• HOŞGÖRÜLÜ OLALIM. AMA OLAMAYIZ Kİ !

    Büyüklerimizin en sık nasihat ettikleri konuların istatistiğini tutan birisi var mıdır bilmem ama o listenin başlarında yeralacağından hiç şüphe edilmemesi gerekeni “hoşgörülü olun” dur.

    İster kişisel ister toplumsal ölçekte olsun, ilişkiler dokusunu “hoşgörü” kadar olumlu etkileyen bir başka sihirli kavram herhalde yoktur. Hepimizi tek tek ya da toplu olarak rahatsız eden irili ufaklı davranışların üzerine bu “hoşgörü” örtüsünü örttüğümüzde yaşam daha kolay, daha anlamlı olmaz mı? Tabii ki olur. Pekiyi o halde niçin birbirimize karşı hoşgörülü olmada niçin bu denli cimriyiz?

    Bu soruya cevap vermeden önce hoşgörü’nün ne olduğu konusunda bir tanım birliğinin varlığından emin olmak gerekirdi. Ama, çeşitli kavramlar üzerinde bir toplumsal uzlaşı bulunmayışı, Kaynak Sorunlar’ımızdan birisi, belki de en önemlisidir. Bu nedenle hoşgörü’yü, “kendi doğrularımızın dışındaki tutum ve davranışların da makul olabileceğini kabul etmek” şeklinde -fazla zorlamadan- tanımlıyorum.

    İşte sorun da burada başlamaktadır: Anaokulu’ndan üniversiteye kadar eğitimimizde, sürekli olarak Evet-Hayır Mantığı ile yetiştirilen, buna paralel olarak da yaşamın her saniyesinde “doğrular” ve “yanlışlar” arasında kesin tercihini yapmaya zorlanan insanlar acaba nasıl olup da bir “yanlış”ı “doğru gibi” kabul edeceklerdir? Bu, karşı görüşlerin makul olabileceğini kabul etmek biçiminde değil, olsa olsa “görmezlikten gelme” şeklinde olabilir ki o çok farklı bir kavramdır.

    Kulakları sağır olduğu için komşuda çalınan metal müziğini duymayan kişinin “hoşgörüsü”nden söz edilemeyeceği gibi, ayağına basan kişinin profesyonel bir boksör olduğunu anlayan bir kişinin aldırmazlığı da, AIDS’i bir yaratık sanıp da sokak kadınını yalnız gördüğü için yanaşmakta beis görmeyen cahil adamın tutumu da yine “hoşgörü” değildir. Hoşgörü bilinçli bir tutumdur. Doğru’nun tek olmayabileceğini, tek olduğu hallerde bile ortak yaşamın ancak uzlaşmayla mümkün olabildiğini ve bu nedenle de “ortak doğrular”ın “bireysel doğrular” dan daha öncelikli sayılmak gerektiğini anlamış kişilerin tutumuna “hoşgörü” denilebilir. Ve bu tür bir anlayışa dayalı “hoşgörü”, tahammül ederek değil severek, isteyerek benimsenen bir tutumdur.

    Sık sık duyduğumuz, “karşı fikirlere de tahammül etmeliyiz” sözleri dahi, hoşgörünün dayanması gereken anlayışı değil, her an patlamaya hazır bir tepkiyi anlatmaktadır. Hoşgörü, tahammül değildir.

    Evet-Hayır Mantık Sistemi’nin bizleri getirdiği nokta, her kesimin birbirine diş bilediği, birbirini yoketmek için fırsat kolladığı noktadır.

    Siyasette geldiğimiz tıkanma noktasının önemli nedenlerinden birisi de hoşgörü’nün temelini oluşturan mantık sistemini reddeden eğitim sistemimizdir. Her devirde eğitim sisteminin kontrolunu eline geçiren değişik anlayışların kendilerine göre tanımladığı “iyi vatandaş”ı yetiştirmeye yönelik eğitim karmaşası, sonunda kendi anlayışının dışındakileri yanlış sayan, onlara biraz tahammül gösterdikten sonra patlayan bir toplum yaratmıştır.

    Sürekli olarak hoşgörülü olmayı nasihat etmek yerine niçin hoşgörülü olamadığımızı sorgulayan bir anlayışa ihtiyacımız var.

    Artık, kendi anlayışlarımıza göre iyi vatandaş yetiştirmeye çalışmaktan vazgeçip, doğru soruları sormaya çalışan insanlar yetiştirmeye çabalamalıyız. 2000’li yılların Türkiye’sini ancak doğru sorular sormasını bilenler kurabileceklerdir.

    4 Ocak 1994

  • ÖRGÜTLENİRSEK NE OLACAK?

    Toplumumuzun örgütlü olmadığı sık sık dile getirilir. Bu, pek yanlış değildir ama “tam” doğru da değildir.

    Örgütsüz denildiyse toplumumuz hiç de örgütsüz değildir. Çeşitli meslek kuruluşları, dernekler, vakıflar vardır ve bunlar tanım itibariyle birer “sivil toplum örgütü”dürler. Ayrıca çok sayıdaki siyasi partilerimiz de aynı sınıfa girmektedirler.

    Daha yaygın örgütlenme yolunda çaba harcamak muhakkak ki gerekir. Ama bir yandan da, mevcut örgütlenmeye daha yakın plandan bakıp, bunlardan umulan faydaların sağlanıp sağlanamadığına, sağlanamıyorsa nedenlerine inilmesi iyi olur.

    Böyle yapılmadan, sadece örgütlenmiş olmak için örgütlenilirse ve faraza bu örgütlenme de umulan yararı sağlayamıyorsa, bu defa yanlışı yaygınlaştırmak gibi bir duruma düşülür ki bu, hiç örgütlenmemiş olmaktan pek farklı olmayabilir.

    Sivil toplum örgütlerimizin amaçları, çalışma biçimleri, yaygınlıkları gibi nitelikleri çok farklı olmasına karşın, istisna sayılması gereken az sayıdaki örgüt hariç olmak üzere, bir özellik açısından aralarında oldukça benzerlik vardır: örgüt imkanlarının, örgüt amaçları dışında kullanımı!

    Örgüt imkanlarının örgüt amaçları dışında kullanımı, “hırsızlık” kavramının tanımına tıpatıp uymaktadır. Belirli bir amacı gerçekleştirmek ümidiyle biraraya gelmiş bulunan kişilerin amaçlar doğrultusunda tahsis ettikleri kaynaklar ve bu kaynaklar kullanılarak yaratılan ek kaynaklar, örgüt yönetiminin emanet edildiği kişiler tarafından başka amaçlar için kullanılırsa, bu tam bir hırsızlık fiilidir.

    Ama durumu daha da vahim yapan bu değildir. Bu kötüye kullanım, örneğin meslek kuruluşlarında o meslek mensuplarının çıkarlarının savunulamamasına, kişilerin bizatihi demokrasi alet edilerek demokrasinin en büyük nimetinden mahrum edilmesine yol açmaktadır.

    Toplumumuzun tam örgütlenerek çeşitli kesimlerin dengelenmemiş güçlerini dengeleyebilmeyi bir türlü başaramayışının nedenlerinden önemli birisi de, bu suistimalleri gören kişilerin, “biz de örgütlensek nasıl olsa bir-iki uyanık yiyecektir” diye düşünmelerine yol açmaktadır.

    Halisane amaçlar öne sürülerek kurulmuş birçok dernek, vakıf ve meslek kuruluşunda maalesef durum budur. Bir avuç insan buraları ele geçirmiş, siyasal, ticari ve benzeri amaçlarına ulaşmak için buraların kaynaklarını kullanmaktadır.

    Görev, bu kuruluşların üyelerine düşmektedir. Verdikleri her kuruşun hesabını sormadıkça, bu hırsızlık sürecek ve örgütlü “gibi” görünen toplumumuz bir kabileden daha örgütlü olamayacaktır.

    Pazar, 19 Haziran 1994

  • İSTANBULUN NÜFUSU ACABA NE OLUR?

    İstanbul nüfusunun 200,000 civarında olduğu yıllarda büyüklerimiz, gün gelip şehrin nüfusunun milyona erişebileceğini, o zaman da insanların kıyamet gününe benzer bir kargaşa içinde kalacağını tahmin ederler, bu gibi tehlikeli olasılıklara karşı da genellikle, rastgele kişilerin kente girmelerine engel olmak için pasaport benzeri bir uygulamanın gerekliliğini dile getirirlerdi.

    Hoş bugün de birçok kimse bu pasaport (ya da benzeri) önleminin gayet etkili olacağını ve kentte yaşamın tekrar mümkün olabileceğini savunmaktadır. Bu iddiaların hangisinin ne kadar geçerli olacağını zaman içinde hep birlikte göreceğiz.

    Sonuç ne olursa olsun, İstanbul için yapılacak herşey, alınacak her önlem mutlaka sağlıklı bir nüfus tahminine dayanmalıdır. Bu yapılamazsa kent günübirlik yaşamaktan kurtulamayacağı gibi yaşam maliyetleri de çok artacak, her yapılan zaman içinde ya yetersiz kalıp büyütülmek zorunda kalınacak ya da aksine atıl kapasiteler kalacaktır. İşte bunun için sağlıklı bir nüfus tahmini kaçınılmaz bir gerekliktir.

    Yalanın üç türlüsünün bulunduğu, bunların da yalan, kuyruklu yalan ve istatistikler olduğu söylenir. Buna göre, İstanbulun nüfus tahminleri için istatistiklerin kulllanılmasının doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Gerçekten de eğer istatistiklere bakılır ve bilimsel tahminleme yöntemleri kullanılırsa 2000 yılında İstanbul’un yaklaşık 50 milyonluk bir kent olması gerekmektedir. 2000 yılında Türkiye nüfusunun 70 milyon olabileceği düşünülürse, toplam nüfusun %71’inin İstanbul’da yaşayacağı gibi bir sonuç çıkar ki bu da olamaz gibi görünmektedir. O halde, nüfus tahmini için daha güvenilir yöntemlere ihtiyaç vardır.

    Bu gibi durumlarda istatistik ya da benzeri sayısal yöntemler yerine kalitatif yöntemler kullanmak daha geçerlidir. Örneğin, Akıl Yürütme yoluyla daha sağlam sonuçlara varılabilir.

    İlk cevaplanması gereken soru, bir kentin nüfusunun niçin arttığıdır. O kentte yaşayanların çok çocuk sevmeleri, mutlaka belli bir cinsiyette çocuk sahibolma iddiasında bulunmaları, devletin çocuk parası, çocukluya vergi indirimi gibi nüfus artırıcı teşvikler uygulaması gibi olasılıklar düşünülebilirse de böyle akla pek uygun olmayan ihtimaller bir yana bırakılırsa, kente göç olgusunun daha büyük etken olduğu anlaşılacaktır.

    Gerçekten de özellikle büyük kentlerdeki doğurganlık, ülke geneline göre çok düşüktür.

    Göç olgusu, yalnızca azalan (ve azalması da gereken) kırsal kesim nüfusunun kentlere taşınması biçiminde anlaşıldığı takdirde yapılabilecek pek birşey yoktur. Bütün Dünyada, tarımda artan verimlilik, parçalanan tarım arazileri, yükselen gelir düzeylerinin kent yaşamına izin vermesi gibi nedenlerle kırsaldan kentlere sürekli bir akım vardır ve doğrusu bu türlü bir akım yararlıdır da..

    Bir yerden (dikkat ediniz yalnız kırsal kesimden değil herhangi bir yerden), mecbur kalındığı için göçmek ile, yukarıda açıklanan akım nedeniyle yer değiştirmek arasında çok büyük fark vardır. Birisi sağlıklı bir gelişmenin işareti iken diğeri bir sorunun belirtisidir.

    Sokaktaki insan (bazen de sokakta olmayan insan) bu iki göçü birbiriyle aynı zannedebilir. Sokaktki insan için bunun pek de önemi yoktur. Ama toplumu yöneten ve yönlendirenlerin bu iki farklı olguyu tam anlaması gerekir.

    İnsanları bulundukları yerden bir başka yere iten işşizlik, gelir yetmezliği gibi sağlıklı olmayan itici nedenlerin yanısıra ve onlardan çok daha güçlü olarak bir de kentlerin çekici nedenleri mevcuttur. Çekici nedenler ise, kalabalık bir nüfusun çok çeşitli ihtiyaçlarının birer gelir ve iş imkanı demek olması, daha yoğun altyapı hizmetlerinin varlığı, ama bunlardan çok daha etkin olarak kuralsızlığın çekiciliği’ dir. Tabii ki bu, kuralsız yaşamanın mümkün olduğu kentler için söz konusu bir çekici etki’dir.

    İstanbul ve diğer büyük kentlerimizin nüfuslarının bu denli hızlı artmasının başlıca nedeni, işte bu kuralsızlığın özendirdiği çekim’dir.

    İstanbul’a çeşitli gözlüklerle bakılabilir: İstanbul bir tarih kentidir. İki kıtanın birleştiği kenttir. Yedi tepelidir. vs vs.

    Ama bütün bunların dışında İstanbul’un en belirgin özelliği kuralsız yaşamanın mümkün oluşudur.

    Bileği biraz kuvvetlice, başlangıçta biraz hırpalanmayı göze alabilen ve kural tanımaz insanların cenneti İstanbul’dur. Bu tür bir yaşam İstanbul’da tamamen devlet güvencesi altında olup yerel ve merkezi idarenin tüm imkanları bu kuralsız yaşamın güvenli (!) biçimde sürmesi için kullanılmaktadır.

    Şimdi hal böyle olunca, yalnızca Türkiye’nin kırsal kesiminin değil tüm Dünyanın kural tanımaz insanlarının İstanbul’a gelmesini önleyecek yalnızca tek sınırlayıcı etken kalmaktadır: Mafyaların kendi aralarındaki denge!

    Örneğin, sokak başlarını kiraya verme konusunda olsa olsa iki ya da üç örgüt bulunabilir. Daha fazlasını barındırmazlar. Sokak başları konusunda birbiriyle çatışan bu organizasyonlar, pastalarının küçülmesine karşı işbirliği içinde olacaklardır.

    Eğer İstanbul’un kuralsızlığı yalnızca tek konuda ve mesela araba park etme konusunda bulunsaydı, bu kuralsızlığın şehre çekebileceği ipsiz sapsız insan sayısı, kentteki araç sayısının bir fonksiyonu ile sınırlı olurdu. Ama hal böyle değildir ve akla gelebilecek hemen her konuda İstanbul kuralsız bir kenttir. Buna inanmayanlar bizzat deneyebilir ve örneğin Aksaray meydanının ortasını kazıp bir yapı inşa etmeye başlayabilirler.

    Bütün bunlara ek olarak sistemin bir de geri-besleme (feed-back) tarafı vardır. Kuralsız yaşam ortamının kente getirdiği insanlar derhal mevcut kuralsızlığı daha da artıracak, kendilerinin daha kolay yaşayabilecekleri hale getireceklerdir. Bu, bir Çığ Etkisi’dir ve doğal sınırı, bu kuralsızlığı yaratan ve ona uyum göstermek zorunda olan toplam nüfusun biyolojik yaşam limitleridir ve onlar da sanıldığından çok daha esnektir. Gerektiğinde idrarını içmek yoluyla yaşamını sürdünebilen insanoğlu, kenti besleyen barajlara kanalizasyon karışmasıyla birdenbire harekete geçmeyecek, aksine alışacaktır. Pekiyi bu mekanizma altında İstanbul’un nüfusu ne olur?

    Deniz kıyısında yapılan inşaatın temel kazıları sırasında genellikle su çıkar. Müteahhit, deniz kenarında evvelce inşaat yapmamışsa, suyu boşaltmak için hemen bir motopomp kurup çalıştırır. Suyu boşaltmaya çalışır ama bir türlü su bitmez. Boşaltmaya çalıştığı suyun deniz suyu olduğunu anlayana kadar bu beyhude işe devam eder.

    İstanbul’a ve diğer büyük kentlerimize yapılacak en büyük hizmet, bu kentlerdeki kuralsızlığı önlemektir. Yani, hangi elbiseyi giymiş olursa olsun (bürokrat, politikacı, işadamı, medyacı, asker vs) mafya erbabını durdurmak, onları etkisiz kılacak düzenlemeleri yapmaktır.

    Bunları yapmadan İstanbul’a çakılan her çivi, Dünyanın her yerinden, kuralsızlığı meslek edinmiş kişilerin bu kente akmasına neden olacaktır. Buna göre, İstanbul’un 2000 yılındaki nüfusu istatistiklerin gösterdiği 50 milyon rakamını dahi aşabilir.

    İstanbul’a herhangi bir düzeyde hizmet vermeye aday olanların önce bu gerçeği anlamaları, üçüncü köprü, mega proje vs den önce bu kenti kural hakimiyetine sokup (mafyaları temizleyerek) sonra da bu kentte yaşamanın maliyetini yaşayanlardan istemeleri gerekmektedir.

    Eylül 1994

  • İŞSİZLİK VE BÜYÜME YANILGISI

    Toplumumuzun sorunlarını oluşturan yapı taşları incelendiğinde, az sayıda «Kaynak Sorun»un, çok sayıda «Görünen (hayalet) Sorun» ürettiği görülecektir. «Görülecektir», ama ne yazık ki sorunlarımızla ilgilenen 65 milyon kadar vatandaşımız bulunmasına karşın bu gerçek bir türlü görülememekte, tüm kaynaklarımız sorunların kaynakları yerine onların görüntüleriyle boğuşmak için harcanıp durmaktadır.

    İşte bu «Kaynak Sorunlar»dan birisi de, «çeşitli temel kavramların içerikleri konusunda bir toplumsal uzlaşı bulunmayıp, herkesin her kavrama, yere, zamana ve zemine göre, yani işine geldiği gibi anlam yükleyebilmesi» dir.

    Tabiidir ki iş yalnızca temel kavramlarla sınırlı kalmamakta, aynı uzlaşmazlık ve belirsizlik onlardan türemiş kavramlara da bulaşmaktadır.

    «İşsizlik», bu ikinci tür, yani dolaylı olarak enfekte olmuş, herkesin kendi anladığına göre anlam yüklediği kavramlardan birisidir.

    Ülkemizde işsizliğin çeşitli nedenleri vardır, dolayısıyla da o nedenlere yönelik olarak tanımlanabilecek çözümler mümkündür. Bu çözümlerin bir bölümü kısa vadeli, diğerleri ise orta ya da uzun vadelidir. Bütün bu nedenleri ve bunları kısmen ya da bütünüyle ortadan kaldırabilecek çözümleri içeren bir belge, 1986 yılında «İSTİHDAM POLİTİKASI» adıyla ilgili Devlet Bakanlığınca yayımlanmıştır.

    Toplumumuzda ve özellikle de kamu yönetimlerinde pek yaygın olan ve «Kaynak Sorunlar»ımızdan bir diğerini oluşturan «yaygın haset duygusu» nedeniyle de o yıllardan sonraki yetkililer, bu belgeyi okumak yerine yuvarlak ve büyük laflarla durumu idare etmeyi seçegelmişlerdir.

    Ülkemizde, «işsizlik» sözcüğü altında toplanan, bir bölümü ise işsizlikle ilgili olmayan olgular mevcutken, istihdam ediliyor gibi görünen ama gerçekte işsiz olan gizli işsizler de vardır. Bir de, «potansiyel işsiz» denilebilecek kesim vardır ki, bugün için bir işe sahip olan, ama çeşitli nedenlerle (teknoloji yenileyememe, sermaye erozyonu vbg) ileride işini kaybedebilecek olan «işliler»i içermektedir.

    Diğer yandan, işsiz sayısı kadar -hatta daha da fazla-, aradığı uygun elemanı bulamayan işveren mevcuttur. Buna «uygun olmayan eşleşme» (mismatching) adı verilmektedir.

    Ama, bütün bu nedenlerin dışında öyle bir neden vardır ki o neden, ülkemizdeki tüm işsizlik türlerinin değişmez ve de başlıca nedenidir.

    Evet, ülkemizdeki işsizliğin nedenlerinden birisi de, «yeni işler ancak büyümeyle yaratılabilir» düşüncesidir. İstihdamın tek kaynağını “yeni yatırım yapmak” olarak düşünen çok kimse vardır. Çözüm böyle ve hem nüfus artışını hem de tüketim arzularını tatmin edebilecek bir büyümenin gerektireceği finansman mevcut olmadığına göre, yapacak bir şey kalmamaktadır.

    Bu düşünce tam yanlış değil ama iki bakımdan “sakat”tır. Birincisi, yeni işlerin yaratılması için geliştirilmiş teknikler artık bir “iş yaratma teknolojileri” bütünü oluşturabilecek kadar zenginleşmiştir. Dolayısıyla “yeni yatırımlar yapmak” tek yol olmaktan çoktan çıkmıştır.

    İkincisi, yeni yatırımların istihdama dönüşmesi belli koşullara bağlıdır. Yani her yeni yatırım yeni işler yaratır demek değildir. Hatta bazı hallerde -ki bizim durumumuz daha çok budur- yeni yatırımlar işsizlik yaratır. Zamanla eskiyen teknolojileri yenilemek için yapılan yatırımlar genellikle iş değil işsizlik yaratır.

    Bu gibi durumlarda yatırımların işsizliğe değil istihdama yol açmasının iki ön şartı varıdır:

    1. Yenilenen teknolojiler dolayısıyla işini kaybedecek kişilere yeni beceriler kazandırmak ve böylece onları daha yeni teknolojilere uydurmak,

    Artık inşaat ya da yol yapım sektörünü canlandırarak istihdam yaratmak söz konusu değildir. Daha doğrusu, bu tür yaratılan istihdama konu olan insan niteliği ile bu topraklarda tutunmak söz konusu değildir.

    1. Beceri düzeyleri yükselen bu insanların, yeni işleri oluşturacak daha yeni teknolojileri sürekli üretmeleri (yani buluşçuluk becerisi),

    İşini robota kaptıran kişinin bu defa örneğin robot yazılım uzmanı olarak geri dönüp, hem kendine hem de başkalarına yeni işler yaratmaları, Dünya’nın en çok sayıda robotuna sahip Japonya’nın nasıl olup da en düşük işsizliğine sahip olduğunun açıklamasıdır.

    İşte “beceri kazandırma” ve “innovation (yenilik) üretimi” iki koşul olarak ortaya çıkmaktadır. Aksi halde teknoloji yenileme yatırımları işe değil işsizliğe dönüşür.

    (İş)lerin kaynağı olarak yeni yatırımlara böylece bel bağlanınca, diğer yola yani iş yaratma teknolojilerine kimse kulak asmamakta, herkes bir kurtarıcı gibi yeni yatırımları beklemektedir. Tüm toplumun sıradan işçi olması için

    İş yaratma teknolojileri ise ilke olarak kendi işini kurmaya yani girişimciliğe dayalıdır. İşte bu sebepten dolayı, bu sakat düşünce, aynı zamanda girişimciliğin önündeki engellerden birisi de olmaktadır.

    OECD’nin 1970 ve 1986 yılları arasındaki 17 yıllık dönemi kapsayan bir araştırması, A.B.D., Japonya ve o zamanki S.S.C.B. hariç 5 büyük Avrupa ülkesindeki yatırım-istihdam ilişkilerini inceleyen bir araştırması, yukarıdaki iki koşulun yerine getirilmediği ülkelerde, büyümenin istihdam artışına yol açmadığını, aksine iş kayıplarına neden olabildiğini göstermiştir (tıklayınız)

    Çare nedir? İlk çare, istihdamla ilgili bürokrat, akademisyen ve politikacılarımızın çağdaş iş yaratma teknolojileri konusuna «daha çok zaman ayırmaları»dır.

    İktisat kitaplarını, sorunlarımızın ve onların çözümlerinin genel çerçevelerini tasarımlamak için kullanmak bilimin gösterdiği yoldur. Ama o ilkesel yaklaşımları özgün sorunlarımızı çözme yolunda reçeteler olarak kullanmak doğru değildir.

    Pazartesi, 04 Eylül 1995

  • KAFAMIZIN İÇİ GÖRÜNSEYDİ!

    Ortaokulda, emme-basma tulumbanın nasıl işlediğini kitaptan okumuş, ama okul laboratuvarları için saydam bir malzemeden yapılmış bir tulumba görene kadar nasıl işlediğini pek de anlamamıştım. Bu metodun yalnız emme-basma tulumbalar için değil bir çok mekanik araç gereç için kullanıldığını ve çok da yararlı olduğunu hemen herkes bilir.

    İnsanlar yalnız mekanik araçların değil hemen hemen tüm fizik Dünya süreçlerinin nasıl işlediğini anlamak ve başkalarına anlatmak için kafa yormuşlar, bir bölümünü tulumba örneğinde olduğu gibi saydam malzemelerden yapmışlar, bir bölümünü de kesit resimleri gibi yollarla görünür kılmaya çalışmışlardır.

    Çok büyük ya da aksine çok küçük olması nedeniyle mekanik bir benzeri yapılması ya da kesit resimlerinin çizilmesi mümkün olmayan, örneğin kozmolojik olgular ya da hücre zarı süreçleri ise matematik veya kimyasal sembollerle görünür kılınmıştır.

    Fizik Dünyanın kapsamı içine girmeyen, örneğin sosyal olgular için de benzer yöntemler kullanılmaktadır. “Zengin Resim” denilen bir yöntemle, mesela karayolu üzerindeki eczanelerde satılan ağrı kesici ilaçların, yine yol üzerindeki bakkallarda satılan biralarla nasıl birleştiği ve bunların da trafik katliamlarına nasıl dönüştüğü kolayca “görünür kılınmakta”dır.

    Bu “görünür kılma” işinin, medeniyetin gelişmesinde önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bugün artık mikro ya da makro ölçekte, fizik ya da sosyal alanda hemen her şey görünür kılınabilmektedir.

    Ancak bu gelişmeler içinde görünür kılınmamış, belki de görünür kılınmasına gerek duyulmamış bir süreç vardır: farklı toplumların düşünme biçimleri!

    Dünya yüzünde mevcut tüm canlı türlerinin davranışlarını, fiziki yeteneklerini, kültürlerini ve akla hayale gelebilecek her türlü özelliğini merak edip incelemiş olan insanoğlu, onun sadece tek biçimde düşündüğünü varsaymıştır.

    Halbuki düşünme biçiminin, dil zenginliği ve yapısıyla, eğitimle, gelenek göreneklerle çok yakından ilişkili olduğunu biliyoruz. Pekiyi, bu bakımlardan büyük farklılıklar gösteren toplumlar (hatta aynı toplum içindeki bireyler) içinde, nasıl olup da herkesin aynı “biçimde” düşündüğü varsayılabiliyor?

    Keşke mümkün olsa, insanların kafaları da aynen okuldaki saydam emme-basma tulumba örneğinde olduğu gibi içlerini gösterebilse. Bu durumda çeşitli toplumların ve bireylerin düşünme biçimlerini görüp, aralarındaki inanılmaz farkları hayretle gözleyebilecektik.

    Bunun ne işe yarayacağı açıktır. Düşünme biçimi yetersiz olup, sorunlarını çözemeyen toplumların sorun çözme kabiliyetlerinin nasıl artırılabileceği bu şekilde anlaşılabilecekti.

    Gözlemler, toplumumuzun düşünme biçiminin içinde eksik bir parçanın bulunduğunu gösteriyor. Bu parça, “nedensellik” parçasıdır. İnsanımız, karşılaştığı sorunların nedenlerini merak etmemekte, doğrudan onu çözmeye çabalamaktadır. Toplumumuzun enerjisinin, zamanının, parasının ve diğer kaynaklarının, sürekli olarak çözüm aramak ve daha da kötüsü bulduğu çözümleri uygulamak için kullanılmaktadır.

    Bu sorun, ulusal nitelikli bir sorundur. Tüm düşünenlerin buna kafa yormaları, bunun nedenlerini araştırmaları ilginç, yararlı ve de kaçınılmaz bir gerekliliktir.

    Salı, 25 Temmuz 1995

  • KEFİL OLMAK SORUMLULUK GETİRİR!

    Bankadan borç ya da taksitle buzdolabı almak isteyen herkes, kendisinden bir iki kefil isteneceğini bilir. Kefiller de, söz konusu borcun ödenmemesi halinde bunun kendilerince üstlenileceğinin bilincidedirler ve bu yüzden de kefil olacakları insanı iyi tanıyıp güvendikleri takdirde buna razı olurlar.

    Bu süreç, toplumumuzda çok iyi anlaşılmış ve iyi işleyen bir kurum halindedir. Zaman zaman borçlu ve kefillerin aralarında anlaşıp karşı tarafı dolandırdıkları olursa da bunlar azınlıktadır.

    Ancak kefalet konusu, buzdolabı, banka borucu ve bu gibi elle dokunulabilir olmaktan çıkıp da, “iş arayan bir kişiye kefil olmak”, “bir göreve birisini tavsiye veya telkin etmek” gibi alanlara kaydığında, bu iyi işleyen süreç birdenbire bir laubaliliğe, bir aldırmazlığa dönüşüyor.

    Halbuki bu durumda kefil olunan borç , bir buzdolabı ya da tüketici kredisi limitlerini çok aşmış, ödenmemesi halinde vereceği zararlar açısından baştan planlanması mümkün olmayan sınırlara ulaşmıştır.

    Örneğin, bir işe girmesi için kefil olunan kimse, girdiği iş yerinin kasasını soyarak bin adet buzdolabı parasını bir anda yürütebilir ya da bilgi-becerisine kefil olunan kişi beceriksiz çıkarak şirketi onulmaz zararlara uğratabilir.

    Benzer şekilde, bir görev için isim telkini de potansiyel riskler içerir. Eğer yüzeysel göstergelere bakarak bir telkinde bulunulmuşsa -ki bu göstergeler anlayanlara çok şey anlatır- doğabilecek zararlara ortak olunmuş demektir.

    Bu gibi durumlarda dürüst davranış, doğan zararın sorumluluğunu üstlenerek, “evet, bu kefalete temel oluşturması gereken bilgilere sahip olmadan kefil oldum ve yanıldım. Zarar ziyan ne ise ben de ortağım!” diyebilmektir.

    Ama bir alternatif de pişkin davranmak ve doğan zarardan kefilin de şikayet etmesi, hem de yüksek sesle şikayet etmesidir.

  • KİMLERDEN KURTULMALI?

    Toplumumuzun ortalama “düşünme stili”nin “kalıpçılık” ağırlıklı olduğu, Rönesans’ın Batı toplumlarına kazandırdığı “nedensellik” özelliğinin ise bizim düşünce stilimiz içindeki ağırlığının küçüklüğü her geçen gün daha belirgin hale geliyor.

    Osmanlıdan bu yana süregelen bu yetersizliğimizin giderek daha belirginleşmesinin bir nedeni de, karşılaştığımız sorunların giderek daha karmaşık hale gelmesidir.

    Kızışan rekabet , azalan kaynaklar, kirlenen çevre ve artan Dünya nüfusu gibi nedenler, yalnız bizim değil tüm toplumların karşılarına çıkan sorunların daha girift, daha zor anlaşılabilir ve daha güç çözülebilir olmasına yol açmaktadır.

    “Kalıpçılık” ağırlıklı düşünce stilinin en önemli iki kaynağı, “ezbere dayalı öğretim sistemimiz” ve “birey yerine devleti önemli gören ve devletin kalıplarına uyan bir örnek kişiler yetiştirmeyi hedeflemiş yaygın anlayışımız”dır.

    Bu iki kuvvetli etki altında şekillenen düşünce biçimimiz, kalıpçılık yöntemiyle başaçıkabileceği düzeyin üzerindeki güçlükteki sorunlarla karşılaştığında çaresiz kalmakta, bu defa kendisini bu sorundan kurtaracak bir “yiğit” (erkek ya da kadın, sivil ya da asker, olabilir) aramaya başlamaktadır.

    Ülkemiz, çeşitli kaynaklar açısından pek zengin sayılmasa da, bu tür “kurtarıcı yiğit” ler açısından son derece şanslı olup, hemen her ihtiyaç halinde bir kurtarıcı ortaya çıkmaktadır. İşin ilginç yanı, hemen her defasında, “kurtarıcı”, kurtarma işlemleri’ne başladıktan bir süre sonra, toplumu kurtarmayı vadettiği sorunun büyüklüğünü anlamakta, onunla başaçıkamayacağını, aslında başkalarının da başaçıkamayacağını, bu sorunun gerçekte bir sorun değil, sorun kılığına bürünmüş bir “canavar” olduğunu söyleyip işin içinden çıkmaktadır.

    Günümüze değin peşpeşe gelen kurtarıcılar bu “canavar” hikayelerini o denli güzel anlatmışlardır ki, halkımız da bu “canavar”ların varlığına iyice inanmış ve “enflasyon canavarı”nın pahalılığın, “”trafik canavarı”nın kazaların, “terör canavarı”nın cinayetlerin, “medya canavarı”nın yalan-yanlış karalamaların nedeni olduğuna inanmıştır.

    Eski Yunan’da her işten sorumlu bir Tanrı ile bunları yöneten Baş-Tanrı örneği, bizde de her beladan sorumlu birer canavar ile, bu canavarları yöneten bir Baş-Canavar’dan oluşan bir sistem mevcut bulunmaktadır.

    Toplumumuzun bu kurtarıcı anlayışından vazgeçmesi ve kurtarıcı namı altında ortaya çıkanlarla, kurtarıcı arayıcılarından kurtulması gerekmektedir.

    “Sizi, sorunlarınızdan ancak kendiniz kurtarabilirsiniz. Ben ise sizi, kurtarmaya kalkışmayacağıma, yalnızca kendinize yardım etmenize yardımcı olacağıma söz veriyorum” diyebilecek yeni “yiğit”lere ihtiyacımız vardır.

    Bu denli yiğit bolluğu içinde herhalde o türlüsü de çıkar.

    Cumartesi, 03 Aralık 1994

  • “KONUK KONUŞMACI” DAN BAŞKA YOLYOK MUDUR ?

    Son yıllarda giderek yoğunlaşan sivil toplum örgütleri, geçmiş yıllardaki gecikmişliğimizin acısını çıkarmak istercesine çoğalıyor.

    Çeşitli çıkar gruplarının örgütlenmesi, çoğunlukçu (majoritarian) demokrasiden, çoğulcu (pluralist) demokrasiye geçişin somut işaretleri sayılmak gerekir.

    Şimdi, madalyonun öbür yüzü: Dernek, vakıf, duyarlık grubu gibi adlarla örgütlenen bu gruplar genellikle tek tip bir faaliyet türünün etrafında oluşuyorlar. Bu üniforma gibi faaliyet, “konuk konuşmacı çağırma” dır.

    Bir grubun, çıkarları konusunda bilgili ve/ya yetkili bir konuşmacıyı davet edip onu dinlemesi, sorular yöneltmesi şüphesiz ki birçok bakımdan yararlıdır. Ama, bu yararı sağlayabilmenin ön koşulları, grubun çıkarları ile bağlantısı çok iyi kurulmuş bir konunun ve bu konu ile ilgili bir konuşmacının çağrılması ve de çağrılan bu konuşmacının bilgili ve/ya yetkili olmasıdır.

    Yalnızca ünlü olduğu için çağrılan bir konuşmacı ya da yüksek dağlardaki buzullarla ilgili bir konu, gruba zaman kaybettirmekten başka bir işe yaramaz.

    Mevcut uygulamada ise çok sayıda grup, oldukça sık aralıklarla toplantılar düzenlemekte ve bu da çok sayıda bilgili ve/ya yetkili konuk konuşmacı’ya ihtiyaç göstermektedir.

    Grubun ilgi alanı çevresinde bu nitelikte konuşmacı bulmak güçleştikçe, ilgi alanı ister istemez genişlemekte ve grubun çıkarlarıyla doğrudan ilgili olmayan konulara kayılmaktadır.

    Bir yandan da grup bazen, karşısına gelip karakolda ifade vermeye hazır vatandaş uyumluluğu ile sorgulanmayı bekleyen konuşmacılarda, o güne kadar tatmin etmek için beklettiği çeşitli duygularını doyurmaya kalkışmaktadır.

    Kimi konuk konuşmacılar ise kişisel hatıratını ya da kimseyi ilgilendirmeyen teorilerini anlatarak zaman hırsızlığı yapmaktadır. Bu gibi yersiz kullanımlar, bu çok yararlı olabilecek aletin etkinliğini azaltmaktadır.

    Konuk Konuşmacı metodunu iyi kullanabilmek için gruplar iyi bir ön çalışma yapmalı, çıkarlarını analiz edip parçacıklara ayırmalı, her parça ile bilgi ve/ya yetki bağlantısı bulunan kişileri saptayıp uzun vadeli bir program taslağı hazırlamalıdırlar.

    Mevcut uygulamada grupların yaklaşımlarını fazla ciddiye almayıp çağrı tekliflerini reddedebilecek birçok bilgili ve/ya yetkili kişi, ciddi bir programı ise reddedemeyecektir.

    Bir çıkar grubunun kullanabileceği araçlar şüphesiz ki Konuk Konuşmacı’ dan ibaret değildir. Grubun çıkarlarının analizi sonunda belirlenecek konu parçacıkları üzerinde grup üyelerinin yapabilecekleri Yaratıcı Düşünce Seansları da (Beyin Fırtınası, Arama Konferansı gibi) son derece yararlıdır ve ayrıca da grup üyeleri arasındaki iletişimi pekiştirerek bir Grup Kültürü oluşmasına yardımcı olurlar. Birçok grubun, hayatiyetlerini devam ettiremeyişlerinin nedeni, bu Grup Kültürü eksiğidir.

    Sivil toplum örgütlerimizin etkinliklerini artırabilecek çarelerin araştırılması, bu grupların üzerinde yoğunlaşmaları gereken ilk konudur.

    Her grup, bu etkinliğin artırılabilmesi için mümkün olabilecek yöntemleri ortaya koyabilecek Konuk Konuşmacı” lar bulup, önce onları davet etmelidirler.

  • KÜLTÜRÜMÜZÜN KÖŞE TAŞLARINDAN BİRİSİ: DOĞUYA SÜRMEK!

    Mesela, yirmiye gelip de boyu 1.68’i aşmayan yurttaşlarımızın, yalnızca illerimizden birisinde yaşaması gibi bir zorunluk getirilse ve buna uzunca bir süre uyulsa acaba bu süre sonunda ne olur? Bu ildeki evlenmeler de hep 1.68 altı boylar arasında olacağı için uzunca bir süre sonra burada doğanların erişkinlikteki boyları da 1.68’e doğru asemptotik bir yaklaşım gösterecektir.

    Doğal seçim benzeri bu mekanizmaya sosyal seçim denilebilir. Sosyal seçim, toplumdaki birçok kesim üyelerinin kendi içlerinde birbirine benzer davranışlarını -hatta dış görünümlerini- açıklayabilen bir mekanizmadır.

    İşe yaramayan veya yaramadığı iddia edilen, hatta sakıncalı veya öyle olduğu iddia edilen kamu görevlilerinin ülkemizin doğusuna doğru görevlendirildiği, ne kadar işe yaramaz ve sakıncalıysa ya da öyle iddia ediliyorsa da o denli “daha doğu”da görevlendirildiği bir gerçektir. Burada “doğu”, yalnızca coğrafi doğuyu değil, gelişmemiş tüm yöreleri sembolize etmektedir. Atama sistemi nedeniyle doğu ve batı illeri (gelişmemiş ve gelişmiş yöreler) arasında bir denge kurulan meslek mensupları bu gerçeğin istisnalarıdır.

    İşe yaramayan ve yaramadığı iddia edilen görevlilerin, görevlendirildikleri yörelerdeki davranışlarını tahmin etmek pek güç değildir. Gerçekten işe yaramayanlar görevlerini layıkıyla yapamazken, gerçekte işe yaramasına karşın amirlerinin işe yaramazlığı nedeniyle buralara gönderilenler de büyük ölçüde bir hınç alma duygusu içine itileceklerdir. Bunlardan çok küçük bir bölümü hıncını daha çok çalışarak, daha güzel işler yaparak gösterirken (Erzincan eski Valisi Yazıcıoğlu gibi), geri kalan büyük bölümü negatif bir ruh hali içine girerek tatmin edeceklerdir.

    Kamu görevlileri tarafından yerine getirilmesi beklenen işlevler, her şeyini devlete bağlamış bir toplumda yurttaşlar açısından çok önemlidir. Becerikli bir kamu görevlisi çevresine aydınlık saçarken, beceriksiz ya da hınç dolu bir görevli ise tam tersini sergileyecektir. Beceriksizlik ya da hıncın sistematik olarak tekrarlanmadığı hallerde bu büyük bir sakınca yaratmayabilir. Ama uzun yıllar boyunca süren bir alışkanlık sistematik etki yapar ve o yörelerde açıklanamayan geri kalmışlık semptomları ortaya çıkmaya başlar.

    Ülkemizin doğu ve güneydoğusundaki ve de tüm geri kalmış yörelerindeki kamu hizmetlerine ve geri kalmışlık işaretlerine bu gözlüklerle bakmakta yarar vardır.

    Bu eğilim toplumsal kültürümüze ne denli egemen olmuştur? Maalesef sanıldığından çok daha fazladır. Bu konuda en duyarlı olması gereken kesim kuşkusuz sanatçılardır. Herşeye eleştirel gözlerle bakmayı gerektiren sanat, bu olguyu yakalayabilmeli, hicvedebilmeli ve bu konudaki duyarsızlığı dile getirebilmeliydi.

    Televizyonlarımızda zevkle izlediğimiz Yasemince parodilerinin birisinde -ve daha birçok oyunda-, bir polis ve amiri arasında geçen, “şimdi seni Şırnak’a sürdürürüm” sözleri, senaryoları yazan ve oynayanların da bu olguyu artık normal kabul ettiklerini göstermektedir.

    Doğu ve güneydoğuda uzun yıllardır süren terör olaylarında, bu aymazlığın acaba payı ne ölçüdedir? Bunu düşünmeye başlamamız iyi olur.

    Siyasi partilere vereceğimiz oylar karşılığında onlardan isteyeceklerimizden birisi de, gerice yörelerin, kamu görevlilerini cezalandırmak amacıyla kullanılmayacağı konusunda taahhüt istemek olmalıdır.

  • KURALIN İYİSİ YAZILI OLMAYANDIR!

    En güç işlerden birisi herhalde doğru kural koymak olmalıdır. Bunun güçlüğü, kural koymanın teknik karmaşıklığından değil, aksine çok kolaylıkla konulabilen kuralların “doğru” olduğunun sanılıp, hiç kuşkulanılmamasından gelir. Bir bakıma, “kuralın kolay konulabilmesi, kural koymanın en büyük güçlüğüdür” denilebilir.

    Toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinin, yarışmak istediğimiz toplumlara göre düşük olduğunu gösteren çok gösterge vardır. Gelişmiş toplum, sorunları olmayan değil onları çözebilen toplumdur. Hatta, toplumlar geliştikçe, sorun yaratabilecek ilişkilerin sayısı artabileceğine göre gelişmiş toplumların daha çok sorununun olabileceği de söylenebilir.

    Sorunlarını çözümleme ve sonra da çözmede zafiyeti olan toplumlar, sorun çözme dağarcığındaki aletlerinin çeşidi az olan toplumlardır. Onlar, cami avlusu dişçileri gibi yalnızca kerpetenle iş yaparlar. Bu tür dişçiler için tüm diş hastalıkları iki gruptan birisine dahil olmak zorundadır: çekilmesine gerek olmayan ve çekilmesi gereken dişler!

    Sorun çözme kabiliyeti düşük olan toplumlar da aynen böyle, az sayıda -hatta tek- aletle sorun çözmeye çalışırlar. O da, sorunları birilerine havale edip çözülmesini beklemek, çözülmediği zaman da şikayet etmekten ibarettir.

    Ulus olarak genel karakterimiz denilebilecek kadar belirgin bir özelliğimiz, sorunları çözümleme (analiz) evresine hemen hiç zaman ayırmamak, bunun yerine tüm enerjimizi onları çözmeye çalışmaktır. Bu o denli yaygındır ki, köy kahvesinden entel barına kadar her yerde insanımız sorunları “çözme”ye -dikkat çözümlemeye değil- çalışmaktadır. Sokakta rastlaşan iki kişi kısa bir hoşbeşten sonra mutlaka ülkenin bir sorununu “çözme”ye girişmektedirler.

    Sorunları bu denli çok kişinin ve de sürekli olarak çözmeye çabaladığı bir ülkede ister istemez çözümler de bulunmak zorundadır. Bu çözümleri kim bulursa bulsun ortak özellikleri çabuk bulunur olması ve bulana bir yükümlülük yüklememesidir.

    Bu koşullara en çok uyan çözüm grubu ise “kanun çıkarmak”, daha da genel bir ifadeyle “kural koymak”tır. Kural koyma, yalnız TBMM’nin çıkardığı değil, belediye meclislerinin kararlarını, bürokrasinin koyduğu kuralları ve babayiğit yetkililerin “şöyle olacak” biçiminde kükrediği tüm yazılı ve yazısız kuralları kapsadığı için en genel durumdur.

    Bu kurallara kimlerin uyduğu konusunda yapılacak çok kaba bir gözlem, düzene saygılı çok küçük bir azınlıktan başkasının bunları dikkate almadığını, dikkate alanların ise dolaylı olarak cezalandırıldıklarını gösterecektir.

    Kurallara uymayanlar, aldıkları bu riskin ödülüne erişirken, kurallara uyanlar bundan mahrum kalmakta, hatta kurallara yeteri kadar uymadıkları için bir de cezaya çarptırılmaktadırlar.

    Bu çarpıklığın altında, sorunları kural koyarak çözmeye çalışma yanlışı yatmaktadır.

    Bir toplumun yönetiminde kuşkusuz ki kurallar en büyük öneme sahiptirler. Ancak bu kuralların, yönetimlerin koyduğu ve kimin uyup kimin uymadığı belli olmayan, denetlenemeyen, yaptırımı olmayan ya da daha kötüsü yaptırımları keyfi uygulanan yazılı kurallar değil, toplum bireylerinin bilinçlerine yerleşmiş kurallar yani gelenekler olmak zorundadır. Daha doğru bir ifadeyle, temel kuralların böyle olması, ancak ayrıntı düzeyinde olanların -o da gerekirse- yazılı olması gerekir.

    İnsanlar, kurallar yazılı olarak mevcut bulunduğu için değil, o kurallar kafalarının içinde bulunduğu için uymalıdırlar.

    Dolayısıyla, halkın peşinde koşması gereken boyuna kanun çıkmasını beklemek değil, o kanunların içeriklerinin, kamuoyu bilincine yerleştirilmesi yönünde yönetimleri zorlayıp yönlendirmektir.

    Pazar 30 Temmuz 1995