• Birleşik akıl ve sorun çözme kapasitesi

    Bildiğinizden emin olduğunuz bir şeyler düşünün. Örneğin okulda öğrendiğimiz, “üçgenin iç açıları toplamının 180o olduğu”. Bu bilginin aksini[1] iddia eden kimseye rastlamayan, her yargının en az bir ön koşulu olduğunu da kimseden duymamış bir çocuk, bu bilgiyi öylesine sahiplenir ki, zihninde bir küçük duvar örerek bu bilgiye uymayabilecek tüm alanları “öte taraf” ilan eder ve hiç kuşkusu olmadığı için de öte tarafa ait her şeyi –otomatik olarak- “tamamen” devreden çıkarır. Öte taraf “yok” hale gelir.

    Aile ortamında edinilen değerlerden birisi –mesela- “yardım isteyenlerin geri çevrilmemesi” ise, bu defa ikinci bir duvar örerek, bu kurala uymama hallerini[2] duvarın öte tarafı olarak ilan eder. Zihnin bir bölümü daha “öte” olarak etiketlenir.

    Ve 180 derece ve geri çevirmeme “öte taraflarından” arta kalan biraz küçülmüş ama yine de epey geniş olan “beri taraf”ta yaşamını sürdürür.

    Ama, aile, okul, sosyal çevre, TV, internet vd. bilgi ve değer kaynaklarından “her öğrendiği” küçük küçük duvarlar örmeye, yeni “öte taraflar” tanımlamaya başladıkça giderek daralan “beri alan” içinde yaşam sürdürülür. İnsan doğasının alışmak denilen özelliği nedeniyle, her defasında daralan alanı normal sayarak, bir rahatsızlık duymadan –hatta mutlu olarak-, oluşan “rahatlık alanında” yaşamını sürdürür.

    Keşke böyle olsa!

    Ne yazık ki bu duvar örme olgusu durmaz. Her korku, her takıntı, her yeni bilgi, her alışkanlık, her travma yeni küçük duvarlar örmeye devam eder ve kişinin asıl özgürlüğünü oluşturan düşünsel özgürlük alanı giderek daralmaya başlar.

    Yine de durmaz!

    Yapısı itibariyle mevcut bilgiler arasında sürekli yeni bağlantılar kuran insan beyni, dış etkilerle oluşan duvarlar üzerinde çalışarak onları genişletir. Örneğin, kedi tırmalaması nedeniyle oluşan “kedilerin uzak durulması gereken küçük canavarlar olduğu” yolundaki küçük duvar, kişinin kendi çabasıyla(!) uzar ve önce diğer kedileri (kaplan, pars vs), sonra diğer hayvanları “öte” ilan eder.

    Bir çeşit zihinsel sterilizasyon gibi işleyen bu mekanizma giderek hızlanır ve rahatlık alanını kirletebilecek her ne varsa “düşünerek” bulur ve “öte”ye atar. Bu duvar inşaatının birincil parametresi dış kaynaklı bilgi ve deneyim girdileri ise, ikincisi açıklanan bu “iç inşaat” ve üçüncüsü de “zaman” faktörüdür. Yaşlanan insanların –genellikle- her şeyden (parasızlıktan, yalnız kalmaktan, hastalanmaktan vs vs) korkması belki de böyle açıklanabilir.

    Her beklenti / korku / takıntı / vizyon / tutku / bilgi – beceri / kendini beğenme – beğenmeme / nefret /unvan, rütbe / meslek / siyasal veya dini ideoloji / inanç veya inançsızlık / yasal ve ahlaki kurallar / gelenek ve töreler / ritüeller / genetik miras / gen–kültür etkileşimi (https://goo.gl/7ho2dS) / ezber (sorgulamaya kapalılık) / çeşitli amaçlı koşullandırmalar / çeşitli nörolojik farklılıklar ve daha bir çok faktör özgürlük alanını daraltıp öte alanı genişletir.

    Kuşkusuz bu etmenlerin etkileri kişiden kişiye değişse de net olarak ortaya çıkan durum, yukarıda ancak bir bölümü sayılan duvar öğeleri ile çevrelenmiş özgür düşünme alanlarının son derece çeşitli olduğu ve benzer özgür düşünme alanına sahip iki kişinin bile bulunmasının neredeyse imkansızlığıdır.

    İyi de bu durumda nasıl anlaşabiliyoruz?

    Aslında anlaşma söz konusu değildir; gerçek yaşam, karşı tarafların savlarından en az zarar görebilecek pozisyonlar alabilmek amacı çevresinde oluşur; o pozisyonlanmaların koruyamadığı bölüm ise dedikodu, yakınma, şiddet gibi yollarla dengelenir.

    Toplum içindeki çeşitli roller bu pozisyonlanmayı kolaylaştırma amacına yöneliktir. Ast-üst ilişkileri gerek iş yaşamında gerek aile içi hiyerarşide standart pozisyonları tanımlamıştır. “Üst’ün fikirleri, ancak kendisinin izin verdiği ölçüde eleştirilebilir” kuralı hemen hemen tüm sosyal yapılanmalarda en geçerli kuraldır. Bu yapılandırılmış iletişimin dışındaki gerçek ise “körler sağırlar birbirini ağırlar” vaziyetidir, kimsenin kimseyi anlamak gibi bir derdi olmadığı gibi, bu pek mümkün de değildir.

    Bu denli sınırlanmış özgür düşünme alanlarına sahip bireylerin, kendi zihinsel kapasitelerinden daha büyük bir kapasite ortaya koymaları gerçekten önemli bir sorundur ve üzerinde ne kadar çalışılsa yeridir.

    Daha büyük kapasite niçin gerekli olsun ki?

    Cevap basittir: Çünkü sorunlar, kişilerin zihinsel kapasitelerini aşmayacak giriftlikte olmak zorunda değildir. Ayrıca, sorunlar arasındaki etkileşimler (https://goo.gl/nNXk5x) sonunda öylesi karmaşık yapılar ortaya çıkabilir ki, çözmek bir yana anlamak (https://goo.gl/YVBhdQ)  dahi güç olabilir. Böylece çitişmiş sorunlar yumağı için doğal olarak daha yüksek sorun çözme kapasitesi gerekir.

    Çare yok mu?

    Bu tablo karşısında, düşünme alanlarının bir sürü duvarla daralmış olduğunun farkına varmaları sihirli bir etki kadar önemlidir. Çünkü bu “farkına varma” halinde iki şey olabilir:

    (1)  Kendisi açısından doğru-iyi-güzel[3] olanların, ancak kendi özgürlük alanının ürünleri olduğunu; bunların ise bir başkasınınki ile aynı olması olasılığının sıfıra yakın olduğunun bilincine varabilir. Kendisine doğru-iyi-güzel görünen perspektifin nasıl çarpılmış bir perspektif olduğunu, bir başkasındaki perspektifi anlamak yolunda müthiş bir merak doğar –ki yaratıcılığın kaynağı bu meraktır-.

    Aynı zamanda sorunları çözmek için çok güçlü bir aracın, yani başkalarının perspektiflerinin varlığını keşfeder. Bu gerçeğin bilincine varmış iki veya daha çok kişinin perspektiflerini birleştirerek, her birinin tek tek çözebileceğinden daha karmaşık bir sorunu çözmeleri olgusuna ise Birleşik Akıl denilebilir. Bu, uzlaşmaya dayalı olan ortak akıldan farklı bir olgudur.

    Daha güç olsa da bir olasılık, duvarların bir bölümünden kurtulma ya da en azından küçültme çabalarıdır. Bir uç durum ise –en azından zaman zaman kısa süreliğine- duvarlarını askıya alabilmeyi deneyimlemesidir. Bu gibi hallerde neler olabileceğine ilişkin bir örnek Jacob Barnett adlı 11 yaşındaki bir dahi çocuğa ait bir videoda kendi ağzından anlatılıyor (https://goo.gl/RXZ5VE).

    Farkına varma için yardımcı olabilecek ne var?

    Kişi, kendi aklının ürünleri olarak görüp gurur duyduğu her ne varsa, onların ne denli güvenilmez olduğunu görebilme cesaretine sahipse “farkına varma” çok kolaydır. Bu durumda II Dünya Savaşı ile ilgili bir olay (https://goo.gl/XVLCLJ) yeterlidir. Aslında çoğumuzun başından, akıl sınırlarımızı yüzümüze vuran epey olay geçmişse de bunları hatırlamak pek işimize gelmez; halbuki onlar, başkalarının akıllarının değerini anlayabilmemiz için altın değerinde birer fırsattır (kişisel bir örnek için http://wp.me/p2t6mi-218).

    Eğer bu cesarete sahip değilse, duvarlarla sınırlanmış küçük cehennemini, övünülecek sıfatlar, unvanlar, ilişkiler, yıllar vb ile sarmalayıp başkalarının gözünden saklamaya çalışır ve orada yaşamaya çalışır.

    Uzun sözün kısası!

    • İnanılmayacak kadar çok sayıda dış etken ve beynin bunlar arasında yeni bağlantılar oluşturması sonunda, zihinsel özgürlük alanlarımız ister istemez daralır. Bu olgu, sorun çözme kapasitemizi önemli ölçüde azaltır.
    • Her kişinin zihinsel özgürlük alanının büyüklüğü ve çevreleyen sınırlayıcı etkenler farklıdır. Bu bir zihinsel imza gibi özgündür. Fakat kişi bunu genellikle fark etmez ve farklılıkları yok eden eğitim, sosyal çevre ve medya nedeniyle herkesin aynı şekilde düşündüğünü varsayar.
    • Toplumun özgün zihinsel imza sahibi kişilerden oluşması, gerek bireysel gerek kurumsal gerekse toplumsal sorun çözme kapasiteleri açısından büyük bir şanstır. Çünkü birinde olmayan diğerinde olabilir ve birleştirilebildiğinde ikisinde de olmayan daha etkili bir zihin ortaya çıkabilir.
    • Bu farklılıkların farkına varılması, girift sorunların çözümü için bir zorunluktur. Birleşik Akıl’lar ancak bu şekilde oluşabilir. Buna bir anlamda çeşitliliğin gücü de denilebilir.
    • Farkına varma olgusu bir cesaret meselesidir. Giderek daralacak rahatlık (konfor) alanında yaşamak ya da sınırlayıcı duvarların farkına varıp onları “yönetmek” tercihleri karşısındayız.
    • Merak, duvarlarının farkına varan kişilerin, başkalarının akılları ile dayanışma kurma konusundaki arzularının bir dışavurumudur.
    • Zihinsel duvarları olmadığına, en doğruları düşündüğüne, dolayısıyla da başkalarının akıllarına ihtiyacı olmadığını düşünenler için ise tüm yemekler serbesttir; birey olarak da ulus olarak da.

    13 Mayıs 2017

     

    [1] Ancak düzlem üstüne çizili üçgenler için geçerli olan 180o kuralı, yüzey üzerindeki üçgenler için geçerli değildir.

    [2] Sınav sırasında kopya “yardımı” talep eden kişinin bu talebi –ve benzer gayrı ahlaki yardım talepleri-  ise tabii ki geri çevrilmelidir.

    [3] Akıl – Ahlak – Estetik yaşam alanlarımızın 3 boyutu ise, “doğru – yanlış” akıl boyutunun iki ucunu; “iyi – kötü” ahlak boyutunun iki ucunu; “güzel – çirkin” ise estetik boyutunun iki ucunu temsil eder.

  • Otobiyografi kesiti-4: Bildiğimi zannettiğim dağlara kar yağışı nasıl başladı?

    Yıl 1970. Bir yıl kadar önce, çalıştığım kurum (Ereğli Kömürleri İşletmesi) beni Ankara’da iki haftalık bir kursa yollamış. FORTRAN-IV programlama dilinin öğretildiği bu kursu tamamlamışım ama, işimle ilgili olarak doğrusu neye yarayacağı konusunda pek de bir fikrim yok.

    Bir süre sonra işletmemizde “muhasebe makinesi” olarak bilinen bir bilgisayar olduğunu öğrenip, bir yolla (https://tinaztitiz.com/3129 adresindeki yazımda uzunca anlatmışım) kullanma imkânı bulunca, 16K’lık makinenin azami 8K’lık bölümüne sığabilecek programlar yazabileceğimi düşünüyorum.

    Bu programların bir işe yaraması o an için önemli değil, yeter ki basit de olsa tanımlanan bir işlemi yapabilsin. Mesela 1’den 1000’e kadar sayıları toplayabilsin. Amaç belli; bunları yaptırabilirsem giderek daha karmaşık işleri de yaptırırım. Bilgisayarı ilk kullanmama izin verildiği günü hatırlıyorum; yaklaşık 200m2’lik, tabanı –kabloların geçirilmesi için- yükseltilmiş ve klimatize edilmiş bir salonda, her birinin aylık kirası $5,500 olan iki makine var (birisi yedek); IBM 360/20.

    Bilgisayarın yedeği olur mu diye düşünenler olabilir, ama 40,000+ maden işçisinin –ki Dünyada da maden işçileri genelde en isyankâr işçiler sayılır- ücret bordrolarını yapan bilgisayarın bir yedeğinin olması kolayca anlaşılabilir bir şey. (Nitekim zaman zaman, bir yasal gereklilik nedeniyle ücretlerde küçük de olsa bir kesinti olduğunda ortaya çıkan toplu gösteriler bunun kanıtıydı. Bir mühendisin öldüresiye dövüldüğü Kozlu olaylarını yaşıtlarım hatırlayabilir).

    Bu nedenle herhangi bir bilgisayar arızasına karşı IBM firması bir de teknisyen tahsis etmiş, işletme de bilgisayarların bulunduğu binaya yakın bir lojman tahsis etmiş. Bir arıza olduğunda teknisyen –gecenin hangi saati olursa olsun- hemen koşup geliyor. Bilgisayar odasının kendine özgü bir teknolojik kokusu var. Öyle her önüne gelen giremiyor.Bilgisayar o denli önemli bir şey ki, gösterilen bu saygıyı hak ediyor. Bunun ayrıcalığını da bir yandan hissediyorum.

    Nihayet, bilgisayarı kullanmama izin verilen sabah 04.30’da, önceden özel program yazma formuna özenle yazdığım programı çalıştırmak üzere o saygın mahale giriyorum. Hafiften ellerim titreyerek, kağıttaki kodları delikli kartlar şeklinde hazırlıyorum. Sıra, programı çalıştırmaya geldi ve RUN (koştur) düğmesine bastım. O da ne ERROR (hata)!

    Hata mesajını görünce en küçük bir kuşku duymadım, bilgisayar arıza yapmıştı. Gerçekten de program çok basitti. Tek döngüden ibaret, 5-6 satırlık bir programda yanlış yapılabilecek bir şey yoktu.

    Derhal telefona sarılıp teknisyeni uyandırdım ve –biraz da sitemle- (sanki bilgisayarı teknisyen yapmış gibi) bilgisayarın arıza yaptığını ve derhal gelmesini istedim. Beş-on dakika içinde teknisyen uyku sersemi geldi ve biraz çekingen tavırla “yazdığım programda bir hata olup olmadığını” sorma gafletinde bulundu.

    Zaten patlamaya hazırken bu küstahlığını karşılıksız bırakır mıyım? Böyle bir olasılığın asla olamayacağını kendisine anlattım. Adam da zaten pişman olmuş ve bilgisayar konsolu üzerinde testler yapmaya başlamıştı.

    10 dakika kadar sonra yazıcıdan test raporu çıktı. Laboratuvardan çıkan kan testi gibi uzun rapordan ben pek bir şey anlamadım ama sonuç netti: Program hatası! Bu ilk ders, aklıma gelen ve doğruluğundan hiç kuşkulanmadığım “sorun ve çözüm tanımlamalarımın” pek öyle güvenilir şeyler olmadıklarını, çoğunlukla kendimi başkalarına benimsetme gizli arzumun bilgisayar kodları arasına gizlenmiş formu olduğunu gösteriyordu.

    Giderek –bu defa bilgisayarlara kusur bulmadan- daha karmaşık kodlar yazdıkça, insan akıl ve birikimlerinin ne denli yanıltıcı olabildiğini görmeye başladım.

    Huylu huyundan vazgeçer mi?

    Yıl 1988. Turizm Bakanlığı görevindeyim. Kamu arazilerini, üzerlerine turistik tesisler yapılması amacıyla 49 yıllığına girişimcilere tahsis ediyoruz. Bu arada aklıma müthiş bir fikir geldi: Ailemizde bedensel engelli bir yakınımız olduğu için engellilerin sorunlarıyla yakından ilgiliyim. Bu insanların büyük çoğunluğu, çevrenin hep sportmen yapılı insanlarla dolu olduğu, yaşlı, engelli, çocuk, hasta gibi kişilerin de pek önemli olmadığı varsayımına göre düzenlenmesi nedeniyle, evlerinden dışarı çıkamaz durumdadır.

    O halde madem ki elimizde bir imkan var, tahsis ettiğimiz kamu arazilerinden birisini bir koşulla tahsis edelim: Sadece bedensel engellilerin kullanabileceği bir tatil tesisi. Ama, geçmiş deneyimlerim dolayısıyla bu fikrimde de bir “kod hatası” olabileceği nedeniyle bakanlık ilgililerine bu fikrimi açtım. Hepsi inanılmaz bir birliktelikle, böylesi bir fikrin ancak benim aklıma gelebileceğini belirtip kutladılar (zaten ben de doğru fikir olduğunu biliyordum).

    Hemen şartname hazırlıklarına başlandı. Bu arada, insan iyi bir fikrini başkalarıyla paylaşmazsa çatlarmış, ben de Hacettepe Üniversitesindeki bir tanıdığıma (Prof. Güler Gürsu) fikrimi nasıl bulduğunu açtım (aslında onun da hayran kalacağından emindim).

    Güler hocanın dehşetle açılmış gözleri, IBM teknisyeninin ERROR mesajına ait bilgisayar çıktısını yorumlarkenki bakışları gibiydi: “Tınaz bey bunu sakın yapmayın, onları bir araya toplayıp toplumdan izole etmek değil, tam aksine diğer tesisleri de engellilerin kullanabileceği hale getirmek lazım”.

    Bu defa kendi fikrimin doğruluğuna koşulsuz güvenmemiştim ama, çeşitlilik oluşturmayan, amirinin fikirlerini sadece “neresi desteklenebilirdir?” süzgeciyle dinleme konusunda uzman olmuş kişilerle yetinme tuzağına düşmüştüm. Kim olursa olsun, -hangi saiklerle olursa olsun- aykırı fikir üretenlere olan düşkünlüğümün, özellikle güç sorunlar karşısında “birleşik akıl” arayışlarımın altındaki bir neden de budur.

    25 Nisan 2017

  • Yeni bir dil lazım, hemen-2

    2005 yılında yazılan bu yazının birinci bölümüne ek olarak, aradan geçen süre içindeki birikimlerle oluşan eklentileri başlıktaki gibi bir numaralandırmayla sizlerle paylaşmak istedim (bkz. http://bit.ly/2gwWF9o).

    İçinde bulunduğumuz durumu karakterize edebilecek bir tanımın, “tek tek aklı başında, çeşitli görüşlere (dini, etnik, siyasal vd.) sahip kişilerin, aralarında uzlaşılar kuramadıkları için, aralarında kolay uzlaşı kuranların oyun kuruculuğunda sürüklenmeleri ve teker teker şikayet etmenin dışında bir şey yapamamaları” olabileceğini düşünüyorum.

    Buna göre, ülkenin en büyük zenginliği olan bu çeşitliliği kullanamadan akıl dışılık selindeki gidişe karşı bir “dil”e ihtiyacımız var. “Dil” sözcüğü̈ ile kastım, yukarıda adresini verdiğim birinci yazımda açıklanıyordu.

    Böylesi bir dil talimat, yasa, telkin vs. ile oluşturulamayacağına göre şöyle bir yaklaşım olabilir (mi?):

    • Biri erkek biri kadın ikişer kişilik ve kendilerinin birincil niteliklerini Sünni dindar, Alevi dindar, seküler, Türk, Kurt, dinsiz, ateist, agnostik, sağcı, solcu vd. olarak tanımlayan kişilerden oluşan yakl 20 kişilik (+moderatör) bir tartışma grubu,
    • Aranan “yeni dilin sembol ve kuralları” konusunda aşağıda önerilen kuralları tartışıp, sonra da üzerinde uzlaştıkları dil yoluyla ve ortak akılla herhangi çetrefil bir konuyu tartışırlar,
    • Bu tartışma birkaç deneme yapıldıktan sonra, ana akım medyada bir TV kanalında canlı olarak yayımlanır,
    • Böylece ortaya “uzlaşıya dayalı bir dil” çıkarken, bir yandan da uzlaşma konusunda bir örnek verilmiş olunur.
    • Bu yaklaşım beğeni toplarsa, rekabet nedeniyle yaygınlaşabileceği beklenebilir.

    Birbirlerinden farklı kültür, ideoloji, inanç, paradigma vb.ne sahip kişilerin, aralarında ortak bir dil oluşturmak ve bu yolla hem kendilerini daha iyi anlatmak hem de diğerlerini daha iyi anlayabilmek amaçlarıyla uymayı taahhüt edebilecekleri –ve her toplantıda biraz daha rafine edilebilecek- kurallar şunlar olabilir (mi?)

    1. Her yargı’nın en az bir ön koşulu olduğunun farkında olarak,
    2. Hiç kimsenin, kendi doğru – iyi –güzel’leri[1] yerine, bir başkasınınkileri benimsemek istemeyeceğinin bilincinde olarak,
    3. Ortak akılların bireysel akıllardan daha güçlü olduğunu bilerek,
    4. Düşüncelerin zayıf nedensellik (rasyonellik) halkalarının ortak akılla güçlendirilmeye çalışılmasının, uzlaşı süreçlerinin temelini oluşturduğunu bilerek,
    5. İnançların özlerinin nedensellik yoluyla tartışılamayacağını; özlerinin  güçlenmesine yardımcı olabilecek şekilde daima sorgulanmasının (tahkik-i iman)[2],[3] sağlam inançlara varmanın yolu olduğunu bilerek

    her türlü düşünceyi tartışmayı ve bu yolla uzlaşılar oluşturmayı benimsiyorum.

    Uzlaşı Çemberleri adı verilebilecek bu yaklaşım, kalite devriminin simgesi haline gelmiş bulunan Kalite Çemberleri gibi bir yaygınlığa ulaşabilir mi?

    Bu yaklaşıma çeşitli olumsuz görüşler ileri sürülebilir. Örneğin tartışmanın ortasında dövüş çıkacağı ve/ya tartışan kimliklerden birinin fanatiklerinin stüdyoyu basacağı ve/ya suç duyurusunda bulunup haklarında dava açılacağı ya da hepsinin ötesinde bizim insanların böyle bir şeyi beceremeyeceği gibi tahminler üretilebilir.

    Ama ya, böylesi bir uzlaşıyı viral bir yaygınlaşmayla çoğaltmayı başaramayışımız halinde nerelere varacağımız düşünülürse!

    Okurlarımızın fikirleri nelerdir? Yorum olarak yazabilirsiniz.

    26 Kasım 2016

    [1]Bkz. http://bit.ly/2gwQVN5

    [2]Bkz.  https://www.kavrammutfagi.com/kavram/tahkiki–istidlali–iman

    [3]Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1WK

  • Anlar gibiyim!

    http://goo.gl/t4SaLK adresinde bir video var; yüzlerce benzerinden rastgele birisi. Bunu izleyince uzun süredir anlamadığım bir konuyu anlar gibi oldum. Anlar gibi dememin nedeni, acele edip eksik bilgiyle kesin yargılara varmamak. Bu nedenle de çıkarımlarımın her birisinin birer soru olarak kabul edilmesi yerinde olur.

    Doğrusu bu tür söylemleri duydukça, pek tereddüt etmeden bunların yozlaştırılmış dini içeriklerin istismar amacıyla kullanımı olduğunu düşünürdüm; şimdi ise meselenin pek böyle olmadığı kuşkusuna kapıldım.

    Videoda görülen izleyici kümesinin profiline bakılarak şunlar söylenebilir:

    1. Birey[1] olmayan, tercihlerini (söylem, giyim, tavır vd.) toplu olarak yapabilen,
    2. Kümeyi oluşturan bireylerin büyük çoğunluğu orta-alt ekonomik sınıftan,
    3. Konuşmacının olağanüstü düşük hitabet yeteneği ve söyleminin düşük kalitesine razı olduklarına, zaman zaman da coşkuyla karşılık verdiklerine göre, küme bireylerinin eğitim düzeylerinin de oldukça alt seviyede olduğu söylenebilir,
    4. Konuşma ve tepkilerin meydan okuyucu, hınç ve nefret dolu, ötekileştirici tarzı, söylem ve tepkiler zaman zaman İslâm’a ait motifler içerse de, katılımcıların İslâm dahil herhangi bir dinin özüne saygı göstermedikleri; hiçbir dinin böylesi kişiliklere cevaz vermeyeceği gerçeğine dayanarak söylenebilir,

    Bu tahminlere dayanarak şöyle bir profil çizilebilir:

    • Yaşamlarını, ancak kendi aralarındaki dayanışma ile sürdürebilen; bu yüzden medeni hayatın bireyselliğe dayalı tüm yüzlerinden doğan korku. Toplu olma ve korku iki ana öğe.
    • Değerli bir kimliğe sahip olamayacakları inancı ile değerli kimlik özelliklerine düşman.

    Pekiyi, bu insanları bu denli irrasyonel bir tutku çevresinde toplayan nedir? Kanımca, gerek yaşam sürdürme gerekse ortak nefretlere sahip olma özelliklerini tatmin edebilecek çözüm aracı, “tehdit olarak gördükleri her şeyi alt edebilecek güçte bir koruyucuyu sık sık cismanileştirmeye[2] çalışarak, güçlü ve gurur verici bir kimlik edinmek, böylece de değerli sayılmak” olarak beliriyor.

    Fakat bu hipotez yine de tek başına bu yıkıcı olguyu açıklamaya yetmiyor.  Bir kuvvet’in ortaya çıkması için nasıl ki bir kütle gerekiyorsa, tanımlanan bu olgu da onun varlığını ortaya çıkarabilecek karşıt(lar)ı olmadan görünür olamazdı. Bu karşıtlar –hatibin tek tek saydığı tank, top, atom, fantom, Kemalizm,  Siyonizm, kapitalizm, faşizm, komünizm vd.-, kısacası hemen her şeydir. Kuvvet – kütle analojisinden hareketle, söz konusu irrasyonel tutkunun büyüklüğü de:

    • Onunla mücadele eden unsurların büyüklüğü ile doğru orantılıdır.
    • Bir bütün olarak ya da onu oluşturanların değersizliğini vurgulayan her eylem ve söylem, olguyu güçlendirmeye yaramaktadır.

    Bu iki etki altında oluşan sarmal, topluluğun sorgulamaya kapalı insan malzemesi nedeniyle bir inanca dönüşmekte, inanç sorgulanamazlığı daha da artırmaktadır.

    Bir soru: Bu inanç olgusu din ile ne kadar bağlantılıdır?

    İnanç terimi genellikle din bağlamında kullanılsa da kaynağı herhangi bir şey olabilir. Bir fanatik taraftarın tuttuğu takımın galip geleceğine inancı, bir girişimcinin başarılı olacağına inancı, bir lidere ölesiye bağlı insanların liderin kararlarının doğru olduğuna inancı, hiç biri dini değildir.

    Din ve inancın neredeyse özdeş sayılmasının nedeni, dini inanca kaynaklık eden öznenin “gücünün sınırsızlığı” tanımıdır ve bu da sadece dini alanda söz konusudur. Değersizlik duygusu, korku ve nefret ne denli büyükse, bunlara karşı yapılabilecek söylem ve eylemlere karşı koruyabilecek güç de o denli büyük olmalıdır. Bu üç duygunun en yüksek olduğu haldeki koruyucu gücün Allah olarak “atanması” –ve bundan dolayı da olgunun dini olarak anılması- rastlantı değildir.

    Burada ikinci bir sarmal söz konusudur: Başlangıcı dini olmayan bu olgu, söylemlerine dışarıdan bakanlarca dini olarak tanımlanması nedeniyle, dini eğilimlere sahip kişileri çevresine çeken, -manyetik alan gibi- bir “alan” yaratmakta, topluluk içinde giderek dini söylemler birer örgüt söylemi şeklinde gelişmektedir. Yine de bu söylemlerin –İslam dahil- herhangi bir dinin öğretilerine saygılı olmadığı belirtilmelidir.

    Bu tür “din görünümlü nefret toplulukları” ile mücadele..

    Halen adı bilinen IŞİD, Nusra, Boko Haram gibi örgütler ve pek bilinmeyen onlarcası ile mücadele “nasıl yapılmalı?” sorusu yerine “nasıl yapılmamalı?” ile başlamalıdır.

    Halen bolca kullanılan “İslam bu değildir”, “IŞİD yerine DAİŞ” diyelim vs. gibi yaklaşımlar tek kelimeyle akılsızcadır. İslam, insanların önüne 6236 ayeti koyup içinden istediklerini seçip bütüne teşmil edilebilecek bir din olarak algılandığı takdirde, pekala kendi aklınca müşrik (Allah’a ortak koşan) gördüğü kişileri tek tek temizleyen bir örgüt mensubu Tövbe Suresinin 5nci ayetini referans gösterebilir.

    Eğer bu kişi, Kuran’ın en önemli ilkelerinden birisinin içtihat (hükümleri zamanın gereklerine göre yorumlama[3]) olduğunu bilse ve “müşriklerin öldürülmesi” emrinin 1400 yıl önceki koşullar ve kültür uyarınca verilmiş olabileceğini, bugün bunun cezasının ömür boyu ağırlaştırılmış hapis olduğunu bilebilecekti.

    Buna göre, din görünümlü şiddet örgütleriyle mücadelenin ilk araçlarından birisi, dinin temel ilkelerinin ortaya konulması olmalıdır. Bu ilkelerin dikkate alınmadığı herhangi bir söylem veya eylemin referansının din olamayacağı böylelikle netleştirilebilir.

    Bu yolla dinin, din dışı amaçlara alet edilmesi önlenebilir ya da en azından azaltılabilir; ama, profili başlangıçta tanımlanan kişiliklerden oluşan toplulukların nefret söylem ve eylemleri yaratan koşullar ortadan kalkmadıkça sorun çözülmemiş olarak kalır.

    Söz konusu kişilik profilinin temelindeki sorunlar azaldıkça üreyen sorunlar da azalacaktır. Kişilerin kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayabilecek eğitim imkanlarının yaygınlaşması, değersiz sayılma, başkalarına muhtaç olma gibi yetersizliklerin azalmasını, ancak topluluklar içinde ortak kimlikle yaşayabilen “bağımlıların” yerlerini, yaşam tercihlerini kendisi yapabilen “bireylerin” almasını sağlayabilir.

    Söz konusu eğitimin –hangi sistem içinde yapılırsa yapılsın ve ne düzeyde olursa olsun– temel yapı taşının “tüm bilgilerin sorgulamaya ve yanlışlanabilirliğe[4] açık” olması, bağımlılar yerine bireylerin yetişmesine birinci derecede etkili olduğu bilinmelidir.

    Nihayet, birbirini destekleyen sarmallardan üçüncüsüne işaret edilmelidir: Yukarıda açıklanan biçimde oluşan toplulukların yönetimleri kuşkusuz liyakat sistemine göre değil, söylem ve eylemleri en keskin olanların rekabetlerine göre oluşur. Örgütlenme genellikle din kıyafetli olduğu için de tepe yöneticilerinin de “inançlı taklidini iyi yapan ağzı kalabalık”lar içinden çıkması kaçınılmazdır. İnanç taklidi, giderek daha çok dini eğilimli kişinin çekilmesine, bu ise örgütün giderek daha çok dini örgüt olarak tanımlanmasına yol açar.

    Buna karşı doğrudan alınabilecek bir önlem olmadığı defaatle görülmüştür. Tek önlem yorucu ve uzun erimlidir. 6236 arasında yol kaybetmeye engel olabilecek temel ilkelerin ortaya konulmasından başkaca çare görünmemektedir.

    13 Eylül 2016 Salı

     

    [1]http://goo.gl/QMK6GV adresinde açıklandığı üzere birey, öz olarak “tercihlerini yapabilme” özelliği olarak tanımlanabilir.

    [2] Yerli veya yersiz hemen her vesile ile neredeyse bir slogan olarak dile getirilen “Allah-ü Ekber” söylemi, Allah’ın her şeyin yaratıcısı ve hakimi olduğu inancının hatırlanarak, davranışların buna uygun olarak düzenlenmesini sağlayan bir araç olarak değil, çevrelerinde tehdit olarak gördükleri her şeye karşı somut bir koruyucusu ve eylemlerinin onaylayıcısı ihtiyacının dışavurumu olarak görülebilir.

    [3] Bkz. http://goo.gl/WSXd1N sayfa 3, Md 4.

    [4] Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Falsifiability

  • FETÖ’nün vizyonu..

    Bir TV kanalında Hanefi Avcı ile söyleşi yapılıyor. Söz arasında moderatör şöyle bir soru soruyor (mealen): “Peki, bu kadar karmaşık bir organizasyonda tüm emirlerin kimsenin haberi olmadan iletilmesi güç değil mi?” Cevap (yine mealen) şöyle: “Bu örgütlenmede abiler ne yapmaları gerektiğini bilir ve otomatik olarak onu yaparlar; her şey için emir beklemezler

    Bu cevabı duyunca gerçekten içim acıdı.

    Gözlemlerime göre, Türkiye’deki kurumların çok büyük çoğunluğunun “işe yarar” bir vizyonu yoktur. Büyük paralar harcayarak bir danışman kuruluşa vizyon belirletenler bunları ya müşterilerine göstermek ya da “başkasında var bende niçin olmasın” düşüncesiyle yaptıkları için işe yarar değil göstermeliktir. (İnanmayanlar internette 500 büyük firmanın vizyonlarına, sonra da  http://wp.me/p2t6mi-Yc adresindeki yazıya baksınlar).

    Bunun bir nedeni dilimizi kullanmadaki sorunlarsa, bir diğeri de vizyon kavramının ne kadar güçlü bir sorun çözme aracı olduğunun anlaşılmamışlığıdır. (Niçin anlaşılamadığını ise ben henüz tam çözemedim. Bir neden, böylesi kritik kavramların neredeyse tamamının yabancı kökenli oluşu olabilir. Örneğin vizyon, misyon, demokrasi, laiklik, organizasyon, koordinasyon, rasyonel ve kritik düşünme gibi).

    İçimin acımasının nedeni, bir terör örgütünün bu kavramın önemini fark edip uygulamaya koyarken, geri kalan kurumlarımızın işe yarar bir vizyonlarının bulunmayışı, bulunmak bir yana tanımı (http://goo.gl/1gQOpV) konusunda dahi kafalarının karışık olmasıdır. 17 Ağustos 2016

  • Dil sürçmesi mi kasti mi?

    Televizyon tartışmalarında konu ne olursa olsun mutlaka döner bir tarafından laikliğe gelir. Fakat tartışmaların bir yerinde –tercihan başında- laikliğin tanımını hatırlatıp öylece devam etmek yerine, laikliğin –o anda konuşan açısından- yararları sayılır. Hatırladıklarım şunlar:

    –       Laiklik çağdaşlıktır,

    –       Gelişmişliktir,

    –       İnsan onurudur,

    –       Herkesin inancını özgürce yaşayabilmesidir,

    –       İnanç özgürlüğüdür,

    –       İnanmama özgürlüğüdür,

    –       Dinsizliktir,

    –       Dinsizlik değildir,

    –       ….

    Wikipedia’ya göre ise tanımı:

    Kamu yönetimlerinde dini müdahalenin olmayışıdır; özellikle de devlet politikalarının belirlenmesinde dini etkilerin yasaklanmasıdır. Aynı zamanda dini işlere kamu yönetimlerinin karışmayışıdır”.

    Düz Türkçe ile “kamusal söylem, karar ve eylemlerin dini referanslara dayandırılmaması”dır.

    Son yıllarda ortaya atılan “sert laiklik – yumuşak laiklik” (ne demekse) ise, zaten sözcüğün başındaki (la) nedeniyle Arapçadan gelme (-siz, -sız) çağrışımı yoluyla (dinsiz) olarak yorumlanan kavram hakkında iyiden iyiye kafaları karıştırdı.

    Halbuki kavram son derece basit; “kamu yöneticileri herhangi bir dine mensup değillermiş ya da tam aksine tüm dinlere mensuplarmış gibi, içlerinden birisini öne çıkararak konuşamazlar, karar alamazlar, eylemlerde bulunamazlar”. Bu yöneticiler (muhtar, belediye başkanı ya da cumhurbaşkanı) son derece dindar ya da aksine dinsiz olabilirler. Onların söz, karar ve eylemlerine (takıları, kokuları, kılık kıyafetleri de dahil) bakarak inançları hakkında hiçbir ipucu elde edilememeli. Böylece, herhangi bir inanç ya da inançsızlık sahibi, kamu yöneticisince ötekileştirildiğini düşünmeyecek, söz ve eylemlerinde kendini tam özgür hissedecektir.

    Peki toplumun çoğunluğu aynı dini benimsemişse n’olacak?

    “%99’u Müslüman olan bir toplum halinde, kamu yöneticiler de büyük olasılıkla Müslüman olacağına göre laiklik pratik bir anlam taşır mı?”

    Bu soru, muhtemelen toplumumuzda laikliğin bir türlü yerleşemeyişinin ipucunu veriyor.

    http://goo.gl/5lHS1B adresinde İslam’ın kendi içindeki dallarından “küçük bir bölümü” görülüyor. Grafikte görünmeyen bölüm ise, toplumumuzun parçalanma konusundaki geleneksel becerisi nedeniyle oluşmuş dallanmadır.

    Bu kesimlerin kuşkusuz ki ortak inançları, ritüelleri vardır. Ama, kamu yönetimlerinin söylem, karar ve eylemleri büyük ölçüde İslam’ın iman ve ibadet ilkeleriyle ilgili olamayacağına göre, yüzlerce ayrı “inanç grubu” olduğu kesin bir gerçekliktir. Ayrıca da, her bir grubun içinde de yüzbinlerce kişi bulunduğuna ve o kişilerin inançlarında da farklılıklar olabileceğine dikkat edilmelidir.

    İyi de laik olacağız diye inancımızı özgürce yaşayamayacak mıyız?

    Eğer, inancınızı yaşama yollarınız, başkalarının inançlarına doğrudan veya dolaylı bir baskı oluşturmaya neden olacak ise, inancınızı yaşama alanınızı, başkalarının inançlarını yaşama yollarıyla kesişmeyecek şekilde sınırlayacaksınız. Çünkü en az sizin kadar başkaları da inançlarını özgürce yaşamak hakkına sahiptirler.

    İşte tam da bu nedenlerle kamu yöneticilerinin bu inanç gruplarına eşit uzaklıktaki konumlarını sürekli korumak zorunlukları vardır.

    Korumamak ne anlama gelir?

    Kamu yöneticileri, bu çok sayıdaki inanç grubundan birisine dahilse ve o grubun diğerlerinden daha doğru bir inanca sahip olduğunu düşünüp, geri kalanları da:

    (a)  Kendileri gibi inanmaya zorlamaya ve/ya

    (b)  Buna razı olmayanları kamusal imkanların dışında tutmaya veya yok saymaya

    kalkarlar ise bunun anlamı nedir? Cevap basittir: Güç bendedir; kendi dini yorumuma göre toplumu şekillendiririm!

    Aslında laiklik, bir arada yaşamak isteyen ve bireysel inanç tercihleri dolayısıyla baskı altında kalmak istemeyen özgürlüğüne düşkün bir toplumun ilk mutabakat kurması gereken en basit ve somut bir ilkedir. Bütün diğer ilkeler bundan sonra gelir. Hemen bütün önemli kavramlarda olduğu gibi laikliği tanımlamayı önemsemeyip, herkesin kendi tanımına göre hareket etmesine meydan veren “kendini laik olarak tanımlayan kesim”, 15 Temmuz darbe girişiminin en azından vicdani sorumlularından değil midir?

    17 Ağustos 2016

  • Nereden başlamalı?

    15 Temmuz darbe girişimi konusunda medya organlarında bol miktarda analiz ve çözüm okuyor, dinliyoruz.

    Hemen tamamında geçen anahtar sözcükler arasında, girişimin nedenleri bağlamında aldatılma, dış güçler, hıyanet vbg; çözüm bağlamında ise, kapatma, sistem, yapılanma, demokrasi gibi kelimeler ön sıralarda yer alıyor.

    3 Ağustos tarihli bir köşe yazısında (http://goo.gl/QOE0WQ) darbe girişimine yol açan nedenler bağlamında çoklukla tekrarlanan çelişkiler dile getirilirken, çözüm bağlamında laiklik ilkesinin önemi şu cümleyle vurgulanıyor: “Laiklik Türkiye için bir ölüm kalım meselesi. Bu göz ardı edilirse, istenen tedbir alınsın, işin sonu uçurumun dibidir”.

    Bu doğruya ne denilebilir? Demokrasinin önkoşulu sayılmak gereken laiklik ilkesinin göz ardı edilmesi rejimin ortadan kalkması demek değil midir?

    Yoksa öyle değil mi?

    Öyle olup olmadığını anlamak için başka bir örneğe bakmak lazım: Toplumumuzun fanatik bir bölümü haricinde Atatürk’ü sevmeyen var mıdır? Yok gibi görünüyor. Bunun için bir asit testi olsaydı kimin ne kadar sevdiğini (daha doğrusu saydığını) anlayabilirdik, ama yok.

    Yok mu?

    Aslında var. Atatürk’ün düşünsel mirasının tam ortasında “akıl yetisini kullanma aracı olan bilimin yol göstericiliği ” yer aldığına, bilim ise kuşku – merak – sorgulama üçlüsü, yani rasyonel ve kritik düşünme demek olduğuna göre,  öz’ü oluşturan bu kavramı önemseme bir asit testi olamaz mı?

    Okuduğunu anlama konusundaki düzeyi, uluslararası güvenilirlikteki testlerde –yani PISA- belgelenmiş[1] bulunan ve çoğu da kendini laik ve Atatürk’çü olarak tanımlayan genç nüfusumuz ve onları yetiştiren aile – okul – toplum üçlüsünün Atataürk’ün rasyonel ve kritik düşünme konusundaki mirasına saygısı anılan test yoluyla belgelenmiş değil midir? E peki hangisi doğrudur: Sözel Atatürk sevgi ve saygısı mı, yoksa yabancıların integrity = bütünlük (bizdeki karşılığı namus) dedikleri anlamda yaptıkları ?

    Bu, ağzından çıkanın anlamını düşünmemiş olmak değil mi?

    Gelelim benzer biçimde laiklik konusuna: Geçtiğimiz haftalar içinde TBMM Başkanı Sn. Kahraman, anayasadan laiklik ilkesinin çıkarılması gerektiği yolunda bir test söylemi ortaya attı. Nasıl bir tepki oluşacağını merak etmiş olabilir. Beklenebileceği gibi bir tepki oluştu ve ardından sözün şöylece düzeltilmesi yoluna gidildi (mealen): “Laiklik yararlı bir şeydir; her inanç sahibinin inancını dilediğince yaşayabilmesi demektir”.

    İlginç olan, bu ifade üzerine kamuoyundan gelen rahatlama tepkileridir: “Hah işte böyle, tepkiler gelince düzeltmek zorunda kaldı” vs.

    Laikliğe saygı (Atatürk’e saygı gibi) için asit testi de bu tepkilerdir. Yani ölesiye bağlı olduğu söylenen laiklik için, laikliğin tanımını değil, laikliğin yüzlerce yararından işine gelen birisini duyunca rahatlayan, duyduğunu anlamlandırma konusundaki bu yetersizliktir. Genellemek istemem ama, hiçbir yerde “kamusal kararların herhangi bir inanca dayandırılamayacağı; çünkü kamu denilen çoğulun içinde her inanç / inançsızlıkta kişilerin bulunacağı ve onların tercihlerine (yani egemenliklerine) saygı gösterilmesinin tartışmasızlığı” dile getirilmedi.

    Ne demek istiyorsun?

    Her yazı yazan karşısına sanal bir kişi alıp, yazdıklarına o sanalın vereceği tepkileri tahmin ederek devam eder. Ben de okuyanların neler diyeceklerini tahmin edebiliyorum.

    Demek istediğim o ki, Atatürk ya da laiklik ya da demokrasi gibi onlarca kavram tanımlanmamıştır. Bu, lafazan ve çok geniş bir kesimin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Her kavram, içinde bulunan kabın şeklini alacak şekilde sıvılaşmıştır.

    Demokrasi, cumhuriyet, laiklik, laikçilik, dindarlık, dincilik gibi onlarca kritik kavram, içleri boşaltılmış, isteyenin istediği şekle sokabileceği girişimleri beklemektedir.  Nitekim 15 Temmuz girişiminin de kod adı “Yurtta Sulh” değil midir? Her yeri kaplayan Atatürk posterlerinin içleri boşalmış “araçlar” değil midir?

    Yani tam ne demek istiyorsun?

    Atatürkçü, seküler, yaşam tarzına müdahaleden korkan, ama bu konularda sadece eleştiren, bağıran, başkalarını göreve çağıran, her bireysel çabayı “iyi niyetli ama naif” bulan, ama kendisi –yukarıda açıkladığım konularda- bir çivi bile çakmaktan uzak duran ve kendini aydın olarak niteleyip, Hüseyin Cimşit dostumun ifadesiyle “ bir şeyler olsun, iyi olsun, çabuk olsun, ama benden bir şey istenmesin” beklentisi içindeki kişilere önerim, bütün bu olumsuzlukların temelindeki yapı taşlarını anlamaya ve onlar üzerinde uğraşmayı denemeleridir.

    Örneğin:

    • İçi boşalmış kavramları ortak akılla tanımlamak için Gezi Olayları’ndan sonra başlatılan çalışmalara katkı yapmalarıdır (http://goo.gl/hGfTqu),
    • Her biri, toplumun önemli bir sorun yapıtaşını hedef alan çalışmalara katkı yapmalarıdır (http://goo.gl/qGidbd),
    • 15 Temmuz girişimine yol açan nedenleri doğru tanılamak ve sonra da onları giderecek yüzlerce projeyi toplumun ortak aklını harekete geçirebilecek teknolojilere (örn. http://goo.gl/4IhpOz, http://goo.gl/7u8Kgz) bizzat katılmak için çaba harcamaları;
    • Bu topraklarda parçalanmış, aşağılanmış, çöp kamyonlarıyla sarılmış; güçlendirmek için esas yapılması gerekenin kozlarını bilme ve kullanabilme araçları geliştirmeyi bir kenara atıp, en değerli assset’lerin başında gelen kültürel birikimi yok edilmiş bir TSK’nın, düşmanlarımıza en değerli hediye olacağı gerçeğinin anlaşılmasına katkıda bulunmaları
    • Ve eğer bir şey yapmayacaklarsa gölge etmemeleridir.

    4 Ağustos 2016

     

    [1] Bkz. http://goo.gl/3qAKDR, PISA sinavlarinda Türkiye’nin performansi

  • Çare arayışları

    İki soru..

    15 Temmuz darbe girişimi sonrasında hemen herkesin tek tek ve gruplar halinde kafa yorduğu, tartıştığı konular genel olarak ikiye ayrılıyor: Niye oldu? ve Ne yapalım da bir daha olmasın?

    Bu bence sağlıklı bir tutumdur; rasyonel akıl da bunu gerektirir. Bununla beraber toplumumuzun nitelik (http://wp.me/p2t6mi-UR) dağılımı uyarınca, çözüm arayışları genellikle kestirme yollar bulmaya, eğer yok ise icat etmeye dayalıdır ki aslında bu da iyidir, yeter ki kendi zihinlerimizdeki yargı kalıplarını (http://goo.gl/v4B3fc) evirip çevirip, bunun da adını düşünmek olarak koymayalım.

    Medya ve internet kanalıyla gördüğümüz kadarıyla, darbe girişiminin “niçin” olduğu ve bundan sonra tekrar olmaması için “ne yapılması” gerektiği konularında ortaya atılan fikirlerin ağırlığı, askeri kurumların sivilleştirilmesi (askeri okulların kaldırılıp MEB’e bağlanması gibi) çevresinde toplanıyor.

    Girişimin açık yaralarının henüz taze olduğu günlerde bu tür çözümler düşünülse de zaman içinde ortak aklın galebe çalacağı, askeri kurumsal kültürlerin değerinin daha iyi anlaşılacağı beklenir.

    Aranan ipucu şu özlemdir:

    Bu bağlamda naçizane öneride bulunmama, İçişleri sayın bakanının bir gazetede okuduğum şu cümlesi yol açtı: “öyle bir düzen kuralım ki bir daha askeri darbe yapmak mümkün olamasın”. Bu bir anahtar özlemdir ve çare üretmek isteyenler –tüm yargılarını askıya alarak- bu özlem doğrultusunda fikir üretmelidirler.

    Askeri kurumların sivil otoriteye tabi olması demokratik rejimin bir ilkesidir; ama bu, askeri kurumları sivillere bağlamakla gerçekleştirilebilir bir şey değildir. Ülkemizde bol miktarda bulunan dini örgütler, sivil kurumlar içine de sızabilirler, nitekim sızmışlardır da. O halde aranan çözüm bu olamaz, aksine TSK’nın iyiden güçsüzleşmesinin yolunu da açar; bu da temeldeki amaca hizmet eder.

    Ne yapmalı yerine “ne yapmamalı”..

    Tam bu noktada, özlemimizi ifade eden cümleyi ters çevirerek bir soru sormalıyız:

    Bugüne kadar yapageldiklerimiz içinde en önemli neyi yapmayalım ki bir daha askeri ya da diğer türlerde darbeler yapmak mümkün olamasın?

    CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın 26 Temmuz’daki Tarafsız Bölge programına katılanlardan Eray Güçlüer (E.Jand.K.Alb), “TSK’dan çeşitli kumpaslarla ilişiği kesilenlerin ortak özelliği nedir?” sorusuna şu cevabı veriyordu: “bu soruyu yıllardır düşündük; sonunda bulduğum ortak özellik biat etmezlik idi”.

    ve bir gün sonra aynı TV’nin haber saatinde Deniz Harp Okulu’ndan mobbing yoluyla atılan bir öğrenci (Ufuk İmrek) de, bu yolla atılan öğrencilerin ortak özellikleri olarak yine “biat etmezlik” niteliğine dikkat çekiyordu.

    Bu bir rastlantı değildir ve son derece anlaşılabilir bir nedene dayanmaktadır: Sadece 15 Temmuz girişimi için değil, Dünyadaki tüm kökten dinci hareketlerin ihtiyaç gösterdiği insan malzemesinin ortak özelliği “biat kültürüne yatkınlıkları” olarak görünüyor.

    Aranan cevaba bir adım daha..

    Peki buradan, “ne yapmayalım ki bir daha darbe olmasın?” sorusunun cevabına giden bir ipucu var mı? Evet var; hem de ipucu değil, cevabın tam da kendisi var: Her ölçekteki eğitim sistemi içinde, biat’ın ana elementi olan sorgulanamazlık (ezber) öğeleri tek tek temizlenmelidir (http://wp.me/p2t6mi-Ok).

    Yani..

    Askeri ya da sivil, hangi türden olursa olsun, her nerede sorgulanamazlık (ezber) var ise orada darbeci (en azından otoriter) eğilimleri özendirip besleyen bir iklim oluşur. Darbe istemiyorsanız her gün yemek öncesi alınacak ilaç “sorgulanamazlık”tır.

    Daha da ötesi..

    Çeşitli nedenlerle biat’tan vazgeçmeyip, bir yandan da darbe eğilimlerini önlemek için, okullara dersler koymak, anti-darbe yolunda beyin yıkamak, darbe cezalarını daha artırmak, sivil kurumlara bağlamak ve benzeri önlemlerin, sonuçta daha da baş edilemez belalara yol açması kaçınılmaz görünüyor.

    Esas suçlular..

    Genellikle her kriminal olayda, bir görünenler bir de hiç dikkati çekmeyenler vardır. En barizlerinden birisi eğer cinsel içerikli suçlar ise, bir diğeri de darbeler veya girişimleridir.

    Cinsel içerikli suçlar için nasıl ki sorgulama yerine hadım etme gibi zihni sinir türü bir önlemi alkışlayanlar bir anlamda bu tür suçlar için uygun iklim yaratmaya katkıda bulunuyor iseler; benzer şekilde darbe girişimleri için de, esas bakılması gereken yer eğitim sistemimizdeki ezber[1] uygulayıcıları ve yandaşlarıdır.

    İyi de kısa kes, “ne yapmayalım?”..

    Bu konularda –tam bu sözcüklerle olmasa da- sık duyduğum kestirmeci itirazını varsayarak tekrar etmeme lütfen izin veriniz: Her toplumun kültürü içine yerleştiği için farkına varılmaz hale gelen kültürel öğeler olması doğaldır. Toplumumuzun kültürü içinde de olumlu ya da olumsuz, diğer kültürlerden ayıran öğeler olduğu söylenebilir. Misafirperverlik, cesaret, tehlike anında dayanışma gibi bileşenler birkaç olumlu unsur iken, olumsuzların başında (sorgulanamazlık) gelmektedir.

    Eğer mutlaka bir şeye savaş açmak gerekiyorsa buna savaş açılmalı ve kim(ler) karşı çıkarsa çıksın açılmalıdır. Biata alıştırılmış topluluklar ile bir arada bulunamayacak bir şey varsa o da demokrasidir.

    Toplumumuzun en azından aydın (http://goo.gl/dER6ZE) kesiminin, kendisi ve ulusunun varlığını sürdürmekten daha önemli bir misyonu olabilir mi?

    Lütfen nasıl diye sormayınız, “nasıl” kavramını ince ve saklı bir itiraz aracı olarak kullanmayınız.

    Darbe = otoriter eğilimler = ezber = sorgulanamazlık = biat

    denklemini görünür bir yerlere yazınız; sonra da nasıl’ını konuşalım.

    28 Temmuz 2016

     

    [1] 1994 yılından itibaren 15 yıl, ezber sözcüğü –anlam kayması nedeniyle farklı anlam (yani “bellemek”) kazanmış olduğunu bile bile ısrarla- “sorgulanamazlık” yerine kullanılmış, eğitim sınıfının bunu idrak etmesi beklenmiştir. Ancak 2010 yılından itibaren, biraz da zorlama bir sözcük olan sorgulanamazlık terimi  kullanılmaya başlanmıştır.

    Çoğu öğretmen bir yandan (ezber)in yıkıcılığını az da olsa farketmiş, ama bir yandan da gerek (belleme)nin yabancı dil öğretimi, hemen hatırlanması gereken bilgilerin bellekte tutulması gibi yerlerde gerekli olması, gerekse (sorgulama)yı nasıl yapacağını bilememesi, bunun için gerekli çabayı göstermemesi nedenleriyle alışkanlıklarını sürdürmüştür.

    Bu yolda harcadığım yıllar boyunca edindiğim izlenim, eğitim sınıfı’nın %95+’nin, ezber kavramının sorgulanamazlık anlamına gelen esas anlamını bilmediği ve öğrenmek yolunda bir çabasının olmadığıdır. Daha da ilerisi, bir ulusal yıkım aracı olarak kullanılabilecek (ve de 15 Temmuz’da kullanılan) sorgulanamazlık konusunda yüksek öğrenim görmüş kesimin de hem yeterli beceriye ve de ilgiye sahip olmadığıdır.

  • 15 Temmuz Darbe Girişimi ve Alınacak Bir Ders

    Kimi konular doğrudan irdelenip üstünde söz söylemeye uygunsa da bazıları üzerinde bir şeyler söyleyebilmek için kimi ön tanımlamalar yapmak gerekebiliyor. Üzerinde duracağım konu 15 Temmuz darbe girişimi ile, “inisiyatif kullanma” kavramı arasındaki önemli ilişkidir. Ama önce birkaç hazırlık paragrafı.

    “Strateji” kavramı, bir hedefe erişmek amacıyla, o hedefe giden yolu tıkayan öğeler arasındaki “mevcut uzlaşıların kırılması” (breaking the  compromise) olarak  tanımlanabilir   (http://goo.gl/BxxHyr).

    Ticaretten askeri kurumlara kadar çok geniş bir alanda geçerli olan bu kavram, 15 Temmuz darbe girişimi açısından büyük önem taşıyor. Sahip olduğu yetkileri birlikte çalıştığı ekiple paylaşma bağlamında hasis davranma eğiliminde olan, gerek askeri gerekse siyasi yöneticilerin -tabii ki her tür kurum yetkilisinin- burada değinilecek olgudan ders çıkarmaları naçizane önerilir.

    Önerilir, çünkü yetki paylaşımı konusundaki bu hasisliğin zararsız bir insani cimrilik olmayıp, otoriter eğilimlerin bir numaralı göstergesi olduğu; ne gibi felaketlere yol açabileceği, ister demokrasinin isterse bir kurumun ticari sürdürülebilirliğinin bekası ile eş anlamlı olduğu böylece anlaşılabilir.

    Önce iki soru:

    • İnisiyatif körelmesi ne demek?

    Kişinin, kendine tanımlanan alan içindeki kararları, olası risklerini hesaplayarak alması ve sonuçlarına da katlanmasına inisiyatif kullanma”; bu durumda kişinin bağlı olduğu üstün, olası riskleri üstlenerek, ortaya çıkabilecek zararları, birer öğrenme fırsatı olarak görmesi ise “onurlu hata” olarak adlandırılıyor.

    Onurlu hata ilkesinin benimsenmesi, kişilerin öğrenebilirliklerinin giderek daha çok kullanılmasını ve bu yolla da gelişmelerini tahrik edecektir.

    İnisiyatif körelmesi ise, kişinin –herhangi nedenlerle- karar almayı caydıracak ortamlar içinde bulundurulması sonunda ortaya çıkan “önce bilinçli, giderek de kendiliğinden çekiniklik” haline denilebilir. Bu durumda kişi giderek, sadece söylenenleri –daha yetersiz bir performans trendiyle- yerine getiren bir kişilik kazanacaktır.

    Meselenin daha vahim yanı, bu sürecin tersinir olmayışı, bu durumdaki bir kişiye inisiyatif kullanma yetkisi verilse dahi, kişinin gerçekten de onu kullanamayacağı bir beceriksizlik düzeyine gerileyeceği gerçeğidir.

    Bu durumdaki bir kişinin kendini koruyabilmek için, ne gibi yanlış davranışlara girebileceği tahmin edilebilir.

    • Hangi durumlarda inisiyatif körelmesi iyi, hatta gereklidir?

    Bir işin, -hangi nedenle olursa olsun- tam olarak tarif edilenin dışında yapılması halinde geri dönülmez zararların doğması olasılığının yüksek olduğu hallerde inisiyatif kullanımı istenmeyebilir.

    Örneğin, askerlik mesleğinde bazı rütbelerin durumu böyledir. Süngü takılıp hücum edilmesi ya da pimi çekildikten sonra ona kadar sayılıp bombanın atılması emri verilen kişilerin, yarı yolda geri dönmenin ya da bombayı 20ye kadar elinde tutmanın daha doğru olduğu yolunda inisiyatif kullanmaları halinde hem kendilerine hem de başkalarına zarar vereceklerdir.

    • Körelme sarîdir!

    Organizasyon şemasında herhangi bir pozisyon yöneticisinin inisiyatifsiz çalışmaya mecbur kalması halinde, o pozisyona rapor eden tüm pozisyonlar da inisiyatif kullanamazlar; çünkü herkes inisiyatif kullanınca eleştirileceğinden korkar hale gelir. Bu nedenle söz konusu pozisyon ne denli yukarıda ise, organizasyonun o kadar büyük bölümü körelme olgusuyla karşı karşıya demektir.

    Her iş dalında her iki inisiyatif kullanma türüne de ihtiyaç olabilir. Dolayısıyla inisiyatif kullanımına izin verip vermeme değil, hangi pozisyondaki kişiye bu imkanın tanınıp tanınmayacağı önem taşır.

    Tek görevi çağrı karşılamak ve bunu 20 saniye içinde yapmak olan bir çağrı merkezi operatörünün, bu işi 5 dakikaya yayarak daha mutlu bir müşteri oluşturma fikrine inisiyatif kullanma imkanı tanımak ne kadar yanlış ise, bir üst düzey yöneticinin toplantıda nereye oturacağına kendisinin karar veremeyeceğinin varsayılması da o denli inisiyatif körelticidir.

    Gelelim darbe girişimi ve inisiyatif körelmesi meselesine.

    CNN Türk TV kanalında, CHP milletvekili (eski asker) Dursun Çiçek’e, darbe girişimiyle ilgili olarak Ahu Özyurt son derece akıllı bir soru soruyor: “Genel Kurmay Başkanı’nın pasifize edilmesi sonrasında, serbest durumda bulunan üst düzey bir komutan –örneğin 1nci Ordu komutanı- niçin önceden belirlenmiş bir yetki paylaşımı planı uyarınca inisiyatif almamıştır?” Soru kelime kelime tam böyle değil ama anlam tam böyle.

    Cevap ise çarpıcı: “Eskiden olsa kullanırlardı, ama Balyoz ve Ergenekon davaları sonunda kimse inisiyatif kullanmak istemez oldu”.

    Şimdi eminim, TSK içinde inisiyatif kullanmaya ne kadar önem verildiği, bunların Harp Okullarında eğitiminin verildiği vs. yolunda –konu ile hiç mi hiç ilgisi olmayan- argümanlar ileri sürülecek. Ama mesele bilgiçlik meselesi değildir.

    Yetkilerini paylaşmak istemeyen, aksine tüm yetkileri tek noktada toplamak isteyenlerin yol açtığı inisiyatif körelmesinin nelere yol açtığının görülebilmesidir.

    İnisiyatif körelmesi konusunda hepimizin tekrar kendimize dönüp, bu değerli aracın tutum ve davranışlarımızdaki yerini içtenlikle sorgulamamız ilerisi için çok yararlı olur.

    17 Temmuz 2016

  • İnovasyon teşvikle değil sorgulamakla mümkündür..

    (Eğer…. ise / Eğer ….değilse) Yöntemini Kullanarak Geliştirilebilir İnovasyon (yenileşim) Örnekleri (Rev 0 – 25.03.16) Lütfen aşağıdaki tabloyu incemeden önce Eğer … ise konulu ppt sunuma tıklayıp izleyiniz.

    TABLO >> egerdegilse_inovasyondur

    Toplumumuz inovasyonla yatıp yenileşimle kalkıyor. Devlet teşvik veriyor, inovasyon yapılırsa ne gibi “iyi şeyler” olacağı anlatılıyor.

    Yukarıdaki basit örneklerden görüleceği gibi, inovasyon talimat, teşvik ya da rica ile olmuyor. Görüldüğü gibi tek yol, “eğer ….değil ise” alanındaki inovasyon fırsatlarını görebilecek “gözlükleri takmak”.

    Bu gözlüğün adı “sorgulama”dır. Çocuklarımız Dünya’ya doğal bir sorgulama becerisiyle gelirler. Gelirler ama biz onları -kendi ideolojilerimiz yönünde- ezberletir ve yaratıcılıklarını öldürürüz.

    Gelişmemizi daha çok cahil yetiştirmeye ya da okuduğunu anlamadan Kuran’ı yüzünden okuyacak çocuklar yetiştirmeye bağlamış eğitim sınıfı mensupları ve yaranmaya çalıştıkları siyasi görevliler, tuttuğumuz bu yolla ancak başkalarına muhtaç insanlar yetiştirdiğimizin farkına varıp, inovasyonun teşvikle değil özgür düşünceli her şeyi -ama her şeyi- sorgulayabilen çocuklarımızın beyinlerini iğdiş etmekten vazgeçmekle mümkün olabileceğini idrak etmelidirler.

    25 Mart 2016