• TEMİZ TOPLUM – BİLGİ TOPLUMU!

    Masallardaki gibi bir dev toplumumuzun önüne çıkıp da, “dileyin benden ne dilersiniz?. Enflasyonu mu düşüreyim, trafik canavarını mı yok edeyim yoksa terörü mü durdurayım? Yoksa hepsini birden bir çırpıda halledivereyim mi?” dese, insanlarımızın kesinlikle bunları istemeyeceği bellidir. Daha doğrusu bir süredir bunları istemeyeceği, bunların yerine “temiz toplum” isteyeceği muhakkaktır

    Okuduğumuz masallardaki cin ve devlerin şakacı tiplerine ben pek rastlamamıştım. Ama bu çağdakilerin biraz şaka duygusu gelişmiş olacağından dolayı, “pekiyi madem öyle istiyorsunuz , o halde alın size temiz toplum” deyip hepimizi bir güzel şampuanlayıp yıkasa fena halde bozum olur, “sayın dev, biz temiz deyince bunu kastetmemiş, hırsızlık ve uğursuzluklardan arınmışlığı kastetmiştik, siz yanlış anladınız!” demek zorunda kalırdık.

    Şaka bir yana, yazarlarımız, politikacılarımız ve düşünürlerimiz -ki bununla yazar ve politikacılarımızın düşünmediği kastedilmiyor, lafın gelişi böyle kullanılıyor-, içtenliğine kuşku bulunmayan bir arzuyla, böyle bir arınmışlığı sağlayabilecek bir kişi, ama babayiğit bir kişi arayışı içindeler.

    Söylenenler yoluyla, karşı karşıya bulunduğumuz musibetin nasıl hayal edildiğini kestirmek mümkündür. Örneğin, “şu pislik örtbas edilmesin, nereye kadar gidiyorsa gitsin” denildiğine göre buradan anlaşılan, bu pisliğin, yalnızca belirli kişileri kapsayan “bir zincir” biçiminde hayal edildiğidir. Öyle bir zincir ki, dışındakilerle kesin olarak ayrı ve de bağlantısız.

    Uzmanlar, öğrenme denilen süreci bir deneme-yanılmalar dizisi olarak açıklamaktadır. Bu nedenle, musibetlerin bu biçimlerde açıklanmasını, toplumsal öğrenme sürecinin sağlıklı bir işleyişi saymak da mümkündür. Ancak, endişe verici olan, bu açıklamanın verdiği olağanüstü rahatlıktır.

    Büyük çoğunluk bu olaylarla kendisini ilgili saymamak eğilimindedir ama bundan pek de emin değildir. Yaşamının çeşitli kesitlerinde, isteyerek ya da olayların akışına diren(e)meyerek, bu tür olaylara küçük ya da büyük katkılarda bulunduğunu hissetmektedir. Ama, en güvenilir sayılması gereken ağızlardan, “bu iş bir zincirdir, sizinle ilgisi yoktur, biz zincirin ucunu çeke çeke gittiği yeri buluruz, siz müsterih olun!” hükmünü duyunca kuşkularının yersiz olduğunu düşünmektedir.

    Buna göre, bu sürecin bir öğrenmeye yönelmediği, giderek daha derin gerçekdışılıklara gebe olduğu söylenebilir. Temizlik yolunda bu tür arayışların, kendini kurtarıcı ilan edeceklere son derece uygun bir iklim oluşturduğu bellidir.

    Bilim eğlence ihtiyacından değil, olayların açıklanabilmesi arzusundan dolayı gelişmiştir. Bu basit gerçek, bize musibet mücadelesinde en sağlam yol göstericidir.

    Her bilim dalı, belirli bir alandaki olayları açıklayabilmek için o alanla ilgili bazı temel yasalar ortaya koymuş, sonra da o yasalara dayanarak olayları açıklayabilmiştir.

    Yıllardır karşılaştığımız, günümüzde giderek hızlanan (ya da medyanın daha çok farkına varılmasını sağladığı) olaylar, sokaktaki insan mantığıyla açıklanamaz.

    Birbirinden farklı gibi görünen çeşitli olayları birbirine bağlayabilmek için, toplumumuzun sorunlarının kompoze edilebileceği “sorun elementleri tablosu” kavramının öncelikle anlaşılması gerekmektedir. Bu tablo ve onu kullanarak çeşitli “sorun bileşimleri” üretimine “sorun kimyası” denilebilir*.

    Bu tablodaki sorun elementlerinin önem düzeyleri, bileşimine girecekleri sorunlara göre değişir (aynen madde kimyasında olduğu gibi). Ama bunlardan bir tanesi, diğerlerine göre daha önemlidir. Bu da, toplumumuzun “Sorun Çözme Kabiliyetinin Düşüklüğü”dür. Nitekim, bunca iyi eğitilmiş insanının bu olayları açıklayabilmek için doğru sorular soramaması, bu yetersizliği göstermektedir.

    Bilgi toplumu, sorunlarını çözmede bilgiyi kullanan ve bu nedenle de sorun çözme kabiliyeti yüksek toplumların adıdır. Bilgi toplumu hedefimiz, bu sorunlara bilgi tabanlı bakmayı gerektiriyor. Sorun Kimyası bunun için önemlidir.

    Pazar, 17 Kasım 1996

  • TEMİZ TOPLUM: GERÇEKTEN İSTİYOR MUYUZ?

    Zaman zaman ortaya çıkan yolsuzluk olaylarından sonra toplumumuzun çeşitli kesimleri “temiz toplum” istemlerini dile getirir, birkaç kişi ortaya çıkarılıp cezalandırılınca da unutur ve yeni yolsuzluğa kadar temiz toplum rafa kaldırılır.

    Bunun nedeni halkımızın gelgeç gönüllü olması değil, bu tür yolsuzlukları analiz etmesi gereken politikacı, bürokrat ve bilim adamlarının, yolsuzlukların magazin yanıyla uğraşmayı yeğlemeleri ya da bu analizi yapmadıkları veya yapamadıklarıdır. “Yolsuzluk” genel adı verilen olgulara yol açan nedenler iyi anlaşılmadığı ve onların üzerine niçin gidilemediği irdelenmediği sürece bunların önlenmesine imkan yoktur.

    Bu tür bir kapsamlı analiz, kuşkusuz bir tanımla başlamalıdır. “Yolsuzluk” nedir? Neler yolsuzluktur, yolsuzlukları belirli spesifikasyonlara sahip, az sayıda “kara insanlar”mı yapar yoksa “beyaz insanlar”da yolsuzluk yaparlar mı? Bunların sayısı ne kadardır?

    “Yolsuzluk”, en genel kapsamıyla, bir toplumun erdem değerlerine göre genel kabul görmüş yolların dışındaki yollarla çıkar sağlamaktır denilebilir.

    Bu tanımın yanısıra bir ilkenin de benimsenmesine gerek vardır. O da, yolsuzluklar arasında yapılabilecek küçük, büyük gibi ayrımların yapay olduğu, “büyük” denilebilecek yolsuzlukların ancak “küçük” yolsuzluklardan oluşan bir temel üzerinde ayakta durabileceğidir. “Küçük” ve “büyük” olarak nitelenebilecek yolsuzluklar arasında bir sınır çekilmeye kalkışıldığında, sınırın hemen iki tarafındaki olaylardan birinin yolsuzluklar diğerinin ise erdem küme’sine girmesi, kabul edilebilir bir haksızlık değildir. Toplumun, yolsuzlukları küçük, büyük, masum, iblisçe ve bu gibi sınıflara ayırmasının bir nedeni gündelik yaşamı kolaylaştırmak, bir diğeri ise kendi davranışlarını sürekli olarak erdem domeninde tutmak için gösterdiği özel çabanın sonucudur. Zaten dikkat edilirse, bu tanımlanan “küçük” ve “büyük”, herkes için aynı olmayıp, herkesin küçük ve büyüğü kendi bireysel “gereksinimlerine göre” (!) ve de sürekli olarak ayarlanmaktadır.

    İşte sorun bu noktada başlamaktadır. “Temiz toplum”u istediğinden, içtenliğinden zerre kadar dahi şüphe bulunmayan insanlarımızın büyük bir bölümü -yukarıdaki tanım ve ilke uyarınca- gırtlağına kadar küçük ya da büyük yolsuzlukların içine batmış, daha doğrusu yaşamı yolsuzluklara göre evrime uğramıştır.

    Bu can sıkıcı olguya karşı ileri sürülebilecek olan bir savunma, kişinin kendince “küçük” olarak nitelediği yolsuzlukların hemen herkes tarafından yapıldığı ve yine herkes tarafından yapılmazsa söz konusu kişi tarafından da yapılmayacağıdır. Bu, insanların kendi kendilerine geliştirdikleri düşük dozlu bir uyuşturucu olup gerçekle ilgisi yoktur. Herkesin birden hiçbir yolsuzluk yapmaması halinde yolsuzluktan vazgeçeceği vaadi, ya ahmakça ya da sinsice bir düşünce biçimidir. Demek ki bir kişi dahi yolsuzluk yapsa onu örnek olarak gösterip daha büyüklerini yapma iznini kendine verebilmek mümkün olacaktır.

    Evet, bu resim ürkütücüdür ve can sıkıcıdır. Dışımızda aradığımız yolsuzlukların ta içimizde bulunduğu, kolay yenilip yutulur bir lokma değildir.

    Atandığı görev yerini değiştirmek için aracı kullanan, bu aracılığı kabul eden, bu tür ayrıcalıklar yapıldığını bilip de kulağının üzerine yatanlardan, bir kuyrukta sırasına rıza göstermeyip bir biçimde öne geçenlere; başkaları ter döküp ders çalışırken, kolay yoldan kopya çekip bilgi hırsızlığı yapan öğrencilerden, yapamayacaklarını vaad edip güven ya da oy hırsızlığı yapan politikacılara; eksik tartı yapan esnafı, aracını kurallara aykırı süren şoförü, üzerine yazdığı bileşiminde ilaç yapmayan, ürettiği otomobilin çarpışma testlerini yapmayıp insanları ölüme mahkum eden ya da atıklarını doğaya boşaltan sanayicisi, bankasını soyan yöneticisi ve bu gibi irili ufaklı binlerce yolsuzluk sorumlusu olan bizler eğer gerçekten temiz toplum istiyorsak, yukarıdaki tanımı ve ilkeyi içimize sindirmek ve sonra da sessiz sedasız gereklerini yapmak zorundayız.

    Salı, 04 Ekim 1994

  • “PARTİ NEFERİ” POLİTİKACI TİPİNİ ARTIK BİTİRELİM!

    Geleneksel siyaset anlayışımıza sıkı sıkıya bağlı politikacılarımızın aşka geldiklerinde söyleyip büyük takdir topladıkları bir söz var: “ben partimin bir neferiyim!”..

    Her ne kadar “bir nefer” biraz tuhaf oluyorsa da (çünkü nef-er bir er demektir) zararı yoktur, çünkü artık Türkçe’yi bozuk kullanmak modadır.

    “Partimin neferi” biraz kurcalanınca altından, bizi bu günkü siyasi çıkmaza getiren anlayış kalıpları sırıtmaktadır.

    Bireyselliğin, üçüncü bin yılın başlıca değeri olmak yolunda ilerlenirken birileri hala kendilerini bir “grup” içinde kaybettirmeye çalışmaktadır.

    İkinci olarak, hiç olmazsa “partimiz” demek varken “partim” demek, “benim doğrularım partinin doğrularıdır, ben partiyim” gibisinden bir özdeşleştirme mesajı yayıyor.

    Üçüncü olarak ise “nefer” sözcüğü ile askerlik, körükörüne itaat, düşünmeden liderin yap dediğini yapmak mesajı iletiliyor.

    Artık bu anlayışı bitirmek, “ben parti neferi değilim” diyebilen insanlarla yürümek zorundayız. Artık parti liderinden farklı düşünen politikacılara, bunu içine sindirebilmiş liderlere, daha doğrusu kadrolara ihtiyacımız vardır.

    Türkeye tek lider, tek düşünce, nefer, itaat safsatalarını aşmak zorundadır. Türkiye bunu ya yapacak ya yapamayacaktır!

    Pazar, 17 Temmuz 1994

  • PEKİİİ UYGAR MIYIZ?

    “Becerikliyiz, girişimciyiz, çalışkanız. Pekiii ya uygar mıyız?”

    Bu sözler, vergisini doğru vermeyen bir toplumun uygar sayılamayacağını ima eden ve böylece insanların “aman vergi verelim, yoksa uygar olmazmışız” diyerek utanacağını uman Maliye Bakanlığımızın caddelere koyduğu ilanlardan alınmış bir cümledir.

    Birisi eline bir kalem alıp bu ilanın boş bir yerine; “biz uygar değiliz, ya verginin niçin toplanamadığını uygar yöntemlerle analiz etmek yerine ilanla vergi toplamaya kalkan sizler uygar mısınız?” diye yazsa acaba ne olurdu?

    Bu ilan kampanyasının maliyetinin 1-2 milyardan az olmadığı ve bu kampanyayı yürüten (ve belki de öneren) reklam şirketinin de bu “iş”ten çok mutlu olduğu kesindir. Bunun yerine, biraz aklı başında bir memura “Ardışık Sorma Metodu” gibi bir yöntemi öğretip 1 hafta kadar çalıştırarak “Niçin Vergi Toplanamıyor?” sorusunu analiz ettirmek çok daha `uygar’ bir tutum olurdu.

    Kamu kurumlarının ilan ve reklam yoluyla kamuoyuna açılması yurdumuzda bir süredir görülmektedir. Yerinde kullanılabildiği takdirde “kamuoyunun bilinçlendirilmesi” son derece yararlı bir yöntemdir. Ama bunun ön koşulu, çözülmek istenilen soruna yol açan nedenlerin bütünüyle belirlenmesi, herbiri için ayrı çözüm araç(lar)ı geliştirilmesi ve nihayet bunlar içinde kamuoyu bilinci eksiğinden doğan sorunlar varsa onlar için de bilinçlendirme yollarının (ilan, reklam vs) kullanılmasıdır.

    Bunları yapmak yerine, para kazanma yolu olarak siyasilere yakın görünüp “kamu pastasından tırtıklama” yapmaktan başka becerisi olmayan uyanık bazı reklamcıların, uyduruk ilanlarına bel bağlamak “uygarca” değildir.

    12 Mart müdahalesinden sonra vergi dairelerinin üzerine bazı vecizeler yazılmıştı. “İradesiyle kendini vergilendiren halk millettir” gibi sözlerin de amacı aynıydı: Halkı utandırıp vergi almak!.. O vecizeleri, daha doğrusu o yöntemi düşünen “beyin”leri hep merak etmişimdir. Bunlar gerçekten bu kadar saf mı yoksa vergi almamayı amaçlamış birileri var da vakit mi kazanmak istiyorlar diye.. Aynı hastalık belediyelerimizde de vardır. Kendi yapmaları gerekenleri vatandaştan ilanla isteyen bir çok belediye var.

    Bu olgu, toplumumuzu yerel ve merkezi ölçekte yöneten kadroların “sorun çözebilme kaabiliyetlerinin yetersizliği” konusunda ciddi bir kanıttır.

  • Piramit’in tabanında “Temiz Akıl” olmalı!

    Yurdumuzda Susurluk ile başlayıp ses kasetleriyle hız alan bir “Temiz Eller” olgusu sürüyor. Yaşamın bin türlü sıkıntısından bunalmış insanlarımız, bu olguyu herkesten fazla dikkatle izliyor. Çünkü, sıkıntılarının kaynağının kirlilik olduğunu biliyor ya da hissediyor ve bu nedenle de kirliliklerin ortaya çıkmasını, sıkıntılarını sona erdirecek bir kurtarıcı olarak değerlendiriyorlar.

    Bu beklenti yalnız sokaktaki insanlarca değil, toplum sorunlarıyla daha temelden ilgilenen -ya da ilgilenmek “durumunda” olan- insanlarımızca da paylaşılıyor, hatta onlarca oluşturuluyor.

    Acaba bu beklenti gerçekçi midir? Yani gerçekten, böylesine bir süreç sonunda toplum temizlenir mi? Bütün toplumsal eğrilikler -ya da en azından belli başlıları- ortadan kalkar, toplumumuz bir “temiz toplum” haline dönüşebilir mi?

    Bu soruya yanıt vermek için benimsenmesi gereken ilke, adına “melanet hiyerarşisi” denilebilecek bir olgudur.

    Bir kural olarak denilebilir ki, hiçbir yanlış, daha küçük yanlış(lar)ın üzerine oturmadan varolamaz (Tıklayınız).

    Bu basit kural iyi kullanılabilirse, en büyük sorunları dahi çözmede kullanılabilecek yararlı bir alet olabilir. Dahası, bu alet kullanılmadan hiçbir (ama hiçbir) sorun çözülemez.

    Hangi sorun çözülmek isteniliyorsa, o sorunun altında, o soruna taban oluşturan daha küçük sorun(lar)a, sonra da onların altlarındaki daha küçük sorunlara bakılmalıdır. Artık bütün dünya için bir düşünce biçimi haline gelen -ve içinden yeni ticari isimli yaklaşımları doğuran- Toplam Kalite’nin temel araçlarından biri olan “Kök Neden” kavramı da bunu söylemektedir.

    Böylece, küçük bir yetmezliğin, yanlışın, umursamazlığın üzerine hangi inanılmaz büyüklükteki sorunların inşa olabildiği düşünülüp çıkarılabilir.

    Temiz Toplum ideali de -aynen melanet hiyerarşisinde olduğu gibi-, daha basit -görünüşlü- “temizlikler”in üzerine oturur. Bunlardan birisi de “Temiz Akıl”dır.

    Tüm eylem ve tutumlarımızı şekillendiren “değer ölçülerimiz” olduğuna göre, bunların içinde zamanla oluşmuş virütik değerler’in ne gibi melanetleri doğrudan ürettiğini ya da onlara yataklık ettiğini görebilmeliyiz.

    Yüzlerce “temiz” değer ölçüsünden oluşan bir değerler sistemine sahip yarı-peygamber gibi bir kişinin bu değer kümesi içine sadece bir tane virütik değer karışsa -örneğin “bana ne” gibi-, bu kişi ve gibilerden oluşan toplumun nasıl yavaş yavaş kendini öldüreceğini artık net olarak görebilmeliyiz.

    Temiz toplum, değer ölçüleri içindeki virüslerin farkına varmış ve bunlardan arınma iradesini gösterebilen toplumların erişebilecekleri bir idealdir.

    5 Şubat 1999 (Rev, 03.11.18)

     

  • SAYGI’YA ÇAĞRI!

    Her alandaki özgürlüklerimizi giderek daha çok kullanır hale gelmek ne denli sevindiriciyse, bunları, sorumluluklarla dengelememek de o denli endişe verici olabilmektedir.

    Gündelik yaşamdakiler daha somut olarak görünmek üzere karşı karşıya bulunduğumuz birçok sorunun temelinde, özgürlük -sorumluluk dengesinin kurulamayışı yatmaktadır.

    Saygı olarak ifade edilen kavram için şöylece bir tanım benimsense, sorunların önemli bir bölümünün aslında saygısızlık’tan başkaca birşey olmadığı, halen karşı kefesi neredeyse boş durumda olan özgürlük – sorumluluk terazisinin, boş kefesine saygı’nın ilavesiyle dengeye gelebileceği kolayca görülecektir:

    “Saygı”, kendi davranışlarımızın sosyal ve fiziki çevremiz üzerindeki etkilerinin, dönerek kendimiz üzerinde yarattığı etkilerin farkında olarak davranmaktır. Yani, aslında kendimizi korumaya yönelik bir tutumdur.

    Birbirinin yerine kullanılmakla birlikte birbirlerinden farklı olan saygı, nezaket, kibarlık, incelik gibi kavramlar içinde saygı, hepsinden daha somut, daha çok sonuç yaratabilen bir tutumdur.

    Nezaket : Nazik (aslı nazük), Farsça sıfattır. İnce, terbiyeli, saygılı anlamında kullanılmaktadır.

    Kibarlık : Arapça sıfat olan kibar’dan türetilmiştir. Kebir (büyük) sözcüğünün çoğulu olup “büyükler” “ulular” anlamına gelir. (rical-i kibar = büyük adamlar)

    İncelik : Küçük davranışların dahi sonuçlarını düşünüp ona göre davranmaktır. Bir anlamda ince saygı denilebilir.

    Eğer toplumumuzu çevreleyen saygı iklimini biraz olsun iyiye yönlendirebilirsek, yasalar yoluyla çözümleyemediğimiz kimi sorunlarımızın ortadan kalktığını görebiliriz.

    Bunun için, yerel yönetimler başta olmak üzere, işi yönetim olan her birime -apartman, site, işyeri yönetimleri de dahil-, bir önerim var: sorumluluk alanı içinde bir Saygı Kampanyası düzenlemek ve bu yolla, yukarıda tanımlandığı anlamıyla saygı’nın çeşitli türevlerinin birbirinden farklı sanılan sorunların kaynağı olduğu bilincinin yaygınlaştırılması!

    Böylesine bir kampanya hangi ilkeler üzerine oturmalıdır? Saygı gibi soyut, ölçüye-biçiye gelmeyen bir kavram hangi yollarla yerleştirilebilir?

    Bu konularda her yönetim birimi kendi çözümlerini üretmelidir. Bir okulda, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde kullanılan şu ilkeler belki birçok birimde geçerli olabilir:

    • “Kibar fakat tavizsiz” tutumlar

    Kibar olabilmek için özgüven gerekir. Özgüven ise “yaptırım gücü”ne sahip olmakla mümkündür. Dikkat edilmesi gereken nokta, yaptırım gücünün kötüye kullanılmamasıdır.

    Buna göre, öğretmenlerin yetkilerini kullanmaları halinde bunun idarece hoş görülmeyeceği endişelerini silmek gerekir.

    • “Saygısızlık korkulardan doğar”

    Çocuklarımız çeşitli korkularla yüklüdürler. Öğretmenler ve özellikle rehberlik bölümü, toplu konferanslar ve/ya bireysel yardımlar yoluyla bunları azaltmaya çalışmalıdırlar.

    • “ Yüz defa söyleme, bir defa örnek ol!”

    “Saygı”nın önemli olduğuna ilişkin söyleneceklerin hemen hiç etkisi olmamaktadır. Buna göre, hemen her fırsat kullanılarak öğretmen ve idareciler örnek davranışlar sergilemelidirler.

    Sorunlarımızın kaynağındaki yapı taşlarından birisinin saygı eksiği olduğunu, saygısızlığın türevlerinin sosyal yaşamımızın her kesiminde ve de değişik görüntülerle ortaya çıktığını düşünenlerin dikkatine sunarım.

  • KİMLERDEN KURTULMALI?

    Toplumumuzun ortalama “düşünme stili”nin “kalıpçılık” ağırlıklı olduğu, Rönesans’ın Batı toplumlarına kazandırdığı “nedensellik” özelliğinin ise bizim düşünce stilimiz içindeki ağırlığının küçüklüğü her geçen gün daha belirgin hale geliyor.

    Osmanlıdan bu yana süregelen bu yetersizliğimizin giderek daha belirginleşmesinin bir nedeni de, karşılaştığımız sorunların giderek daha karmaşık hale gelmesidir.

    Kızışan rekabet , azalan kaynaklar, kirlenen çevre ve artan Dünya nüfusu gibi nedenler, yalnız bizim değil tüm toplumların karşılarına çıkan sorunların daha girift, daha zor anlaşılabilir ve daha güç çözülebilir olmasına yol açmaktadır.

    “Kalıpçılık” ağırlıklı düşünce stilinin en önemli iki kaynağı, “ezbere dayalı öğretim sistemimiz” ve “birey yerine devleti önemli gören ve devletin kalıplarına uyan bir örnek kişiler yetiştirmeyi hedeflemiş yaygın anlayışımız”dır.

    Bu iki kuvvetli etki altında şekillenen düşünce biçimimiz, kalıpçılık yöntemiyle başaçıkabileceği düzeyin üzerindeki güçlükteki sorunlarla karşılaştığında çaresiz kalmakta, bu defa kendisini bu sorundan kurtaracak bir “yiğit” (erkek ya da kadın, sivil ya da asker, olabilir) aramaya başlamaktadır.

    Ülkemiz, çeşitli kaynaklar açısından pek zengin sayılmasa da, bu tür “kurtarıcı yiğit” ler açısından son derece şanslı olup, hemen her ihtiyaç halinde bir kurtarıcı ortaya çıkmaktadır. İşin ilginç yanı, hemen her defasında, “kurtarıcı”, kurtarma işlemleri’ne başladıktan bir süre sonra, toplumu kurtarmayı vadettiği sorunun büyüklüğünü anlamakta, onunla başaçıkamayacağını, aslında başkalarının da başaçıkamayacağını, bu sorunun gerçekte bir sorun değil, sorun kılığına bürünmüş bir “canavar” olduğunu söyleyip işin içinden çıkmaktadır.

    Günümüze değin peşpeşe gelen kurtarıcılar bu “canavar” hikayelerini o denli güzel anlatmışlardır ki, halkımız da bu “canavar”ların varlığına iyice inanmış ve “enflasyon canavarı”nın pahalılığın, “”trafik canavarı”nın kazaların, “terör canavarı”nın cinayetlerin, “medya canavarı”nın yalan-yanlış karalamaların nedeni olduğuna inanmıştır.

    Eski Yunan’da her işten sorumlu bir Tanrı ile bunları yöneten Baş-Tanrı örneği, bizde de her beladan sorumlu birer canavar ile, bu canavarları yöneten bir Baş-Canavar’dan oluşan bir sistem mevcut bulunmaktadır.

    Toplumumuzun bu kurtarıcı anlayışından vazgeçmesi ve kurtarıcı namı altında ortaya çıkanlarla, kurtarıcı arayıcılarından kurtulması gerekmektedir.

    “Sizi, sorunlarınızdan ancak kendiniz kurtarabilirsiniz. Ben ise sizi, kurtarmaya kalkışmayacağıma, yalnızca kendinize yardım etmenize yardımcı olacağıma söz veriyorum” diyebilecek yeni “yiğit”lere ihtiyacımız vardır.

    Bu denli yiğit bolluğu içinde herhalde o türlüsü de çıkar.

    Cumartesi, 03 Aralık 1994

  • “KONUK KONUŞMACI” DAN BAŞKA YOLYOK MUDUR ?

    Son yıllarda giderek yoğunlaşan sivil toplum örgütleri, geçmiş yıllardaki gecikmişliğimizin acısını çıkarmak istercesine çoğalıyor.

    Çeşitli çıkar gruplarının örgütlenmesi, çoğunlukçu (majoritarian) demokrasiden, çoğulcu (pluralist) demokrasiye geçişin somut işaretleri sayılmak gerekir.

    Şimdi, madalyonun öbür yüzü: Dernek, vakıf, duyarlık grubu gibi adlarla örgütlenen bu gruplar genellikle tek tip bir faaliyet türünün etrafında oluşuyorlar. Bu üniforma gibi faaliyet, “konuk konuşmacı çağırma” dır.

    Bir grubun, çıkarları konusunda bilgili ve/ya yetkili bir konuşmacıyı davet edip onu dinlemesi, sorular yöneltmesi şüphesiz ki birçok bakımdan yararlıdır. Ama, bu yararı sağlayabilmenin ön koşulları, grubun çıkarları ile bağlantısı çok iyi kurulmuş bir konunun ve bu konu ile ilgili bir konuşmacının çağrılması ve de çağrılan bu konuşmacının bilgili ve/ya yetkili olmasıdır.

    Yalnızca ünlü olduğu için çağrılan bir konuşmacı ya da yüksek dağlardaki buzullarla ilgili bir konu, gruba zaman kaybettirmekten başka bir işe yaramaz.

    Mevcut uygulamada ise çok sayıda grup, oldukça sık aralıklarla toplantılar düzenlemekte ve bu da çok sayıda bilgili ve/ya yetkili konuk konuşmacı’ya ihtiyaç göstermektedir.

    Grubun ilgi alanı çevresinde bu nitelikte konuşmacı bulmak güçleştikçe, ilgi alanı ister istemez genişlemekte ve grubun çıkarlarıyla doğrudan ilgili olmayan konulara kayılmaktadır.

    Bir yandan da grup bazen, karşısına gelip karakolda ifade vermeye hazır vatandaş uyumluluğu ile sorgulanmayı bekleyen konuşmacılarda, o güne kadar tatmin etmek için beklettiği çeşitli duygularını doyurmaya kalkışmaktadır.

    Kimi konuk konuşmacılar ise kişisel hatıratını ya da kimseyi ilgilendirmeyen teorilerini anlatarak zaman hırsızlığı yapmaktadır. Bu gibi yersiz kullanımlar, bu çok yararlı olabilecek aletin etkinliğini azaltmaktadır.

    Konuk Konuşmacı metodunu iyi kullanabilmek için gruplar iyi bir ön çalışma yapmalı, çıkarlarını analiz edip parçacıklara ayırmalı, her parça ile bilgi ve/ya yetki bağlantısı bulunan kişileri saptayıp uzun vadeli bir program taslağı hazırlamalıdırlar.

    Mevcut uygulamada grupların yaklaşımlarını fazla ciddiye almayıp çağrı tekliflerini reddedebilecek birçok bilgili ve/ya yetkili kişi, ciddi bir programı ise reddedemeyecektir.

    Bir çıkar grubunun kullanabileceği araçlar şüphesiz ki Konuk Konuşmacı’ dan ibaret değildir. Grubun çıkarlarının analizi sonunda belirlenecek konu parçacıkları üzerinde grup üyelerinin yapabilecekleri Yaratıcı Düşünce Seansları da (Beyin Fırtınası, Arama Konferansı gibi) son derece yararlıdır ve ayrıca da grup üyeleri arasındaki iletişimi pekiştirerek bir Grup Kültürü oluşmasına yardımcı olurlar. Birçok grubun, hayatiyetlerini devam ettiremeyişlerinin nedeni, bu Grup Kültürü eksiğidir.

    Sivil toplum örgütlerimizin etkinliklerini artırabilecek çarelerin araştırılması, bu grupların üzerinde yoğunlaşmaları gereken ilk konudur.

    Her grup, bu etkinliğin artırılabilmesi için mümkün olabilecek yöntemleri ortaya koyabilecek Konuk Konuşmacı” lar bulup, önce onları davet etmelidirler.

  • KÜLTÜRÜMÜZÜN KÖŞE TAŞLARINDAN BİRİSİ: DOĞUYA SÜRMEK!

    Mesela, yirmiye gelip de boyu 1.68’i aşmayan yurttaşlarımızın, yalnızca illerimizden birisinde yaşaması gibi bir zorunluk getirilse ve buna uzunca bir süre uyulsa acaba bu süre sonunda ne olur? Bu ildeki evlenmeler de hep 1.68 altı boylar arasında olacağı için uzunca bir süre sonra burada doğanların erişkinlikteki boyları da 1.68’e doğru asemptotik bir yaklaşım gösterecektir.

    Doğal seçim benzeri bu mekanizmaya sosyal seçim denilebilir. Sosyal seçim, toplumdaki birçok kesim üyelerinin kendi içlerinde birbirine benzer davranışlarını -hatta dış görünümlerini- açıklayabilen bir mekanizmadır.

    İşe yaramayan veya yaramadığı iddia edilen, hatta sakıncalı veya öyle olduğu iddia edilen kamu görevlilerinin ülkemizin doğusuna doğru görevlendirildiği, ne kadar işe yaramaz ve sakıncalıysa ya da öyle iddia ediliyorsa da o denli “daha doğu”da görevlendirildiği bir gerçektir. Burada “doğu”, yalnızca coğrafi doğuyu değil, gelişmemiş tüm yöreleri sembolize etmektedir. Atama sistemi nedeniyle doğu ve batı illeri (gelişmemiş ve gelişmiş yöreler) arasında bir denge kurulan meslek mensupları bu gerçeğin istisnalarıdır.

    İşe yaramayan ve yaramadığı iddia edilen görevlilerin, görevlendirildikleri yörelerdeki davranışlarını tahmin etmek pek güç değildir. Gerçekten işe yaramayanlar görevlerini layıkıyla yapamazken, gerçekte işe yaramasına karşın amirlerinin işe yaramazlığı nedeniyle buralara gönderilenler de büyük ölçüde bir hınç alma duygusu içine itileceklerdir. Bunlardan çok küçük bir bölümü hıncını daha çok çalışarak, daha güzel işler yaparak gösterirken (Erzincan eski Valisi Yazıcıoğlu gibi), geri kalan büyük bölümü negatif bir ruh hali içine girerek tatmin edeceklerdir.

    Kamu görevlileri tarafından yerine getirilmesi beklenen işlevler, her şeyini devlete bağlamış bir toplumda yurttaşlar açısından çok önemlidir. Becerikli bir kamu görevlisi çevresine aydınlık saçarken, beceriksiz ya da hınç dolu bir görevli ise tam tersini sergileyecektir. Beceriksizlik ya da hıncın sistematik olarak tekrarlanmadığı hallerde bu büyük bir sakınca yaratmayabilir. Ama uzun yıllar boyunca süren bir alışkanlık sistematik etki yapar ve o yörelerde açıklanamayan geri kalmışlık semptomları ortaya çıkmaya başlar.

    Ülkemizin doğu ve güneydoğusundaki ve de tüm geri kalmış yörelerindeki kamu hizmetlerine ve geri kalmışlık işaretlerine bu gözlüklerle bakmakta yarar vardır.

    Bu eğilim toplumsal kültürümüze ne denli egemen olmuştur? Maalesef sanıldığından çok daha fazladır. Bu konuda en duyarlı olması gereken kesim kuşkusuz sanatçılardır. Herşeye eleştirel gözlerle bakmayı gerektiren sanat, bu olguyu yakalayabilmeli, hicvedebilmeli ve bu konudaki duyarsızlığı dile getirebilmeliydi.

    Televizyonlarımızda zevkle izlediğimiz Yasemince parodilerinin birisinde -ve daha birçok oyunda-, bir polis ve amiri arasında geçen, “şimdi seni Şırnak’a sürdürürüm” sözleri, senaryoları yazan ve oynayanların da bu olguyu artık normal kabul ettiklerini göstermektedir.

    Doğu ve güneydoğuda uzun yıllardır süren terör olaylarında, bu aymazlığın acaba payı ne ölçüdedir? Bunu düşünmeye başlamamız iyi olur.

    Siyasi partilere vereceğimiz oylar karşılığında onlardan isteyeceklerimizden birisi de, gerice yörelerin, kamu görevlilerini cezalandırmak amacıyla kullanılmayacağı konusunda taahhüt istemek olmalıdır.

  • KURALIN İYİSİ YAZILI OLMAYANDIR!

    En güç işlerden birisi herhalde doğru kural koymak olmalıdır. Bunun güçlüğü, kural koymanın teknik karmaşıklığından değil, aksine çok kolaylıkla konulabilen kuralların “doğru” olduğunun sanılıp, hiç kuşkulanılmamasından gelir. Bir bakıma, “kuralın kolay konulabilmesi, kural koymanın en büyük güçlüğüdür” denilebilir.

    Toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinin, yarışmak istediğimiz toplumlara göre düşük olduğunu gösteren çok gösterge vardır. Gelişmiş toplum, sorunları olmayan değil onları çözebilen toplumdur. Hatta, toplumlar geliştikçe, sorun yaratabilecek ilişkilerin sayısı artabileceğine göre gelişmiş toplumların daha çok sorununun olabileceği de söylenebilir.

    Sorunlarını çözümleme ve sonra da çözmede zafiyeti olan toplumlar, sorun çözme dağarcığındaki aletlerinin çeşidi az olan toplumlardır. Onlar, cami avlusu dişçileri gibi yalnızca kerpetenle iş yaparlar. Bu tür dişçiler için tüm diş hastalıkları iki gruptan birisine dahil olmak zorundadır: çekilmesine gerek olmayan ve çekilmesi gereken dişler!

    Sorun çözme kabiliyeti düşük olan toplumlar da aynen böyle, az sayıda -hatta tek- aletle sorun çözmeye çalışırlar. O da, sorunları birilerine havale edip çözülmesini beklemek, çözülmediği zaman da şikayet etmekten ibarettir.

    Ulus olarak genel karakterimiz denilebilecek kadar belirgin bir özelliğimiz, sorunları çözümleme (analiz) evresine hemen hiç zaman ayırmamak, bunun yerine tüm enerjimizi onları çözmeye çalışmaktır. Bu o denli yaygındır ki, köy kahvesinden entel barına kadar her yerde insanımız sorunları “çözme”ye -dikkat çözümlemeye değil- çalışmaktadır. Sokakta rastlaşan iki kişi kısa bir hoşbeşten sonra mutlaka ülkenin bir sorununu “çözme”ye girişmektedirler.

    Sorunları bu denli çok kişinin ve de sürekli olarak çözmeye çabaladığı bir ülkede ister istemez çözümler de bulunmak zorundadır. Bu çözümleri kim bulursa bulsun ortak özellikleri çabuk bulunur olması ve bulana bir yükümlülük yüklememesidir.

    Bu koşullara en çok uyan çözüm grubu ise “kanun çıkarmak”, daha da genel bir ifadeyle “kural koymak”tır. Kural koyma, yalnız TBMM’nin çıkardığı değil, belediye meclislerinin kararlarını, bürokrasinin koyduğu kuralları ve babayiğit yetkililerin “şöyle olacak” biçiminde kükrediği tüm yazılı ve yazısız kuralları kapsadığı için en genel durumdur.

    Bu kurallara kimlerin uyduğu konusunda yapılacak çok kaba bir gözlem, düzene saygılı çok küçük bir azınlıktan başkasının bunları dikkate almadığını, dikkate alanların ise dolaylı olarak cezalandırıldıklarını gösterecektir.

    Kurallara uymayanlar, aldıkları bu riskin ödülüne erişirken, kurallara uyanlar bundan mahrum kalmakta, hatta kurallara yeteri kadar uymadıkları için bir de cezaya çarptırılmaktadırlar.

    Bu çarpıklığın altında, sorunları kural koyarak çözmeye çalışma yanlışı yatmaktadır.

    Bir toplumun yönetiminde kuşkusuz ki kurallar en büyük öneme sahiptirler. Ancak bu kuralların, yönetimlerin koyduğu ve kimin uyup kimin uymadığı belli olmayan, denetlenemeyen, yaptırımı olmayan ya da daha kötüsü yaptırımları keyfi uygulanan yazılı kurallar değil, toplum bireylerinin bilinçlerine yerleşmiş kurallar yani gelenekler olmak zorundadır. Daha doğru bir ifadeyle, temel kuralların böyle olması, ancak ayrıntı düzeyinde olanların -o da gerekirse- yazılı olması gerekir.

    İnsanlar, kurallar yazılı olarak mevcut bulunduğu için değil, o kurallar kafalarının içinde bulunduğu için uymalıdırlar.

    Dolayısıyla, halkın peşinde koşması gereken boyuna kanun çıkmasını beklemek değil, o kanunların içeriklerinin, kamuoyu bilincine yerleştirilmesi yönünde yönetimleri zorlayıp yönlendirmektir.

    Pazar 30 Temmuz 1995