• “MİNİMUM NİTELİK YASASI”!

    Bir aracı kullanmak için gereken niteliklerin minimum düzeyleri ile onu kullanananın nitelikleri arasındaki fark arttıkça, o aracın kullanımıyla sağlanması öngörülen yararlar azalır. Nitelik farkı belirli bir eşiğe erişince bu yararlar, başlangıçta öngörülmeyen zararlara dönüşmeye başlar”..

    Örnekler:

    • Cep telefonunun gerekli yararları sağlayabilmesi için gereken asgari niteliklerden birisi, başkalarının haklarına saygıdır. Başkalarının sessiz kalma, konsantre olma, sınırlı kapasitedeki bir şebekeden yararlanabilme ve bu gibi haklarına saygı gösterilmediğinde, cep telefonu bu defa taciz üretmeye dönüşür.

    • Motorlu araçların gerekli araçları sağlayabilmesi için gereken minimum niteliklerden birisi, fiziğin hareket ile ilgili temel kurallarının yaşama uygulanacak düzeyde bilinmesidir. Bu olmadığında motorlu araçlar birer ölüm aracına dönüşür.

    • Televizyon kanalı işletmeciliği, ticari çıkarların kamu yararı ile dengelenmesi gibi minimum bir erdemi gerektiren , bu sağlandığında toplumun haber alma, eğitim gibi haklarının sağlanmasına hizmet eden bir araçtır. Bu olmadığında, TV kanalı toplum değerlerini tahrip eden, toplumun bilgilenme özgürlüğünü çiğneyen bir araca dönüşür.

    • Demokrasi, bu rejim altında yaşamak isteyenlere, sorunların önlenmesi ve çözümü için katılım sorumluluğu yükler. Bu sorumluluk üstlenil(e)mediğinde demokrasi , her türlü manipülasyona açık, bizatihi özgürlükleri tahrip eden bir araca dönüşür.

    • Bilgisayar, onu kullananların sorunlarını bilgiyle çözmeleri halinde yaşamı kolaylaştırır. Sorunların bilgiyle değil, yalvarıp yakarma, arka arama, kural çiğneme gibi yollarla çözülme alışkanlığı halinde, bilgisayar bu alışkanlıkları kökleştirici rol oynamaya dönüşür.

    • Eğitim, asgari bir ahlak düzeyine sahip olunduğunda topluma yarar sağlar. Eğitilmiş, fakat ahlaki sorunları bulunan bir kişi bu defa bir melanet üreticisine dönüşür.

    • İnsan bedeni, onu kullanmak için gereken asgari bilgi ve ahlak düzeyine sahip olunduğunda, mükemmel bir makinedir. Buna sahip olunmadığında ise sürekli sorun üreten bir kaynağa dönüşür.

    Bir şeye sahip olmakla ondan otomatik olarak yarar sağlanamayacağı gerçeği basit ama yaşamsaldır. Gelişmeyi, sahip olunan araçların sayısını artırmak olarak gördüğümüz sürece , bırakalım gelişmeyi bu araçların üreteceği yeni sorunları başımıza almış oluruz.

    Minimum Nitelik Yasası olarak bilinen bir kanun yoktur. Ama, başlangıçta ortaya konulan hipotez, sorunlarımızın anlaşılması açısından hemen her alana uygulanabilecek esnekliktedir.

  • GÖÇ VE ŞEHİRLEŞME

    Şehirleşme, çağdaş yaşamın ne kadar doğal bir yanı ve hatta gelişmenin göstergelerinden biri ise, göç de o denli olumsuz bir kavramdır.

    Birisinde, kırsal kesimde artan verimlilik sonunda doğan artı değer kırsal kesim nüfusuna yeni yaşam biçimleri sunarken diğerinde, bulunduğu yerde barınamayacak hale gelen insanlar oralardan kopmaktadırlar.

    Şehirleşmenin temelinde artan verimlilik varken göçün temelinde gelir azalması ve buna bağlı çaresizlik bulunmaktadır.

    Göçe yol açan ve onu destekleyen nedenler karmaşık bir yapı oluştururlar.

    İşsizlik ve/ya gelir yetersizliği, göçü harekete geçiren kuvvetler ise, kırsal kesimdeki kamu hizmetlerinin yetersizliği ya da şehirlerde kuralların kolayca çiğnenebilmesi ve bunun da kolayca gelire dönüşebilmesi, göçü destekleyen unsurlardır.

    Varlığı gerçeğe değil de kafalarda oluşmuş mith lere dayalı her değerde olduğu gibi Devlet kavramı da günümüzde geleneksel anlamını kaybetmiş, artık güç, dürüstlük ve saygınlık yerine güçsüzlüğü, fırsatçılığı ve saygısızlığı simgeler hale gelmiştir. Devlet artık bilek gücü ya da rüşvetle kenara itilmek istenen bir fazlalık haline dönüşmüştür.

    Artık hemen herkes, Devletin kurallarının yalnızca ona uyanlar için var olduğunu, ona uymak istemeyenler için yaptırımların kolayca altedilebildiğini öğrenmiştir.

    Hatta artık Devlet potansiyel bir fırsat hazinesidir. Devletin taraf olduğu her işte, zor ya da rüşvet kullanılarak bir çıkar sağlamak mümkün görülmektedir.

    Bu, çeşitli yokluklarla karşı karşıya bulunan kırsal nüfus için büyük bir özendirici etki yaratmaktadır.

    “Taşı toprağı altın şehir” kavramı ençok günümüzde geçerlidir.

    Devletin koyduğu kuralların çiğnenmesi halinde öngörülen cezalar, büyük bir kesimin günlük yaşantısına çok da aykırı görünmemektedir.

    Parası olmayana verilecek para cezası nasıl bir yaptırım gücüne sahip değilse, diğer cezalar da ancak “kaybedecek çok şeyi bulunan” kişiler üzerinde caydırıcı olabilmektedir.

    Kan davası nedeniyle sürekli ölüm korkusu içinde yaşayan bir insan için nasıl özgürlük anlamını kaybetmişse, son derece gayrı sıhhi şartlar altındaki bir konutta yaşayan kişi için de evinden ayrı kalmaya yol açabilecek cezalar o denli anlamsızdır.

    Bir toplumu, bir arada ve düzenli yaşamaya özendiren “çıkar”lar zayıfladıkça, o toplumu kurallar aracılığı ile yönetmek de o kadar güçleşmektedir.

    Günümüzde toplumumuzu saran kural çiğneme histerisi, işte böyle bir süreç sonunda ortaya çıkmıştır.

    Dolayısıyla göç değil kuralsız yaşamak üzere göç, daha büyük önem taşımaktadır.

    Bu saptamanın, göç olgusunun doğru yönetimi açısından önemi açıktır. “Kontrolsuz göç yerine kontrollu şehirleşme” politikaları bu gerçeğe oturtulmalıdır.

    Bir kısım devlet adamımızın “yerinizde rahat değilseniz batıya göçün” nasihatının doğru bir felsefeye oturmadığı bu kısa akıl yürütmeden görülmektedir.

    Bu çerçeveye oturtulacak bir politika, bir yandan yerinde yaşamı destekleyip özendirirken, bir yandan da buna paralel olarak yukarıda sözü edilen “şehirlerdeki kuralsızlığın çekiciliği” ni yoketme araçlarını kullanmalıdır. Hoşça kalınız.

  • “İŞ GÜVENCESİ” YASASINA

    ALTERNATİF

    Çalıştığı işte geleceğini güvencede hissetmek, çalışma ahlakı düşük bir insanla olumsuz sonuçlar yaratır. İşyerine karşı nankör davranır, işyerini “kıl çekilecek domuz” gibi görür vs. vs..

    Bu tür çalışanların yönetiminde -ne kadar gayrı insani görünürse görünsün-, “işini kaybetmek korkusu” bir “yapay ahlak” sağlama aracı olabilmektedir.

    Ama yüksek çalışma ahlaklı kişilerde ise tam tersine, olumlu sonuçlara yol açar. İşyerini aile ocağından, iş arkadaşlarını aile bireylerinden, işyerinin çıkarlarını da ailesinin çıkarlarından ayırdetmez.

    Japonya’nın bir kısım işyerlerinde uygulanabilen “ömür boyu istihdam modeli” nin, o insanlarda bu tür olumlu tutumlara yol açtığı, elde ettikleri sonuçlardan anlaşılmaktadır.

    Bu iki uç örnek “iş güvencesi” nin, her hastalığa iyi gelen bir ilaç olmadığının bir açıklamasıdır. Yerine göre her iki modele de ihtiyaç vardır. Biri diğerinin yerine kullanılamaz.

    İş Güvencesinin ahlaki ön-şartının dışında bir başka boyutu daha vardır: Küçülüp büyüyerek rekabet dünyasının dalgalanmalarına karşı koymak zorunda olan kuruluşlarda iş güvencesi tek kelime ile imkansızdır.

    Tek pazar haline gelmekte olan Dünya’da ayakta durabilmek için küçülmek, bazen de büyümek durumunda olan bir kuruluşun önüne, bunu engelleyecek kurallar koymak, sürekli nefes alıp vermek zorunda olan bir insanın soluması için mahkeme kararı istemeye benzer. Böyle bir karar ancak adli tıptan morg raporu şeklinde alınabilir.

    Türkiye’mizin hemen her alandaki rekabet gücünün düzeyi bellidir. Zaman zaman kendi kendimize övünsek de, ürettiğimiz her mal ve hizmetin Dünya pazarlarında daha ucuz ve/ya kaliteli olduğu, buna karşı da ancak “koruma” denilen uyuşturucu ilaç ile karşı koyabildiğimiz bir gerçektir.

    Rekabet gücü düşüklüğünün sebebi büyük ölçüde çalışanlar değildir. Onların payı %20-25 civarındadır. Esas pay, sistemleri kurmak ve onları iyi işletmek durumunda olan yöneticilerindir.

    Dolayısıyla rekabet gücü, yalnız işçilik maliyetlerini düşürerek (az işçi ve/ya düşük ücret yoluyla) sağlanamaz.

    “Düşük işçi ücreti” ile “düşük işçilik maliyeti” arasındaki dağ gibi farkı anlamak zorundayız. “İşçi ücreti” yalnız çalışanla ilgiliyken “işçilik maliyeti”, çoğu, işçiyle ilgisi olmayan birçok faktöre bağlıdır.

    İşte bu yüzden de Türkiye’deki işçi ücretleri Dünya sıralamasına göre düşük, işçilik maliyetleri ise yüksektir.

    Ancak bu gerçek, hiçbir kuruluşumuzun, çalışanlarına “iş güvencesi” sağlayabileceği anlamına da gelmez.

    Bu katı gerçeği içimize sindirmek ve akılcı alternatifler bulmak zorundayız.

    Nitekim, işgücü piyasası esnekliğinin en yüksek olduğu A.B.D.’de dahi (easy hire-easy fire), buna karşı bir önlem alınmıştır. DWRP (Dislocated Workers Retaining Program) yani “İşini Kaybetmiş İşçileri Koruma Programı” adı verilen bir program, bu “nefes alıp verme”yi engellemeden çalışanları koruyabilmek için geliştirilmiş bir alternatiftir.

    T.B.M.M.’ne sunulan bir yasa teklifi ile, gerek işi olmayanların gerekse işi olup da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olanların yeni işler bulmaları ya da kendi işlerini kurmaları için bir çözüm önerilmektedir.

    Girişim Destekleme Şirketleri adı verilen bu kuruluşlar, İngiltere’de uzun süredir kullanılmaktadır.

    Sayıları 16,000 civarında olan bu şirketler, İngiltere’de yaratılan istihdamın yaklaşık %20’sini sağlamaktadırlar.

    Benzer şirketlerin Türkiye’de de başarılı olmaması için bir sebep yoktur.

    Tüm ilgililere duyurulur.

    ***

  • HİYERARŞİK YAPILARDAN AĞ’LARA GEÇİŞ ZORUNLUDUR!

    Toplum yaşamının çeşitli kesitlerindeki karmaşıklık düzeyi, kesitler arası etkileşimler ve bu bağlamdaki sorunlar giderek artıyor. Hergün bunun bir başka örneğine, daha bir diğeri kaybolmadan tanık oluyoruz. İnsanın çevresini giderek daha iyi tanıması, teknoloji kullanımının yaygınlaşması, artan nüfus, kıtalan kaynaklar karşısında bu durumu anlamak kolaydır.

    Sorunlarla ilgili taraflar da bunlara karşı çözümler geliştiriyorlar. Bu süreç bütün dünyada hemen hemen böyle işliyor.

    Ülkemizde ise İster devlet, ister özel sektör kuruluşları, hatta gönüllü örgütlenmelerle ilgili olsun, geliştirilen bu çözümlerin ortak bir yanı, “sorunla ilgili bir birim kurulması” ya da mevcut bir “örgütün büyütülmesi” biçimindedir.

    Bir örgütün kurulması ya da büyütülmesi bir akıllıca bir tasarıma dayanıyorsa mesele yoktur. Ama, tasarım kavramının bilincine ne denli az varıldığı, sanayi ürünlerini ucuz yoldan allayıp pullayarak “miş gibi” yapmaya endüstri tasarımı adını vermemizden, üniversitelerde bununla ilgili “birim kurmamızdan” bellidir. Bu nedenle, bu birim kurma ve büyütme eğiliminin kaynağı, sorunu kontrol altına alabilme yolunda başkaca yapacak şeyi bulunmamak’tır.

    Bilinç altına yerleşmiş az sayıda dürtünün, üst-bilinçteki birçok davranışı kontrol ettiğini biliyoruz. Emir verme-alma, kesin talimatlar, belirlilik, yön değiştirmeden dümdüz yürümek gibi eğilimlerimiz o denli güçlüdür ki, bunların alt-bilincimize yerleştiği söylenebilir.

    Bu dürtüler, bir sorunla karşılaşıldığında derhal harekete geçmekte, hiyerarşik bir yapılanma kurmak ya da var olanı genişletmenin en iyi çözüm olduğuna bizi inandırmaktadır. Hiyerarşik bir yapı, bilinçaltımızdaki “hükmeden ya da hükmedilen olma” dürtümüze en iyi karşılıklardan birisidir.

    Bu yargımı biraz abartılı bulanlar, rastgele on kişiyi bir araya getirip bir sorun hakkında tartışsınlar. Tartışma sonunun mutlaka bir baş seçip emir ve komutayı ona bırakmakla biteceğini şimdiden söyleyebilirim. Bunun yerine, “hangi durumda ne yapılacağı”nın tartışılması çok küçük bir olasılıktır.

    Hangi ölçekte olursa olsun her sorunun ve çözümlerinin birden fazla tarafı vardır. Bu tarafları bir hiyerarşik yapı içine yerleştirmeye çalışmak, daha başlangıçta, çözümsüzlük yolunda bir adım atmak demektir. Aksine, tarafların her birini “ağın eşit üyeleri” olarak görmek -ki eşit olup olmamaları önemli değildir- çözüm için olumlu ilk adımdır.

    Bireysel ve toplumsal yaşam içinde duyu organlarımız aracılığıyla her an onlarca algı topluyor, belleğimizdeki birikimlerle bunları birleştirerek ayrıca da belki yüzlerce sanal duyu* oluşturuyoruz.

    Böylece oluşan algıları bir hiyerarşi içine yerleştirmeye çalışmaktan vazgeçmek, “ağ tabanlı düşünme biçimi”ne doğru atılacak iyi bir adım olabilir.

    Bir sorunu tartışmak için bir araya gelen taraflar, -içlerinden de olsa- birbirlerinin yetkilerini tartmaktan, kendilerini en üstlere yerleştirebilecek yaklaşımlarda bulunmaktan vazgeçerlerse iyi bir çözüm atmosferi yaratmış olurlar. Ağ tabanlı sorun çözmede değerli bir araç, “ağ protokolu”dur. Neyin, kim tarafından yapılacağının baştan belirlenmesi demek olan ağ protokolu, tek amir yerine “duruma göre lider” belirler.

    Gerçek yaşam, “duruma göre liderlik” kavramı çevresinde yürür. Sorunların çözümünde bu doğal ilkeyi benimsemek, özellikle taraf sayısı çok olan sorunlar halinde durumu çok kolaylaştıracaktır.

    28 Eylül 2001

    (*) Bkz. https://tinaztitiz.com/sanal-duyular/

  • OLAYLAR DEĞİL, ONLARIN ANLAŞILMAMASI DAHA KORKUTUCUDUR!

    16 kişinin hayatını kaybettiği İstanbul Gazi Osman Paşa (GOP) olayları hakkında sokaktaki adamdan en yukarıdakilere varıncaya kadar herkes bir teşhis üzerinde birleşti: olaylar `provokasyon’dur!

    Büyük bir israrla hep bir ağızdan bu bir tanı olarak söylendiğine göre, toplum bir konuda ikna edilmek ve, “bu olaylar X değildir provokasyondur. Sakın X sanıp aldanmayın, yoksa haklı olarak sokağa dökülürsünüz” denmek isteniyor.

    Bu cümleyi anlamlı kılacak X acaba ne olmalıdır? Bir cebirsel işlem çözer gibi hareket edilirse X’in şu olması gerektiği hemen görülecektir: “Dün akşam 2015 de, ellerinde uzun namlulu otomatik piyade tüfekleriyle tavşan avından dönen bir grup vatandaş, bir alevi kahvesinin önünden geçerken tesadüfen elleri tetiklere dokunmuş ve kendiliğinden patlayan silahlar yine tesadüfen kahvede oturanları öldürmüştür. Olaya neden olan avcı vatandaşlar durumun farkına varamayıp güle oynaya olay yerinden süratle uzaklaşmışlardır!”

    Eğer bu çözüm saçma görünüyorsa, saçma olan çözüm değil, “olaylar X değil provokasyondur” tanısıdır. Bundan sonra bu tip olaylarla daha sık karşılaşacağımız için şunların bilinmesinde yarar vardır:

    1. Provokasyon, tek başına yaşayamaz!

    Provokasyon, tek başına varolabilecek bir olgu değildir. Provokasyon için uygun ortam mevcutsa Provokasyon da vardır, ortam uygunsuzsa yoktur. Mikroplar, bağışıklık sistemi zayıf bünyeler için etkili yani “var”, güçsüz bünyeler içinse etkisiz yani “yoktur”.

    1. Toplumsal AIDS!

    Toplumumuzun bağışıklık sistemi son derece zayıftır. Dolayısıyla, başka toplumlara olumsuz etki yapamayan herhangi bir neden (futbol maçı, ücret isteme yürüyüşü, cenaze töreni, cuma namazı gösterisi, ya da başka bir şey) çok kolaylıkla toplumsal bünyemizi hasta edebilmektedir.

    1. “Toplumsal bağışıklık sistemi” sorun çözme kabiliyeti demektir!

    Toplumumuz gündelik yaşamın basit sorunlarını çözebilmekte, karmaşık ve özellikle de belirli bir amaca yönelik olarak kurgulanmış (yani provokasyon) sorunları, bunların kendi aralarındaki değişik görünümlü bileşimlerini çözememektedir.

    GOP olayına hep bir ağızdan konulan “provokasyon” tanısı, işte bu zavallı çaresizliğin, güçsüzlüğün, sorun çözme kabiliyeti düşüklüğünün bir belirtisidir.

    Provokasyon tabii ki olacaktır. Bu, “havada mikrop var” demek kadar lüzumsuzdur. Çatışma bir defa ateşlendikten sonra içine başka yıkıcı, karıştırıcı unsurların karışması da önemli bir bilgiymiş gibi söylenmemesi gereken, bu tip olayların en basit karakteristiklerinden birisidir.

    1. Her çatışma binlerce tanecikten oluşur!

    İster alevilerin tepkisi ister başka bir nedenle olsun tüm çatışmalara yakından bakıldığında içinde aynen bir beton harcı manzarası görülecektir. Büyükçe taşların araları daha küçük çakıllar, onların araları kum taneleri ve nihayet bütün bunların arasındaki ince çatlakları dolduran çimento.

    Çatışmaların yapısı da aynen böyledir. Onlara yol açan “iri” nedenlerin aralarında kalan boşluklar daha “küçük” nedenlerle dolar. Bir çatışma büyüteçle incelendiğinde içinde, göç olgusundan enflasyona, buluşçuluk eksiğinden ezbere kadar tüm sorunlar görülebilecektir.

    1. GOP olaylarının yapı tanecikleri nelerdir?

    Göze çarpan en iri tanecikler, güvenlik güçlerinin beceriksizliği ile insanların, kendilerini akıldışılığa kaptırmış olmalarıdır.

    Güvenlik güçlerinin bu tür toplum olaylarına karşı neler yapması gerektiğini bilmediği gözle görülür şekilde açıktır. Bir kalabalığın büyümeden nasıl parçalara bölüneceği, elebaşıların bir tahrike meydan vermeden nasıl toplanacağı, bir polisin dahi gösterebileceği zaaf işaretlerinin tahrik olmuş topluluklar açısından ne anlam taşıdığı, göreviyle kanaatlerini ayırmayı bilmeyen polislerin ne etki yaratacakları gibi konularda hiç eğitilmedikleri, ellerinde telsizle koşuşturan amirlerin de memurlarından farksız olduğu bir gerçektir.

    Nitekim Sivas olaylarının incelenmesi de aynı hastalıkların varlığını göstermektedir. Orada da, profesyonel oldukları her hallerinden belli olan tahrikçilerin galeyana getirdikleri “histeriye tutulmuş halk”ı durdurmada ne denli beceriksizlik gösterdiklerini, verdikleri benzer zaaf işaretlerinin halkı nasıl cesaretlendirip saldırganlaştırdığını, olayların video kayıtlarını dikkatli inceleyenler göreceklerdir. Demek ki bu zafiyet münferit değil geneldir. Güvenlik güçlerimiz bu halleriyle toplum olaylarını önleyemez, hatta -iyi niyetle dahi olsa- tutumları olayların büyümesine yol açar. Bu sonuç, Sivas ya da GOP olaylarından çok daha ürkütücüdür.

    İkinci iri tane, halkımızın akıldışılığa bu denli kapılmışlığıdır. Bir futbol maçı sonrasında dahi histeri krizi benzeri davranışlar gösteren insanların zıvanadan çıkmaları için herhangi basit bir neden dahi yeterlidir.

    Bir toplumsal ruh sağlığı sorunu olan bu duruma yol açan çeşitli nedenler, bu yazının sınırlarının dışındadır*. Ama, bugün toplumu sükunete çağıran TV kanallarımızın 24 saat işlediği şiddet ve cinsellik pazarlaması unsurlarının GOP ya da benzeri olaylar içindeki rollerinin varlığını göremiyorsak bu, olaylar kadar ürkütücü değil midir?

    Toplumsal olaylar genellikle bir ölçüde akıldışılığın egemen olduğu olaylardır. Akıllı uslu bireylerden oluşan bir kalabalık dahi -hele tahrik olduysa-, toplum psikolojisinin özel davranış kalıpları içine girip akıldışılık gösterebilir. Ama bunu, çılgınlık hali ile karıştırmamak gerekir. Toplumumuzun çeşitli vesilelerle gözlediğimiz ruh hali neredeyse çılgınlığa varan bir desen sergilemektedir. Bu desenin içinde, ilk bakışta hiç beklenmeyen çok sayıda tanecik bulunmaktadır.

    Sokaktaki insanların bu yapının farkında olmalarını beklemek, gereğini aşan bir beklenti olur. Ama olayları anlamak zorunda olan insanların “bu bir provokasyondur” gibisinden malumu ilan eden tanıları çok acıdır. Olaylar değil, onları yanlış anlamak daha ürkütücüdür. Cuma, 24 Mart 1995

  • ÇALKANTILAR MUTLAKA İYİ SONUÇLAR DOĞURUR MU?

    Siyasal, ekonomik ve sosyal açılardan “çok boyutlu çalkantı ortamı” denilebilecek bir ortam içindeyiz. Çoğu kimse, “birşeyler”in olup bu ortamın “birdenbire” değişeceğine inanıyor. Buna gerekçe olarak da insanların, belirli bir çizgiye kadar dolup, “böyle geldi ama böyle gitmemeli” diye düşüneceklerini gösteriyorlar.

    Bu varsayım gerçekten de insana huzur ve güven veren bir tahmindir. Çünkü, içinde bulunulan ve insanı rahatsız eden koşulların değişeceği bir “taşma çizgisi”nin var olduğunu söylemektedir.

    O halde, binlerce sorun, birdenbire tek soruna indirgenmiş olmaktadır: “henüz taşma çizgisine erişilmemiş olmak!”.. En güçlü sakinleştirici ilaç bile bu denli rahatlatıcı bir etki yapamaz!

    Ama acaba gerçek böyle midir? Acaba kaç insan ya da toplum, yaşamlarını bu “taşma çizgisi”ne ulaşmayı bekleye bekleye yitirmişlerdir?

    Acaba bu insanlar, “taşma çizgisi”nin sabit olmadığını, sorunlar arttıkça o çizginin de yavaş yavaş daha yukarılara kaydığını bilseler bu denli rahat olabilirler miydi?

    Tarihe bir göz atıldığında, bu tür çizgilere çok nadir olarak erişildiği, onların da çok azının da -Fransız ihtilali gibi- mutlu sonuçlara yol açtığı görülecektir.

    İnsanlığın yaşam tarihi evrimsel bir süreçtir. Aslında fizik Dünya da öyledir. En keskin gibi görünen çentikler dahi yakından incelendiğinde tedrici geçişlerden oluştuğu görülecektir.

    İçinde bulunulmaktan şikayetçi olunan bir “durum”dan, daha özlenir bir başka “durum”a geçmek isteyenlerin bilmeleri gereken birinci kural budur.

    İkinci yanlış kanı, çalkantıların mutlaka iyi sonuçlar doğuracağıdır. Çalkantıların doğası, düzensizliğin azalacağını değil aksine artacağını emretmektedir. Çevremizdeki herhangi bir “düzenli nesne ya da olay”a (benzin motoru, vergi sistemi ya da bir başkası) bakıldığında, “düzen”in ne denli seyrek, düzensizliğin ne kadar yaygın olduğu kolayca görülebilir.

    Bir düzensiz “durum”un, çalkalana çalkalana düzenli bir “durum”a dönüşmesi, bir daktilonun tuşları üzerinde gezinen bir farenin tesadüfen bir şiir yazmasından daha büyük bir olasılık değildir. Hatırda tutulması gereken ikinci kural da budur.

    Bu iki basit kuraldan çıkarılabilecek bazı somut sonuçlar da vardır: Mevcut toplumsal sorunların derinleşip, insanları bir taşma çizgisi’ne getireceğini, bunun ise bu sorunların çözümüne yol açacak iklimleri yaratacağını, bunun da dönüp bu çözüm söylemlerine sahip kişi ya da kurumları öne çıkaracağını beklemenin boşunalığı, bu sonuçlardan birisidir. Bu boşunalığın nedeni, sorunlar derinleştikçe bunların çevresinde yeni anlayış iklimlerinin de oluşması, böylece taşma çizgisinin yukarılara kaymasıdır.

    Sorunlara ilişkin söylem sahibi kişi ve kurumlar bu gerçeği gözardı etmeksizin “iğneyle kuyu kazmaya” hazır olmalı, kendilerini birdenbire “aranır” yapacak bir sihirin bulunmadığını kabul etmelidirler.

    Kaynar suya atılan kurbağanın derhal dışarı fırlaması, ama içinde bulunduğu su yavaş yavaş ısıtılan kurbağanın ise buna alıştığı ve bir süre sonra haşlanarak öldüğü deney, toplumsal sorunların rahatsız ediciliğine alışıp sonunda da yok olmanın çok güzel bir örneğidir.

    Cuma, 03 Kasım 1995

  • ÇATIŞMA, KENDİNİN SEBEPLERİNDEN BİRİSİDİR!

    Kişiler ya da onlardan oluşan toplum kesimleri arasındaki çatışmaların çeşitli nedenleri olabilir. Bu nedenlerin bir bölümü süreklilik arzederken bir bölümü de bir ateşleyici (başlatıcı) rolü oynar ve sonra yok olabilir.

    Burada ilginç olan hal ikinci durum olup, ateşleyici neden yok olsa dahi çatışmanın sürebilmesi, hatta şiddetlenerek sürebilmesidir. Denilebilir ki her ateşleyici neden, kişi ya da toplum kesimlerinin yeni bir paradigma sahibi olmalarına ve olayları eskisi gibi değil de bu yeni paradigma ile değerlendirmelerine yol açar. Bu durum aynen bir çakmak ile yakılan ateşin, çakmak söndükten sonra kendi kendini sürdürmesi olayına benzemektedir. Çakmak, başlangıçta ateşin nedeni ise de daha sonra ateşin nedeni bizzat kendisidir.

    Halk arasında “gıcık kapmak” diye adlandırılan bu olguya göre bir kişi herhangi bir nedenle bir diğer kişiye karşı duyarlık kazanmışsa, artık onun tüm davranışları diğerine “batmaya” başlar ve sonunda incir çekirdeğini doldurmaz bir nedenle taraflar çatışmaya başlayabilirler.

    Çatışma bir defa başladıktan sonra taraflar yeni gözlükler takacakları için, birbirlerinin olağan tutum ve davranışlarını dahi eskisinden farklı değerlendirmeye, bunları çatışmanın tırmandırılması için gerekçe olarak kullanmaya başlarlar. Yani, çatışma çatışmanın bir nedeni -hatta en etkin nedeni- olmaya başlar.

    Ülkemizde, çeşitli toplum kesimleri birbirlerine karşı duyarlık kazanmışlardır. Bu kesimleri çevreleyen sosyal ve ekonomik koşullar ise kesimler arasındaki çatışmaları kolaylaştırabilecek niteliktedir. Toplumumuzun sorun çözebilme, çatışma önleyebilme gibi konulardaki birikimsizliği ise çatışma iklimini daha bir hazır hale getirmektedir. Bunların üzerine bir de iç ve/ya dış kaynaklı kasdi “ateşlemeler” binince çatışma süreci başlayabilmektedir. Çeşitli zamanlarda bu mekanizma aynen böyle işlemiştir.

    Bu basit mekanizma, çatışmaların azaltılması ya da mümkünse yok edilmesi için çok önemli bir araç olarak kullanılabilir. Çatışan taraflar, çatışmanın bu dinamiği konusunda bilinçlendirilebilirlerse, kendi kendini sürdüren bu yanma olayı sönmeye dönüşebilir.

    Bu mekanizmanın bir diğer önemi idareler açısındandır. Haklı ya da haksız nedenlerle ortaya çıkan ve önlenemeyen küçük çatışmalar, daha büyük çatışmalar için çakmak görevi görebilir. Bu nedenle idarelerin bir numaralı görevi, çatışmaları önlemek, iki numaralı görevi ise potansiyel çatışma süreçlerini erken algılayıp sürecin başlamasına izin vermemektir.

    Çatışmaların önlenemeyişi, potansiyel çatışma ateşleyicilerine en büyük cesareti veren unsurdur. Örneğin, her aklına gelenin aklına geldiği biçimde sokaklara dökülmesine izin vermeyi demokrasi sanan çok insan vardır. İnsanların şikayetlerini dile getirmesi için kurallara göre gösteri yapmasıyla, aklına gelen yerleri basarak popülist pirim toplamaya çalışanların yapmaya çalıştıkları arasındaki benzerlik, fille bağımsızlık arasındaki benzerlik kadardır.

    Çatışma potansiyellerinin azaltılması için yapılması gerekenlerin en önemlisi ise çatışabilecek kesimler arasında iletişimi sağlayacak, bu kesimlerin kendi istekleriyle “çatışma önleyici araçlar” geliştirmelerini kolaylaştırabilecek, bunların uygulanma sonuçlarını birlikte izleyip değerlendirmeler yapabilecekleri platform(lar) geliştirilmesidir.

    Bu tür platformlar, çatışmanın, kendinin sebeplerinden birisi olduğu konusundaki bilincin gelişmesine de katkıda bulunacak araçlardır.

    Pazar, 09 Nisan 1995

  • “ÇETE” ANATOMİSİNİ İYİ ANLAMALIYIZ!

    Eski Yunan Tanrı sistemi durup dururken ortaya çıkmamıştır. İnsanlar çevrelerinde olup biten olayları açıklamak ihtiyacıyla sürekli teoriler geliştirmek, sonra da bunların olayları ne genişlikte açıklayabildiğini test etmek dürtüsüyle çeşitli Tanrılar tanımlamışlardır. Sonuç bu sistemin terkedilmesine varmışsa da, zamanında çok işe yaradığı, çok karmaşık bir çok olayı anında açıklayabilmiş olduğu da kuşkusuzdur.

    Günümüzde terkedilen bu “olayları açıklama” yöntemi ülkemizde halen geçerliğini korumakta, mühendislikten ekonomiye, tıptan sosyal bilimlere kadar birçok alanda başarıyla kullanılmaktadır.

    Karayollarında can ve mal kaybına neden olan olayları birçok gelişmiş ülke hala tam önleyemez ve bunlara gayet sofistike çözümler geliştirmeye gayret ederken, Türkiye’de sorun çözümlenmiş, eski Yunan Tanrılarının geliştirilmiş bir sürümü olan “canavar”lar yoluyla olay açıklanmıştır.

    “Çete” adıyla adlandırılan olgu da, canavar’ın özel durumundan başka bir şey değildir. Birçok karanlık olayı açıklayıp misyonunu tamamlayan “canavar” ile karşılaştırıldığında “çete”, abaküs ve mikroişlemci arasındaki kadar fark yaratmıştır.

    İşte bu nedenle, “çete” denilen olgu üzerinde daha dikkatli durulmak gereği vardır. Nasıl ki deprem felaketlerinden Yunan mitolojisi’ndeki Poseidon sorumlu tutulamazsa, çetelerin sorumlu olmadığı birçok sorun da onların üzerine yıkılıp kaçılamaz.

    Bulgarca “çeta” (orduya ait olmayan küçük ve silahlı birlik) sözcüğünden Türkçeye aktarılmış bulunan bu kavram orijinal anlamından epey sapmış, herhangi bir melanet alanında icrayı sanat etmek amacıyla bir araya gelmiş silahlı ya da silahsız küçük toplulukları ifade etmeye başlamıştır. Çete kavramının tam anlaşılabilmesi için ilk sorulması gereken soru, çete’nin nerede başladığı ve nerede bittiği, bir diğeri ise çete’nin eylemlerinde kullandığı metodolojidir.

    Gerek orijinal gerekse kaymış anlamına göre çete, mutlaka birden fazla kişiden oluşması gerekir. Bununla beraber bu kişilerin mutlaka el ele dolaşmaları gerektiğine ilişkin bir zorunluk yoktur. Hatta düşünülürse, böyle bir eleleliğin çeteyi derhal deşifre edeceği ve bu nedenle de birlikte bulunmaması gerektiği de hemen anlaşılacaktır.

    Aynı üniformayı giymek, benzer şivede konuşmak, daima benzer iddiaları savunmak gibi, “çetenin tanınmasına yol açabilecek” her türlü ipucundan kaçınmanın, çete olabilmenin olmazsa olmaz koşullarından olduğu da kısa bir akıl yürütmeyle bulunabilir.

    İyi bir çete, birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görünen, ama gerçekte aynı amaca hizmet eden tutum, davranış ve eylemlerde bulunan kişi ve kurumlardan oluşmalıdır. Hırsızlık, yol kesme ve benzeri alanlarda çalışan çetelerde çok önemli olan misyon, vizyon ve değer birliği, çete üyelerinin söylem birliği içine girmelerine ve dolayısıyla çabucak teşhis edilmelerine yol açar. İşte bu nedenle bu tür basit çeteler teşhis edilmemek için saklanmak zorundadırlar. Çete teşkili ve işletmecilginde ileri gitmiş toplumlarda ise tam aksine olarak tüm çete ögelerinin, çete misyonu, vizyonu ve değerlerinin benzemezliğinin temini çok önemlidir. Bunun için, takiyye gibi yöntemlerin yanısıra, çeteye dahil olduğunu bilmeyen kişi ve kurumların da çetelere katılması ve çağdaş örgütlenmenin bilinen metodu olan “sanal ağ” teşkil edilmesi yoluna gidilir. Bu nedenle de saklanmak gibi bir gereklilik olmadığı gibi, elini kolunu sallayarak ortalıkta dolaşmak neredeyse zorunludur. İşte, toplumumuzda hemen her olayı çetelerle açıklayan birçok vatandaşımızın bizzat birer çete üyesi olmalarının teorik temelleri böyledir.

    Çete oluşumlarıyla ilgili olarak sorulması gereken ikinci soru, çetenin oluşum koşullarıyla ilgilidir. Şu soru kritiktir: İsteyen bir ya da birkaç kişi, gönüllerinin çektiği bir konuda çete oluşturabilirler mi? İlk anda, “tabi kurabilirler, bunu düzenleyen bir yasa mı var?” diyenler çıkabilir. Ama kazın ayağı öyle değildir. Anayasa bile yorum cambazlığı gibi nedenlerle çiğnenebilir, ama çete teşkili ile ilgili yazılı olmayan kanunlar çiğnenemez.

    Bir çetenin oluşabileceği alanlar, toplumun onayına tabidir. Toplumun onayından geçmemiş bir alanda, ne denli gözü kara olursa olsun hiç kimse çete kuramaz. Kurmasına kurar ama birkaç günde dağılır gider, yani uzun ömürlü olamaz.

    Toplum, bir çetenin var olup olmamasına, benimsediği değerlerle onay verir ya da vermez.

    Nasıl ki bir evde üreyen böcekler, böceklerin arzusu yoluyla değil de o ev sahibinin pasaklılığı yoluyla oluşuyorsa, çeteler de toplumun çeşitli değerlerinin yarattığı iklim içinde var olabilir ya da olamazlar.

    Eğer bir çete var ise, orada bazı değerlerde sorunlar var demektir. Değerleri bozulmamış bir yerde kimse çete kuramaz. Buna “çete kurmanın altın kuralı” denilebilir!

    Türkiye’nin en büyük 4 üniversitesinden birisinin, içinde yaklaşık 100 kişinin görev yaptığı saray yavrusu rektörlük binasındaki tuvalet, yalnızca rektör tarafından kullanılabiliyor. Burada, bilgi toplumu ile ilgili olarak yapılan bir toplantıya çağrılan davetlilere ise yandaki bir binanın tuvaleti gösteriliyor. Orada ise kapının üzerinde şu yazıyor: sular akmadığından dolayı tuvalet kapalıdır! Bu basit görünüşlü olayın çetelerle ilişkisi ilk bakışta görülemeyebilir. Ama çok ilişkilidir.

    Her sorununun tek nedeni olarak okul eğitiminin yetersizliğini görüp kaynaklarını bu yolda mobilize etmiş olan ülkemizde, bu basit (!) olay çok değerli bir yol göstericidir. İnsanlarımızı okutup hepsini birer profesör yapsak, 59 üniversitemizi kurduğumuz illerimizin her birini birer İstanbul yapsak, sonuçta varacağımız yer, tuvaletin ve suyun önemini anlamamış ama beklentileri, iddiaları, tafraları, ihtirasları artmış bir sürü yardımcı çete üyesi oluşturmaktan ileri değildir.

    Çetelerin yok edilmesi, temizlenmesi gibi isteklerimizi gözden geçirmeli, hangi çetelerin üyeleri olduğumuzu keşfetmeye, ondan sonra da gerçek mücadele yöntemlerini bulmaya çalışmalıyız.

    28 Eylül 2001

  • CEZA -HER TÜRÜ- YANLIŞTIR!

    Dünya yüzünde hiç bir toplumda ülserli ya da astımlı hastaları cezalandırmak söz konusu değildir. Tam tersine, kamunun ortak gelirlerinden bir bölümü onları iyileştirmek için kullanılır. Hatta iş bununla bitmez, sağlıklı olanların ülser, astım ve diğer hastalıklara yakalanmaması için para harçanarak koruyucu hekimlik hizmetleri verilir.

    Tüm toplum, hastalara karşı duyarlıdır ve bir acıma-yardım etme hissiyle doludur. Bilim adamları, bürokrat ve politikacılar, insanların hastalıklarının nasıl iyileştirileceği, nasıl korunacakları konusunda sürekli kafa yorarlar.

    Hal böyle iken, hırsızlık, adam öldürme ve daha çeşit çeşit hastalık ise fiziksel hastalıklardan ayrı tutulur ve bunlara tutulanlar cezalandırılır. Türkiye’de bütünüyle, gelişmiş ülkelerde ise büyük ölçüde olmak üzere, kamu yönetimlerinin esas ilkesi “kural koymak” ve “bunlara uymayanları cezalandırmak” biçimindedir.

    Bugün bir çok ülke uyuşturucu bağımlılarına karşı acımasız önlemler, cezalar uygularken, bazılarında ise bunları “hasta” olarak kabul edip tedavi yoluna gidilmektedir. Bir uyuşturucu bağımlısının, uyuşturucu satın alabilecek parayı bulmak için çeşitli toplumsal düzensizlikler ( hırsızlık, başkalarını da alıştırma, adam öldürme gibi) yarattığını farkeden bu ikinciler, bu tür bağımlıların belirli merkezlere başvurup tedaviyi kabul etmesi halinde giderek azalan dozlarda uyuşturucuyu bedava vermeyi akıl etmişlerdir.

    Böylece bir taşla birkaç kuş vurulmakta, hem bağımlılıktan kurtulunmakta hem de araç olarak kullanılan diğer suçların önemli bir “nedeni” ortadan kaldırılmaktadır.

    Pekiyi, cezalandırılan diğer suçların ülser, astım ya da uyuşturucu bağımlılığından farkı nedir? Bir çocuğa tecavüz edip sonra da parçalara ayırarak onu yok eden bir kimseye – ki yanlış olarak sapık vs deniliyor- “hasta” lıktan daha iyi bir tanı konulabilir mi?

    Nitekim, bu ve bunun gibi binlerce suç türünün hiç birinin- ama hiç birinin- cezalandırma yoluyla önlenemediği görülmektedir. Hatta, az gelişmiş, yani kaybedecek az şeyi olan (ya da öyle düşünen ) bireylerden oluşan toplumlarda bu tür cezalar özendirici dahi olabilmektedir. Örneğin karnı aç, yatacak yeri olmayan ya da başkalarınca öldürülme tehdidi altındaki kimseye, “filan suçu işlersen seni hapsederim” demek aslında, “seni doyurur, yatacak yer sağlar ve seni hasımlarından korurum” anlamına gelmektedir. Gerçekten de bu dürtüyle suç işleyen çok kimsenin varlığı bilinmektedir.

    Aksine, bir kimseyi cezalandırmak çok nadiren islah-ı nefs etmesine ama coğunlukla eğitilerek mesleğin inceliklerini öğrenmesine yol açmaktadır. Basit ideolojik nedenlerle hapsedilenlerin hapisten birer militan olarak çıkmaları bu savı doğrular niteliktedir.

    Suç türlerine karşı en ağır ve ayrıcalıksız cezalandırma yapan ABD’dede suç oranlarının azalmayıp aksine çığ gibi artmasıve bir numaralı toplumsal sorun haline gelmiş olması, üzerinde çok durulması gereken bir olgudur.

    Bu olgu, suç ile ceza arasında yüksek bir negatif korelasyon bulunmadığını, suçların “başka nedenlerle” yüksek korelasyon içinde olduğuna işaret etmektedir. Çok benzer biçimde, sanayide de uzun yıllar kaliteli üretim yapabilmenin yolu olarak “kalite kortrolu” , “ödüllendirme”, “cezalandırma” gibi ve aslında hepsi de “ceza türevleri” olan yöntemler uygulanmış, fakat bu yolla başarı sağlamanın ya mümkün olmadığı ya da rekabet edemez maliyetlere yol açtığı görülmüştür.

    Bu gün bu yol terkedilmiş ve Toplam Kalite yöntemi benimsenmiştir. Toplam Kalite’nin esası, kalitesizliğe ve /ya yüksek maliyetlere yol açan “nedenleri saptayıp, onları gidermek” tir. Deyimdeki “toplam” sözcüğü, üretim evrelerinin “tamamı”nın içerildiğini vurgulamak içindir.

    Bir ürünün içine giren mal ve hizmetlerin kaynağından, pazarlanmasına, finansmanından, araştırmaya varıncaya kadar “bütün evreler”içinde kalitesizlik ve/ya maliyete “neden olan sebebler” incelenmekte ve bunların “tamamı” yokedilmeye çalışılmaktadır.

    Bu zircirin herhangi bir noktasında ister eğitimsizlik, ister dikkatsizlik hatta isterse kasit olsun meydana gelebilecek bir “hata” mutlaka belirli “nedenlerle” doğmaktadır. Bu “nedenler” incelenip -gerekirse onların da nedenleri incelenip – ortadan kaldırılmadıkça, cezalandırma yoluyla hatanın giderilmesi mümkün olmamakta, aksine cezanın yol açtığı başka sorunlar (hınç alma, haklılığını kanıtlama, motivasyon eksilmesi, hatayı başkalarına da yaygınlaştırma gibi) ortaya çıkmaktadır.

    Türkiye gibi, bireylerin bireylerle, bireylerin devletle ve hatta devletin devletle her alanda uyuşmazlık halinde olduğu bir ülkede -sanılanın aksine- cezalandırma yoluyla düzelme sağlanmaz. Olsa olsa tüm insanlar cezalandırılır ( nitekim pratikte de böyle olmaktadır).

    Sorunlara, “onlara yol açan nedenleri” teşhis edip onları ortadan kaldırmaya çalışarak çözüm bulunabilir. Bu yeni bakış ceza değil “tedavi” ağırlıklıdır. Bu ise, insan nitelik dokumuzun – bu doku, zeka, bilgi beceri, ruh sağlığı ve erdem bileşenlerinden oluşur- geliştirilmesiyle mümkündür.

    Bir siyaset aracı olarak kullanımı yaygınlaşan din’in dokunun “erdem” bileşenini geliştirmek için kullanılması, dinin istismarı da dahil birçok sorunu ortadan kaldıracaktır. Resmi ideolojileri dayatma aracı olarak kullanılagelen eğitim ise ancak bu bağlamda doğru işlevine kavuşaçaktır.

    Bu yeni yaklaşımın,hırsızlığı ya da devlet bankalarını soymayı adet edinmeyi adet edinmiş kişileri durdurup durduramayacağı doğru soru değildir. Doğru soru, bu ilkesel yaklaşımın geçerli olup olmadığı ve eğer geçerli ise nasıl bir planla hayata geçirileceğidir.

    Tüm siyasetcilerin, özellikle de yeni siyasi hareketlerin söylemleri, “Toplam Barış” (Toplam Kalite gibi) araçlarının en başına bu yaklaşımı yerleştirmek zorundadır. 28/5/95

  • ÇİFTÇİ, ÜRÜNÜNÜN FİYATINDA SÖZ SAHİBİ DEĞİL !

    Bir hanım çiftçimiz, röportaj yaptığı gazeteciye, “çiftçi, mahsulünün fiyatında bile söz sahibi değil” diyerek çiftçimizin -ve bu arada kendisinin- ne kadar mağdur olduğunu ifade etmiş. Ağzına sağlık olsun!

    Sektöründe söz sahibi olduğu fotoğrafındaki edasından da belli olan bu modern çiftçimizi ekonomi okutan eğitim kurumlarımız derhal kapmalı ve “rekabet ekonomisi ne değildir?” adlı bir derse okutman yapmalıdırlar.

    Aslında, çeşitli ürünlerin fiyatlarının yüksekliğine karşı çare olarak “tanzim satışı”, “narh tesbiti”, “fiyat kontrolu” gibi fevkalade etkin önlemler icadedip bunu bugün dahi sürdüren geleneksel belediyecilik anlayışımız, fiyatların “belirlenemeyeceğini”, onların ancak “oluşabileceğini”, monopol kırıcı, üretimi artırıcı önlemlerin dışındaki her türlü müdahalenin daima aynı sonucu (fiyat artışı, çift fiyat ve/ya sahtekarlık) verdiğini henüz idrak edememiştir.

    Ancak, yiğidi öldürüp hakkını da vermek gerekir: Geleneksel “taban fiyatı” uygulamasıyla beyni yıkanmış ve rekabet denilen kavram beyinlerinden sökülmüş bulunan tarım ürünü üreticilerimizin, mahsullerinin fiyatlarını kendilerinin belirlemek istemesi gayet doğaldır.

    Bu uygulama diğer sektörlerimizde de yaygındır. Örneğin, ücretini kendi belirlemek isteyen belediye işçilerimiz, çöpleri daha ucuza kaldıracak alternatifleri (yani piyasayı) kaba kuvvetle önleyerek serbest piyasa ekonomisi anlayışına yeni boyutlar getirmişlerdir.

    “Çiftçimizi, işçimizi, memurumuzu, enflasyondan daha yüksek zamlar vererek koruyacağız” sözlerini eden politikacılarımız, bu çağdışı anlayışın oluşmasında birinci derecede sorumludurlar. Hanım çiftçimizin ise cehaletten başkaca sorumluluğu yoktur.