• SERBEST DOLAŞIMDAN TÜRKLER KORKMALI !

    AT üyeliği konusunda Avrupalıların yıllardır başlıca engel olarak gördükleri “işgücünün serbest dolaşımı”nın, gerçekten korkulması gereken bir konu olduğu artık yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı. Ancak ufak bir farkla: Korkması gerekenlerin Avrupalılar değil biz olduğumuz farkıyla!

    Tam üyelik gerçekleşir ve niteliksiz işgücümüz Avrupa’ya yayılırsa ne olur?

    Hiç birşey olmaz. Sadece göçen insanlarımız, halen oralarda yaşamaya çalışan işsizlerimizin sayısını bir miktar artırır. Bu, Avrupa’nın sosyal yaşamına bir miktar olumsuz etki yapar.

    Ama madalyonun bir de öbür yüzü vardır. Çeşitli Avrupa ülkelerinde halen işsiz bulunan nitelikli işgücü Tükiye’ye akmaya başlarsa ne olur? Çok şey olur. Öğretmenler, mühendisler, bilim adamları, ve özellikle de politikacılarımızın büyük bölümü işsiz kalır.

    Bir engel gibi sanılan “Türkçe bilmemek” katiyen bir sorun değildir. Türkiye’ye gönderilen yabancı görevlilere kısa sürede mükemmel Türkçe öğretilebildiği ve ayrıca yeni teknolojiler yoluyla bunun daha da kolaylaşacağı dikkate alınırsa dil sorununun önemsiz olduğu anlaşılacaktır.

    Bu Türkiye için iyi olur mu? Şüphe edilmemelidir ki çok iyi olur.!

  • İŞ GÜVENCESİNİ DEVLET VEREMEZ, İŞGÜCÜ PİYASASI VEREBİLİR

    Bir gazete haberi, sağlık teknisyeni olarak kursa tabi tutulan lise mezunlarının, kendilerine verilen “iş güvencesi” sözüne rağmen işsiz kaldıklarından söz ediyor ve Sağlık Bakanı’ndan bu “güvence” nin yerine getirilmesini istiyor.

    “İş güvencesi”, bütün saklamalara karşı devletçi niteliği eski SSCB’den daha aşağı olmayan sistemimizin ürettiği yeni bir “kandırmaca”dır.

    Bundan evvel LİMME adıyla ortaya konulan ve 1985-88 arasında uygulanan ve “Beceri Kazandırma Programı”nın kötü bir taklidi olan uygulamada da aynı yanlış yapılmış ve lise mezunu gençlere (niçin lise mezunlarıdır o da bilinmez), “istihdam güvenceli” kurslar düzenlenmiş ve sonra da acemi berber eliyle usturaya vurulmuş kafa gibi ortada kalan gençler, “devlet bize güvence verdi, işsiz kaldık” diye tutturmuşlardı.

    Bu tür kursları düzenleyenlerin ve bunları onaylayanların öncelikle birer kursa tabi tutulmalarını öneririm. Bu kursta, katılanlara işgücü piyasası denilen mekanizmanın işleyişi anlatılmalı ve istihdam güvencesinin devlet tarafından verilemeyeceği, ancak piyasanın isteklerine uygun insanlar yetişiyorsa bunların doğal olarak istihdam güvencesine sahip olacakları öğretilmelidir.

    Aksi yapılırsa ne olur ? Cevap basittir. Güvence verirsiniz, sözünüzü tutamazsınız ve devletin güvenilirliğini zedelersiniz. O kadar. Ne eksik, ne fazla !

  • «SİVİL» Mİ «GÖNÜLLÜ» MÜ?

    Yabancı dillerde “hükümetle ilişkisiz” (non-governmental) biçiminde kullanılan deyim dilimizde genelde “sivil” olarak anılıyor. Buna, “devlete dayalı olmayan örgütlenme” demek daha doğrudur.

    “Sivil”, latince “civicus” kökünden geliyor ve halk, hemşehri, yurrtaş anlamlarına geliyor. “Sivil haklar” ise, vatandaşların siyaset dışı bireysel hakları olarak anlaşılıyor. Aynı zamanda askerlik ve din dışındaki işler için de sivil sözcüğü kullanılıyor.

    Bir de herhangi kişisel bir maddi karşılık beklemeksizin, yalnızca toplum yararına yapılan işler için kullanılan “gönüllü” sözcüğü var.

    Görüldüğü gibi üç ayrı deyim, üç ayrı boyuta karşılık geliyor: Devletle olan ilişki boyutu, siyaset-askerlik-din alanlarının içinde olup olmama boyutu ve nihayet hizmetin kişisel maddi karşılığı boyutu..

    Bu üç boyutun en az ikişer ucu bulunduğu düşünülürse, asgari altı ayrı kombinezon ortaya çıkmaktadır.

    Toplumumuzda bütün bu bileşimler için bir ayrım gözetilmemekte, hepsine birden “sivil toplum kuruluşu (veya girişimi)” deyimi kullanılmaktadır. Din işleriyle uğraşan dernekler, siyasi partiler ya da güvenlik görevlerini yaparken yaşamlarını kaybedenlerle ilgili kuruluşlara da “sivil toplum kuruluşu” denilmektedir.

    Ayrıca da, sivil toplum kuruluşu deyimiyle, toplum kuruluşlarından sivil olanlar mı yoksa sivil bir toplumun kuruluşları mı kastedildiği belli değildir.

    “Sivil”i medeni olarak çevirince daha da içinden çıkılmaz bir durum doğmaktadır. Medeni, bilindiği gibi Medine kentine ait anlamına gelmektedir. Aynen “kutsal”ın Kudüs kentine ait anlamına geldiği gibi!

    Yukardaki üç boyutlu olgunun tamamına birden tek isim vermek gerekirse “yurttaş girişimi” gibi bir deyim kullanılabilir. Durum böyle değil de, üç boyutun özel bir kombinezonu kastediliyor ise, o takdirde kastedileni tam ifade edebilecek şekilde her boyutu ayrı ayrı söylemek gerekir.

    Ama gündelik konuşmada en çok kullanılan, sanırım ki girişimin kişisel maddi karşılık olmaksızın yapıldığının vurgulanmasıdır. Bu nedenle de “gönüllü girişim” ve “gönüllü kuruluş” deyimleri daha bir yerine oturmaktadır. Ayrıca da Türkçe olması bir ayrı üstünlüktür.

    Ben bundan böyle bu deyimleri bu yaklaşım uyarınca kullanacağım. Yani kastim neyse tam onu kullanarak.

  • SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİMİZ BAŞARILI MIDIR?

    Demokratik yaşam biçiminin, birisi hariç tüm kurumlarından vazgeçilmek gerekse, herhalde o tek `olmazsa olmaz’ Sivil Toplum Örgütlenmesi’dir.

    Toplumu oluşturan bireyler, ilgi ve çıkarlarını paylaşmak ve de savunmak için, o ilgi ve çıkarlar çevresinde örgütlenirler. Ancak, bu örgütlenmelerin başkalarının ilgi ve çıkarlarını zedelememesi için o başkalarının da örgütlenmiş olmaları gerekir. Aksi halde, tek yanlı bir ilgi ve çıkar savunusu ortaya çıkar ki, bu doğrudan doğruya başkalarının ilgi ve çıkarlarına bir tecavüz demektir.

    Böyle bir duruma `eksik örgütlenme durumu’ denilebilir ki bu, hiç örgütlenmemiş ve bir `üstün otorite’ tarafından yönetilmekten daha da kötü sonuçlar yaratabilir. Nitekim ülkemizin bugünkü durumu böyledir.

    Toplumumuzun niçin `tam’ örgütlenemediği, ayrıca incelenmesi gereken bir konudur*. Ama çeşitli nedenlerden birisi de, mevcut Sivil Toplum Örgütleri (STÖ) nin genellikle başarılı olamayışlarıdır. İçlerinde etkin ve de yararlı çalışmalar yapanlar ise istisna denilebilecek kadar azdır.

    Bu genel başarısızlığın maliyeti yüksektir. Çok sayıda STÖ’nün üye ve destekleyicilerinin harcadıkları zaman, para, enerji ve de umutlarına ek olarak, bir de iyi çalışmış olsalardı STÖ’nin sağlayabilecekleri yararlardan mahrum kalınmaktadır.

    Pekiyi, bu başarısızlığın sebepleri nelerdir? Eğer bu nedenler doğru olarak belirlenebilirse bunlardan sakınmak mümkün olabilecektir.

    Önemlilik düzeyleri dikkate alınmaksızın başlıca nedenler şunlardır:

  • Sizi Kimi Arıyorsanız Lider Odur!

    Ülkemizdeki “kanaat oluşturucu” kesim başta olmak üzere çoğunluğun ortak kanısı, ülke sorunlarını çözmeye ehliyetli lider(ler)in bulunmayışı nedeniyle bir kriz yaşandığıdır.

    Bu görüş doğru değildir. Ülkemizin çok sayıda sorunu olduğu doğrudur. Ekonomik sorunlar, terör sorunu, çevre bozulması, ahlak ölçülerinin aşınması vs ve bunların çeşitli kombinezonlarından oluşan onlarca hatta yüzlerce sorunumuz vardır. Ama tek olmayan sorun lider sorunudur.

    Toplumumuz istisnasız her alanda en uygun liderlere sahip olup, bu geçmişte böyleydi, bundan sonra da böyle olacaktır. Hatta yalnız ülkemizde değil, tüm toplumlarda da lider sorunu yoktur. Her toplum kendi ortalama tercihlerine en uygun lideri arayıp bulmakta ve başına geçirmektedir.

    Bir an için kuralın bozulduğunu ve toplumun tercihlerine uymayan bir liderin tesadüfen veya hileyle yada zorla gelip toplumun bir konudaki liderliğine -ki bu iktidar liderliği ya da futbol ligi liderliği olabilir- oturduğu farzedilse, çok kısa bir süre içinde toplum o lideri tasfiye edip yerine tercihlerine uygun bir diğerini getirecektir. (Bununla, her tasfiye edilen liderin toplumun tercihlerine uymadığı anlaşılmamalıdır.)

    Bir gün gelir, enerjinin sakınımı ilkesi değişebilir ama “toplum, tercihlerine uygun lideri bulur” kuralı değişemez. Peki hal böyleyse, hiç bir dönemde sonu gelmeyen “lider yok” yakınmaları neyin nesidir?

    Bu yakınmalar, ortalama toplum tercihlerinin dışında -alt veya üstünde- tercihlere sahip kesimlerle, ortalama tercihe sahip ama lider yoluyla beklediği menfaate ulaşamayanların yakınmalarıdır.

    Sokaktaki düz insan, bu yakınmalara bakarak gerçekten de ülkede “düzgün adam” bulunmadığı gibi bir kanıya kapılabilir. Bu kanı yaygınlaşır ve kökleşirse bu defa gerçekten de bir güven krizine yol açabilir.

    Bu nedenle, lider yokluğundan şikayet edenler, en uygun liderler tarafından yönetildiklerini bilmeli ve eğer samimi iseler, ne tür özelliklerde liderler aradıklarını bir daha ve bir daha düşünmelidirler.

  • SOKAKTAN GELEN TASARIM

    Konut sorunu, toplumumuzun en eski meselelerinden birisidir. Nüfus artışı üzerine binen kırdan kente göç olgusu, konut sorununu bir “gecekondu ile mücadele” sorununa çevirmiştir. Hergün bir semtte gecekondu yıkmak isteyenlerle buna direnenlerin çatışma haberlerini okumaktayız.

    Konut sorunu ile ilgili kamu kurumlarının yetkilileri, çeşitli yöntemlerle sorunu çözmeye çalışırlar. Hemen her türlü çare -birisi hariç- uygulanır ve belki de iyi niyetlerle çaba harcanır. Uygulanmak istenen çözümler değişik olmasına karşın bir ortak yanı vardır: vatandaşa hazır konut -hem de her türlü konforu yerinde- anahtarı vermek ! Ancak, mevcut kaynaklar çok az sayıdaki talihli vatandaşa yetebildiği için genel ihtiyaç karşılanamaz.

    İnsanlarımızın spor yapma ihtiyaçları da benzer bir başka alandır. Her ne kadar “Dünya’da spor, ahrette sağlık!” gibi bir atasözümüz yoksa da, sporun ne denli önemli bir gereksinim olduğu çoğumuzca malumdur.

    Bu konuyla da ilgili birçok kurum ve yetkili mevcut olup onlar da vatandaşın bu ihtiyacını karşılayabilmek için çaba harcarlar. Bu alandaki çabalar da aynen konut konusunda olduğu gibi “çeşitli” olmasına karşın ortak yanı, devasa spor salonları, stadyumlar (bilhassa olimpiyat köyleri) inşa etmeye çalışmak gibi, insanların gerçek ihtiyaçlarına cevap veremeyen yaklaşımlar olmasıdır.

    Çocuk ve gençlerimizin hayatlarını kazanabilecekleri bilgi ve becerilerin kazanılması ise üçüncü örnektir.

    Bu konu devletimizin en önemli konusu olup bununla ilgili kurumların (ve yetkililerin) sayısı ise diğer sorunlarla uğraşanlarla karşılaştırılamayacak kadar çoktur. Onlar da çeşitli yollarla çabalar harcamaktadırlar.

    Eğitim konusunda uygulanan yöntemler de “çeşitli” olmasına rağmen, onların da bir ortak yanı vardır: insanlarımızın gerçek ihtiyaçlarına cevap verememek!

    Bu, birbiriyle ilgisiz üç konuda idareler genellikle vatandaşın gerçek ihtiyaçlarına cevap veremezken acaba vatandaşlar kendi kendilerine neler yapmaktadırlar?

    Vatandaş, kendi çok sınırlı bilgisiyle ve bütün kaynaklarını seferber ederek gecekondu inşa etmekte; son derece uygunsuz yerlerde, son derece uygunsuz saatlerde (mesela geceyarısı) ve son derece uygunsuz hava koşullarında (yağmur, kar altında ya da smog içinde) spor yapmak üzere halı sahalar oluşturmakta; bilgi-beceri kazanmaktan ümidini kesmiş durumda hiç olmazsa ölülerinin ardından bir-iki dua edebilsin diye çocuklarını mahalle aralarındaki kuran kursları’na göndermektedir.

    Bu üç örnek, insanlarımızın kendi kendilerine yaşadıklarını, kendilerine yardımcı olsun diye oluşturdukları, vergileriyle finanse ettikleri devletin yeterli katkı sağlayamadığını göstermektedir.

    Bu işte bir yanlışlık vardır. Konut sorununu çözmek isteyenler, modelleri içine mutlaka gecekondu sisteminin girdilerini katmalıdırlar. Spor konusunun yetkilileri halı sahalarda geceyarıları duman ve yağmur-kar altında top koşturanları daha dikkatle incelemelidirler. Eğitim konusunun sorumluluğunu taşıyanlar, insanlarımızın mahalle aralarında, ceplerinden para vererek oluşturdukları kursları ıska geçmemelidirler.

    Kısacası, kamu yönetiminin herhangi bir noktasında rol almış ve de rol almaya istekli olanlar, sistem kurma konusundaki bu olağanüstü beceriksizliklerini görmek, bunu kabul etmek ve sonra da bunu gidermek zorundadırlar.

    İnsanlarımızın kendi göbeklerini kendilerinin kesmeleri ne yazık ki yalnızca bu üç alana özgü değildir. Adaletlerini kendileri dağıtmakta (kan davası), alacaklarını kendileri tahsil etmekte (çek-senet mafyası), ombudsman sistemlerini kendileri işletmekte (gazetelerin “gelirsem ağzını yırtarım” köşeleri) ve daha da ilginci kendi yasalarını kendileri yapmaktadırlar (yasaları beğenmeyenlerin uymayışları bu demektir)..

    Bunlar, toplumun kimi somut ihtiyaçlarına, aydın kesimin hemen hiçbir katkısı olmadan, sokaktaki insan tarafından tasarımlanmış çözümlerdir. Çözümler zekicedir, ama bilim (akıl) yoluyla rafine edilip zenginleştirilmediği için yararlı değillerdir.

    Aydın kesimin bu çözümler karşısındaki tutumu, onları anlamak değil, yok saymak, kendi geçersiz tasarımlarını boyuna tekrarlamak biçiminde olmuştur.

    Ama her ne olursa olsun, sokaktaki insanın egemenlik sağladığı bu alanlar, yine de elle tutulabilir sayılabilecek ihtiyaç alanlarıdır. Bunların dışında ise öyle bir alan daha vardır ki, o alan Dünya’nın hiçbir yerinde, sokaktaki insanın tasarımına bırakılmamış, toplumların daima en seçkin kesimlerince şekillendirilmiştir. Bu alan, “düşünme stili”dir.

    İlk çağlardan itibaren en seçkin düşünürlerce kafa yorulan ve Rönesans döneminde bir norm haline gelen, “neden-sonuç ilişkisine dayalı düşünme stili”, bizim elitimizce benimsenip, geliştirilip yaygınlaştırılamamıştır.

    Bu boşluğu -her alanda ve her zaman olduğu gibi- yine sokaktaki insanımız doldurmuş, toplumumuz için -seçkinler de dahil- bir düşünme biçimi tasarımlamıştır. Bu “biçim”, iki karakteristik özelliğe sahiptir: “sürekli yakınmak” ve “sorunların kaynakları yerine görüntüleriyle boğuşmak” !

    Bugün gelinen noktada, şu soruların yanıtlanması gerekir:

    1. Toplum ihtiyaçları doğrultusunda iyi ve gerçekçi tasarımlar yapabilen bir aydın kesime sahip olmaksızın, varlığından yakındığımız sorunları çözebilmemiz mümkün müdür?
    2. Bu sorunları, çok nadiren rastlayabileceğimiz “kurtarıcılar” yoluyla çözmek mümkünse, bu doğal olmayan sürecin yan etkileri neler olmuş ve de olmaktadır?

    Salı, 27 Ağustos 1996

  • SOSYOLOJİK SİLAHLAR TEHDİT EDİYOR!

    Boğaziçi Üniversitesi profesörlerinden Ömer Saygın’ın “Dünyayı Tehdit eden Bomba” başlıklı bir makalesi, hızla artan Dünya nüfusunu konu alıyor.

    Her 39 yılda 2 katına çıkan Dünya nüfusunun yaratacağı çeşitli sorunlara dikkati çeken Prof. Saygın, sonuçta “bizi bizden başka sınırlayabilecek kimse yoktur” diyerek biraz ümitsiz de olsa bir çözüm yolu ile makalesini bitiriyor.

    Verilen sayılar gerçekten ürkütücüdür. Halen 200×200 metrelik bir parsele bir kişi düşen Dünya’mızda 80 yıl sonra 50×50 metreye 1 kişi düşer hale gelecektir. Karaların %25’inin kullanılabilir olduğu hesaba katılırsa 80 yıl sonra 25×25 metrelik bir alana sıkışacağız demektir.

    Konunun beslenme tarafı da ayrı bir sorundur. Halen, 6 milyar nüfusun bile 2 milyar’ının açlık çektiği dikkate alınırsa arazi yetmezliğinden çok daha önce “beslenme” sınırına dayanılacağı anlaşılacaktır.

    Bu hesaplar daima “ortalama” lara göre yapılır. Besinlerin, doğal kaynakların, su kaynaklarının daima eşit kullanıldığı varsayımıyla bulunan ortalamalar çevresindeki “istatistik dağılımlar”, gerçek paylaşımın göstergeleridir.

    İşte işin çözümü de buradadır: Nüfus bu hızla artmaya devam edecek, hatta bazı toplumlar içine düştükleri döngüleri kırabilmek için daha da hızlı çoğalmayı kendilerine amaç edinecekleri için “ortalama” nüfus artış hızı daha da artacaktır.

    Bu kalabalık içinde refah, belirli bir ortalamanın çevresinde bir istatistik dağılım gösterecek ve örneğin toplam nüfusun %90’ı kaynakların %10’unu tüketir durumdayken, %10’luk bir nüfus da kaynakların %90’ını tüketerek refah düzeylerini bugüne oranla daha da artırmış olacaklardır.

    %90’lık nüfus bu denli az kaynakla yaşayamayacağı için, tüm değerleri yozlaşaçak ve en temel gereksinimlerini karşılamak için en vahşi yöntemleri kullanmaktan çekinmeyen bir ilkellik içine düşeceklerdir. Bu kalabalık, içinde her türlü virüsün üremesine uygun bir ortamdır. Virüsler sosyolojik, hatta biyolojik olabilecektir.

    Bu dejenere toplumlar, bu tür virüslerin yaratacağı sorunlarla başa çıkamayacakları için, her defasında mesela yüzer milyon kişinin öleceği kitlesel ölümler kaçınılmaz olacaktır.

    Gelişmiş ülkeler bu toplumlara hiç bir yardımda bulunamayacaklardır. Somali örneği bunun somut bir kanıtıdır. Çünkü, iki grup toplumun değer ölçüleri o denli farklılaşmıştır ki, birisi için “iyi” olan diğeri için muhtemelen “kötü”, birisi için “güzel” olan diğeri için “çirkin” olmuştur.

    Nitekim, bu değer ölçüleri farklılaşması, gelişmiş ve geri kalmış toplumlar arasında, hatta aynı bir toplumun içindeki kesimler arasında halen de gözlenebilmektedir.

    Bu çağlar, nükleer ve biyolojik silahlardan daha acımasız bir tür olan “Sosyolojik Silahlar”ın yoğunlukla kullanıldığı çağlar olacaktır.

    %90’lık çoğunluğu oluşturan toplumların hepsinin ortak yanı, “sorun çözme kabiliyetleri”nin düşüklüğüdür. Bu toplumlar, herhangi nedenlerle karşılaştıkları sorunları çözemedikleri için, onları kendi kendilerine yok ettirmek isteyenler, sürekli olarak önlerine sorunlar koyacaklar, o toplumlar da bunları çözebilmek için varlarını yoklarını tüketeceklerdir.

    Çoğunluğu oluşturan gelişmemiş toplumlar sorunların kaynakları yerine görüntüleriyle boğuşacaklar ve böylece imkanlarını başka yönde kullanabilme şanslarını da kaybedeceklerdir.

    Bu tür toplumlar kötü beslenecekleri için zekaları da gerileyecek, ama zeka geriliği çok yaygın olacağı için yüksek bir değer olarak kabul edilecek, geri kalan azınlık ise aşağılanacak ve kimse tarafından ciddiye alınmayacaktır.

    Bu toplumlar, kendilerine uygun eğitim sistemleri de benimseyecekler, çoğunluğun akli düzeyine ve değer ölçülerine uygun -ki buna da demokrasi adını takacaklardır- bilgileri herkese belletmeye çalışacaklar ama onu da beceremeyip, bir sürü “ünvanlı cahil” üreteceklerdir.

    Özet olarak, %10’luk kesimin demokrasi, insan hakları, bilim gibi tüm yüksek değerleri, %90’lık kesim içinde aynı adda, fakat düşük düzeyli içeriklere kavuşacak, %10’luk kesim için refah ve mutluluk kaynağı olan değerler, %90’lık kesim için birer “birbirini yeme, hırpalama ve kaynak tüketme” aracı haline dönüşecektir.

    Gelişmiş toplumlar, -aynen yüzyıllardır yaptıkları gibi- bu tür toplumları izole etmek için çeşitli yöntemler kullanacaklar ve bu ilkel çoğunluğun birbirini yoketmesini sadece seyredeceklerdir. İşin acı yanı, bu sürecin doğal evrim sürecine de son derece uygun olmasıdır.

    “Sosyolojik Silahlar” aslında yeni değildir. Tarih boyunca, ister kendisi üretmiş ister başkalarınca yapay olarak üretilmiş olsun sosyolojik virüslerle başa çıkmayı becerebilmiş, yani sorun çözme kabiliyeti yüksek toplumlar varlıklarını sürdürebilmişler, gerisi ise yok olmuşlardır.

    Tarihçilerin büyük günahı daima “ne olduğu” ile ilgilenip “niçin olduğu”nu önemsememeleridir. Halbuki insanlık tarihi boyunca yok olan toplumlar, çeşitli “biçimler”de -ki işte tarihçiler onunla ilgilenir- yok olmuşlar, ama daima tek nedenle yok olmuşlardır: sorunlarını çözememek!

    Sosyolojik silahlar, iletişim devriminin küçülttüğü Dünya’mızda giderek daha yoğun olarak kullanılacaktır. Gelişmiş azınlığa refah ve mutluluk getiren iletişim devrimi, bu defa gelişmemiş çoğunluğa her zaman olduğu gibi yine mutsuzluk ve fakirlik getirecektir. Tabii ki kabahat iletişimde değil, onu (-) işaretle çarpıp kullanan gelişmemiş toplumlardadır.

    Hızlı nüfus artışı, dar kafalı insanlarımızın Türkiye’yi ayakta tutabilmek için buldukları aptalca bir çözümdür. Ama tehlikenin büyüğü, sorun çözme kabiliyetimizin düşüklüğünde ve bunun nedenlerini sorgulayamayışımızdadır.

    Toplumumuz, bütün güçlüklere karşın hala bir altın çağ yaşamaktadır. Henüz, gelişmiş toplumlardan izole edilip “kendi kendini bitirsin” kampına konulmamış, hala üzerinde testler yapılmaktadır.

    Bu resmi görebilirsek bir kampa, göremezsek “yok olacaklar” kampına yollanmak üzere!

    Pazar, 02 Temmuz 1995

  • HİYERARŞİK YAPILARDAN AĞ’LARA GEÇİŞ ZORUNLUDUR!

    Toplum yaşamının çeşitli kesitlerindeki karmaşıklık düzeyi, kesitler arası etkileşimler ve bu bağlamdaki sorunlar giderek artıyor. Hergün bunun bir başka örneğine, daha bir diğeri kaybolmadan tanık oluyoruz. İnsanın çevresini giderek daha iyi tanıması, teknoloji kullanımının yaygınlaşması, artan nüfus, kıtalan kaynaklar karşısında bu durumu anlamak kolaydır.

    Sorunlarla ilgili taraflar da bunlara karşı çözümler geliştiriyorlar. Bu süreç bütün dünyada hemen hemen böyle işliyor.

    Ülkemizde ise İster devlet, ister özel sektör kuruluşları, hatta gönüllü örgütlenmelerle ilgili olsun, geliştirilen bu çözümlerin ortak bir yanı, “sorunla ilgili bir birim kurulması” ya da mevcut bir “örgütün büyütülmesi” biçimindedir.

    Bir örgütün kurulması ya da büyütülmesi bir akıllıca bir tasarıma dayanıyorsa mesele yoktur. Ama, tasarım kavramının bilincine ne denli az varıldığı, sanayi ürünlerini ucuz yoldan allyıp pullayarak “miş gibi” yapmaya endüstri tasarımı adını vermemizden, üniversitelerde bununla ilgili “birim kurmamızdan” bellidir. Bu nedenle, bu birim kurma ve büyütme eğiliminin kaynağı, sorunu kontrol altına alabilme yolunda başkaca yapacak şeyi bulunmamak’tır.

    Bilinç altına yerleşmiş az sayıda dürtünün, üst-bilinçteki birçok davranışı kontrol ettiğini biliyoruz. Emir verme-alma, kesin talimatlar, belirlilik, yön değiştirmeden dümdüz yürümek gibi eğilimlerimiz o denli güçlüdür ki, bunların alt-bilincimize yerleştiği söylenebilir.

    Bu dürtüler, bir sorunla karşılaşıldığında derhal harekete geçmekte, hiyerarşik bir yapılanma kurmak ya da var olanı genişletmenin en iyi çözüm olduğuna bizi inandırmaktadır. Hiyerarşik bir yapı, bilinçaltımızdaki “hükmeden ya da hükmedilen olma” dürtümüze en iyi karşılıklardan birisidir.

    Bu yargımı biraz abartılı bulanlar, rastgele on kişiyi bir araya getirip bir sorun hakkında tartışsınlar. Tartışma sonunun mutlaka bir baş seçip emir ve komutayı ona bırakmakla biteceğini şimdiden söyleyebilirim. Bunun yerine, “hangi durumda ne yapılacağı”nın tartışılması çok küçük bir olasılıktır.

    Hangi ölçekte olursa olsun her sorunun ve çözümlerinin birden fazla tarafı vardır. Bu tarafları bir hiyerarşik yapı içine yerleştirmeye çalışmak, daha başlangıçta, çözümsüzlük yolunda bir adım atmak demektir. Aksine, tarafların her birini “ağın eşit üyeleri” olarak görmek -ki eşit olup olmamaları önemli değildir- çözüm için olumlu ilk adımdır.

    Bireysel ve toplumsal yaşam içinde duyu organlarımız aracılığıyla her an onlarca algı topluyor, belleğimizdeki birikimlerle bunları birleştirerek ayrıca da belki yüzlerce sanal duyu* oluşturuyoruz.

    Böylece oluşan algılarıbir hiyerarşi içine yerleştirmeye çalışmaktan vazgeçmek, “ağ tabanlı düşünme biçimi”ne doğru atılacak iyi bir adım olabilir.

    Bir sorunu tartışmak için bir araya gelen taraflar, -içlerinden de olsa- birbirlerinin yetkilerini tartmaktan, kendilerini en üstlere yerleştirebilecek yaklaşımlarda bulunmaktan vazgeçerlerse iyi bir çözüm atmosferi yaratmış olurlar. Ağ tabanlı sorun çözmede değerli bir araç, “ağ protokolu”dur. Neyin, kim tarafından yapılacağının baştan belirlenmesi demek olan ağ protokolu, tek amir yerine “duruma göre lider” belirler.

    Gerçek yaşam, “duruma göre liderlik” kavramı çevresinde yürür. Sorunların çözümünde bu doğal ilkeyi benimsemek, özellikle taraf sayısı çok olan sorunlar halinde durumu çok kolaylaştıracaktır.

  • OLAYLAR DEĞİL, ONLARIN ANLAŞILMAMASI DAHA KORKUTUCUDUR!

    16 kişinin hayatını kaybettiği İstanbul Gazi Osman Paşa (GOP) olayları hakkında sokaktaki adamdan en yukarıdakilere varıncaya kadar herkes bir teşhis üzerinde birleşti: olaylar `provokasyon’dur!

    Büyük bir israrla hep bir ağızdan bu bir tanı olarak söylendiğine göre, toplum bir konuda ikna edilmek ve, “bu olaylar X değildir provokasyondur. Sakın X sanıp aldanmayın, yoksa haklı olarak sokağa dökülürsünüz” denmek isteniyor.

    Bu cümleyi anlamlı kılacak X acaba ne olmalıdır? Bir cebirsel işlem çözer gibi hareket edilirse X’in şu olması gerektiği hemen görülecektir: “Dün akşam 2015 de, ellerinde uzun namlulu otomatik piyade tüfekleriyle tavşan avından dönen bir grup vatandaş, bir alevi kahvesinin önünden geçerken tesadüfen elleri tetiklere dokunmuş ve kendiliğinden patlayan silahlar yine tesadüfen kahvede oturanları öldürmüştür. Olaya neden olan avcı vatandaşlar durumun farkına varamayıp güle oynaya olay yerinden süratle uzaklaşmışlardır!”

    Eğer bu çözüm saçma görünüyorsa, saçma olan çözüm değil, “olaylar X değil provokasyondur” tanısıdır. Bundan sonra bu tip olaylarla daha sık karşılaşacağımız için şunların bilinmesinde yarar vardır:

    1. Provokasyon, tek başına yaşayamaz!

    Provokasyon, tek başına varolabilecek bir olgu değildir. Provokasyon için uygun ortam mevcutsa Provokasyon da vardır, ortam uygunsuzsa yoktur. Mikroplar, bağışıklık sistemi zayıf bünyeler için etkili yani “var”, güçsüz bünyeler içinse etkisiz yani “yoktur”.

    1. Toplumsal AIDS!

    Toplumumuzun bağışıklık sistemi son derece zayıftır. Dolayısıyla, başka toplumlara olumsuz etki yapamayan herhangi bir neden (futbol maçı, ücret isteme yürüyüşü, cenaze töreni, cuma namazı gösterisi, ya da başka bir şey) çok kolaylıkla toplumsal bünyemizi hasta edebilmektedir.

    1. “Toplumsal bağışıklık sistemi” sorun çözme kabiliyeti demektir!

    Toplumumuz gündelik yaşamın basit sorunlarını çözebilmekte, karmaşık ve özellikle de belirli bir amaca yönelik olarak kurgulanmış (yani provokasyon) sorunları, bunların kendi aralarındaki değişik görünümlü bileşimlerini çözememektedir.

    GOP olayına hep bir ağızdan konulan “provokasyon” tanısı, işte bu zavallı çaresizliğin, güçsüzlüğün, sorun çözme kabiliyeti düşüklüğünün bir belirtisidir.

    Provokasyon tabii ki olacaktır. Bu, “havada mikrop var” demek kadar lüzumsuzdur. Çatışma bir defa ateşlendikten sonra içine başka yıkıcı, karıştırıcı unsurların karışması da önemli bir bilgiymiş gibi söylenmemesi gereken, bu tip olayların en basit karakteristiklerinden birisidir.

    1. Her çatışma binlerce tanecikten oluşur!

    İster alevilerin tepkisi ister başka bir nedenle olsun tüm çatışmalara yakından bakıldığında içinde aynen bir beton harcı manzarası görülecektir. Büyükçe taşların araları daha küçük çakıllar, onların araları kum taneleri ve nihayet bütün bunların arasındaki ince çatlakları dolduran çimento.

    Çatışmaların yapısı da aynen böyledir. Onlara yol açan “iri” nedenlerin aralarında kalan boşluklar daha “küçük” nedenlerle dolar. Bir çatışma büyüteçle incelendiğinde içinde, göç olgusundan enflasyona, buluşçuluk eksiğinden ezbere kadar tüm sorunlar görülebilecektir.

    1. GOP olaylarının yapı tanecikleri nelerdir?

    Göze çarpan en iri tanecikler, güvenlik güçlerinin beceriksizliği ile insanların, kendilerini akıldışılığa kaptırmış olmalarıdır.

    Güvenlik güçlerinin bu tür toplum olaylarına karşı neler yapması gerektiğini bilmediği gözle görülür şekilde açıktır. Bir kalabalığın büyümeden nasıl parçalara bölüneceği, elebaşıların bir tahrike meydan vermeden nasıl toplanacağı, bir polisin dahi gösterebileceği zaaf işaretlerinin tahrik olmuş topluluklar açısından ne anlam taşıdığı, göreviyle kanaatlerini ayırmayı bilmeyen polislerin ne etki yaratacakları gibi konularda hiç eğitilmedikleri, ellerinde telsizle koşuşturan amirlerin de memurlarından farksız olduğu bir gerçektir.

    Nitekim Sivas olaylarının incelenmesi de aynı hastalıkların varlığını göstermektedir. Orada da, profesyonel oldukları her hallerinden belli olan tahrikçilerin galeyana getirdikleri “histeriye tutulmuş halk”ı durdurmada ne denli beceriksizlik gösterdiklerini, verdikleri benzer zaaf işaretlerinin halkı nasıl cesaretlendirip saldırganlaştırdığını, olayların video kayıtlarını dikkatli inceleyenler göreceklerdir. Demek ki bu zafiyet münferit değil geneldir. Güvenlik güçlerimiz bu halleriyle toplum olaylarını önleyemez, hatta -iyi niyetle dahi olsa- tutumları olayların büyümesine yol açar. Bu sonuç, Sivas ya da GOP olaylarından çok daha ürkütücüdür.

    İkinci iri tane, halkımızın akıldışılığa bu denli kapılmışlığıdır. Bir futbol maçı sonrasında dahi histeri krizi benzeri davranışlar gösteren insanların zıvanadan çıkmaları için herhangi basit bir neden dahi yeterlidir.

    Bir toplumsal ruh sağlığı sorunu olan bu duruma yol açan çeşitli nedenler, bu yazının sınırlarının dışındadır*. Ama, bugün toplumu sükunete çağıran TV kanallarımızın 24 saat işlediği şiddet ve cinsellik pazarlaması unsurlarının GOP ya da benzeri olaylar içindeki rollerinin varlığını göremiyorsak bu, olaylar kadar ürkütücü değil midir?

    Toplumsal olaylar genellikle bir ölçüde akıldışılığın egemen olduğu olaylardır. Akıllı uslu bireylerden oluşan bir kalabalık dahi -hele tahrik olduysa-, toplum psikolojisinin özel davranış kalıpları içine girip akıldışılık gösterebilir. Ama bunu, çılgınlık hali ile karıştırmamak gerekir. Toplumumuzun çeşitli vesilelerle gözlediğimiz ruh hali neredeyse çılgınlığa varan bir desen sergilemektedir. Bu desenin içinde, ilk bakışta hiç beklenmeyen çok sayıda tanecik bulunmaktadır.

    Sokaktaki insanların bu yapının farkında olmalarını beklemek, gereğini aşan bir beklenti olur. Ama olayları anlamak zorunda olan insanların “bu bir provokasyondur” gibisinden malumu ilan eden tanıları çok acıdır. Olaylar değil, onları yanlış anlamak daha ürkütücüdür. Cuma, 24 Mart 1995

  • “HİZMET” VE “DEĞİŞİM” HAREKETLERİ

    Hizmet Kuruluşları, bir toplumun sosyal sorumluluk bilinci düzeyinin en iyi göstergelerinden birisidir. Okulların onarılmasından kimsesizlerin giydirilmesine, ülke tanıtımına katkıda bulunmaktan köylere kitap yollanmasına, atık toplamaktan ağaç dikimine kadar uzanan geniş alanda, yapılabilecek -ve de yapımı gereken- yüzlerce toplum hizmeti vardır.

    Herbiri, bunlardan bir veya birkaçı çevresinde örgütlenmiş, bu konu(lar)da emeğini, bilgisini, parasını harcamaya hazır bireyleri içinde barındıran Hizmet Kuruluşları, önlerinde şapka çıkarılması gereken sosyal sorumluluk örnekleridir. Vatandaşlar olarak bizlere düşen, bu tür örgütlenmelere aktif olarak katılmak, kamu yönetimlerine düşen ise, bu tür örgütlenmelerin önünün açılması ve olabildiğince desteklenmesidir.

    Hizmet Kuruluşları’nın yanısıra ama onlardan değişik amaçlı bir örgütlenme türü de Değişim Hareketleri’ dir. Bunlar, toplumun bir veya birkaç niteliğini değiştirmeye yönelik hareketlerdir.

    Her iki hareket türü arasındaki farkların başlıcalarından birincisi, eylemlerinin kapsamı açısındandır. Hizmet kuruluşlarının eylemleri -genellikle- dar kapsamlıdır. Bu kapsam darlığı hem coğrafi hem de hitap ettiği kesimin sayısal kalabalığı açısındandır. Ancak daha seyrek olarak geniş kapsamlı hizmet hareketleri de olabilir. Örneğin, kimsesizlere yardım böyle bir “hizmet hareketi” olup ülkedeki tüm kimsesizleri hedef almış olabilir. Dolayısıyla, “hizmet” ve “değişim” hareketleri arasındaki esas fark, kapsam bakımından değildir.

    “Hizmet Hareketleri”, toplumun çeşitli “niteliklerini” değiştirmeksizin, yalnızca “sonuçları” değiştirmeye yönelikken, “Değişim Hareketleri” o sonuçların “nedenlerini” değiştirmeye yöneliktir.

    Bu özellikleri, Değişim Hareketleri’ne bir başka nitelik de kazandırır: “sonuçlara yol açan nedenler”in değiştirilmesi, yalnızca hizmete konu olan “sonuç”un değil, başka “sonuçlar”ın da değişmesine yol açar.

    Örneğin, kimsesizlere yardım hareketi yalnızca kimsesizlerle sınırlı iken, kimsesizliğe yol açan nedenlerden mesela, “şiddetli aile anlaşmazlıkları”nın giderilmesi bu defa “adalet sisteminin yükünün azalması”, “iş verimlerinin yükselmesi”, “ruh sağlığı bozuk çocukların sayılarının azalması” ve daha birçok “türev sonuç”un ortadan kalkmasına -ya da azalmasına- yol açar.

    “Hizmet” ve “değişim” hareketlerinin somut sonuçlarının alınabileceği süreler açısından da farklar vardır. Hizmet hareketleri’nin somut sonuçları daha kısa süre içinde alınabilir ve böylece, harcadığı emeğin ürünlerini kısa sürede görmek isteyen kişiler açısından daha süratli (ve kolay) tatmin yaratır.

    Değişim hareketleri’nin sonuçları ise, hem daha uzun süreye yayılır ve hem de somut sonuçlarının gözlenmesi güçtür, dolayısıyla da daha sabırlı kişilere ihtiyaç gösterir.

    İki hareket türü arasında bir de örgütlenme açısından farklılık bulunmaktadır. Hizmet kuruluşları’nın üyeleri arasında yüksek bir uyum ve güven’e ihtiyacı yoktur. Dar bir amacı paylaşıyor olmak yeterlidir. Değişim hareketi üyeleri arasında ise yüksek bir uyum ve güven bulunmalı ve özel eğitimlerle daha da pekiştirilebilmelidir. Bu gereksinim de, üyelerin daha sabırlı, “iğneyle kuyu kazmaya daha razı” olmalarını gerektirir.

    Her iki hareket biçimi arasındaki birçok farklılıktan sonuncusu olmayan bir diğeri de, hareketin, ona katılan üyelerden beklentileridir.

    Hizmet hareketleri’nde dar hizmet alanı çevresindeki bireysel çabalar bile sonucu olumlu etkileyebilir. Değişim hareketleri’nde ise bir “takım oyunu” söz konusudur. Bu gereksinimden dolayı, bir değişim hareketi’ne katılacak olanların mutlaka bir “duyarlık eğitimi”, “iletişim becerisi”, “kanonik ifade becerisi” gibi konularda grup eğitiminden geçmeleri gerekir.

    Bu farklılıkların yanısıra, ister “hizmet”, isterse “değişim” türü olsun her iki hareketi de tehdit eden, onları enfekte etmeye yönelik ögelere dikkat edilmelidir. Hareketin kişisel veya klik “çıkarları” ya da “düşünceleri” doğrultusunda kullanılmaya çalışılması, hareketin bir incubator olarak kullanılmak istenmesi, en sık rastlanan enfeksiyon türlerindendir.

    Ülkemizde son zamanlarda oluşumu hızlanan sivil toplum inisyatiflerinde bu farklılığa dikkat edilmelidir. Aksi halde son derece iyi niyetlerle yola çıkılıp sonunda -bilinemeyen (!) nedenlerle- başarısızlığa uğranılabilir ve daha da kötüsü yola çıkabilecek diğer hareketlere olumsuz mesajlar verilmiş olur. Buna ise hakkımız yoktur!

    Pazar, 23 Ekim 1994