• VALDE MEKTEBİ

    Pertevniyal Sultan’ın, eşi II Mahmut adına 1872 yılında inşa ettirdiği Pertevniyal Lisesi, ülkemizin en eski okullarından üç veya dördüncüsüdür. Toplumumuzda reformların en yoğun olduğu bu dönemde, imparatorluğun geleceğinin fütühatta değil yüksek nitelikli insan dokusunda yattığı tanısı gerçekten çok önemli bir ayrımdır. Bu okulumuz bundan dolayı da önemli bir kilometre taşıdır.

    Geçirdiği büyük yangından sonra betonarme olarak yeniden inşa edilen okulun caddeye bakan yüzüne, ilginç bir ustalıkla ve büyük Latin harfleriyle VALDE MEKTEBİ ibaresi yazılmıştır.

    Düz beton yüzey üzerindeki kabartıların üzerine dişi yazıyla yazılan bu yazı, gazete eklerindeki “şaşı bak şaşır” bulmacalarına taş çıkarır biçimde ilk bakışta okunamaz, karşısına geçip uzun süre baktıktan sonra birdenbire görünürdü.

    Çocukluğumuzda beni, birçok akranımı ve erişkin kişileri hayrete ve de hayranlığa düşüren bu ince sanat esprisini, yıllar geçip sanat adına yapılan şaklabanlıkları gördükten sonra, mutlaka başka dünyalardan gelen birilerinin yaptığından kuşkulanmaya başlamıştım. Artık böyle bir kuşkum kalmadı, evet gerçekten de başka gezegenlerden birilerinin gelip, insan türünün sadece kendine belletilip ezberletilenleri tekrarlayan otomatlar olmadığını, böylesine yaratıcılıklar sergileyebileceğini ima etmek, ama bunu da kabaca herkesin gözüne sokmadan yapabilmek için yükseltilmiş zemin üzerine bu dişi yazıyı yazdıklarını anladım.

    Bu ince hatırlatmanın herhangi bir yerde değil de bir okul duvarı üzerinde yapılmış olması, bunu düşünmüş olanları bir daha rahmetle anmamızı gerektiriyor.

    Bir süre evvel okulun önünden tekrar geçerken, beni ve belki birçok kişiyi böylesine etkilemiş bu büyünün bozulduğunu dehşetle gördüm: birileri, dişi yazının içini boyayla doldurarak yazıyı okunur hale getirmiş.

    Bunca sorunla boğuşan ülkemizde, okul duvarındaki yazının içinin boyanmasını sorun olarak ele almayı garipseyenler, hatta “fena mı okulu boyayıp korumuşlar”, ya da “herkesin okumaya çalışırken zaman kaybetmesini önleyip onların işlerini kolaylaştırmışlar” diyenler olabilir.

    Ben sadece bunun düşünülmesini, ama iyi düşünülmesini, hemen cevap verilmeden düşünülmesini istiyorum. Sorunlar yumağı ile bu olayın ilişkisi var mıdır, bunun düşünülmesini istiyorum.

    Okul yönetiminin, bunu önemseyebileceğini sanmıyorum. Bakanlık emirleri içinde bu yazının içinin boyanmamasını emreden bir emir herhalde yoktur. Ama bildiğim kadarıyla bu okulun bir vakfı vardır ve vakfın yöneticileri arasında bir sanatçı da vardır. Belki onlar duyarlık gösterirler. Kim bilir!!

    26 Mayıs 2000

  • “KUŞKUSUZLUK” (EZBER) HER TÜR İRTİCANIN KAYNAĞIDIR!

    Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana açık ya da örtülü biçimde hep gündemde kalmış belki de tek konu “irtica” olmuştur. Arapça “rücu” (geri dönme, eskiyi isteme) anlamındaki bu sözcük, Osmanlı’nın dini esaslara dayalı toplum yaşamını geri getirme isteği olarak pratik içerik kazanmıştır.

    Konuya ideolojik bağlam dışında bakılırsa “irtica”nın, dine dayalı düzen isteği değil, belirli bir dine dayalı olarak yaşamak isteyenlerin, böyle yaşamak istemeyenlere baskısı olduğu, toplumun ortak yaşam alanlarındaki kuralları, sadece belirli bir inancın kurallarının belirlemesi yönündeki baskısı olduğu anlaşılacaktır. Halbuki, ortak yaşam kesitleri dışındaki alanlarda herkes inancına uygun yaşayabilmeli, ortak yaşam alanlarında ise çeşitli inançlardan bağımsız kurallar üzerinde uzlaşılabilmelidir.

    Bu bağımsız kuralların en mükemmel kurallar olması gerekmez, sadece üzerinde uzlaşılmış olması yeterlidir. Laik toplum yaşamı içinde inançların korunabilmesi ancak bu şekilde mümkündür.

    Laikliğin böyle değil de, herkesin, toplum yaşamının her alanında, tüm inançlardan arındırılmış olarak yaşaması biçiminde anlaşılması halinde, herkesin belirli bir inanç doğrultusunda yaşaması dayatması demek olan irticanın bir başka türü ortaya çıkmış olmaktadır. Birincisine din temelli irtica denilebilirse, ikincisine de laik temelli irtica denilmek gerekir. Yani bir anlamda bu defa laiklik bir yeni din olarak ortaya çıkmakta ve herkesin bu yeni dine biat etmesi istenmektedir.

    İki irtica türünün de ortak yanı “tek doğrulu” olmasıdır. Kendi dışındaki doğrulara kapalı olunmasını istemekte, kendi yaklaşım yolunun sorgulanmasını, bundan kuşkulanılmasını yasaklamaktadır.

    Karmaşık bir aritmetik ifadenin sadeleştirilmesinde olduğu gibi ifadeyi karmaşık hale getiren terimlerden sıyrıldıkça, irticanın temelindeki çekirdeğe varılmaktadır: Kuşkusuzluk yani ezber!

    Ezber (yürektenlik), bir bilginin “değişmez tek doğru” olarak benimsenmesi, öyle olduğuna ilişkin kalben duyulan güvenin akıl yoluyla tahkik edilmeyişidir. Merak kökenli kuşku ile birleşik olmayan her bilgi «yürekten bilgi» olup, «yürektenlik” bir öğrenme yöntemi olan «akılda tutma (belleme)» değildir. (Farsça yürekten demek olan ezber’in İngilizce’deki karşılığı by heart, Fransızca’daki ise par coeur `dür.)

    Ezber denilince genel olarak akla hemen okul gelir. Gerçekte ise, kuşkusuzluğun telkin edildiği her durum, her kurum birer ezber kaynağıdır. Kavrama daha da net bakılırsa, kuşkuyu ortadan kaldırmaya yönelik her girişim ezber için bir alt yapı hazırlar.

    Çocuğun aile içindeki yaşamında, kuşkusuzluk yani ezber, ana-babanın yaşamlarını kolaylaştırıcı bir araç haline gelir. Anne ve/ya babasının her söylediğinin niçin öyle olduğunu, davranışlarının tek doğru davranış olup olmadığını sürekli sorgulayan bir çocuğa dayanmak güç görünebilir. Bunun yerine, tırnakları kesilmiş bir ev kedisi gibi, kuşkuculuğu yani merakı bastırılmış bir çocuk tercih edilebilir. Onunla yaşamak daha kolaydır. Hele, bunun üzerine biraz da itaat sosu dökülürse istenen ideal çocuk bulunmuş olur. Halk arasında bu tür çocuklara ayıp olmasın diye “köşe yastığı” değil “uslu” denilir.

    Aile tarafından uygulanan bu kuşkusuzlaştırmaya doğal olarak okul kurumu da uyar ve öğretilenlerden kuşku duyulmamasını eğitim yaşamının bir numaralı kuralı olarak ilan eder. Okuldaki ezberin kaynağında işte bu uyum vardır. Aile ve okul eğitiminin yanısıra, toplumun eğitim kurumları olan kitle iletişim araçları, çeşitli sosyal gruplar da kuşkusuzluk ilkesini benimsemek zorundadırlar.

    Bu zincirleme tepkimenin en talihsiz ürünü “inançtaki kuşkusuzluk”tur. Yıllardan beri “inanç” ve “kuşku” bir araya gelemeyecek iki zıt kavram olarak takdim edilmiştir. Gerek “ilim” gerekse “bilim” ehilleri toplumu, bu iki kavramın çatışmasının kaçınılmazlığına koşullandırmışlardır. Her iki taraf da kendi doğrularının mutlak ve tek olduğuna inanmış, kendi yandaşlarını da buna koşullandırmıştır.

    İnanç bir defa doğan ve öylece süren bir olgu olduğu takdirde bu “kör inanç”tır. Kuşku ile sürekli olarak test edilen ve giderek daha üst formlara varan bir inanç ise kuşkuyla “bütünleşmiş”tir. Aynen iki ayrı renk ipliğin birlikte sıkıca sarılarak yeni bir iplik oluşturması gibi!

    İnanç ve kuşkunun “bir” değil ama bir “bütün” olduğunu, bırakınız yan yana gelmemeyi, ayrı olmamaları gerektiğini kavramalı, bu yeni anlayışın yaratacağı barış ortamını gerçekleştirebilmeliyiz

    Şimdi bir soru: tek doğrululuğa bu denli koşullandırılmış bir toplumda, (dir)lerden kurtulup (mi?)lere nasıl geçeriz?

    Her tür fanatizmin, her tür tek doğrululuğun, her çatışmanın kaynağında kuşkusuzluk yani ezberin olduğunu, toplumun tüm yaşam kesitlerini (sanayide, sanatta, bilimde, eğitimde ve her yerde) bir tümör gibi sarmış bulunan ezberden kurtulabilmenin ön koşulunun, bu konuda genel bir duyarlık yaratmak olduğunu nasıl anlatabiliriz?

    Dini fanatizmle başa çıkabilmenin yolunun, fanatizmin kaynağı olan kuşkusuzluk yani ezberle mücadele olduğunu, bu işlerin tüm ilgililerine acaba nasıl anlatabiliriz?

    İşte mesele budur ve ülkemizin tüm akıllı insanları buna kafa yormalıdırlar. Ama tek doğrulu biçimde değil!

    27 Eylül 2001

  • Bugüne kadar üstüne alınmayanlar: Artık alının!

    İnsanlık tarihi boyunca kitleleri yönetmek için kullanılagelmiş en etkin araçlardan birisi cennet ve cehennem kavramlarıdır. Her araç gibi onun da “daha etkin” olduğu sınırlar vardır. Okur-yazar kesimde -genelde- bu iki kavram yerini ahlaki değerlere bırakmaya başlar.

    Çocukluğundan beri kızgın yağ kazanları, alev alev yanan fırınları ile koşullandırılıp, kendisine ezberletilen doğru-iyi-güzeller konusunda beyinleri yıkanmış olan kişiler için bir yanlış yapmış olmak ne ise, bu kavramlardan kendini bir biçimde kurtarabilmiş insanlarda da, “gelecek nesillerin gözünde suçlu duruma düşmek” sanki eşdeğer bir korkutuculuğa sahiptir.

    Sevgili Çetin Altan’ın “Lanetliler Bahçesi” fikri gerçekleşir mi bilinmez. İnsanlık suçu işlemiş kişilerin heykellerinin yer aldığı bir bahçe için gereken büyüklükte bir yer bulunabilse her halde olur. Ama zaten tarih de bir bakıma hem lanetliler hem de minnet duyulacaklar bahçeleri değil midir!

    Kendi şaşmaz yasalarına göre işleyen evrenin bir parçası olan insanlarımızı, onları milyonlarca yıllık kaza-beladan bugünlere salimen getiren özelliği olan müthiş öğrenme yeteneğine boş verip, nehir ve padişah adları, meydan savaşı tarihleri, sevilecek ve nefret edilecekler listeleri gibi saçmalıkları “ezbere belleten” ve bunu da kutsal bir işmişçesine toplumun eleştiri alanının dışında bir tabu gibi tutabilmiş olan eğitim sınıfının tarih içinde hangi bahçede yer alacağı artık konuşulmalıdır.

    Adına eğitim diyerek her sorunun çözümü olarak ortaya sürülen panzehirin ne olduğunu artık kalıpları kırarak sorgulayabilmeliyiz. İstendik bilgi ve becerilerin kazandırılması olan öğretim ile istendik tutum ve davranışların kazandırılması olarak anlamlandırılan eğitim tanımı içindeki “istendik” ve “kazandırılması” hangi ideolojide olursa olsun kimse tarafından sorgulanmadı.

    En aklı başında olanlar dahi, insanların kendi başlarına bir şey öğrenemeyeceklerini, öğrenirlerse de onların zararlı şeyler olacağını, bu yüzden de “istendik” bilgi, beceri, tutum ve davranışların toplum -ve onun adına devlet- tarafından belirlenmesini tartışmasız kabul ediyorlar. Belirlenen bu içeriğin çocuk ve gençler başta olmak üzere eğitilecek olanlara, bir şekilde öğretilmesi gerektiğinde de tam bir fikir birliği var.

    Kendilerini, dışlarındaki tüm canlılardan üstün gören -ki ne akıl almaz bir salaklıktır- bu insanlar, tüm diğer canlıların üstün öğrenme yeteneklerini görüp kabul ediyor, ama kendisinin öğrenme konusunda onlardan aşağı olamayacağını idrak edemeyerek hemcinsleri için bir “jenosit” uyguluyor: Zihinsel jenosit!

    Öğretmenlik başta olak üzere eğitim sınıfı bugüne kadar hakkında hiç konuşulamayacak alanlardan birisi olarak geldi. Eğitimdeki sorunlar da, bu alana gerekli önemin verilmeyişiyle açıklandı. Bu alandaki meslek mensuplarının yaşam sorunları olduğu, bunların düzeltilmesi için tüm toplumun görevli olduğu doğrudur. Hatta, diğer meslek dallarına gösterilmesi gereken özenden daha fazlasının gösterilmesi gerektiği de doğrudur.

    Ama bu, eğitim sınıfının uygulamakta olduğu zihinsel soykırımın gerekçesi olamaz. Yaşam sorunları olan kesimler, bunların karşılığını, evrenin, hiçbir canlıdan esirgemeden eşit -ama farklı biçimlerde- dağıttığı öğrenme yeteneğini, yaratıcılığını köreltip yok ederek tazmin ettiremezler. Zihinsel soykırım budur. Bunun, kimin emriyle yapıldığı, bu yapılmazsa müfettişlerin aleyhte rapor yazıp yazmayacakları ya da birbirlerinin yazdıkları kitaplarda böyle yapılmasının yazılı olduğu gibi ayrıntılar, bu büyük trajediyi değiştiremez.

    Bunları üzerlerine almaları gerekenler, geri kalmış yörelerimizde geçim savaşı veren, evini geçindirmek için ikinci ya da üçüncü iş yapan öğretmenler değildir. Onlar söz konusu bile değildir.

    Bu insanlık suçunun sanıkları, çocuklarımızın ve velilerin gönüllü olarak onayladıkları biçimde ve de toplumun geri kalan kesimlerinin hayranlık duyduğu en pahalı okullarda bu işleri yapan, tüm eğitim sınıfına ve de devlete örnek olan eğitimcilerdir.

    Bu felaket farkedilmelidir. Bu zihinsel dondurma işleminin, ihtiyacımız olan ve aslında bol miktarda mevcut olan yaratıcı insanları birer hareketli ceset haline getiren kök neden olduğu farkedilmelidir. Eğitim, böyle bir şey olamaz. Bu denli insana saygı duymayan, onu küçümseyen, aşağılayan bir süreci kim yaparsa yapsın, bugüne kadar kendini yüce sayarak ne kadar korunmuş olursa olsun, lanetliler bahçesine gitmekten kurtulamaz. Kurtulmanın tek çaresi yine kendini farkedip bu yanlıştan geriye dönmektir.

    Birbirini aşağılamak için diğer canlı türlerinin adlarını kullanan insanlarımız, onların öğrenme yeteneklerinden daha aşağı olmadıklarını idrak edebilmelidirler.

    Eğitimin yeniden yapılanması herkesin ağzına sakız olmuştur. Ama bu yapılanmanın, mevcut paradigmaları savunanlarca gerçekleştirilemeyeceğini görebilmeliyiz.

    Şunları birer ilke olarak kapılarına yazmayan okullara çocuk ve gençlerimizi göndermeyeceğimiz gibi bir toplumsal bilinçlenme, o yeniden yapılanmanın gerçek işareti olacaktır:

    İnsan -bütün diğer varlıklar gibi- üstün bir öğrenme yeteneğine sahiptir. Kendi eğitsel gereksinimlerini saptama ve onları -kendi özelliklerine göre- öğrenme konusunda Tanrısal bir yeteneği ve gücü vardır. Bunu dışlamak, görmezden gelmek, en büyük günah, en büyük ayıp, en büyük saygısızlıktır.

    Eğitim, bilgi edinme süreci değildir. Bilgi edinme, her yer ve zamanda yapılabilir.

    Eğitim, kendini farketmek sürecidir. Kendi fiziksel, zihinsel ve ruhsal yeterlik ve yetersizliklerini, bunların sınırlarını farketmek ve bunlara göre tüm eğitsel kaynakları -ki tüm evren- kullanabilmektir. Dünya’yı, ders aracı olan yapay küreden; insan vücudunu iskelet resminden, arşimet kanununu laboratuvardaki uyduruk modelden, iyi ahlakı ise kitaptan, hem de “öğretme” yoluyla “ezbere belleten” bir yerin adı herhangi bir şey olabilir, ama okul olamaz.

    Çocuk ve gençler başta olmak üzere herkesin -ve tüm varlıkların- en başta saygı gösterilmeleri gereken özellikleri, doğuştan sahip oldukları merakları ve öğrenme ustalıklarıdır. Birbirine sıkıca bağlı olan bu iki yetenek aynı ölçüde de kolayca bozulabilirdir. Eğitim adı altında yapılan her türlü girişim bu iki özelliğe dikkat etmelidir.

    Tekrar yoluyla zihinlere kazıma, geleneksel bir belletme yoludur ve eğitimcilerin çok kullandıkları, başkalarının da zararının farkında olmadıkları bir yoldur. Bu bir zihinsel travmadır. Elinde tebeşirle tahtada sürekli problem çözen, bir dolu benzer problemi de ödev olarak verip artık yeni bir problemle karşılaşma olasılığı kalmayana kadar problem ezberletip belleten, sonra da bunları sınavlarda tekrarlayarak yüksek puan alan maktulleri sayesinde ünlenen öğretmenlerden korunulmalıdır.

    Yeni Okul, bu tür saygısızlıklar konusunda bilinçlenmiş “öğrenme ortakları”nın -öğretmenin yeni adı bu olmalıdır- bulunduğu ve öğrenmek isteyen çocuk, genç ve diğer öğrenme ortaklarına -onlar da sürekli öğrenmelidirler- yardımcı olduğu yerin adı olmalıdır.

    Koşullandırma, tekrar yoluyla belletme, karşısındakilerde herhangi bir yolla güven yaratıp ondan gelecekler için kuşkusuzluk yaratma, kendi ideolojisini bu ve benzeri yollarla aşılama, insanlık suçudur ve lanetliler bahçesine giriş nedenidir.

    Eğitim sınıfı kendini sorgulamaya başlamalı, geleneksel yanlıştan dönmenin bir yolunu bulmalıdır.

    14 Haziran 2000

  • Kamu alımları ombudsmanı…

    Girişimcileri derinden ve olumsuz biçimde etkilemesine karşın, bireysel yakınmaların ötesinde organize bir şikayete neden olmayan konuların başında “Kamu Alımları” gelmektedir.

    Belediyelerin, KİT’lerin, devlet kuruluşlarının ve bunlar dışında kalan özel yasa ile kurulmuş kuruluşların alımlarına verilen genel ad, “Kamu Alımları” dır.

    Kamu alımları yurdumuzda olduğu kadar, kapitalizmi bir sistem olarak içine sindirmiş ülkelerde de sanayi ve hizmetler sektörünün itici gücüdür.

    Ülkemizde, “destekleme alımları” mekanizması nedeniyle (devam edebildiği sürece) tarım da, bu itici güçten yararlanabilecek kesimlerin içinde yer alır.

    Ancak şu bir gerçektir ki, rekabete dayalı serbest pazar sisteminin oluşturulup yerleştirilmesinde çok büyük önemi bulunan bu araç, ülkemizde bir türlü doğru ve dürüst kullanılamamıştır.

    Çirkin siyasetin yakıtı, kamu alımları, daha doğru deyimle kamu alımlarının kötü kullanımıdır.

    Adam kayırmanın ve rüşvetin yakıtı da yine kamu alımlarıdır.

    Sanayimizin, hizmet sektörümüzün ve tarımımızın, Dünya ölçeklerinde rekabet gücüne erişemeyişinin nedenlerinin başında yine kamu alımlarının uygunsuz kullanımı gelmektedir.

    Hatta daha ileri gidilerek, terör ile kamu alımlarının kötü kullanımı arasında da bağlantı olduğu söylenebilir. (bazı kamu ihtiyaçlarının mutlaka dış alım yoluyla karşılanması koşulu konulan şartnamelerimiz dolayısıyla Türkiye’deki terörü destekleyen bazı ülkelere yardım (!) yapılmaktadır).

    Girişimciliğin güdük kalması, insanlarımızın kendi işlerini kurmak yerine devlete kapılanmak istemelerinin sebebi de yine kamu alımlarına karşı duyulan güvensizliktir. (Kendi işimi kursam, nasıl olsa devletle iş yapamam anlayışı dolayısıyla).

    Yabancıların, Türkiye’yi padişahlıkla yönetilen ve rüşvetle her kapının açıldığını sanmalarının altında da yine kamu alımları vardır.

    Kamu alımları kadar, cürmünden daha büyük olumsuzluklara neden olabilecek bir başka alan zor bulunur.

    Kamu alımlarındaki bozukluklardan ençok ve ilk planda etkilenenler, küçük ve orta ölçekli girişimcilerdir.

    Büyük kuruluşlar -belki- karşılaştıkları sorunları çözebiliyorlar ya da öyle sanıyorlardır.

    Şundan şüphe edilmemelidir: Orta ve uzun vadede iyi işlemeyen bir kamu alımları düzeninden karlı çıkabilecek kimse (düşmanlarımız hariç) yoktur.

    Kamu alımları, çerçevesi itibariyle tek bütçe kalemi altında toplanmamış, dolayısıyla da tam olarak büyüklüğü belli olmayan bir hacme sahiptir.

    Ama bir tahminle, örneğin 1992 yılında yaklaşık 50 trilyon tutarındadır.

    Kamu personelinin istihdamı da bir kamu alımı olmakla birlikte, o bu rakama dahil değildir.

    Bilinen odur ki, bu miktarın gözardı edilemeyecek bir kısmı, kamu alımlarını kişisel kazanç kapısı haline getirmiş bir kısım kamu görevlilerince, ihtiyaç olmayan ya da ihtiyaçlara uymayan mal ve hizmetlerin alımında kullanılmaktadır.

    Bu pratik olarak şu demektir: Kamu alımlarında sağlanabilecek bir iyileşme, heba olan ve fakat büyüklüğü bilinmeyen bu kaynağın ekonomimize katılması demektir.

    Bu ise, ekonomiye kaynak temin etmeye çalışanların öncelikle dikkat etmeleri gereken işlerin başında kamu alımlarının gelmesi gerekir demektir.

    Bu yazımda kamu alımlarının nasıl yapılması gerektiğini tarifleme niyetim yoktur. Niyetim bir çağrı yapmaktır.

    Kamuoyunda etkinliği bulunan kuruluşlar başta olmak üzere, özelleştirmeden, sanayileşmeden, rekabet gücümüzün geliştirilmesinden sorumlu ya da bunlarla ilgili hangi kişi ya da kuruluş varsa onlara, bu konuya ilgi göstermeleri çağrısını yapıyorum.

    Bu ve de herhangi bir çağrı somut bir öneriye dayanmadığı sürece fazla bir geçerliği olmayacaktır. Dolayısıyla somut bir öneride de bulunmak istiyorum.

    Diğer yandan kamu alımları konusunda gözle görülür bir iyileşme, ancak gerekli ögelerden oluşan bir “paket” uygulayarak elde edilebilir.

    Ama, bu işin taraflarının (şikayetçi olanlar ile çözmek isteyenler), bu “paket”in bütününün sonuçlarını görmeyi bekleyebilecek kadar sabırlı olmayabilecekleri de bir gerçektir.

    Buna göre, basit ve kısa vadeli bir çözüm önerisi ile çağrımı birleştirmek istiyorum.

    Öneri, bir çeşit “Kamu Alımları Ombudsmanı” oluşturulmasıdır.

    Buna göre, kamu alımlarındaki haksızlıklardan yakınan kuruluşların ortaklaşa finanse ettikleri bir “Kamu Alımları için Şikayet Bülteni” çıkarmak ve bu bültenin giderek bir Ombudsman Kurumu gibi çalışmasına doğru yol alınmasıdır.

    Temmuz 1993

  • NETWORKING

    Türkçe’ye tam çevirmek yerine anlamını yansıtmaya çalışmanın daha doğru olacağı bir deyim “networking” dir.

    “Şeyler arasında bir ilişkiler ağı oluşturmak” şeklinde uzun, ya da kısaca “ağ oluşturma” denilebilecek bu deyim, çağımızın belki de en çok kullanılmakta olan ve giderek de daha çok kullanılacak olan kavramlarından birisidir.

    Bu, ülkemiz gibi devletin aşırı ölçüde büyüdüğü (irileşme) hallerde özellikle yararlı olabilecek bir kavramdır. Networking yalnız devlet idaresinde değil sanayide de kullanıma girmiştir.

    Küçülürken büyümek ilk anda imkansızlığı çağrıştırıyor. Ama bu networking ile mümkündür. İster kamu ister özel kurumlar olsun, giderek daha geniş ürün yelpazelerine yönelmekte, daha geniş pazarlara yayılmakta, daha geniş bilgi kaynaklarına erişebilmektedir.

    Ama bunları yapabilmenin yolu büyümekten değil aksine küçülmekten geçmektedir. Çünkü, kurumların bizzat yaptıkları herşey o alanda bir daralma yaratmaktadır. Geniş alanlara yayılabilmenin çaresi bizzat yapmamak, yapanlardan sağlamaktır.

    Aynen, bir otomobil sahibi olan kişinin yalnız o arabaya mahkum olması, araç kiralama yolunu seçenin ise her an değişebilecek gereksinimlerine en uygun aracı kiralayabilme şansının olması gibi.

    Yurdumuzda geleneksel anlayış, “elimin altında olsun da ne olursa olsun” dur. Yurtdışındaki bilim adamlarımızı oralarda tutup bir network kurarak onlardan yararlanmak yerine Türkiye’ye getirmeye çalışmak, dışarıdan hizmet satın almak yerine herkesin bilgisayar merkezi kurması, fırınlar arasında rekabeti sağlamak yerine Halk Ekmek denilen garabetleri kurmak, hep aynı geleneksel anlayışın ürünleridir.

    Bu kavrama dikkat edilmelidir. Devleti küçültmek isteyen politikacının, sınırlı sayıda personelle geniş hizmet yapmak isteyen Belediye Başkanı’nın ve rekabet gücünü artırmak isteyen sanayicinin kullanacağı araç networking’dir.

    Ellişer kişilik Bakanlık ve Genel Müdürlükler, her biri dar bir konuda hizmet veren kendi işini kurmuş girişimcilerden hizmet alan küçük dev şirketler uzak değildir.

    Geleceğin Dünyası, her biri bir ayrı amaca hizmet eden, ama aralarındaki ilişkiler de sağlanmış binlerce network ten oluşacaktır.

    Devlet ancak böyle küçülebilir, sanayi kuruluşlarımızın rekabet güçleri ancak böyle artırılabilir.

    2 Ekim 2001

  • Halk avukatı (omsudsman)..

    Mayıs ayı içinde Mardit’te “Ombudsman Konferansı” toplandı.

    Batı ülkelerinde Ombudsman, Halkın Savunucusu, Hemşehri Avukatı gibi adlarla anılan bu kurum ülkemiz açısından yeni olmakla beraber pek de yabancı değildir. Hemen her gazetemizde yer alan “halkın köşesi, “halkın sesi” gibi sütunlar aslında benzer amaca yöneliktir.

    Tüm AGİK ülkelerinde ve ilaveten onun dışındaki bir kısım ülkelerde oluşturulmuş bulunan OMBUDSMAN kurumu, geçmişi itibariyle bazı ülkelerde (İsveç gibi) 200 yıllık bir geçmişe sahipken, bazılarında (Malta, Kanarya Adaları gibi) ancak 1-2 yıllık bir tarihe sahiptir.

    OMBUDSMAN bir yargı sistemi olmayıp, onun bir tamamlayıcısı durumundadır. Yasama, yürütme ve yargıdan ve de siyasi partilerden, liderlerden, kısacası kanaatleri sınırlayıp yönlendirebilecek olan tüm olası etkenlerden bağımsızdır.

    Ayrıca, başvurulması hemen hiçbir kayda bağlı değildir. Telefon faturasının mantık dışı kabarıklığını PTT idaresine anlatamayan vatandaştan, poliste kötü muamele gören bir yurttaşa ya da bir kamu ihalesinde önüne, bir “partiye gönül vermiş” kişinin geçmesinden yakınan (bunların hepsi tabii ki OMBUDSMAN kurumunun olduğu ülkelerde varolan uygulamalardır) kişilere kadar herkes, hiçbir bürokrasi olmadan hatta telefonla OMBUDSMAN’a başvurabilmektedirler.

    OMBUDSMAN’lar genellikle meclislerce, belirli bir süre için (5 yıl gibi) ve 2/3 çoğunlukla seçilmekte ve bu süre dolmadan yerinden alınamamaktadırlar.

    Böylece, anayasa güvencesi altında yüksek bir saygınlığa sahip olan bu kişiler, kendilerine bir ofis ve birkaç yardımcı (kalabalık bir kuruluş katiyen değil) oluşturmaktadırlar.

    Kavram olarak OMBUDSMAN, yasama, yürütme ve yargıdan tamamen bağımsız, herhangi bir yaptırım yetkisi bulunmayan, kendisine iletilen ya da kendince seçilen konularda hertürlü incelemeyi yapabilen, her türlü bilgiye serbestçe erişebilen ve vardığı sonuçları basın ve diğer kitle iletişim araçlarıyla kamuoyuna iletebilen bir kısım kişi(ler)dir.

    Bazı ülkelerde yargı sistemi ve ordu OMBUDSMAN’ın ilgi sahası dışında bırakılırken, bazılarında kapsam içine alınmaktadır.

    Yeni bir Anayasa yapma çalışmaları içinde bulunan Türkiye’de OMBUDSMAN kurumunun, örneğin (HALK AVUKATI) gibi bir ad altında oluşturulması son derece yararlı olabilecektir.

    Bu önerimi tüm siyasi partilere iletmiş bulunuyorum. Bu yazı ile de onların dışında kalan tüm kuruluşlara çağrı yapıyor ve yeni Anayasamızda yer verilmesi için “baskı grubu” işlevlerini yapmaya çağırıyorum.

    Haziran 1993

  • DÜŞÜNCE KALİTESİ!

    Günümüzde hemen bütün dünyada ifade özgürlüğü konusundaki sınırlamalar giderek azalmakta, tam tersine insanların düşündüklerini ifade etmesi, yayması özendirilmektedir. Gelişmiş toplumların idareleri bunu, toplumları daha iyi yönetebilmek için zorunlu bir katkı olarak görmektedirler.

    Herhangi bir düşüncenin ifade edilebilmesini düzenleyen, onu sınırlayan bir yasa yoksa da bu konuda ortak anlayışlar oluşmuştur. Bu anlayışın pek somut tek ölçüsü olmamakla beraber;

    • O konudaki pratiğin bir tarafı (uygulayıcısı, düzenleyicisi, denetleyicisi gibi) olmak ve/ya
    • O konunun düşünsel yanının bir tarafı (kuramcısı, öğreticisi gibi) olmak ve/ya
    • O konunun pratik ya da kuram yanında olmamakla beraber, her konuya uygulanabilecek bir sistem yaklaşımına sahip olmak

    gibi kriterler, bir kişinin bir konuda düşüncesini ifade edebilmesi için ehliyet olarak kabul edilmektedir.

    Bunlar, bir düşünceyi ifade edecek kişinin ehliyetine ilişkin “gerek koşullar”dır. Bir de, bu ehliyete sahip kişinin dile getireceği düşüncenin kalitesine ilişkin “yeter koşullar” olmalıdır. Çünkü her trafik ehliyeti olan kişinin mutlaka doğru araç sürmesi gerekmediği gibi, bir konuda düşünce dile getirme ehliyetine sahip sayılan herkesin de dile getireceği bütün düşüncelerin kaliteli olması da gerekmez.

    Bu noktada tanımlanması gereken kavram, düşüncenin kalitesi’dir. Bunun için akla gelebilecek çeşitli ölçütlerden şu dördü işe yarar gibi görünmektedir:

    • İlgili alanın son bilgileriyle (state-of-the-art) tutarlı,
    • Kanıtlanmaya ihtiyaç gösteren hipotezlerden olabildiğince az içeren,
    • O alanda bilinenleri, bir sorunun anlaşılmasına ve/ya çözülmesine katkı sağlayabilecek şekilde yeniden bir araya getirebilmiş,
    • Düşüncenin ilgilendirdiği tarafların olabildiğince çoğu tarafından aynı şekilde anlaşılabilmesi için “mümkün olan en kısa formda (kanonik form)” ifade edilebilmiş,

    Hal böyle iken, bu ölçütlere uymayan çok sayıda düşünce ürününün konuşulup yazıldığı da bir gerçektir. Değersiz ya da düşük kaliteli düşünce denilebilecek bu düşünceleri değerli ya da kaliteli denilebilecek olanlardan ayırabilmek oldukça güçtür. Çünkü, düşünce kalitesi düştükçe anlaşılmazlığı da artar ve anlaşılmaz düşüncelerin bir hikmet içerdiği inancı nedeniyle bu tür düşünceler kabul de görür.

    Düşünce kalitesini düşüren nedenler çeşitliyse de, başlıcaları şunlar olabilir:

    • Mantık operatörleri içinde virüslerin karıştırılması,

    Bir mantık zincirinin içine katıldığında, olması gerekenin tam aksine sonuçlar üretilmesine yol açan operatörler “virüs” gibidir. “Evet ama yine de”, “olsun”, “n’apalım” gibi virüsler bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bu tür virüs içeren düşüncelere karşı düzgün mantıkla başa çıkabilmek çok güçtür.

    • Bilgi eksiği,
    • Yetersizliklerin ucuz akademik ünvanlarla gizlenmesi,
    • Ana dil yetersizliği,

    Kalitenin, yaşamımızın her kesitindeki rolünün sorgulandığı günümüzde artık, önümüze konulan ve tüketmemiz istenilen düşünsel ürünlere daha farklı bir gözle bakmanın zamanı gelmiş olsa gerektir.

    27 Eylül 2001

  • Tecrübe, harcanan yıllar değildir..

    Üzerinde hiç konuşulmayan tabulardan birisi de tecrübedir. Birisi kendini öveceği zaman, övünmek istediği konuda kaç yıldır deneyimli olduğunu söyleyince akan sular durur. Kendini öven, onca yılı boşuna geçirmediğini, o süre boyunca konu üzerinde bilgi edindiğini, geliştirmeler yaptığını ve yapılmamış her ne varsa onları yapmaya yeterli ve yetkili olduğunu varsayar ve kendisinin dışında kimselerin yapamayacağını ve de yapmaması gerektiğini savunur. Dinleyenler, bu varsayıma genellikle inanmasalar da önemli bir nedenle çok inanıyormuş taklidi yaparlar.

    Çok inanıyormuş taklidi yapmanın yüzlerce türü vardır. Baş sallamak, ara sıra hı hı! demek gibi taklitler amatörcedir, karşı tarafı yeterince memnun etmez. Ancak çok darda kalınırsa kabul edilebilir. Daha profesyonelleri küçük sorular sorar, hatta itirazlarda bulunurlar. Ama övünen daima bir yol bulup, mesela saçlarının dökülme nedeninin seyrek yıkamakla ilgili olmayıp konu üzerinde çok kafa yormaktan ötürü olduğuna dinleyeni ikna eder. Daha doğrusu dinleyen ikna olmuş gibi yapar. Bunun sebebi, dinleyenin de hemen biraz sonra esas kendi saçlarının niçin beyazlandığını anlatırken, diğerinin esas sebep olarak eş dırdırını ortaya atıp önceki dinleyeni bozum etmemesini temin içindir.

    Ama aslında iki taraf da geçmiş yılların, iddia edildiği gibi mutlaka yararlanılabilecek örnekler (tecrübe) bırakması zorunluğu olmadığını pekala bilirler.

    Yıllar boyunca, yalnızca olaylara seyirci olmayıp, onları bir ölçüde yönlendirebilmiş olanların gerçekten çıkaracakları sonuçlar -ki tecrübe buna denilmelidir- çok değerlidir.

    30 yıl boyunca doğru mu eğri mi olduğuna kafa yormadan bir otomat sadakatiyle kendine verilen işleri yapmış olanlar da muhakkak ki saygıdeğer insanlardır. Ama gerçek anlamıyla tecrübeli değillerdir.

    Bu konuya değinmemin nedeni, bütün Dünya ile birlikte yaşanan değişim süreci içinde, ülkemizde bundan böyle sık sık sistem değişikliklerinin konuşulacağını düşünmemdir. Gazetelerde yer alan, cezaevlerinin özelleştirilmesi, bu çok sayıdaki sistem değişikliğinden yalnızca bir tanesidir. Yarın öbürgün denetimin (her türlüsü) özelleştirilmesini içimize sindirmek zorundayız*.

    Bu sistem değişiklikleri gündeme gelince kendilerinden en çok yararlanılacak olanlar tecrübeliler, en çok zarar verecek olanlar da harcadığı yılları tecrübe sananlar olacaklardır. Bürokrasiyi oluşturan irili ufaklı binlerce sistemin değiştirilmesi söz konusu oldukça, bu konularda kendini icazet vermeye yetkili sayanlar, bunları değiştirebilecek gerçek tecrübeli bürokratların en büyük ayak bağı olmuşlar ve halen de olmaktadırlar. Hele bu kişiler kazara çok yetki sahibi yapılırlarsa bu tam bir felaket olmaktadır.

    Benim her iki kesimden de ricalarım olacaktır: Gerçek tecrübeliler, deneyimlerinden başkalarını yararlandırabilmek için lütfen ellerinden geleni yapsınlar.

    Diğerleri de, kendilerini ve başkalarını kandırmaktan vazgeçip, kenarda oturup anılarıyla vakit geçirsinler. Bu da önemli bir hizmet olacaktır. Hoşça kalınız.

    26  Eylül 2001

  • Yaşamı birbirimize kolaylaştırmak

    Bu basit söz ilk bakışta pek bir değer taşımaz gibi görünse de, “yaşamı birbirimize zorlaştırmak” gibi tersinden alınırsa, ortaya çıkabilecek türevlerin toplum yaşamını nasıl derinden ve yaygınlıkla etkileyebileceği kolayca anlaşılabilir.

    Taksi şoförü, ev kadını, öğretmen, erkek eş, üst veya alt kat komşusu, apartman görevlisi, Türk, Kürt, sünni veya alevi müslüman, agnostik ve daha onlarca yüzlerce insan tipi ve bunlardan oluşan kurumlar, kesimler.. Bunların birbirlerine çıkarabilecekleri güçlüklerin kombinasyonu bir arada yaşamı bir cehenneme çevirmez mi?

    Bu varsayımsal bir durumdur. Yani, sayılan ve burada sayılmayan tüm kişiler ve bunların üst oluşumları birbirlerine yaşamı güçleştirme kararı verecekler, sonra da bu kararlarını gerçekleştirebilecek yollar icat edip uygulayacaklar. Bu pek gerçekçi bir senaryo değildir.

    Gerçekçi senaryo hangisi?

    Gerçekçi olan, başlangıçta küçük bir nüfus ve birbirlerine daha çok saygı duyan bir topluluğun, zaman içinde kalabalıklaşması, bir yandan da çıkar, kin, ahmaklık, cehalet gibi çeşitli nedenlerle hayatı birbirleri için yavaş yavaş (tedricen) zorlaştırır davranışlar içine girmeleri ve daha da beteri toplumdaki aydın kesimin bu sürecin farkına varıp gerekli önlemleri almayı ihmal etmesidir.

    Bu durumda çoğu kimse bu yavaş gelişen sürecin rahatsız ediciliğinin farkına varamayabilir ve olanları “normal” kabul etmeye başlar. Cehennemin giriş kapısı burasıdır (zaten tek kapı vardır).

    Kritik bir soru: Yaşam güçleştirme yollarının yapı taşları var mı, neler?

    Aydın kesim olarak adlandırdığım insanlar -mesela ki- bir araya gelseler ve bu duruma çözüm arayacak olsalar, her bir güçlük kombinasyonunun nasıl ortadan kaldırılabileceğini tartışmaya başlasalar, herhalde kısa bir süre içinde bu denli çok sayıda zorlaştırıcıyla başa çıkmaya çalışmak yerine, bunların yapı taşlarını bulup onları ortadan kaldırmayı düşüneceklerdir.

    Acaba bu durumda bulunabilecek yapı taşları neler olabilir? Aklıma gelenler şöyle:

    1.     Toplu yaşamı kolaylaştırma görevi olan:

    a.      Kural koyma yetkisine sahip genel ve yerel idarelerin yaşam kolaylaştırma kavramını:

    i.      Merak etmeyişleri nedeniyle

    ii.     Uyaranları dikkate almayışları nedeniyle

    doğan güçlükler,

    b.     Hangi konuların, toplum yaşamının bütününü zincirleme olarak güçleştirdiği konusunun toplum gündemine hiç gelmemiş oluşu nedeniyle doğan yaşam güçleştirmeler[1].

    2.     Değer İletişimi ilkesine uymamak nedeniyle:

    a.      Zaman kaybettirme yoluyla yaşam güçleştirme, (örnek için tıklayınız)

    b.     Yanlış anlamalar nedeniyle yeni sorunlar üretilmesine yol açarak güçleştirme.

    3.     Sırasına / payına / hakkına razı olmamak nedeniyle:

    a.      Başkalarına da örnek oluşturarak bir çığ etkisinin oluşması yoluyla hem kendine hem başkasına güçleştirme,

    b.     Türünü sürdürme temel amacının gereği olan “dayanışma”yı bozarak güçleştirme.

    Bunlardan başka yaşam güçleştirme elementleri de bulunabilir. Ama ilave elementler de bulunsa, insan nitelik dokusu‘nu oluşturan ahlak, zihinsel yetiler, bilgi-beceri, ruhsal sağlık dörtlüsünün tüm yaşam kolaylaştırma ya da güçleştirme türlerini üretebileceği görülebilir.

    Bu konuda nelerin yapılabileceği konusunda hemen herkes çeşitli önlemler düşünebilir. Yeter ki toplumumuzun kavram dağarcığına, “yaşamı birbirimize kolaylaştırmak” gibi bir kavram girsin. Kararlarıyla geniş kitlelerin yaşamlarını etkileyen kurumlar bu yeni kavramla çevrelerine çok farklı bakmaya başlayacaklardır, buna eminim.

    29 Mart 12 Perşembe

    [1] Örneğin kentlerde sokak adlandırma, işaretleme, bina numaralandırma ve işaretleme gibi konular, yaşam güçleştirici süreçlerin kök noktalarından birisidir (Bkz. bir örnek)

  • VesayetBağımlılığı

    Vesayet Bağımlılığı

    Ne olduğuna değil niçin olduğuna bakılması“, herhalde insanlığın -büyük bedeller ödeyerek- öğrendiği bir yol gösterici ilkedir. Ama ne yazık ki, insanoğlu bu ve benzeri yol göstericileri görmezden gelmeye devam edebiliyor.

    Türkiye, çok partili demokratik yaşama geçtikten beri onar yıllık aralıklarla askeri darbelere maruz kalmış; ama bunun neden(ler)ini sorgulamamıştır. Sorgulamamıştır, çünkü nedeninin tek ve sormaya ihtiyaç olmayacak kadar açık olduğunu varsaymıştır. O neden de, “askerlerin kendilerini cumhuriyetin sahibi saydıkları; cumhuriyeti tehdit altında hissettikleri zamanlarda da darbe yaptıkları / kalkıştıkları“dır. Bunun adına da “askeri vesayet” denilmiş ve son verilmesi için gerekli mekanizmalar çalıştırılmıştır.

    Eğer bu varsayım, yani vesayetin askerlerin “sahiplik” ezberlerinden doğduğu varsayımı doğru ise, bundan sonra Türkiye’de vesayet dönemi bitmiş, en güçlü potansiyel vasi yargıya teslim edilerek gelecek -vesayet açısından- güvence altına alınmış demektir.

    Ama eğer böyle değilse ve mesela, ayakta dik duramadığı için birilerinin kanatları altına girmedikçe kendini güvende hissetmeyecek bir kültür oluşturmuş bir topluluk var ve tüm potansiyel vasileri davet eden bir iklim oluşturulmuş ise ne olacak?

    Böyle bir durumda kendini vasiliğe aday gören tüm birey ve kurumlar -hatta toplumlar- sıraya girmez mi? Bunlardan en yakındaki ve elinde silah tutanın bu yarışta birinci gelmesi doğal değil mi?

    İyi ama bu olur mu?

    Bir şarkıcı “olur, olur, bal gibi olur” diyor. İşte size birkaç ipucu:

    ·      İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Katalanca, Latince, Lehçe gibi dillerin hepsinde “dik durmak” anlamına gelen education kavramının, Türkçe’de “dik durmasını önleyip eğmek” anlamındaki eğitim ile karşılanmış olması; bununla da yetinilmeyip, din eğitimi verilen okullardaki “sorgulamaya kapalı belleme (ezber)” yönteminin tastamam aynısının laik eğitim verildiği sanılan okullarda da -askeri okullar da dahil- kullanılması.

    ·      60 yılı aşkın çok partili siyasal yaşam boyunca oluşan siyasi kültürümüzün temel kavramlarından birisi “lider sultası” olup lider otoritesi tartışmasız bir tabudur. Seçilmiş bir kişinin -tüm dönemlerde ve partilerde- böylesine tartışmasız bir otorite kurabilmesi, milletvekillerinin de bu vesayeti kabul etmeleri ancak bir şekilde mümkündür:  İradelerinin vesayetini gönüllü olarak lidere devretmeleriyle. Bu durumda sulta oluşturan lider değil, bu teslimiyete hazır ortam yaratan milletvekilleridir.

    Adına “parti disiplini” denilen acayiplik, tüm doğruları savunacağına şerefi üzerine yemin etmiş milletvekillerinden bu vesayeti kabul etmeyebilecek yapıda olanları gemlemek üzere icat edilmiş bir vesayet enstrümanıdır.

    Bütün bu olup biteni liderlerin sulta kurma isteklerine bağlayan açıklama ise olayın doğasını hiç anlayamamış olmaktan başka bir şey değildir.

    ·      “Tüm yaşam sorun çözmedir” adlı kitabın yazarı Karl Popper haklıdır. Yaşamımızın her saniyesi bir sorunla karşı karşıyayız. Sorunlar bazen istenmeyen durumlar, kimi zaman da karşısında engeller bulunan istendik durumlar olabilir.

    Kişiler -ve onların oluşturdukları kurumlar ve toplum- bu sorunları mutlaka çözmek zorundadır. Eğer çocukluktan itibaren -aile, okul ve toplumda- sorunlarının çözümünü daima birilerine ihale ederek çözmeye alışmışlar, her sorunlu durumun üzerine değil etrafından dolaşarak kaçmışlar ise, daima sorun çözücü vasilere ihtiyaçları olacaktır.

    Sonunda, karlı havalarda bile okulları tatil edilen miniminiler büyüyünce, otoriteye boyun eğmekten başkaca beceri kazanamamış, onu da bulamayınca zorla otorite yaratan “vesayet bağımlılıarı” ortaya çıkar.

    Bu bağımlılık sarmalı, bir yandan da kişinin Sorun Çözebilme Kabiliyetini köreltir. Sürecin sonunda iki dipsiz kuyu vardır: (1) Sorunlarının çözümü için vasi arayanlar, (2) Çözülemeyen sorunların yarattığı “boşluk”lar.

    Boşlukların dolması bir fizik kuralıdır ve sorunları çözebileceğine inananlarca doldurulur. Vesayet altında bulunmayı bir karakter özelliği haline getirmiş olanlar da her sorunla karşılaştıklarında, nasıl başa çıkacaklarını değil kime teslim olacaklarını tartışırlar.

    ·      Yaklaşan seçimler için vaatte bulunan siyasi partilerden birilerinin çıkıp, “biz sizin sorunlarınızı çözmeyeceğiz; çünkü bizim sizin sorunlarınızı çözmemiz demek, sizin sahip olduğunuz hak ve özgürlüklerinizi bize devretmeniz demektir. Biz, sizin sorunlarınızı -bireysel ya da örgütlenmeniz yoluyla- kendinizin çözmesi önündeki engelleri kaldıracağız” demesi beklenmez mi?

    Oy verecek vatandaş seçimleri beklerken, acaba kimi vasi olarak seçsem mi diyor yoksa sorunlarım nedir; nerelerden kaynaklanıyor; bunları nasıl anlarım; nasıl çözümler geliştirilebilir; bu çözümleri, sağladığım kaynakları elinde bulunduranlara nasıl iletir, onları ikna edebilirim; benim aklım yetmez ise acaba ortak akıl oluşturabilir miyim; nasıl; kimlerle? gibisinden sorular mı soruyor?

    Her türlü vesayet, kabul edenler varsa vardır. Kabul edenler ise, sorun çözemedikleri, ayakları üzerinde duramadıkları için vesayete muhtaçtırlar. Vesayet odakları ise sorun çözebildikleri için değil, sorunları kendilerinin çözebileceklerini ezberledikleri için boşlukları doldurmaya isteklidirler.

    Kendi ezberlerini topluma benimsetmek arzusunda olanlar, insanların en önemli yetileri olan sorun çözme kabiliyetlerini aşındıra aşındıra muhtaç bağımlılar durumuna getirdiklerinin farkına varabilmelidirler.

    10 Mayıs 2011