-
May 25 2012 Bugüne kadar üstüne alınmayanlar: Artık alının!
İnsanlık tarihi boyunca kitleleri yönetmek için kullanılagelmiş en etkin araçlardan birisi cennet ve cehennem kavramlarıdır. Her araç gibi onun da “daha etkin” olduğu sınırlar vardır. Okur-yazar kesimde -genelde- bu iki kavram yerini ahlaki değerlere bırakmaya başlar.
Çocukluğundan beri kızgın yağ kazanları, alev alev yanan fırınları ile koşullandırılıp, kendisine ezberletilen doğru-iyi-güzeller konusunda beyinleri yıkanmış olan kişiler için bir yanlış yapmış olmak ne ise, bu kavramlardan kendini bir biçimde kurtarabilmiş insanlarda da, “gelecek nesillerin gözünde suçlu duruma düşmek” sanki eşdeğer bir korkutuculuğa sahiptir.
Sevgili Çetin Altan’ın “Lanetliler Bahçesi” fikri gerçekleşir mi bilinmez. İnsanlık suçu işlemiş kişilerin heykellerinin yer aldığı bir bahçe için gereken büyüklükte bir yer bulunabilse her halde olur. Ama zaten tarih de bir bakıma hem lanetliler hem de minnet duyulacaklar bahçeleri değil midir!
Kendi şaşmaz yasalarına göre işleyen evrenin bir parçası olan insanlarımızı, onları milyonlarca yıllık kaza-beladan bugünlere salimen getiren özelliği olan müthiş öğrenme yeteneğine boş verip, nehir ve padişah adları, meydan savaşı tarihleri, sevilecek ve nefret edilecekler listeleri gibi saçmalıkları “ezbere belleten” ve bunu da kutsal bir işmişçesine toplumun eleştiri alanının dışında bir tabu gibi tutabilmiş olan eğitim sınıfının tarih içinde hangi bahçede yer alacağı artık konuşulmalıdır.
Adına eğitim diyerek her sorunun çözümü olarak ortaya sürülen panzehirin ne olduğunu artık kalıpları kırarak sorgulayabilmeliyiz. İstendik bilgi ve becerilerin kazandırılması olan öğretim ile istendik tutum ve davranışların kazandırılması olarak anlamlandırılan eğitim tanımı içindeki “istendik” ve “kazandırılması” hangi ideolojide olursa olsun kimse tarafından sorgulanmadı.
En aklı başında olanlar dahi, insanların kendi başlarına bir şey öğrenemeyeceklerini, öğrenirlerse de onların zararlı şeyler olacağını, bu yüzden de “istendik” bilgi, beceri, tutum ve davranışların toplum -ve onun adına devlet- tarafından belirlenmesini tartışmasız kabul ediyorlar. Belirlenen bu içeriğin çocuk ve gençler başta olmak üzere eğitilecek olanlara, bir şekilde öğretilmesi gerektiğinde de tam bir fikir birliği var.
Kendilerini, dışlarındaki tüm canlılardan üstün gören -ki ne akıl almaz bir salaklıktır- bu insanlar, tüm diğer canlıların üstün öğrenme yeteneklerini görüp kabul ediyor, ama kendisinin öğrenme konusunda onlardan aşağı olamayacağını idrak edemeyerek hemcinsleri için bir “jenosit” uyguluyor: Zihinsel jenosit!
Öğretmenlik başta olak üzere eğitim sınıfı bugüne kadar hakkında hiç konuşulamayacak alanlardan birisi olarak geldi. Eğitimdeki sorunlar da, bu alana gerekli önemin verilmeyişiyle açıklandı. Bu alandaki meslek mensuplarının yaşam sorunları olduğu, bunların düzeltilmesi için tüm toplumun görevli olduğu doğrudur. Hatta, diğer meslek dallarına gösterilmesi gereken özenden daha fazlasının gösterilmesi gerektiği de doğrudur.
Ama bu, eğitim sınıfının uygulamakta olduğu zihinsel soykırımın gerekçesi olamaz. Yaşam sorunları olan kesimler, bunların karşılığını, evrenin, hiçbir canlıdan esirgemeden eşit -ama farklı biçimlerde- dağıttığı öğrenme yeteneğini, yaratıcılığını köreltip yok ederek tazmin ettiremezler. Zihinsel soykırım budur. Bunun, kimin emriyle yapıldığı, bu yapılmazsa müfettişlerin aleyhte rapor yazıp yazmayacakları ya da birbirlerinin yazdıkları kitaplarda böyle yapılmasının yazılı olduğu gibi ayrıntılar, bu büyük trajediyi değiştiremez.
Bunları üzerlerine almaları gerekenler, geri kalmış yörelerimizde geçim savaşı veren, evini geçindirmek için ikinci ya da üçüncü iş yapan öğretmenler değildir. Onlar söz konusu bile değildir.
Bu insanlık suçunun sanıkları, çocuklarımızın ve velilerin gönüllü olarak onayladıkları biçimde ve de toplumun geri kalan kesimlerinin hayranlık duyduğu en pahalı okullarda bu işleri yapan, tüm eğitim sınıfına ve de devlete örnek olan eğitimcilerdir.
Bu felaket farkedilmelidir. Bu zihinsel dondurma işleminin, ihtiyacımız olan ve aslında bol miktarda mevcut olan yaratıcı insanları birer hareketli ceset haline getiren kök neden olduğu farkedilmelidir. Eğitim, böyle bir şey olamaz. Bu denli insana saygı duymayan, onu küçümseyen, aşağılayan bir süreci kim yaparsa yapsın, bugüne kadar kendini yüce sayarak ne kadar korunmuş olursa olsun, lanetliler bahçesine gitmekten kurtulamaz. Kurtulmanın tek çaresi yine kendini farkedip bu yanlıştan geriye dönmektir.
Birbirini aşağılamak için diğer canlı türlerinin adlarını kullanan insanlarımız, onların öğrenme yeteneklerinden daha aşağı olmadıklarını idrak edebilmelidirler.
Eğitimin yeniden yapılanması herkesin ağzına sakız olmuştur. Ama bu yapılanmanın, mevcut paradigmaları savunanlarca gerçekleştirilemeyeceğini görebilmeliyiz.
Şunları birer ilke olarak kapılarına yazmayan okullara çocuk ve gençlerimizi göndermeyeceğimiz gibi bir toplumsal bilinçlenme, o yeniden yapılanmanın gerçek işareti olacaktır:
İnsan -bütün diğer varlıklar gibi- üstün bir öğrenme yeteneğine sahiptir. Kendi eğitsel gereksinimlerini saptama ve onları -kendi özelliklerine göre- öğrenme konusunda Tanrısal bir yeteneği ve gücü vardır. Bunu dışlamak, görmezden gelmek, en büyük günah, en büyük ayıp, en büyük saygısızlıktır.
Eğitim, bilgi edinme süreci değildir. Bilgi edinme, her yer ve zamanda yapılabilir.
Eğitim, kendini farketmek sürecidir. Kendi fiziksel, zihinsel ve ruhsal yeterlik ve yetersizliklerini, bunların sınırlarını farketmek ve bunlara göre tüm eğitsel kaynakları -ki tüm evren- kullanabilmektir. Dünya’yı, ders aracı olan yapay küreden; insan vücudunu iskelet resminden, arşimet kanununu laboratuvardaki uyduruk modelden, iyi ahlakı ise kitaptan, hem de “öğretme” yoluyla “ezbere belleten” bir yerin adı herhangi bir şey olabilir, ama okul olamaz.
Çocuk ve gençler başta olmak üzere herkesin -ve tüm varlıkların- en başta saygı gösterilmeleri gereken özellikleri, doğuştan sahip oldukları merakları ve öğrenme ustalıklarıdır. Birbirine sıkıca bağlı olan bu iki yetenek aynı ölçüde de kolayca bozulabilirdir. Eğitim adı altında yapılan her türlü girişim bu iki özelliğe dikkat etmelidir.
Tekrar yoluyla zihinlere kazıma, geleneksel bir belletme yoludur ve eğitimcilerin çok kullandıkları, başkalarının da zararının farkında olmadıkları bir yoldur. Bu bir zihinsel travmadır. Elinde tebeşirle tahtada sürekli problem çözen, bir dolu benzer problemi de ödev olarak verip artık yeni bir problemle karşılaşma olasılığı kalmayana kadar problem ezberletip belleten, sonra da bunları sınavlarda tekrarlayarak yüksek puan alan maktulleri sayesinde ünlenen öğretmenlerden korunulmalıdır.
Yeni Okul, bu tür saygısızlıklar konusunda bilinçlenmiş “öğrenme ortakları”nın -öğretmenin yeni adı bu olmalıdır- bulunduğu ve öğrenmek isteyen çocuk, genç ve diğer öğrenme ortaklarına -onlar da sürekli öğrenmelidirler- yardımcı olduğu yerin adı olmalıdır.
Koşullandırma, tekrar yoluyla belletme, karşısındakilerde herhangi bir yolla güven yaratıp ondan gelecekler için kuşkusuzluk yaratma, kendi ideolojisini bu ve benzeri yollarla aşılama, insanlık suçudur ve lanetliler bahçesine giriş nedenidir.
Eğitim sınıfı kendini sorgulamaya başlamalı, geleneksel yanlıştan dönmenin bir yolunu bulmalıdır.
14 Haziran 2000
-
May 25 2012 Kamu alımları ombudsmanı…
Girişimcileri derinden ve olumsuz biçimde etkilemesine karşın, bireysel yakınmaların ötesinde organize bir şikayete neden olmayan konuların başında “Kamu Alımları” gelmektedir.
Belediyelerin, KİT’lerin, devlet kuruluşlarının ve bunlar dışında kalan özel yasa ile kurulmuş kuruluşların alımlarına verilen genel ad, “Kamu Alımları” dır.
Kamu alımları yurdumuzda olduğu kadar, kapitalizmi bir sistem olarak içine sindirmiş ülkelerde de sanayi ve hizmetler sektörünün itici gücüdür.
Ülkemizde, “destekleme alımları” mekanizması nedeniyle (devam edebildiği sürece) tarım da, bu itici güçten yararlanabilecek kesimlerin içinde yer alır.
Ancak şu bir gerçektir ki, rekabete dayalı serbest pazar sisteminin oluşturulup yerleştirilmesinde çok büyük önemi bulunan bu araç, ülkemizde bir türlü doğru ve dürüst kullanılamamıştır.
Çirkin siyasetin yakıtı, kamu alımları, daha doğru deyimle kamu alımlarının kötü kullanımıdır.
Adam kayırmanın ve rüşvetin yakıtı da yine kamu alımlarıdır.
Sanayimizin, hizmet sektörümüzün ve tarımımızın, Dünya ölçeklerinde rekabet gücüne erişemeyişinin nedenlerinin başında yine kamu alımlarının uygunsuz kullanımı gelmektedir.
Hatta daha ileri gidilerek, terör ile kamu alımlarının kötü kullanımı arasında da bağlantı olduğu söylenebilir. (bazı kamu ihtiyaçlarının mutlaka dış alım yoluyla karşılanması koşulu konulan şartnamelerimiz dolayısıyla Türkiye’deki terörü destekleyen bazı ülkelere yardım (!) yapılmaktadır).
Girişimciliğin güdük kalması, insanlarımızın kendi işlerini kurmak yerine devlete kapılanmak istemelerinin sebebi de yine kamu alımlarına karşı duyulan güvensizliktir. (Kendi işimi kursam, nasıl olsa devletle iş yapamam anlayışı dolayısıyla).
Yabancıların, Türkiye’yi padişahlıkla yönetilen ve rüşvetle her kapının açıldığını sanmalarının altında da yine kamu alımları vardır.
Kamu alımları kadar, cürmünden daha büyük olumsuzluklara neden olabilecek bir başka alan zor bulunur.
Kamu alımlarındaki bozukluklardan ençok ve ilk planda etkilenenler, küçük ve orta ölçekli girişimcilerdir.
Büyük kuruluşlar -belki- karşılaştıkları sorunları çözebiliyorlar ya da öyle sanıyorlardır.
Şundan şüphe edilmemelidir: Orta ve uzun vadede iyi işlemeyen bir kamu alımları düzeninden karlı çıkabilecek kimse (düşmanlarımız hariç) yoktur.
Kamu alımları, çerçevesi itibariyle tek bütçe kalemi altında toplanmamış, dolayısıyla da tam olarak büyüklüğü belli olmayan bir hacme sahiptir.
Ama bir tahminle, örneğin 1992 yılında yaklaşık 50 trilyon tutarındadır.
Kamu personelinin istihdamı da bir kamu alımı olmakla birlikte, o bu rakama dahil değildir.
Bilinen odur ki, bu miktarın gözardı edilemeyecek bir kısmı, kamu alımlarını kişisel kazanç kapısı haline getirmiş bir kısım kamu görevlilerince, ihtiyaç olmayan ya da ihtiyaçlara uymayan mal ve hizmetlerin alımında kullanılmaktadır.
Bu pratik olarak şu demektir: Kamu alımlarında sağlanabilecek bir iyileşme, heba olan ve fakat büyüklüğü bilinmeyen bu kaynağın ekonomimize katılması demektir.
Bu ise, ekonomiye kaynak temin etmeye çalışanların öncelikle dikkat etmeleri gereken işlerin başında kamu alımlarının gelmesi gerekir demektir.
Bu yazımda kamu alımlarının nasıl yapılması gerektiğini tarifleme niyetim yoktur. Niyetim bir çağrı yapmaktır.
Kamuoyunda etkinliği bulunan kuruluşlar başta olmak üzere, özelleştirmeden, sanayileşmeden, rekabet gücümüzün geliştirilmesinden sorumlu ya da bunlarla ilgili hangi kişi ya da kuruluş varsa onlara, bu konuya ilgi göstermeleri çağrısını yapıyorum.
Bu ve de herhangi bir çağrı somut bir öneriye dayanmadığı sürece fazla bir geçerliği olmayacaktır. Dolayısıyla somut bir öneride de bulunmak istiyorum.
Diğer yandan kamu alımları konusunda gözle görülür bir iyileşme, ancak gerekli ögelerden oluşan bir “paket” uygulayarak elde edilebilir.
Ama, bu işin taraflarının (şikayetçi olanlar ile çözmek isteyenler), bu “paket”in bütününün sonuçlarını görmeyi bekleyebilecek kadar sabırlı olmayabilecekleri de bir gerçektir.
Buna göre, basit ve kısa vadeli bir çözüm önerisi ile çağrımı birleştirmek istiyorum.
Öneri, bir çeşit “Kamu Alımları Ombudsmanı” oluşturulmasıdır.
Buna göre, kamu alımlarındaki haksızlıklardan yakınan kuruluşların ortaklaşa finanse ettikleri bir “Kamu Alımları için Şikayet Bülteni” çıkarmak ve bu bültenin giderek bir Ombudsman Kurumu gibi çalışmasına doğru yol alınmasıdır.
Temmuz 1993
-
May 25 2012 NETWORKING
Türkçe’ye tam çevirmek yerine anlamını yansıtmaya çalışmanın daha doğru olacağı bir deyim “networking” dir.
“Şeyler arasında bir ilişkiler ağı oluşturmak” şeklinde uzun, ya da kısaca “ağ oluşturma” denilebilecek bu deyim, çağımızın belki de en çok kullanılmakta olan ve giderek de daha çok kullanılacak olan kavramlarından birisidir.
Bu, ülkemiz gibi devletin aşırı ölçüde büyüdüğü (irileşme) hallerde özellikle yararlı olabilecek bir kavramdır. Networking yalnız devlet idaresinde değil sanayide de kullanıma girmiştir.
Küçülürken büyümek ilk anda imkansızlığı çağrıştırıyor. Ama bu networking ile mümkündür. İster kamu ister özel kurumlar olsun, giderek daha geniş ürün yelpazelerine yönelmekte, daha geniş pazarlara yayılmakta, daha geniş bilgi kaynaklarına erişebilmektedir.
Ama bunları yapabilmenin yolu büyümekten değil aksine küçülmekten geçmektedir. Çünkü, kurumların bizzat yaptıkları herşey o alanda bir daralma yaratmaktadır. Geniş alanlara yayılabilmenin çaresi bizzat yapmamak, yapanlardan sağlamaktır.
Aynen, bir otomobil sahibi olan kişinin yalnız o arabaya mahkum olması, araç kiralama yolunu seçenin ise her an değişebilecek gereksinimlerine en uygun aracı kiralayabilme şansının olması gibi.
Yurdumuzda geleneksel anlayış, “elimin altında olsun da ne olursa olsun” dur. Yurtdışındaki bilim adamlarımızı oralarda tutup bir network kurarak onlardan yararlanmak yerine Türkiye’ye getirmeye çalışmak, dışarıdan hizmet satın almak yerine herkesin bilgisayar merkezi kurması, fırınlar arasında rekabeti sağlamak yerine Halk Ekmek denilen garabetleri kurmak, hep aynı geleneksel anlayışın ürünleridir.
Bu kavrama dikkat edilmelidir. Devleti küçültmek isteyen politikacının, sınırlı sayıda personelle geniş hizmet yapmak isteyen Belediye Başkanı’nın ve rekabet gücünü artırmak isteyen sanayicinin kullanacağı araç networking’dir.
Ellişer kişilik Bakanlık ve Genel Müdürlükler, her biri dar bir konuda hizmet veren kendi işini kurmuş girişimcilerden hizmet alan küçük dev şirketler uzak değildir.
Geleceğin Dünyası, her biri bir ayrı amaca hizmet eden, ama aralarındaki ilişkiler de sağlanmış binlerce network ten oluşacaktır.
Devlet ancak böyle küçülebilir, sanayi kuruluşlarımızın rekabet güçleri ancak böyle artırılabilir.
2 Ekim 2001
-
May 25 2012 Halk avukatı (omsudsman)..
Mayıs ayı içinde Mardit’te “Ombudsman Konferansı” toplandı.
Batı ülkelerinde Ombudsman, Halkın Savunucusu, Hemşehri Avukatı gibi adlarla anılan bu kurum ülkemiz açısından yeni olmakla beraber pek de yabancı değildir. Hemen her gazetemizde yer alan “halkın köşesi, “halkın sesi” gibi sütunlar aslında benzer amaca yöneliktir.
Tüm AGİK ülkelerinde ve ilaveten onun dışındaki bir kısım ülkelerde oluşturulmuş bulunan OMBUDSMAN kurumu, geçmişi itibariyle bazı ülkelerde (İsveç gibi) 200 yıllık bir geçmişe sahipken, bazılarında (Malta, Kanarya Adaları gibi) ancak 1-2 yıllık bir tarihe sahiptir.
OMBUDSMAN bir yargı sistemi olmayıp, onun bir tamamlayıcısı durumundadır. Yasama, yürütme ve yargıdan ve de siyasi partilerden, liderlerden, kısacası kanaatleri sınırlayıp yönlendirebilecek olan tüm olası etkenlerden bağımsızdır.
Ayrıca, başvurulması hemen hiçbir kayda bağlı değildir. Telefon faturasının mantık dışı kabarıklığını PTT idaresine anlatamayan vatandaştan, poliste kötü muamele gören bir yurttaşa ya da bir kamu ihalesinde önüne, bir “partiye gönül vermiş” kişinin geçmesinden yakınan (bunların hepsi tabii ki OMBUDSMAN kurumunun olduğu ülkelerde varolan uygulamalardır) kişilere kadar herkes, hiçbir bürokrasi olmadan hatta telefonla OMBUDSMAN’a başvurabilmektedirler.
OMBUDSMAN’lar genellikle meclislerce, belirli bir süre için (5 yıl gibi) ve 2/3 çoğunlukla seçilmekte ve bu süre dolmadan yerinden alınamamaktadırlar.
Böylece, anayasa güvencesi altında yüksek bir saygınlığa sahip olan bu kişiler, kendilerine bir ofis ve birkaç yardımcı (kalabalık bir kuruluş katiyen değil) oluşturmaktadırlar.
Kavram olarak OMBUDSMAN, yasama, yürütme ve yargıdan tamamen bağımsız, herhangi bir yaptırım yetkisi bulunmayan, kendisine iletilen ya da kendince seçilen konularda hertürlü incelemeyi yapabilen, her türlü bilgiye serbestçe erişebilen ve vardığı sonuçları basın ve diğer kitle iletişim araçlarıyla kamuoyuna iletebilen bir kısım kişi(ler)dir.
Bazı ülkelerde yargı sistemi ve ordu OMBUDSMAN’ın ilgi sahası dışında bırakılırken, bazılarında kapsam içine alınmaktadır.
Yeni bir Anayasa yapma çalışmaları içinde bulunan Türkiye’de OMBUDSMAN kurumunun, örneğin (HALK AVUKATI) gibi bir ad altında oluşturulması son derece yararlı olabilecektir.
Bu önerimi tüm siyasi partilere iletmiş bulunuyorum. Bu yazı ile de onların dışında kalan tüm kuruluşlara çağrı yapıyor ve yeni Anayasamızda yer verilmesi için “baskı grubu” işlevlerini yapmaya çağırıyorum.
Haziran 1993
-
May 25 2012 DÜŞÜNCE KALİTESİ!
Günümüzde hemen bütün dünyada ifade özgürlüğü konusundaki sınırlamalar giderek azalmakta, tam tersine insanların düşündüklerini ifade etmesi, yayması özendirilmektedir. Gelişmiş toplumların idareleri bunu, toplumları daha iyi yönetebilmek için zorunlu bir katkı olarak görmektedirler.
Herhangi bir düşüncenin ifade edilebilmesini düzenleyen, onu sınırlayan bir yasa yoksa da bu konuda ortak anlayışlar oluşmuştur. Bu anlayışın pek somut tek ölçüsü olmamakla beraber;
- O konudaki pratiğin bir tarafı (uygulayıcısı, düzenleyicisi, denetleyicisi gibi) olmak ve/ya
- O konunun düşünsel yanının bir tarafı (kuramcısı, öğreticisi gibi) olmak ve/ya
- O konunun pratik ya da kuram yanında olmamakla beraber, her konuya uygulanabilecek bir sistem yaklaşımına sahip olmak
gibi kriterler, bir kişinin bir konuda düşüncesini ifade edebilmesi için ehliyet olarak kabul edilmektedir.
Bunlar, bir düşünceyi ifade edecek kişinin ehliyetine ilişkin “gerek koşullar”dır. Bir de, bu ehliyete sahip kişinin dile getireceği düşüncenin kalitesine ilişkin “yeter koşullar” olmalıdır. Çünkü her trafik ehliyeti olan kişinin mutlaka doğru araç sürmesi gerekmediği gibi, bir konuda düşünce dile getirme ehliyetine sahip sayılan herkesin de dile getireceği bütün düşüncelerin kaliteli olması da gerekmez.
Bu noktada tanımlanması gereken kavram, düşüncenin kalitesi’dir. Bunun için akla gelebilecek çeşitli ölçütlerden şu dördü işe yarar gibi görünmektedir:
- İlgili alanın son bilgileriyle (state-of-the-art) tutarlı,
- Kanıtlanmaya ihtiyaç gösteren hipotezlerden olabildiğince az içeren,
- O alanda bilinenleri, bir sorunun anlaşılmasına ve/ya çözülmesine katkı sağlayabilecek şekilde yeniden bir araya getirebilmiş,
- Düşüncenin ilgilendirdiği tarafların olabildiğince çoğu tarafından aynı şekilde anlaşılabilmesi için “mümkün olan en kısa formda (kanonik form)” ifade edilebilmiş,
Hal böyle iken, bu ölçütlere uymayan çok sayıda düşünce ürününün konuşulup yazıldığı da bir gerçektir. Değersiz ya da düşük kaliteli düşünce denilebilecek bu düşünceleri değerli ya da kaliteli denilebilecek olanlardan ayırabilmek oldukça güçtür. Çünkü, düşünce kalitesi düştükçe anlaşılmazlığı da artar ve anlaşılmaz düşüncelerin bir hikmet içerdiği inancı nedeniyle bu tür düşünceler kabul de görür.
Düşünce kalitesini düşüren nedenler çeşitliyse de, başlıcaları şunlar olabilir:
- Mantık operatörleri içinde virüslerin karıştırılması,
Bir mantık zincirinin içine katıldığında, olması gerekenin tam aksine sonuçlar üretilmesine yol açan operatörler “virüs” gibidir. “Evet ama yine de”, “olsun”, “n’apalım” gibi virüsler bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bu tür virüs içeren düşüncelere karşı düzgün mantıkla başa çıkabilmek çok güçtür.
- Bilgi eksiği,
- Yetersizliklerin ucuz akademik ünvanlarla gizlenmesi,
- Ana dil yetersizliği,
Kalitenin, yaşamımızın her kesitindeki rolünün sorgulandığı günümüzde artık, önümüze konulan ve tüketmemiz istenilen düşünsel ürünlere daha farklı bir gözle bakmanın zamanı gelmiş olsa gerektir.
27 Eylül 2001
-
Nis 16 2012 Tecrübe, harcanan yıllar değildir..
Üzerinde hiç konuşulmayan tabulardan birisi de tecrübedir. Birisi kendini öveceği zaman, övünmek istediği konuda kaç yıldır deneyimli olduğunu söyleyince akan sular durur. Kendini öven, onca yılı boşuna geçirmediğini, o süre boyunca konu üzerinde bilgi edindiğini, geliştirmeler yaptığını ve yapılmamış her ne varsa onları yapmaya yeterli ve yetkili olduğunu varsayar ve kendisinin dışında kimselerin yapamayacağını ve de yapmaması gerektiğini savunur. Dinleyenler, bu varsayıma genellikle inanmasalar da önemli bir nedenle çok inanıyormuş taklidi yaparlar.
Çok inanıyormuş taklidi yapmanın yüzlerce türü vardır. Baş sallamak, ara sıra hı hı! demek gibi taklitler amatörcedir, karşı tarafı yeterince memnun etmez. Ancak çok darda kalınırsa kabul edilebilir. Daha profesyonelleri küçük sorular sorar, hatta itirazlarda bulunurlar. Ama övünen daima bir yol bulup, mesela saçlarının dökülme nedeninin seyrek yıkamakla ilgili olmayıp konu üzerinde çok kafa yormaktan ötürü olduğuna dinleyeni ikna eder. Daha doğrusu dinleyen ikna olmuş gibi yapar. Bunun sebebi, dinleyenin de hemen biraz sonra esas kendi saçlarının niçin beyazlandığını anlatırken, diğerinin esas sebep olarak eş dırdırını ortaya atıp önceki dinleyeni bozum etmemesini temin içindir.
Ama aslında iki taraf da geçmiş yılların, iddia edildiği gibi mutlaka yararlanılabilecek örnekler (tecrübe) bırakması zorunluğu olmadığını pekala bilirler.
Yıllar boyunca, yalnızca olaylara seyirci olmayıp, onları bir ölçüde yönlendirebilmiş olanların gerçekten çıkaracakları sonuçlar -ki tecrübe buna denilmelidir- çok değerlidir.
30 yıl boyunca doğru mu eğri mi olduğuna kafa yormadan bir otomat sadakatiyle kendine verilen işleri yapmış olanlar da muhakkak ki saygıdeğer insanlardır. Ama gerçek anlamıyla tecrübeli değillerdir.
Bu konuya değinmemin nedeni, bütün Dünya ile birlikte yaşanan değişim süreci içinde, ülkemizde bundan böyle sık sık sistem değişikliklerinin konuşulacağını düşünmemdir. Gazetelerde yer alan, cezaevlerinin özelleştirilmesi, bu çok sayıdaki sistem değişikliğinden yalnızca bir tanesidir. Yarın öbürgün denetimin (her türlüsü) özelleştirilmesini içimize sindirmek zorundayız*.
Bu sistem değişiklikleri gündeme gelince kendilerinden en çok yararlanılacak olanlar tecrübeliler, en çok zarar verecek olanlar da harcadığı yılları tecrübe sananlar olacaklardır. Bürokrasiyi oluşturan irili ufaklı binlerce sistemin değiştirilmesi söz konusu oldukça, bu konularda kendini icazet vermeye yetkili sayanlar, bunları değiştirebilecek gerçek tecrübeli bürokratların en büyük ayak bağı olmuşlar ve halen de olmaktadırlar. Hele bu kişiler kazara çok yetki sahibi yapılırlarsa bu tam bir felaket olmaktadır.
Benim her iki kesimden de ricalarım olacaktır: Gerçek tecrübeliler, deneyimlerinden başkalarını yararlandırabilmek için lütfen ellerinden geleni yapsınlar.
Diğerleri de, kendilerini ve başkalarını kandırmaktan vazgeçip, kenarda oturup anılarıyla vakit geçirsinler. Bu da önemli bir hizmet olacaktır. Hoşça kalınız.
26 Eylül 2001
-
Nis 16 2012 Yaşamı birbirimize kolaylaştırmak
Bu basit söz ilk bakışta pek bir değer taşımaz gibi görünse de, “yaşamı birbirimize zorlaştırmak” gibi tersinden alınırsa, ortaya çıkabilecek türevlerin toplum yaşamını nasıl derinden ve yaygınlıkla etkileyebileceği kolayca anlaşılabilir.
Taksi şoförü, ev kadını, öğretmen, erkek eş, üst veya alt kat komşusu, apartman görevlisi, Türk, Kürt, sünni veya alevi müslüman, agnostik ve daha onlarca yüzlerce insan tipi ve bunlardan oluşan kurumlar, kesimler.. Bunların birbirlerine çıkarabilecekleri güçlüklerin kombinasyonu bir arada yaşamı bir cehenneme çevirmez mi?
Bu varsayımsal bir durumdur. Yani, sayılan ve burada sayılmayan tüm kişiler ve bunların üst oluşumları birbirlerine yaşamı güçleştirme kararı verecekler, sonra da bu kararlarını gerçekleştirebilecek yollar icat edip uygulayacaklar. Bu pek gerçekçi bir senaryo değildir.
Gerçekçi senaryo hangisi?
Gerçekçi olan, başlangıçta küçük bir nüfus ve birbirlerine daha çok saygı duyan bir topluluğun, zaman içinde kalabalıklaşması, bir yandan da çıkar, kin, ahmaklık, cehalet gibi çeşitli nedenlerle hayatı birbirleri için yavaş yavaş (tedricen) zorlaştırır davranışlar içine girmeleri ve daha da beteri toplumdaki aydın kesimin bu sürecin farkına varıp gerekli önlemleri almayı ihmal etmesidir.
Bu durumda çoğu kimse bu yavaş gelişen sürecin rahatsız ediciliğinin farkına varamayabilir ve olanları “normal” kabul etmeye başlar. Cehennemin giriş kapısı burasıdır (zaten tek kapı vardır).
Kritik bir soru: Yaşam güçleştirme yollarının yapı taşları var mı, neler?
Aydın kesim olarak adlandırdığım insanlar -mesela ki- bir araya gelseler ve bu duruma çözüm arayacak olsalar, her bir güçlük kombinasyonunun nasıl ortadan kaldırılabileceğini tartışmaya başlasalar, herhalde kısa bir süre içinde bu denli çok sayıda zorlaştırıcıyla başa çıkmaya çalışmak yerine, bunların yapı taşlarını bulup onları ortadan kaldırmayı düşüneceklerdir.
Acaba bu durumda bulunabilecek yapı taşları neler olabilir? Aklıma gelenler şöyle:
1. Toplu yaşamı kolaylaştırma görevi olan:
a. Kural koyma yetkisine sahip genel ve yerel idarelerin yaşam kolaylaştırma kavramını:
i. Merak etmeyişleri nedeniyle
ii. Uyaranları dikkate almayışları nedeniyle
doğan güçlükler,
b. Hangi konuların, toplum yaşamının bütününü zincirleme olarak güçleştirdiği konusunun toplum gündemine hiç gelmemiş oluşu nedeniyle doğan yaşam güçleştirmeler[1].
2. Değer İletişimi ilkesine uymamak nedeniyle:
a. Zaman kaybettirme yoluyla yaşam güçleştirme, (örnek için tıklayınız)
b. Yanlış anlamalar nedeniyle yeni sorunlar üretilmesine yol açarak güçleştirme.
3. Sırasına / payına / hakkına razı olmamak nedeniyle:
a. Başkalarına da örnek oluşturarak bir çığ etkisinin oluşması yoluyla hem kendine hem başkasına güçleştirme,
b. Türünü sürdürme temel amacının gereği olan “dayanışma”yı bozarak güçleştirme.
Bunlardan başka yaşam güçleştirme elementleri de bulunabilir. Ama ilave elementler de bulunsa, insan nitelik dokusu‘nu oluşturan ahlak, zihinsel yetiler, bilgi-beceri, ruhsal sağlık dörtlüsünün tüm yaşam kolaylaştırma ya da güçleştirme türlerini üretebileceği görülebilir.
Bu konuda nelerin yapılabileceği konusunda hemen herkes çeşitli önlemler düşünebilir. Yeter ki toplumumuzun kavram dağarcığına, “yaşamı birbirimize kolaylaştırmak” gibi bir kavram girsin. Kararlarıyla geniş kitlelerin yaşamlarını etkileyen kurumlar bu yeni kavramla çevrelerine çok farklı bakmaya başlayacaklardır, buna eminim.
29 Mart 12 Perşembe
[1] Örneğin kentlerde sokak adlandırma, işaretleme, bina numaralandırma ve işaretleme gibi konular, yaşam güçleştirici süreçlerin kök noktalarından birisidir (Bkz. bir örnek)
-
Nis 16 2012 VesayetBağımlılığı
Vesayet Bağımlılığı
“Ne olduğuna değil niçin olduğuna bakılması“, herhalde insanlığın -büyük bedeller ödeyerek- öğrendiği bir yol gösterici ilkedir. Ama ne yazık ki, insanoğlu bu ve benzeri yol göstericileri görmezden gelmeye devam edebiliyor.
Türkiye, çok partili demokratik yaşama geçtikten beri onar yıllık aralıklarla askeri darbelere maruz kalmış; ama bunun neden(ler)ini sorgulamamıştır. Sorgulamamıştır, çünkü nedeninin tek ve sormaya ihtiyaç olmayacak kadar açık olduğunu varsaymıştır. O neden de, “askerlerin kendilerini cumhuriyetin sahibi saydıkları; cumhuriyeti tehdit altında hissettikleri zamanlarda da darbe yaptıkları / kalkıştıkları“dır. Bunun adına da “askeri vesayet” denilmiş ve son verilmesi için gerekli mekanizmalar çalıştırılmıştır.
Eğer bu varsayım, yani vesayetin askerlerin “sahiplik” ezberlerinden doğduğu varsayımı doğru ise, bundan sonra Türkiye’de vesayet dönemi bitmiş, en güçlü potansiyel vasi yargıya teslim edilerek gelecek -vesayet açısından- güvence altına alınmış demektir.
Ama eğer böyle değilse ve mesela, ayakta dik duramadığı için birilerinin kanatları altına girmedikçe kendini güvende hissetmeyecek bir kültür oluşturmuş bir topluluk var ve tüm potansiyel vasileri davet eden bir iklim oluşturulmuş ise ne olacak?
Böyle bir durumda kendini vasiliğe aday gören tüm birey ve kurumlar -hatta toplumlar- sıraya girmez mi? Bunlardan en yakındaki ve elinde silah tutanın bu yarışta birinci gelmesi doğal değil mi?
İyi ama bu olur mu?
Bir şarkıcı “olur, olur, bal gibi olur” diyor. İşte size birkaç ipucu:
· İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Katalanca, Latince, Lehçe gibi dillerin hepsinde “dik durmak” anlamına gelen education kavramının, Türkçe’de “dik durmasını önleyip eğmek” anlamındaki eğitim ile karşılanmış olması; bununla da yetinilmeyip, din eğitimi verilen okullardaki “sorgulamaya kapalı belleme (ezber)” yönteminin tastamam aynısının laik eğitim verildiği sanılan okullarda da -askeri okullar da dahil- kullanılması.
· 60 yılı aşkın çok partili siyasal yaşam boyunca oluşan siyasi kültürümüzün temel kavramlarından birisi “lider sultası” olup lider otoritesi tartışmasız bir tabudur. Seçilmiş bir kişinin -tüm dönemlerde ve partilerde- böylesine tartışmasız bir otorite kurabilmesi, milletvekillerinin de bu vesayeti kabul etmeleri ancak bir şekilde mümkündür: İradelerinin vesayetini gönüllü olarak lidere devretmeleriyle. Bu durumda sulta oluşturan lider değil, bu teslimiyete hazır ortam yaratan milletvekilleridir.
Adına “parti disiplini” denilen acayiplik, tüm doğruları savunacağına şerefi üzerine yemin etmiş milletvekillerinden bu vesayeti kabul etmeyebilecek yapıda olanları gemlemek üzere icat edilmiş bir vesayet enstrümanıdır.
Bütün bu olup biteni liderlerin sulta kurma isteklerine bağlayan açıklama ise olayın doğasını hiç anlayamamış olmaktan başka bir şey değildir.
· “Tüm yaşam sorun çözmedir” adlı kitabın yazarı Karl Popper haklıdır. Yaşamımızın her saniyesi bir sorunla karşı karşıyayız. Sorunlar bazen istenmeyen durumlar, kimi zaman da karşısında engeller bulunan istendik durumlar olabilir.
Kişiler -ve onların oluşturdukları kurumlar ve toplum- bu sorunları mutlaka çözmek zorundadır. Eğer çocukluktan itibaren -aile, okul ve toplumda- sorunlarının çözümünü daima birilerine ihale ederek çözmeye alışmışlar, her sorunlu durumun üzerine değil etrafından dolaşarak kaçmışlar ise, daima sorun çözücü vasilere ihtiyaçları olacaktır.
Sonunda, karlı havalarda bile okulları tatil edilen miniminiler büyüyünce, otoriteye boyun eğmekten başkaca beceri kazanamamış, onu da bulamayınca zorla otorite yaratan “vesayet bağımlılıarı” ortaya çıkar.
Bu bağımlılık sarmalı, bir yandan da kişinin Sorun Çözebilme Kabiliyetini köreltir. Sürecin sonunda iki dipsiz kuyu vardır: (1) Sorunlarının çözümü için vasi arayanlar, (2) Çözülemeyen sorunların yarattığı “boşluk”lar.
Boşlukların dolması bir fizik kuralıdır ve sorunları çözebileceğine inananlarca doldurulur. Vesayet altında bulunmayı bir karakter özelliği haline getirmiş olanlar da her sorunla karşılaştıklarında, nasıl başa çıkacaklarını değil kime teslim olacaklarını tartışırlar.
· Yaklaşan seçimler için vaatte bulunan siyasi partilerden birilerinin çıkıp, “biz sizin sorunlarınızı çözmeyeceğiz; çünkü bizim sizin sorunlarınızı çözmemiz demek, sizin sahip olduğunuz hak ve özgürlüklerinizi bize devretmeniz demektir. Biz, sizin sorunlarınızı -bireysel ya da örgütlenmeniz yoluyla- kendinizin çözmesi önündeki engelleri kaldıracağız” demesi beklenmez mi?
Oy verecek vatandaş seçimleri beklerken, acaba kimi vasi olarak seçsem mi diyor yoksa sorunlarım nedir; nerelerden kaynaklanıyor; bunları nasıl anlarım; nasıl çözümler geliştirilebilir; bu çözümleri, sağladığım kaynakları elinde bulunduranlara nasıl iletir, onları ikna edebilirim; benim aklım yetmez ise acaba ortak akıl oluşturabilir miyim; nasıl; kimlerle? gibisinden sorular mı soruyor?
Her türlü vesayet, kabul edenler varsa vardır. Kabul edenler ise, sorun çözemedikleri, ayakları üzerinde duramadıkları için vesayete muhtaçtırlar. Vesayet odakları ise sorun çözebildikleri için değil, sorunları kendilerinin çözebileceklerini ezberledikleri için boşlukları doldurmaya isteklidirler.
Kendi ezberlerini topluma benimsetmek arzusunda olanlar, insanların en önemli yetileri olan sorun çözme kabiliyetlerini aşındıra aşındıra muhtaç bağımlılar durumuna getirdiklerinin farkına varabilmelidirler.
10 Mayıs 2011
-
Nis 16 2012 Bu matematik nasıl oluştu..
Bu matematik nereye kadar götürür, yoksa idrak sınırımızı o mu belirliyor?
Gökteki Pi[1]
“Gökteki Pi” adlı kitapta, bugün kullandığımız matematiğin dayandığı köklerin insanlığın ilk zamanlarındaki ilkel sayma ihtiyaçlarına dayandığını, sonra da ihtiyaçlar karmaşıklaştıkça matematiğin de ona paralel olarak nasıl evrimleştiği çok güzel tanıtılıyordu.
Tamamen yaşamsal ihtiyaçlar nedeniyle ortaya çıkan “sayma” (ve onun doğal uzantıları olan geriye sayma, ardışık toplama ve ardışık çıkarma) günümüz matematiğinin 4 işlemini oluşturdu. Daha sonra ortaya çıkan ileri hesaplama tekniklerinin temeli hep “sayma”ya dayalıdır.
Geleneksel matematikte 1+1=2 iken gerçek yaşamda bu eşitlik ancak bir dizi koşul varsa geçerlidir. Buna göre 1+1’in kaç edeceğini zamana, zemine ve diğer koşullara bağlayan, (+) operatöründen daha farklı -hatta kişiye özel- bir operatör icat edilemez mi? Örneğin (1 © 1=2), perşembeleri hariç 1+1=2 olup diğer günler belirsizdir☺.
Şimdi bir soru!
Acaba “sayma” ile “idrak” arasında bir bağlantı var mıdır? Şayet varsa, başka bir “başlangıç kavraşımı[2]”na dayalı başka bir matematik bugünkünden farklı bir idrak’e yol açar mıydı? Ya da soruyu tersinden soralım: Acaba idraki daha yüksek insanlar -dahi bilim insanları, sanatçılar, düşünürler gibi-, sayma yerine daha farklı bir “başlangıç kavraşımı” mı kullanırlar?
Ama ilk adımda -kesin olmasa da- mümkün gibi görünen, idrak denilen “kavrama modeli”nin bireye özgü olabildiği, bir yandan da sosyalleşme yoluyla ezberlenerek, sanki tüm insanların idraklerinin tek tipmiş izlenimi verdiğidir.
Bir diğer güvenli sonuç da, matematiğin çeşitli idrak araçlarından birisi olduğudur.
Başka bir soru: Acaba ateş veya tekerlek icat olmasaydı ne olurdu?
Tekerlek ve ateş için insanlığın en büyük iki buluşu denilir. Gerçekten de keşif ve icatlar için “ardından tetiklediği gelişmeler” şeklinde bir dereceleme yapılsaydı muhtemelen bu iki buluş açık ara önde olurdu.
Peki bu yüksek dereceleme puanı, “bunlar bulunmasaydı daha yüksek ardışık etkileri olabilecek buluşlar mümkün olamazdı” gibi bir çıkarsamayı da beraberinde getirir mi? Hayır, belki de çok daha ilginç başka buluşlar mümkün olabilirdi. Örneğin, birileri çıkıp da “yerle teması olan icatlar günahtır” deseydi acaba daha iyi icatlar yapılabilir miydi? Belki hayır belki evet! (Tanrı kelamının matbaada basılması günahtır yasaklamasının matbaadan daha iyi bir buluşumuza yol açamayışı ya da yıldızların sırrını anlamaya çalışmak günahtır önleminin daha iyi bir gözlemevi buluşumuza yol açamayışı bu topluma özgü bir sorun çözme kabiliyeti yetmezliği[3] olabilir).
Özellikle tekerlek o denli yararlı bir buluştur ki, icadından bu yana geçen yaklaşık 6000 yıldan bu yana, onun yerini tutabilecek (örneğin yer çekimi veya sürtünmeyi yok ederek) icatlar üzerinde son 50 yıldır (uzay çalışmaları nedeniyle) durulmaya başlanmıştır. Üstelik de 7 milyarlık nüfusun milyonda biri kadar bile olmayan bir araştırmacı nüfus tarafından.
En yararlı buluşlar, o alanın önünü en çok tıkayan buluşlardır.
Benzin motoru o denli kötü bir icattır ki, ilk benzin motorlarının verimleri %3 kadardı. Akümülatör kadar ilkel bir enerji saklama aracı ancak benzin motoru ya da akkor telli elektrik ampulü olabilir. Bunun içindir ki bu üç icat üzerinde inanılmaz ölçüde büyük paralar harcanarak geliştirme çalışmaları yapılıyor.
Acaba saymaya dayalı matematik de idrakimizin önünü tıkamakta mıdır? Ya da dahiler daha verimli idrak araçlarına mı sahiplerdir?
Her sorun türü için ayrı bir matematik!
Von Neumann, Los Alamos’taki atom bombası yapım çalışmalarına katılmış bir bilim adamıdır. İkinci Dünya Savaşı’nı bitirmek için ümitlerini çok güçlü bir silaha bağlamış A.B.D., Los Alamos’ta bir tutsak kampına benzeyen ve bir general tarafından yönetilen bir geliştirme kampüsü oluşturmuştu. Bir an önce bombanın geliştirilmesini bekleyen kampüs komutanı, bir gün çalışmaların yavaşlığından yakındığında Von Neumann’ın kendisine verdiği cevap ilginçtir: Sayın general, şu anda sahip olduğunuz klasik silahlar bildiğimiz fizik ve matematiğin ürünleridir; siz bundan fazlasını istiyorsunuz. Biz de bu yeni silahın önce matematiğini geliştirmeye çalışıyoruz!
Her ne kadar geliştirilen ve birkaç ay sonra ilk denemelerini başarıyla(!) geçiren atom bombası da “sayma” temelli matematiğin türev tekniklerini kullanıyorsa da bu anektod, daha karmaşık gerçekliklerin anlaşılması / açıklanabilmesi için ayrı matematik (ve ayrı fizik, ayrı kimyalar) gerekebileceğini gösteriyor. Aynen Bach’ın http://www.youtube.com/watch?v=xUHQ2ybTejU adresindeki Mobius şeridi biçimindeki sonsuz eserindeki yaklaşım gibi!
En iyi matematik hangisidir?
Bir kapı yapmak niyetindeki marangoz kuşkusuz diferansiyel denklemlerden, sanal sayılardan, tensor analizinden yararlanabilir. Ama dört işleme dayalı basit aritmetik onun işini pekala görecektir.
Toplayacağı paraları kredi olarak müşterilere yansıtmak isteyen bir bankanın ise, gereken risk hesaplamalarını yapabilmesi için biraz daha karmaşık bir matematiğe ihtiyacı olacaktır.
Newton fiziği, uzay araçlarının buluşmalarına ilişkin karmaşık hesaplamalar için dahi yeterli bir fiziktir. Ama parçacık boyutuna inildiğinde Newton fiziğinin birçok kuralı geçerliğini yitirmekte, bu defa kuantum fiziği yasaları gündeme gelmektedir.
Buradan görülebileceği gibi herhangi bir “sistem” için bir iyilik / yararlılık ölçütü aransa, muhtemelen en basiti, “durumları ifade etmeye ne ölçüde yatkın olduğu” olurdu.
Şöyle bir iddia ne demektir: Benim matematiğim, fiziğim her şeyi açıklar?
Bunun saçma bir iddia olacağı bellidir. Marangoz için geçerli olan matematikle atom bombası yapılamadığına, atom altı parçacıkların hareketleri Newton fiziği ile açıklanamadığına göre, güvenli bir söylem ancak “benim matematik, fizik ve kimyam (yani idrakim), ancak bir sınıra kadar olayları açıklayabiliyor; gerisini -daha uygunlarına sahip olana kadar- açıklayamıyor“.
İdrakimizin sınırlılığını ifade etmeye utanıyor muyuz?
Her insanın idrakinin sınırını belirleyen çeşitli öğeler olduğu belli. Kimi kalıtsal, kimi öğrenilmiş, kimi ezberlendiği için sorgulanmayan faktörler, bireysel idraklerin kavrayabilirlik sınırlarını tanımlıyor. Ama her ne hikmetse, insanlar -nasıl ki boylarının kısalığını gizlemeye, zeka ve bilgi eksiklerini örtmeye çalışıyorlarsa- idrak eksiklerini ifade etmeye çekiniyorlar.
Çekiniyorlar ve idraklerinin sınırlı olabileceğini basitçe söylemek yerine kendilerini ait saydıkları kampların söylemlerini benimsiyorlar.
Yaratılış ve evrim!
Yurtdışında da yaygın olan bu tartışma son aylarda Türkiye gündemine de taşındı. Bir TV kanalında, önce yaratılış yandaşları sonra da evrim kuramını savunanlar çıkarılarak sorun çabucak çözülmeye çalışıldı. Bu arada da moderatör -güya- yansız olarak tartışmaları yönetti.
Yaratılış yandaşları için herşeyi açıklamak son derece basit: Tüm olup bitenler Tanrı’nın rızası ile olmaktadır, nedeni sorgulanamayacak şekilde her şey açıktır. (Bu basit kuralın açıklayamayacağı hiçbir olay olamaz). Yaratılışçılar, kendi kendini -yoktan- var eden Tanrı’nın, tanım itibariyle böyle olduğu[4], dolayısıyla da bunun “nasıl”ının sorgulanmasına gerek olmayacağı ve de bu olgunun idrak edilebilir olduğunu savunuyor.
Evrimi savunanlar için ise bilimin, o anki bilinenlerin tanımladığı alandaki olayları açıklayabildiği, bunun dışındaki soruların cevapları için ise, bilimin 7 adımlık prosedürüne[5] uygun bir açıklama yapılabilene kadar bir cevapları olmadığı şeklinde. Burada dikkat edilecek nokta, idrak dışılığa bir atıf bulunmadığı, açıklanamayan olayların bu prosedüre göre henüz irdelen(e)mediğinin belirtilmesi. Evrim savunucuları örneğin Big Bang öncesi ne oduğunu açıklayamıyor, ama daha ileride açıklanabileceğini savunuyorlar.
Her iki kesimin de hiç kuşkulanmadıkları tek ortak nokta, olan biten her ne varsa idrak sınırlarımızın içinde olduğu, şimdi açıklandığı ya da ileride açıklanabileceğidir.
Ve şu unutuluyor ki, belki -hatta büyük olasılıkla- bazı olaylar idrak sınırlarımız dışındadır; ne bildiğimiz fizik ve matematikle ne de anladığımız anlamda bir yaratıcı ile hiçbir zaman açıklanamayabilir.
Bu zihinsel kargaşanın başlıca nedeni sorgulamaya kapalı (ezberlenmiş[6]) doğrular ve o doğruları temel almış kendini beğenmişliktir. Bir alçak gönüllülükle, olan bitenin -o da küçücük bir parçasını- idrak edebildiğini “sandığını” söylemek yerine, “bu işlerin kesinlikle bir akıllı tasarımcının müdahalesi olmadan meydana gelemeyeceğini” ya da aksine, “bütün bunların kesinlikle, hiçlikten en iyi uyum gösterebilenlerin doğal seçimiyle meydana çıktığını” savunmak arasında önemli bir fark var mıdır?
Bütün bu iddialara bakınca insan ister istemez Matrix filminde Neo ile Morpheus arasındaki konuşma akla geliyor: “ister misin bizi birileri bir yerlerdeki tarlalarda yetiştirip buralara gönderiyor olsun!”.
Yeni bir matematik ihtiyacı?
Kesin doğrulara dayalı iddialar yerine, idrak sınırımızı geliştirecek daha esnek bir düşünme sistemine ve onun aracı olan bir yeni matematiğe ihtiyacımız var gibi görünüyor[7]. Aynen, matematik gibi bir ifade aracı olan dilin çoğu yerde yetersiz kalması nedeniyle sorun alanına özgü yeni dillerin geliştirilişi gibi[8].
22 Eylül 2009
[1] Gökteki Pi (orijinal adı Pi in The Sky, Barrow, John.D., Penguin, 1992), Beyaz Yayınları, İstanbul, 2001
[2] Kavraşım, konsept karşılığı olarak kullanılan “kavram” yerine öneriliyor. Bu Türkçe olmayan sözcüğün kullanım zorunluğu, konsept karşılığı olarak genelde kullanılan “kavram” sözcüğünün doğru bulunmayışından kaynaklanıyor. Konsept, con+cept Latince kökenli olup birlikte almak, birlikte kavramak anlamındadır ve bu “birliktelik” vurgusu esas korunması gereken sıfattır. Bireysel olarak değil toplu olarak kavranan anlamındaki konsept yerine bu nedenle kavram kullanılmamış olup, bunun yerine “kavraşım” gibi bir sözcük önerilmektedir.
[3] http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_soruncozmekabiliyet
[4] Kendi kendini programlayan veya öğrenen sistemler olarak tanımlanan (automaton) genellikle bu tür tartışmalarda bir şeyin kendi kendine yoktan var olabileceğini örneklemek için kullanılıyor ise de, yoktan var olmak ile automaton arasında herhangi bir ilişki, hatta benzerlik olmadığı belirtilmelidir.
[5] Gözlem/sorgulama, hipotez/tahmin, deney/daha ileri gözlem, veri toplama, tekrar değerlendirme, çıkarsama, yanlışlanabiir teori.
[6] http://www.beyaznokta.org.tr/cms/images/201005012001_EEAP01.pdf
[7] Edward De Bono’nun rock logic – water logic tanımlaması aslında bu değil midir?
-
Nis 16 2012 Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!
En gerçekçi ve de gerekli vaat: Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!
2009 rakamlarına göre Türkiyedeki toplam siyasi parti sayısı 61, faal dernek sayısı yaklaşık 85,000 ve faal vakıf sayısı ise 10,000 dolayındadır.
Bunlardan siyasi partilerin tamamı, vakıf ve derneklerin de bir bölümü, adına Türkiye Sorunları denilebilecek -küçük ya da büyük ölçekli- sorunlara çözümler geliştirmek ile meşguldürler. Siyasi partiler ise geliştirdikleri çözümleri iktidar gücünü bütünüyle ya da (koalisyonlar yoluyla) kısmen elde ederek uygulamayı hedeflemişlerdir.
Bu kurumların özetlenen bu niyetleri -ilan edilmemiş olsa da- şöyle bir varsayıma dayalı olsa gerekir: “Eğer sorun alanları için çözümler geliştirilebilir ve bunlar geniş kesimlere ya da iktidar gücünü elinde bulunduranlara anlatılabilirse uygulamaya aktarılabilmesinin önünde önemli bir engel yoktur..”
Buna göre şöyle bir soru sorulsa!!
Bu nedenle de bu kurumların çoğu, enflasyonun nasıl kontrol altında tutulacağı, fakirlikle nasıl mücadele edileceği, evsizlere nasıl ev, işsizlere nasıl iş sağlanacağı, bankacılıkta neler yapılacağı gibi konulardaki vaatlerini ilan eder, çabalarını da bu konularda planlar yapmaya, bu konulara hakim uzmanları çevrelerine toplamaya yöneltirler. Acaba sorun gerçekten de bu mudur?
Eğer sorun bu çerçevede olsaydı, eline imkan geçen her kurum vaatlerini gerçekleştirebilirdi. Ama ne yazık ki durum bu değildir. Haklarında çözüm geliştirilmiş sorunların çoğu için ortam koşulları ya kısmen ya da bütünüyle göz ardı edilirler.
Ekonomik, siyasal, kültürel iç ve dış emeller, toplumsal değer yargıları[1], sahiplenilmiş çözümler[2], kaynak kısıtları, iç ve dış kaynaklı vesayetler, mafyatik etkiler, yabancı servislerin hiçbir yasal ve/ya ahlaki kural tanımayan girişimleri, ortam koşullarının çetrefilli birkaç elementidir.
Dağarcık zafiyeti
Bütün bu koşulların dikkate alınmasına imkan verebilecek Sorun Çözme Araçları, siyasi kurumlarımızın dağarcıklarında mevcut değildir. Bu nedenle de sorun çözümleri için öneri ve vaatleri, teknik adıyla sub-optimization, düz Türkçesiyle de dikensiz gül bahçesi ortamı denilebilecek koşullara göredir.
Bu ortam koşullarının dikkate alınmayışı, Türkiye’yi giderek zor yönetilir duruma getirirken, bir yandan da durumu gittikçe zorlaştıran başka yan etkiler doğurmuştur: Ülke sorunlarının giderek derinleştiğini gözlemleyen -ve sayıları giderek artan- insanlar, mevcut ahlaki ve yasal kurallara uymanın yararsız olduğu sonucuna varmışlardır. Ortaya çıkan ve giderek derinleşen bu yan etkilerden birisine kural tanımazlık denilebilir.
Diğer ve daha da olumsuz yan etki Sömürüye Açık Alan (SAA) genişlemesi denilebilecek bir olgudur. Her çözülemeyen sorun çevresinde, çeşitli iç ve dış niyet sahiplerince sömürülerek kendi lehlerine ve Türkiye aleyhine kullanılabiecek alanlar oluşmaktadır.
Örnekler..
- Ermeni sorunu çevresinde oluşan SAA, neredeyse tüm ülkelerin parlamentolarından “soykırımı tanıma yasaları” çıkarılacağı tehdidini (koz) ortaya çıkarmıştır.
- Kürt sorunu çevresindeki SAA, silah satışı, anlık istihbarat verip vermeme, terör gruplarını destekleme gibi melanet ürünlerini barındırıyor.
- Farklılıkların bütünlüğünü sağlayamama sorunu çevresindeki SAA, ılımlı islam denilen ve tamamen islamcı terörizm ile başa çıkabilmek için Türkiye’yi kullanarak tasarımlanan Sorun Çözme Aracı’nı başımıza sarmıştır. Uluslararası oyunun temel kuralının pembe kazan-kazan ilkesine değil, büyük sopa kuralına göre işlediğini bir kere daha sopalanarak öğreniyoruz.
- Eğitimi, ideolojik koşullandırma zannederek, bir yandan ayakları üzerinde duramayan muhtaç insan üretimi, bir yandan da dinci ve etnik ideolojik koşullandırmalara icazet sağlanması gibi çok yönlü üretilen sorunların çevresindeki SAA’lar, ülkedeki onlarca melanet odağının beslendiği alanlar olmuştur.
- Demokrasi kavramının üzerine oturduğu uzlaşı kavramının içselleştirilemeyişi sorunu çevresindeki SAA, bu yaşam kolaylaştırıcı kavramın dönerek bir çoğunluk egemenliği olarak anlaşılmasına, bu ise bu egemenlikten çıkar sağlamayı amaçlamış kesimlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Nasıl araçlar kullanılmalı ki Türkiye yönetilebilir olsun?
Vizyonu her ne olursa olsun siyasi partiler başta olmak üzere Türkiye sorunları üzerine tezler, vaatler geliştiren her kurumun öncelikli hedefi, ele aldığı sorunları çevreleyen ortamları oluşturan bileşenleri irdelemek ve bu yolla o sorunların çevresindeki sömürüye açık alanları daraltmak olmalıdır.
Bunu yapmayıp, çeşitli yaşam alanları için yeni kurallar koyarak sorunları çözmeye çalışanlar, bilgileri, ünvanları, deneyimleri, tutkuları, ezberleri ne olursa olsun onları bir kenara bırakıp, sorunları ortamlarıyla birlikte ele almadıkları her durumda yeni sorunların üremesine yol açacaklarını idrak etmelidirler. Bu tür girişimler sorunları çözemediği gibi, yeni üretecekleri sorunların çevresindeki SAA’lar nedeniyle Türkiye’nin yönetilebilirliğini daha da zora sokacaklardır.
Sonuç: Gerçekçi iki vaat!
Toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni artırmak ve Türkiye’yi yönetilebilir kılmak, siyasi partilerin vaat etmeleri gereken en gerçekçi iki hedef olmalıdır. Bunun dışındaki vaatler, sokaktaki insan açısından anlamlı olabilir, ama onlar bu vaatlerin gerçekleştirilebilmesi için gereken ortamları sorgulama kapasitesine sahip olamayabilirler ya da olanlar seslerini duyuramayabilirler.
Tartışma ve programlarını halen “imar planları nasıl yapılmalı?”, “okullaşma oranı nasıl artırılmalı?”, “işsizlere nasıl iş bulunmalı?” ve benzeri sorunlar çevresinde yürüten siyasi partilerimizin, bunlara paralel olarak -hatta daha da öncelikli olarak- yukarıdaki iki vaat çevresinde düşünmeleri önerilir.
Pazar, Mayıs 2, 2010
[1] Değer yargıları terimi genelde pozitif çağrışımlar yapsa da, tüm değer yargılarının olumlu, yapıcı vb pozitif nitelikli olması gerekmez. Örneğin töre adı altında uygulanagelen cezalandırma yöntemi, toplumumuzun tamamında değilse de önemli bir bölümünde bir değer yargısıdır. Benzer şekilde eğitim ve ezberin ayrılmazlığı, bal tutanın parmağını yalayabileceği, eşe sadakatsizliğin erkeğin elinin kiri, kadının ise yüzünün karası olduğu gibi onlarca değer yargısı yapıcı olmayan örneklerdir. [2] Sahiplenilmiş çözüm terimiyle, bir kurumun önceden gelen kalıp çözümlerini sürdürme konusundaki tembelliği + ezberciliği + korkaklığı gibi bileşik huyu kastediliyor.
