-
Nis 16 2012 Hayvanlar !
Her nerede insan yaşamını kolaylaştıran bir şey varsa oraya dikkatle bakılmalıdır. Bu kolaylıkların bir bölümü -hepsi değilse de-, bir yandan yaşamı kolaylaştırırken bir yandan da bozarlar.
Teknolojik araçların çoğu böyledir. Otomobil, hayatı kolaylaştırır ama hem çevrenin bozulmasına hem de insanın hareketsizleşmesine yol açar.
Çeşitli spreyler içine konan gazlar da böyledir. Ucuz bir biçimde püskürtme işini sağlar ama diğer yandan ozon tabakasını deler.
Yaşam kolaylaştırıcılar yalnız teknik araç, gereçler değildir. Bazı kavramsal ögeler de yaşamı kolaylaştırırlar.
Örneğin eğitimde uygulanan ezber (kişinin, mevcut diğer bilgileriyle ilişki kurulmaksızın bellekte tutma), öğrenci, öğretmen, ebeveynin işlerini çok kolaylaştırır. Başarısız öğrenciye öğretmen ya da ana babasınca yapılan tek yol gösterme, “daha iyi çalış” tır ve bunun asıl anlamı “daha iyi ezberle“dir. Gerçekten de başarısız çocuklar bu yolla başarılı hale gelebilmektedirler. Ezber böylece birçok kişinin yaşamını kolaylaştırırken bir yandan da onların yaratıcılıklarını öldürür.
İşte bu tür kavramsal kolaylaştırıcılardan birisi de “sınıflandırma“dır.
Bilimin gelişmesinde önemli rol oynayan sınıflandırmanın dayanağı, “birbirine benzer şeyleri bir araya koymak, daha az benzeyenleri üst-guruplar, daha çok benzeyenleri ise alt-guruplar içinde toplamak”tır. Böylece örneğin, “insanlar” bir gurup olmuş, “canlılar” bir üst-gurup, “derisi sarı olanlar” ise bir alt-gurup altında toplanmıştır.
Çeşitli konularda yapılan sayısız gözlem, ancak bu yolla ait olduğu guruba sokulabilmiş ve o guruba ait önceki bilgilerle ilişkilendirilebilmiştir.
Sınıflandırmanın güçlü bir alet olduğu bellidir. Ama tüm güçlü aletlerin sakıncasını da içinde barındırmaktadır: Yanlış kullanıldığında zarar vermek!
İnsanların çok azı sınıflandırma aracını doğru kullanmıştır. Çoğunluk, sınıflandırmayı, “kendinden başkasını yok sayma” gerekçesi olarak kullanmış ve halen de kullanmaktadır.
Karadenizli’ler (ya da bir alt-gurup olarak Rize’liler), Türk’ler, Kürt’ler, Fenerbahçeli’ler, Mülkiyeli’ler ya da Doğruyol’cu ya da Anap’lılar büyükçe bir bölümü -hepsi dememek için- böyle bir anlayış sonucu guruplaşmışlar, kendi dışındakileri yok sayma kolaylaştırıcılığının etkisine kapılmışlardır.
Türkiye yalnız Galatasaraylı’lar dan ya da Trabzonlu’lar dan ya da İ.T.Ü.’lüler den ibaret olsaydı, eldeki “imkanlar”ın dağıtımı ne kadar kolay olurdu (ve de olmaktadır).
Sınıflamanın kötüye kullanımının en ahmakça, en canice uygulaması ise insan-hayvan ayrımında ortaya çıkar. Sadece dış görünüşünün farklı olması nedeniyle, ölümden işkenceye dek tüm ahlaksızlıkların reva görüldüğü hayvanlar ile insan denilen tür arasında yapılan ayrımı anlamsız kılabilecek ölçüde büyük benzerlikler vardır.
İnsan ve hayvanlardan oluşan kümeyi mutlaka sınıflandırmak gerekiyorsa, mesela, “büyük sisteme uyum gösterenler” ile “büyük sistemi tahribe çalışan ahmaklar -ki aralarında hayvanlar da olabilir” biçiminde bölmek çok daha yararlı olurdu.
HABİTAT-II nedeniyle yapılan hazırlıklar çerçevesinde sokak hayvanları öldürülüyor.
Bu iş, zannedilebileceği gibi geri zekalı birkaç belediye başkanının bireysel katliamı değildir. Bu emri yerine getiren itlaf ekipleri, sanki tüm görevlerini yapıyorlarmışçasına bu katil eylemini de zevkle yapmaktadırlar. Buna rağmen bu, onların işi de değildir.
Hatta, bu cinayetlerde en az sorumluluk, geri zekalı başkanları ile itlaf ekiplerinindir. Çünkü onlar aklen eksiktirler.
Günlerdir süren bu rezilliğe karşı bir satır yazmayan, bir kelime söylemeyen köşe yazar ve konuşurları, her ağzını açışta doğa lafını ağzından düşürmeyen iş adamları, bürokratlar, politikacılar, sözüm ona devlet adamları ve kadınları esas suçludurlar.
Onlar, hayvanları ayrı bir “sınıf” olarak öldürülmeye müstahak gören, “büyük sistemi tahribe çalışan ahmaklar” sınıfının asıl üyeleridir.
Sokak hayvanlarını kuduz nedeniyle öldürdüklerini söyleyip, “öldürmeyip de kuduzun yayılmasına göz mü yumalım?” diyenler, yapmadıkları görevlerinin faturasını şark kurnazlığıyla başkalarına yıkmaya çalışan ilkel yaratıklardır.
Kuduz tehlikelidir, ama sizler daha tehlikelisiniz. Sizlerin “canlılar sınıfı”ndan tecrit edilmeniz, tedavi altına alınmanız gerekir.
Bu yazı, tüm milletvekillerine, bakanlara, başbakana, cumhurbaşkanına, büyükşehir belediye başkanına, doğa ile ilgili örgütlerin başkanlarına ve etkili olabilecek kişilere ayrıca fakslanmıştır.
Eğer bu kişilerden de bir ses çıkmaz, bu cinayetler durdurulmazsa, bunun ne anlama geleceğini ayrıca yorumlamaya, özellikle sınıflandırma açısından gerek kalmayacaktır.
14 Nisan 1996, Pazar
-
Nis 16 2012 Bu keskin kutuplaşmadan çıkış yolu var mı?
Fatih Altaylı’nın, iki genç kızımız ile TV’de yaptığı söyleşi, izleyenleri -hiç olmazsa bir bölümünü- şoke etmiş görünüyor.
Kızların söylediklerinin özeti şu:
- Atatürk olmayıp da örneğin İngilizler yurdumuzu işgal etmiş olsalardı, “biz”im daha geniş haklarımız olurdu,
- Başımıza bir şey gelmeyeceğinden emin olsak Atatürk’ü sevmediğimizi de açıkça söyleriz; Humeyni ise “biz”im için daha değerlidir,
- Burada zulüm görüyoruz.
Bu üç ifade de aşağı-yukarıdır ama anlamları tamdır. Her 3 cümledeki birinci çoğul şahıs zamiri ve eki, Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunu anlamak isteyenler için anahtar özelliktedir ve bu sözcük “biz”dir.
“Biz” kimdir, ne kadardır?
“Biz”; kendilerini “inanan”, kendi dışındakileri de “inanmayan” olarak kategorize etmiş, sayıları TV programına çıkan 2 genç kızımızla katiyen sınırlı olmayan bir kesimdir.
Çoğulcu demokrasi bağlamında bu kesimin nüfusunun bir önemi de yoktur. Önemli olan; ne istedikleri, bu isteklerinin makullüğüne nasıl olup da bu denli yürekten [1] inanabildikleridir.
“Biz”, büyük olasılıkla tek düze olmayıp içinde “inanmayanların kafalarını kesmek için yanıp tutuşanlar“dan başlayıp, “inanmayanları da -yılanlar ve çiyanlar gibi- Allah’ın yarattığı, varlıklarının mutlaka bir nedeni olduğu, bu yüzden (yani yaratandan ötürü) bunların da (yani yaratılanlar) sevilmeleri (yani tahammül gösterilmeleri) ve içlerinden bazılarının zamanla ikna edileceklerini beklemek ve de ikna için çaba göstermek gerektiği“ni düşünenlere kadar geniş bir alanı kaplamaktadır. Bayrakları, dini öğretilerin ezberletilmesi ve tekrar yoluyla koşullandırılmaları yoluyla benzer düşüncedekilerin -hangi ülkede ve kimin mandasında olurlarsa olsunlar- birleştirilmesidir.
Bu yolla yaptıkları eğitimin en belirgin özelliği “tekrar” ve “sorgulamaya kapalılık“tır.
Bu kesimin içinde kesinlikle yer almayan, muhtemelen yine epey denilebilecek sayıdaki dindar insanın varlığı, büyük olasılıkla “biz”e karşı en güçlü sigortalardan birisidir.
Öbür “biz” kimdir?
Birinci “biz” için anahtar bağ din ise, ikinci “biz” için anahtar bağ “laiklik”tir. İkinci biz de homojen olmayıp, kafa kesicilerden başlayıp tahammülcülere kadar uzanan geniş bir alanı kaplar. Bayrakları eğitim olup, ne kadar çok insan laikliği ezberler ve koşullandırılırsa (yani eğitilirse) o kadar iyidir. Komedyen Cem Yılmaz’ın “eğitim şart” parodisindeki “eğitim” bu eğitim olup en belirgin özelliği “tekrar” ve “sorgulamaya kapalılık“tır.
Bu kesimin içinde kesinlikle yer almayan, muhtemelen -aynen yukarıdaki gibi- yine epey denilebilecek sayıdaki laik insanın varlığı, ikinci “biz”e karşı bir sigortadır.
Başka “biz”ler de var!
Buraya kadar ahatarı “din” olan kutuplaşma üzerinde durulması, başka “biz”lerin olmadığını düşündürmemeli. Etnik temele dayalı kutuplaşma da aynen yukarıdaki gibi işlemektedir. İşlemek zorundadır çünkü temel dürtü, kendi doğrularının “yürekten” (ezber) belletilmesidir.
“Bizler” çatışmaya başlamıştır
Doğruluğuna ve mutlaklığına yürekten (yani ezber) inanmış insanlar yanyana yaşamak zorunda kaldıklarında, kendilerini güvende hissedebilmek için doğal bir refleks gösterecekler ve kendi değer yargılarının egemen olmasını sağlamaya çalışacaklar, bu yolda nereye kadar gitmek gerekiyorsa gideceklerdir.
Bunun kibar adı iç savaş’tır ve tüm “biz”ler önemli telafat verip çatışmaya mecalleri kalmayana dek sürer ve sonunda bir uzlaşı -ister istemez- doğar. Çok ahmakça görünmesine karşın bugüne değin tarih “genellikle” buna şahit olmuştur.
Çatışmalar sürecektir, yeter ki?
Anayasa Mahkemesi’nin türban davasıyla ilgili kararı çevresindeki tartışmaları saf hukuk tartışmaları olarak yorumlayıp nefes tüketmek yerine, bu çatışmanın kök nedenlerini anlamaya çalışmak daha akılcı değil midir?
Kök neden, insanlık tarihinin en yaygın kümeleşme anahtarlarından olan din ve etnik köken bağlamındaki doğrularına “yürekten” (yani sorgulamaya kapatarak) inanmış ve bunları kendi dışındakilerin de benimsemesini talep eden, ikna etmeye çalışan, zorlayan, ortadan kaldırmakla tehdit eden kesimlerin varlığı ile bu kesimlerin dışındakilerin seslerinin güçsüzlüğüdür.
Bu “biz” kümelerini bir anda çözüp “ben”lere dönüştürebilecek anahtar ise “ezber” denilen zihinsel soykırım aracılığıyla girişilen ve örgün ve yaygın eğitim elbiseleri giydirilen koşullandırma eylemleridir.
Peki bunun için ne lâzım?
Pek inandırıcı gelmeyebilir, ama bunun için insanların kendi doğrularının ne kadar doğru olduğunu hiç olmazsa bir defa sorgulamaları, ama korkmadan sorgulayarak ta dibine kadar sorgulamaları, ondan sonra da açılacak çukura düşmeden kenarında durabilmeleridir.
Birbirimize bir takım doğrular tebliğ etmeye kalkışmanın tam anlamıyla bir “zihinsel tecavüz” olduğunu idrak etmek ise ilk adım olmalıdır.
Yapılabilir mi?
Evet ve hayır.
Bu “biz”lerin içindeki rol modellerinden birkaçının bunu yapabilmeleri halinde evet.
Şu ana kadar görüldüğü kadarıyla ise hayır!
12 Haziran 2008
[1] Yürekten = Farsça “ezber” = İngilizce “by heart” = Fransızca “par coeur
-
Nis 16 2012 Aralar nasıl doluyor?
Uzun süredir merak ettiğim bir konuda bir cevap bulduğumu ‘sanıyorum’; ama bunun nihai cevap olmayabileceği nedeniyle, ortaya atıp gelebilecek görüşlerle zenginleştirmemin doğru olacağını düşündüm. Merak ettiğim soru şudur:
Değişik, meslek, akıl- fikir düzeyindeki insanlarla konuştukça -ki ben de o kümenin bir üyesiyim- çeşitli alanlardaki ne- niçin- nasıl yanıtlarının oluşturduğu zihinsel kurgularının (mind set) eksiksiz bir bütünlükte olduğu izlenimini edindim.
Acaba insanlar bu eksiksizliğe nasıl erişiyorlar; zihinlerindeki kuşkusuzluğa dayalı sükûnet ortamını nasıl kuruyorlar?
Bulduğumu zannettiğim cevap, başlıklarla şöyle:
- İnsanoğlu dünyaya tabula rassa (beyaz sayfa) olarak gelmiyor; insanoğlunun genel genetik birikimini ve soyunun özel genetik mirasını beraberinde getiriyor. Böylece bir yandan organizmasının ihtiyacı olan işletim sistemine otomatikman sahip olurken, bir yandan da ana babasından itibaren geriye doğru, soyundaki bir takım olumlu- olumsuz özellikleri de – kendi iradesi dışında- yaşamının ‘verileri’ olarak getiriyor. ‘Beyaz sayfa’ olmayışının nedeni budur.
- Bu noktadan sonra, yaşamının çeşitli yansımaları ‘sayfa’ ya düşmeye başlıyor. Sayfa’ya ilk düşen yaşam yansımaları‘nın bu ilk izleri çok belirleyici oluyor. Bir Markov Zinciri’nde olduğu gibi, bu ilk izler, daha sonraki yansımaları yorumlayıp birer iz haline getiriyor [1]. (Aynı bir yansımanın, değişik ilk izlerle başlamış sayfalardaki izleri birbirinden farklı oluyor; bu çok ilginç bir olgu!)
- Sayfadaki izler (insanlık birikimi + genetik miras + ilk izler + gelmeye devam eden izler) arttıkça – ki zihinsel kurgu denilen de budur -3 ilginç sonuç ortaya çıkıyor:
- Kişi, zihin kurgusunun yorumlama algoritmasına uymayan girdileri görmezden geliyor veya bu mümkün olamıyorsa -girdiler güçlü ve sürekli ise-, o girdileri kendi kurgusuna göre çarpıtıyor [2].
- Zihinsel kurgudaki ‘ilk izler’den bazıları, eğer diğerlerinin daima sorgulamaya açık tutup, onların ‘değişmez, mutlak, kalıcı’ izlere dönüşmesini engelleyemiyorsa, izler giderek derinleşip birer ‘kesin inanç’a dönüşüyor. Bunun sonunda da kafasındakilerin doğruluğuna ölümüne inanmış tipler ortaya çıkıyor
- Bu ilk ikisi daha önce farkına varılmış olgular. Şimdi -yeni farkına vardığımı düşündüğüm- en önemlisi:
- Zihinsel kurguyu oluşturan izler arasında boşluklar olması doğaldır. Kişi bunlara katiyen razı olmaz, rahatsız olur; zihinsel kurgusunun kesintisiz olmasını arzu eder ve boşlukları doldurur.
- Eğer akıl – fikir – izan düzeyi yüksekse, araları nisbeten akla uygun ‘sentetik izler’ ile doldurur.
- Fakat, başkalarıyla olası fikir tartışmaları sırasında, zihin kurgusu içindeki bu dolguların (ek yerlerinin) sırıtması ihtimali vardır.
- Bu olasılığı bertaraf etmek için de, o sentetik izleri daha güçlü, zorlamaya varan ısrarla, hatta gerekirse kaba üslupla savunur. Ve böylece izlerin fark edilmesini güçleştirir, hatta neredeyse asli iz dahi sanılabilir.
- Eğer böyle değil de akıl-fikir için düzeyi yeterli değilse, bu defa boşluklar, hurafeler, kör-kanıtsız inançlar, dogmalar, gibi sentetik izlerle macunlanıp gözden kaçırılır.
Bu yaklaşım doğru / doğruya yakın ise ‘ilk izler’ in ne denli belirleyici olduğu ortaya çıkmaktadır. Erken çocukluk yaşlarından itibaren, ‘sorgulanmayan doğrular’ ile karşılaşan çocukların ileride birer açık ya da gizli fanatik olma ihtimali yükselir.
Bu defo, eğitimle tamir edilemez, aksine pekişir. Çünkü bu defa kişinin sentetik iz üretmesi yerine okul öğretilerine dayalı bilgiler kullanılır.
Bu tür kişiliklerin cahil kalmaları eğitilmelerine oranla daha az tehlikeli sayılabilir.
Özgürleşmenin, başın içindeki sağlam sanılan yargıların (izlerin) sorgulanmasıyla başlayabileceğini, aksi halde insanın kendi kendine ürettiği safsataların esiri olarak kendi ve belki başkalarının ömürlerini tüketebileceğini düşünüyorum.
Bu cesaret gösterilemediği takdirde, bir ömür boyu, “anlaşılmadığı“, “kendisine haksızlık edildiği” gibi düşüncelerle kızgınlığını bastırır.
Bu pratik olarak kolay yapılabilir bir şey midir bilemem. Ama bir yol, her ağızdan ya da kalemden çıkan yargı için şu sorunun -korkmadan- sorulması olabilir: söylediğim ya da yazdığımın doğru olduğundan emin miyim ve nasıl eminim?
Düşüncelerim – şimdilik – böyle.
‘Ezber’ olgusuna böyle bakılırsa, her şey daha berraklaşıyor mu?
1 Ağustos 2008, Cuma
[1] Edward De Bono, bu olguyu bir pelte üzerine dökülen sıcak mürekkebin yarattığı kalıcı çukurlaşmalar biçiminde örnekliyor. “Chapter 12. The Past Organize the Present”, pp 97, The Mechanism of Mind.
[2]Thomas Kuhn bu konuda daha ileri gidiyor ve kişinin kendi paradigmasına uymayan verileri fizyolojik olarak algılamasının bloke edildiğini ileri sürüyor.
-
Nis 16 2012 “Yalnız Öğrenenler Kalacak!”
9/11 ile iyice görünür hale gelen, tarihin en şiddetli finansal krizi denilen çalkantıyla da süren huzursuzluk ortamı -üstüne bir de küresel ısınma binince-, adına ne denilirse denilsin bir çeşit kıyametin hemen kıyısında bulunduğumuz söylenebilir.
Böyle bir durumda, “yalnızca öğrenenlerin hayatta kalıp diğerlerinin yok olacağı öngörüsü“, üzerinde düşünülmeye değer görünüyor. Bu söz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı‘nın 21-22 Kasım 2008’de düzenleyeceği kongrenin sloganlarından birisidir.
İnsanlar genellikle fikirlerinin önemsenmesi için “korkutma”yı bir araç olarak seçebiliyor. Fakat artık o kadar çeşitli korkular içinde yüzüyoruz ki [1], korku bir ilgi sağlama özendiricisi olmaktan çıktı.
Yalnız öğrenenlerin kalıp öğrenemeyenlerin yok olması aslında dünyanın -belki de evrenin- en eski ve sağlam ilkelerinden birisi. Her sürecin dokuları içine gömülü durumda, derinden derine tüm yaşam kesitlerini etkiliyor; canlılar ve de cansızlar dünyasında.
Hatalarından öğrenemeyen iş adamı başarısız olurken, öğrenebilenler başarılı olabiliyor; yanlışlarından öğrenebilen sporcu, öğrenci, siyasetçi ve bunlara ait kurumlar başarılı oluyorlar. Bütün bunlar yeni değil, milyonlarca yıldır tekrarlanan süreçler; o kadar ki, çok yaygın olduğu için dikkatimizi çekmeyen olgular gibi.
Bununla beraber, öğrenen-az öğrenen-öğrenemeyen farklılıklarının yol açtığı olgu genellikle “başarı” düzeyinde. Az öğrenenler ya da öğrenemeyenler de bir biçimde yaşamlarını sürdürebiliyorlar; belki yaşam kaliteleri öğrenenler kadar yüksek olmuyor ama yok da olmuyorlar.
Fakat bu defa durum değişik.
Bilim ve teknoloji o hızla ilerledi -ve ilerliyor- ki, insanların bunları kullanmaması iki nedenle imkânsız: Bunların yaşam kolaylaştırıcılığına dayanılamaz ve ayrıca da bu gelişmeleri sağlayanlar bunları satmadan duramazlar.
Halbuki insanların büyük çoğunluğu, bilim ve onun türevi teknolojilerin belirlediği akıl-fikir-bilinç düzeyinin çok altında, dolayısıyla da o ürünlerin değerlerine karşılık gelebilecek katma değer üretebilme kabiliyetleri çok sınırlı. Kısacası o ürünleri tüketebilmeleri matematiksel olarak mümkün değil.
Bu duruma çare yine o yüksek düzeyli ürünleri ortaya atabilenler buluyor ve tedavüle (dolaşıma) “sanal katma değer” araçları sokuyorlar. Sanal katma değer araçları isteyen herkesçe ve de oldukça kolay edinilebiliyor. Örneğin kredi kartı, tüketici kredisi, taksitli satış, şimdi al-sonra öde, saadet zincirleri vb bunların en yaygın olanları.
Böylece, şişirilmiş satın alabilme kabiliyeti ile yüksek tüketim düzeyi, olması gerekenin çok üstünde bir yerde dengeleniyor ve dahası bu buluşma noktası her geçen gün daha da yukarı çıkıyor; bir yandan da çevrenin yıkımına yol açıyor.
Kolayca tahmin edilebileceği gibi bu tür kararsız süreçlerin bir “irade” tarafından durdurulması imkânsızdır. Çünkü her ne kadar bu tüketim çılgınlığı sürecini başlatan, ondan zarar gören yığınlar değilse de kısa bir süre sonra o çılgın sürecin bir parçası olmak koşuluyla yaşamını sürdürebilir hale geliyor.
Peki bu durumda, bu çılgın süreç durur mu, durursa nasıl durur?
Bu soru’nun yanıtı çoğu kimse için bellidir. Eski İstanbul yangınlarını bilenler ya da duyanlar, bu sorunun yanıtını tahmin edebilirler: Yangın, denize varıncaya kadar sürer! (Bu nedenle de eski büyük yangın alanları daima bir denizden bir diğer denize kadardır).
A.B.D.’de başlayan ve tarihin en büyük -ve kapsamlı- kurtarma operasyonuna sahne olan yangın, insanların satın alma kabiliyetleri (yani katma değer üretebilme kabiliyetleri) ile tüketim düzeyleri, yavaş yavaş -belki de birkaç yangından sonra- daha sürdürülebilir düzeylerde dengeye gelene kadar sürüp tekrarlanacaktır.
İhtiyaçlar, dolayısıyla da işler değişecek!
Bu yangınların her birinden sonraki yaşam, bir öncekinden farklı olacak, eskiden mevcut olan kimi tüketim alışkanlıkları (yani ihtiyaçlar = işler) terk edilecek, yerlerini doğala daha yakın alışkanlıklar (ihtiyaçlar = işler) alacaktır. Kuşkusuz bu yeni tüketim kalıpları da yeni işler yaratacaktır, ama hiçbir şekilde bugünküler kadar bol değil.
Öğrenme bunun neresinde yer alıyor?
Birincisi, her yangından kurtulacak olanlar, öğrenebilenler olacaktır. Alışkanlıklarını (yani tüketim kalıplarını) değiştirmeyi “öğrenebilenler” ile katma değer üretebilme kabiliyetlerini artırmayı “öğrenebilenler” yangın sonralarının kalanlarıdır. Bu iki sınıfa bir de “üçüncü sınıf” diyebileceğimiz ve sayıları her yangından sonra azalacak -ama hiçbir zaman yok olmayacak- olanları eklemek gerekir: Azalmasına rağmen halâ tedavülde bulunacak olan sanal katma değer araçlarını kullanarak yaşamlarını bir biçimde sürdürebilenler.
Toplumun çeşitli yaşam kesitlerinde “öğrenme”nin yansımaları!
Görülüyor ki “öğrenme” tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar öne çıkıyor. Düne kadar pek farkında olunmayan bu olgu artık bir yaşam sürdürme aracı haline gelmeye başladı.
Birey, kurum, cemaat ve toplumların her bir yaşam kesitinde, ticaret, sanayi, eğitim, siyaset, din, spor ve akla gelebilecek her alanda, öğrenebilirlik bir numaralı değer haline dönüşmektedir.
Artık iş arayanlar diplomalarını göstererek değil öğrenebilirlik yeteneklerini kanıtlayarak iş bulabilecekler.
Siyasi partiler vaatte bulunarak değil, kendilerinden önceki -ve de başka ülkelerdeki- politikacıların olumlu ve olumsuz karar ve icraatından öğrendiklerini kanıtlayabildikleri takdirde oy alabilecekler,
Eğitimde ezberleyerek kendisine öğretilenleri geriye iyi kusanlar değil, bunlardan yaşamı için bir şeyler öğrenebilenler eğitimden bir yarar sağlayabilecekler.
Genel olarak hata yapmayanlar değil yanlışlarını birer öğrenme aracı olarak kullanabilenler yaşamlarını sürdürebilecekler.
Belki dünya nüfusu bu hızla artmayacak, hattâ azalacak; ama geriye yalnızca öğrenebilenler kalacak.
21-22 Kasım’da bir kongre var!
İTÜ Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde 2 tam gün süreli kongrede, siyasetten spora, dinden rekabet gücüne, sanattan terör mücadelesine kadar tüm yaşam alanlarındaki öğrenme konusu işlenecek.
Sponsor olmak ya da katılmak için www.gelisimkongresi.org adresini tıklamanız yeterlidir, bekliyoruz.
08 Kasım 2008, Cumartesi