• İZMİR TEŞEBBÜS AJANSI

    Saygıdeğer İzmir’li okurlarım,

    Sakın başlığa bakıp hemen sevinmeyin, henüz böyle bir kuruluş yok. Ama bu, olmayacak demek de değildir. Bakarsınız bu yazım, zaten harekete geçmeye hazır İzmir’lileri biraz daha tahrik eder ve gazetelerde şöyle bir haber görebiliriz:

    “BRAVO İZMİR’E YİNE İLK OLDU!

    İzmir Ticaret Odası, İzmir’li sanayiciler ve İzmir’in iki üniversitesi kendi işini kurmak isteyen İzmir’li genç girişimcileri desteklemek üzere İzmir Girişim Ajansını (İGA) kuruyorlar. Darısı diğer illerimizin başına!”

    Bu haber bir rüya olabilir. Ama gerçekleşmemesi için ne sebep var? İzmir, kendi işini kurmak isteyen gençlerin başarıya ulaşabilecekleri en uygun “klima”lardan birisine sahiptir.

    Birkaç yıl önce Türk El Halıcılığı Projesi ile uğraşırken, Romanya’da Türk el halılarının “tam” kopya edilişini, ayrıca da bunun tek tek değil, bir spor salonu büyüklüğündeki atölyelere yerleştirilmiş yüzlerce tezgah başındaki genç kızın, elinde megafonu bulunan bir usta tarafından “sarı ilmek atılacak, at”, “çekiçlenecek, çekiçle”, “kırmızı ipliği at” gibi, tek elden yönetildiğini duymuş ve telaşlanmıştım.

    O sırada bir gezide, bir Anadolu kasabasında halı dokunan bir küçük atölyeyi ziyaret ederken, dokuyuculadan birinin henüz 8 aylık bebesini önüne bağladığını, her ilmek atışta bebenin gözleriyle renkleri takip ettiğini görünce şunu anlamıştım ki bu insanlarımızla kimse halıcılık konusunda rekabet edemez.

    İzmirli gençler, çocukluklarından itibaren girişimcilik kokan bir “klima” içinde büyürler. Bu, onların en büyük sermayesidir. Yeter ki yol gösterecek, onları başarısızlıklardan koruyabilecek kurumları kurabilelim…

    İşte bu kurum, Girişim Destekleme Ajansıdır. Kendi işini kurmak isteyen ama ne yapacağı, nasıl yapacağı konusunda çok net olmayan bir genç girişimciye nasıl gözlem yapılıp iş fikri üretebileceği, iş planını nasıl yapacağı, ilk kaynağı nasıl temin edebileceği ve üreteceği mal veya hizmeti nasıl pazarlayacağı hakkında gereken bilgileri sağlayan ve bazı küçük maddi katkılarda bulunabilen bir ajans İzmir’li gençlere yepyeni bir ufuk açaçaktır.

    Böyle bir ajansın nasıl kurulup işletileceği konusunda yeterli bilgi ve deneyim Türkiye’de mevcuttur. İhtiyaç olan, birilerinin ilk adımı atmalarıdır.

    Bu ilk adımı atacak olan kuruluşların adı, girişimcilik tarihimize yazılacaktır.

  • SOSYOLOJİK SİLAHLAR TEHDİT EDİYOR!

    Boğaziçi Üniversitesi profesörlerinden Ömer Saygın’ın “Dünyayı Tehdit eden Bomba” başlıklı bir makalesi, hızla artan Dünya nüfusunu konu alıyor.

    Her 39 yılda 2 katına çıkan Dünya nüfusunun yaratacağı çeşitli sorunlara dikkati çeken Prof. Saygın, sonuçta “bizi bizden başka sınırlayabilecek kimse yoktur” diyerek biraz ümitsiz de olsa bir çözüm yolu ile makalesini bitiriyor.

    Verilen sayılar gerçekten ürkütücüdür. Halen 200×200 metrelik bir parsele bir kişi düşen Dünya’mızda 80 yıl sonra 50×50 metreye 1 kişi düşer hale gelecektir. Karaların %25’inin kullanılabilir olduğu hesaba katılırsa 80 yıl sonra 25×25 metrelik bir alana sıkışacağız demektir.

    Konunun beslenme tarafı da ayrı bir sorundur. Halen, 6 milyar nüfusun bile 2 milyar’ının açlık çektiği dikkate alınırsa arazi yetmezliğinden çok daha önce “beslenme” sınırına dayanılacağı anlaşılacaktır.

    Bu hesaplar daima “ortalama” lara göre yapılır. Besinlerin, doğal kaynakların, su kaynaklarının daima eşit kullanıldığı varsayımıyla bulunan ortalamalar çevresindeki “istatistik dağılımlar”, gerçek paylaşımın göstergeleridir.

    İşte işin çözümü de buradadır: Nüfus bu hızla artmaya devam edecek, hatta bazı toplumlar içine düştükleri döngüleri kırabilmek için daha da hızlı çoğalmayı kendilerine amaç edinecekleri için “ortalama” nüfus artış hızı daha da artacaktır.

    Bu kalabalık içinde refah, belirli bir ortalamanın çevresinde bir istatistik dağılım gösterecek ve örneğin toplam nüfusun %90’ı kaynakların %10’unu tüketir durumdayken, %10’luk bir nüfus da kaynakların %90’ını tüketerek refah düzeylerini bugüne oranla daha da artırmış olacaklardır.

    %90’lık nüfus bu denli az kaynakla yaşayamayacağı için, tüm değerleri yozlaşaçak ve en temel gereksinimlerini karşılamak için en vahşi yöntemleri kullanmaktan çekinmeyen bir ilkellik içine düşeceklerdir. Bu kalabalık, içinde her türlü virüsün üremesine uygun bir ortamdır. Virüsler sosyolojik, hatta biyolojik olabilecektir.

    Bu dejenere toplumlar, bu tür virüslerin yaratacağı sorunlarla başa çıkamayacakları için, her defasında mesela yüzer milyon kişinin öleceği kitlesel ölümler kaçınılmaz olacaktır.

    Gelişmiş ülkeler bu toplumlara hiç bir yardımda bulunamayacaklardır. Somali örneği bunun somut bir kanıtıdır. Çünkü, iki grup toplumun değer ölçüleri o denli farklılaşmıştır ki, birisi için “iyi” olan diğeri için muhtemelen “kötü”, birisi için “güzel” olan diğeri için “çirkin” olmuştur.

    Nitekim, bu değer ölçüleri farklılaşması, gelişmiş ve geri kalmış toplumlar arasında, hatta aynı bir toplumun içindeki kesimler arasında halen de gözlenebilmektedir.

    Bu çağlar, nükleer ve biyolojik silahlardan daha acımasız bir tür olan “Sosyolojik Silahlar”ın yoğunlukla kullanıldığı çağlar olacaktır.

    %90’lık çoğunluğu oluşturan toplumların hepsinin ortak yanı, “sorun çözme kabiliyetleri”nin düşüklüğüdür. Bu toplumlar, herhangi nedenlerle karşılaştıkları sorunları çözemedikleri için, onları kendi kendilerine yok ettirmek isteyenler, sürekli olarak önlerine sorunlar koyacaklar, o toplumlar da bunları çözebilmek için varlarını yoklarını tüketeceklerdir.

    Çoğunluğu oluşturan gelişmemiş toplumlar sorunların kaynakları yerine görüntüleriyle boğuşacaklar ve böylece imkanlarını başka yönde kullanabilme şanslarını da kaybedeceklerdir.

    Bu tür toplumlar kötü beslenecekleri için zekaları da gerileyecek, ama zeka geriliği çok yaygın olacağı için yüksek bir değer olarak kabul edilecek, geri kalan azınlık ise aşağılanacak ve kimse tarafından ciddiye alınmayacaktır.

    Bu toplumlar, kendilerine uygun eğitim sistemleri de benimseyecekler, çoğunluğun akli düzeyine ve değer ölçülerine uygun -ki buna da demokrasi adını takacaklardır- bilgileri herkese belletmeye çalışacaklar ama onu da beceremeyip, bir sürü “ünvanlı cahil” üreteceklerdir.

    Özet olarak, %10’luk kesimin demokrasi, insan hakları, bilim gibi tüm yüksek değerleri, %90’lık kesim içinde aynı adda, fakat düşük düzeyli içeriklere kavuşacak, %10’luk kesim için refah ve mutluluk kaynağı olan değerler, %90’lık kesim için birer “birbirini yeme, hırpalama ve kaynak tüketme” aracı haline dönüşecektir.

    Gelişmiş toplumlar, -aynen yüzyıllardır yaptıkları gibi- bu tür toplumları izole etmek için çeşitli yöntemler kullanacaklar ve bu ilkel çoğunluğun birbirini yoketmesini sadece seyredeceklerdir. İşin acı yanı, bu sürecin doğal evrim sürecine de son derece uygun olmasıdır.

    “Sosyolojik Silahlar” aslında yeni değildir. Tarih boyunca, ister kendisi üretmiş ister başkalarınca yapay olarak üretilmiş olsun sosyolojik virüslerle başa çıkmayı becerebilmiş, yani sorun çözme kabiliyeti yüksek toplumlar varlıklarını sürdürebilmişler, gerisi ise yok olmuşlardır.

    Tarihçilerin büyük günahı daima “ne olduğu” ile ilgilenip “niçin olduğu”nu önemsememeleridir. Halbuki insanlık tarihi boyunca yok olan toplumlar, çeşitli “biçimler”de -ki işte tarihçiler onunla ilgilenir- yok olmuşlar, ama daima tek nedenle yok olmuşlardır: sorunlarını çözememek!

    Sosyolojik silahlar, iletişim devriminin küçülttüğü Dünya’mızda giderek daha yoğun olarak kullanılacaktır. Gelişmiş azınlığa refah ve mutluluk getiren iletişim devrimi, bu defa gelişmemiş çoğunluğa her zaman olduğu gibi yine mutsuzluk ve fakirlik getirecektir. Tabii ki kabahat iletişimde değil, onu (-) işaretle çarpıp kullanan gelişmemiş toplumlardadır.

    Hızlı nüfus artışı, dar kafalı insanlarımızın Türkiye’yi ayakta tutabilmek için buldukları aptalca bir çözümdür. Ama tehlikenin büyüğü, sorun çözme kabiliyetimizin düşüklüğünde ve bunun nedenlerini sorgulayamayışımızdadır.

    Toplumumuz, bütün güçlüklere karşın hala bir altın çağ yaşamaktadır. Henüz, gelişmiş toplumlardan izole edilip “kendi kendini bitirsin” kampına konulmamış, hala üzerinde testler yapılmaktadır.

    Bu resmi görebilirsek bir kampa, göremezsek “yok olacaklar” kampına yollanmak üzere!

    Pazar, 02 Temmuz 1995

  • TEMİZ TOPLUM

    Kirli işlerin, yapanlara bir çıkar sağladığı doğrudur. Ama, bu çıkarın ne kadar süre ve/ya toplumun ne kadarlık bir bölümü için geçerli olduğuna dikkat edilirse, bir kişi ya da gruba çıkar sağlayan bir kirliliğin, toplumun bütününe zarar verdiği ya da bir süre için sağlanan çıkarın sürekli olamadığı görülecektir.

    Bu gerçeğe karşın insanların kirli tutum ve davranışlara bu denli eğilimli olmalarının nedeni, toplumun bütünü ya da uzun vade yerine yalnızca kendini (veya küçük bir grubu) ve kısa vadeyi tercih edebilmesinden kaynaklanmaktadır.

    Toplum çıkarlarını zedelemek pahasına kendine çıkar sağlamak, ancak çıkarlarını -gerçek anlamda çıkar- gözetmesini bilmeyen toplumlarda mümkün olabilmektedir. Bu tür toplumlarda akıl değil bir çeşit orman kanunu egemenliği geçerlidir ve er ya da geç akıl egemenliği altındaki toplumlar tarafından topluca yutulmaktadırlar.

    Toplu çıkarlarını gözetmesini bilen, akılcılığı rehber edinmiş toplumlarda ise böyle bir çıkar çatışması’na (conflict of interest) izin verilmez. Çünkü oralarda kısa vadeli çıkarların uzun vadeli çıkarlara tercih edilmesinin akılcılıkla bağdaşmadığı öğrenilmiştir.

    Buna göre kirliliği, akılcılıktan uzaklaşma, temizliği de akılcılık olarak tanımlamak mümkündür. Temiz Toplum ise, akılcılığı egemen kılabilmiş toplum demektir.

    Pekiyi, toplumumuzu bu denli olumsuz etkileyen, onu maddi ve manevi olarak yozlaştıran kirliliklere yol açan akıldışılık nere(ler)den kaynaklanmaktadır?

    Sorunların büyük bir çoğunluğunun değişmez nedeni olan “dün de öyle olduğu için”, toplumumuzun akıldışı yaşam biçiminin bir nedenidir. Birey ve toplum davranışları da aynen mekanik sistemlerde olduğu gibi eylemsizlik (inertia) yani eski konumunu koruma içgüdüsüne sahiptir. Birşeyleri dün nasıl yapıyorsak -eğer güçlü bir değiştirici etki yoksa- bugün de aynı biçimde yaparız.

    Toplumumuz dün akıl yerine akıldışılığın etkisindeydi. Bugün, değişmesi için bir etken yoktur, dolayısıyla yine akıldışılık egemendir.

    Bir diğer neden, okul-aile-toplum üçlüsünce bireylere kazandırılan formasyonun, akılcılığı değil akıldışılığı yaratmakta oluşudur. Ancak bu üçlüden en etkin durumda olan okul’un, ilk ve orta öğretimde benimsemiş olduğu felsefe akıl yoluyla oluşturulmuş olmayıp, her dönemde ayrı fakat hepsi de yetersiz görüşteki siyasi kadroların egemenlik savaşı verdiği Milli Eğitim Bakanlığınca çizilir.

    Yüksek öğretimde ise artık iş işten geçmiş, temel formasyonunu akıldışı bir müfredatla almış olan öğrenciler, akıldışı ön eğitimli öğretmenler tarafından yine akıldışı bir müfredata zorlanırlar.

    Bireylerin formasyonlarını oluşturan üçlünün aile ayağı ise, bebeklikten itibaren yaratıcılığı törpüleyen, aklısıra çocuğu tehlikelerden koruyan ve kişiliğini geliştirmesine en büyük yardımcı olabilecek olan oyun’u aşağılayıp mümkün olan hallerde de yasaklayan bir tutum içindedir.

    Okul ve ailenin bu tutumu, ancak başkalarını taklid edebilen, kişiliği baskılanmış, daima korunma bekleyen (toplulumuzun hemen her kesiminin histerik korunma taleplerinin kaynağı budur), girişimciliği narkoz altında bir üçüncü ayak yani toplum yaratmış, o da ilk iki ayağı destekleyen kurumlar oluşturmuştur.

    Bu yapıdaki bir toplum, kendini yüceltebilecek sistemleri kuramamış ve halen de kuramamakta, önüne çıkan ya da çıkarılan sorunları kurcalama yoluyla çözmeye çalışmakta ve çözemeyip yüzüne gözüne bulaştırmaktadır.

    Doğal yaradılışı nedeniyle tehlikelerden sakınmak isteyen, tutunacak bir dal arayan bireyler ve onlardan oluşan toplum ise sürekli kurtarıcı arayışında, baba’lar, ana’lar ve bacı’ların eline düşmektedir.

    Akıldışılık, tanımı gereği büyük bir vakum yaratmıştır. Uzaydaki karadelik’lere benzer biçimdeki bu akılcılık vakumu, çevresinde her ne varsa yutmakta ve yutmagücü daha da artmaktadır.

    Bu karadelik içinde birşey hariç herşeye yer vardır: o da, akılcılık’tır !

    Şimdi bir kısım insanın “Refah geliyor!” yaygarası, sorunun kaynağının hala anlaşılmamış olduğunu gösteriyor.

    Gerçek tehlike, bu karadelik içinde örgütlenen etnik veya köktenci akımlar değil, akılcılığın gerçek anlamını kavrayamamış, dini de bütünüyle akıldışılık vakumuna itmiş olan, kravatlı, okumuş, çağdaş görünümlü ama kafasının içi gerçek örümcek ağlarıyla kaplı aydın bozuntularıdır.

    Temiz Toplum ancak bu acı gerçeğe korkmadan bakabildiğimiz gün yapılanmaya başlayabilir. Yoksa, evrenin büyük gücü, minicik Dünya’nın minicik bir coğrafyasında oluşmuş bulunan bu akıldışılığı, onu yok ederek temizleyecektir.

    İlahi gücün kirliliğe yani akıldışılığa tahammülü yoktur, olamaz.

  • TEMİZ TOPLUM – BİLGİ TOPLUMU!

    Masallardaki gibi bir dev toplumumuzun önüne çıkıp da, “dileyin benden ne dilersiniz?. Enflasyonu mu düşüreyim, trafik canavarını mı yok edeyim yoksa terörü mü durdurayım? Yoksa hepsini birden bir çırpıda halledivereyim mi?” dese, insanlarımızın kesinlikle bunları istemeyeceği bellidir. Daha doğrusu bir süredir bunları istemeyeceği, bunların yerine “temiz toplum” isteyeceği muhakkaktır

    Okuduğumuz masallardaki cin ve devlerin şakacı tiplerine ben pek rastlamamıştım. Ama bu çağdakilerin biraz şaka duygusu gelişmiş olacağından dolayı, “pekiyi madem öyle istiyorsunuz , o halde alın size temiz toplum” deyip hepimizi bir güzel şampuanlayıp yıkasa fena halde bozum olur, “sayın dev, biz temiz deyince bunu kastetmemiş, hırsızlık ve uğursuzluklardan arınmışlığı kastetmiştik, siz yanlış anladınız!” demek zorunda kalırdık.

    Şaka bir yana, yazarlarımız, politikacılarımız ve düşünürlerimiz -ki bununla yazar ve politikacılarımızın düşünmediği kastedilmiyor, lafın gelişi böyle kullanılıyor-, içtenliğine kuşku bulunmayan bir arzuyla, böyle bir arınmışlığı sağlayabilecek bir kişi, ama babayiğit bir kişi arayışı içindeler.

    Söylenenler yoluyla, karşı karşıya bulunduğumuz musibetin nasıl hayal edildiğini kestirmek mümkündür. Örneğin, “şu pislik örtbas edilmesin, nereye kadar gidiyorsa gitsin” denildiğine göre buradan anlaşılan, bu pisliğin, yalnızca belirli kişileri kapsayan “bir zincir” biçiminde hayal edildiğidir. Öyle bir zincir ki, dışındakilerle kesin olarak ayrı ve de bağlantısız.

    Uzmanlar, öğrenme denilen süreci bir deneme-yanılmalar dizisi olarak açıklamaktadır. Bu nedenle, musibetlerin bu biçimlerde açıklanmasını, toplumsal öğrenme sürecinin sağlıklı bir işleyişi saymak da mümkündür. Ancak, endişe verici olan, bu açıklamanın verdiği olağanüstü rahatlıktır.

    Büyük çoğunluk bu olaylarla kendisini ilgili saymamak eğilimindedir ama bundan pek de emin değildir. Yaşamının çeşitli kesitlerinde, isteyerek ya da olayların akışına diren(e)meyerek, bu tür olaylara küçük ya da büyük katkılarda bulunduğunu hissetmektedir. Ama, en güvenilir sayılması gereken ağızlardan, “bu iş bir zincirdir, sizinle ilgisi yoktur, biz zincirin ucunu çeke çeke gittiği yeri buluruz, siz müsterih olun!” hükmünü duyunca kuşkularının yersiz olduğunu düşünmektedir.

    Buna göre, bu sürecin bir öğrenmeye yönelmediği, giderek daha derin gerçekdışılıklara gebe olduğu söylenebilir. Temizlik yolunda bu tür arayışların, kendini kurtarıcı ilan edeceklere son derece uygun bir iklim oluşturduğu bellidir.

    Bilim eğlence ihtiyacından değil, olayların açıklanabilmesi arzusundan dolayı gelişmiştir. Bu basit gerçek, bize musibet mücadelesinde en sağlam yol göstericidir.

    Her bilim dalı, belirli bir alandaki olayları açıklayabilmek için o alanla ilgili bazı temel yasalar ortaya koymuş, sonra da o yasalara dayanarak olayları açıklayabilmiştir.

    Yıllardır karşılaştığımız, günümüzde giderek hızlanan (ya da medyanın daha çok farkına varılmasını sağladığı) olaylar, sokaktaki insan mantığıyla açıklanamaz.

    Birbirinden farklı gibi görünen çeşitli olayları birbirine bağlayabilmek için, toplumumuzun sorunlarının kompoze edilebileceği “sorun elementleri tablosu” kavramının öncelikle anlaşılması gerekmektedir. Bu tablo ve onu kullanarak çeşitli “sorun bileşimleri” üretimine “sorun kimyası” denilebilir*.

    Bu tablodaki sorun elementlerinin önem düzeyleri, bileşimine girecekleri sorunlara göre değişir (aynen madde kimyasında olduğu gibi). Ama bunlardan bir tanesi, diğerlerine göre daha önemlidir. Bu da, toplumumuzun “Sorun Çözme Kabiliyetinin Düşüklüğü”dür. Nitekim, bunca iyi eğitilmiş insanının bu olayları açıklayabilmek için doğru sorular soramaması, bu yetersizliği göstermektedir.

    Bilgi toplumu, sorunlarını çözmede bilgiyi kullanan ve bu nedenle de sorun çözme kabiliyeti yüksek toplumların adıdır. Bilgi toplumu hedefimiz, bu sorunlara bilgi tabanlı bakmayı gerektiriyor. Sorun Kimyası bunun için önemlidir.

    Pazar, 17 Kasım 1996

  • TEMİZ TOPLUM: GERÇEKTEN İSTİYOR MUYUZ?

    Zaman zaman ortaya çıkan yolsuzluk olaylarından sonra toplumumuzun çeşitli kesimleri “temiz toplum” istemlerini dile getirir, birkaç kişi ortaya çıkarılıp cezalandırılınca da unutur ve yeni yolsuzluğa kadar temiz toplum rafa kaldırılır.

    Bunun nedeni halkımızın gelgeç gönüllü olması değil, bu tür yolsuzlukları analiz etmesi gereken politikacı, bürokrat ve bilim adamlarının, yolsuzlukların magazin yanıyla uğraşmayı yeğlemeleri ya da bu analizi yapmadıkları veya yapamadıklarıdır. “Yolsuzluk” genel adı verilen olgulara yol açan nedenler iyi anlaşılmadığı ve onların üzerine niçin gidilemediği irdelenmediği sürece bunların önlenmesine imkan yoktur.

    Bu tür bir kapsamlı analiz, kuşkusuz bir tanımla başlamalıdır. “Yolsuzluk” nedir? Neler yolsuzluktur, yolsuzlukları belirli spesifikasyonlara sahip, az sayıda “kara insanlar”mı yapar yoksa “beyaz insanlar”da yolsuzluk yaparlar mı? Bunların sayısı ne kadardır?

    “Yolsuzluk”, en genel kapsamıyla, bir toplumun erdem değerlerine göre genel kabul görmüş yolların dışındaki yollarla çıkar sağlamaktır denilebilir.

    Bu tanımın yanısıra bir ilkenin de benimsenmesine gerek vardır. O da, yolsuzluklar arasında yapılabilecek küçük, büyük gibi ayrımların yapay olduğu, “büyük” denilebilecek yolsuzlukların ancak “küçük” yolsuzluklardan oluşan bir temel üzerinde ayakta durabileceğidir. “Küçük” ve “büyük” olarak nitelenebilecek yolsuzluklar arasında bir sınır çekilmeye kalkışıldığında, sınırın hemen iki tarafındaki olaylardan birinin yolsuzluklar diğerinin ise erdem küme’sine girmesi, kabul edilebilir bir haksızlık değildir. Toplumun, yolsuzlukları küçük, büyük, masum, iblisçe ve bu gibi sınıflara ayırmasının bir nedeni gündelik yaşamı kolaylaştırmak, bir diğeri ise kendi davranışlarını sürekli olarak erdem domeninde tutmak için gösterdiği özel çabanın sonucudur. Zaten dikkat edilirse, bu tanımlanan “küçük” ve “büyük”, herkes için aynı olmayıp, herkesin küçük ve büyüğü kendi bireysel “gereksinimlerine göre” (!) ve de sürekli olarak ayarlanmaktadır.

    İşte sorun bu noktada başlamaktadır. “Temiz toplum”u istediğinden, içtenliğinden zerre kadar dahi şüphe bulunmayan insanlarımızın büyük bir bölümü -yukarıdaki tanım ve ilke uyarınca- gırtlağına kadar küçük ya da büyük yolsuzlukların içine batmış, daha doğrusu yaşamı yolsuzluklara göre evrime uğramıştır.

    Bu can sıkıcı olguya karşı ileri sürülebilecek olan bir savunma, kişinin kendince “küçük” olarak nitelediği yolsuzlukların hemen herkes tarafından yapıldığı ve yine herkes tarafından yapılmazsa söz konusu kişi tarafından da yapılmayacağıdır. Bu, insanların kendi kendilerine geliştirdikleri düşük dozlu bir uyuşturucu olup gerçekle ilgisi yoktur. Herkesin birden hiçbir yolsuzluk yapmaması halinde yolsuzluktan vazgeçeceği vaadi, ya ahmakça ya da sinsice bir düşünce biçimidir. Demek ki bir kişi dahi yolsuzluk yapsa onu örnek olarak gösterip daha büyüklerini yapma iznini kendine verebilmek mümkün olacaktır.

    Evet, bu resim ürkütücüdür ve can sıkıcıdır. Dışımızda aradığımız yolsuzlukların ta içimizde bulunduğu, kolay yenilip yutulur bir lokma değildir.

    Atandığı görev yerini değiştirmek için aracı kullanan, bu aracılığı kabul eden, bu tür ayrıcalıklar yapıldığını bilip de kulağının üzerine yatanlardan, bir kuyrukta sırasına rıza göstermeyip bir biçimde öne geçenlere; başkaları ter döküp ders çalışırken, kolay yoldan kopya çekip bilgi hırsızlığı yapan öğrencilerden, yapamayacaklarını vaad edip güven ya da oy hırsızlığı yapan politikacılara; eksik tartı yapan esnafı, aracını kurallara aykırı süren şoförü, üzerine yazdığı bileşiminde ilaç yapmayan, ürettiği otomobilin çarpışma testlerini yapmayıp insanları ölüme mahkum eden ya da atıklarını doğaya boşaltan sanayicisi, bankasını soyan yöneticisi ve bu gibi irili ufaklı binlerce yolsuzluk sorumlusu olan bizler eğer gerçekten temiz toplum istiyorsak, yukarıdaki tanımı ve ilkeyi içimize sindirmek ve sonra da sessiz sedasız gereklerini yapmak zorundayız.

    Salı, 04 Ekim 1994

  • “PARTİ NEFERİ” POLİTİKACI TİPİNİ ARTIK BİTİRELİM!

    Geleneksel siyaset anlayışımıza sıkı sıkıya bağlı politikacılarımızın aşka geldiklerinde söyleyip büyük takdir topladıkları bir söz var: “ben partimin bir neferiyim!”..

    Her ne kadar “bir nefer” biraz tuhaf oluyorsa da (çünkü nef-er bir er demektir) zararı yoktur, çünkü artık Türkçe’yi bozuk kullanmak modadır.

    “Partimin neferi” biraz kurcalanınca altından, bizi bu günkü siyasi çıkmaza getiren anlayış kalıpları sırıtmaktadır.

    Bireyselliğin, üçüncü bin yılın başlıca değeri olmak yolunda ilerlenirken birileri hala kendilerini bir “grup” içinde kaybettirmeye çalışmaktadır.

    İkinci olarak, hiç olmazsa “partimiz” demek varken “partim” demek, “benim doğrularım partinin doğrularıdır, ben partiyim” gibisinden bir özdeşleştirme mesajı yayıyor.

    Üçüncü olarak ise “nefer” sözcüğü ile askerlik, körükörüne itaat, düşünmeden liderin yap dediğini yapmak mesajı iletiliyor.

    Artık bu anlayışı bitirmek, “ben parti neferi değilim” diyebilen insanlarla yürümek zorundayız. Artık parti liderinden farklı düşünen politikacılara, bunu içine sindirebilmiş liderlere, daha doğrusu kadrolara ihtiyacımız vardır.

    Türkeye tek lider, tek düşünce, nefer, itaat safsatalarını aşmak zorundadır. Türkiye bunu ya yapacak ya yapamayacaktır!

    Pazar, 17 Temmuz 1994

  • PEKİİİ UYGAR MIYIZ?

    “Becerikliyiz, girişimciyiz, çalışkanız. Pekiii ya uygar mıyız?”

    Bu sözler, vergisini doğru vermeyen bir toplumun uygar sayılamayacağını ima eden ve böylece insanların “aman vergi verelim, yoksa uygar olmazmışız” diyerek utanacağını uman Maliye Bakanlığımızın caddelere koyduğu ilanlardan alınmış bir cümledir.

    Birisi eline bir kalem alıp bu ilanın boş bir yerine; “biz uygar değiliz, ya verginin niçin toplanamadığını uygar yöntemlerle analiz etmek yerine ilanla vergi toplamaya kalkan sizler uygar mısınız?” diye yazsa acaba ne olurdu?

    Bu ilan kampanyasının maliyetinin 1-2 milyardan az olmadığı ve bu kampanyayı yürüten (ve belki de öneren) reklam şirketinin de bu “iş”ten çok mutlu olduğu kesindir. Bunun yerine, biraz aklı başında bir memura “Ardışık Sorma Metodu” gibi bir yöntemi öğretip 1 hafta kadar çalıştırarak “Niçin Vergi Toplanamıyor?” sorusunu analiz ettirmek çok daha `uygar’ bir tutum olurdu.

    Kamu kurumlarının ilan ve reklam yoluyla kamuoyuna açılması yurdumuzda bir süredir görülmektedir. Yerinde kullanılabildiği takdirde “kamuoyunun bilinçlendirilmesi” son derece yararlı bir yöntemdir. Ama bunun ön koşulu, çözülmek istenilen soruna yol açan nedenlerin bütünüyle belirlenmesi, herbiri için ayrı çözüm araç(lar)ı geliştirilmesi ve nihayet bunlar içinde kamuoyu bilinci eksiğinden doğan sorunlar varsa onlar için de bilinçlendirme yollarının (ilan, reklam vs) kullanılmasıdır.

    Bunları yapmak yerine, para kazanma yolu olarak siyasilere yakın görünüp “kamu pastasından tırtıklama” yapmaktan başka becerisi olmayan uyanık bazı reklamcıların, uyduruk ilanlarına bel bağlamak “uygarca” değildir.

    12 Mart müdahalesinden sonra vergi dairelerinin üzerine bazı vecizeler yazılmıştı. “İradesiyle kendini vergilendiren halk millettir” gibi sözlerin de amacı aynıydı: Halkı utandırıp vergi almak!.. O vecizeleri, daha doğrusu o yöntemi düşünen “beyin”leri hep merak etmişimdir. Bunlar gerçekten bu kadar saf mı yoksa vergi almamayı amaçlamış birileri var da vakit mi kazanmak istiyorlar diye.. Aynı hastalık belediyelerimizde de vardır. Kendi yapmaları gerekenleri vatandaştan ilanla isteyen bir çok belediye var.

    Bu olgu, toplumumuzu yerel ve merkezi ölçekte yöneten kadroların “sorun çözebilme kaabiliyetlerinin yetersizliği” konusunda ciddi bir kanıttır.

  • Piramit’in tabanında “Temiz Akıl” olmalı!

    Yurdumuzda Susurluk ile başlayıp ses kasetleriyle hız alan bir “Temiz Eller” olgusu sürüyor. Yaşamın bin türlü sıkıntısından bunalmış insanlarımız, bu olguyu herkesten fazla dikkatle izliyor. Çünkü, sıkıntılarının kaynağının kirlilik olduğunu biliyor ya da hissediyor ve bu nedenle de kirliliklerin ortaya çıkmasını, sıkıntılarını sona erdirecek bir kurtarıcı olarak değerlendiriyorlar.

    Bu beklenti yalnız sokaktaki insanlarca değil, toplum sorunlarıyla daha temelden ilgilenen -ya da ilgilenmek “durumunda” olan- insanlarımızca da paylaşılıyor, hatta onlarca oluşturuluyor.

    Acaba bu beklenti gerçekçi midir? Yani gerçekten, böylesine bir süreç sonunda toplum temizlenir mi? Bütün toplumsal eğrilikler -ya da en azından belli başlıları- ortadan kalkar, toplumumuz bir “temiz toplum” haline dönüşebilir mi?

    Bu soruya yanıt vermek için benimsenmesi gereken ilke, adına “melanet hiyerarşisi” denilebilecek bir olgudur.

    Bir kural olarak denilebilir ki, hiçbir yanlış, daha küçük yanlış(lar)ın üzerine oturmadan varolamaz (Tıklayınız).

    Bu basit kural iyi kullanılabilirse, en büyük sorunları dahi çözmede kullanılabilecek yararlı bir alet olabilir. Dahası, bu alet kullanılmadan hiçbir (ama hiçbir) sorun çözülemez.

    Hangi sorun çözülmek isteniliyorsa, o sorunun altında, o soruna taban oluşturan daha küçük sorun(lar)a, sonra da onların altlarındaki daha küçük sorunlara bakılmalıdır. Artık bütün dünya için bir düşünce biçimi haline gelen -ve içinden yeni ticari isimli yaklaşımları doğuran- Toplam Kalite’nin temel araçlarından biri olan “Kök Neden” kavramı da bunu söylemektedir.

    Böylece, küçük bir yetmezliğin, yanlışın, umursamazlığın üzerine hangi inanılmaz büyüklükteki sorunların inşa olabildiği düşünülüp çıkarılabilir.

    Temiz Toplum ideali de -aynen melanet hiyerarşisinde olduğu gibi-, daha basit -görünüşlü- “temizlikler”in üzerine oturur. Bunlardan birisi de “Temiz Akıl”dır.

    Tüm eylem ve tutumlarımızı şekillendiren “değer ölçülerimiz” olduğuna göre, bunların içinde zamanla oluşmuş virütik değerler’in ne gibi melanetleri doğrudan ürettiğini ya da onlara yataklık ettiğini görebilmeliyiz.

    Yüzlerce “temiz” değer ölçüsünden oluşan bir değerler sistemine sahip yarı-peygamber gibi bir kişinin bu değer kümesi içine sadece bir tane virütik değer karışsa -örneğin “bana ne” gibi-, bu kişi ve gibilerden oluşan toplumun nasıl yavaş yavaş kendini öldüreceğini artık net olarak görebilmeliyiz.

    Temiz toplum, değer ölçüleri içindeki virüslerin farkına varmış ve bunlardan arınma iradesini gösterebilen toplumların erişebilecekleri bir idealdir.

    5 Şubat 1999 (Rev, 03.11.18)

     

  • SAYGI’YA ÇAĞRI!

    Her alandaki özgürlüklerimizi giderek daha çok kullanır hale gelmek ne denli sevindiriciyse, bunları, sorumluluklarla dengelememek de o denli endişe verici olabilmektedir.

    Gündelik yaşamdakiler daha somut olarak görünmek üzere karşı karşıya bulunduğumuz birçok sorunun temelinde, özgürlük -sorumluluk dengesinin kurulamayışı yatmaktadır.

    Saygı olarak ifade edilen kavram için şöylece bir tanım benimsense, sorunların önemli bir bölümünün aslında saygısızlık’tan başkaca birşey olmadığı, halen karşı kefesi neredeyse boş durumda olan özgürlük – sorumluluk terazisinin, boş kefesine saygı’nın ilavesiyle dengeye gelebileceği kolayca görülecektir:

    “Saygı”, kendi davranışlarımızın sosyal ve fiziki çevremiz üzerindeki etkilerinin, dönerek kendimiz üzerinde yarattığı etkilerin farkında olarak davranmaktır. Yani, aslında kendimizi korumaya yönelik bir tutumdur.

    Birbirinin yerine kullanılmakla birlikte birbirlerinden farklı olan saygı, nezaket, kibarlık, incelik gibi kavramlar içinde saygı, hepsinden daha somut, daha çok sonuç yaratabilen bir tutumdur.

    Nezaket : Nazik (aslı nazük), Farsça sıfattır. İnce, terbiyeli, saygılı anlamında kullanılmaktadır.

    Kibarlık : Arapça sıfat olan kibar’dan türetilmiştir. Kebir (büyük) sözcüğünün çoğulu olup “büyükler” “ulular” anlamına gelir. (rical-i kibar = büyük adamlar)

    İncelik : Küçük davranışların dahi sonuçlarını düşünüp ona göre davranmaktır. Bir anlamda ince saygı denilebilir.

    Eğer toplumumuzu çevreleyen saygı iklimini biraz olsun iyiye yönlendirebilirsek, yasalar yoluyla çözümleyemediğimiz kimi sorunlarımızın ortadan kalktığını görebiliriz.

    Bunun için, yerel yönetimler başta olmak üzere, işi yönetim olan her birime -apartman, site, işyeri yönetimleri de dahil-, bir önerim var: sorumluluk alanı içinde bir Saygı Kampanyası düzenlemek ve bu yolla, yukarıda tanımlandığı anlamıyla saygı’nın çeşitli türevlerinin birbirinden farklı sanılan sorunların kaynağı olduğu bilincinin yaygınlaştırılması!

    Böylesine bir kampanya hangi ilkeler üzerine oturmalıdır? Saygı gibi soyut, ölçüye-biçiye gelmeyen bir kavram hangi yollarla yerleştirilebilir?

    Bu konularda her yönetim birimi kendi çözümlerini üretmelidir. Bir okulda, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde kullanılan şu ilkeler belki birçok birimde geçerli olabilir:

    • “Kibar fakat tavizsiz” tutumlar

    Kibar olabilmek için özgüven gerekir. Özgüven ise “yaptırım gücü”ne sahip olmakla mümkündür. Dikkat edilmesi gereken nokta, yaptırım gücünün kötüye kullanılmamasıdır.

    Buna göre, öğretmenlerin yetkilerini kullanmaları halinde bunun idarece hoş görülmeyeceği endişelerini silmek gerekir.

    • “Saygısızlık korkulardan doğar”

    Çocuklarımız çeşitli korkularla yüklüdürler. Öğretmenler ve özellikle rehberlik bölümü, toplu konferanslar ve/ya bireysel yardımlar yoluyla bunları azaltmaya çalışmalıdırlar.

    • “ Yüz defa söyleme, bir defa örnek ol!”

    “Saygı”nın önemli olduğuna ilişkin söyleneceklerin hemen hiç etkisi olmamaktadır. Buna göre, hemen her fırsat kullanılarak öğretmen ve idareciler örnek davranışlar sergilemelidirler.

    Sorunlarımızın kaynağındaki yapı taşlarından birisinin saygı eksiği olduğunu, saygısızlığın türevlerinin sosyal yaşamımızın her kesiminde ve de değişik görüntülerle ortaya çıktığını düşünenlerin dikkatine sunarım.

  • “SEÇKİN TAVIR AĞLARI”

    “Normal dağılım” adı verilen istatistik dağılım tipi niçin bu denli yaygındır?

    Bu kavram, bir diğer kavramla, “doğal denge” ile açıklanabilir. Doğadaki herhangi bir şey, uzun ya da kısa, ağır ya da hafif, bol ya da nadir mutlaka bir denge içinde olmalıdır. Daha da doğrusu, insanoğlu tarafından, özellik tanımlamak amacıyla yapılan tüm betimlemeler bu zorunluğu yaratmaktadır.

    Normal olarak doğada mevcut bir şey ne kısa ne de uzun; ne bol ne de nadir; ne akıllı ne de aptaldır. Bunların hepsi, somut ve soyut dünyayı algılamayı ve bu algılar üzerinde konuşabilmeyi kolaylaştırmak için insanlar tarafından yapılmış adlandırmalardır. Aslında her şey olduğu gibidir.

    Gündelik yaşamı kolaylaştırmak amacıyla yapılan adlandırmaların -hangi dilde olursa olsun- uyduğu bir genel kural, o şeyin diğer şeylerle karşılaştırılabilmesine imkan vermesidir. Bu durumda, ister ortalarda ister uçlardaki bir şeyi tanımlayan bir kavram, ister istemez çevresinde bir dağılım oluşacak bir “ortalama”yı doğurmaktadır.

    İyi, doğru ve güzel açısından insanoğlunun genel eğilimleri de normal dağılıma uymaktadır, daha doğrusu uymaması için bir neden bulunmamaktadır.

    İşte bu, toplum yaşamındaki bir karakteristiği ortaya çıkarmaktadır: “sıradan çoğunluk ve seçkin azınlık”!

    “Çoğunluk”, normal dağılımın ortalamasının sol ve sağındaki iki standart sapmalık alana tekabül eden toplam yaklaşık %94’lük kesimdir. Geriye ise iki ayrı kesim kalmaktadır: Ortalamanın en altındaki %3’lük “musibet” kesim ile, ortalamanın en üstündeki %3’lük “seçkin” kesim! Toplum sorunları ile uğraşanlar, bu iki kesime de dikkat etmelidirler.

    Bu yargının bir yanılgıya yol açmaması bakımından bir noktanın açıklığa kavuşturulması gerekir: burada sözü edilen “ortalama”, “üst”, “alt” gibi deyimler kişiler için değil, kişilerin tavırları için kullanılmaktadır. Herkes tarafından “aşağı” görülen bir kişinin pekala bir “seçkin” tavrı -ya da tavırları- olabileceği gibi, herkesin saygın olarak nitelediği bir kişinin de “musibet” bir tavrı -ya da tavırları- olabilir.

    Medeniyet normlarına daha yakın -ya da onları belirleyen- toplumlarda bu iki tavır grubu da özel muamele görürler. Toplum bütün kurumlarıyla musibet tavırların üzerlerine giderken, seçkin tavır sahipleri de önemli görevler üstlenirler ve bir bakıma toplumu, medeniyet normlarına doğru çekerler.

    “Çoğunlukçu”dan “çoğulcu” demokrasiye geçememiş toplumlarda ise “sıradan çoğunluk” herşeye hakimdir.

    Ülkemizdeki durum da böyledir. Hemen her kurum, sıradan çoğunluğun yarattığı uygun ortam ve %3’lük “musibet” kesimin mühendisliği altında işlemektedir. Her yıl trafikte ölen binlerce kişi, bu olgunun en somut örneğidir. Bu mekanizma yalnız trafik için değil tüm toplum kurumları için geçerlidir ve tümü birden bir “ölümcül sarmal” oluşturmaktadır. Bugüne kadar tarihte bu sarmalın yok ettiği çok toplum vardır.

    Bundan kurtulmak mümkün müdür? Hayır ve evet!

    Hayır, eğer sıradan çoğunluğun vazettiği normlara mahkum olmayı sürdürürsek.

    Evet, her konudaki elit tavır ve tutum sahipleri -ki bunların zengin, iyi eğitimli, kendini beğenmiş tavırlı kişiler olmadığına, toplumun her kesiminde bu tür tavır sahipleri bulunabileceği yukarıda da vurgulanmıştı-, adına “seçkin tavır ağları” diyebileceğimiz birbirleriyle dayanışma içinde olabilecekleri yapılanmaları kurmak zorunda oldukları idrakine ve de becerisine sahip olabilirlerse!

    Seçim bizim, sonuçlar bizim!

    Mayıs 12, 2004