• KURALLARIN UYGULAN(A)MADIĞI YERDE HER KURAL İYİLERE CEZADIR..

    İnsanlarımızın herhangi sorunlar hakkındaki düşüncelerini dile getirdikleri her yerde, ortaya atılan çözüm kümelerinin içinde bir tanesi ortaktır: o sorunla ilgili kural(lar) koymak.

    Uyulamayacak kural koymak ise herhalde insanlık tarihiyle yaşıttır. Düşünce yasakları buna en iyi örnektir. Ama denemeyen de kalmamıştır. Bu işin kural koyarak çözümlenemeyeceğini anlayan Adolf Hitler, “ne mutlu o yöneticiye ki yönettikleri kişiler düşünmezler” diyerek bu önemli sorunu içten-güdüleme (empowerment) yoluyla halletme yolunu seçmiştir.

    Kuralları doğru koyanlar ise bu defa da ona uymayanlarla hep uğraşmışlardır. Örneğin, cilalı taş devrinde, evleneceği kızı saçından yerde sürükleyerek götürme konusunda mutlaka bir yasaklama kuralı konulmuş ve de büyük olasılıkla dinlenmemiştir.

    Kurallara uyma konusundaki bu iki kategorinin yanısıra iki grup daha vardır: kuralların yaptırımını bilerek uygulamayanlar ile bunları uygulayamayanlar!

    Birinciler üzerinde fazlaca düşünmeye gerek yoktur. Sokakta çanta kapanlar ile onların arasındaki tek fark, ceza kanunlarında ilgili oldukları madde numaralarıdır. Bununla beraber, bu tür kişilerin haklarını da teslim etmek gerekir. “Ben inceliğin her türüne hayranım” diyen Machiavelli herhalde bu tür kişileri kasdetmiş olsa gerektir. Bunlar kuralları, belirli alanlardan uzak tutmak ve böylece o alanları daha rahat kullanabilmek için koyarlar.

    İkinci gruptakiler ise iyi niyetlerle sürekli kurallar koyarlar, fakat bunları uygulayabilmek için gerekli yaptırımı sağlayamazlar. Bunun nedeni bazen güç yetmezliği, bazen kuralın kendisinin bir yaptırımı olduğunu sanmak, çoğu zaman da değer yargıları içindeki virüslerdir. Örneğin, rüşveti yasaklamak gibi bir kuralı koyan bir kişi, bir gün sonra, elindeki imkanları hemşehrisi, okuldaşı ya da partidaşı için kullanıp bunun da rüşvet olduğu hatırlatılınca imdadına değer ölçüleri içindeki, “hemşehri, başkalarından imtiyazlı kişi demektir” virüsü yetişir.

    Bütün bu kargaşa içinde daima ezilen ise, kurallara uyulması gerektiği gibi bir değer ölçüsüne sahip olanlardır. Onlar için hayat iki defa güçtür: Bir defa kural kirlenmesi yüzünden, bir defa da uydukları kuralların kendileri dışındakilerce devamlı olarak ihlal edilişine şahit oluşlarından!

    Bir toplumu ayakta tutanlar ise bu saf (temiz anlamında) azınlıktır. Onların sayısı arttıkça barbarlıktan medeniliğe yol alınabilir.

    Eğriliklerle başa çıkmak isteyenler genellikle yeni kuralların gerekli olduğunu savunurlar. Trafik terörünü önlemek için daha ağır cezalar, rüşveti önlemek için rüşvetin cezasının ağılaştırılması, görevini yapmayan memurun hemen işten el çektirilmesi gibi önlem önerilerini her gün defalarca duyarız. Bunların hiçbir işe yaramadığı açıkça görülmektedir.

    Çözümün bir ayağı, “zihinsel kurgu”muzu, yani değer ölçülerimizi yeniden oluşturmakta, daha da açığı onun içindeki virüslerden arınmaktadır.

    Diğer ayağı ise, eğriliklere karşı yeni kurallar peşinde koşarak iyilerin cezalandırılmasından vazgeçip, mevcut kuralların uygulanması yolunda sivil girişim örnekleri geliştirip uygulayabilmektir.

  • FEVKALADE DİNAMİK BİR TOPLUMUZ AMA..!

    Türkiye’nin sorunları ve geleceği konusundaki tezlerin değişmeyen argümanı bu, “fevkalade ” ve dinamik bir toplumumuz var ama…” dır.

    “Fevkalade ” ve dinamik” sözcüklerinin ikisi de Türkçe olmadığı için gelişigüzel kullanıma pek uygundurlar.

    “Olağandan daha fazla” demek olan “fevkalade” ile “yaşam dolu, eylem yaratma etkisi içeren” anlamını taşıyan “dinamik” sözcükleri bir araya gelince, toplumumuzun genç nüfusunun diğer toplumlara oranla daha yüksek olduğu iması anlaşılıyor. Deyimin ardından gelen “ama” herhalde, böyle bir bileşime sahip bir toplumun nasıl olup da iyi işler üretemediğinin pek anlaşılamadığına işaret ediyor olsa gerek.

    Genç insanların, yaşlılara göre farklı bir enerji dengesine sahip oldukları, bu dengenin daima enerji fazlası içerdiği ve bu yüzden de onlara “delikanlı” dendiği herkesçe bilinen bir gerçektir.

    Ama, yanılınan nokta, bu enerjinin durup dururken gencin kendi çevresi için yararlı ürünler üretmesi olasılığının çok düşük olduğu gerçeğinin gözardı edilmesidir.

    Toplumumuzun olağandan daha yüksek (fevkalade) hareket yaratma kuvveti (dinamizm), enerjinin sakınımı ilkesi uyarınca her an için bazı eylemlere dönüşmektedir ve de dönüşmek zorundadır.

    Toplum yaşamının çeşitli kesitlerindeki kargaşa bu dönüşümün sürekli olarak meydana geldiğini gösteren işaretlerdir.

    Yanılgı, bu dinamizmin yararlı yönlerde olacağı beklentisindedir.

    Fizikteki “kararsız denge” konumuna örnek olarak bir tepenin tam üzerinde duran bilya gösterilir. Bilyaya uygulanacak küçücük bir kuvvet onun dengesini bozar ve ya bir ya da öteki yönde hareket etmesine yol açar.

    Bunun aksine, “kararlı denge” konumu ise bir çukurun dibindeki bilyaya benzetilir. Bilyayı bu konumdan ayırıp ne kadar çukurun kenarlarına çıkarsanız, bırakınca tekrar eski konumunu alır.

    Genç ve yaşlı insanlar ile bu “kararsız” ve “kararlı” denge konumları arasında biraz benzerlik vardır.

    Doğuşunda, iyi-doğru-güzel yönünde yuvarlanmaya eğilimli bir konumda olan insanoğlu , önce aile, sonra da çevrenin etkisiyle bu eğilimini kaybedip tam aksi yöne yuvarlanıp kötü-yanlış-çirkin tarafa düşebilir. Yaş ilerledikçe ise kararlı denge durumuna doğru ilerlenir ve konumu her ne ise onu korumaya eğilimlenir.

    İşte, yaşlı nüfusa sahip toplumların bir yandan yeniliklere kapalı (tutucu), ama eğer faydalı bir yaşam biçimi kurabildilerse onu korumak için de daha şanslı olmalarının nedeni budur.

    Genç nüfuslu toplumlar ise her an mvcut konumlarını-iyi yada kötü- bozmaya eğilmlidirler.

    Yaşlı toplumların kolay, genç nüfusların daha güç yönetilebilir olmaları da yine bu şekilde açıklanabilir.

    “Fevkalade dinamik” ya da “fevkalade durağan” toplum yapısı, tek başına bir avantaj ya da dezavantaj değildir.

    Onu avantaj ya da dezavantaj haline getiren, içinde bulunulan “koşullar kümesi”dir. Bu küme ise bizzat o toplumun kendisince oluşturulmaktadır.

    Eğer toplum, o koşul kümesini daha doğru, daha iyi ve daha güzele varılabilecek şekilde kurmuşsa dinamizm bir avantaj, aksi halde toplumu yok olmaya götürebilecek bir dezavantaj olabilir.

    Sabahtan akşama kadar bilimle uğraşan bir kişinin enerjik olması ne denli büyük bir şanssa, ne yapıp yapıp birilerini öldürmeyi kafasına koymuş bir insanın çabuk yorulur, bitkin olması da o denlik büyük bir şanstır. Yani şans ya da şanssızlık dinamizde değil, kişinin niteliğinde ve tutmuş olduğu yoldadır.

    Bu değerlendirmeden çıkarılması gereken somut sonuç, “fevkalade dinamik” toplum yapısının koşulsuz bir üstünlük kaynağı sanılmasının yanlış olduğu, Tanrı’nın herhangi bir topluma torpil yapmayacağıdır.

    Pazartesi, 12 Haziran 1995

  • KURTARICI TIRTIL YOKTUR !

    Yalnızca çam kozalaklarıyla beslenen ve de kozalakların döküldüğü dönemlerde ortaya çıkan tırtıl’ları bilirsiniz.. Bu yaratıklar, birinin başı diğerinin ardından tutacak biçimde, bazen uzunluğu metrelerce zincirler oluştururlar ve öyle hareket ederler.

    Zaman zaman da, -herhalde zincirin en başındaki tırtıldan koku vs yoluyla aldıkları bir emirle- kozalakların kabukları üzerindeki maddeleri yiyerek beslenirler.

    Ömürleri birkaç haftadan daha uzun olmayan tırtılların davranışlarını inceleyen bir biyolog şöyle bir deney planlar: Beslenme emri, zincirin en başındaki tırtıldan geldiğine göre, acaba “baş tırtıl” olmazsa ne olur? Zincirin başındaki tırtılın başı, en sondakinin ardı ile birleştirilir ve bir çember oluşturulursa “baş tırtıl” kalmayacak ve emri kimin vereceği belirsizleşeceği için açlığın güdülediği tırtılların bireysel davranışları gözlemek mümkün olabilecektir..

    Bunu anlamak için bir yere kozalaklar yığılır ve uygun uzunluktaki bir tırtıl zincirinin bu yığının çevresinde bir çember oluşturması sağlanır.

    Biyologun tahmini, çember haline gelmiş tırtılların, “bir baş tırtıl’dan emir geleceği inancıyla” düşünmeden dönmeye devam edeceği, ama açlık güdüsüyle bir süre sonra zincirin parçalanacağıdır. Bundan emindir, ama merak ettiği, zincirin nasıl kopacağıdır..

    Deney birkaç gün sürer ve tırtıllar kozalak yığınının çevresinde sürekli döner dururlar. Sonuçta, beklenen emir gelmez ve tırtıllar, bir “baş tırtıl”dan gelecek emri bekleye bekleye ölürler..

    Belirli bir tarikatın üyelerinin inançlarına göre, ayaklarının çevresine çizilen bir çember, daha yaşlı birisince kırılmaksızın o çemberden dışarı çıkılamaz.

    Her iki olayda da ortak olan nokta, tırtıllar ve tarikat üyelerinin, “bir yerlerden ” geleceğine emin oldukları “bir şeyleri ” beklemeleridir.

    Kaç tırtıl zinciri ve kaç tarikat üyesi bu birşeyleri beklerken ölmüştür bilinmez ama bilinen, günlük yaşam içinde çoğunluğun,biryerlerden birşeyler gelip sorunlarının çözüleceğini beklemekte olduklarıdır.

    Siyasi ya da ekonomik, hangi eleştiri olursa olsun, sonu büyük bir olasılıkla, “bu iş böyle gitmez, o halde mutlaka düzelecektir” gibi bir yargıyla bittiği hatırlanırsa, tırtılların da böyle düşüne düşüne öldükleri unutulmamalıdır.

    İnsanlarımız niçin “kurtarıcı tırtıl” olarak Ankara’yı görüyorlar? Çünkü gazete ve TV’ler hep oradan söz ediyor, Ankara’nın güçlü olduğunu söylüyorlar.

    Halbuki güç, söylenmekle sahip olunabilecek bir şey değildir. Gücün göstergesi hakim olmaktır.

    Toplum düzenine, üstüste yerleşmiş çeşitli alt-düzenler olarak bakılabilir. Adalet alt-düzeni, vergi alt-düzeni, eğitim ya da sağlık alt-düzeni gibi onlarcası bir araya gelerek toplum düzenini oluştururlar.

    Her bir alt-düzen de kendi içinde ince tabakalardan oluşmuştur. En üstte, basit ve yaptırımı kolay kurallar, altlara indikçe daha karmaşık ve uygulanması gerçekten “güç” gerektiren kurallar olmak üzere bir tabakalanma.

    Bugün idare, işte bu en üstteki basit ve yaptırımı kolay kuralları uygulayabilmektedir. Simitçilerin garibanlarını kovalamak, vergisini düzenli veren bir vatandaşın yapıştırmayı unuttuğu pul parasını tahsil etmek, küçük hırsızlık yapanları bulup çıkarmak ya da basit eğitim ve sağlık hizmetlerini yerine getirmek gibi, her alt-düzenin en basit hizmetlerini yapabilmektedir.

    Bu düzenlerin alt tabakalarına inildikçe karşılaşılan karmaşık ve güç gerektiren sorunlar için ise, alternatif mekanizmalar oluşmuştur. Adalet sisteminin yerini alan çek-senet tahsil ve adalet mafyası, sağlık sisteminin yerini alan üfürükçü (mafyası) ve benzeri yüzlerce mafya, işlemeyen alt-düzenlerin yarattığı boşlukları doldurmuştur.

    Ankara’nın sembolize ettiği merkezi idare zayıfladıkça, toplum düzenini oluşturan alt-düzenler ve sonuçta toplum düzeninin bütünü onun kontrol alanı dışına çıkmıştır.

    Eğer, simitçi takibi ve pul parası tahsili gibi işlemleri bir yana bırakırsak, merkezi idare fiilen yoktur gibi bir gerçekle karşı karşıya geliriz.

    Merkezi idarenin, yerini yerel idarelere ve sivil toplum kuruluşlarına bırakması gibi sevindirici bir gelişme ile bu durum arasında bir ilinti yoktur. Çünkü merkezi idarenin yerini bunlar almadığı gibi, merkezi idarenin her zaman için yapması gereken önemli işlevleri de vardır.

    O halde, merkezi idare büyük ölçüde yoktur ve bu boşluğu yerel idareler ve STK yerine çeşitli mafyalar doldurmuştur. (devamı 2nci sayfada)

    Yani, TBMM’nin çıkardığı yasalar, hükümetin verdiği emirler ya da bürokrasinin bunlara dayalı işlemleri yerine, boşlukları dolduran alt-düzenler (kısaca mafya denilebilir) toplum yaşamına yön vermektedir.

    Bu gibi durumlarda ortaya çıkması adet olan kurtarıcı örgütlenmeler de birer ikişer sahneye çıkmaktadır. Yarın daha radikalleri de çıkacaktır. Çıkacak ve aralarında mücadele etmeye başlayacaklardır. Bu mücadelenin nerelere kadar varacağını tahmine gerek yoktur, çünkü bellidir.

    Bu durum karşısında yapılması gereken çok şey vardır. Ama birincisi, kendisini aday gösterip seçtirenlere karşı vefa borçlarını, akıl yolunun dışına çıkarak, zarar göreceği korkusuyla yutkunup sesini çıkarmayarak oturan, bunun yerine ülke gündemini incir çekirdeğini doldurmaz kişisel çekişmeleriyle dolduran insanları dinlememek, bunları yazan gazeteleri okumamak, yayınlayan TV’leri seyretmemek, bunu da ilan edip henüz uyanmamış olanları haberdar etmektir.

    İnsanlarımız bu tür değersizliklere ilgi gösterdiği sürece, bunları üretenlere pirim vermiş olmaktadır.

    Bu ilk adımdan sonraki, bu çılgınca gidişi seyredip ara sıra kendi doğrularını mırıldananların, seyirci olmadıklarını hatırlamalarıdır. Bu ara en değerli şey, “ben, doğrularımı terkediyorum, yeni doğrular arıyorum” diyebilmektir.

    Pazartesi, 17 Haziran 1996

  • GELİŞMENİN NERESİNDEYİZ?

    Toplumları, gelişme evreleri skalasında tarım, sanayi ya da bilgi toplumu olarak bir yerlere yerleştirmek adet olmuştur. Gelişimini bu ölçeğe göre sürdürmüş toplumlar için bu yerleştirme yanlış da değildir.

    Ama, bu yaklaşımın bir tehlikesi var: o da, tüm toplumların mutlaka bu gelişim sırasını izleyeceği, yani bir evrede bulunanın “bir süre sonra” bir sonraki evreye geçeceği gibi tamamiyle yanlış bir yargıya yol açmasıdır. Ben bunu bir çeşit afyon olarak görüyorum. İnsanlar bu yargının rehavetiyle, günün birinde bir üst medeniyet düzeyine geçeceklerine, dolayısıyla da o an için fazladan birşeyler yapmalarına gerek olmadığına hükmediyorlar.

    Gerçekte ise tarım, sanayi, bilgi ve bilgi ötesi toplum çizgileri, birinin bitiminden diğerinin başladığı ardışık süreçler değil, aralarında belirli bir mesafeyle uzanan paralel çizgiler gibidirler. Toplum, bir gelişim çizgisinden diğerine sıçrayabilmek için, bazı özelliklere sahip olmadığı ve de özel bir çaba göstermediği sürece, üzerinde bulunduğu çizgide uzun süre kalabilir. Ama dikkat edilirse, paralel çizgi benzetmesine rağmen, “sonsuza kadar” değil, yalnızca “uzun bir süre” ..

    Tarım, sanayi, bilgi toplumu gibi çizgileri daha doğru betimlemek gerekirse, her biri sonlu uzunlukta, birbirine paralel, birinin bitimine yakın bir yerlerden diğerinin başladığı çizgiler benzetmesi yapılabilir. Bunlar, toplumların izleyebileceği ana yörüngelerdir. Bir de, bu çizgilerin dışına düşmüş, boşlukta oraya buraya savrulan, ana çizgilerdekilerin arzularına göre rolleri oynamak zorunda olan “topluluk”lar mevcuttur.

    Bu benzetmeyle, örneğin bir tarım toplumunun sonsuza kadar öylece kalamayacağını, ya sanayi toplumu çizgisine geçeceğini ya da kendi çizgisini tamamlayıp bütünlüğü dağılarak, bir “toplum” olmaktan “topluluk” olmaya dönüşen, başka çizgilerin onlara çizeceği yörüngelere oturacağı olgusu daha kolayca anlaşılabilir. Bu süreçlerin süreleri yüzyıllarla ölçülebildiği için, ömrü on-yıllarla ölçülen insanoğlu, üzerinde bulunduğu çizgiyi sonsuza kadar uzanacakmış sanabilmektedir.

    Toplumumuzun bu yaklaşım içinde nereye oturduğunu irdelemeden önce, toplumların, birlikte sarılıp bir yumak haline gelmiş çeşitli renkteki yün iplikleri gibi olduğu benzetmesini de yapmalıyım. Her renk iplik bir gelişmişlik düzeyini temsil etmektedir. Yani bir iplik tarım toplumunu, bir diğeri sanayi toplumunu, hatta bir iplik de bilgi toplumunu!

    Bu metaforu biraz daha gerçeğe yaklaştırmak için bu yün ipliklerinin sentetik olduğunu ve bazı yerlerinin sıcaklık altında birbirine geçiştiğini varsayalım. Bu durumda, örneğin sanayi toplumunu temsil eden bir renk iplik, bazı noktalarında tarım toplumu, bazı yerlerinde ise bilgi toplumu renkleri gösterebilir. Bu durumda, dışarıdan bakan ve toplumların bu kompozisyonlarını bilmeyen ve onların tek renk ipliklerden yapılmış olduğunu varsayan bir gözlemci şaşkınlığa düşer ve o toplumun bu garip durumunu açıklayamaz.

    Belki en başta yapılması gereken bir tanımlama, bu aşamada hatırlanmalıdır: Bu da tarım, sanayi, bilgi toplumu gibi kavramlardan ne anlaşılmak gerektiğinin tanımlanmasıdır. Tarım toplumu yalnızca, geçimini topraktan sağlayan toplum değildir. Tarım toplumunun karakteristik özellikleri, ileri düzeyde bir iş bölümünün bulunmayışı, rekabet gücünün düşük oluşu, yaratıcılık düzeyinin çok düşük oluşu, daha da önemlisi “kollektif toplum aklı”nın oldukça düşük düzeyli olmasıdır.

    Sanayi toplumunu ise, ileri düzeyli iş bölümü, yüksek rekabet gücü ve yüksek düzeyli kollektif toplum aklı olarak tanımlanabilir. Sanayi toplumunun önemli karakteristiklerinden birisi de yaratıcılıktır.

    Bilgi toplumunu ise, “sorunlarını bilginin alternatifleriyle değil bilgiyle çözen ve bunu yaparken de yoğun ve yüksek nitelikli bilgi tüketen toplum” olarak tanımlıyorum. Sorunların bilgi yerine onun alternatifleriyle çözümü ilk anda garip görünebilir. Sorunu bir kader gibi kabullenip onunla birlikte yaşamaya razı olmak, sorunun etrafından dolaşmak -yasa ve/ya ahlak kurallarını çiğneyerek-, sorunu bir başkasının sorunu olarak ilan etmek, sorunu yok varsaymak, bir kurtarıcı beklemek, başka koşullar altında geçerli, fakat bu durumda yarar sağlayamayacak hatta zarar üretecek bir çözüm kalıbına sarılmak gibi onlarca yöntem, bilginin alternatifleridir ve de bilgiyle sorun çözmeye oranla -hiç olmazsa kısa dönem için- daha az zahmetlidir.

    Genel kabul görmüş bu yöntemlerin dışında çok küçük bir oranda ise “soruna yol açan nedenlerin araştırılıp giderilmeye çalışılması” şeklinde ifade edilebilecek olan, bilgiye dayalı yöntem kullanılmaktadır.

    Hemen görülebileceği gibi, sorunları bilgi ile çözmeyi engelleyen bu alternatiflerin kaynak(lar)ının hepsi aynı değildir. Örneğin, sorunu kabullenip birlikte yaşamaya çalışmak alternatifinin nedenlerinden özgüven eksiği ve insanlarımızın ihtiyaç kümeleri’nin darlığı ise, bunlar örneğin kural çiğneme alternatifinin nedenleri ile aynı değildir.

    Bu yaklaşımın ışığı altında toplumumuza bakıldığında görünen, yumağın egemen renginin tarım toplumu olduğu, arada bazı yerlerin sanayi, çok küçük bir yerin de bilgi toplumu renklerini taşıdığıdır.

    Zaman zaman, ihracatımız içindeki sanayi ürünlerinin payına bakarak toplumumuzun bir sanayi toplumu olduğu, biraz zorlanırsak bilgi toplumu oluvereceğimize ilişkin görüşler ileri sürülür. Örneğin, pamuğu tarım ürünü, pamuk ipliğini sanayi ürünü saydığınız zaman bir anda kendinizi sanayi toplumu olmuş sayarsınız. Toplumun moralini yükseltmek için iyi bir yöntemdir, ama gerçekleri görmeye engel olacak kadar ileriye götürülmemek koşuluyla!

    Dünyadaki iş bölümünü yönetenler gelişmiş toplumlardır. Bu gayet doğaldır da. Biz pamuk ihraç eden bir tarım toplumuyken bu toplumlar pamuk ipliği üretim teknolojisine sahiptiler ve biz sattığımız pamuğun getirisiyle, küçük bir miktar pamuk ipliği satın alabiliyorduk. Pamuk ipliği teknolojisine sahip olan toplumlar daha sonra daha ileri teknolojiler geliştirince birilerinin de pamuk ipliğini yapmaya devam etmesi gerekti ve bu rol, evvelce pamuk satan ülkelere verildi. Kontrolu tamamen dışımızda olan, bizim hiçbir katkımızın olmadığı bu süreçle biz kendimizi sanayi toplumu olmuş sayabilir miyiz? Türkiyenin dikkat etmesi gereken, tarım toplumunun sınırlı olan ömrünü tamamlamasından önce, sanayi toplumunun temel nitelikleri olan özelliklerin süratle kazanılması, buna paralel olarak da sanayi toplumu sürecini kısaltıp bilgi toplumunun özelliklerini kazanmaya çalışmaktır.

    Özet olarak, tarım, sanayi ve bilgi toplumları, bireyler ve onlardan oluşan topluluklardan bağımsız, onların dışında ve de onlara rağmen oluşan süreçler değil, tam aksine o toplumların durumlarının birer adıdır. Yani, taşa toprağa, fabrikaya baraja yatırım yapılarak değil, toplumumuzu oluşturan bireylerin “nitelik dokusu”nu yükselterek bir çizgiden diğerine sıçrayabiliriz. Bu basit ama önemli gerçek, 75 yıllık kalkınma serüvenimizin çoğu döneminin gözardı edilmiş acı gerçeğidir ve bugün dahi hala fiziki çevreyi geliştirerek çizgi değiştirebileceğimiz sanılmaktadır.

    Bu gerçeği gördüğümüz anda Türkiye’de önemli bir değişim başlamış sayılmalıdır.

  • MEDENİYET ÇARKI ACIMASIZDIR

    Söz ve yazı yoluyla çok sayıda doğru dile getiriliyor. Bunların bir bölümü, çok sayıdaki doğruya kaynaklık eden doğruların türevleri biçimindedir. Ama geri kalanları, sorunlarımızın anlaşılmasına, çözümlenmesine ve sonra da çözülmesine pekala yarayabilecek değerdedir.

    Ama ne var ki, bu işe yarar doğruların çoğu, bunlardan etkilenmeyecek adreslere yönelik olarak ifade edilmektedir. Sanki o adreslerdekiler bu doğruları benimseyebilecekler ve tutumlarını bu yeni doğrulara göre değiştirecekler!

    Doğrularını değiştirmeye razı insan sayısı inanılamayacak kadar azdır. Sosyal düzen de, bir fotoğraf makinesi sadakatiyle, insanları doğrularına çivileyip sabitlemeye çalışmaktadır. Her türlü ünvan, o ünvana sahip olanlara birer üniforma gibi oturmakta, dışarıdan gelebilecek yeni doğrulara karşı bir zırh görevi görmektedir.

    Bir düşünceyi tarih içinde sabitlemek, onu anlayabilecek olanların bir gün eline geçmesini ummak gibi nedenlerle ifade edilen düşünceler tabii ki yerlerini bulurlar. Ama eğer yazılıp söylenenler birşeyleri değiştirmek amacını güdüyorsa, bu uğraşın beyhude olduğu gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Nitekim, dile getirilen düşüncelerin, üzerlerinde etki yapılmak istenen kişileri ne kadar az etkilediği, medya aracılığıyla kolaca gözlenebilir.

    O halde bu enerjilere yazık değil midir? Düşünme ve eylem koordinat sistemleri içinde, yalnız kendi doğrularına yer bulunan insanlara yönelik söylenenler bir işe yaramamakta, aksine, bunları söyleyenlerde yalancı bir tatmin duygusu yaratmaktadır.

    Türkiye, bütün kurumlarıyla, bir demiryolu hattı gibi başka yöne dönülemez biçimde yürümekte, tuttuğu yolun çıkmazlığını görmemektedir. Dışımızdaki toplumlara refah ve mutluluk getiren değişimler bizim için yeni sorun kaynakları oluşturmakta, üzerinde bulunduğumuz değişmez yol ise bu sorunların çözülmesi bir yana anlaşılmasına dahi imkan tanımamaktadır.

    İlişkileri, değer ölçüleri giderek karmaşıklaşan dünyanın Türkiye’ye yansımaları, bu ilkel düşün ve eylem koordinatları içinde asgari yaşam koşullarının dahi korunamaz duruma gelmesine yol açmaktadır.

    1 Mayıs kutlamaları (!) sırasında, istihbarat, yönetim ve güvenlik birimlerinin akıl almaz beceriksizlik konserinin, “vatandaş görsün istedik”, “artık yumuşak davranmayacağız”, “sakın ha bir daha karşımıza çıkmayın” , “başbakan sert davranılmasın dedi” şeklinde geçiştirilmeye çalışılması, derebeylik gibi ilkel bir yönetim biçiminin dahi ilk görevi olan “tebanın can ve mal güvenliğini sağlamak” işlevinin artık yerine getirilemediğini, ama daha da kötüsü, içinde bulunulan “yol”un, ancak buralara gelebilen bir “yol” olduğunun da görülemediğini göstermektedir.

    Bu şekildeki bir yaşam biçimi, toplumumuzun isteği dışında doğaüstü güçler tarafından dayatılmış değildir. Toplumumuzu oluşturan bireylerin -büyük çoğunluğunun- sürekli olarak yakınmaları bu tercihlerin yanlışlığından değil, kendilerinin daha fazla kollanmamış olmalarından kaynaklanmaktadır.

    İnsan değil ama bir varlık olmanın basit temel gereklerini savunan, ama bu savunuyu özverisi ve cesaretiyle de destekleyen küçük bir bölüm ise, bu akıldışılığın icracısı ve destekçisi olan geniş kesimlere boyuna bu basit temel gerekleri anlatmaya çabalamaktadır. Bu çaba çok insanca ama aynı zamanda da çok akılsızcadır.

    Bu kurtkapanı’ndan kurtulma imkanı yok mudur? Yoktur da vardır da!

    Tarih boyunca binlerce kavim bu kurtkapanı’nı çözememiş ve yok olup gitmiştir. Bugüne gelebilenler ise ya atalarından öğrendikleri oyunlarla bu kapanlara tutulmamış, ya da yüksek bir sorun çözme kabiliyeti geliştirip kapanları açabilmişlerdir.

    Ama kesin olan, hiç bir toplumun bu kapanlardan, sahip olduğu düşünce biçimini değiştirmeden çıkamadığıdır. Orta çağın karanlıkları içinde bunalan Batı, rönesans yoluyla düşünce biçimini değiştirerek bir üst düzeye sıçrayabilmiştir.

    Biz bu değişimi yaratabilir miyiz? Ana kucağından üniversiteye kadar ezberle yoğurulmuş bir toplumun bireylerinden bu denli yaratıcılık beklemek haksızlık sayılabilir. Ama medeniyet çarkı çok acımasızdır. Toplumumuzda pek yaygın olan “bir kurtarıcı beklemek”, “birisinin, bizim adımıza sorunlarımı çözeceğine söz vermesi” gibi yöntemler ne yazık ki (!) işe yaramamaktadır. Buna göre bir yol bulup, bu düşünsel değişimi yaratabilmeliyiz. Bunun olabileceğinin bir örneği Japon toplumudur. Deming-Ishikawa ikilisi, bir toplumun düşünce biçimini değiştirebilmiştir.

    Bir “düşünme biçimi değişim anayasası” na ihtiyacımız vardır. Sonraki adım, bu anayasa çevresinde toplanabilecek kişileri bulmaktır.

    Yeterince kişi bulunamazsa ne mi olur? Medeniyet çarkı evvelce ne yaptıysa yine aynısını yapar!

    Pazar, 05 Mayıs 1996

  • GÖÇ VE PASAPORT!

    Kırsal kesimlerden kentlere göçü önlemek üzere zaman zaman radikal önlemler üretilir. Bunların çoğunluğu, kırsaldan gelecek insanlara pasaport benzeri bir uygulama yapmaktır. Ençok istediğim, bunu önerenlerin kısa bir süre de olsa uygulamaları ve sonunda inanılmaz rüşvetlere ve eskisinden daha hızlı bir göçe gözleriyle şahit olmalarıdır.

    Kır ve kent nüfusları arasındaki oranın giderek azalması, yalnız ülkemizde gözlenen bir olgu olmayıp evrensel bir gerçektir. Hatta denilebilir ki kent nüfuslarının artması gelişmişlik ölçütlerinden birisidir.

    Pekiyi, durum böyleyse sorun nedir? Niçin kentlere göçten bu denli rahatsızız? Sorunu doğru tanımlayamamak, her alanda olduğu gibi bizi bu konuda da yanıltmaktadır. Sorun, kırdan kente göç değildir. Sorun, kontrollu kentleşme yerine çaresiz insanların ve kentlerdeki kuralsızlığın çekiciliğine dayanamayan insanların göçüdür ve kentin mevcut mekanizmaları göç eden bu nüfusu asimile edememekte, aksine o nüfus kentliyi asimile etmektedir.

    Önümüzde genel yerel seçimler var. Her yerleşim biriminde adaylar seçmenlerin karşısına çıkıp, neler yapacaklarını anlatacaklar. Yerel ihtiyaçlara göre değişmekle birlikte, hemen hepsinin vaatleri tek sınıfta toplanabilir: “Bu yeri, daha kolay yaşanılır bir yer yapacağım!”..

    İşte “kontrolsuz göç” sorununun bir bölümü burada başlamaktadır. Normal olarak aralarında düzey farkı bulunan iki kaptan , yukarıdakinden aşağıdakine bir akım olur ve iki kaptaki su düzeyleri eşitlenene kadar bu akım devam eder.

    Ne kadar şikayet edersek edelim, kentlerde birtakım imkanlar vardır. Okulu, hastanesi, polisi vs.. Bu hizmetlerin yeterli olmadığı yerlerden olan yerlere akım olması doğaldır. O halde “yerleri daha kolay yaşanılır kılacağım” demek, Türkçe’de kırdan kente göçü teşvik edeceğim demektir. Kimse böyle bir kasit ile söylemiyor, ama anlamı bu.

    Pekiyi bununla, göçü önlemek için kentlere hizmet getirmemek, oraları zor yaşanılan yerler haline mi getirmek savunuluyor. Hayır. Bununla söylenmek istenilen şudur: Hiçbir belediye başkanı, göçü kontrollu hale getirmeden, yani, gelenlerin kent usullerine ve kültürüne uyum göstermesini güvence altına almadan, hiçkimseye yeni bir hizmet götüremez. Bu, fiziki olarak mümkün değildir.

    Bazı yerel iyileştirmeler yanılgıya neden olmamalıdır. Örneğin, sıkışık bir trafiği ferahlatabilecek yeni bir yol açabilirsiniz. Gerçekten de bir süre bunun olumlu etkileri görülür. Ama bir süre sonra, o ferahlık, yeni trafik yüklerinin (yeni araçların özendirilmesi, evvelce olmayan otobüs seferlerinin konulması ve halkın bu yolda talepte bulunması gibi nedenlerle) doğmasına neden olur. Ve ortalama insan, eskisinden daha sıkışık bir trafikle karşı karşıya kalır.

    Başkan adaylarımızın bu ilginç gerçeği bilmeleri için birer yöneylem araştırması uzmanı olmalarını beklemeye gerek yoktur. Aday olacakları yerin geçmişini iyi bilen birileriyle görüşsünler, dediğimin gerçekliğini göreceklerdir. (Boğaziçi köprülerine dahi bu gözle bakabilirsiniz).

    O halde mesele, kontrolsuz denilen bu göçe nelerin sebep olduğunun bilinmesi ve bunlardan yapay olanların caydırılması için önlemler düşünülmesidir.

    Göçün çeşitli nedenleri içinde, bir belediye başkanının kontrol edebileceği nedenler tabii ki sınırlıdır, ama az da değildir. Bunlardan başlıcası, kentlerin kuralsızlığının çekiciliğidir.

    Akla, her kuralsızlığın bir cezai müeyyidesinin bulunduğu gibi şeyler gelebilirse de göç olgusunda bu çok önemli değildir. Çünkü ceza, yaşam koşullarına göre daha kötü koşulların varlığı halinde caydırıcı, aksi halde özendirici olur. Nitekim, bazı adembabaların kış gelince sıcak bir yer bulmak için kontrollu birer suç işlediğini hep biliriz.

    Dolayısıyla, bir belediye başkanının ilk yapması gereken vaat, kentteki kuralsızlığı önlemek olmalıdır. Bu cesaret ister, bazı çevrelerle çıkar ilişkisine girmemeyi ister vs. Bu da, bu tür insanların aday olması demektir. Seçmenin karşısına gelen bir adaya ilk sorulacak soru, bu kentte kuralsız yaşayanlarla çıkar ilişkin var mı? olmalıdır.

    İkinci göç önleme engeli, o kentin çevresindeki işsizliği önlemek için -ki ikinci kaynak budur-, kırsal kesimdeki istihdam projelerini desteklemesidir. Bunun, Girişim Destekleme Ajansları, yerel potansiyellerin değerlendirilmesi gibi çok sayıda metodu vardır.

    Bu iki önlem, göçün en az yarısının önlenmesi demektir. Diğer yarısının asimile edilmesi içinse hemşehrilik bilincinin uyandırılması gerekir ki en ucuzu budur.

    Nasıl, hep uygulananlara benziyor değil mi?

  • “MİNİMUM NİTELİK YASASI”!

    Bir aracı kullanmak için gereken niteliklerin minimum düzeyleri ile onu kullanananın nitelikleri arasındaki fark arttıkça, o aracın kullanımıyla sağlanması öngörülen yararlar azalır. Nitelik farkı belirli bir eşiğe erişince bu yararlar, başlangıçta öngörülmeyen zararlara dönüşmeye başlar”..

    Örnekler:

    • Cep telefonunun gerekli yararları sağlayabilmesi için gereken asgari niteliklerden birisi, başkalarının haklarına saygıdır. Başkalarının sessiz kalma, konsantre olma, sınırlı kapasitedeki bir şebekeden yararlanabilme ve bu gibi haklarına saygı gösterilmediğinde, cep telefonu bu defa taciz üretmeye dönüşür.

    • Motorlu araçların gerekli araçları sağlayabilmesi için gereken minimum niteliklerden birisi, fiziğin hareket ile ilgili temel kurallarının yaşama uygulanacak düzeyde bilinmesidir. Bu olmadığında motorlu araçlar birer ölüm aracına dönüşür.

    • Televizyon kanalı işletmeciliği, ticari çıkarların kamu yararı ile dengelenmesi gibi minimum bir erdemi gerektiren , bu sağlandığında toplumun haber alma, eğitim gibi haklarının sağlanmasına hizmet eden bir araçtır. Bu olmadığında, TV kanalı toplum değerlerini tahrip eden, toplumun bilgilenme özgürlüğünü çiğneyen bir araca dönüşür.

    • Demokrasi, bu rejim altında yaşamak isteyenlere, sorunların önlenmesi ve çözümü için katılım sorumluluğu yükler. Bu sorumluluk üstlenil(e)mediğinde demokrasi , her türlü manipülasyona açık, bizatihi özgürlükleri tahrip eden bir araca dönüşür.

    • Bilgisayar, onu kullananların sorunlarını bilgiyle çözmeleri halinde yaşamı kolaylaştırır. Sorunların bilgiyle değil, yalvarıp yakarma, arka arama, kural çiğneme gibi yollarla çözülme alışkanlığı halinde, bilgisayar bu alışkanlıkları kökleştirici rol oynamaya dönüşür.

    • Eğitim, asgari bir ahlak düzeyine sahip olunduğunda topluma yarar sağlar. Eğitilmiş, fakat ahlaki sorunları bulunan bir kişi bu defa bir melanet üreticisine dönüşür.

    • İnsan bedeni, onu kullanmak için gereken asgari bilgi ve ahlak düzeyine sahip olunduğunda, mükemmel bir makinedir. Buna sahip olunmadığında ise sürekli sorun üreten bir kaynağa dönüşür.

    Bir şeye sahip olmakla ondan otomatik olarak yarar sağlanamayacağı gerçeği basit ama yaşamsaldır. Gelişmeyi, sahip olunan araçların sayısını artırmak olarak gördüğümüz sürece , bırakalım gelişmeyi bu araçların üreteceği yeni sorunları başımıza almış oluruz.

    Minimum Nitelik Yasası olarak bilinen bir kanun yoktur. Ama, başlangıçta ortaya konulan hipotez, sorunlarımızın anlaşılması açısından hemen her alana uygulanabilecek esnekliktedir.

  • GÖÇ VE ŞEHİRLEŞME

    Şehirleşme, çağdaş yaşamın ne kadar doğal bir yanı ve hatta gelişmenin göstergelerinden biri ise, göç de o denli olumsuz bir kavramdır.

    Birisinde, kırsal kesimde artan verimlilik sonunda doğan artı değer kırsal kesim nüfusuna yeni yaşam biçimleri sunarken diğerinde, bulunduğu yerde barınamayacak hale gelen insanlar oralardan kopmaktadırlar.

    Şehirleşmenin temelinde artan verimlilik varken göçün temelinde gelir azalması ve buna bağlı çaresizlik bulunmaktadır.

    Göçe yol açan ve onu destekleyen nedenler karmaşık bir yapı oluştururlar.

    İşsizlik ve/ya gelir yetersizliği, göçü harekete geçiren kuvvetler ise, kırsal kesimdeki kamu hizmetlerinin yetersizliği ya da şehirlerde kuralların kolayca çiğnenebilmesi ve bunun da kolayca gelire dönüşebilmesi, göçü destekleyen unsurlardır.

    Varlığı gerçeğe değil de kafalarda oluşmuş mith lere dayalı her değerde olduğu gibi Devlet kavramı da günümüzde geleneksel anlamını kaybetmiş, artık güç, dürüstlük ve saygınlık yerine güçsüzlüğü, fırsatçılığı ve saygısızlığı simgeler hale gelmiştir. Devlet artık bilek gücü ya da rüşvetle kenara itilmek istenen bir fazlalık haline dönüşmüştür.

    Artık hemen herkes, Devletin kurallarının yalnızca ona uyanlar için var olduğunu, ona uymak istemeyenler için yaptırımların kolayca altedilebildiğini öğrenmiştir.

    Hatta artık Devlet potansiyel bir fırsat hazinesidir. Devletin taraf olduğu her işte, zor ya da rüşvet kullanılarak bir çıkar sağlamak mümkün görülmektedir.

    Bu, çeşitli yokluklarla karşı karşıya bulunan kırsal nüfus için büyük bir özendirici etki yaratmaktadır.

    “Taşı toprağı altın şehir” kavramı ençok günümüzde geçerlidir.

    Devletin koyduğu kuralların çiğnenmesi halinde öngörülen cezalar, büyük bir kesimin günlük yaşantısına çok da aykırı görünmemektedir.

    Parası olmayana verilecek para cezası nasıl bir yaptırım gücüne sahip değilse, diğer cezalar da ancak “kaybedecek çok şeyi bulunan” kişiler üzerinde caydırıcı olabilmektedir.

    Kan davası nedeniyle sürekli ölüm korkusu içinde yaşayan bir insan için nasıl özgürlük anlamını kaybetmişse, son derece gayrı sıhhi şartlar altındaki bir konutta yaşayan kişi için de evinden ayrı kalmaya yol açabilecek cezalar o denli anlamsızdır.

    Bir toplumu, bir arada ve düzenli yaşamaya özendiren “çıkar”lar zayıfladıkça, o toplumu kurallar aracılığı ile yönetmek de o kadar güçleşmektedir.

    Günümüzde toplumumuzu saran kural çiğneme histerisi, işte böyle bir süreç sonunda ortaya çıkmıştır.

    Dolayısıyla göç değil kuralsız yaşamak üzere göç, daha büyük önem taşımaktadır.

    Bu saptamanın, göç olgusunun doğru yönetimi açısından önemi açıktır. “Kontrolsuz göç yerine kontrollu şehirleşme” politikaları bu gerçeğe oturtulmalıdır.

    Bir kısım devlet adamımızın “yerinizde rahat değilseniz batıya göçün” nasihatının doğru bir felsefeye oturmadığı bu kısa akıl yürütmeden görülmektedir.

    Bu çerçeveye oturtulacak bir politika, bir yandan yerinde yaşamı destekleyip özendirirken, bir yandan da buna paralel olarak yukarıda sözü edilen “şehirlerdeki kuralsızlığın çekiciliği” ni yoketme araçlarını kullanmalıdır. Hoşça kalınız.

  • “İŞ GÜVENCESİ” YASASINA

    ALTERNATİF

    Çalıştığı işte geleceğini güvencede hissetmek, çalışma ahlakı düşük bir insanla olumsuz sonuçlar yaratır. İşyerine karşı nankör davranır, işyerini “kıl çekilecek domuz” gibi görür vs. vs..

    Bu tür çalışanların yönetiminde -ne kadar gayrı insani görünürse görünsün-, “işini kaybetmek korkusu” bir “yapay ahlak” sağlama aracı olabilmektedir.

    Ama yüksek çalışma ahlaklı kişilerde ise tam tersine, olumlu sonuçlara yol açar. İşyerini aile ocağından, iş arkadaşlarını aile bireylerinden, işyerinin çıkarlarını da ailesinin çıkarlarından ayırdetmez.

    Japonya’nın bir kısım işyerlerinde uygulanabilen “ömür boyu istihdam modeli” nin, o insanlarda bu tür olumlu tutumlara yol açtığı, elde ettikleri sonuçlardan anlaşılmaktadır.

    Bu iki uç örnek “iş güvencesi” nin, her hastalığa iyi gelen bir ilaç olmadığının bir açıklamasıdır. Yerine göre her iki modele de ihtiyaç vardır. Biri diğerinin yerine kullanılamaz.

    İş Güvencesinin ahlaki ön-şartının dışında bir başka boyutu daha vardır: Küçülüp büyüyerek rekabet dünyasının dalgalanmalarına karşı koymak zorunda olan kuruluşlarda iş güvencesi tek kelime ile imkansızdır.

    Tek pazar haline gelmekte olan Dünya’da ayakta durabilmek için küçülmek, bazen de büyümek durumunda olan bir kuruluşun önüne, bunu engelleyecek kurallar koymak, sürekli nefes alıp vermek zorunda olan bir insanın soluması için mahkeme kararı istemeye benzer. Böyle bir karar ancak adli tıptan morg raporu şeklinde alınabilir.

    Türkiye’mizin hemen her alandaki rekabet gücünün düzeyi bellidir. Zaman zaman kendi kendimize övünsek de, ürettiğimiz her mal ve hizmetin Dünya pazarlarında daha ucuz ve/ya kaliteli olduğu, buna karşı da ancak “koruma” denilen uyuşturucu ilaç ile karşı koyabildiğimiz bir gerçektir.

    Rekabet gücü düşüklüğünün sebebi büyük ölçüde çalışanlar değildir. Onların payı %20-25 civarındadır. Esas pay, sistemleri kurmak ve onları iyi işletmek durumunda olan yöneticilerindir.

    Dolayısıyla rekabet gücü, yalnız işçilik maliyetlerini düşürerek (az işçi ve/ya düşük ücret yoluyla) sağlanamaz.

    “Düşük işçi ücreti” ile “düşük işçilik maliyeti” arasındaki dağ gibi farkı anlamak zorundayız. “İşçi ücreti” yalnız çalışanla ilgiliyken “işçilik maliyeti”, çoğu, işçiyle ilgisi olmayan birçok faktöre bağlıdır.

    İşte bu yüzden de Türkiye’deki işçi ücretleri Dünya sıralamasına göre düşük, işçilik maliyetleri ise yüksektir.

    Ancak bu gerçek, hiçbir kuruluşumuzun, çalışanlarına “iş güvencesi” sağlayabileceği anlamına da gelmez.

    Bu katı gerçeği içimize sindirmek ve akılcı alternatifler bulmak zorundayız.

    Nitekim, işgücü piyasası esnekliğinin en yüksek olduğu A.B.D.’de dahi (easy hire-easy fire), buna karşı bir önlem alınmıştır. DWRP (Dislocated Workers Retaining Program) yani “İşini Kaybetmiş İşçileri Koruma Programı” adı verilen bir program, bu “nefes alıp verme”yi engellemeden çalışanları koruyabilmek için geliştirilmiş bir alternatiftir.

    T.B.M.M.’ne sunulan bir yasa teklifi ile, gerek işi olmayanların gerekse işi olup da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olanların yeni işler bulmaları ya da kendi işlerini kurmaları için bir çözüm önerilmektedir.

    Girişim Destekleme Şirketleri adı verilen bu kuruluşlar, İngiltere’de uzun süredir kullanılmaktadır.

    Sayıları 16,000 civarında olan bu şirketler, İngiltere’de yaratılan istihdamın yaklaşık %20’sini sağlamaktadırlar.

    Benzer şirketlerin Türkiye’de de başarılı olmaması için bir sebep yoktur.

    Tüm ilgililere duyurulur.

    ***

  • HİYERARŞİK YAPILARDAN AĞ’LARA GEÇİŞ ZORUNLUDUR!

    Toplum yaşamının çeşitli kesitlerindeki karmaşıklık düzeyi, kesitler arası etkileşimler ve bu bağlamdaki sorunlar giderek artıyor. Hergün bunun bir başka örneğine, daha bir diğeri kaybolmadan tanık oluyoruz. İnsanın çevresini giderek daha iyi tanıması, teknoloji kullanımının yaygınlaşması, artan nüfus, kıtalan kaynaklar karşısında bu durumu anlamak kolaydır.

    Sorunlarla ilgili taraflar da bunlara karşı çözümler geliştiriyorlar. Bu süreç bütün dünyada hemen hemen böyle işliyor.

    Ülkemizde ise İster devlet, ister özel sektör kuruluşları, hatta gönüllü örgütlenmelerle ilgili olsun, geliştirilen bu çözümlerin ortak bir yanı, “sorunla ilgili bir birim kurulması” ya da mevcut bir “örgütün büyütülmesi” biçimindedir.

    Bir örgütün kurulması ya da büyütülmesi bir akıllıca bir tasarıma dayanıyorsa mesele yoktur. Ama, tasarım kavramının bilincine ne denli az varıldığı, sanayi ürünlerini ucuz yoldan allyıp pullayarak “miş gibi” yapmaya endüstri tasarımı adını vermemizden, üniversitelerde bununla ilgili “birim kurmamızdan” bellidir. Bu nedenle, bu birim kurma ve büyütme eğiliminin kaynağı, sorunu kontrol altına alabilme yolunda başkaca yapacak şeyi bulunmamak’tır.

    Bilinç altına yerleşmiş az sayıda dürtünün, üst-bilinçteki birçok davranışı kontrol ettiğini biliyoruz. Emir verme-alma, kesin talimatlar, belirlilik, yön değiştirmeden dümdüz yürümek gibi eğilimlerimiz o denli güçlüdür ki, bunların alt-bilincimize yerleştiği söylenebilir.

    Bu dürtüler, bir sorunla karşılaşıldığında derhal harekete geçmekte, hiyerarşik bir yapılanma kurmak ya da var olanı genişletmenin en iyi çözüm olduğuna bizi inandırmaktadır. Hiyerarşik bir yapı, bilinçaltımızdaki “hükmeden ya da hükmedilen olma” dürtümüze en iyi karşılıklardan birisidir.

    Bu yargımı biraz abartılı bulanlar, rastgele on kişiyi bir araya getirip bir sorun hakkında tartışsınlar. Tartışma sonunun mutlaka bir baş seçip emir ve komutayı ona bırakmakla biteceğini şimdiden söyleyebilirim. Bunun yerine, “hangi durumda ne yapılacağı”nın tartışılması çok küçük bir olasılıktır.

    Hangi ölçekte olursa olsun her sorunun ve çözümlerinin birden fazla tarafı vardır. Bu tarafları bir hiyerarşik yapı içine yerleştirmeye çalışmak, daha başlangıçta, çözümsüzlük yolunda bir adım atmak demektir. Aksine, tarafların her birini “ağın eşit üyeleri” olarak görmek -ki eşit olup olmamaları önemli değildir- çözüm için olumlu ilk adımdır.

    Bireysel ve toplumsal yaşam içinde duyu organlarımız aracılığıyla her an onlarca algı topluyor, belleğimizdeki birikimlerle bunları birleştirerek ayrıca da belki yüzlerce sanal duyu* oluşturuyoruz.

    Böylece oluşan algılarıbir hiyerarşi içine yerleştirmeye çalışmaktan vazgeçmek, “ağ tabanlı düşünme biçimi”ne doğru atılacak iyi bir adım olabilir.

    Bir sorunu tartışmak için bir araya gelen taraflar, -içlerinden de olsa- birbirlerinin yetkilerini tartmaktan, kendilerini en üstlere yerleştirebilecek yaklaşımlarda bulunmaktan vazgeçerlerse iyi bir çözüm atmosferi yaratmış olurlar. Ağ tabanlı sorun çözmede değerli bir araç, “ağ protokolu”dur. Neyin, kim tarafından yapılacağının baştan belirlenmesi demek olan ağ protokolu, tek amir yerine “duruma göre lider” belirler.

    Gerçek yaşam, “duruma göre liderlik” kavramı çevresinde yürür. Sorunların çözümünde bu doğal ilkeyi benimsemek, özellikle taraf sayısı çok olan sorunlar halinde durumu çok kolaylaştıracaktır.