-
Tem 02 2014 Yargıları askıya almak: İyi de nereye kadar?
Özellikle günümüz dünyasının kargaşa ortamına uzaktan baktığımızda görünen büyük resim, çatışmaların büyük çoğunluğunun tek sebepten kaynaklandığını ve bu çatışmalarda üste çıkmak için pek az sayıda “araç” kullanıldığını gösteriyor.
Başlıca çatışma kaynağı..
En altta yaşamını sürdürmek, üst üste katmanların tepesinde ise potansiyellerini gerçekleştirmek yer alacak şekilde bir ihtiyaçlar piramiti (tıklayınız).
Piramitin her katmanındaki her bir ihtiyaç, bir miktar “yoğunlaşmış enerji formuna”na (güneş ışını, bitki, odun, kömür, petrol, gaz gibi) ihtiyaç gösteriyor. Daha da yoğunlaşmış formlar (eşya, canlılar, bilgi gibi) yine birer enerji türü.
İnsan –yapısı gereği- durmaksızın bu piramitin tepesine tırmanmaya çalışırken (yani daha az zahmet daha çok konfor) sürekli olarak enerjiye[1] ihtiyaç duyuyor; duyuyor ama, her nedret ürünü gibi enerji de (çeşitli formları) bol bulama bulunmadığı için, süreç ister istemez sahip olan birilerinden güzellik, hile ya da zorla almaya dönüşüyor. Çatışmaların bir kaynağı bu.
Diğer çatışma kaynağı ise, yine gereksinilen enerjinin kapışılmasındaki dağılım eşitsizliği. Örneğin birisi pirzola, diğeri ise kuru ekmek yiyen kişiler, kesimler, toplumlar çatışmaların bu ikinci kaynağını oluşturuyor.
Bu iki (aslında tek) çatışma kaynağı, milyonlarca insanın birbirine değişik isimler altında uygulayageldiği kırımların özünü oluşturuyor. Sürekli aşağıladığımız hayvanlar ise insan türüne göre meselenin temelini daha iyi kavradıkları için, bu mücadelenin sınırını birinci basamak ihtiyaçla sınırlı tutma bilgeliğini gösteriyorlar ve çatışmaların çapını çok medeni düzeyde tutuyorlar.
İnsanlar muhtemelen kıskançlık nedeniyle bu medeni tutumu “hayvanca” şeklinde niteliyorlar. Keşke bizler de hayvanca davranabilseydik!
Başlangıçta çatışmaların bir kaynağı olmasa da, uzunca süren çatışmaların kendini sürdürmek gibi bir de yan etkisi olabiliyor. Çatışmanın bizzat kendisi, çatışmanın devamı için bir neden olmaya başlıyor. Bu geri-besleme olgusu, uzun süre savaşan askerlerin, savaş bittikten sonra barış dönemine uyum sağlayamaması şeklinde kendini gösteriyor.
Kullanılan başlıca araçlar..
Birbirleriyle ilgisiz gibi görünen onca çatışma türünün aynı bir kaynaktan türemiş olması kadar şaşırtıcı olabilecek bir diğer konu da, bu çatışmalarda kullanılan araçların azlığıdır.
Piramite tırmandıkça ortaya çıkan ihtiyaçları gidermek için çatışanlar, güzellikle (yani ticaret) ve/ya hile ile (yani akılsızlığın sömürüsü) ve/ya zorla (yani terör, iç savaş, savaş) yollarını kullanıyorlar.
Başlıca üç grupta sayılsa da çeşitli kılıklar altında ortaya çıkabilen çatışma araçları ise, o pek güvendiğimiz aklımızın bir özelliğinden yararlanıyor: Kolay yargı!
Kitle hareketlerinin ortak özelliklerinin başında gelenin, bir yargıya kolayca ve kesinlikle teslim olma hali olduğu, Eric Hoffer’in Kesin İnançlılar adlı kitabında, gerçek hayattan alınmış çarpıcı örneklerle açıklanıyor.
Kolay yargı sorunu (hastalık dememek için), herhangi bir öğretinin maksimlerini merak edip sorgulamadan kabul etmek, ona “inanmak”, sorgulanmasına rıza göstermemek anlamına geliyor.
Tüm radikal grupların vazgeçilmez ihtiyacı: Kolay yargılı insan malzemesi..
Her nerede bir radikal hareket varsa orada mutlaka sorgulamayan (kolay yargılı) insan malzemesi olmalıdır. O hareket içinde niçin yer aldığını, kendisinden yapması istenilenleri niçin yapması gerektiğini sorgulayan insanlardan bir radikal grup oluşturulabilir mi?
Radikal hareketler günümüz dünyasını cehenneme çevirdiğine göre, öncelikle doğası anlaşılmak gereken olgu, kolay yargının nasıl oluşup yaygınlaşabildiği değil midir? Öyle ise, nasıl oluyor da dünyada radikal hareketlerle mücadele adına, onun “kolay yargılı insan” malzemesinin oluşumunu destekleyen unsurları anlamak için bir girişim yoktur?
Türkiye özelinde, sürekli olarak radikal eğilimlerin güçlenmesinden yakınan ve yeni Atatürk’lere umut bağlamış kesimler nasıl olup da bu eğilimlerin kökündeki sorgulama tembelliğinin yarattığı kolay yargı tümörünü görmezden gelirler?
Örneğin demokrasi ya da din..
Örneğin demokrasi öğretisi sorgulanmayıp bir inanca dönüştürülürse, onu oluşturan yapı taşının “birey” olduğu, birey’in temel özelliklerinin ise “yaşam tercihlerini ve de sorunlarının çözümünü başkalarının iradesine bırakmamak” olduğu kolayca atlanıp, seçimden seçime oy vermek gibi bir düzeye indirgenebilir. İradesini ipotek etmiş kişilerden oluşan toplumların ise demokrasi adı altında nerelere sürükleneceği ise çok yaşanmış trajediler değil mi?
Bu arada işaret edilmesi gereken bir nokta, sorgulamak deyimiyle kastedilenin, bir öğreti (ya da ilkeyi) gözden düşürmek amacına yönelik eylemler olmadığı; tam aksine, ancak sorgulanmış söylemlerin “daha inanılabilir” hale geleceğidir.
Demokrasi ile benzer bir sorgulanamazlık din kurumu için de geçerlidir. Genel söylem, din kurumunun –özellikle de imân’ın- sorgulamaya kapalı olduğudur. Sokaktaki çoğunluk dini söylemleri –arzu etse dahi- sorgulamayabilir. Ama acaba, düşünmekten korkmayan, inandığı doğruları kaybedebileceği korkusu taşımayanların durumu nedir?
Askıya alınmış yargı kavramı..
Bu kavram basit ama son derece yaratıcı bir buluştur denilebilir. Çünkü, dogmatik yargıların sorgulanması karşısındaki en önemli engel durumundaki sorgulanan yargıya duyulan saygı ve inancın sorgulama sürecinden zarar göreceği şeklindeki korku, dogmatik yargı bir süreliğine askıya alınarak aşılabilir; askıya alınan yargı ise, sorgulama sonunda tekrar “askıdan” indirilir.
Bir yargının askıya alınması somut olarak ne demek?
Herhangi bir yargı aslında, bir bilgi, bir tahmin, bir içe doğuş ve benzeri kaynaklı bir “ikna oluş”tur ve temelinde, bu kaynaklara duyulan güven ve o güvenin yarattığı rahatlık yer almaktadır. Rahatlık, sürekli olarak kendini genişletmek eğiliminde olduğu için, zamanla yargının çevresi, hiç de ikna olmaya yeterli olmayan bilgi, tahmin vb ile dolup genişlemeye başlar.
İşte askıya alma, kısa bir süreliğine bu rahatlıktan vazgeçmek ve öylece oluşan boşluğa merak ve endişe karışımı olarak kendini gösteren bir duygunun dolmasına izin vermektir. Bu esnada, sorular sorarak, rahatlık yaratan tüm öğelerin dayanakları sorgulanır ve dayanaksız görülenler ayıklanır. Bu süreç bir defa deneyimlendikten sonra, yargı özü zaman içinde tekrar sorgulanarak güvenilirliği artar.
Nitekim, çoklukla sorgulanamaz olarak kabul edilen “imân”ın, taklidî ve tahkikî olmak üzere ikiye ayrılmış ve de makbûl olanın tahkikî imân[2] olarak belirlenmiş olmasının nedeni de budur.
Yüzde 99’unun Müslüman olduğu sürekli tekrarlanan toplumumuzda, inancın özünü oluşturan imân tahkikinin hiç konu edilmeyişi; buna karşı onlarca medya kanalında yüzlerce din uzmanının binlerce ayrıntı öğüdü vermesi acaba meraksızlığın mı, cehaletin mi yoksa bilmediğimiz bir başka eğilimin mi işaretidir?
Neye ve de niçin imân ettiğini tahkik etmeyi önemsemeyen, ama bir yandan da toplumu inanan-inanmayan diye kutuplaştıran söylemler karşısında IŞİD ya da onlarca benzeri söylem ve eylem ayıplanabilir mi?
Kutuplaşmalar için önlem olabilir(mi?)
Yargıların askıya alınarak, onları çevreleyen “özle ilgili olmayan” bölümlerinden ayrılıp daha yoğun birer öz haline getirilmeleri, sadece dinî bağlamda değil birçok alanda kutuplaşmaları önleyebilecek bir yöntem[3] olarak kullanılabilir. Çünkü sıklıkla gözlendiği gibi kutuplaşmalar, sorgulanmadığı için çevresi genişlemiş kavramlar yoluyla doğmaktadır.
Dinî bağlamdaki mezhepler nasıl ki çevresi özle ilgisi olmayan ayrıntıların “inanç” kapsamı içine girmesiyle doğduysa, benzer şekilde işçi-işveren, genç-yaşlı, Türk-Kürt, iktidar-muhalefet, sağ-sol gibi kutuplaşmış alanlar da özle ilgisi olmayan ayrıntıların geniş birer “inanç” alanı oluşturmasıyla ortaya çıkmışlardır. Bu yargılar askıya alınıp sorgulamaya tabi tutulabilseydi, birbirleriyle neredeyse ortak yanı bulunmadığı düşünülen kutuplaştırıcı yargıların çerçevesi çok daralabilirdi ve halâ daralabilir.
Giderek kaosa dönmekte olan sınırlarımızın ötesi için endişelenmek ya da hiç endişelenmemek yerine, askıya alınacak yargılarımızın –bireysel, kesimsel ve toplumsal olarak- neler olduğunu düşünmek hem bilimin hem inancın bir vazgeçilmezi değil midir?
2 Temmuz 2014 Çarşamba
[2] Bkz. Tahkiki İman, https://bit.ly/37Xi22M
[3] Buna günümüz Türkçesiyle “sorgulanmış (tahkikî) kavramlar” denilebilir.
-
Kas 24 2013 Görsel Not Tutma (Visual Note Taking)
Eğitimin başlıca amaçlarından birisi de kendini doğru ifade edebilme ve ifade edilenleri doğru anlayabilme becerisi kazanmaktır denilebilir. Hattâ denilebilir ki tüm dersler, değişik alanlara özgü ifade yöntemleri’dir.
– Coğrafya, “yer” ile ilgili bilgileri harita, fotoğraf, grafik, yazı, söz vb araçlar ile,
– Tarih, “geçmiş” ile ilgili bilgileri yukarıdakilere ek olarak kronoloji şeritleri ile,
– Matematik, “sayı ve şekiller” ile bilgiler için özel notasyonlarla,
– Ve birden çok alan ile ilgili “olayları” ifade etmek için özel olarak geliştirilmiş araçlar [1] kullanılıyor.
Bunların hepsi aslında heyecan verici buluşlar, ama öğrencilerin derslerde not tutmalarını kolaylaştırmak için geliştirilmiş bir tanesi daha da ilginçtir: Cornell not tutma sistemi (bkz. http://bit.ly/9NcDI). Üstelik de bu konuda yapılmış birçok araştırma [2] var.
Öğrencilik yıllarında, bir yandan dersi dinleyip bir yandan not tutmanın en riskli yanının, aynı anda bu ikisinin yeterince dikkat yoğunlaştırmaya izin vermeyişi olduğunu deneyimlemeyen pek kimse yoktur.
https://www.youtube.com/watch?v=3tJPeumHNLY adresinde Rachel Smith, konuşmasının 1’45”nci dakikasında “bir bütün olarak ve tam olarak dikkatini vermek”ten söz ediyor ve ardından, yaşamını “dikkat verme” yoluyla nasıl kazanmakta olduğunu anlatırken “dikkatini vermek” kavramına dikkat çekiyor.
Rachel Smith’in her iki sunumu:
- Görsel Not Tutma tekniğinin ne kadar bir hızla yaygınlaştığını,
- İnsanların –genç, yaşlı, çocuk, amir, memur- çeşitli seminerlerde bu tekniği öğrenmek için nasıl çaba harcadıklarını, dolayısıyla da nasıl devasa bir pazar oluştuğunu,
- Bizim bütün bunları ancak mal ve hizmet ürünlerinin içine gömülü biçimde satın aldığımızı ve
- Satın alırken de bunları üretenlere değer transfer ettiğimizi [3] (ve bu arada da sömürülüyoruz diye bağrışmakta olduğumuzu)
anlatıyor. Özellikle de o son derece mütevazı edasıyla, yaptığı işin sadece “dikkatini vermek” olduğunu, bu kavramdan nasıl yepyeni işler (istihdam anlamında) doğduğunu izlemek ilham vericidir.
Çocuklarımızı yetiştirirken yabancı dil öğrenme konusundaki çabalarımızı yöneltmemiz gereken esas yönün, “kendini ifade etme ve ifade edilenleri anlama” konusundaki çeşitli araçları öğrenme / keşfetme / gerekirse icadetme olduğu bir kere daha net olarak görünüyor.
Torunlarımızı, “yarınlarda bu keskin rekabet içinde nasıl iş bulacaklar” endişesi ile, önünde kuyruklar oluşacak işlerden pay kapmaya zorlamak yerine, bu yüzyılın yeni iş alanlarının başlarında gelen bu ve benzeri alanlara yönlendirebilmeliyiz.
Türkiye’de eğitim adına yaptığımız –büyük çoğunluğu eğitimle değil ideolojilerle ilgili- tartışmalarda hiç adı geçmeyen ve dünyaya yayılan Cornell Not Tutma Sistemi de, daha iyi eğitim kavramının temel taşının kendini daha iyi ifade etmek ve ifade edilenleri daha iyi anlamak olduğunu gösteriyor.
Resimlerle (görsel) düşünme (visual thinking)
Sözü getirmek istediğim yer sadece okullarla ilgili değildir. Her ne kadar okullar kendini ifade etme becerisinin kazanıldığı yerler olsa da, yaşamın bütünü bu kavram çevresinde akıyor. Edindiği deneyimleri başkalarıyla paylaşmak isteyen bir kişi bunu çeşitli yollarla yaparken aslında esas yaptığı “kendini ifade”den başka bir şey değildir; ister bilimsel makale, ister roman, ister gazetede köşe yazısı ya da bunların TV’deki karşılıklarıyla uğraşsın..
İnternette yüzlerce konunun her birisinde farklı konularda kendini ifade etmek isteyen ve her biri kendi alanında uzman sayılan kişilere ait film klipleri [4] var.
Bunlar ve diğerleri, görsel öğrenme (visual learning) denilen bir “KEndini Daha etkili İfade etme” (kısaca KEDİ 😊) teknolojisi oluşturmuş durumda.
KEDİ’nin niçin bu denli etkili olabildiği ve dünyada bu denli hızla yayıldığı düşünülünce şu görülüyor: Kişilerin kendilerini ifadeleri sırasında, değer iletişimi [5] (value communication) ilkesinin ne kadar farkında olduklarına bağlı olarak %10 ila %95 arasında “dolgu malzemesi” kullanılıyor. Tabii ki her dolgu birimi (sözcükler), dinleyeni / izleyeni bir ölçüde odak dışına itiyor; hatta çoğu zaman savrulduğu o odak dışı alandan çıkamıyor ve sonunda hiçbir şey anlamıyor.
İşte, sesli anlatımın üzerine bindirilmiş grafik görseller bu dolguları büyük ölçüde sildiği için, bir çeşit esas anlatım rotasında tutan jiroskop işlevi görüyor.
Şimdi bunlara dayanarak bir kehanet üretilebilir.
Bundan sonra:
1. İşlerini, kendini sözel olarak ifade ederek yapan:
1.1. Politikacılar,
a. Meclis kürsüsünde konuşan parlamenterler,
b. Açık hava toplantılarında meydan nutku verenler,
c. Basın toplantısı yapanlar vbg1.2. STK mensupları
1.3. Camilerde (vaaz, hutbeler)
1.4. Eğitimde
a. Okullarda
b. Askeri eğitimde (özellikle düşük eğitim düzeyindeki kişilerin kışla eğitiminde)
2. Reklamcılar: (açıklamaya gerek yok)
3. Ticaret erbabı: Pazarlamada (hatta kapıdan kapıya pazarlamada dahi kullanılabilir)
4. Kamu yönetiminde:
4.1. Kamu spotlarında
4.2. Kamu görevlilerinin eğitiminde5. Bir beyin fırtınasında üretilebilecek yüze yakın diğer kullanım alanlarında KEDİ’nin çok yaygın kullanılacağı görünüyor. Görsel Not Tutma ile ilgili kaynakçalarin [6] incelenmesi konunun geldiği boyutları açıkça gösteriyor.
Bu yaygınlık, şimdilerde iş yaşamına da atlamış durumda. Görsel kolaylaştırıcılık (visual facilitation) adı verilen bir meslek, “dikkatini vermeyi”, “bir toplantı sırasındaki tartışmalar içinden anahtar ifadeleri seçmeyi”, “o ifadeleri, kendi grafik arşivi içindekiler yoluyla çizmeyi” ve bunları toplantı katılımcılarına göstererek, nereye gittiklerini bilmelerini” sağlıyor.
Bu teknolojiyi öğrenmemiz gerekiyor..
Kız ve erkek öğrenciler birlikte eğitilirken ne gibi sakıncaların doğabileceğine kafa yoran insanlarımız, bu mesainin küçük bir bölümünü de, bu küçücük dünyamızın dışındaki her cinsiyetten, her yaştan, her meslekten insanın, bulabildiği imkanlarla bu teknolojiyi öğrenmeye çalıştığını; bir yandan da bu alanda yetişmekte olan kişilerin, seminer, webinar, kurs, konferans, makale vd yollarla bildiklerini aktardıklarına ilgi göstermeliler.
24 Kasım 2013
[1] Örneğin http://bit.ly/18yu7nH, http://bit.ly/2xhuhB
[2] http://bit.ly/9NcDI adresindeki sayfanın altındaki referanslar işin ne denli ciddiye alındığını gösteriyor.
[3] Değer transferi hakkında bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/deger-transferi
[4] Birkaç örnek için bkz. https://unanimous.ai/, https://bit.ly/43o5h9f, https://bit.ly/3OXnS7G, https://youtu.be/k2-fWhkGQl0
[6] Çeşitli konularda bilgi edinmek / araştırma yapmak isteyen kişilerin ilk gereksindikleri şey, o alandaki birikimleri incelemektir. Bu ise bilimin vazgeçilmez öğesi demek olan “kaynakça”dır. Ülkemizde ilk kaynakça çalışmalarını yapan Katip Çelebi’den (1609-1657) sonra ilk defa bu konuya eğilen kişi Bülent Ağaoğlu’dur. Söz konusu adresteki kaynakça da kendisince yapılmıştır.
-
Tem 19 2013 Taksim Gezi Parkı olaylarının nedenlerinin irdelenmesi
Taksim Gezi Parkı olaylarının nedenleri ve sonuçlarını irdeleme amaçlı sanal beyin fırtınasının (e-BF) süzülmüş sonuçları.. (Rev 3.0 – 16.07.2013)
ÖZET
Gezi Parkı olayları ilk defa karşılaşılan bir toplumsal olay gibi görünse de, aslında çeşitli kisveler altında çok sık olarak ortaya çıkan bir durumdur. Şablon’un aşamaları şöyledir:
(1) Biz bir sorun yaratırız ya da önümüze bir sorun konulur ,
(2) Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK) yetmezliği nedeniyle sorunu çözemeyiz,
(3) Yurt içi ve dışındaki çeşitli niyet sahipleri bu çözüm yetmezliğini kullanarak sorunu derinleştirir ve kendi amaçlarına katkı sağlamaya çalışırlar –ki bu süreç yerçekimi kadar doğal sayılmalıdır-,
(4) Bu sürecin doğallığını ve temel nedenin Sorun Çözme Kabiliyeti’mizin yetersizliği gerçeğini reddedip, iç ve dış düşmanlarımızın komplo kurduğunu iddia eder, onları aşağılar, cezalandırırız,
(5) Böylece, evvelce karşımızda olmayanları da kendimize muhalif hale getiririz,
(6) Sorun Kimyası uyarınca yeni sorunlar üremeye başlar,
(7) GİT (2)
Bu 7 adımlı şablon UEFA’nın şike konusundaki kararına, Suriye ile düşman hale gelmemize ya da Gezi Parkı’ndaki demokratik tepki başlangıcını yönetmekteki zaafiyete uygulandığında şaşmaz biçimde benzer şekilde işlemiştir.
Gezi Parkı protestolarının da durup dururken ortaya çıkmadığı, bir dizi SÇK yetmezliğinin sonucunda ortaya çıktığı bu belgedeki ortak akla dayalı incelemede net olarak görülmektedir.
Gezi Parkı olayları, genelde aşağılama, özelde cumhuriyet değerlerinin aşağılanması, din-mezhep temelli ayrımcılık, yaşam tarzına müdahale, tek adam temelli otoriter yönetim ve polis şiddetinin, birikmiş rahatsızlıklar’la birleşmesiyle oluşmuş, meşruiyeti sağlam bir taşıyıcı üzerine binmesi kaçınılmaz olan iç ve dış niyetlerin açık ve/ya örtülü bileşiminden ibarettir.
Bu olgunun nedenleri iyi anlaşılırsa, çoğunluk egemenliğinden çoğulcu demokrasiye geçiş için bir kazanım olarak değerlendirilebilir. Aksi halde sorunun giderek derinleşeceğinden kuşku duyulmamalıdır. Çünkü yukarıdaki şablon bir doğa kuralı kadar hatasız işlemektedir.
GİRİŞ
Doğruların neler olduğu koşullara bağlı ise de, bir dizi koşul altındaki doğrulara erişmek için iyi yollardan birisi de, “analiz edilmek isenilen konuyu, onu iyi ifade edebilen sorulara çevirmek, sonra da bu sorulara ortak akılla cevap arayabilmektir” denilebilir.
Bu yaklaşıma göre Taksim Gezi Parkı olayları için aşağıdaki üç soru ve bir de bunlarca kapsanmayan diğer cevaplar için dört başlık oluşturulmuştur. Bunlar:
- SORU 1) Bu toplumsal hareketi oluşturan birbiriyle etkileşim içindeki nedenler arasında, bütün resmi etkileyen “en doğurgan birkaç neden” sizce nelerdir?
- SORU 2) Farklı değer yargılarına sahip kesimlerin birlikte barışık yaşayabilmeleri için, sizce en önemli ortak değer ne olmalı?
- SORU 3) Çoğulcu (plüralist) demokrasi, erişilmek istenen bir hedef ise, bu süreç içinde hükûmetlerin rolünü en iyi açıklayabilecek yol gösterici ilke sizce ne olmalı?
- Ilk 3 soru tarafından kapsanmadığı düşünülen fikirler.
Bu sorulara verilebilecek cevapların farklı yer ve zamanlarda, birbirleriyle etkileşmeksizin oluşturulması yerine, kalabalıkça bir grubun, internet üzerinden on-line olarak ve bir beyin fırtınası (e-BF) şeklinde yapılması yoluna gidilmiştir. Bu amaçla:
- Toplam yaklaşık 180 kişiye katılım çağrısı yapıldı (tüm BN üye ve gönüllüleri ile, onların referansları ile çağrılanlar).
- Davet edilen 137 kişiden (yanlış e-posta adresi, seyahat, yönteme yabancılık, kişisel neden vbg) çeşitli nedenlerle cevap alınamadı; 41 kişi katılacağını teyit etti ve teyit edenlerden de 25 kişi 20 Haziran’daki e-BF’ye fiilen katıldı.
- Katılımcılar İstanbul, Yalova, Ankara, İzmir, Trabzon, Washington DC ve Colorado’dan on-line olarak katıldılar. 3 saat süren e-BF sırasında yukarıdaki sorulara toplam 827 cevap ürettiler.
- Çalışmadan beklenen yararlardan birisi de değişik yerlerdeki çok sayıda katılımcının etkileşimli olarak, hatta zaman zaman chat yaparak çeşitli sorunların çözümü için fikir üretebilmeleri oldu.
Beyin fırtınalarında üretilen fikirlerin önce gruplandırılmaları, sonra da süzülmeleri nesnel bir süreç değildir. Gruplama ve süzmeyi yapacak, sonra da bunları yorumlayacak kişi sayısı kadar farklı sonuç elde edilebilir. Aşağıdaki sonuçlar incelenirken bu özellik dikkatten kaçırılmamalıdır.
Tek doğru tuzağından kaçınabilmek için, e-BF sonunda üretilen 827 fikir aynen tüm katılımcıların bilgisayarlarına indirilebilmiştir. Böylece, her katılımcı kendi ölçütlerine göre süzme yapıp sonuçlar çıkarabilir.
Bu raporda yazılanlar, sorulan üç soru ile bunlarca kapsanmayan konulardaki cevap ve fikirler içinden, “soruya en çok katkı yaptığı değerlendirilenler”in moderatör görüşleri ile birleşimleridir. Bunların salt moderatör görüşleri olmadığına özellikle dikkat edilmelidir.
Özet olarak, sonuçlar birkaç bakımdan ümit vericidir. Birincisi, bundan böyle yapılabilecek ortak akıl çalışmaları için etkili bir yöntem denenmiş ve işlerliği görülmüştür. İkinci olarak ise, önemli bir konuda, tek yönlü bakış açıları yerine akla gelebilecek tüm yönler irdelenmiştir. Yeni bir e-BF için, daha iyi hazırlık yapılması, yöntem yabancılığını aşabilecek bilgilendirmelerin yapılması gibi öğrenme kazanımları da unutulmamalıdır.
AÇIKLAYICI NOTLAR
(1) e-BF sonuçlar için siyah ve URL adresleri için ise alt çizgilimavi font kullanılmıştır.
(2) Gerek gruplandırmalar, gerek moderatör katkıları ve gerekse katılımcı yorumları tamamen kişisel görüşleri yansıtmakta olup, başka kişileri ve kurumları bağlamaz. Aynı belge üzerinde farklı kişiler farklı gruplamalar ve farklı yorumlar yapabilirlerdi.
(3) Sayfa düzeni açısından seçilen font Cambria 11 punto olup, kolay okuma için sayfa %150 gibi bir büyütme ile görüntülenebilir.
(4) Rapor MS WORD ve PDF olmak üzere iki ayrı formatta düzenlenmiştir. Doğrudan yazılmış URL adreslerine tıklanmasında sorun yoktur; ancak söcüklere bağlı URL adresleri bazı Acrobat Reader okuyucularda görüntülenemeyebilir. Bu gibi durumlarda belgenin MS WORD formatlısına bakılmasıdır.
İyi okumalar.
Moderatör: Tınaz Titiz ,
16 Temmuz. 2013
BAŞLIKLAR
SORU 1
1. Protesto olaylarinin morfolojisi
1.1. Çok bileşenli sosyal taşıyıcı
1.2. Lidersiz, plansız
1.3. Ateşleyici öğeler
1.4. Sürdürücü nedenler
1.5. Faydalanıcılar
1.6. En temeldeki kök neden
1.7. Nedenlerin ağırlıklandırılması
2. Birikmiş rahatsizliklar
2.1. Kapitalizmin eziciliği
2.2. Korku Ortamı
2.3. Ayrımcılık
2.4. Aşağılama
2.5. Otoriter yönetim
2.6. Yaşam tarzına müdahale
2.7. Uluslararasi boyut
2.8. İletişim yetersizliği ve kavramlara farklı anlamlar yüklenmesi
2.8.1. İletişim kanallarının azlığı
2.8.2. Demokratik ortam eksiği
2.8.3. Çalışmanın tekrarı
2.8.4. Ortak kavram tabanı eksiği
SORU 2
3. Saygılaşım ve dini değerler
4. Dil
5. Temel hak ve özgürlükler
6. Sözleşme – fayda esaslilik
SORU 3
7. Ortam hazirlayicilik
8. Sorun çözücülük
9. Hukuk, hesap verebilirlik
ILK 3 SORU TARAFINDAN KAPSANMADIĞI DÜŞÜNÜLEN FİKİRLER
10. Katılımcıların soru önerileri
10.1. “Dış güçler”in bir ülkeyi “kaos”a sürüklemesinin ortamını kimler, nasıl hazırlar?
10.2. Nitelikli kesimlerin ilgi eksiği sorunu nasıl aşılabilir?
10.3. Peki ne yapmalı?
10.4. GP eylemcileri STK / siyasi partide yer alır mı?
10.5. GP eylemlerinin STK gelişimine etkisi
10.6. Cumhuriyet ile hesaplaşma
__________
SORU 1) Bu toplumsal hareketi oluşturan birbiriyle etkileşim içindeki nedenler arasında, bütün resmi etkileyen “en doğurgan birkaç neden” sizce nelerdir?
- PROTESTO OLAYLARININ MORFOLOJİSİ
1.1. Çok bileşenli sosyal taşıyıcı: Genelde aşağılayıcılık, özelde cumhuriyet değerlerinin aşağılanması, din-mezhep temelli ayrımcılık, yaşam tarzına müdahale, tek adam temelli otoriter yönetim, polis şiddetinin, birikmiş rahatsızlıklar’la birleşmesi.
Önerilebilir Eylem: Tanımları üzerinde genel uzlaşı bulunmayan kimi cumhuriyet değerlerinin (laiklik, bağımsızlık, egemenlik gibi) ortak bir tanıma kavuşturulması için katılımlı bir tanım çalışması yapılabilir.
1.2. Lidersiz, plansız
Önerilebilir Eylem : Spontan başladığı gözlemlenen olayların, amaçlananın dışındaki yönlere evrilmeyip, aksine çoğulcu demokrasinin yeşerebilmesi için, Taksim Platformu ile işbirliği halinde bir manifesto ve yol haritası hazırlanabilir.
1.3. Ateşleyici öğeler: Gezi parkı ağaç sökümü, topçu kışlası israrı, gençliğin yoldan çıkmışlığına karşı islâh edilmeleri söylemi.
1.4. Sürdürücü nedenler: Kullanılan kriz yönetimi araçlarının, bizatihi krizi oluşturan nedenler oluşu (pozitif feedback)
1.5. Faydalanıcılar: Yurt içi çeşitli örgütler ile yurt dışı çeşitli istihbarat servislerinin kendi özel amaçları.
Önerilebilir Eylem : Değişik ve zaman içinde değişebilir Sorun Çözme Kabiliyetlerine sahip toplumların kaotik bir yapı içinde amaçlarına erişmek için mücadele içinde olduğu uluslararası ortamda:
– bir toplumun bir sorunu’nun, bir diğerinin nasıl “koz”u haline gelebildiği,
– toplumların içinde ve dışında, söz konusu kozları kullanmak yolunda nasıl örgütlenmeler geliştiği (Bkz 10.1)
bir güç mücadelesi simülasyonu yoluyla incelenebilir. Akademik kuruluşlar içinde böylesi bir benzetim çalışmasını yapmak isteyenler aranabilir.
1.6. En temeldeki kök neden: Kendi sorunlarını çözmek ile eş anlamlı bir kavram olan “demokrasi” ile bağdaşmayacak düzeyde düşük “sorun çözme kabiliyeti” ve onun türevlerinden birisi olan “yetersiz liderlik üslubu”.
Önerilebilir Eylem : Hemen daima soyut bir kavram olarak işlenegeldiği için somut ön koşulları gündeme gelememiş “demokrasi”nin, halkın kendini yönetmesi özü’nün aslında bunun yüksek sorun çözme kabiliyeti’ne sahip bir halk demek olduğu (Bkz 2.5) yolunda bir iletişim kampanyası yapılabilir.
1.7. Nedenlerin ağırlıklandırılması (kritik düşünce): Gezi Parkı olaylarını “anlamak” amacına yönelik BF’nda ortaya konulan nedenlerin (ana başlıklar olarak) ağırlıklandırılması önemlidir. Kritik (eleştirel) düşünme bu ağırlıklandırmaya yarasa da, aralarında çapraz ilişkiler bulunan karmaşık olayları ağırlıklandırmak için daha sofistike ağırlıklandırma yöntemlerine ihtiyaç var.
Bunlardan birisi, BN’nın Rüşvet Olgularının İncelenmesi amacıyla kullandığı EZ-Impact [1] adlı çapraz etki analizi (cross impact analysis) yazılımıdır [2]. Üniversitelerimizin sosyal bilim bölümlerinin ilgi göstermesi halinde gerekli paylaşım sağlanablir.
Önerilebilir Eylem : (1.5)de önerilen eylem için önerilen benzetim (simulasyon) aracı bu amaçla da kullanılabilir.
2. BİRİKMİŞ RAHATSIZLIKLAR
2.1. KAPİTALİZMİN EZİCİLİĞİ
Ortak Katılımcı Görüşü: Giderek ezici, vahşi kapitalizmin, yaşamın her alanında kendini göstermesi.
Önerilebilir Eylem : Ezici kapitalizmin, sosyal piyasa ekonomisi adı altında ehlileştirilmesi taahhüdünü siyasi partilerin programlarına almaları için bir etik güvenceyi imzalamaları, etkili bir eylem olabilir.
Daha kısa vadeli önlemler ise, kişilerin pazarlık güçlerini (bireysel rekabet güçleri) artırabilecek eğitimlerin yaygınlaştırılması ile aileler arasındaki dayanışmayı sağlayabilecek bir projenin yerel yönetimler eliyle uygulamaya konulması olabilir.
Bu üç girişim de, bu konuyu destekleyebilecek STK nezdinde (örneğin Anti-Kapitalist Müslümanlar, Toplum Gönüllüleri Vakfı vb) tanıtılabilir.
2.2. KORKU ORTAMI
Ortak Katılımcı Görüşü: Hukuk’a güven yok, korku var.
Önerilebilir Eylem : Hukuk ve ona dayalı bir adalet sisteminin, kendini mağdur hisseden herkesin başvurulacak yer olarak varlığına güvenilmesi, korkmama özgürlüğü’nün temelidir.
Bu temel insan hakkının birdenbire gerçekleşmesi beklenemeyeceğine göre, ilk adım toplumda zaten var olan ama adı böyle konulmamış ve de siyaset diline, parti programlarına, politik vaatlere girmemiş olan bu kavramın kamuoyu gündemine getirilmesi olmalıdır.
Bu yolda etkili olabilecek bir araç, 170 civarındaki üniversite ve 80 dolayında hukuk fakültesi nezdinde bir girişimde bulunularak, bu konuda etkili olmalarını talep etmek olabilir. Bir diğer girişim, Dört Özgürlük Ödülü benzeri bir ödül ihdas edilip, bu yolda en etkili çalışan kişi veya kuruma verilmesidir.
2.3. AYRIMCILIK
Ortak Katılımcı Görüşü: Toplum inanan-inanmayan diye bölünmüştü; şimdi bir de mezhep ekseninde ayrım var. Ayrıca, diğer %50 üzerinden tehdit.
Önerilebilir Eylem : Toplumu kendi tek doğrulu görüşlerine göre bölmek isteyebilecek kişi ve kurumlar daima olacaktır. Eğer toplum, belirli ilkeler çevresinde uzlaşan ve bunları “birarada yaşama iradeleri”nin temeli yapabilen bir yapıya sahipse, bu tür bölücü girişimler başarılı olamayacak, aksine girişimler bu iradeyi güçlendirebilecektir.
Aksi durumda ise toplum her an herhangi bir sosyolojik fay hattı (din, mezhep, etnik köken, dil gibi) çevresinde bölünme eğiliminde olacak, uluslararası çok yönlü rekabet ortamı da bu tür eğilimleri istismar edebilecektir.
Buna göre yapılabilecek olan, az sayıda temel ilke (maxim [3]) çevresinde uzlaşabilmektir. Çoğulcu demokrasinin gereği olan dört özgürlük –iyi tanımlanmaları şartıyla- bunun için yeterlidir.
Görünen odur ki, toplumumuzdaki yerleşik kalıp, bu özgürlüklerden birisi olan inanç-ibadet özgürlüğü’nü, sadece İslam inancı ve onun Sünni mezhebinin sınırsız özgürlüğü olarak yorumlamak şeklindedir ve bu konuda bir uzlaşı arayışı yoktur.
2.4. AŞAĞILAMA
Ortak Katılımcı Görüşü: Kürt açılımı / barış süreci bağlamında, Kürt milliyetçilerince ileri sürülen T.C., Türk gibi adlandırmaların kullanılmaması girişimleri, Devletin adının (T.C.) değiştirilmeye çalışılması; Atatürk adı ile birlikte cumhuriyetin kurucularının sistematik aşağılanması yoluyla sürekli bir aşağılanma gözleniyor. Dindar gençlik, kinini unutmayacak gençlik, yoldan çıkmış islaha muhtaç gençlik, ya dindar ya tinerji gibi söylemler de, yönetime hakim din referanslı anlayışı paylaşmayanların aşağılanması anlamına geliyor.
Önerilebilir Eylem :
Sorun’un ideolojik yönü: Cumhuriyet rejiminin en önemli özelliklerinden birisi olan “sorgulayıcılık”, “bilim”, “kuşku” gibi özellikler toplumun geniş kesimlerince benimsenip içselleştirilememiştir.
Bu kesimlerin laiklik başta olmak üzere Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmayışı, bu eğilimdeki siyasal partilere –Cumhuriyetin ilk yıllarından beri- uygun bir alan yaratagelmiştir.
Bu alan basit / zoraki önlemlerle daralabilir olmadığına göre, T.C. yerine Osmanlı özlemlerinin yol açtığı bu sorun için ancak orta-uzun erimli bir yaklaşım söz konusu olabilir. Buna göre: “Sorgulama”, “kuşku” gibi kavramların tüm okul sistemine, özellikle de dini eğitim veren İH okullarının tüm derslerinin dokuları içine yerleştirilmesi [4] için, eğitimle ilgili STK’nın girişimde bulunmaları düşünülebilir.
Sorun’un iletişim yönü: Muhalefet partilerinin benimsemiş oldukları “ayniyle mukabele” yöntemi, misliyle geri dönerek söz konusu aşağılayıcılığın olumsuz etkilerini artırmakta; kutuplaşmayı keskinleştirmekte, ayrıca da bir işe yaramamaktadır.
Gerek iktidar gerekse muhalefet partilerinin dikkatlerinin çekilerek daha yapıcı bir strateji geliştirmeleri istenilebilir.
Önerilebilir Eylem : Kürt açılımı bağlamında ortaya çıkan T.C., Türk gibi adlandırmalardan kaçınılması sorununun kestirme bir çözümü görünmüyor. Tarafların kırmızı çizgileri belirlenmeksizin “ne pahasına olursa olsun akan kanın durması” gibi bir söylem, son derece belirsiz ve sonu gelmeyebilecek taleplere açıktır. Bu söylemin totoloji olmaktan öte bir anlam taşıması için, barış için nelere razı olunabileceği ve olunamayacağı bilinmeli ve bu bağlamda bir uzlaşı sağlanmaya çalışılmalıdır.
2.5. OTORİTER YÖNETİM
Ortak Katılımcı Görüşü: “Çoğunlukçu demokrasi = sandık’tır. Kuvvetler ayrılığı yerine kuvvetler birliği esastır. Ve o kuvvet tek kişiye aittir. Toplumun tüm kurumları o tek sesle uyum içinde olmalıdır” anlayışı. “Doğrular tektir; o da bizim dediğimizdir” anlamına gelen durum.
Önerilebilir Eylem : Siyaset kadroları, oluşumlarından itibaren tek kişilere (genel başkan) biat etmeye ya da eder görünmeye dayalıdır. İktidar ya da muhalefet partilerinde de şablon aynıdır.
Bu şablon, genel başkanlara yaranarak çıkar sağlamayı amaç edinmiş kişilerin ezici bir baskı oluşturmalarına, şablonu benimsemeyenleri pasifize ya da elimine etmeye; bir yandan da genel başkanlarda aşırı bir özgüven oluşmasına yol açıyor. Bu resmin geri planında ise hakim bir toplumsal renk yer alıyor: Övünme!
Bu iki öğe, benmerkezli bireysel özelliklerle birleştiğinde, tek adamcılığın rahatsız edici semptomları ortaya çıkıyor. Bununla beraber sorunun özü bu bireysel özellikler değil, onun yıkıcı hale gelmesine yol açan ortam koşulları, yani yukarıda açklanmaya çalışılan “biata veya öyle görünmeye dayalı siyaset şablonu”. Ezberci eğitimle yetişen bireyler elinde siyasetin rant paylaşım aracı haline gelmiş olması; öyle kalması için direnen “siyaset esnafının” toplumsal dinamikleri doğru okuyup etkin sorun çözme araçları geliştirmesi beklenemez.
Tek adam – otoriter yönetim sorunu’nun bir diğer bileşeni, üzerinde bu denli çok konuşulan demokrasi içinde “sandık bileşeninin ağırlığı”dır.
Eğer “halk”, seçimlere katılan ve katılmayanlar + aramızdan ayrılmış olanlar + henüz doğmamış olanlar’ın toplamından oluşan paydaşlar olarak anlaşılırsa, “sandık”, bu paydaşlar arasında çoğulculuk ortamının kim tarafından oluşturulacağının belirleyicisi olarak anlaşılır.
Ve ancak bu durumda, çoğunlukçuluğun karanlıklarından uzak durulabilir. Buna göre yapılabilecekler:
– Alternatif siyaset anlayışı bağlamındaki az sayıdaki temel ilkenin bir etik güvence olarak ortaya konulup, siyaseti çıkar amaçlı kullanmayacağına söz verenlerin imzalarına açılması. Demokrasi ve siyasal yönetişim modeli burada ortaya konulmalıdır. ABD’de founding fathers bunu Philadelphia bildirisiyle başarmıştır.
– Yeni paradigma, herkesin katılımını sağlayabilen (Ağ Temelli Yapılanma), küçük partilerin koalisyonlarıdır. Yeni siyasi örgütlenmenin yönetişim tarafı kadar kimlerin desteğiyle organize olacağını da görmek gerekir. Görünen o ki çevreci/yeşil bir partinin başarılı olması şansı vardır.
– Yeni anayasada dar bölge sistemi, geri çağırma (recall) kurumlarının getirilmesi için kamuoyu baskısı oluşturulması,
– Sandığın demokrasideki yeri konusunun kamuoyunda netleştirilmesi için yapılması gerekenler konulu bir e-Beyin Fıntınası (e-BF) düzenlenmesi.
2.6. YAŞAM TARZINA MÜDAHALE
Ortak Katılımcı Görüşü: Dini referanslara dayalı yaşam empoze edilmesi (içki, ayran, flörte ayar, minimum çocuk sayısı, vapurdan çıkan kadınlar, kürtaj, zorunlu din dersleri, İH okullarına dönüştürme, dindar gençlik gibi).
İslam dininin, tüm kuralları ile bir bütün (şeriat) olduğu, bunların bir bölümünün kabul edilip bir bölümünün edilmeyişinin “izin verilebilir bir tutum” olmadığı, din bilginlerince ileri sürülüyor.
Diğer yandan, örneğin hırsızlık yapanın elinin kesilmesi, zina edenin taşlanarak katli gibi kurallar, şeriat hükümlerinin toplumca ya hep ya hiç biçiminde kabul edilmeyeceğini gösteriyor. Ayrıca da toplum içindeki farklı inanç gruplarının ahlak anlayışları farklı da olabilir.
Bu basit muhakeme, devlet yönetiminin herhangi bir dini referansa dayanmaması gerektiğini, devlet yöneticilerinin tüm tutum ve davranışlaryla dini referanslardan uzak durmaları gerektiğini gösteriyor. Bu, yöneticilerin sofu düzeyinde de olsa dindar olabileceklerini, ama çoğulculuğun bir gereği olarak bunu sergilememeleri gerektiği anlamına geliyor.
Ayrıca, toplumun çeşitli kesimlerinin kendi özerk alanlarında dine ya da bir başka öğretiye dayalı ahlak kuralları uygulayabilecekleri; ortak yaşam alanlarında ise -dini öğretilerden dahi esinlenebilerek- seküler ahlak kuralları geliştirmeleri anlamına geliyor.
Aksi tutum ve davranışların sadece toplum kesimleri arasında huzursuzluk doğmasına, kendilerine adil davranılmadığı algısı geliştirmelerine değil, bizatihi dini öğretilere de zarar vereceğini görmek gerekiyor. Buna göre:
Önerilebilir Eylem : Toplum kesimlerinin farklı değerlere sahip olabileceklerinin kabulü ile, her birine eşit saygının, ama hiçbirisinin bir diğerine baskı ve/ya koşullandırma uygulamamasının çoğulcu demokrasinin temel şartı olduğunun iletişimi amacıyla neler yapılabileceğinin dindar kesimlerin ağırlıklı olduğu bir grupla e-BF yoluyla aranması.
2.7. ULUSLARARASI BOYUT
Ortak Katılımcı Görüşü: Ortadoğu’nun uluslararası siyasal dinamikleri ve çıkar çatışmaları gözardı edilerek, daha yurt içindeki barış ortamı sağlanmadan, kısa yoldan bölgesel güç olup Osmanlı’yı canlandırmak gibi heveslerle uluslararası planda oyun kuruculuğa soyunulması.
Önerilebilir Eylem :
– “Değer transferi”, “her şey enerjidir” gibi kavramların toplumsal ölçekte iletişimi,
– Sorun Çözme Kabiliyeti düşük bir Türkiye için herkesin düşman sayılabileceği gerçeğinin toplumsal ölçekte iletişimi.
2.8. İLETİŞİM YETERSİZLİĞİ VE KAVRAMLARA FARKLI ANLAMLAR YÜKLENMESİ
2.8.1. Moderatör Görüşü: Demokratik tepki (iletişim) kanallarının azlığı ve yetersizliği (Bkz. Slide 4, 5 ve 16) nedeniyle kişilerin ve STK’nın (kaale alınmayışlarından ötürü) kendilerini yeterince ifade edemeyişleri de öfke birikimine katkıda bulundu.
Önerilebilir Eylem :
– Gezi olayları özellikle sosyal medyanın etkin bir kanal olarak kullanılabileceğini gösterdi. Bu kanalın istismar edilmeden kullanımı için iletişim etik kurallarının belirlenmesi önerilir.
– Halkın oyu ile süreli bir yetki ve sorumluluk almış olan hükümet ve yerel yönetimler ile bir iletişim yararlı olur.
– Gezi parkı eylemine katılmış ve destekleyenlerin içinden rastgele bir grupla iletişim kurulması ve buna benzer bir e-BF içinde görüşlerinin alınması.
– Kullanılan e-BF yönteminin daha geniş kesimlerce kullanımı amacıyla bir webinar (web üzerinden seminer) düzenlenmesi. (Bu konuda çeşitli web siteleri mevcuttur).
2.8.2. Ortak Katılımcı Görüşü: Kişiler fikirlerini ifade edebilecekleri uygun demokratik ortamlar bulamıyorlarsa, ihtiyaçlarını birer politika belgesi olarak hazırlamalıdırlar.
Önerilebilir Eylem : BN’nın elindeki belgeler bu çalışma havuzuna küçük bir katkı olabilir. Bu belgelerin en azından formatları örnek alınarak çeşitli konularda Politika Belgeleri (örn. Hayvan Hakları PB) hazırlanıp, siyasi partilere (iktidar, muhalefet dahil) önerilebilir. Bu yolla, genellemeler yoluyla siyaset yapma üslubu yerine bir politika belgesinin netliği içinde siyaset yapma konusunda da iyi örnekler ortaya çıkabilir.
2.8.3. Ortak Katılımcı Görüşü: Bu çalışma ümit verici oldu. Farklı sorularla tekrarlanırsa -bugün edindiğimiz deneyimlerle- daha iyi sonuçlara varabiliriz.
Önerilebilir Eylem : .
– Bu e-BF çalışmasının, çeşitli sosyal medya gruplarına (Twitter, FaceBook gibi) duyurulması ve katılmalarının özendirilmesi.
– Bu e-BF sonunda bir ortak metin hazırlamak için, İstanbul’da bir Üniversite Kampusu içindeki bir kapalı spor salonunda, karma on kişilik grupların oturduğu masalar ve bir günlük çalıştayın düzenlenmesi.
2.8.4. Ortak Katılımcı Görüşü: Aynı dili konuşmanın koşulu olan “ortak kavram tabanı”, demokrasi, özgürlük, çoğulculuk, sekülerlik vbg kavramlar konusunda eksiktir, bazıları da tahrif edilmiştir. Türk toplumu, bu tanım farklılıkları altında birlikte yaşamaya çalışıyor.
Önerilebilir Eylem : Türkiye ölçeğinde, kavram tanımlama konusunda yetkin bir çalışma grubu oluşturularak, ortak akılla belirleyecekleri az sayıda temel kavramın tanımlarını yapmaları ve sonuçlarının, (senaryo entegrasyonu) yöntemi de dahil olmak üzere toplumsal iletişimi.
SORU 2) Farklı değer yargılarına sahip kesimlerin birlikte barışık yaşayabilmeleri için, sizce en önemli ortak değer ne olmalı?Aşağıda, bu soruya cevap olabilecek katılımcı önerilerinden derlenmiş seçenekler yer almaktadır:
3. SAYGILAŞIM VE DİNİ DEĞERLER
Ortak Katılımcı Görüşü: Din tamamen bireysel planda tutulmalıdır. Kutsal kitaplar bireyler için anlam ifade ederler. Çeşitli inançların karışımından oluşan toplumlar ise kendi yasalarını ihtiyaçlara göre inançlardan bağımsız olarak düzenlemelidir. AB hukuku ihtiyaçlar doğrultusunda sürekli olarak değişmektedir. ABD anayasası 27 defa değiştirilmiştir. Keza Fransa beşinci cumhuriyet dönemini yaşamaktadır.
Toplum kesimlerinin birarada barışık yaşamasını sağlayacak ortak değer ise tek kelimeyle, “saygılaşım” olmalı; yani canlı ve cansız tüm varlıklardan oluşan büyük bütünün parçaları arasındaki karşılıklı saygı (recognition).
Önerilebilir Eylem :
– Saygılaşımı kolaylaştırıcı ortak değer olarak, İslamî inanışın rolü akla gelebilse de pratikte gözlemlenen din algısı’ndaki çarpıklıklar yüzünden bu dinin, paradoksal bir etkiyle ayrıştırıcı rolü oynar duruma düşürüldüğü görülüyor. Buna göre, şekilciliği dinin temeli sayan kısır bakışın ötesinde; İslamî inanış sisteminin hayata yönelik temel değerlerinin (maxims) ortaya koyulması önerilir.
– Çeşitli inançların, çeşitli değerlerin birlikte yaşayabilmesi konusunda çalışmalar yürüten http://www.pluralism.org ile ilişki kurulabilir.
4. DİL
Ortak Katılımcı Görüşü: Birlikte yaşamayı kolaylaştırabilecek öğelerin başında dil birliği gelse de, ortak tanıma kavuşmamış kavramlar, yaşam kolaylaştırıcı değil güçleştirici olabilir. Demokrasi, hak, özgürlük, inanç, laiklik, sekülerlik vbg çok sayıda soyut kavram konusunda bir uzlaşı yoktur. Bu sorun, sorgulama konusundaki tüm tabulardan kurtulabilme ve sorgulama yoluyla yüksek düşünsel ürünler üretebilecek bir düşünme-anlama-ifade etme becerisi’ne erişerek çözülebilir.
5. TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER
Ortak Katılımcı Görüşü: Koşullanmama hakkı ile desteklenmiş temel hak ve özgürlükler, ortak değerler olarak kabul edilebilir.
6. SÖZLEŞME – FAYDA ESASLILIK
Ortak Katılımcı Görüşü: Sosyal Kontrat (bireyin bazı haklarından devlet lehine feragati karşılığında devletin geri kalan hakları korumayı taahhüt etmesi) kavramına esas olacak haklar üzerinde bir toplumsal mutabakat oluşmuş ise sözleşme bir anlam taşır. Ortak kavram tabanının henüz oluşmadığı toplumumuzda, yeni anayasa da bu nedenle yapılamıyor.
Arrow Çelişkisi (http://bit.ly/oacId6) olarak adlandırılan teori, özellikle çoğunlukçu demokrasinin nasıl haksız tercihlere yol açtığını gösteriyor. Özellikle derin kültürel ayrılıklar bulunan ve çeşitli niyetlerle ayrılıkların derinleştirildiği toplumlarda demokrasinin giderek imkansızlaşması bir vakıadır. Bu durumda çoğulcu demokrasinin uzun uzlaşı labirentlerine razı olmak (İtalya örneği) veya ayrı kültürlerin kendi özerk alanlarını kurabildiği federatif sistemler (ABD örneği) veya kalkınmacı diktatörlerin hükümranlığı (Singapur örneği) ya da her kültür grubu için özgün modeller bulup uygulamak (İngiltere gibi) gibi seçenekler irdelenebilmelidir.
SORU 3) Çoğulcu (plüralist) demokrasi, erişilmek istenen bir hedef ise, bu süreç içinde hükûmetlerin rolünü en iyi açıklayabilecek yol gösterici ilke sizce ne olmalı?
7. ORTAM HAZIRLAYICILIK
Ortak Katılımcı Görüşü:
Karmaşık yapılı toplumsal ilişkiler içinde hükûmetlerden beklenen en iyi rol, ilave bir aktör olarak ortaya çıkıp, elinde bulurduğu olağanüstü güçlerle yeni ve dengeleri bütünüyle değiştirebilen bir aktör olması olamaz. Teorik olarak en iyi hükûmet, bu ilişkiler yumağı içine sıfır etki yapan, yani hiç görünmeyen bir hükûmettir.
Bu yaklaşımın ön koşulu, toplumu oluşturan birey, kurum ve kesimlerin, kendileriyle ilgili karar seçeneklerini en katılımlı ve bilgiye en dayalı biçimde oluşturabilme yetisine (teknik deyimle Sorun Çözme Kabiliyeti’ne) sahip olduklarıdır.
Kuşkusuz bu yolla ortaya konulacak seçenekler her zaman için tüm birey, kurum ve kesimleri mutlu etmeyebilecek, aralarında oydaşmaya dayalı bir seçim yapmaları gerekecektir. Bu oydaşmaya dayalı seçim süreci, tüm bozucu etkilerden arınmış bir ortam gerektirir. Seçime konu olan seçenekleri manipüle edebilecek hiçbir etki bulunmamalıdır. Bu ortamı oluşturmak ve korumak bir kuruma ihtiyaç gösterir ki bunun adı hükûmettir.
Hükûmetin ikinci işlevi ise, oluşturdukları özgür ortam içinde ortaya çıkacak seçenekler arasından, programlarında ilan ettikleri ilkeler uyarınca bir optimal seçim yapmalarıdır.
Özet olarak, kararları halk alacak ve bunun uygulanmasını hükûmetler yapacaktır. Bir benzetmeyle, otobüs durağının yerine ve tasarımına halk karar verecek, uygulayıcı organ ise tam olarak bu kararı icra edecektir. Ne azı ne de fazlası.
Hükümetlerin rolünü en iyi açıklayabilecek yol gösterici ilke, “bütün bir toplumun hükümeti olduğunun bilincinde ve yolunda; bireyin ve devletin karşılıklı hukukunun adilane düzenlenmesi ve korunmasının zeminini ve imkanlarını hazırlayıp uygulanmasını güvence altına almak” olmalıdır.
Kuşkusuz pratikte olaylar tam böyle yürümez. Ama ilkeler bunlar olup, olabildiğince buna yaklaşılmaya çalışılmalıdır.
Toplumumuzda sorumluluk taşıma kültürü genelde ihaleye dayalı olduğu için, yukarıda çerçevesi çizilen katılımlı karar alma süreci de ihale edilir. Müteselsil ihaleler sonunda da tüm kararlar tek kişi tarafından alınır. Şimdi bundan şikayet ediliyorsa, bunun sadece bir sonuç olduğuna dikkat edilmelidir.
Önerilebilir Eylem :
Bu görüşler ışığında halkın her ölçekte katılımının sağlanabileceği ortamların özendirilmesi ve buna paralel olarak da çoğulcu demokrasinin bir ihale rejimi olmadığı, içinde senaryo entegrasyonu aracının özellikle kullanıldığı bir iletişim kampanyası olabilir.
8. SORUN ÇÖZÜCÜLÜK
Ortak Katılımcı Görüşü: Ortam hazırlayıcılık rolüne paralel olarak eğer hükûmetlerden mutlaka bir işlev daha bekleniyorsa bu, “eğitim” olmalıdır.
Geleneksel olarak ideolojik benimsetmeye dayalı eğitim sistemlerinin, her türlü dogmadan arındırılmış, rasyonel ve kritik düşünme temelli sorgulamaya dayalı hale dönüştürülmesi ve ezberden (sorgulanamazlık) arındırılması tüm sistemi derinden etkileyebilecek bir adım olabilecektir.
9. HUKUK, HESAP VEREBİLİRLİK
Ortak Katılımcı Görüşü: Hükûmetlerin birinci derecede yol göstericisinin hukuk olması tartışmasız olsa da, hukuka can veren öğenin kavramlar ve kavram tabanında mutabakat olduğu bir gerçektir.
Örneğin, “laiklik” kavramının, birisi “her inancın gereklerinin özgürce yaşanabilmesi”, diğeri ise “kamusal kararların din referanslı olmaması” gibi iki zıt tanımı, iki ayrı kesim tarafından hukukun gereği olarak tanımlanıyor.
ILK 3 SORU TARAFıNDAN KAPSANMADIĞI DÜŞÜNÜLEN FİKİRLER
10. KATILIMCILARIN SORU ÖNERİLERİ
10.1. Katılımcı Sorusu: “Dış güçler”in bir ülkeyi kaosa sürüklemesinin ortamını kimler, nasıl hazırlayabilir?
Önerilebilir Eylem : “Bir Ekonomik Tetikçisinin İtirafları” adlı yayında yeterli ayrıntı vardır. Ayrıca, İstismara Açık Alan kavramı’na da göz atılması önerilir (Bkz. http://bit.ly/WylFPW, sh. 36 ve 91)
10.2. Katılımcı Sorusu: Nitelikli kesimlerin ilgi eksiği sorunu nasıl aşılabilir?
Moderatör Görüşü: Nitelikli kesimin toplum sorunlarına ilgi eksiğine yol açmış olabilecek kimi nedenler şunlar olabilir: Çeşitli mazeretler (seyahat, sağlık, ailevi vd nedenler), korku, utangaçlık, çıkar hesabı, Kafa karışıklığı, kibir, ünvan arkasına saklanma, aldırmazlık, tembellik, “ben fazlasıyla yaptım şimdi başkaları yapsın”, “filan dururken bana sorumluluk düşmez”, tavırları, sürükleyiciler vd.
Ama bunların dışında öyle bir neden vardır ki, o neden, en önemli konularda ihtiyaç duyulan nitelikli kesim katkılarının alınamayışına yol açar. Buna bir isim vermek gerekirse yapışma veya odak iddia denilebilir.
Eğer, sorunlara yol açan nedenlerin sorgulanıp ortaya çıkarılmasında nedensel düşünme’yi, bunların ağırlıklandırılmasında ise kritik düşünme’yi, sağlam bir bilim ahlakı doğrultusunda, bir angajmana kapılmadan kullanabilen insanlar hariç tutulursa, insanların çoğunluğu, bir odak iddia aracılığıyla tüm sorunları açıklamak eğilimindedirler.
Bu öylesine ilginç bir süreci tetikler ki, kavramlara kendi iddialarını destekleyecek biçimde anlamlar yükleyerek, o odak iddia’ın açıklayıcılık kabiliyetini giderek artırır; kendi tanı ve çözümlerinin dışındakileri süzüp atan bir filtre oluşur. Odak iddia, kişilere ek bir konfor alanı (comfort zone) yaratır; katkıda bulunması gereken durumlar karşısında hiçbir şey yapmadan ve sadece odak iddiasını tekrarlayarak yaşamını huzur içinde sürdürmesini sağlar. Bu korunma kalkanını aşarak kişileri katılıma ikna etmek imkansız değilse de çok güçtür.
Önerilebilir Eylem :
– Bilimi sorun çözme yolunda etkinlikle kullanabilen aydınların rol model olarak toplumu değiştirme katsayısı daha yüksek. Bilimsel elitlere ayrıcalık tanımanın demokratiklik standartları açısından doğru bir yol olduğu söylenemeyeceğinden; onların toplumun değişerek gelişiminde öncü rol üstlenmeyi kendiliklerinden görev saymaları beklenir.
– http://bit.ly/15AQF2v adresinde bu konuda kimi öneriler bulunmaktadır.
– Bu önemli sorun konusunda bir e-BF düzenlenebilir.
– Bu sorun için örnek olabilecek birkaç nitelikli kişiyle derinlemesine görüşme tekniğine göre görüşme yapılabilir.
10.3. Ortak Katılımcı Sorusu : Peki ne yapmalı?
Ortak Katılımcı Görüşü: En önemli sorulardan birisi. “Ezberlerimizi bir kenara koyup önce ne olup bittiğini TAM anlamaya çalışmalıyız. Slogan ÖNCE ANLA olmalı”. Sorunları ve çözümleri bildiğinden emin olmak en kolay yanlışa erişme yoludur.
Eylemden kaçınmak insan doğasına uygun olsa da bir süre sonra bir karakter özelliğine dönüştüğünde bir çeşit “yaşayan ölü” yaratabilir. Öteki uç ise düşünme-anlama aşamalarından sürekli kaçış olarak adlandırılabilecek durum olup, en az birincisi kadar sorun kaynağıdır.
Eylem Eğilimlilik [5] olarak adlandırılabilecek bu ikincisi, kuşkusuzluk ile birleştiğinde, sürekli eylemden eyleme koşan, hiç birisini tam anlamak için gerekli çabayı gösteremeyen, bunun bir sonucu olarak da sürekli konuşan, herkesi harekete geçmeye davet eden bir çeşit hiperaktivite ortaya çıkabiliyor. ÖNCE ANLA bu açıdan –özellikle de yüksek enerjili gençler için- yararlı bir ilke olabilir.
10.4. Ortak Katılımcı Sorusu : Gezi parkı eylemcileri bir sivil toplum örgütü ya da siyasi parti oluşumunda yer alablir mi?
Ortak Katılımcı Görüşü: Sosyal eşitliği unutmadan ekonomik ve fikirsel serbestilerin yaşandığı yeni bir düşünce şekillenmekte. Bunu okuyarak topluma öncülük edebilecek fikri yapıların oluşması ve sonra icraata dönecek fiziki alt yapılarının tesis edilmesi gerekli. Beyaz Nokta® vizyon ve misyonu şu anda silkelenmiş gibi görünen insanlara yol gösterici olabilir.
Diğer yandan, bir çok kişinin, bu metinde ortaya koyulan yol göstericiliğe ihtiyacı olduğu görülüyor. Örneğin:
– ”Ağ tipi örgütlenme” gibi bir modelle etkin olabileceklerini, tepkisellikten öte dönüştürücü ”örnek tavır ağları” oluşturabilirler,
– Seçim sistemi ve gerçek çoğulcu demokrasinin nasıl işlemesi gerektiği konusunda net vizyona sahip olabilirler,
– Sorun çözme, empati, ortak akıl oluşturma, koşullanmama özgürlüğü…vb .gibi konulardaki bilgi ve davranış eksikliklerinin giderilmesine katkıda bulunulabilir.
Önerilebilir Eylem : İyi şeyler yapmak isteyen insanlara bu metindeki bilgileri ulaştırabilirsek çok yardımcı olabiliriz.
Hazırlanan metin, bu amaçlara ve net hedeflere yönelik parçalara ayrılarak, kendi çevrelerimizde ve eyleme dönüştürülerek büyük farklar yaratılabilir.
10.5. Ortak Katılımcı Sorusu : Sivil toplumun gelişmesinde Gezi Parkı eylemlerinin olmulu bir etkisi olacak mı? Varsa bu etki nasıl sürdürülebilir? Etkileşimli hareketi sağlayan bir iletişim ağı nasıl dizayn edilir?
10.6. Ortak Katılımcı Sorusu : “Cumhuriyet ile hesaplaşma” niçin şu ana kadar bitememiştir? Yüzlerce yıllık kalıpları sorgula(ya)mayanlar Cumhuriyet değerlerini sorgulamaya nasıl geçiverdiler?
Ortak Katılımcı Görüşü:
– Her nerede bireylerin nedensel ve kritik düşünmeye dayalı kararları, yerini kitlelerin sorgulamasız karar ve eylemlerine bırakmıştır, orada her türlü hak-hukuk biter, dogmalar ve bu dogmaları kullanan istismarlar başlar.
Cumhuriyetle birlikte yürürlüğe giren eğitim sistemimiz, olağanüstü sayılabilecek başarıları ile hiç de bağdaşmayan, sorgulanamazlığa (ezbere) dayalı geleneksel yöntemi bünyesinde barındırmış ve bugünlere kadar getirmiştir. Bu konuda UNDP için hazırlanmış bir raporda konu etraflı olarak irdelenmiştir.
– Bunun bir evrim olduğu unutulmamalı, bundan sonra olacakların nasıl kurgulanabileceği tartışılmalı.
[1] Anılan adresteki Ek-5’e bakılmalıdır.
[2] Anılan yazılım BNGV kurucu üyelerinden Prof. Birsen Karpak tarafından sağlanmıştır.
[3] Maxim için bir örnek: Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/bilim_icin_maximsv6.docx
[4] “İmanı pekiştirmek üzere sorgulama”, en az fizik biliminde olduğu kadar dinde de gereklidir. Bu yapılmadığı takdirde, “taklidi iman” (Bkz. https://bit.ly/37Xi22M) denilen inanç türünden ileri gidememek tehlikesi de vardır. Bu ise her şeyden önce dinin kendisine zarar demektir.
[5] Bkz. https://bit.ly/12cSe7A Sayfa 203-205 ve https://bit.ly/17xdD0a Sayfa 187.
-
Tem 06 2013 En büyük günah ne olabilir?
Ateistlerin, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı ileri süregeldikleri en önemli tez şudur: “Madem ki üstün bir güç her şeyi yaratıyor, o halde benim O’nun iradesi dışında bir şey düşünüp yapabilmem imkansız olmalıdır. Değilse, O’nun gücünün üzerinde bir başka saik vardır ki, bu da O’nun varlığının imkansızlığı demek olur. O halde ben her ne yapıyorsam O istediği için yapıyorum ve sorumlu tutulamam”
Buna karşı ileri sürülen tez ise şöyle özetlenebilir: “Üstün güç, gücünün sınırsızlığı tanımı dolayısıyla, kendisinin –bağımsız davranabilme- özelliğini yarattıklarına da vermiş; buna karşılık doğruları ayırdedebilecekleri düşünebilme yetisiyle de donatarak, tutarlı bir sistem kurmuştur. O halde, doğru ya da eğri davranışlarınızın hesabını vermekten O’na karşı sorumlusunuz”
Bu tezler arasında seçim yapmak insanların bireysel kararlarına bağlıdır ve her biri birer inanç olduğu için de doğruluklarını tartışmak yersizdir. Ayrıca, teistleri, ateistleri ve agnostikleri “doğru” yaşamaya sevkeden dinler, bilim ya da özgün öğretiler (Budizm gibi) gibi çeşitli yol göstericiler mevcuttur.
Bu yol göstericilerin hepsinde, doğruları eğrilerden ayırdedebilmek için emredilen sorun çözme aracı “düşünmek”tir.
Örneğin, İslami yol göstericinin kitabı Kuran’ıın tam 79 ayetinde düşünmek öğütlenmiş ya da emredilmiştir. İncilde de 75 ayetde akıl ve düşünme öğütlenmiştir. Budizm düşünmeye özel bir yer vermiş, kritik düşünmeye[1] de özel vurgu yapmıştır.
Agnostisizm ya da bilimi yol gösterici kabul edenler için düşünmek neredeyse en üst düzeydeki sorun çözme aracıdır.
Bütün bunlardan basit ve güvenilir bir yargıya varılabilir: Hangi tür inanca sahip olursanız olunuz, sizin eğrileri doğrulardan ayırdetmenizi sağlayabilecek en önemli araç “düşünmek º aklı işletmek” olduğuna göre, bu yeteneği dumura uğratmak veya belirli bir amaç doğrultusunda koşullandırarak sadece o amaca hizmet eder hale getirmek en büyük günah sayılabilir.
Şimdi, ister siyasal, ister dini, ister ticari bir ideoloji yönünde insanları eğitmeyi amaçlayan, icra eden, destekleyen ya da ses çıkarmayarak ortam oluşturmanın günah olup olmadığını, bunun cezasının hangi inanç sisteminde ne olacağını “düşünmek” gerekmez mi?
Ezber’in (sorgulanamazlık) ne büyük bir dini günah, ne büyük bir insanlık suçu olduğunu kabullenenler için acaba bir görev doğuyor mu?
6 Temmuz 13 Cumartesi
[1] Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme genelde birbiri yerine kullanılabiliyor. Halbuki; rasyonel düşünme, neden-sonuç bağlantılarını kesintisiz ve yanlışlanabilir adımlar halinde düşünmek; kritik (Yunanca- iyiyi kötüyü ayırmak, kalburdan geçirmek, ayırt etmek) düşünme ise, bir sonuca yol açan çeşitli nedenleri ağırlıklandırılarak düşünmek olup, bu iki bileşen ancak “birlikte” kullanıldıklarında “doğru” olarak nitelenebilir düşünme ortaya çıkıyor.
Bu birliktelik sağlanmadığında, herhangi bir sonuca yol açan ve kritik düşünme bileşenine göre az önemli olan –kişinin duyguları doğrultusunda- herhangi bir nedenin, sonucu belirleyen esas neden olduğu savunulabilir ki bu durumda nedensel düşünce tamamen işlevini kaybetmektedir. Rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerin tanımlarının dahi önemsenmemiş oluşu, sorun çözme kabiliyetinin önemli bir gereği olan doğru düşünebilme aracından yoksun kalındığını gösteriyor.
-
Nis 29 2013 Türk Eğitim Derneği, Eğitim Politikası Forumu-Nisan 2013
Türk Eğitim Derneği, Eğitim Politikası Forumu
“Eğitim ve siyaset ilişkisi üzerine..”
M.Tınaz Titiz – Nisan 11, 2013 – Ankara
Saygıdeğer hanımefendiler, beyefendiler,
Eğitim ve siyaset ilişkisi üzerinde aslında iki soru sorup cevap adaylarımı paylaşmak istiyorum. Bu iki soru, eğitimi niçin yaptığımız ve politikanın –ya da hangi tür politikanın- eğitimi yozlaştırdığı üzerinedir.
Ama önce, eğitim ve siyaset ilişkilerinin anlaşılmasını güçleştirerek zihinsel karmaşaya yol açan öğelerin temizlenmesi gerekir. Bunun için de birkaç başlık üzerindeki düşüncelerimi ortaya koyup, böylece o konularda zihnimi düzene soktuktan sonra sorularımı cevaplamaya çalışacağım.
1) “Kışlaya, okula ve camiye politika girmemelidir!”
Burada kastedildiği varsayılan politika, bu kavrama yüklenegelen iki anlamdan ikincisi olsa gerekir. Eflatun tarafından tanımlanan birinci anlam “insanları mutlu etme sanatı” iken, zaman içinde ikinci bir anlam daha kazanmıştır. Bu da “insanları mutlu edecek, ama çeşitli neden ve/ya amaçlarla, yerine getiril(e)meyecek vaatlerde bulunmak” şeklinde özetlenebilir.
Sürekli olarak uzun ifadeler kullanmamak için birinci tür politikaya Pg (gerçek anlamında) ve ikinci türe ise Pyoz (yoz veya yanıltıcı anlamında) diyelim.
Bu tanımlara göre, Pgerçek –kışla, okul ve cami de dahil– her yere girmeli, hatta Pgerçek’in girmediği hiç bir yer olmamalıdır. Pyoz ise sadece kışla, okul ve cami değil hiç bir yere girmemeli; hatta mümkünse hiç var olmamalıdır.
Bu basit akıl yürütmeden çıkarılabilecek birkaç sonuç olabilir:
a) Nedensel düşünme’nin şablonu “eğer …. ise ….dir” şeklindedir. Söz konusu genelleme bu kurala göre ifade edilmiş olsaydı, “eğer politika kavramı Pyoz şeklinde anlaşılır ise hiç bir yere, özellikle de kışla, okul ve camiye girmemeli dir” şeklinde olur ve de doğru olurdu. Politikanın bu inceliğe dikkat edilmeden karalanması, insanları mutlu etme yolundaki güçlü bir aracı bozmuş, ayrıca da politikaya girmek isteyen nitelikli insanları caydırır olmuştur.
Bu örnek, hemen her konudaki yargıları koşulsuz olan toplumumuzda rasyonel düşünme’nin yaygınlaşamamış olmasının örneklerinden birisidir. Toplumumuzun sorun çözme kabiliyeti açısından bunun ne denli talihsizlik olduğu açıktır.
Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın (www.beyaznokta.org.tr) bu yoldaki bir çalışması, yaşamlarımıza yön veren –hemen hepsi yararlı- çeşitli yargı kalıplarının, hangi koşullar altında geçerli olduklarını sorgulayabilecek “doğru soru”lar üretmekte güçlük çekildiğini göstermiştir.
Doğru düşünmenin iki temel bileşeni olan nedensel düşünme ve kritik düşünme’nin, toplu yaşamın vazgeçilmez iki öğesi olduğu bilinciyle, eldeki mevcut tüm araçlar harekete geçirilerek sorgulama, sorun çözmede etkili bir araç olarak toplumun dağarcığına girebilmeli.
Bu temel düşünsel becerileri benimsememiş bir toplumun, önüne çıkacak sorunlar hakkında sorular sorması ve onları cevaplayabilecek yaratıcılığı göstermesini beklemek mümkün müdür?
b) Bir yandan da eğer, rasyonel düşünme ilkelerine uyulmuş olsa idi, topluma, politika kavramının bir de Pgerçek anlamı olduğu mesajı da iletilmiş olacak; politika bugünkü aşağılanmış (Pyoz’dan ibaret) anlamına indirgenmeyecekti.
c) Bir de soru ortaya çıkmaktadır: Politika yozlaşıp her yere Pyoz olarak nüfuz ederken bundan okul kurumu da nasibini aldığına göre, ne(ler) yapılmalıdır ki hem okul kendini koruyabilsin, hem de Pyoz’un yerini Pgerçek alabilsin?
Eğer bu soru cevaplanamazsa, siyaset-eğitim ilişkileri üzerindeki görüşlerin pratik bir önemi olamaz.
Bu soru’nun yanıtı hem kolay hem güçtür. Kolaydır, çünkü benzer sorunlarla –en azından potansiyel düzeyde- karşılaşıp onların gerçekleşmesini minimize edebilmiş toplumların sıkça uyguladıkları yöntemler bizde de uygulanabilir. Bu yöntemlerin başında, “Örnek Tavırlı” kişilerin aralarında oluşturabilecekleri ağlar (bkz. http://bit.ly/Utya2L) geliyor.
Politikanın Pgerçek anlamını yaşama geçirmiş olanların imzalayıp topluma ilan edebilecekleri bir bildirge (bkz. http://bit.ly/Utyi2m) küçük fakat etkili bir arınma sürecini tetikleyebilir; daha doğrusu tetiklemesi için elden gelen yapılmalıdır.
Ama aynı zamanda güçtür de. Siyaseti kolay çıkar sağlama aracı olarak benimsemiş kişilerin çokluğu bir yana, “bal tutan parmak yalar” kuralına inanmış kitleler karşısında, bu tür girişimlerin şans bulabilmesi, sıradan yollarla gerçekleşemez.
Bu iki ters eğilimin bileşik etkisi altında, özlenen arınmanın gerçekleşmesi için kitleleri bu ideal yolunda harekete geçirebilecek bir toplum hareketine ihtiyaç vardır.
Eğitim – siyaset ilişkilerini gözden geçirirken değinilen bu başlıkların yalnız bu konuda değil, tüm sorunlarımız açısından geçerli olduğuna işaret edilmelidir.
2) Koşullanmama: Bir numaralı insan hakkı!
a) Py’nin işgal ettiği alanı boşaltıp, –orta veya uzun vadeli de olsa- Pgerçek ile doldurabilecek bir süreci başlatabilmek için, Pyoz’un etkili araçları farkedilip etkisizleştirilebilmelidir.
b) Bu araç, “benimsetme” olup, okul versiyonunun adı ise “öğretme”dir. Benimsetme kavramının temelinde, “mutlak doğru” inancı yatıyor.
Bir şeyin değişmez (mutlak) doğru olduğuna inanıldığında, başkalarının da bu doğruyu –zorlayarak dahi olsa- benimsemesinin istenilmesi kaçınılmaz olabiliyor. Koşullandırma, benimsetme’nin yollarından başlıcasıdır. “Eğer … ise … dir” yaklaşımı yaygın bir kültür olabilseydi, benimsetme bu denli yaygın ve yıkıcı olmayabilirdi (bkz. http://bit.ly/10QO3MN).
c) Koşullandırma, insan türünün çeşitli sorunlar karşısında türünün devamını sağlama amaçlı milyon yıllık evrimi sonunda kazanmış olduğu olağanüstü öğrenebilme yeteneğini hiçe saymak, onunla mücadeleye girmek anlamına gelen yanlış bir girişimdir. Bu abes girişim yerine, genetiğimize yerleşmiş bulunan yüksek öğrenebilirlik yeteneğine güvenmek zorundayız.
d) Yıkılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerinde bir ulus ve devlet inşa ederken kaçınılmaz sayılabilecek ideolojik eğitimi, günümüzde de sürdürmeyi haklı gösterebilecek bir neden olamaz.
3) “Düşünme” hep kutsanagelmiştir.
a) Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme genelde birbiri yerine kullanılabiliyor. Halbuki;
i) Rasyonel düşünme, neden-sonuç bağlantılarını kesintisiz ve yanlışlanabilir adımlar halinde düşünmek,
ii) Kritik [1] düşünme ise, bir sonuca yol açan çeşitli nedenleri ağırlıklandırılarak düşünmek
olup, bileşenleri ancak “birlikte” kullanıldıklarında “doğru” olarak nitelenebilir düşünme ortaya çıkıyor.
b) Bu birliktelik sağlanmadığında, herhangi bir sonuca yol açan ve kritik düşünme bileşenine göre az önemli olan -kişinin duyguları doğrultusunda- herhangi bir nedenin, sonucu belirleyen esas neden olduğu savunulabilir ki bu durumda nedensel düşünce tamamen işlevini kaybetmektedir.
c) Rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerin tanımlarının dahi önemsenmemiş oluşu, sorun çözme kabiliyetinin önemli bir gereği olan doğru düşünebilme aracından yoksun kalındığını gösteriyor.
4) Bu irdelemeler yoluyla bir ölçüde netleştirildiği düşünülebilecek platform üzerinde iki soru sorulup cevaplanmasına çalışılabilir:
Soru 1. Eğitim; iyi de niçin?
a) Küçük ölçekte ticaret yapacak bir firmanın dahi misyon ve vizyonunun olması –ülkemiz istisna edilirse(!)- bir gereklilik iken, büyük kitlelerin yaşamlarını derinden etkileyen eğitim gibi bir sürecin:
– niçin yapılacağı (misyon),
– nereye varmak için yapılacağı (vizyon) ve
– hangi ilkelere sadık kalınarak yapılacağı (değerler)
noktalarındaki ilkelerin ortaya konulması –ve sürekli sorgulanarak pekiştirilmesi- kaçınılamaz bir zorunluk değil midir?
b) Gerek misyon, gerekse vizyon –Türkçeye çevrilmeyişlerinden de görüleceği üzere- önemli diğer kavramlar gibi tanımsızdır (bkz. http://bit.ly/TKJwXJ).
c) Bir hatırlatma olması için:
– Misyon: En temelde ne yapılmak istendiği (örn. Bedensel engellilerin yaşamlarını kolaylaştırmak..)
– Vizyon: Misyon şeklinde tanımlanan derindeki amacı gerçekleştirmek üzere girişilebilecek çeşitli eylemlerin her birisinin varmak istediği hedef (örnek; bu misyona yönelik 4 ayrı eylem örneği ve bu eylemlerin vizyonları):
Eylem 1. Bedensel Engelliler (BE) Vakfı kurmak.
Vizyon: Tüm engellileri üye yapıp, kapsayıcı bir dayanışma ağı oluşturmak.
Eylem 2. Uluslararası BE olimpiyatına katılmak üzere bir organizasyon yapmak.
Vizyon: En az 3 altın madalya kazanmak.
Eylem 3. BE’in parlamentoda temsili ve haklarını savunmak.
Vizyon: 5 yıl içinde, her seçimde 2 BE’nin yerel ve merkezi meclise girmesi.
Eylem 4. BE için araç-gereç üretimi yapacak bir ticari firma kurmak.
Vizyon: Her BE’nin firma ortağı olmasını ve ortaklık payını, yapacağı inovasyonların bedeliyle ödemesini sağlamak.
Görüldüğü gibi misyon tek, o misyona hizmet edebilecek eylemlerin vizyonları ise çok sayıda olabilir.
– Değer(ler): Vizyon(lar)’a erişme yolunda daima sadık kalınacak değer yargıları (örn. “daima ortak akla güvenmek”, “tüm organların birbirleri yerine kullanılabilirliği”, “engelden yakınma, acındırma yok”.
d) Bu tanımların ışığı altında, “eğitim için misyon, vizyon ve değerler neler olmalıdır?” konusundaki önerilerim (kuşkusuz başka öneriler de olabilir):
– Misyon: Kişinin –her bakımdan- ayakları üzerinde durabilmesi.
– Vizyon
Eylem 1. Bedensel, zihinsel, ruhsal ve ahlaki açılardan sınırlarını, tam olarak öğrenip, o sınırların özendirebileceği yönlerden birisi doğrultusunda ilerleyerek “kendini gerçekleştirmek”.
Vizyon 1: (Kendi ilgilerine göre bir hedefe kendisi karar vermeli)
Eylem 2. İçinde bulunduğu toplum ve insanlık ailesine net katkı sağlamak.
Vizyon 2: (Kendi ilgilerine göre bir hedefe kendisi karar vermeli)
– Değerler: (Kişi bu süreçte kendi değerlerini kendisi oluşturabilmelidir. Bu onun en doğal özgürlük alanı sayılmalı, müdahale edilmemeli, değer benimsetilmeye, öğretilmeye, empoze edilmeye çalışılmamalıdır. Bu ilke aynı zamanda, merak ve yaratıcılığına herhangi bir yolla –sorgulanamazlık, koşullandırma gibi- müdahalede bulunulmamasını da kapsamaktadır).
e) Bu çerçeveye oturacak bir eğitim sisteminin desteklenmesi, yaygınlaştırılması, çeşitli müdahalelere karşı korunması Pg anlamında politikanın vazgeçilmez ödevlerinden birisi olmalıdır.
Soru 2. Pg anlamındaki politika bu misyon ve vizyonun neresine oturuyor; Py niçin / nasıl kirlenme yaratıyor?
a) Politikanın kirlenmesi tek nedenle açıklanabilecek bir sorun değildir. Siyaset sisteminin kirlenmesine yol açan ve birbirini besleyerek yerleşen kirlenme olgusu Alternatif Siyaset Anlayışı adlı yayında irdelenmiştir (bkz. http://bit.ly/10XWp5p). Burada ise, kirlenme olgusunun eğitim sistemiyle etkileşimi üzerinde durulacak ve bir dizi neden arasında en önemli görülen birisi ele alınacaktır. Bu, tüm canlıların ve özelde de insan türünün olağanüstü öğrenme yeteneğinin gözardı edilmesi gerçeğidir.
b) Kimi sistemler “kendi kendini taşıyabilme” özelliğine sahiptir. Bu özelliği –iyi niyetlerle- güçlendirmek amacıyla yapılan müdahaleler çoğunlukla bu yeteneğin bozulmasına yol açıyor. İşte birkaç örnek:
i) Yumurtadan çıkmaya çalışan civcive “yardım”,
ii) Kendini taşıyacak şekilde tasarlanan uzay kafes kirişe destek koyarak “yardım”,
iii) “Zarar verme” (bkz. http://bit.ly/153ed3E) ahlak ilkesini, “zarar verme ve yarar sağla” şeklinde yorumlayarak yapılan “yardım”.
Her üç örnekte de “yardım” edilen nesneler ya ölür ya yıkılır ya da zarar görürler. Bu nedenle, yapılacak yardımların, genetik miraslardaki öğrenilmişlikleri bozabileceklerine dikkat edilmelidir.
c) Canlılar’ın, milyon yılda geliştirdikleri “yaşadıklarından öğrenebilme” yetileri de kendi kendini taşıyabilme özelliğine sahiptir ve bilinçsiz yardımlar halinde zarar görür.
Örneğin yüzme böyledir. Tüm canlılar gibi insan da milyon yıllık geçmişi boyunca yüzmeyi öğrenip DNA’sında saklar; ama daha sonraları, öğrenilmiş çaresizlik yoluyla –ki o da bir öğrenmedir- bu yeteneğini geçici olarak kaybeder ve tekrar yüzme öğrenmeye çalışır.
d) Eğitim adını verdiğimiz benimsetme / öğretme süreci, bu milyon yıllık deneyime dayalı ve halen de süren muhteşem öğrenme süreciyle bir çeşit “mücadele”dir. Söz konusu “mücadele”, aile-okul-toplum üçlüsünün kolektif çabalarıyla yapılıyor (bkz. http://bit.ly/VMHkAg).
e) Py türü politikanın ihtiyaç duyduğu insan malzemesi, mutlak doğru olarak kabul ettiği kendi ideolojisini benimsetme yoluyla yaymaya eğilimli olmak zorundadır. Çünkü kendi varlığının güvencesi, kendine benzer insanlarla çevrili olmaktır.
Eğitim sistemimizin başlangıçtan beri ana renginin “ideolojik benimsetme” olmasının nedeni, Py türü politikanın amaçları için okul sisteminin en uygun ortam olmasıdır.
Kuşkusuz, okul sisteminin yetiştirdiği tüm insanlar ideolojik benimsetici eğilimli değildir; ama, sistemi sorgulama yoluyla değiştirebilecek nedensel ve kritik düşünme yetileri de kritik kütleyi oluşturabilecek düzeyde değildir.
f) Buna karşı ne yapılabilir; hatta daha doğru olarak yapılabilir mi ve de yapılmalı mı?
Biyolojik yaşam gibi sosyal yaşam da –biz beğenelim ya da beğenmeyelim- kendine bir yol buluyor. Biz hem o kadar beklemek, hem de önümüze gelecek o çözümleri kabul etmek istemeyebiliriz. Bu durumda ayrıntılı bir planın işe yaramayacağı bellidir. Çünkü kimse bu denli karmaşık bir süreci, her adımını kontrol edip yönetemez.
Bu gerçeğin idraki bir başlangıç noktası olabilir. Bir bulamaç’a benzetilebilecek kaotik yapılı sistemin içine atılarak, onu tedricen dönüştürebilecek bir nano-tool düşünülebilir. Bu dönüştürücü, insanlık tarihinde en güçlü etkiyi yapabilmiş olan “kuşku” kavramı olabilir.
Bildiklerimizin, inandıklarımızın, hatta elimizle dokunup gözümüzle gördüklerimizin dahi, ancak koşullu –ve kuşkulu- doğrular olabileceğinin idrakini üretebilecek bir dönüştürücü.
İşe yarar mı? Bilmiyorum, kuşkuluyum!
Teşekkür ederim.
Nisan 11, 2013
[1] Critical º krisis (Gr.) º iyiyi kötüyü ayırmak, kalburdan geçirmek, ayırt etmek.
-
Nis 07 2013 Depocu – 22
Akıl karışıklığının –nedenleri farklı olsa da- yaygın olduğu bugünlerde, çok somut ve de hemen her duruma uygulanabilir bir konuyu ele alıp, biraz olsun zihinsel duruluğun sükunetini deneyimlemek istiyorum.
Yazının başlığı, “catch-22” (https://www.wikiwand.com/tr/Catch-22_(roman)) olarak bilinen ünlü söylemi hatırlatmak amacını taşıyor. Bir sorun’un çözümünün, sorun’un varlığına bağlı olduğu durumlar için kullanılan bir deyim. Zihinsel duruluk sağlamak bir yana, mevcut olanı da –varsa- tamamen yoketmeye yol açabilecek bir zihin törpüsü de denebilir.
Neyse bunları bir yana bırakalım. Üzerinde durmak istediğim, herhangi bir sanayi kolunda üretim yapanların en büyük sorunu olan depoculuk ile ilgili. Hele, rekabetin bu denli sert olduğu günümüzde, tüm depo yöneticilerinin bir nolu sorunu bu.
Ne üretilirse üretilsin, ya üreten ya da ona yan sanayi olarak iş yapanların mutlaka depoları vardır ve bunlar, üretim girdilerinin ihtiyaç olduğu anda elleri altında bulumasını sağlar. Tüm depoların amacı budur. Ama burada, birbirine zıt iki istek aynı anda yerine gelmek zorundadır: Bir girdiye ihtiyaç olduğunda stokta bulunsun ve fakat stokların maliyeti de minimum olsun.
Her girdiyi tıka basa stoklasan stok maliyeti katlanılamaz olur; hiç stok bulundurmasan bu defa da üretim duracağı için yine katlanılamaz maliyetler doğar.
Bu tür açmazlar, yaşamımızın her karesini doldurur: Asgari ücretle çalışanın eşi bir yandan ailesini iyi beslemek zorunda iken, bir yandan da bu parayı yetirmek zorundadır. Yargıç vereceği çezanın azami caydırıcılık sağlamasını isterken bir yandan da bizzat ceza alacak kişinin haklarını korumak zorundadır. Taksi şoförü yolcusunu olabildiğince çabuk götürüp yeni yolcu almak için tekrar sıraya girmek zorunda iken, bir yandan da yolcusunun konforunu gözetmek için yavaş gitmelidir. Ve daha yüzlerce örneğin hepsinde benzer ikilemler.
Bu tür durumlar için “optimizasyon” (eniyileme) adı verilen yöntem kullanılıp, birbirine ters etki yapan öğeler arasında “olabilecek en iyi” çözüm bulunmaya çalışılır. Fakat bunun için bir anahtar kavrama ihtiyaç var: Çözümün anahtarı “kötü duruma rıza gösterebilme oranı” denilebilecek bir kavramdır.
Depocunun sorunu bağlamında bu kavram “stok tükenmesine razı olma oranı”dır. Böyle bir oran belirlendiğinde, ortadaki sorun, optimizasyon teknikleri yoluyla çözülebilir; benzer durumdaki tüm sorunlar da bu yolla çözülebilir.
Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Kötü duruma rıza gösterebilme oranı (kısaca Rıza Oranı ya da daha kısa RO diyelim) %0’dan büyük ve %100’den küçük olmalıdır. %100’lük bir RO, “stok biterse bitsin farketmez” demektir ki bu, ya o girdi olmasa da olur ya da yerine kullanlabilecek başka bir girdi var demektir. Bu makul olmadığına göre %100’den küçük bir oran belirtilmelidir.
Ayrıca belirtmeye gerek olmayan bir özellik, RO’nun %100’den uzaklaştıkça o girdinin kritik girdi olma olasılığının arttığıdır.
RO’nun bir de öbür ucu var. Örneğin bir nükleer santralda, yakıt çubuklarının erimesine yol açılmaması için en kritik girdi soğutma suyu olduğuna göre, suyun kesilmesine rıza gösterme oranı “neredeyse sıfır”dır.
Su kesintisine karşı önlem olarak santrallar genellikle büyük su kaynakları yanına inşa edilirler, ama bu defa da suyun çubuklara erişimini sağlayacak borular, vanalar, pompalar, elektrik motorları vb onlarca kritik elemanın “bulunmayışlarına ne kadar rıza gösterilebileceği” sorusu gündeme gelir ki, bunlar için de RO “neredeyse sıfır”dır.
Bu “neredeyse sıfır” düzeyindeki güveni sağlamak ayrı bir mühendislik dalının (güvenilirlik mühendisliği) konusu olup, daha çok yedek, daha özenli üretim, daha çabuk onarma teknikleri, daha iyi insan kaynağı gibi önlemler demektir.
Şimdi dilimin altındaki ilk baklayı çıkarayım: Bir yönetici gelse ve “ben sıfır RO istiyorum” (yani asla soğutma suyu kesilmeyecek) dese ne olacaktır?
Bu durumda iki çare vardır: (1) Sistemdeki her şeyin onlarca –ve birbirinden bağımsız- yedeği olacak, onların da yedekleri ilh yedekleri olacaktır. (2) Birisi çıkıp bu ceberrut veya ahmak insana “böyle istek olmaz; gerçekleştirilebilir ve sıfırdan büyük bir RO belirtmelisin” der.
Birinci çözümün niçin olamayacağı bellidir. Çünkü belli bir noktadan sonra –ki o noktayı zaten güvenilirlik mühendisliği söyler- artan yedekleme, başa çıkılamayacak bir karmaşıklık yaratır ve bu defa da yedeksizlik nedeniyle değil ama karmaşıklığı yönetememek nedeniyle daha beter sorunlar doğabilir.
İkinci olasılıkta ise yönetici yine de israr etse ve mesela “kardeşim sen china syndrome [1] diye bir şey duymadın mı; insanların ölümü senin umurunda değil mi?” diye püskürse, yedeklemenin yedeklemesinin yedeklemesi nerede durdurulacaktır?
Görülüyor ki her iki durumda da, doğabilecek çekirdek erimesi olgusuna rıza göstermek gereken bir yer vardır, olmak zorundadır. “Neredeyse sıfır” bunu anlatmaktadır ve ne olursa olsun sıfır olamayacağına işaret etmektedir. O noktanın neresi olduğu, buna etki yapabilecek ve de sonuçtan etkilenebilecek durumdaki kişilerin sayılarına, akıl-fikir düzeylerine, fikirlerinin alınıp alınmadığına, bilimi yaşamlarına ne denli rehber kılabildiklerine vb faktörlere bağlıdır.
Sonuçta akıl galip gelirse, belirli bir RO üzerinde karar kılınır ve ancak ondan sonrası Tanrı’ya bırakılır. Bu, karar kılınan RO’ya karşılık gelen bir olasılıkla “meşum olasılığın gerçekleşmesi ve belli sayıda insanın zarar görmesine rıza gösterilmesi” demektir.
Akıl yerine akılsızlık –ve ahlaksızlıkla birleşik çeşitli türevleri- galebe çalarsa, çekirdek belki erimeyecek, ama meşum olasılığa karşılık gelenden daha çok insan, bu defa söz konusu türevlerin dolaylı sonuçları nedeniyle daha derin düzeyde zararlar görecektir.
Sonuç olarak bilinmesi gereken şudur: Her kaza-beladan korunmanın bir maliyeti (RO) vardır ve o maliyet kesinlikle sıfır değildir. Stok tükenmesine hiç uğramamak, trafik kazalarında hiç insan kaybetmemek, topraklarını sıfır kayıpla koruyabilmek, sıkıntı çekmeden refaha erişebilmek, yargıçların kendilerine sağlanan ayrıcalıkları hiç kötüye kullanmamaları ve daha yüzlerce bedava yemek, herkesin arzu edeceği nimetlerdir.
Ama, o amaçların doğal maliyetleri sayılması gereken kayıplara rıza gösterilmezse, o nimetlere erişilemez. Bunlara ancak, o süreçleri bu bilinçle yönetebilen toplumlar sahip olabilirler.
Pazar, Nisan 7, 2013 (Rev. Ekim 7, 2021)
[1] Bir nükleer reaktörün çubuklarının erimesiyle başlayan zincirleme olaylar sonunda, reaktör koruyucu yapısının da eriyip toprağı eriterek Çin’e kadar dünyayı deleceği varsayımı.
-
Ara 19 2012 Okullarda hırsızlık mı öğretiliyor?
Toplumumuzda en yaygın eğrilik türü nedir? Hiç kuşku edilmesin hırsızlıktır. Hırsızlık, “kendine ait olmayan bir şeyin, sahibinin rızası olmadan alınması” biçiminde tanımlanabilir. Bu olguya ikinci bir boyut eklenir ve bu tanımda kullanılan “alma” eyleminin nasıl olduğunu tanımlarsa, hırsızlık türleri epey zenginleşmiş olur. Örneğin alma eylemi, gerçekleşmeyecek bir vaat yoluyla yerine getirilebilir (genç kızların evlenme vaadiyle kandırılması), zor kullanarak yapılabilir (gasp), dikkatsizlikten (yankesicilik) veya akılsızlıktan yararlanarak (Titan) gerçekleştirilebilir.
Bu liste uzatılarak, laf uzatmanın, sorulan bir soruya başka bir yanıt vermenin, trafikte önündekinin yolunu kesmenin, üst katta gürültü yaparak istirahat özgürlüğünü almanın, sınıfta gürültü yaparak başkalarının öğrenme özgürlüklerini almanın, hepsinin aynı tanıma girdiği görülebilir.
Hırsızlık olgusuna eklenebilecek üçüncü boyut ise, verdiği zararın kalıcılığıdır. Nasılsınız? gibi sıradan bir soruya verilebilecek uzun bir yanıt kuşkusuz ki bu tanım uyarınca zaman hırsızlığıdır. Ama bu hırsızlığın verdiği zarar ile, evi soyulan bir kişinin uğradığı zarar da aynı değildir. Böyle bir sınıflama, hırsızlığı bilimsel olarak daha doğru bir yerlere oturtmaktadır.
Bu üç boyut açısından değerlendirildiğinde, acaba tanıma en çok uyan ve kalıcı zararı en büyük olan hırsızlık türü hangisidir?
Okullarda yaygın biçimde var olan “kopya çekmek”, hırsızlık türleri içinde tanıma en çok uyan ve kalıcı zararı en fazla olanıdır. Kendine ait olmayan bir bilginin, sahibinin rızasıyla ya da rızası olmadan, kendi hakkı olmayan bir notun “alınması” amacıyla kullanılması, hırsızlığın tanımına tam olarak -hem de katmerli olarak- uymaktadır.
Ama esas felaket burada değildir. Öğretmenlerin çok büyük çoğunluğunun kopya çekmeye karşı uyguladıkları önlem(!), bu tür hırsızlığın okul dışına çıkmasına ve ömür boyu sürecek bir kalıcı davranışın yerleştirilmesine yol açmaktadır. Okulun bir amacının da kalıcı davranışlar edindirmek olduğu hatırlanırsa, bu başarının(!) eğri bir davranışı kazandırmak yerine doğru bir davranış kazandırmakta niçin gösterilemediğinin acı acı düşünülmesi gerektiği ortaya çıkacaktır.
Kopyaya engel olmak için öğretmenlerin %99’unun kullandığı yöntem, sınavlarda “gözetim yapılması” dır.
“Sınavda kopya almak ve vermek hırsızlıktır ve sizler bu hırsızlığı yapmayacak düzeyde onur sahibi çocuklarsınız. Yarınlarda sizlere bu ülkenin birçok imkanını hiçbir gözetim olmaksızın, yalnızca onurlarınıza güvenerek teslim edeceğiz. Bu nedenle şimdi sizi sorularınızla baş başa bırakıyorum. Sizlere güveniyorum ve bu güvenimi kötüye kullanmayacağınıza inanıyorum. Hepinize şimdiden teşekkür ediyorum, hepinizi böyle bir hırsızlığa tenezzül etmediğiniz için kutluyorum ve hepinize başarılar diliyorum!” demek yerine;
“Sizler güvenilmez çocuklarsınız, aynı zamanda da uzun vadeli çıkarlarınızı düşünemeyecek kadar da akılsızsınız. Sizleri kendi başınıza bıraksak hepiniz ya kopya alır ya da verirsiniz. Çünkü sizler potansiyel hırsızlarsınız. Ama ben buna izin vermeyeceğim. Şimdilik hırsızlık yapmanıza izin yok, ama ileride gözetim olmadığında, onurunuza teslim edilecek imkanları çalabilirsiniz!” mesajını çocukların gözlerinin içine baka baka veririz.
Tüm sınavlarda ve %99 öğretmen tarafından uygulanan bir yöntemle, yaşamının etkilenmeye en açık döneminde “sen güvenilmez bir kişisin” mesajıyla beyni yıkanan çocuk ve gençlerimizin, erişkin hale geldiğinde niçin türlü eğrilikler yaptığının bu açıklamasını anlayabilen öğretmenlerimize, okul idarelerine, velilere ve nihayet öğrencilere çağrım, bilmeden yaptıklarının ne anlama geldiğini düşünmeleri, ama iyice düşünmeleri ve bu yanlıştan dönmeleridir.
5 Kasım 2001
19Aralık 2012 itibariyle ekleme: “E peki ne yapabiliriz?” diye soran olursa Gözetimsiz Sınav (Onur Sistemi) yazısına göz atmaları önerilir (https://tinaztitiz.com/3646/gozetimli-sinav/).
-
Ara 02 2012 Üniformalar demokrasi ile bağdaşır mı?
Önce bir soru: Tek-tip giyim kuşam nedir?
Soru’nun iki ucundan birisi, giyimi oluşturan tüm parçaların (rozet dahil) tam olarak aynı olması, diğer ucu ise bu parçalardan en küçüğünün –gözlük, yüzük, rozet, kravat iğnesi gibi- aynı olmasıdır.
Böyle bir tanım olmasa da, galiba tek-tip’i belirleyen şey, -kullananlar ya da algılayanlarca- “yüklenen simgesel anlam” ile ilgilidir. Örneğin, gizli bir örgüt, üyelerinin birbirlerini tanımaları için ilk bakışta göze çarpacak irilik ve/ya çarpıcılıkta bir şeyi değil, diğer öğeler arasında gözden kaçabilecek bir öğeyi simge olarak seçer. Hatta, bunun bir nesne olması yerine, beden diliyle ifade edilen özgün bir işaret daha da güvenlidir. Sol elinin işaret ve orta parmağını çaprazlayıp kalbinin üstünü kaşır gibi yaparken diğerinin gözüne bakmak gibi bir tanıma/tanınma simgesi –eğer çok küçük bir olasılık denk gelmezse- yüklenen simgesel anlam açısından tek-tip sayılabilir.
Gizli olmayan gevşek örgütlenmeler için “Atatürk rozeti”, -belirli biçimde bağlanıp adlandırılan- “türban”, “gümüş yüzük”, “kafa tokuşturarak selamlaşma”, “metalci selamı” ve daha onlarca simgesel anlam yüklenmiş tanıma/tanınma işareti, tek-tip tanımına uyuyor.
Bu örneklerin tam aksine, -kızlı erkekli- gençlerin büyük çoğunluğunun giydiği ve üniforma teriminin tanımına tam uyan blucin pantalonlar, bütün göze çarpıcılığına karşın yüklenen simgesel bir anlam –henüz- taşımadığı için tek-tip sayılamaz.
Tek-tip niçin kullanılır?
Başlıca iki neden grubu akla geliyor. Birisi “zorunluk”, diğeri ise “grup aidiyetinin ilanı”. Zorunluk kategorisine tüm iş kıyafetleri giriyor. Arıcıların kıyafetleri tek-tip, ama tamamen arılara karşı korunma amacı taşıyor. Robocop polis kıyafeti de kızgın vatandaşların saldırılarına karşı tasarımlanmış. Benzer durumdaki mesleki giyim kuşamların amacı aynı.
Bir gruba ait olduğunu ilan ederek:
– “Biz ….yiz, bilinmek ve desteklenmek istiyoruz”
– “Benim dünya görüşüm şudur, biline”
– “Grubum önemlidir, ben de önemliyim”
– “Beni tek başıma görüp de yanılmayın, arkamda bizimkiler var”
– “Benim dünya görüşümü kabul etmeyen …..dır”
gibi mesajlardan birini yayanlardan özellikle de sonuncusu, en sık rastlananlardan.
Tek-tip ve demokrasi..
Polis, belediye zabıtası, asker, avukat, hakim, hemşire, hakem, imam, akademik kisve sahipleri, orkestra elemanları, belirli işleri yapanların giymeleri “gerekli” veya “yararlı” giyim-kuşam, “özgürlükler” –dolayısıyla da demokrasi- ile bağdaşır mı bağdaşmaz mı?
Bu, bir nefeste yanıtlanması güç soruya bir başka aracı soru yardımıyla cevap verilebilir.
Bu sayılanların giyinip kuşandıkları tek-tip’ler niçin gerekli veya zorunludur?
Olası nedenler olarak şunlar akla gelebilir:
– Özgür olamayacaklarını, demokrasiye layık sayılmadıklarını ilan etmek için,
– Bugün ne giysem endişesini yok etmek için,
– Tek-tip giydirilen insanlara “siz hepiniz aynısınız, kendinizi bir halt sanmayın” aşağılayıcı mesajını her daim kafalarına kakmak için,
– Kurumsal örgünün, emir-komuta sistemine bağlı olduğu yerlerde kimin emir verip kimin alacağını açık ve kolayca belirtebilmek için,
– Bir çeşit görev tanımı olarak algılanmasını ve ayrıca görev ve yetkilerinin sorgulanmasını önlemek için,
– Bir kuruma ait olanlarla olmayanların kolayca ayrılabilmesini sağlamak için,
– Yaşlarının ve görevlerinin gereği olarak çok hareket etmek ve kirlenilmek gibi koşullarda giysilerini korumak için.
Sonuç..
(1) Tek-tip, tüm giysi ve aksesuarlardan oluşmaz; belirli anlam yüklenen giysi ve aksesuarlar da tek-tip etkisi yapar.
(2) Serbest kıyafet kolayca bir sorun üreteci haline getirilebilir. Mayo (veya benzeri) ya da çarşaf (veya benzeri) birer örnektir.
(3) Okul formaları birkaç yaratıcı önlemle tek düzelik görüntüsü dışına çıkarılabilir.
(4) Bundan 15 yıl kadar önce, İzmir’de bir okulda yapılan ortak akıl çalışmasına[1] yöneltilen sorulardan birisi de “nasıl bir okul kıyafeti?” idi. 3 saatlik çalışma sonunda –çoğunluğu öğrencilerden oluşan- gurup şu ifadelerde uzlaşmıştı:
Görüntü
- Kılık, kıyafet, takı, makyaj ve/ya tavır ve davranış yoluyla cinsellik ön plana çıkarılmamalıdır. Bunun değerlendirmesini olabildiğince yansız olarak yapmak, çocuk ve gençlerin bulunduğu bir ortamda nelerin yapılıp nelerin yapılmaması gerektiğini değerlendirmek, bunu bir kanıtlama zorunluğuna dönüştürmemek herkesin vazgeçilmez ödevidir.
- Kılık, kıyafet, saç, vb. açıdan bir diğer ilke, bakımlı olması ve okulun dışarıdaki imajını olumsuz etkilememesidir.
- Erkek öğrenciler için gri pantalon, beyaz veya çizgili mavi gömlek, kravat, lacivert kazak, okul armalı beyaz veya lacivert polo yaka penye, yelek, okul armalı beyaz veya lacivert sweat-shirt, okul armalı lacivert ceket veya kazak ve okul armalı monttan oluşan seçenekler içinden istediği bir bileşimi seçer. Bahar ve yaz döneminde kravat takılmayabilir.
- Kız öğrenciler için ; lacivert -kırmızı ekose etek, beyaz veya çizgili mavi gömlek, gömlek içine beyaz, lacivert, kırmızı veya mavi balıkçı kazak, yelek, okul armalı beyaz veya lacivert polo yakalı penye, okul armalı mont, okul armalı lacivert, kırmızı veya beyaz sweat-shirt veya kazak, dize kadar lacivert, gri, kırmızı veya beyaz veya ten rengi külotlu çorap; bahar ve yaz aylarında diz altında çorap, içinden istediği bir bileşimi seçebilir.
- Kız ve erkek öğrenciler takı takamazlar.
- Öğrenciler makyaj yapmaz, tırnakları kısa, boyasız ve bakımlı olur.
- Hizmetli personel, okul idaresinin belirlediği iş önlüğü veya elbiselerini giyerler.
(5) Kırmızı pelerine aslında boğalar değil inekler kızar. Boğalar, inek yerine konuldukları için kırmızıya saldırırlar.
2 Aralık 2012
[1] Çalışmaya katılan 40 kişi şunlardı: çeşitli sınıflardan (ilk okul dahil) öğrenciler, birkaç öğretmen, idareci, güvenlik görevlisi, aşçı, memur, veli, güvenlik görevlisi, temizlikçi, gazeteci (dışardan davet).
-
Ara 01 2012 Pasteur’ün son sözleri..
Louis Pasteur ve Claude Bernard arasında, hastalıkların nedeni hakkındaki anlaşmazlığın, Pasteur’ün ölüm döşeğindeki son sözlerine yansıdığını iddia eden yazarlar, şöyle bir sözle yaşamının bittiğini söylerler: “Bernard haklı; mikroplar hiç bir şey, ortam ise her şeydir”[1].
Yaşamı boyunca hastalıklara ne(ler)in yol açtığını araştıran bu bilge kişi, son nefesinde –ömrü boyunca savunduğu- “hastalıkların nedeni mikroplardır” görüşünü niçin değiştirmiş olabilir?
Pasteur’ün bunları son nefesinde söyleyip söylemediği tam bilinmiyor; en azından biyografisinde[2] tam bu sözlerin olmadığı, ama yaşamı boyunca benzer bir görüşü ısrarla savunduğu ve sonradan değiştirdiği belirtiliyor. Bunun nedeni ne olabilir?
Büyük ihtimalle bu değişim ölümünden önce bir kuşkuyla başlamıştır. “Acaba mikropların dışında bir etmen olabilir mi?” kuşkusu, son zamanlarında iyice netleşmiş ve giderek dünyevi baskılardan kurtulup ölüme yaklaştıkça gerçek, tüm yalınlığı ile görünmüş olmalıdır.
İnsanın yargılarından tam kurtulması –ki ölüm anından daha uygun bir zaman olmaz- şeklinde tanımlanabilecek bir “saf akıl derinliği” ile Pasteur, mikropların olsa olsa birer aracı olabileceğini anlamıştır.
Mikropların –ki daima var olduklarına göre- durup durup da belirli bir durumda hastalık yaratmalarının nedeni, “ortam” denilen “bir dizi uygun koşul”dur. İster kendi kendine oluşmuş, ister dış müdahalelerle oluşturulmuş olsunlar, hazır bekleyen –ama uygun ortam bulamamış- mikroplara operasyon emrini işte bu “uygun koşullar” vermektedir.
Bu olgu sadece hekimlere hastalıkların oluşumu ile bir bakış açısı getirmez, aynı zamanda toplum yaşamında da önemli bir rol oynar.
Bu gerçeği bilenler, amaçlarını –her ne ise- gerçekleştirebilmek için her şeyi tek tek yapmak zorunda olmadıklarının, uygun koşulları hazırlayabildikleri takdirde arzu ettikleri sonuçları üretebilecek çok sayıda etkenin harekete geçeceğinin farkındadırlar.
Bir toplum içinde bulunabilen ve görüşlerinin doğruluğunu sorgulamayan –her görüşteki- fanatik kesimler, bu gibi “hazırlanmış ortamlar”dırlar; ve bir işaret fişeği gibi yorumlayabilecekleri durumlarda harekete geçip, işaret fişeğini atanların tahayyül dahi edemeyecekleri tutum ve davranışlar sergileyebilirler. Yakın tarihimizdeki Kubilay olayı, 6-7 Eylül olayları, Madımak katliamı ve benzerleri sadece birkaç örnektir.
Sorgulamayan insanların çoğunlukta oldukları toplumlar hiçbir zaman güvende olamazlar. Bu insanların bir tehdit oluşturmaları için tümünün birden aynı doğrulara sahip olması da gerekmez. İçlerindeki her sorgulamasız görüş grubu potansiyel birer patlayıcı gibidir.
Böylesi bir sorgulamasızlık kültürüne sahip bir toplum, hangi anayasayı yaparsa yapsın, hangi önlemleri alırsa alsın, sorgulamasız kesimler nedeniyle tehdit altındadır.
Sorgulanamazlığın en bağdaşmadığı rejim ise demokrasidir.
Stephan Hawking, kendisiyle röportaj yapan muhabirin “sizce mutluluk nedir?” sorusuna hiç düşünmeden şu cevabı veriyordu: “Mutluluk anlamaktır”.
Bu olguyu anlamak için daha çok çaba harcanmasını beklemek fazla iyimserlik midir?
1 Aralık 2012
-
Kas 01 2012 Cumhuriyet nedir?
İnternet yoluyla bana erişen ve cumhuriyeti şiirsel bir dille anlatan satırları okurlarımla paylaşmak ve sonuna da bu şiirsel anlatımın aksi bir soğukluktaki kendi tanımımı ekleyerek, yazının ortalama sıcaklığını biraz olsun azaltmak istedim:
<<Bazılarımız bizdeki Cumhuriyeti pek anlayamadılar. Ya da doğru dürüst bir şekilde anlatamadılar. Veya birileri anlamak istemediler, istemiyorlar. Bir de ben anlatayım Cumhuriyeti kısaca ve şöyle dilimin döndüğünce…
- Cumhuriyet, köşeye kıstırıldığı sanılan bir ulusun, bir at gibi kükreyişi ve şahlanışıdır.
- Cumhuriyet, mağdur edilen ve yok sayılarak üstüne gidilen bir ulusun dünyaya göklerden bakışı ve haykırışıdır.
- Cumhuriyet, özgürlük meşalesini sürekli yakan ateştir.
- Cumhuriyet, karanlığı kovan güneştir.
- Cumhuriyet, ülkemiz, vatanımız ve bayrağımızla özdeştir.
- Cumhuriyet, dünyada (adeta) cennete eştir.
- Cumhuriyet, dirençtir,
- Cumhuriyet, gönençtir.
- Cumhuriyet, erinçtir.
- Cumhuriyet, zincirleri, prangaları kırıştır.
- Cumhuriyet, düşmanların karşısında ak alınla, dimdik duruştur.
- Cumhuriyet, tüm çıkarcı ve karanlık kafalara vuruştur.
- Cumhuriyet, “Yurtta sulh, dünyada barıştır”.
- Cumhuriyet, insanlığın gelişiminde yarıştır.
- Cumhuriyet, hak, hukuk, adalet başta; en kutsal değerlere varıştır.
- Cumhuriyet, insanlık yolunda olağanüstü bir niyettir,
- Cumhuriyet, doğaya ve tüm canlılara hürriyettir.
- Cumhuriyet, çok güzel bir lisandır.
- Cumhuriyet, Türkler için büyük bir tarihtir, destandır.
- Cumhuriyet, velhasıl çok iyi ve hayırlı iştir.
- Cumhuriyet, insanlık âleminde tam bir yükseliştir.
- Cumhuriyet, özgürlük sevdalısı Türk’e yaraşır = Türk’tür.
- Cumhuriyet, ATATÜRK’tür.>>
Egemenlik açısından, üç önemli soru vardır:
(1) Egemenlik nedir?
(2) Egemenlik kime (kral, padişah, şah, sultan, imparator vbg bir kişiye, bir aileye, bir sınıfa, halk=cumhur’a vd) aittir?
(3) Egemenliği, ait olan adına kim (kişi, sınıf, aile, aracısız doğrudan halk, temsilcileriyle halk (parlamento, başkanvb) kullanır?
Birinci soru’nun yanıtı basittir: Egemenlik, kişilerin yaşam tercihleri’ni kimin yapacağıdır. Yaşam tercihleri, hangi topraklarda ve hangi bayrak altında yaşayacağı, nasıl giyineceği, ne yiyip içeceği, ne öğreneceği, hangi dine inanacağı, inanıp inanmayacağı vb konulardaki kararlardır.
Cumhuriyet, ikinci sorunun cevabıdır ve egemenliğin cumhur’a (halk) ait olduğunu; demokrasi ise üçüncü sorunun cevabı olup, egemenliği kullananın halk olduğunu ifade eder.
Bu tanımlar ışığında, egemen bir halk’ın (yani cumhuriyet), egemenliği yine kendisinin (yani demokrasi) kullandığında, kendisiyle ilgili tercihlere kendisi karar verir; sanılsa da öyle değildir 🙂
1 Kasım 2012