-
May 25 2012 İŞSİZLİK VE BÜYÜME YANILGISI
Toplumumuzun sorunlarını oluşturan yapı taşları incelendiğinde, az sayıda «Kaynak Sorun»un, çok sayıda «Görünen (hayalet) Sorun» ürettiği görülecektir. «Görülecektir», ama ne yazık ki sorunlarımızla ilgilenen 65 milyon kadar vatandaşımız bulunmasına karşın bu gerçek bir türlü görülememekte, tüm kaynaklarımız sorunların kaynakları yerine onların görüntüleriyle boğuşmak için harcanıp durmaktadır.
İşte bu «Kaynak Sorunlar»dan birisi de, «çeşitli temel kavramların içerikleri konusunda bir toplumsal uzlaşı bulunmayıp, herkesin her kavrama, yere, zamana ve zemine göre, yani işine geldiği gibi anlam yükleyebilmesi» dir.
Tabiidir ki iş yalnızca temel kavramlarla sınırlı kalmamakta, aynı uzlaşmazlık ve belirsizlik onlardan türemiş kavramlara da bulaşmaktadır.
«İşsizlik», bu ikinci tür, yani dolaylı olarak enfekte olmuş, herkesin kendi anladığına göre anlam yüklediği kavramlardan birisidir.
Ülkemizde işsizliğin çeşitli nedenleri vardır, dolayısıyla da o nedenlere yönelik olarak tanımlanabilecek çözümler mümkündür. Bu çözümlerin bir bölümü kısa vadeli, diğerleri ise orta ya da uzun vadelidir. Bütün bu nedenleri ve bunları kısmen ya da bütünüyle ortadan kaldırabilecek çözümleri içeren bir belge, 1986 yılında «İSTİHDAM POLİTİKASI» adıyla ilgili Devlet Bakanlığınca yayımlanmıştır.
Toplumumuzda ve özellikle de kamu yönetimlerinde pek yaygın olan ve «Kaynak Sorunlar»ımızdan bir diğerini oluşturan «yaygın haset duygusu» nedeniyle de o yıllardan sonraki yetkililer, bu belgeyi okumak yerine yuvarlak ve büyük laflarla durumu idare etmeyi seçegelmişlerdir.
Ülkemizde, «işsizlik» sözcüğü altında toplanan, bir bölümü ise işsizlikle ilgili olmayan olgular mevcutken, istihdam ediliyor gibi görünen ama gerçekte işsiz olan gizli işsizler de vardır. Bir de, «potansiyel işsiz» denilebilecek kesim vardır ki, bugün için bir işe sahip olan, ama çeşitli nedenlerle (teknoloji yenileyememe, sermaye erozyonu vbg) ileride işini kaybedebilecek olan «işliler»i içermektedir.
Diğer yandan, işsiz sayısı kadar -hatta daha da fazla-, aradığı uygun elemanı bulamayan işveren mevcuttur. Buna «uygun olmayan eşleşme» (mismatching) adı verilmektedir.
Ama, bütün bu nedenlerin dışında öyle bir neden vardır ki o neden, ülkemizdeki tüm işsizlik türlerinin değişmez ve de başlıca nedenidir.
Evet, ülkemizdeki işsizliğin nedenlerinden birisi de, «yeni işler ancak büyümeyle yaratılabilir» düşüncesidir. İstihdamın tek kaynağını “yeni yatırım yapmak” olarak düşünen çok kimse vardır. Çözüm böyle ve hem nüfus artışını hem de tüketim arzularını tatmin edebilecek bir büyümenin gerektireceği finansman mevcut olmadığına göre, yapacak bir şey kalmamaktadır.
Bu düşünce tam yanlış değil ama iki bakımdan “sakat”tır. Birincisi, yeni işlerin yaratılması için geliştirilmiş teknikler artık bir “iş yaratma teknolojileri” bütünü oluşturabilecek kadar zenginleşmiştir. Dolayısıyla “yeni yatırımlar yapmak” tek yol olmaktan çoktan çıkmıştır.
İkincisi, yeni yatırımların istihdama dönüşmesi belli koşullara bağlıdır. Yani her yeni yatırım yeni işler yaratır demek değildir. Hatta bazı hallerde -ki bizim durumumuz daha çok budur- yeni yatırımlar işsizlik yaratır. Zamanla eskiyen teknolojileri yenilemek için yapılan yatırımlar genellikle iş değil işsizlik yaratır.
Bu gibi durumlarda yatırımların işsizliğe değil istihdama yol açmasının iki ön şartı varıdır:
- Yenilenen teknolojiler dolayısıyla işini kaybedecek kişilere yeni beceriler kazandırmak ve böylece onları daha yeni teknolojilere uydurmak,
Artık inşaat ya da yol yapım sektörünü canlandırarak istihdam yaratmak söz konusu değildir. Daha doğrusu, bu tür yaratılan istihdama konu olan insan niteliği ile bu topraklarda tutunmak söz konusu değildir.
- Beceri düzeyleri yükselen bu insanların, yeni işleri oluşturacak daha yeni teknolojileri sürekli üretmeleri (yani buluşçuluk becerisi),
İşini robota kaptıran kişinin bu defa örneğin robot yazılım uzmanı olarak geri dönüp, hem kendine hem de başkalarına yeni işler yaratmaları, Dünya’nın en çok sayıda robotuna sahip Japonya’nın nasıl olup da en düşük işsizliğine sahip olduğunun açıklamasıdır.
İşte “beceri kazandırma” ve “innovation (yenilik) üretimi” iki koşul olarak ortaya çıkmaktadır. Aksi halde teknoloji yenileme yatırımları işe değil işsizliğe dönüşür.
(İş)lerin kaynağı olarak yeni yatırımlara böylece bel bağlanınca, diğer yola yani iş yaratma teknolojilerine kimse kulak asmamakta, herkes bir kurtarıcı gibi yeni yatırımları beklemektedir. Tüm toplumun sıradan işçi olması için
İş yaratma teknolojileri ise ilke olarak kendi işini kurmaya yani girişimciliğe dayalıdır. İşte bu sebepten dolayı, bu sakat düşünce, aynı zamanda girişimciliğin önündeki engellerden birisi de olmaktadır.
OECD’nin 1970 ve 1986 yılları arasındaki 17 yıllık dönemi kapsayan bir araştırması, A.B.D., Japonya ve o zamanki S.S.C.B. hariç 5 büyük Avrupa ülkesindeki yatırım-istihdam ilişkilerini inceleyen bir araştırması, yukarıdaki iki koşulun yerine getirilmediği ülkelerde, büyümenin istihdam artışına yol açmadığını, aksine iş kayıplarına neden olabildiğini göstermiştir (tıklayınız)
Çare nedir? İlk çare, istihdamla ilgili bürokrat, akademisyen ve politikacılarımızın çağdaş iş yaratma teknolojileri konusuna «daha çok zaman ayırmaları»dır.
İktisat kitaplarını, sorunlarımızın ve onların çözümlerinin genel çerçevelerini tasarımlamak için kullanmak bilimin gösterdiği yoldur. Ama o ilkesel yaklaşımları özgün sorunlarımızı çözme yolunda reçeteler olarak kullanmak doğru değildir.
Pazartesi, 04 Eylül 1995
-
May 25 2012 KAFAMIZIN İÇİ GÖRÜNSEYDİ!
Ortaokulda, emme-basma tulumbanın nasıl işlediğini kitaptan okumuş, ama okul laboratuvarları için saydam bir malzemeden yapılmış bir tulumba görene kadar nasıl işlediğini pek de anlamamıştım. Bu metodun yalnız emme-basma tulumbalar için değil bir çok mekanik araç gereç için kullanıldığını ve çok da yararlı olduğunu hemen herkes bilir.
İnsanlar yalnız mekanik araçların değil hemen hemen tüm fizik Dünya süreçlerinin nasıl işlediğini anlamak ve başkalarına anlatmak için kafa yormuşlar, bir bölümünü tulumba örneğinde olduğu gibi saydam malzemelerden yapmışlar, bir bölümünü de kesit resimleri gibi yollarla görünür kılmaya çalışmışlardır.
Çok büyük ya da aksine çok küçük olması nedeniyle mekanik bir benzeri yapılması ya da kesit resimlerinin çizilmesi mümkün olmayan, örneğin kozmolojik olgular ya da hücre zarı süreçleri ise matematik veya kimyasal sembollerle görünür kılınmıştır.
Fizik Dünyanın kapsamı içine girmeyen, örneğin sosyal olgular için de benzer yöntemler kullanılmaktadır. “Zengin Resim” denilen bir yöntemle, mesela karayolu üzerindeki eczanelerde satılan ağrı kesici ilaçların, yine yol üzerindeki bakkallarda satılan biralarla nasıl birleştiği ve bunların da trafik katliamlarına nasıl dönüştüğü kolayca “görünür kılınmakta”dır.
Bu “görünür kılma” işinin, medeniyetin gelişmesinde önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bugün artık mikro ya da makro ölçekte, fizik ya da sosyal alanda hemen her şey görünür kılınabilmektedir.
Ancak bu gelişmeler içinde görünür kılınmamış, belki de görünür kılınmasına gerek duyulmamış bir süreç vardır: farklı toplumların düşünme biçimleri!
Dünya yüzünde mevcut tüm canlı türlerinin davranışlarını, fiziki yeteneklerini, kültürlerini ve akla hayale gelebilecek her türlü özelliğini merak edip incelemiş olan insanoğlu, onun sadece tek biçimde düşündüğünü varsaymıştır.
Halbuki düşünme biçiminin, dil zenginliği ve yapısıyla, eğitimle, gelenek göreneklerle çok yakından ilişkili olduğunu biliyoruz. Pekiyi, bu bakımlardan büyük farklılıklar gösteren toplumlar (hatta aynı toplum içindeki bireyler) içinde, nasıl olup da herkesin aynı “biçimde” düşündüğü varsayılabiliyor?
Keşke mümkün olsa, insanların kafaları da aynen okuldaki saydam emme-basma tulumba örneğinde olduğu gibi içlerini gösterebilse. Bu durumda çeşitli toplumların ve bireylerin düşünme biçimlerini görüp, aralarındaki inanılmaz farkları hayretle gözleyebilecektik.
Bunun ne işe yarayacağı açıktır. Düşünme biçimi yetersiz olup, sorunlarını çözemeyen toplumların sorun çözme kabiliyetlerinin nasıl artırılabileceği bu şekilde anlaşılabilecekti.
Gözlemler, toplumumuzun düşünme biçiminin içinde eksik bir parçanın bulunduğunu gösteriyor. Bu parça, “nedensellik” parçasıdır. İnsanımız, karşılaştığı sorunların nedenlerini merak etmemekte, doğrudan onu çözmeye çabalamaktadır. Toplumumuzun enerjisinin, zamanının, parasının ve diğer kaynaklarının, sürekli olarak çözüm aramak ve daha da kötüsü bulduğu çözümleri uygulamak için kullanılmaktadır.
Bu sorun, ulusal nitelikli bir sorundur. Tüm düşünenlerin buna kafa yormaları, bunun nedenlerini araştırmaları ilginç, yararlı ve de kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Salı, 25 Temmuz 1995
-
May 25 2012 DOĞAL TALEPLERE UYMAYAN KURUMLAR YAŞAYAMAZ!
Toplumsal sorunlarımızın gözden geçirilmesi, bunların da aynen madde kimyasında olduğu gibi bir “sorun kimyası” yasalarına uyduğunu gösterecektir. Neredeyse sonsuz sayıdaki maddeyi, yüz kadar temel element oluşturur. Karbon, hidrojen ve oksijen gibi yalnızca 3 element, milyonlarca farklı madde meydana getirir.
Çok sayıdaki toplumsal sorunumuz da, benzer biçimde “sorun elementleri” denilebilecek “kaynak”lardan, kendine göre birer kimyasal tepkimeyle oluşmaktadır. Madde kimyası Japonya, Uganda ve Türkiye’de aynı biçimde işlerken, sorun kimyası yerel koşullara göre sonuçlar üretir.
Su, Japonya ve Türkiye’de iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşurken, ABD ve Türkiye’deki trafik kazalarının “sorun elementleri” tamamen aynı değildir.
Ülkemiz sorunlarının sorun kimyası yasalarına göre incelenmesi, onbeş kadar sorun elementinin, yüzlerce toplum sorununu oluşturduğunu göstermektedir. Bu sorun elementlerine “kaynak sorunlar” denilebilir.
Madde kimyasında temel elementler de nasıl parçalanıp elektronlar, protonlar gibi atom parçacıklarına bölünüyorsa, kaynak sorunlar da alt-parçacıklara bölünebilir. Bu süreç sorun kimyasının uğraş konusudur.
Onbeş kadar kaynak sorunumuzun birisi de işte bu “üzerinde uzlaşı bulunmayan kavramlar” dır.
“Rekabet”, “hukuk” ya da “işçi hakları” sözcüklerinin çoğu kimsede somut karşılığı yoktur. Yalnızca bunlar değil daha yüzlerce sözcüğün somut karşılıkları yoktur. Bu sözcüklere herkes kendi anlayışına göre anlamlar yükler ve anlaşmazlıkların çoğu da bu bireysel ve özgür (!) anlamlandırmalardan doğar.
Pekiyi, diğer toplumlar bütün kavramları oturup tek tek tanımlamışlar mıdır?
Bir bakıma evet. Yüzyıllarca süren entellektüel süreç içinde sanatın her dalı ve özellikle de edebiyat, çeşitli kavramlar üzerinde uzlaşılar doğmasına ya da varsa uzlaşmazlıkların belirginleşip sınırlarının çizilmesine yol açmıştır. Toplumumuz ise sanata böyle bir işlevsellik yükleyerek bakamamış, sanatın, tuzu kuruların boş zamanlarını geçirmek için icat ettikleri gereksiz bir iş olduğunu kabul etmiştir.
Bununla da yetinmeyen gelişkin toplumlar, herşeye karşın üzerinde uzlaşı oluşmamış kavramları tek tek açıklamış, kavram üzerindeki uzlaşı ve uzlaşmazlıkları ortaya koymuştur*.
Bizim toplumumuzun, kavramları bu denli buğulu bırakmasının çeşitli nedenleri olabilir. Bunlardan en önemlisi, bu kavramlara temel olacak somut ihtiyaçların ortaya çıkmamış oluşudur.
Örneğin rekabet kavramının bizde somut bir talep olarak karşılığı yoktur. Bu yüzden de rekabet, bir kurum olarak benimsenmemiştir. Toplumun çok büyük bir bölümü -tam aksini savunur görünmesine karşın- rekabetten korkmakta, önlemek için elinden geleni yapmaktadır.
Sokaktaki vatandaşımız, rekabetten korunabilmek için onun tam karşıtı olan tekellerden yanadır. Hiçbir taksi şoförü, fırıncı, lokantacı, sattığı malın fiyatının rekabet tarafından değil, bağlı olduğu tekel örgütü tarafından belirlenmesinden yanadır.
Hangi alanda olursa olsun kuruluşlarımız devletten, eşit koşullarda rekabet için ortam yaratılmasını değil, başkalarından farklı olabilmek için imtiyaz istemek peşindedir.
Bir kamu kuruluşunda sınava girmek üzere bulunan vatandaş sınavda haksızlığa uğramamayı değil, başkasına sağlanan torpilden kendisi de yararlanmayı istemektedir.
Rekabetten bu denli ürken bir toplumda rekabet için somut bir talep olamayacağına göre bir kurumlaşma söz konusu olamaz.
Hukuk ve demokrasi kavramlarının bir türlü kurumlaşamamasında da aynı neden egemendir. “Biz sizin sorunlarınızı çözmeye talibiz” sloganıyla seçmenden oy isteyen partiler -ki hemen hepsidir- aslında bir gerçeği dile getirmektedirler: vatandaşın, kendi sorunlarını -bireysel ya da örgütlenme yoluyla- çözme yolunda somut bir talebi yoktur!
Demokrasinin neredeyse tanımı sayılabilecek olan, “kendini yönetme yani kendi sorunlarını çözme” talebi ortadan kalkınca, demokrasinin kurumlaşmasına imkan var mıdır?
Bu basit akıl yürütmeden çıkarılabilecek bir sonuç vardır: kurumlaştırmak istediğimiz kavramlar varsa, önce onlara somut talepler doğmasını sağlamalı, taleplerin yollarını açmalıyız.
Çarşamba, 07 Şubat 1996
-
May 25 2012 BASKÜL YOKTU!
Milli haltercilerimizden Hafız Süleymanoğlu dünya halter şampiyonasında başarısız oldu ve dereceye giremedi. Bu, pek olağandışı bir olay değildir. Bir sporcunun başarısı kadar başarısızlığı da olağandır.
İlginç olan, müsabaka sonrasında, teknik sorumlu, sporcunun kendi ve TV röportajcısı arasındaki görüşmedir.
Röportajı yapan, karşısındakilere başarısızlığın sebebini sordu ve sporcudan da teknik sorumludan da aşağıdaki cevabı aldı:
“Sporcu, olması gereken kilodan 3-4 kilo fazlaydı. Bunu kısa sürede verdi. Yalnız son anda doğru bir baskül kullanılınca 1 kg daha fazlalık olduğu görüldü. Bu defa çok kısa sürede bu fazla kilo verildi ve halsiz kalındı. Kalınan otelin terazisinin olmayışı bu işe sebep oldu.”
Bu satırlarda bir abartı ve/ya deformasyon yoktur.
İlk bakışta bir dünya şampiyonasında değil de bir kenar mahallenin meraklı gençlerinin kurdukları spor derneğinin öbür mahalleyle yaptığı karşılaşmada geçtiği sanılabilecek bu konuşma inanılmaz bir açıklamadır.
Katılınması milyarlarca liraya mal olan bu karşılaşmaya giderken bir doğru baskül götürmeyi akıl edememek inanılır bir iş midir?
Bence bu olaydan bir seri sonuç çıkarmak ve çeşitli spor dallarındaki kronik başarısızlıklarımızı – kısmen- açıklamak mümkündür.
Bu olay, yıllardır süregelen birçok başarısızlıktan yalnızca bir tanesidir. Fark sadece, olayı laf kalabalığı ve bilgiç tavırlar içinde gizlemeyi beceremeyen iki kişinin komik görünümlü acı gerçeği açıklamasındadır.
Kimbilir şimdiye kadar buna benzer ne işler olmuştur da, milletin gözünün içine baka baka “hakem tarafgirliği”, “sakatlık”, “iklime uyumsuzluk”, “devletin ilgisizliği” vs gibi masallar anlatılmıştır.
Aslında bu tür olayların sadece sporculara özgü olduğu sanılmamalıdır. Hemen hemen her alandaki başarısızlıklar, başarıyla gizlenip “teknik sebep” kılıfı altında topluma yutturulmaktadır.
Başarısızlıklar, iyi tahlil edilebildiği takdirde başarıyı sağlayabilecek avantajlardır.
Spordaki başarısızlıkları tahlil etmek isteyenlerin bu olaya da böyle bakmaları iyi olur.
Bu takdirde bu sporcumuzun ve antrenörünün birer heykelini dikip kaidesine de şunu yazmak lazımdır:
Türk sporunun niçin çağın gerisinde kaldığının tahliline ilk defa ışık tutan iki spor adamımız. Darısı, diğer alanlarda heykeli dikilecek olanların başına!
-
May 25 2012 DÜRÜSTLÜK VE NAMUS !
Kişiler hakkında -gıyabında- yapılan değerlendirmelerde ahlaki boyut daima önceliklidir. Kişinin ahlakı denilebilecek nitelikler paketi içine konulabilecek onlarca ayrı özellik varsa da ne hikmetse bunların tek sözcükle tanımlanması yeğlenir: Namus ! “Filanca, namuslu adamdır” ya da “namussuzun biridir” gibi..
Namusluluğun daha da pekiştirilmesi gereken hallerde ise “dürüst ve namuslu” denilerek, o kişinin daha da bir beyaz olduğu anlatılmak istenir. Ben şimdiye kadar hiç, “namussuz ve dürüst” denilen birisine rastlamadım. Halbuki birçok var.
Gerçekte ise, nitelikler paketi’nde kaynakları birbirinden çok farklı ahlaki nitelikler bulunur. Borca sadakat, sözüne güvenilirlik, eşine bağlılık, yardımseverlik, emanete hıyanet etmeme, çıkarını başkalarının kaybında aramama ve daha birçok nitelik, birbirlerinden oldukça bağımsız ahlak bileşenleri’dir.
Bir kişi borcuna, sözüne ve eşine sadık, ama bir yandan da başkalarına kazık atarak kendine çıkar sağlama üstadı pekala olabilir. Bu gibi durumlarda genellikle aklımız karışır ve bu adamın (ya da hanımın) nasıl olup da böylesine karşıt nitelikleri birarada barındırdığını anlayamayız.
Dürüstlük ise bunlardan farklıdır. Dürüstlük bir bakıma, “olduğu gibi görünebilme” ya da “ne olduğunu saklamama” şeklinde tanımlanabilir. Yani bir kimse, ahlak bileşenleri açısından berbat bir durumda, ama bunları saklamıyorsa ona “namussuz ve dürüst” denmelidir.
Böylece; namuslu-dürüst, namussuz-dürüst, namuslu-aldatıcı, namussuz-aldatıcı gibi bileşimler olabileceği görülmektedir.
Temiz Toplum, namuslu ve dürüst bireylerden oluşan bir toplum dokusu ile mümkündür. Namus bileşenlerindeki sorunların giderilmesi uzun ve yorucu bir süreçtir. Bu sürecin ilk adımı ise dürüstlük olmalıdır.
Çünkü her ne olunursa olunsun, onun düzeltiminin ilk adımı “ne olunduğunun kabulü” dür ve bu diğerine göre daha kolaydır.
-
May 25 2012 BECERİKSİZLİK, ÖVÜNMEKLE GİDERİLEMEZ
Son Eurovision şarkı yarışmasında 22 ülke içinde yalnızca bir tanesi, Türkiye :
-
Telefon bağlantısını doğru şekilde kuramadı
-
Jürisinin oylarını doğru dürüst bir dille aktaramadı
Her ikisi için de çok sayıda mazeret bulunabilir. İkincinin birinci sebepten kaynaklandığı iddia edilebilir vs. Ama dikkatli seyredenler, oyları aktarmakla sorumlu kılınan hanımın sadece yabancı dil bildiğini (herhalde), iletişim denen beceriden ise hiç nasibini almadığını görmüşlerdir.
20 civarındaki bir kütle, istatistik açıdan anlamlı sonuçlar verecek kadar büyüktür. Hele bu sonuç 21-1 gibi ise hiç tereddütsüz o sonucun işaret ettiği semptomlar kabul edilmelidir.
Bir kısım kişi bu olayı önemsiz göstermek isteyebilir. Ama eğer faydalanmak istenilirse, milyonlarca dolar dökülen (ve arkasından acımayla karışık gülünen) tanıtma adlı övünme kampanyalarına göre çok daha etkili bir fırsatla karşı karşıya olduğumuz görülecektir.
Bu tanıtma pastasından her hangi bir düzeyde pay alan kişi ve kuruluşlar tabii ki katılmayacaklardır. Her ne kadar profesyonel ahlak, bir müşterinin alınan parası yerine yeterli mal/hizmetin verilmesini gerektirirse de bu, gerçek profesyoneller içindir. Yoksa moda olan şekliyle “adını söyle yeter” akımı bunun dışındadır.
O halde bu gözlemi bir hareket noktası olarak kabul edersek, önce bu olayın, kendimizi tanıtmaya çalıştığımız (ki bu doğru bir amaç değildir) kitleye verdiği mesajı çözümlemeye çalışmalıyız.
Herhalde TV’leri başında yarışmayı izleyen 1-2 milyar kişi bu olayı, Türkiye’nin 22 ülkelik takıma girebilecek bir düzeyde olmadığının somut kanıtı olarak yorumlamışlardır.
Aklı başında hiç kimse bu olayın basit bir tesadüf olmadığını, bunun mutlaka bir sorumlunun, bir işlemi yapmakta gecikmesinden veya yedek bir kanal bulundurmamasından ya da gerekli bakımların yapılmamış olmasından kaynaklandığını bilecektir.
Şu bir gerçektir ki, beceriksizlik daima kızgınlığı, küçümsemeyi çağırır. Beceri eksikliği bir dezavantajdır. Her dezavantaj, akıllı davranılabilirse bir avantaj haline dönüştürülebilir. Bunun için gereken, akılcı davranıştır.
Bu durumda da olay, düşmanlarımızın iletişim kanallarımızı bozması filan gibi bir şekilde açıklanıp, uykuya devam gerekçesi olarak kullanılmaz da, samimi olarak eksiklerimizi korkmadan teşhis etme yolunda kullanılabilirse, bundan daha faydalı bir “musibet” olabilir mi?
Artık resmi bütünüyle görmek zorundayız. Global rekabet denilen yarışma ortamında milletler sadece ürettikleri malların fiyat ve kaliteleriyle yarışmıyorlar.
Ürettikleri her çeşit hizmet ile de yarışılıyor. Bu hizmet bazen diplomatların ürettiği hizmet oluyor, bazen de şarkı yarışmaları. Ama hepsinin prensibi aynıdır : Bireylerin beceri düzeyleri yarışıyor. Yani toplumların beceri dokuları !
Hatta daha genel ilke olarak ; beceri, bilgi, ahlak ve ruh sağlığı dörtlüsünden oluşan Nitelik Dokuları yarışması!
Sonuç olarak, övünmeye (tanıtma) ayırdığımız zaman ve parayı, eksikliklerimizi ve bunlara yol açan Kaynak Sorun ları teşhise, bunları gidermeye kaydırmadan, alay edilmekten , küçümsenmekten ve de ilaçlanmaktan kurtulamayız. Hoşça kalınız.
-
-
May 25 2012 EVLİLİK AŞKI ÖLDÜRÜR (MÜ?)
Sanırım ki bu hükmün savunucularının dayandığı en geçerli nokta, aşk süreci içinde yer almayan ve ancak evlilik sırasında söz konusu olabilen bazı ayrıntıların yarattığı değişik havadır.
Örneğin iki aşık arasında, “yeşil salatanın suyu sıkılmadan doğranmışlığının” ya da “diş macununun dibi yerine ortasından sıkılmışlığının” bir sorun olduğu pek görülmemiştir, ama aynı olaylar birike birike evlilikte ciddi sürtüşmelere pekala yol açabilir.
Evlilik eğer aşkı öldürüyorsa, nedenlerinden birisi de mutlaka, buğulu tavırların yerini somut davranışların almasındandır.
Nasıl ki sisli bahar günleri, en mezbele yerlere dahi bir güzellik verirse -ki bu, bilmezliğin yol açtığı meraktandır-, henüz evli olmayan bir çiftin birbirine söylediği örneğin, “küçücük bir yuvamız olacak değil mi?” sözü de erkek tarafından derin (ve anlamsız) bir bakışla cevaplanır ve bu soru ve boş cevabı, unutulamayan bir mutluluk anısı olarak yıllar sonrasına aktarılır.
Aynı soruyu kocasına soran kadının aldığı net, “hayır, zaten kirayı zor ödüyorum” cevabı da aşağı yukarı deminkiyle aynı mesajı taşırsa da somutluğu yüzünden büyü bozulmuş olur.
Benzer şekilde yazarlar da okuyucularıyla bir çeşit aşk yaşarlar. Bu defa “ufak mutlu yuva” yerine başka “güzel sözler” geçer. Örneğin, “ülkemizin onurlu bir dış politika izlemesi için alınması icabeden fevkalade mühim ve ilmi muhteviyatlı tedbirlere karşılık mevcut iktidarın tutumu gayrıciddidir” gibisinden sözler, okuyanlar tarafından hafif baygın gözlerle süzülür ve muhtemelen şöyle düşünülür: “bravo adama (veya kadına). İşte bu kişi iş başında olacak da o zaman nasıl olurmuş göreceğiz!”
Ama ne olursa olsun evlilik iyidir. Yoksa aşk sırasında söylenenlerin doğru olduğuna inanıp gerçeklerle karşılaşma şansımızı yitiririz.
Pazar, 4 Eylül1994
-
May 25 2012 BEN BU “VATANDAŞ”LARDAN KORKUYORUM!
Bu başlığı okuyanlar, bilgi teknolojileri, bilgi toplumu ve bu gibi kavramlarla ne gibi bir ilgisi olabileceğini düşünecekler ve muhtemelen de kuramayacaklar-dır.
Başlık, bir gazete haberinden esinlemedir. Habere göre, İstanbul Kapalıçarşı’da bir kuyumcu çırağı, naylon torbaya doldurmuş olduğu altınları bir yerden bir yere götürürken poşet patlamış ve altınlar yere saçılmış. Bunu önce bir kamera şakası sanan “vatandaş”lar, daha sonra kamera filan olmadığını anlayınca altınları bir anda kapışmışlar
Gazetede kapışmanın fotoğrafının altında aynen şöyle yazıyor: “altınları kapış kapış toplayan vatan-daşlar, küçük çoçuk altınları saçınca ağlaya ağlaya uzaklaştı dediler” !
Bu habere konu olan, altınları dökülen çocuğun ağ- lamalarına aldırmadan, çocuğun ustası karşısındaki durumuna boş veren “vatandaş”ları hepimiz çok iyi tanıyoruz. Çünkü çevremiz hemen hemen bütünüyle bunlarla sarılı. Bu çocuk şu anda muhtemelen işinden kovulmuş, ayrıca da dayak vs gibi yollarla aşağılanmıştır.
Otoyolda güvenlik şeridini kullanıp ambulans ve itfaiye araçlarına geçilmez yapan ve böylece hastaların ölmesine, evlerin yanmasına aldırmayıp kendi 3-5 dakikalık çıkarını kollayanlar, kuyumcu çırağının ağlamasına gülüp geçen, aynı “vatandaş”lardır.
Apartmanlarda toplu yaşamın kurallarını hiçe sayanlar, rüşveti iş yaptırmanın standart yolu yapanlar, toplumu kendine hizmet etmek zorunda varsayan, ama kendinin tek görevinin kendi çıkarlarını gözetmek olduğunu sananlar da yine aynı “vatandaş” lardır.
Çocuk ve gençleri zehirlemek pahasına onlara uyuşturucu satan, bu maddelerin kolayca kullanımı için disko açıp işleten, insanların şans deneme eğilimlerini en acımasız biçimde sömürmek üzere kumarhane işletenler de bu “vatandaş”lardır.
Birbirinin hak ve özgürlüklerine saygı gösterme sorumluluğunun bilincinde olan gerçek “vatandaş”lara göre bir rejim olan demokrasi, bu “sahte vatandaşlar”ın becerebileceği bir oyun değildir.
Bilgi toplumu, yaşamının çeşitli kesitlerindeki sorunlarını çözmek için bilgi tüketen ve de bilgi üreten “vatandaşlar”dan oluşan toplumdur.
Ama bunlar, küçük kuyumcu çırağının ağlamasına aldırmadan yere dökülen altınları kapmağa çalışan kan emici “vatandaş” lar değildir.
Ben bu vatandaşlarla aynı vatanı paylaşmaktan utanıyorum.
-
May 25 2012 İNANILMAZ GİBİ AMA GERÇEK!
Geçtiğimiz haftalar içinde İzmit’te BRİSA’nın düzenlediği “iyileştirme çemberleri” (kalite çemberleri de deniyor) toplantısına katıldım.
İşletme içindeki çeşitli İyileştirme Çemberleri, kendi çalışma alanlarındaki bazı sorunları ele almış, bunlara bazı sorun çözme tekniklerini uyguluyarak çözümler geliştirmişler, sağlanan düzelmeyi de ölçülebilir hale koymuşlar. Toplantı, “çember” lerin bu çalışmalarının şirket üst yönetimine sunulmasını amaçlamış.
Kalite veya iyileştirme çemberleri, bazı firmalarımızda bir süreden beri uygulanmaya çalışılan bir yöntemdir. İşaret etmek istediğim nokta bu değildir.
Beni büyük şaşkınlığa uğratan birinci konu, ortalama eğitimleri ortaokul civarıda olan çalışanların, “beyin fırtınası”, “pareto analizi”, “kılçık diyagramı” gibi sorun çözme tekniklerini- tam hakim bir biçimde-kullanmaları oldu.
Bunun önemi açıktır. Toplumumuzun ve özellikle de onu yöneten, yönlendiren kadrolarımızın sorun çözme performansları oldukça düşüktür. Çünkü kullandıkları sorun çözme araçları az ve nitelikçe ilkeldir.
Doğrusu, uzun süredir bu konudaki performansın geliştirilmesine katkıda bulunmaya çalışan birisi olarak neredeyse “bu iş olmaz” demeye ramak kalmışken gördüğüm bu tablo beni çok şaşırttı.
Demek ki, uygun eğitim metodları kullanılabilirse kamu yöneticilerine de bu teknikler öğretilebilir. Bu çok ümit vericidir.
İkinci şaşırtıcı ve sevindirici nokta, yakın bir geçmişe kadar “uzlaşmaz sendikacılık” anlayışına sahip olduğu ifade edilen sendikanın, “işçinin ve işverenin çıkarları karşıt olmamalı” anlayışını benimsemiş olmasıdır.
Bu düşünce basit gibi görünmesine rağmen sanayi ve çalışma hayatımız için bir ümit güneşinin doğmakta olduğunun işaretidir.
Bu iyi yorumlanırsa, bir “çalışan-çalıştıran çıkar birliği deklarasyonu”nun yayımlanması gündeme gelebilir.
Hep olumsuz şeyler olmuyor. Bu tablonun arkasındaki isimsiz kahramanları kutluyorum.
-
May 25 2012 BEYAZ NOKTA, BİR “HİZMET” KURULUŞU DEĞİL, BİR “DEĞİŞİM HAREKETİ”DİR
Hizmet Kuruluşları, bir toplumun sosyal sorumluluk bilinci düzeyinin en iyi göstergelerinden birisidir. Okulların onarılmasından kimsesizlerin giydirilmesine, ülke tanıtımına katkıda bulunmaktan köylere kitap yollanmasına, atık toplamaktan ağaç dikimine kadar uzanan geniş alanda, yapılabilecek -ve de yapımı gereken- yüzlerce toplum hizmeti vardır.
Herbiri, bunlardan bir veya birkaçı çevresinde örgütlenmiş, bu konu(lar)da emeğini, bilgisini, parasını harcamaya hazır bireyleri içinde barındıran Hizmet Kuruluşları, önlerinde şapka çıkarılması gereken sosyal sorumluluk örnekleridir. Vatandaşlar olarak bizlere düşen, bu tür örgütlenmelere aktif olarak katılmak, kamu yönetimlerine düşen ise, bu tür örgütlenmelerin önünün açılması ve olabildiğince desteklenmesidir.
Hizmet Kuruluşları’nın yanısıra ama onlardan değişik amaçlı bir örgütlenme türü de Değişim Hareketleri’ dir. Bunlar, toplumun bir veya birkaç niteliğini değiştirmeye yönelik hareketlerdir.
Her iki hareket türü arasındaki farkların başlıcalarından birincisi, eylemlerinin kapsamı açısındandır. Hizmet kuruluşlarının eylemleri -genellikle- dar kapsamlıdır. Bu kapsam darlığı hem coğrafi hem de hitap ettiği kesimin sayısal kalabalığı açısındandır. Ancak daha seyrek olarak geniş kapsamlı hizmet hareketleri de olabilir. Örneğin, kimsesizlere yardım böyle bir “hizmet hareketi” olup ülkedeki tüm kimsesizleri hedef almış olabilir. Dolayısıyla, “hizmet” ve “değişim” hareketleri arasındaki esas fark, kapsam bakımından değildir.
“Hizmet Hareketleri”, toplumun çeşitli “niteliklerini” değiştirmeksizin, yalnızca “sonuçları” değiştirmeye yönelikken, “Değişim Hareketleri” o sonuçların “nedenlerini” değiştirmeye yöneliktir.
Bu özellikleri, Değişim Hareketleri’ne bir başka nitelik de kazandırır: “sonuçlara yol açan nedenler”in değiştirilmesi, yalnızca hizmete konu olan “sonuç”un değil, başka “sonuçlar”ın da değişmesine yol açar.
Örneğin, kimsesizlere yardım hareketi yalnızca kimsesizlerle sınırlı iken, kimsesizliğe yol açan nedenlerden mesela, “şiddetli aile anlaşmazlıkları”nın giderilmesi bu defa “adalet sisteminin yükünün azalması”, “iş verimlerinin yükselmesi”, “ruh sağlığı bozuk çocukların sayılarının azalması” ve daha birçok “türev sonuç”un ortadan kalkmasına -ya da azalmasına- yol açar.
“Hizmet” ve “değişim” hareketlerinin somut sonuçlarının alınabileceği süreler açısından da farklar vardır. Hizmet hareketleri’nin somut sonuçları daha kısa süre içinde alınabilir ve böylece, harcadığı emeğin ürünlerini kısa sürede görmek isteyen kişiler açısından daha süratli (ve kolay) tatmin yaratır.
Değişim hareketleri’nin sonuçları ise, hem daha uzun süreye yayılır ve hem de somut sonuçlarının gözlenmesi güçtür, dolayısıyla da daha sabırlı kişilere ihtiyaç gösterir.
İki hareket türü arasında bir de örgütlenme açısından farklılık bulunmaktadır. Hizmet kuruluşları’nın üyeleri arasında yüksek bir uyum ve güven’e ihtiyacı yoktur. Dar bir amacı paylaşıyor olmak yeterlidir. Değişim hareketi üyeleri arasında ise yüksek bir uyum ve güven bulunmalı ve özel eğitimlerle daha da pekiştirilebilmelidir. Bu gereksinim de, üyelerin daha sabırlı, “iğneyle kuyu kazmaya daha razı” olmalarını gerektirir.
Her iki hareket biçimi arasındaki birçok farklılıktan sonuncusu olmayan bir diğeri de, hareketin, ona katılan üyelerden beklentileridir.
Hizmet hareketleri’nde dar hizmet alanı çevresindeki bireysel çabalar bile sonucu olumlu etkileyebilir. Değişim hareketleri’nde ise bir “takım oyunu” söz konusudur. Bu gereksinimden dolayı, bir değişim hareketi’ne katılacak olanların mutlaka bir “duyarlık eğitimi”, “iletişim becerisi”, “kanonik ifade becerisi” gibi konularda grup eğitiminden geçmeleri gerekir.
Beyaz Nokta Hareketi, bir “Değişim Hareketi”dir. Toplumumuzun düşünme biçimini değiştirmeye, toplum yaşamımıza erdemi egemen kılmaya yöneliktir.
Bu amacı, üye kompozisyonu, üyelerin ihtiyacı olan sorunların nedenlerini arayabilme becerisi ve sabır ihtiyacı açılarından, Beyaz Nokta ile diğer hizmet hareketleri temelden ayrılmaktadır.
Beyaz Nokta Dernekleri’nin proje seçimlerine esaslı etkiler yapabilecek bu farklılıklar, geleneksel hizmet kuruluşlarına daha alışık insanlarımızca başlangıçta yadırganabilir.
Ama, amaç yönünde adımlar atılmaya başlandıkça, bu yadırgama, yerini derin bir tatmin hissine bırakacak, ülkemizin geleceğinin mimarisine katkıda bulunmanın hazzı birlikte duyulacaktır.
Pazar, 23 Ekim 1994