi bir yerden), mecbur kalındığı için göçmek ile, yukarıda açıklanan akım nedeniyle yer değiştirmek arasında çok büyük fark vardır. Birisi sağlıklı bir gelişmenin işareti iken diğeri bir sorunun belirtisidir.
Sokaktaki insan (bazen de sokakta olmayan insan) bu iki göçü birbiriyle aynı zannedebilir. Sokaktki insan için bunun pek de önemi yoktur. Ama toplumu yöneten ve yönlendirenlerin bu iki farklı olguyu tam anlaması gerekir.
İnsanları bulundukları yerden bir başka yere iten işşizlik, gelir yetmezliği gibi sağlıklı olmayan itici nedenlerin yanısıra ve onlardan çok daha güçlü olarak bir de kentlerin çekici nedenleri mevcuttur. Çekici nedenler ise, kalabalık bir nüfusun çok çeşitli ihtiyaçlarının birer gelir ve iş imkanı demek olması, daha yoğun altyapı hizmetlerinin varlığı, ama bunlardan çok daha etkin olarak kuralsızlığın çekiciliği’ dir. Tabii ki bu, kuralsız yaşamanın mümkün olduğu kentler için söz konusu bir çekici etki’dir.
İstanbul ve diğer büyük kentlerimizin nüfuslarının bu denli hızlı artmasının başlıca nedeni, işte bu kuralsızlığın özendirdiği çekim’dir.
İstanbul’a çeşitli gözlüklerle bakılabilir: İstanbul bir tarih kentidir. İki kıtanın birleştiği kenttir. Yedi tepelidir. vs vs.
Ama bütün bunların dışında İstanbul’un en belirgin özelliği kuralsız yaşamanın mümkün oluşudur.
Bileği biraz kuvvetlice, başlangıçta biraz hırpalanmayı göze alabilen ve kural tanımaz insanların cenneti İstanbul’dur. Bu tür bir yaşam İstanbul’da tamamen devlet güvencesi altında olup yerel ve merkezi idarenin tüm imkanları bu kuralsız yaşamın güvenli (!) biçimde sürmesi için kullanılmaktadır.
Şimdi hal böyle olunca, yalnızca Türkiye’nin kırsal kesiminin değil tüm Dünyanın kural tanımaz insanlarının İstanbul’a gelmesini önleyecek yalnızca tek sınırlayıcı etken kalmaktadır: Mafyaların kendi aralarındaki denge!
Örneğin, sokak başlarını kiraya verme konusunda olsa olsa iki ya da üç örgüt bulunabilir. Daha fazlasını barındırmazlar. Sokak başları konusunda birbiriyle çatışan bu organizasyonlar, pastalarının küçülmesine karşı işbirliği içinde olacaklardır.
Eğer İstanbul’un kuralsızlığı yalnızca tek konuda ve mesela araba park etme konusunda bulunsaydı, bu kuralsızlığın şehre çekebileceği ipsiz sapsız insan sayısı, kentteki araç sayısının bir fonksiyonu ile sınırlı olurdu. Ama hal böyle değildir ve akla gelebilecek hemen her konuda İstanbul kuralsız bir kenttir. Buna inanmayanlar bizzat deneyebilir ve örneğin Aksaray meydanının ortasını kazıp bir yapı inşa etmeye başlayabilirler.
Bütün bunlara ek olarak sistemin bir de geri-besleme (feed-back) tarafı vardır. Kuralsız yaşam ortamının kente getirdiği insanlar derhal mevcut kuralsızlığı daha da artıracak, kendilerinin daha kolay yaşayabilecekleri hale getireceklerdir. Bu, bir Çığ Etkisi’dir ve doğal sınırı, bu kuralsızlığı yaratan ve ona uyum göstermek zorunda olan toplam nüfusun biyolojik yaşam limitleridir ve onlar da sanıldığından çok daha esnektir. Gerektiğinde idrarını içmek yoluyla yaşamını sürdünebilen insanoğlu, kenti besleyen barajlara kanalizasyon karışmasıyla birdenbire harekete geçmeyecek, aksine alışacaktır. Pekiyi bu mekanizma altında İstanbul’un nüfusu ne olur?
Deniz kıyısında yapılan inşaatın temel kazıları sırasında genellikle su çıkar. Müteahhit, deniz kenarında evvelce inşaat yapmamışsa, suyu boşaltmak için hemen bir motopomp kurup çalıştırır. Suyu boşaltmaya çalışır ama bir türlü su bitmez. Boşaltmaya çalıştığı suyun deniz suyu olduğunu anlayana kadar bu beyhude işe devam eder.
İstanbul’a ve diğer büyük kentlerimize yapılacak en büyük hizmet, bu kentlerdeki kuralsızlığı önlemektir. Yani, hangi elbiseyi giymiş olursa olsun (bürokrat, politikacı, işadamı, medyacı, asker vs) mafya erbabını durdurmak, onları etkisiz kılacak düzenlemeleri yapmaktır.
Bunları yapmadan İstanbul’a çakılan her çivi, Dünyanın her yerinden, kuralsızlığı meslek edinmiş kişilerin bu kente akmasına neden olacaktır. Buna göre, İstanbul’un 2000 yılındaki nüfusu istatistiklerin gösterdiği 50 milyon rakamını dahi aşabilir.
İstanbul’a herhangi bir düzeyde hizmet vermeye aday olanların önce bu gerçeği anlamaları, üçüncü köprü, mega proje vs den önce bu kenti kural hakimiyetine sokup (mafyaları temizleyerek) sonra da bu kentte yaşamanın maliyetini yaşayanlardan istemeleri gerekmektedir.
Eylül 1994
-
May 25 2012 İŞSİZLİK VE BÜYÜME YANILGISI
Toplumumuzun sorunlarını oluşturan yapı taşları incelendiğinde, az sayıda «Kaynak Sorun»un, çok sayıda «Görünen (hayalet) Sorun» ürettiği görülecektir. «Görülecektir», ama ne yazık ki sorunlarımızla ilgilenen 65 milyon kadar vatandaşımız bulunmasına karşın bu gerçek bir türlü görülememekte, tüm kaynaklarımız sorunların kaynakları yerine onların görüntüleriyle boğuşmak için harcanıp durmaktadır.
İşte bu «Kaynak Sorunlar»dan birisi de, «çeşitli temel kavramların içerikleri konusunda bir toplumsal uzlaşı bulunmayıp, herkesin her kavrama, yere, zamana ve zemine göre, yani işine geldiği gibi anlam yükleyebilmesi» dir.
Tabiidir ki iş yalnızca temel kavramlarla sınırlı kalmamakta, aynı uzlaşmazlık ve belirsizlik onlardan türemiş kavramlara da bulaşmaktadır.
«İşsizlik», bu ikinci tür, yani dolaylı olarak enfekte olmuş, herkesin kendi anladığına göre anlam yüklediği kavramlardan birisidir.
Ülkemizde işsizliğin çeşitli nedenleri vardır, dolayısıyla da o nedenlere yönelik olarak tanımlanabilecek çözümler mümkündür. Bu çözümlerin bir bölümü kısa vadeli, diğerleri ise orta ya da uzun vadelidir. Bütün bu nedenleri ve bunları kısmen ya da bütünüyle ortadan kaldırabilecek çözümleri içeren bir belge, 1986 yılında «İSTİHDAM POLİTİKASI» adıyla ilgili Devlet Bakanlığınca yayımlanmıştır.
Toplumumuzda ve özellikle de kamu yönetimlerinde pek yaygın olan ve «Kaynak Sorunlar»ımızdan bir diğerini oluşturan «yaygın haset duygusu» nedeniyle de o yıllardan sonraki yetkililer, bu belgeyi okumak yerine yuvarlak ve büyük laflarla durumu idare etmeyi seçegelmişlerdir.
Ülkemizde, «işsizlik» sözcüğü altında toplanan, bir bölümü ise işsizlikle ilgili olmayan olgular mevcutken, istihdam ediliyor gibi görünen ama gerçekte işsiz olan gizli işsizler de vardır. Bir de, «potansiyel işsiz» denilebilecek kesim vardır ki, bugün için bir işe sahip olan, ama çeşitli nedenlerle (teknoloji yenileyememe, sermaye erozyonu vbg) ileride işini kaybedebilecek olan «işliler»i içermektedir.
Diğer yandan, işsiz sayısı kadar -hatta daha da fazla-, aradığı uygun elemanı bulamayan işveren mevcuttur. Buna «uygun olmayan eşleşme» (mismatching) adı verilmektedir.
Ama, bütün bu nedenlerin dışında öyle bir neden vardır ki o neden, ülkemizdeki tüm işsizlik türlerinin değişmez ve de başlıca nedenidir.
Evet, ülkemizdeki işsizliğin nedenlerinden birisi de, «yeni işler ancak büyümeyle yaratılabilir» düşüncesidir. İstihdamın tek kaynağını “yeni yatırım yapmak” olarak düşünen çok kimse vardır. Çözüm böyle ve hem nüfus artışını hem de tüketim arzularını tatmin edebilecek bir büyümenin gerektireceği finansman mevcut olmadığına göre, yapacak bir şey kalmamaktadır.
Bu düşünce tam yanlış değil ama iki bakımdan “sakat”tır. Birincisi, yeni işlerin yaratılması için geliştirilmiş teknikler artık bir “iş yaratma teknolojileri” bütünü oluşturabilecek kadar zenginleşmiştir. Dolayısıyla “yeni yatırımlar yapmak” tek yol olmaktan çoktan çıkmıştır.
İkincisi, yeni yatırımların istihdama dönüşmesi belli koşullara bağlıdır. Yani her yeni yatırım yeni işler yaratır demek değildir. Hatta bazı hallerde -ki bizim durumumuz daha çok budur- yeni yatırımlar işsizlik yaratır. Zamanla eskiyen teknolojileri yenilemek için yapılan yatırımlar genellikle iş değil işsizlik yaratır.
Bu gibi durumlarda yatırımların işsizliğe değil istihdama yol açmasının iki ön şartı varıdır:
- Yenilenen teknolojiler dolayısıyla işini kaybedecek kişilere yeni beceriler kazandırmak ve böylece onları daha yeni teknolojilere uydurmak,
Artık inşaat ya da yol yapım sektörünü canlandırarak istihdam yaratmak söz konusu değildir. Daha doğrusu, bu tür yaratılan istihdama konu olan insan niteliği ile bu topraklarda tutunmak söz konusu değildir.
- Beceri düzeyleri yükselen bu insanların, yeni işleri oluşturacak daha yeni teknolojileri sürekli üretmeleri (yani buluşçuluk becerisi),
İşini robota kaptıran kişinin bu defa örneğin robot yazılım uzmanı olarak geri dönüp, hem kendine hem de başkalarına yeni işler yaratmaları, Dünya’nın en çok sayıda robotuna sahip Japonya’nın nasıl olup da en düşük işsizliğine sahip olduğunun açıklamasıdır.
İşte “beceri kazandırma” ve “innovation (yenilik) üretimi” iki koşul olarak ortaya çıkmaktadır. Aksi halde teknoloji yenileme yatırımları işe değil işsizliğe dönüşür.
(İş)lerin kaynağı olarak yeni yatırımlara böylece bel bağlanınca, diğer yola yani iş yaratma teknolojilerine kimse kulak asmamakta, herkes bir kurtarıcı gibi yeni yatırımları beklemektedir. Tüm toplumun sıradan işçi olması için
İş yaratma teknolojileri ise ilke olarak kendi işini kurmaya yani girişimciliğe dayalıdır. İşte bu sebepten dolayı, bu sakat düşünce, aynı zamanda girişimciliğin önündeki engellerden birisi de olmaktadır.
OECD’nin 1970 ve 1986 yılları arasındaki 17 yıllık dönemi kapsayan bir araştırması, A.B.D., Japonya ve o zamanki S.S.C.B. hariç 5 büyük Avrupa ülkesindeki yatırım-istihdam ilişkilerini inceleyen bir araştırması, yukarıdaki iki koşulun yerine getirilmediği ülkelerde, büyümenin istihdam artışına yol açmadığını, aksine iş kayıplarına neden olabildiğini göstermiştir (tıklayınız)
Çare nedir? İlk çare, istihdamla ilgili bürokrat, akademisyen ve politikacılarımızın çağdaş iş yaratma teknolojileri konusuna «daha çok zaman ayırmaları»dır.
İktisat kitaplarını, sorunlarımızın ve onların çözümlerinin genel çerçevelerini tasarımlamak için kullanmak bilimin gösterdiği yoldur. Ama o ilkesel yaklaşımları özgün sorunlarımızı çözme yolunda reçeteler olarak kullanmak doğru değildir.
Pazartesi, 04 Eylül 1995
-
May 25 2012 KAFAMIZIN İÇİ GÖRÜNSEYDİ!
Ortaokulda, emme-basma tulumbanın nasıl işlediğini kitaptan okumuş, ama okul laboratuvarları için saydam bir malzemeden yapılmış bir tulumba görene kadar nasıl işlediğini pek de anlamamıştım. Bu metodun yalnız emme-basma tulumbalar için değil bir çok mekanik araç gereç için kullanıldığını ve çok da yararlı olduğunu hemen herkes bilir.
İnsanlar yalnız mekanik araçların değil hemen hemen tüm fizik Dünya süreçlerinin nasıl işlediğini anlamak ve başkalarına anlatmak için kafa yormuşlar, bir bölümünü tulumba örneğinde olduğu gibi saydam malzemelerden yapmışlar, bir bölümünü de kesit resimleri gibi yollarla görünür kılmaya çalışmışlardır.
Çok büyük ya da aksine çok küçük olması nedeniyle mekanik bir benzeri yapılması ya da kesit resimlerinin çizilmesi mümkün olmayan, örneğin kozmolojik olgular ya da hücre zarı süreçleri ise matematik veya kimyasal sembollerle görünür kılınmıştır.
Fizik Dünyanın kapsamı içine girmeyen, örneğin sosyal olgular için de benzer yöntemler kullanılmaktadır. “Zengin Resim” denilen bir yöntemle, mesela karayolu üzerindeki eczanelerde satılan ağrı kesici ilaçların, yine yol üzerindeki bakkallarda satılan biralarla nasıl birleştiği ve bunların da trafik katliamlarına nasıl dönüştüğü kolayca “görünür kılınmakta”dır.
Bu “görünür kılma” işinin, medeniyetin gelişmesinde önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bugün artık mikro ya da makro ölçekte, fizik ya da sosyal alanda hemen her şey görünür kılınabilmektedir.
Ancak bu gelişmeler içinde görünür kılınmamış, belki de görünür kılınmasına gerek duyulmamış bir süreç vardır: farklı toplumların düşünme biçimleri!
Dünya yüzünde mevcut tüm canlı türlerinin davranışlarını, fiziki yeteneklerini, kültürlerini ve akla hayale gelebilecek her türlü özelliğini merak edip incelemiş olan insanoğlu, onun sadece tek biçimde düşündüğünü varsaymıştır.
Halbuki düşünme biçiminin, dil zenginliği ve yapısıyla, eğitimle, gelenek göreneklerle çok yakından ilişkili olduğunu biliyoruz. Pekiyi, bu bakımlardan büyük farklılıklar gösteren toplumlar (hatta aynı toplum içindeki bireyler) içinde, nasıl olup da herkesin aynı “biçimde” düşündüğü varsayılabiliyor?
Keşke mümkün olsa, insanların kafaları da aynen okuldaki saydam emme-basma tulumba örneğinde olduğu gibi içlerini gösterebilse. Bu durumda çeşitli toplumların ve bireylerin düşünme biçimlerini görüp, aralarındaki inanılmaz farkları hayretle gözleyebilecektik.
Bunun ne işe yarayacağı açıktır. Düşünme biçimi yetersiz olup, sorunlarını çözemeyen toplumların sorun çözme kabiliyetlerinin nasıl artırılabileceği bu şekilde anlaşılabilecekti.
Gözlemler, toplumumuzun düşünme biçiminin içinde eksik bir parçanın bulunduğunu gösteriyor. Bu parça, “nedensellik” parçasıdır. İnsanımız, karşılaştığı sorunların nedenlerini merak etmemekte, doğrudan onu çözmeye çabalamaktadır. Toplumumuzun enerjisinin, zamanının, parasının ve diğer kaynaklarının, sürekli olarak çözüm aramak ve daha da kötüsü bulduğu çözümleri uygulamak için kullanılmaktadır.
Bu sorun, ulusal nitelikli bir sorundur. Tüm düşünenlerin buna kafa yormaları, bunun nedenlerini araştırmaları ilginç, yararlı ve de kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Salı, 25 Temmuz 1995
-
May 25 2012 DOĞAL TALEPLERE UYMAYAN KURUMLAR YAŞAYAMAZ!
Toplumsal sorunlarımızın gözden geçirilmesi, bunların da aynen madde kimyasında olduğu gibi bir “sorun kimyası” yasalarına uyduğunu gösterecektir. Neredeyse sonsuz sayıdaki maddeyi, yüz kadar temel element oluşturur. Karbon, hidrojen ve oksijen gibi yalnızca 3 element, milyonlarca farklı madde meydana getirir.
Çok sayıdaki toplumsal sorunumuz da, benzer biçimde “sorun elementleri” denilebilecek “kaynak”lardan, kendine göre birer kimyasal tepkimeyle oluşmaktadır. Madde kimyası Japonya, Uganda ve Türkiye’de aynı biçimde işlerken, sorun kimyası yerel koşullara göre sonuçlar üretir.
Su, Japonya ve Türkiye’de iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşurken, ABD ve Türkiye’deki trafik kazalarının “sorun elementleri” tamamen aynı değildir.
Ülkemiz sorunlarının sorun kimyası yasalarına göre incelenmesi, onbeş kadar sorun elementinin, yüzlerce toplum sorununu oluşturduğunu göstermektedir. Bu sorun elementlerine “kaynak sorunlar” denilebilir.
Madde kimyasında temel elementler de nasıl parçalanıp elektronlar, protonlar gibi atom parçacıklarına bölünüyorsa, kaynak sorunlar da alt-parçacıklara bölünebilir. Bu süreç sorun kimyasının uğraş konusudur.
Onbeş kadar kaynak sorunumuzun birisi de işte bu “üzerinde uzlaşı bulunmayan kavramlar” dır.
“Rekabet”, “hukuk” ya da “işçi hakları” sözcüklerinin çoğu kimsede somut karşılığı yoktur. Yalnızca bunlar değil daha yüzlerce sözcüğün somut karşılıkları yoktur. Bu sözcüklere herkes kendi anlayışına göre anlamlar yükler ve anlaşmazlıkların çoğu da bu bireysel ve özgür (!) anlamlandırmalardan doğar.
Pekiyi, diğer toplumlar bütün kavramları oturup tek tek tanımlamışlar mıdır?
Bir bakıma evet. Yüzyıllarca süren entellektüel süreç içinde sanatın her dalı ve özellikle de edebiyat, çeşitli kavramlar üzerinde uzlaşılar doğmasına ya da varsa uzlaşmazlıkların belirginleşip sınırlarının çizilmesine yol açmıştır. Toplumumuz ise sanata böyle bir işlevsellik yükleyerek bakamamış, sanatın, tuzu kuruların boş zamanlarını geçirmek için icat ettikleri gereksiz bir iş olduğunu kabul etmiştir.
Bununla da yetinmeyen gelişkin toplumlar, herşeye karşın üzerinde uzlaşı oluşmamış kavramları tek tek açıklamış, kavram üzerindeki uzlaşı ve uzlaşmazlıkları ortaya koymuştur*.
Bizim toplumumuzun, kavramları bu denli buğulu bırakmasının çeşitli nedenleri olabilir. Bunlardan en önemlisi, bu kavramlara temel olacak somut ihtiyaçların ortaya çıkmamış oluşudur.
Örneğin rekabet kavramının bizde somut bir talep olarak karşılığı yoktur. Bu yüzden de rekabet, bir kurum olarak benimsenmemiştir. Toplumun çok büyük bir bölümü -tam aksini savunur görünmesine karşın- rekabetten korkmakta, önlemek için elinden geleni yapmaktadır.
Sokaktaki vatandaşımız, rekabetten korunabilmek için onun tam karşıtı olan tekellerden yanadır. Hiçbir taksi şoförü, fırıncı, lokantacı, sattığı malın fiyatının rekabet tarafından değil, bağlı olduğu tekel örgütü tarafından belirlenmesinden yanadır.
Hangi alanda olursa olsun kuruluşlarımız devletten, eşit koşullarda rekabet için ortam yaratılmasını değil, başkalarından farklı olabilmek için imtiyaz istemek peşindedir.
Bir kamu kuruluşunda sınava girmek üzere bulunan vatandaş sınavda haksızlığa uğramamayı değil, başkasına sağlanan torpilden kendisi de yararlanmayı istemektedir.
Rekabetten bu denli ürken bir toplumda rekabet için somut bir talep olamayacağına göre bir kurumlaşma söz konusu olamaz.
Hukuk ve demokrasi kavramlarının bir türlü kurumlaşamamasında da aynı neden egemendir. “Biz sizin sorunlarınızı çözmeye talibiz” sloganıyla seçmenden oy isteyen partiler -ki hemen hepsidir- aslında bir gerçeği dile getirmektedirler: vatandaşın, kendi sorunlarını -bireysel ya da örgütlenme yoluyla- çözme yolunda somut bir talebi yoktur!
Demokrasinin neredeyse tanımı sayılabilecek olan, “kendini yönetme yani kendi sorunlarını çözme” talebi ortadan kalkınca, demokrasinin kurumlaşmasına imkan var mıdır?
Bu basit akıl yürütmeden çıkarılabilecek bir sonuç vardır: kurumlaştırmak istediğimiz kavramlar varsa, önce onlara somut talepler doğmasını sağlamalı, taleplerin yollarını açmalıyız.
Çarşamba, 07 Şubat 1996
-
May 25 2012 BASKÜL YOKTU!
Milli haltercilerimizden Hafız Süleymanoğlu dünya halter şampiyonasında başarısız oldu ve dereceye giremedi. Bu, pek olağandışı bir olay değildir. Bir sporcunun başarısı kadar başarısızlığı da olağandır.
İlginç olan, müsabaka sonrasında, teknik sorumlu, sporcunun kendi ve TV röportajcısı arasındaki görüşmedir.
Röportajı yapan, karşısındakilere başarısızlığın sebebini sordu ve sporcudan da teknik sorumludan da aşağıdaki cevabı aldı:
“Sporcu, olması gereken kilodan 3-4 kilo fazlaydı. Bunu kısa sürede verdi. Yalnız son anda doğru bir baskül kullanılınca 1 kg daha fazlalık olduğu görüldü. Bu defa çok kısa sürede bu fazla kilo verildi ve halsiz kalındı. Kalınan otelin terazisinin olmayışı bu işe sebep oldu.”
Bu satırlarda bir abartı ve/ya deformasyon yoktur.
İlk bakışta bir dünya şampiyonasında değil de bir kenar mahallenin meraklı gençlerinin kurdukları spor derneğinin öbür mahalleyle yaptığı karşılaşmada geçtiği sanılabilecek bu konuşma inanılmaz bir açıklamadır.
Katılınması milyarlarca liraya mal olan bu karşılaşmaya giderken bir doğru baskül götürmeyi akıl edememek inanılır bir iş midir?
Bence bu olaydan bir seri sonuç çıkarmak ve çeşitli spor dallarındaki kronik başarısızlıklarımızı – kısmen- açıklamak mümkündür.
Bu olay, yıllardır süregelen birçok başarısızlıktan yalnızca bir tanesidir. Fark sadece, olayı laf kalabalığı ve bilgiç tavırlar içinde gizlemeyi beceremeyen iki kişinin komik görünümlü acı gerçeği açıklamasındadır.
Kimbilir şimdiye kadar buna benzer ne işler olmuştur da, milletin gözünün içine baka baka “hakem tarafgirliği”, “sakatlık”, “iklime uyumsuzluk”, “devletin ilgisizliği” vs gibi masallar anlatılmıştır.
Aslında bu tür olayların sadece sporculara özgü olduğu sanılmamalıdır. Hemen hemen her alandaki başarısızlıklar, başarıyla gizlenip “teknik sebep” kılıfı altında topluma yutturulmaktadır.
Başarısızlıklar, iyi tahlil edilebildiği takdirde başarıyı sağlayabilecek avantajlardır.
Spordaki başarısızlıkları tahlil etmek isteyenlerin bu olaya da böyle bakmaları iyi olur.
Bu takdirde bu sporcumuzun ve antrenörünün birer heykelini dikip kaidesine de şunu yazmak lazımdır:
Türk sporunun niçin çağın gerisinde kaldığının tahliline ilk defa ışık tutan iki spor adamımız. Darısı, diğer alanlarda heykeli dikilecek olanların başına!
-
May 25 2012 DÜRÜSTLÜK VE NAMUS !
Kişiler hakkında -gıyabında- yapılan değerlendirmelerde ahlaki boyut daima önceliklidir. Kişinin ahlakı denilebilecek nitelikler paketi içine konulabilecek onlarca ayrı özellik varsa da ne hikmetse bunların tek sözcükle tanımlanması yeğlenir: Namus ! “Filanca, namuslu adamdır” ya da “namussuzun biridir” gibi..
Namusluluğun daha da pekiştirilmesi gereken hallerde ise “dürüst ve namuslu” denilerek, o kişinin daha da bir beyaz olduğu anlatılmak istenir. Ben şimdiye kadar hiç, “namussuz ve dürüst” denilen birisine rastlamadım. Halbuki birçok var.
Gerçekte ise, nitelikler paketi’nde kaynakları birbirinden çok farklı ahlaki nitelikler bulunur. Borca sadakat, sözüne güvenilirlik, eşine bağlılık, yardımseverlik, emanete hıyanet etmeme, çıkarını başkalarının kaybında aramama ve daha birçok nitelik, birbirlerinden oldukça bağımsız ahlak bileşenleri’dir.
Bir kişi borcuna, sözüne ve eşine sadık, ama bir yandan da başkalarına kazık atarak kendine çıkar sağlama üstadı pekala olabilir. Bu gibi durumlarda genellikle aklımız karışır ve bu adamın (ya da hanımın) nasıl olup da böylesine karşıt nitelikleri birarada barındırdığını anlayamayız.
Dürüstlük ise bunlardan farklıdır. Dürüstlük bir bakıma, “olduğu gibi görünebilme” ya da “ne olduğunu saklamama” şeklinde tanımlanabilir. Yani bir kimse, ahlak bileşenleri açısından berbat bir durumda, ama bunları saklamıyorsa ona “namussuz ve dürüst” denmelidir.
Böylece; namuslu-dürüst, namussuz-dürüst, namuslu-aldatıcı, namussuz-aldatıcı gibi bileşimler olabileceği görülmektedir.
Temiz Toplum, namuslu ve dürüst bireylerden oluşan bir toplum dokusu ile mümkündür. Namus bileşenlerindeki sorunların giderilmesi uzun ve yorucu bir süreçtir. Bu sürecin ilk adımı ise dürüstlük olmalıdır.
Çünkü her ne olunursa olunsun, onun düzeltiminin ilk adımı “ne olunduğunun kabulü” dür ve bu diğerine göre daha kolaydır.
-
May 25 2012 BECERİKSİZLİK, ÖVÜNMEKLE GİDERİLEMEZ
Son Eurovision şarkı yarışmasında 22 ülke içinde yalnızca bir tanesi, Türkiye :
-
Telefon bağlantısını doğru şekilde kuramadı
-
Jürisinin oylarını doğru dürüst bir dille aktaramadı
Her ikisi için de çok sayıda mazeret bulunabilir. İkincinin birinci sebepten kaynaklandığı iddia edilebilir vs. Ama dikkatli seyredenler, oyları aktarmakla sorumlu kılınan hanımın sadece yabancı dil bildiğini (herhalde), iletişim denen beceriden ise hiç nasibini almadığını görmüşlerdir.
20 civarındaki bir kütle, istatistik açıdan anlamlı sonuçlar verecek kadar büyüktür. Hele bu sonuç 21-1 gibi ise hiç tereddütsüz o sonucun işaret ettiği semptomlar kabul edilmelidir.
Bir kısım kişi bu olayı önemsiz göstermek isteyebilir. Ama eğer faydalanmak istenilirse, milyonlarca dolar dökülen (ve arkasından acımayla karışık gülünen) tanıtma adlı övünme kampanyalarına göre çok daha etkili bir fırsatla karşı karşıya olduğumuz görülecektir.
Bu tanıtma pastasından her hangi bir düzeyde pay alan kişi ve kuruluşlar tabii ki katılmayacaklardır. Her ne kadar profesyonel ahlak, bir müşterinin alınan parası yerine yeterli mal/hizmetin verilmesini gerektirirse de bu, gerçek profesyoneller içindir. Yoksa moda olan şekliyle “adını söyle yeter” akımı bunun dışındadır.
O halde bu gözlemi bir hareket noktası olarak kabul edersek, önce bu olayın, kendimizi tanıtmaya çalıştığımız (ki bu doğru bir amaç değildir) kitleye verdiği mesajı çözümlemeye çalışmalıyız.
Herhalde TV’leri başında yarışmayı izleyen 1-2 milyar kişi bu olayı, Türkiye’nin 22 ülkelik takıma girebilecek bir düzeyde olmadığının somut kanıtı olarak yorumlamışlardır.
Aklı başında hiç kimse bu olayın basit bir tesadüf olmadığını, bunun mutlaka bir sorumlunun, bir işlemi yapmakta gecikmesinden veya yedek bir kanal bulundurmamasından ya da gerekli bakımların yapılmamış olmasından kaynaklandığını bilecektir.
Şu bir gerçektir ki, beceriksizlik daima kızgınlığı, küçümsemeyi çağırır. Beceri eksikliği bir dezavantajdır. Her dezavantaj, akıllı davranılabilirse bir avantaj haline dönüştürülebilir. Bunun için gereken, akılcı davranıştır.
Bu durumda da olay, düşmanlarımızın iletişim kanallarımızı bozması filan gibi bir şekilde açıklanıp, uykuya devam gerekçesi olarak kullanılmaz da, samimi olarak eksiklerimizi korkmadan teşhis etme yolunda kullanılabilirse, bundan daha faydalı bir “musibet” olabilir mi?
Artık resmi bütünüyle görmek zorundayız. Global rekabet denilen yarışma ortamında milletler sadece ürettikleri malların fiyat ve kaliteleriyle yarışmıyorlar.
Ürettikleri her çeşit hizmet ile de yarışılıyor. Bu hizmet bazen diplomatların ürettiği hizmet oluyor, bazen de şarkı yarışmaları. Ama hepsinin prensibi aynıdır : Bireylerin beceri düzeyleri yarışıyor. Yani toplumların beceri dokuları !
Hatta daha genel ilke olarak ; beceri, bilgi, ahlak ve ruh sağlığı dörtlüsünden oluşan Nitelik Dokuları yarışması!
Sonuç olarak, övünmeye (tanıtma) ayırdığımız zaman ve parayı, eksikliklerimizi ve bunlara yol açan Kaynak Sorun ları teşhise, bunları gidermeye kaydırmadan, alay edilmekten , küçümsenmekten ve de ilaçlanmaktan kurtulamayız. Hoşça kalınız.
-
-
May 25 2012 EVLİLİK AŞKI ÖLDÜRÜR (MÜ?)
Sanırım ki bu hükmün savunucularının dayandığı en geçerli nokta, aşk süreci içinde yer almayan ve ancak evlilik sırasında söz konusu olabilen bazı ayrıntıların yarattığı değişik havadır.
Örneğin iki aşık arasında, “yeşil salatanın suyu sıkılmadan doğranmışlığının” ya da “diş macununun dibi yerine ortasından sıkılmışlığının” bir sorun olduğu pek görülmemiştir, ama aynı olaylar birike birike evlilikte ciddi sürtüşmelere pekala yol açabilir.
Evlilik eğer aşkı öldürüyorsa, nedenlerinden birisi de mutlaka, buğulu tavırların yerini somut davranışların almasındandır.
Nasıl ki sisli bahar günleri, en mezbele yerlere dahi bir güzellik verirse -ki bu, bilmezliğin yol açtığı meraktandır-, henüz evli olmayan bir çiftin birbirine söylediği örneğin, “küçücük bir yuvamız olacak değil mi?” sözü de erkek tarafından derin (ve anlamsız) bir bakışla cevaplanır ve bu soru ve boş cevabı, unutulamayan bir mutluluk anısı olarak yıllar sonrasına aktarılır.
Aynı soruyu kocasına soran kadının aldığı net, “hayır, zaten kirayı zor ödüyorum” cevabı da aşağı yukarı deminkiyle aynı mesajı taşırsa da somutluğu yüzünden büyü bozulmuş olur.
Benzer şekilde yazarlar da okuyucularıyla bir çeşit aşk yaşarlar. Bu defa “ufak mutlu yuva” yerine başka “güzel sözler” geçer. Örneğin, “ülkemizin onurlu bir dış politika izlemesi için alınması icabeden fevkalade mühim ve ilmi muhteviyatlı tedbirlere karşılık mevcut iktidarın tutumu gayrıciddidir” gibisinden sözler, okuyanlar tarafından hafif baygın gözlerle süzülür ve muhtemelen şöyle düşünülür: “bravo adama (veya kadına). İşte bu kişi iş başında olacak da o zaman nasıl olurmuş göreceğiz!”
Ama ne olursa olsun evlilik iyidir. Yoksa aşk sırasında söylenenlerin doğru olduğuna inanıp gerçeklerle karşılaşma şansımızı yitiririz.
Pazar, 4 Eylül1994
