• Sorun çözme yeteneğimiz ve Kürt sorunu !

    Sorun nedir?

    Bu soru yanılıtıcı olabilir. Bir sorun’un ne olduğu ile o sorun’un dışavurumlarının birbirinden tamamen farklı olduğunu herkes bilir. Ama, sorun’un ne olduğunu tanımlamak yerine, onun semptomlarını sıralamak çok daha kolay ve de somut olduğu için çoğu zaman sorunu tanımlamak yerine dışavurumlarından örnekler verilir. Örneğin “trafik sorunu“nu tanımlamak yerine, “her yıl bir savaştaki kadar insanın ölümüne yol açan olaylar” tanımlaması çok daha doyurucu değil midir?

    Doyurucudur da kime göre?

    Sokaktaki insan uzun açıklamalardan, birbirine girift bağlantılı açıklamalardan hoşlanmaz. Ona mutlaka beş duyusundan en az birisine (mümkünse dokunma duyusuna) hitap eden bir kanıt göstermek gerekir. “Aha bak, kamyon sollamış o da otobüsün altına girmiş on kişi de gördüğün gibi ölmüş!” kadar net bir açıklama idealdir. Ama sorunu gerçekten anlamak isteyen kişiler için böylesine bir kanlı-canlı örnek pek az şey ifade eder. Çünkü bu tür tanımlamalar insan sayısı kadardır ve hepsi de alabildiğince özneldir. Örneğin, Kürt sorunu olarak dile getirilen ve “terör ve teröre destek olabilecek eylemler“, “ayrılma tehdidi“, “iç savaş çıkarma tehdidi“, “dış tehditle mücadele için tasarımlanan silahlı kuvvetlerimizin işlevinin değişip kendi yurttaşlarının çoğunlukta olduğu bir karışımla mücadele etmesi“, “çok sayıda yurttaşımızın ne kendi dillerini ne de ana dillerini tam bilememeleri ve bunun yarattığı kültürel sorunlar“, “her Kürt kökenlinin potansiyel ayrılıkçı sayılma eğiliminin yarattığı haksızlığa uğramışlık psikolojisi” gibi semptomların hiç birisi tek başına sorunu tanımlayamıyor. Nitekim medyadaki tartışmaların her birisinde ayrı argümanlar üzerinde durularak yapılan Kürt sorunu tanımları da bu tanım kargaşasına işaret ediyor. Bu durum net olarak şunu gösteriyor: İnanılması güçtür ama Kürt sorunu tanımlanmış bir sorun değildir! Bunun başlıca doğal sonucu, soruna paydaş olanların her birisinin ayrı tanımlar yapması ve o tanımlar uyarınca “önlemler” almasıdır. Yani basit Türkçe ile karmaşa!

    Sorun tanımlamak bir tekniği gerektirir!

    Teknoloji genellikle bu tür olgular için kullanılan bir sözcük değil; fiziki nesneler ya da onlarla ilgili süreçler için kullanılıyor. Ama eğer, örneğin kumu cama çevirme süreci için teknoloji kavramı kullanılabiliyorsa, bir sorunu semptomlarından ayırarak tanımlayabilme süreci için de kullanılmalıdır. O halde teknoloji transfer edelim gitsin! Bir zamanlar ünlü bir sanayicimiz, Türkiye’nin teknoloji üretmekteki zaafiyetine karşı “parayı bastırır teknolojiyi alırsın” derdi. Kendisinin de hazır bulunduğu bir konferansta, teknoloji transferinin futbolcu transferine benzemediği, para vererek alınabilen teknolojinin ancak rekabet gücü düşük teknolojiler olacağı, zaten böyle olmaması halinde de teknoloji üreten ülkelerin bunu sürdüremeyeceği, sürdürebilmeleri için kurnaz ama saf uluslara ihtiyaç olduğunu anlatmıştım. Gerçi futbolcu transferlerinin de aynen böyle olduğu sonradan anlaşıldı. Milyon dolarlık ayaklar, güneşli ve rahat bir emeklilik ülkesine akın edip geliyorlar. Onları birer teknoloji olarak transfer edenler ve -özellikle de- transferlerine aracılık edenler çok memnunlar; tek kusurları işe yaramamaları. Aynen “para bastırılıp transfer edilen teknolojiler” gibi. Sorun tanımlama olarak adlandırdığımız teknoloji aslında Sorun Çözme Yeteneği [1] adı verilebilecek daha üst ve bir dizi teknolojiden ibaret bir kültürdür.

    Kültür -kolay- transfer edilebilir mi?

    Farklı kültürlere sahip insan toplulukları arasında kültür değişmeleri olduğunu, bunun bazen iyiye bazen olumsuza doğru aktığını biliyoruz. Aynı bir ulusun içinde ya da farklı uluslar arasında çeşitli konularda kültürel akımlar olabilmektedir. Bu akımların yön ve şiddetini, ardındaki ekonomik itme gücü (ve onun da ardındaki güç türleri) belirliyor. O halde, bir toplum içinde birilerinin farkına varıp da “bizim bu kültüre (yani yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne) ihtiyacımız var” demesi bir kültür akımının doğmasına yetmiyor. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu ya da cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki bu tür “kültür reformu” girişimlerinin genelde başarılı olamayışının nedeni budur[2]. O halde, yüksek sorun çözme yeteneği ihtiyacımızın yaygınlaşması zorunluğunu bir an için kenara bırakıp, önemli bir sorunumuzu iyi tanımlayabilmek için o kültürün bir tekniğini -ağızdan dolma tüfek gibi- kullanmaktan başka bir çare kalmıyor. Sorunu tanımladıktan sonra nelerin nasıl yapılacağı konusunda yine yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne ihtiyaç olacağının altını çizmekte yarar var.

    Bir sorun tanımlama tekniği: “İstendik ve istenmediklerin netleştirilmesi

    Genelde sorunlarımıza, özelde ise Kürt sorununa bakıldığında görünen, talep olarak ortaya koyulan argümanların -bilinçli ve/ya bilinçsizce- buğulu ifadeleridir. Örneğin “dilini konuşabilmek” açık gibi görünmesine karşın buğulu bir ifadedir. İfadenin bir ucu, “kendimi ifade etmem gereken yerlerde ana dilimi özgürce kullanmak, bu amaçla da dilimi öğrenmek istiyorum” iken, diğer ucu “devletin ana dilini benimsemiyorum” gibisinden bir net başkaldırıya kadar uzanıyor. Benzer şekilde özerklik talebi de beyazdan siyaha kadar uzanabilecek bir belirsizlik şerididir. Yerel yönetim bağlamında bilinen özerklik tanımından, bir coğrafi bölgenin doğal kaynaklarının da özerk idare tarafından tasarrufuna kadar uzanabilir. Diğer yandan, “milletiyle bölünmez bütünlük” gibi bir deyim örneğin bir edebi eserde anlamlı olabilirken, böylesi bir sorun çözme ortamında yine herkesin kendi meşrebine göre anlam yüklemesine yol açar. Bu ve benzeri belirsizlikler, her niyet sahibinin, üzerine kendi niyetlerini bindirebileceği birer taşıyıcı olduğu için iç ve dış kaynaklı manipülasyonlara da son derece açıktır. İşte bu durumda, taleplerin -gerekirse çok sayıda, basit ama net ifadeli [3]– “istendik ve istenmedikler“e dönüştürülmesi bu buğulu ortamı büyük ölçüde ortadan kaldırır.

    Sorunu tanımlamayı kimler istemez?

    Cevap kolaydır: Her kim ki bu buğulu ortam içinde, içine niyetlerini gizleyebileceği ve de zamanı geldikçe yavaş yavaş -alıştıra alıştıra- ortaya çıkaracağı ifadelerle taleplerini dile getiriyor ya da o talep sahiplerini savunuyor ise onlar tabii ki bu taşıyıcı ortamın netleşmesini istemezler. Örneğin “siyasi çözüm” olarak ifade edilen ama sahiplerinin israrla tanımlamaktan çekinip, yuvarlak laf kalabalığı ile geçiştirdikleri “talep” bu tanımlama isteksizliğine bir örnektir. Yazılı ve görsel medyada sık sık rastladığımız, buğulu talep ifadelerine bir de böyle bakılmalıdır. Bu durumda Kürt sorunu nedir? Bir soruna ait şikayetleri, talepleri, semptomlarını alt alta sıralayıp, sonra da bunları bağırarak tehditler eşliğinde dile getirerek sorun tanımlanamaz. Toplumumuzu oluşturan çeşitli kesimler ve bireyler, Kürt Sorunu konusunda birçok yakınma, talep ve çözüm önerisinden oluşan bir küme ile karşı karşıyadırlar ama sorunun ne olduğunu ancak herkes kendi kendine tanımlamaktadır. Ortaklaşa tanımlanmamış bir sorun çözülebilir mi? Bu garip bir durumdur ama Kürt sorunundaki durum tam olarak budur. Hatta buradaki “ortaklaşa” kavramının zımnen içerdiği “paydaşlar”ın kimler oldukları dahi tam olarak belirlenmemiştir; sadece tahminler vardır. “Bu Sevr’in yeni tür dayatmasıdır“, “kafamıza çuval geçirenlerin niyetleridir“, “Şark meselesinin uzantısıdır“, “İmralı’daki böyle istiyor” vb gibi. Peki sorun nasıl tanımlanacak? Bir sorunu çözmenin onlarca yolu olabilir. Ama çözememenin tek ortak nedeni, sourunun varlığının kabul edilmeyişidir. Şu kabul edilmelidir ki, Kürt sorunu ile yatıp kalkanlar dahi, en önemli sorunun, Kürt Sorunu’nun tanımlanmayışını bir sorun -hem de en önemlisi- olarak görmemektedirler. İlk adım, bunun tam anlaşılması olmalıdır. İşin en az yarısı budur. İkinci adım, birilerinin -kimler olursa olsun- ortaya, adına Çalışma Listesi denilebilecek (müsvedde, geçici) bir “istendik / istenmedikler” listesi koymasıdır. Tabii ki değer iletişimi[4] ilkesine uygun hazırlanmak kaydıyla.

    İstendik ve istenmedikler için geçerlik testi…

    Listeye girecek her ifade, ancak ve yalnız “bir” şeyi ifade etmeli ve herkesçe aynı anlaşılabilmelidir. Bunun için çeşitli testler geliştirilebilir. Paydaşların üzerinde anlaşabileceği bir test en doğrusudur; ama örnek olması için şöyle birkaç test de önerilebilir:

    • Rastgele 10 kişinin yaklaşık olarak aynı şeyi anlaması,
    • İstendik veya istenmedik ifade için “bu niçin önemlidir?” sorusuna verilebilecek cevap, temel insan haklarından birisi ile buluşmalı.
    • Doğrudan buluşamadığı takdirde verilecek cevap için tekrar “bu niçin önemlidir?” sorusu sorulmalı.

    Bu çevrim üç kere döndükten sonra hala bir temel insan hakkına net olarak ulaşamamışsa listeden çıkarılmalı ya da -eğer israr ediliyorsa- yeniden ve farklı biçimde ifade edilmeli.

    Listeyi kimler hazırlayacak?  

    Bu listeyi kimin hazırlayacağı değil, kimlerin ne katkılar yapacağı önemlidir. Soruna paydaş olabileceği düşünülen kimler varsa (birey ya da kurum) katılarak listeye eklemeler yapılması özendirilmelidir. Tekraren belirtilmelidir ki, listeye ekleme yapmak isteyenler muhakkak sorundan etkilenmeli ya da sorunu etkileyebilmeli, yani gerçekçi bir temsil kabiliyeti olmalıdır. Listedeki kimi istendik / istenmediklere katılmayanlar da kendi tercihlerini yazabilirler. Böylece, bir bölümü birbiriyle çelişen çok sayıda istendik / istenmedik içeren bir liste ortaya çıkacaktır. Bu haliyle doğrudan sorunun çözümünü sağlamaz ama iyi bir “ilk adım”dır. Bundan sonraki adım eliminasyon adımıdır. Kritik adım burasıdır. Elemeyi yapacak paydaşlar (sorundan etkilenen ve sorunu etkileyenler) üzerinde mutlak bir uzlaşı bulunmak zorundadır. Ayrıca bu uzlaşının taktik nedenlerle ileri sürülen göstermelik bir uzlaşı olmaması, tüm paydaşların bu konuda ikna olmaları gerekir. Eleme adım adım yapılır. Şöyle bir sırayla yapılacak bir eleme, sorun’un giderek daha belirginleşmesine (yani tanımlı hale gelmesine) götürecektir:

    • İşe yaramayacağı (etkisizliği, önemsizliği vb) belli olanlar elenir,
    • Paydaşlardan herhangi birisinin, temel değerleri ve ilkeleri nedeniyle kesin olarak reddecekleri elenir,

    Bu iki adımdan geri kalanlar, üzerinde çalışılarak gruplanmaya ve sorunu tanımlayacak hale getirilmeye çalışılır. Böylece tanımlanan sorun mutlaka çözülebilir mi? Çözülüp çözülmeyeceği bilinemez, ama en azından sorun’un ne olduğu tam olarak belli olur.

    31 Mayıs 2009

    [1] https://tinaztitiz.com/3124/sorun-cozme-kabiliyeti-yukselebilir-mi/

    [2]

    [3]

    [4]

     

  • Sorun nedir?

    Son ÖSS sınavına katılan 1,643,000 kişiden 30,000 kadarı sıfır puan aldı. Bu durum medyada epey eleştiri  konusu oldu ve eğitim sistemimizin çöktüğü belirtildi.

    Her eleştiri mutlaka 2 öğe gerektiriyor:

    1. Soruna konu edilen “mevcut durum” iddiası,
    2. O durum ile karşılaştırılarak sorun olduğu sonucuna varılan bir “referans durum” iddiası.

    Bir de zorunlu olmasa da “böyle giderse şöyle olur” gibisinden bir projeksiyon iddiası.

    Eşini “kuru fasulye böyle mi pişirilir” şeklinde eleştiren kişinin iki iddiası ve yaptığı projeksiyon:

    1. Pişirdiğin KF benim dediğim gibi olmamış.
    2. KF benim dediğim şekilde, pastırmalı ve kuyruk yağlı pişirilmeliydi.
    3. Eğer böyle devam edersen üzerine kuma alırım!

    Bu durumda ortadaki sorun KF odaklı gibi görünse de öyle değildir. Çünkü KF’yi pişiren eşin 3 iddiası da müştekinin iddiaları ile örtüşmemektedir. Nitekim:

    1. KF çok güzel olmuş, ama sen her yaptığımı eleştiriyorsun
    2. Annem de böyle pişirirdi,
    3. Böyle sudan sebeplerle kuma getirdiğin gün evi terkeder, seni mahkemeye verir, altından kalkamayacağın kadar nafaka ister ve seni süründürürüm!

    Burada bir sorun vardır ve sorun, tarafların sorunun tanımı üzerinde anlaşmaksızın iddialarını çarpıştırmalarıdır. Birisinin temel iddiası KF’nin iyi pişirilmeyişi, diğerininki ise her eyleminin benzer biçimde eleştirilerek kumaya alt-yapı hazırlanmasıdır.

    Ben 30,000 sıfır konusunun benzer şekilde tanımlanmış bir sorun olmadığı kanısındayım. Bugüne kadarki gözlemlerim eğitim sistemimizden yakınanların sorun tanımlarının birbirinden farklı olduğu, çünkü referans eğitim sistemlerinden temel beklentinin farklı olduğu yolundadır.

    Sorun’nun doğru tanımlanmasına ne engel oluyor?

    Muhtemelen birkaç nedenin bileşik etkisi var:

    • Eleştirel düşünme (critical thinking) yetmezliği. (Hemen işaret edilmesi gereken nokta, eleştirel düşünme’nin adının sık tekrarlanmasının, düşünme biçimimizin öyle olduğu anlamına -katiyetle- gelmediğidir).
    • Kuşkusuzluk (yürektenlik, ezber). Aklına gelenleri mutlak doğru sanma ve her sorunun, aklındaki yaklaşımlara uyulmaması sonucunda doğduğuna inanılması.
    • Sürüklenme. Rol model kabul edilebilecek kişi ve kurumların açıklamalarına, yaklaşımlarına kapılarak bireysel düşünmenin askıya alınması.

    Bunların dışında başka nedenler de bulunabilir. Ama bu üç nedeninin başlıcaları olması olasıdır.

    2002 yılında “Eğitim Sistemimiz Başarılıdır”  başlıklı bir yazı yazmıştım [1]. Yazıları tam okumayıp mutlaka yanlış bulmayı kendine görev edinmiş kimi okurlarım eğitim sistemimizin başarılı sayılmaması gerektiğini açıklayan notlar göndermişlerdi.

    Şimdi tekrar sormak istiyorum: 30,000 sıfır puan ne demektir?

    Başlangıçta karikatürize bir örnekle açıkladığım 3 soruyu bu defa 30,000 sıfır konusunda ortaya koymak istiyorum. Amacım, gerçekten de üzerinde -hiç olmazsa bir derece- uzlaşı bulunan bir tanım olup olmadığını anlamak.

    Eğer böyle ortak sayılabilecek bir tanım varsa bu -ve tüm sorunlar- çözülür. Aksi halde, herkes kendi kendine sorun tanımlar, referans koyar ve gelecek projeksiyonları tanımlar.

    Birçok toplumsal sorunumuzdaki durum benzerdir. Tanımlanmayan sorunlar için sınırlı kaynaklarımızı tüketiyoruz. Herkes kendini haklı ve mağdur sayıyor. Kör döğüşü bu değil midir?

    Bu konuda sınırlı bir anket yaparak birkaç soruya cevap (ya da ipucu) bulmaya çalışacağım. Aşağıdaki sorulara birkaç dakikanızı ayırıp cevaplarsanız sevinirim.  Ama ricam, cevaplarınızın -evet hayır gibi değil ama- kolay değerlendirilebilecek şekilde kısa olmasıdır.

    İşte sorularım:

    1.     Eğitim sistemimizden temel beklentiniz nedir?

    2.     Şu adresteki bildirgeye [2], Şubat 2008 tarihinden bu yana erişilen birkaç onbin kişiden sadece 239 kişinin imza atmış olması nasıl yorumlanmalıdır?

    17 Temmuz 2009

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=568

    [2] http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67

  • Hayvanat Bahçeleri ve Kaisen !

    Japon kalite devriminin ana fikri, Hayvanat Bahçeleri için de kullanılabilir!

    Japon kalite devrimi, Dünyada “japon-tapon” olarak kötü şöhret yapmış Japon sanayi mamullerinin bugünkü duruma gelmesi sürecidir. Bugün Dünya’nın Japon ürünleri için söylediği “sıfır hata”, bu devrimin bir sonucudur. Bu devrimin ana fikri Japon dilinde KAİSEN denilen bir kavrama dayanmaktadır.

    KAİSEN nedir?

    KAİSEN, “küçük fakat sürekli olarak tekrarlanan iyileştirmeler” demektir. “Evrim” de doğanın KAİSEN’idir.

    Hayvanat Bahçeleri (HB), KAİSEN yoluyla iyileştirilp geliştirilebilir mi?

    Evet. Zaten bunun dışında bir yolla yani bir büyük ve modern HB sahibi olmak güzel ve fakat gerçekleşmesi çok güç bir düşüncedir.

    KAİSEN nasıl uygulanacak?

    Birçok HB’nin yıllardır uyguladığı yöntem bir bakıma KAİSEN’dir.Yıllar önceki küçük ve bakımsız durumlarından bugünkü hallerine gelebilmeleri muhakkak ki “küçük fakat sürekli gelişmeler” yoluyla olmuştur.

    Ancak KAİSEN, bunun daha iyi organize edilmiş bir şeklidir. Buna göre;

    1. HB’nin çeşitli hayvanların bulunduğu bölümlerinin nasıl iyileştirmek ve geliştirmek istendiği basit birer proje haline getirilir.
    2. Bu projeler, mevcut hayvanların bulunduğu bölümlere herkesin KOLAYCA GÖRÜP ANLAYABİLECEĞİ şekilde asılır.

    Ayrıca, bunların yanlarına şu şekilde birer açıklama da yazılır:

    “SAYIN HAYVAN DOSTLARIMIZ;

    BURADA GÖRDÜĞÜNÜZ KAPLAN (mesela), DOĞAL KOŞULLARINDAN UZAK ŞARTLARINDA YAŞAMAK ZORUNDA KALMIŞTIR. KAFESİNİN İÇİNDE SİNİRLİ GEZİŞİ BUNU GÖSTERİYOR. BİZ KENDİSİNE DAHA İYİ BİR YER YAPMAK İÇİN YANDA GÖRDÜĞÜNÜZ PROJEYİ DÜŞÜNÜYORUZ. BUNUN İÇİN 100 MİLYON LİRA (mesela) GEREKİYOR. BUNA KATKIDA BULUNURSANIZ ADINIZI BAĞIŞ PANOSUNA YAZACAĞIZ VE BURASI DURDUKÇA ADINIZ DA YAŞAYACAKTIR. BAĞIŞLARINIZIN YALNIZ BU İŞ KULLANILACAĞINA EMİN OLUNUZ. HATTA ARZU EDERSENİZ YENİ YERİNE SİZİN ADINIZI DA VEREBİLİRİZ.

    KAPLAN ADINA TEŞKKÜRLERİMİZLE.

    HAYVANAT BAHÇESİ MÜDÜRLÜĞÜ”

    Bunların dışında bir de o güne kadar toplanan parayı, geri kalan ihtiyacı örneğin şöylece yazmak önerilir:

    12 NİSAN 1995 TARİHİ İTİBARIYLE :

    TOPLANAN PARA : 30 MİLYON

    GERİ KALAN İHTİYAÇ: 70 MİLYON

    Bu açıklamaların hemen yanına bir de kumbara konulur ve hergün içindeki para alınır.

    Hayvanın bakıcısı, HEMEN ORADA bir plastik şerit üzerine harf yazan el aletiyle bağış yapan kişinin ad, soyad ve bağışını yazıp bağış panosuna “geçici” olarak yapıştırır

    MEHMET CEYLAN 100.000 TL

    Bir hafta içinde de aynı yazı küçük bir pirinç plaket üzerine yazdırılıp panodaki plastik şeridin yerine çakılır.

    1. Bu yöntem basın, TV gibi medya aracılığıyla duyurulup daha çok sayıda insanın katkısının toplanabileceği bir ortam yaratır.
    2. Hayvanların sahiplendirilmesi yoluyla bakımlarının sağlanması: Çoğu hayvan dostu için bir hayvana sahip olmak çok çekici bir imkandır. Her hayvan tek veya birden fazla kişiye, bir anlaşmayla sahiplendirilir ve bir plaketle ilan edilir. Örneğin;

    FİLİMİZ MOHİNİ, AŞAĞIDA İSİMLERİ OLAN KİŞİLERİN

    ORTAK BAKIMI ALTINDADIR.

    1. ……………..

    2………………

    3………………..

    Bu yolla, büyük bir bölümü içler acısı durumda olan hayvanat bahçelerimizin süratle düzeleceği tahmin edilir. Her iki lafın başında Türkiye’nin yeterince tanınmadığını savunan kişilerce bilinmeyen, “bu insanlarda canlıya saygı yok!” yargısının ortadan kaldırılmasına önemli ölçüde fayda sağlayabilecek olan bu öneriler, insanlara ve hayvanlara saygı duyan herkesin dikkatine sunulur!

    27 Mart 1995, Pazartesi

  • Yanlış konu (türban) üzerinden bu sorun çözülemez! (Değişken Derinlikli Yazım)

    Türban, başörtüsü gibi sözcüklerle ifade edilen sorun, bu soruna neyin yol açtığı irdelenip sağlam bir kavramsal temele oturtulmadıkça çözülemeyecek, hatta giderek derinleşecektir.

    DDY (Değişken Derinlikli Yazım)
    Tekniğiyle yazılmıştır
    (https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/hyperwrite_aciklama.doc)

    Patent: “M.Tınaz Titiz, No: TR 2005 03764 A2”

                   Öz

          1. Düzey Ayrıntı

           2. Düzey Ayrıntı


    Yanlış konu (türban) üz erinden bu sorun çözülemez!
    Türban, başörtüsü gibi sözcüklerle ifade edilen sorun, bu soruna neyin yol açtığı irdelenip sağlam bir kavramsal temele oturtulmadıkça
    çözülemeyecek, hatta giderek derinleşecektir.
    Basit bir trafik kazasında dahi doğru tartışma yolu benimsenmez, hele
    hele konu kaza ile doğrudan ilgili olmayan yan konulara çekilirse
    ne umulmaz sonuçların doğabileceğini hep biliriz.
    Türban işi de benzer gelişmelere gebedir.
    Toplumun bir bölümünün “türbanın siyasal simgeleştirilmesi”, diğer bölümünün ise “milletin dinine tasallut” olarak adlandırdığı sorun aslında her iki bölümün de tamamen uzlaşı içinde bulunduğu başka bir kavramdan kaynaklanmaktadır.
    Bu kavram “koşullandırma”dır.

    Şeytan çıkarmak
    İnsanlık, aykırı düşünce taşıyanların içinden şeytanın çıkarılması için
    yakıldığı dönemlerden geçip ilerleyen bir süreç yaşıyor.
    Bu nedenle bugünlere de, bu sürecin geride kalan ve birçok bakımdan lkelliğine hayretle bakılacak dönemler olarak bakılması gerekir.
    Her ne kadar bugün kimseyi içinde şeytan var diye -pek- yakmıyor isek
    de pekala başka yöntemlerle içindeki şeytanı çıkarmaya uğraşıyor, sonra da kedisini yıkarken değil de sıkarken öldüren çocuk gibi masum tavırlar takınıyoruz.

    Koşullanmama hakkı: sıfırıncı hak
    Günümüzde, insanın temel hak ve özgürlüklerinin neler olduğu belirlenip bir evrensel bildirgeyle ilan edilmiştir.
    Ama bildirgede öyle birkaç nokta atlanmıştır ki, bugün yaşadığımız -ve o atlanan noktalar insanlar tarafından farkedilmedikçe de yaşanacak olan- temel hak ve özgürlük ihlalleri bütün Dünya’da
    sürecektir.
    Bu noktalardan birisi, “koşullanmama hakkı” adı verilebilecek bir haktır.
    Sağım solum koşullanma
    Yaşamımıza dikkatli bakılırsa, önemli bir bölümünde, bizim dışımızdakilerce ve çeşitli konularda sürekli olarak koşullandırılmaya çalışıldığımız görülecektir.
    Çamaşır tozu ya da kola satıcısı, kendi malının iyi olduğunu düşündüğü özelliklerini öne çıkararak bizi koşullandırmaya
    çalışır.
    Tüm reklamların yapmak istediği ve büyük ölçüde yaptığı da budur.
    Politikacı, kendi yaptıklarının en iyiler olduğu konusunda çeşitli yollara başvurarak insanları koşullandırmaya çalışır.
    Eğitim ise başlıbaşına bir koşullandırma sürecidir.
    İstemeyen kulak vermeyebilir mi?
    Bütün bunlara karşı genel kabul görmüş savunma, “isteyen dinler
    istemeyen dinlemez
    ” biçimindedir.
    Acaba gerçekten böyle midir?
    Herhangi bir konudaki koşullandırmanın etkisinde kalmak istemeyen bir kişi, bunlardan kendisini kurtarabilir mi?
    Sokakta ve evde, reklamlar, çeşitli propaganda araçları, gazeteler, TV
    programları ve bu gibi kanallarla insanları koşullandırmaya çalışan
    onca «saldırı» varken acaba birisi çıkıp da “ben bunları dinlemiyor ve etkisinde de kalmıyorum” diyebilir mi?

    En güçlü yanımız, en zayıf yanımız
    İnsan beyni koşullanmaya uygundur.
    Çünkü öğrenmeye uygundur.
    Ama, doğal koşullarda ihtiyacı olan bilgi, beceri, tutum ve davranışları
    yine doğal yollarla -yaparak, yaşayarak- öğrenmeye göre
    uygundur.
    Çünkü evrimini öyle sürdürmektedir
    Koşullandırma, eğitimin açtığı kapıdan sızmıştır.
    İnsanlar, kendi isteklerine uygun tipte bir örnek insanlar yetiştirebilmek için “eğitim”i, “hakkında eleştiri yapılamaz” kavramlar sınıfına koymuşlardır.
    Dikkat edilirse, eğitim ve onun dışındaki koşullandırmalar daima aynı yöntemi kullanmaktadır: tekrar!
    Eğer, “isteyen dinler, istemeyen dinlemez” mantığı doğruysa, mesela, düşünme gücünü yavaşlatıp ikna olmayı
    kolaylaştıran belirli bir kimyasalı güzel çöreklerin hamuruna katıp
    piyasaya sürmek, sonra da “istemeyenler yemesin” demek de o kadar doğrudur.
    Sağlık sorunları diye adlandırdığımız, giderilmesi için de büyük kaynaklar ayırdığımız sorunlar aslında, fiziki ve ruhsal yapımıza hiç de uygun olmayan bir yaşam biçimini «medeniyet» adı altında benimseyip yaşamaya kalkışımızdan doğuyor.
    Bireysel ve toplumsal ölçekli birçok sosyal sorunuz da, benzer şekilde
    benimseyip tartışmaya kapadığımız «değerler kümesi»nin esonuçlarıdır.
    Türban değil koşullandırma yanlıştır
    Türban ya da herhangi bir diğer ideolojik öğreti koşullandırma amacı ile birleştiğinde yanlıştır.
    Yoksa tabii ki herkes, koşullandırma amacını taşımayan hallerde -örneğin evinin içinde- türbanlı ya da çıplak dolaşabilir.
    Koşullandırma amacı taşıyıp taşımadığını ölçebilen bir alet (!) geliştirilene kadar ise her türlü -ama her türlü- ideolojik öğretinin herhangi bir yolla sergilenmesi, insanın bu çabuk öğrenen yönünün istismarı anlamına gelir.
    Nitekim tüm ahlaki norm sistemleri insan -ve diğer varlıkların- istismara
    açık yönlerinin etkilenmesini bunun için yasaklamışlardır.
    Benimki seninkinden daha beyaz!
    Bu yaklaşımın toplumun neredeyse bütünü tarafından reddolocağı
    kesindir.
    Çünkü hemen herkes kendi ideolojisinin doğru diğerlerininkinin yanlış olduğunu varsaymaktadır.
    Çözüm ise doğrularımızı askıya alabildiğimiz, doğru sanıp ölesiye -ve öldüresiye- sarıldığımız inançlarımızı sorgulamaya
    başlayabildiğimiz zaman mümkün olabilecektir.
    Üzerindeki bütün uzlaşıya karşın koşullandırma bir insanlık ayıbıdır.
    İnsanın, evrenin -ve tabii ki Tanrı’nın- tam bir modeli olduğunun reddi, onun kendi dar kalıplarımıza göre yeniden şekillendirilmesi
    girişimidir.
    Gün gelecek tüm koşullandırıcılar ayıp sayılacak
    Geçmişte benzer şekillerde üzerinde uzlaşılmış doğruları bugün barbarlık, çağdışılık olarak değerlendiriyoruz.
    Yarınlarda koşullandırmanın da aynı sınıfa gireceği beklenmelidir.
    Men dakka dukka!
    Çok masum bir doğruyu benimsetmek için dahi izin verilebilecek koşullandırma, başkalarının da kendi doğrularını aynı yöntemle benimsetmeye kalkmasına yol açacaktır.
    Bugün, ezbere bellediği doğrulara dayanarak o doğruları ezberlememiş olanları dışlayanları ayıplamak yerine bunun niye olduğunu anlamaya çalışmak daha doğrudur.

    3 Temmuz 2005, Pazar

     

  • Nelson’un Huni Deneyi (1996). Yine! (2001) (ve de yine 2008)

    1996 yılında yazdığım ve 2001 yılında tekrarladığım aşağıdaki yazıda anılan resimleri bu defa yazı içine ekleyerek tekrar dikkate getirmenin iyi olacağını düşündüm. İngiltere dış işleri bakanı David Milliband’ın Türkiye’nin politik stabilitesini temin amacıyla geliştirdiği önerileri içeren makalesi ile birlikte yazının daha bir anlam kazandığını düşünüyorum.

    Bundan beş yıl evvel, bir sorunun çözümünde kullanılabilecek doğru ve eğri yolları çok iyi anlattığını düşündüğüm bir yazı yazmıştım. İçinde yaşadığımız bu günlere en uygun yazı olarak bin küsur yazım içinden onu seçtim. Ve hiçbir değişiklik yapmadan tekrar aşağıya alıyorum:

    «1987 yılında, Deming Ödülü adıyla bilinen kalite ödülünü kazanan Lloyd Nelson tarafından yazılan bir makale, yıllardır bazı sorunları niçin çözemediğimizi o kadar çarpıcı biçimde açıklıyor ki, birdenbire bu kadar çok olayın anlaşılmazlık perdesi arkasından ortaya çıkması insanda garip bir his yaratıyor ve nasıl olup da bugüne kadar bunu göremediğinize şaşıyorsunuz.

    Ödül kazanan makale oldukça kısa ve basit bir deneyi anlatıyor. Benzer bir deneyi isteyen evinde bile yapabilir.

    Deney, bir huni, bu huninin boğazından tam geçebilecek bir bilya, huninin ucunu yerden 5-6 santim yukarıda tutabilecek bir düzenek ve huninin altına yayılmış bir kağıt yardımıyla yapılıyor.

    Deney şöyle: Bilya huni içine bırakılıyor ve ucundan çıkıp kağıdın üzerine düşüyor. Ama tam huni ağzının altında durmayıp bir tarafa doğru biraz yuvarlanıp duruyor. Durduğu bu nokta kağıdın üzerine işaretleniyor. Bu deney çok sayıda -mesela 500 defa- tekrarlanınca kağıt üzerinde rastgele dağılmış bir noktalar kümesi oluşuyor.

    Bilyanın her defasında tam huninin altında değil de rastgele değişen yerlere kadar yuvarlanmasının çeşitli nedenleri olabilir. Yerin tam düzgün olmayışı, kağıdın pürüzlülüğü, bilyanın mükemmel küre olmayışı gibi çok sayıda etken, bilyanın hep aynı noktada durmayışının olası nedenleridir.

    Aynı huni, aynı bilya ve aynı kağıtla deney ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın sonuçtaki noktalar kümeleri hep birbirine benzeyecektir (inanmayanlar deneyebilir!).

    Bu haliyle, huni, bilya, kağıt vs den oluşan sistem kararlı (stable) bir sistemdir. Nasıl davranacağı baştan bilinmekte, bilyayı attığınız zaman noktalar kümesinin içinde bir noktada kalacağı bilinmektedir.

    Şimdi, bu sistemi “düzeltmeyi” kafasına koymuş bir kişi düşününüz. Amacına ulaşmak için şöyle bir reçete uyguluyor:

    Reçete 1: Bilyanın her defasında durduğu yer, bir evvel durduğu noktaya göre ne kadar uzaksa, huni tam aksi yönde o kadar hareket ettirilecek ve böylece bir öncekine göre oluşan sapma giderilmeye çalışılacaktır.

    Bu reçeteye göre deney yine mesela 500 defa tekrarlanınca elde edilen noktalar kümesi eskisinden daha küçük değil aksine daha büyük olmaktadır.

    Sistemi “düzeltmeyi” kafasına takmış olan kişi bu defa yeni bir çözüm düşünür ve uygular:

    Reçete 2: Bilyanın her defasında durduğu yer, huni ucunun tam altına göre ne kadar uzaksa, huni tam aksi yönde o kadar hareket ettirilecektir.

    Deney yine tekrarlanır ve yeni bir noktalar kümesi elde edilir. Noktalardan oluşan leke bu defa ilk ikisinden de büyük ve çarpıktır. Umulan “düzelme” yine sağlanamamıştır.

    Düzeltme inadı içindeki kişi nihayet son bir çözüm düşünür:

    Reçete 3: Huni her defasında bilyanın durduğu noktaya getirilecektir.

    Bu deneyin sonunda noktalar kümesi, huninin altına yayılan kağıdın tümünü kaplayacak kadar genişlemiştir.

    Nelson’un makalesi bir cümle ile son bulmaktadır: “Kendi içinde kararlı hale gelmiş sistemlerin nasıl işlediğini tam anlamaz ve ana parametrelerini (bu örnekte huni boyu, kağıt cinsi, bilya mükemmellliği, yerin yataylığı, düzgünlüğü vs) değiştirmezseniz sistem davranışını değiştiremezsiniz. Kurcalama ile sistem iyileştirilemez, ancak daha çok bozulur!”

    Gündelik hayatta Nelson’un Huni Deneyi yüzlerce alanda, bıkıp usanmadan tekrarlanmaktadır.

    Belediyeler yol güzergahlarını değiştirerek trafik sıkışıklığını çözmeye, hükümetler vergi oranlarını değiştirerek vergi gelirlerini artırmaya, başarısız futbol klübü antrenör değiştirerek şampiyon olmaya, Merkez Bankası para arzı ile oynayarak faizleri düşürmeye ve daha binlerce kişi “kurcalama” yöntemiyle birşeyleri “düzeltmeye” çalışmaktadırlar. Ama bu “kurcalama”ların başarılı olmadığı, başarılı olmak bir yana sorunları daha içinden çıkılmaz hale getirdiği görülmektedir.

    Sorun, şu veya bu kişi ya da şu veya bu siyasal partiyle ilgili değil, toplumumuzun tüm sorunlara yaklaşımındaki yetersizlikle ilgilidir.

    Bu yetersizliğin giderilmesi iki aşamalı bir yaklaşımla mümkündür: Önce, “kurcalama” yöntemiyle çözmeye çalıştığımız sorunları gözden geçirmeli ve bunların hemen hemen “tüm” sorunlar olduğunu görmeliyiz. İkinci aşama ise sorunları “kurcalamak”tan vazgeçip, onların niçin olduğunu anlamaya çalışmaktır. Eğer bu iki adım doğru atılırsa, çözümler konusunda hiç endişe edilmemelidir. Ama eğer “kurcalama” yöntemini terketmezsek sorunların daha çok ağırlaşacağından zerre kadar şüphe edilmemelidir. »

    5 Haziran 2008

  • Telekulak nasıl engellenir?

    Uzaktan algılama bir teknoloji ve üstelik çok da gelişkin bir teknoloji.

    Medyada sıkça yakınılan “bu kadar çok insan de dinlenir mi, ayıptır” ve de yargıtay’ın verdiği karara gerekçe olarak gösterilen, “herkesi izlemek olmaz“ı kolayca geçersiz kılabilecek gelişkinlikte bir teknoloji paketi.

    İçinde sadece bir tek sözcüğün geçtiği tüm iletişimi (telefon, e-posta, faks vb) izlemek, üstelik de hiç mahkeme kararı olmadan izlemek, hatta Türkiye sınırları dışından izlemek mümkündür.

    Nitekim 11 Eylül sonrası, içinde Guantanamo, terör, bomba, Ladin, ikiz kule gibi yüzlerce sözcüğün geçtiği e-postalar -hem de servis sağlayıcı aracılığıyla- izlenmişti.

    Bugünün gelişkin teknolojileri ortaya çıkmadan 40 yıl kadar önceleri, Sinop’taki ABD dinleme merkezinin şöhreti, “Rusya’daki askeri üslerdeki pilotların diş fırçalama seslerinin dinlenebildiği“ne kadar varmıştı.

    Ulaştırma Bakanı’nın “dinlenmek istemiyorsanız konuşmayın” önerisi belki yanlış formüle edilmiş olabilir ama kesin bir gerçeği dile getirdiği de unutulmamalıdır.

    Sözün kısası, sizi birisi izlemek isterse bunu yapabilir.

    Peki şimdi bir soru: İzleme işi epey çaba -ve tabii ki masraf- gerektiren bir uğraş olduğuna göre buna kalkışan(lar) bunu niye yapsınlar?

    İnternette virüs yayan hacker’ların çok çok küçük bir bölümünün zeki ama psikopat kişiler olduğu, geri kalan çok büyük bölümünün ise sipariş üzerine çalıştıkları biliniyor.

    Yazılım firmalarının -tabii ki hepsi değildir- kimi departmanları güvenlik yazılımları üretirken, başka birimleri de bu güvenlik duvarlarını aşabilecek virüs yazılımları üretiyor. Kuşkusuz bunun için her iki departman grubunun çok sıkı bir eşgüdüm(!) içinde çalıştıkları kolayca tahmin edilebilir.

    Açık kaynak kod uygulamasını yaygınlaştırmak isteyen kişi ve şirketlerin bir türlü -yeterince- yaygınlaşamayışının altında, güvenlik ve virüs yazılımını aynı anda üreten şirketlerin olduğu bellidir.

    Bu noktadaki sözün kısası, “bir malın, ancak alıcısı varsa üretilebileceği“dir.

    Bu basıt akıl yürütmeden görülebilen gerçek, izleme konusunda teknolojik önlem geliştirmek, yasaklayıcı mevzuat üretmek vb araçların işe yaramayacağı, sadece malın (izlemeye yarayan donanım, yazılım, işgücü vd) fiyatını artıracağıdır.

    Kritik nokta ise, malın müşterileridir…

    Müşteriler, alt etmek istedikleri kişi ve/ya kurumlara karşı koz üretmek peşindedirler [1]. Bir diğer deyişle, birbirini alt etmek isteyen taraf sayısı arttıkça müşteri sayısı artacak, müşteri arttıkça mal sağlayıcı artacak, mal sağlayıcılar dönerek yeni pazarlar üretebilmek için pazarlama faaliyetine girişecekler ve kendini besleyen bir döngü oluşacaktır.

    Bu süreci önce azaltıp sonra da durdurmanın çaresi, herhangi bir konuda birbirini alt etmenin tek mümkün yolunun, yargılarına güvenilen bir hukuk sisteminden geçtiği anlayışının yerleştirilmesidir. Eğer, altetme aracı olarak kullanılan izlemenin bir alternatifi herkes tarafından kolay ve ucuz erişilebilir şekilde piyasaya sürülürse kim kimi niye izlesin. Bu alternatif, “hukuk”tur. Özgürlükler ve demokrasi de -iletişim özgürlüğü dahil- ancak böyle bir ortamda mümkün olabilir.

    Demokrasi ve hukukun birbirinin alternatifi olarak sunulduğu dikkate alınırsa izleme tırmanışının kök nedeni anlaşılmış olacaktır.

    Bu nokta üzerine yoğunlaşmak yerine, izlemeyi imkansız kılacak önlemlere kafa yormak abesle iştigal sayılabilir.

    5 Haziran 2008

    [1] https://tinaztitiz.com/dosyalar-2/#alegar

  • Darbe eğilimleri neyin göstergesidir?

    Her çözümlemenin vazgeçilmez ilk adımı “varsayımlarını ortaya koymak” ise, bu yazı konusunun da varsayımları işin başında belirtilmelidir. Buna göre:

    1. 27 Mayıs 1960’tan bu yana, mevcut hükümetleri indirmeye yönelik çeşitli eylem ve girişimlerin deklare edilmiş ortak yönlerinden birisi, “mevcut gidişata karşı demokratik düzeni tesis etmek” olmuştur. Yani -en azından söylem bazında-, bir sorunu çözmek amacı ileri sürülmektedir.
    2. Girişimlere karşı halk desteğinin düzeyi hakkında sağlam bir veri bulunmasa da, hiç birisine karşı ciddi bir halk tepkisi de olmamıştır. Hattâ birkaçında “ordu halâ ne bekliyor?” gibisinden sitemler de biliniyor.
    3. Gerek eylem ve girişim sahipleri gerekse pasif biçimde de olsa destekleyenler, gelir ve eğitim düzeyleri açısından toplumun orta ve üst katmanlarında yer almaktadır.

    Lütfen bu üç varsayımın da darbe yandaşlığı ya da karşıtlığı bağlamında değil, sadece bir dış göz soğukluğu ile yapıldığı dikkatten uzak tutulmasın.

    Şimdi bir soru!

    Toplumun -halk deyimiyle- aydın denilen kesimi, sorun olarak gördüğü bir duruma karşı darbeden başka çözüm yolu niçin düşün(e)memektedir?

    Olası yanıtlar!

    • Darbe, en kesin sonuçlu ve en hızlı sorun çözme (SÇ) yöntemidir,
    • Darbe, yapanı riske eden, pasif destekçilerine ise zarar vermeyen bir SÇ yoludur,
    • Darbe tembel işidir, ben otururken başkası -benim yerime- yapar,
    • Darbe olursa bana da ikbal yolu açılabilir,
    • Benzer durumlarda yine darbe düşünülmüştü,
    • Darbe dışında başkaca SÇ yolu olmadığı yolunda beyin yıkama yapılmıştır,
    • Darbe dışında başkaca SÇ yolu yoktur,
    • Akla gelmeyen başka nedenler.

    Gerçek -muhtemelen- bunların bir bileşimidir, ama!

    En az yüzbinlerle ölçülebilen sayılar içinde kuşkusuz bu seçeneklerin her birini benimsemiş kişiler vardır. Ama bunlardan birisi vardır ki, iddiam, onun 1 numara olduğudur. O da, “darbe dışında başkaca SÇ yolu olmadığına inanmış olmak“tır.

    Her toplumun bir SÇ profili vardır…

    Gündelik yaşam mücdelesi içinde olan nüfusun büyük bölümünü dışarıda tutup, aydın adı verilen kesimin çeşitli sorunlarını hangi yollarla çözdüğü “SÇ profili” olarak adlandırılabilir.

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın [1], bir süredir, üniversiteli gençler arasında yürüttüğü bir ankette şu seçeneklerden birisinin işaretlenmesi isteniyor:

    Sizce iş bulmada en önemli özellik nedir?

    • Güçlü ilişkileri olan iyi referanslara sahip olmak,
    • Çok iyi bir üniversiteden mezun olmak,
    • Çok çalışkan olmak,
    • Çok düşük ücrete razı olmak.

    Bu ankete şu ana kadar katılan 410 kişinin %62’si birinci seçeneği işaretliyor. Düz Türkçe’de torpil adı verilen bu SÇ yöntemi, küçük de olsa söz konusu profil hakkında bir fikir veriyor.

    Profilin sayısallaştırılmamış, ama gözlemlerimizle doğrulanmakta olan şekli hakkında fikir verebilecek, ağırılkla kullanılan SÇ yolları şunlar:

    1. Sorunun köklerini önce anlamaya sonra da ortadan kaldırmaya yönelik olmayan (irrasyonel) yollar kullanmak:

    • Yakınmak,
    • Sorunu görmezden gelmek,
    • Sorun olmadığını savunmak,
    • Tevekkülle sorunu kabul etmek,
    • Sorunun dile getirilmesini önlemek,
    • Sorunu, bir başkasının sorunu haline getirmek,
    • Sorunu çözebilecek birisini aramak,
    • Yasa ve/ya ahlâk dışı yollar kullanmak,
    • Sorunun kökleri yerine hayaletleriyle uğraşmak [2],
    • Yatıra rüşvet vaat etmek,
    • Zor veya şiddet kullanmak,

    2. Nadiren ise rasyonel yöntemler kullanmak.

    Buna göre darbeler, SÇ profilimizin “zor veya şiddet kullanarak sorun çözmek” kategorisine girmektedir. “Zor veya şiddet kullanmak” kuşkusuz bazı hallerde bir SÇ yöntemidir. Ülke savunmasında, içteki düzenin sağlanmasında -diğer yollar tüketildikten sonra- zor veya şiddet kullanmak gerekebilir. Toplumumuz açısından mesele, bu SÇ aracının “başka seçenekler bulunmasına karşın tercih edilen başlıca SÇ aracı” haline gelmiş olmasıdır.

    Örneğin, birkaç darbenin gerekçesi olan “dine dayalı toplum yaşamı tasarımı” sorununun çözümü için en etkili yol, bu soruna yol açan “ezbere dayalı eğitim sistemi” ve onun okul dışı yaşamdaki karşılığı olan “sorgulama yerine inanca dayalı karar verme geleneği” ile mücadele iken, ~15 milyon nüfuslu eğitim sınıfının (öğrencisi, öğretmeni, yöneticisi, politikacısı) ve ~30 milyon nüfuslu öğrenci velisi kesiminin tavan köşesi seyreder aymazlığı, sonra da “bu ordu ne güne duruyor?” diye gaz vermesi ahmaklık değilse nedir?

    Ve Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK)?

    Bu resmin işaret ettiği hastalık, “toplumumuzun SÇK’nin yetersizliği“dir. Canlıların bağışıklık sisteminin toplumsal alandaki -tam- karşılığı SÇK’dir. Bu tanı aydın kesim tarafından anlaşılmadan, toplumsal bağışıklık sistemi zafiyetinin çeşitli sonuçları ile uğraşmak hayaletlerle boğuşmak gibidir. Hele hele bu sorunlarla başa çıkabilmek için darbe yönteminin kullanımı, gölge yoketmek için insanın kendini yakıp yoketmesi kadar akıl dışıdır.

    SÇK ve Çığ Etkisi!

    Ne olup da toplumumuzun SÇK böyle zafiyete uğramıştır? Hemen her sorunun (keneler dahil J) değişmez nedenlerinden birisi olarak ileri sürülen dış mihraklar mı tezgahlamıştır?

    Bunu anlamak için “bozulmanın ve düzelmenin çığ etkisi” denilebilecek bir olgunun kavranmasına ihtiyaç var. Buna göre, bir sistem -herhangi bir nedenle- bozulmaya yüz tuttuğunda bir müdahalede bulunulmaz ise giderek daha çok bozulur; aksine, düzelmeye başladığında ise daha da gelişir.

    Sorunlarını akılcı yollarla çözme kabiliyeti yüksek olan toplumlar, o sorunlara yol açan nedenleri giderecekleri için aynı sorunlarla daha seyrek karşılaşırlar ve SÇ süreçleri boyunca edindikleri bilgi ve deneyimlerle SÇ kabiliyetleri giderek artar.

    SÇK düşük toplumlar ise kök sorunları anlama ve giderme için gereken SÇ araçlarına sahip olmadıkları için sadece ezbere belledikleri araçları kullanmaya devam ederler. Bu araçlar kökleri gideremediği için bir yandan sorunlar büyüerek ve şekil değiştirerek devam eder, bir yandan da SÇK gelişmediği için giderek zayıf düşerler.

    SÇK azalmış toplumların ise giderek daha çok sorunla karşılaşacağı ve sonunda Toplumsal AIDS denilebilecek bir onulmaz hastalığa yakalanacakları kolayca görülebilir.

    İster bilerek kapmış olsun, isterse doğum sırasında anneden geçmiş olsun henüz AIDS’e çare bulunmadı; toplumsal olanına ise belki de hiç bulunmayacak.

    15 Temmuz 2008, Salı

  • Bayraktepe, varsayım zincirleri ve “A sınıfı açıklama”!

    Kamuoyunda Aktütün Karakolu olarak bilinen Bayraktepe Baskını, terör konusunda rastgele bir örnek olsa da, tamamen farklı alanlarda benzer yaralayıcılıkta olaylarla sıkça karşılaşıyoruz.

    Bu olayların tümünün ortak yanı, bu konularda akıl fikir yürütmek durumunda olanların çoğunluğunun –birbirleriyle tam aksi görüşleri savunanların dahi-  açıklama metodolojilerinin benzerliğidir.

    image0022-e1391089344743

    Burası “özgür varsayımlar” ülkesidir:

    Bir paradigma oluşturacak kadar belirgin çizgili bütün bu açıklamaların başat özelliği, ardarda sıralanmış bir dizi varsayıma dayalı olmalarıdır.

    Yukarıdaki şemada, Bayraktepe olayına etkisi olabilecek öğelerden bir bölümü görülüyor.

    Kuşkusuz bu şemada sıralanan seçeneklerin her birinin sonuç üzerinde az ya da çok etkisi olabilir. Ama bir ABC sınıflaması [1] yapılırsa bunların %80 dolayındaki bir bölümü A sınıfının dışında kalacaktır.

    İkinci nokta, sonuç üzerine etki yapabilecek 50,000’i aşkın bileşimin belirgin bir çizgiyle ikiye ayrılmakta olduğudur:

    1. Belirli stratejik amaçları gerçekleştirmek amacıyla sürekli ve etkili bir sistem uyarınca eylemleri planlayıp uygulayan(lar),
    2. Yürümekteki bir sürecin ardına –zaman zaman- takılarak taktik amaçlar peşinde koşanlar.

    Bu iki grup etmen, meselelere belirli ilkeler uyarınca bak(a)mayan kimseler açısından son derece içiçe girmiş ve bir o kadar da spekülasyon üretmeye uygun bir resim ortaya çıkarıyor. Örneğin bir köşe yazarı, her gün bu etmenlerden beş-altı tanesini seçip, kendi içinde tutarlı spekülasyonlar üretebilir.

    Ama birkaç küçük(!) eksik vardır:

    • Olayı açıklamada –örneğin Bayraktepe- kullandığı varsayımların A sınıfına ait olup olmadığı,
    • Kullandığı varsayımların geçerlik dereceleri hakkında –hedef kitlesinin duygusal eğilimleri, takıntıları, temennileri, beklentileri ve kişisel tahminleri dışında- bir kanıtı bulunmayışı,
    • Birden fazla sayıda varsayımın peşpeşe dizilmesi halinde bileşik geçerlik düzeyinin son derece hızla azalacağı, ama bu yolla açıklanamayan hiçbir olayın da kalmayacağı gerçeğinin ıskalanması.
    • Örneğin, %80 düzeyinde emin olunan bir varsayımın peşine yine aynı güvenilirlikte varsayımlar dizilirse bileşik güvenilirlik şöyle olur:

     

    Şimdi bir soru akla gelebilir:

    Her varsayımın kanıtı aranacak olsa hiçbir sorun için akıl yürütülemez. Spekülasyon da bir açıklama yolu değil midir? Böylece olayları bütün yüzleriyle gözden geçirmiş olmaz mıyız?

    Evet doğrudur, böylece bir olay tüm olası yönleriyle gözden geçirilebilir. Ama, bütün bu yönler akla gelebilecek her şeyi kapsadığı ve de böylece hemen herkesi tatmin edebilecek bir açıklama seçeneği bu bulamaçın içinde yer alacağı için, üzerine gidilmesi gereken “A sınıfı açıklama” yapılamaz, yapılmasına ihtiyaç da duyulmaz.

    Her teori varsayımlara dayalıdır ama!

    Kuşkusuz teoriler de varsayımlar çevresinde oluşturulur. Bir teorinin ileri sürülmesinde kullanılabilecek varsayım sayısının bir sınırı da yoktur. Tek koşul, teorinin olabildiğince çok sayıda olayı açıklayabilmesidir; sadece bir olayı açıklayabilen, bir başka olayda varsayım değiştirmek zorunda kalınan bir teori geçerliğini yitirir.

    Sadece bu son olayda değil, bundan evvelkilerde de çeşitli kalem ve ağızlar yoluyla ortaya konulan resmi, yarı resmi, gayrı resmi açıklama, yorum, analiz vb çözümlemelerdeki varsayımlardan hatırladıklarım şunlar:

    • Türkiye’nin güneydoğusunda –şu anki petrol fiyatları karşısında çıkarılması kârlı olmayan-, katı petrol rezervleri terörün başlıca nedenlerindendir,
    • İnsan hakları, demokrasi vb kavramların yükseldiği, iletişimin son derece kolaylaştığı bu çağda terör, klasik savaşların yenilenmiş bir şeklidir. Dolayısıyla terör diye bir olgu yoktur, belli amaçlarla açılmış ve ülkelerin birbirlerine karşı örtülü güçleriyle yürüttükleri savaşlar vardır; bu savaşlar birer “kozlar savaşı”dır. [2]
    • A.B.D. Güneydoğu’da bir Kürt devleti kurmak istiyor,
    • Su petrolden önemli oluyor, Batılı’lar su kaynaklarını ele geçirmek istiyorlar,
    • Irak petrollerini kontrol edebilmek için Türkye’nin GD’sunu ele geçirmek istiyorlar,
    • Küresel ısınma nedeniyle sular altında kalacak  veya buzul çağına girecek ülkelerden insanları Türkiyeye göç ettirecekleri için buraları ele geçirmek istiyorlar,
    • Lozan sırasında zaten bu işin rövanşının alınacağı yüzümüze söylenmişti,
    • Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen dış güçler komplo kuruyorlar,
    • Bor, toryum vb değerli maden rezervlerimizi ele geçirmek istiyorlar,
    • Kuzey Irak, Suriye, İran ve Türkiye’deki Kürtler birleşerek devlet kuracaklar,
    • Terör örgütü, sahip olduğu imkanları sürdürebilmek için terörü sürekli canlı tutuyor,
    • Kürt kökenli vatandaşlarımız PKK’yı desteklemiyor,
    • PKK sempatisi Kürt kökenli vatandaşlarımız arasında çok yüksektir,
    • Batı, islamlaşmaktan korkuyor; bu nedenle ılımlı islam icat edilmiştir. Türk-Kürt kavgası yoluyla Türkler ve aynı zamanda islam zayıflatılmak isteniliyor.

    Peki bu durumda Bayraktepe baskını’nın “A sınıfı açıklaması” nedir?

    Yukarıda bir bölümü sıralanan varsayımların hepsi birden gündemde tutulduğu –ve böylece her nabza uygun şerbet sunulduğu- sürece, belirli bir tehdit senaryosu oluşturup yeterli güçle üzerine gitmeye imkan yoktur.

    Nitekim, “terör magazini” şeklindeki medya haberlerinin en sonlarında –artık soracak soru kalmadığında-, “peki terör örgütü bu saldırıyı niye yapmıştır?” sorularının sorulması, bu “tanı dağınıklığı”nın bir göstergesidir.

    Yani, belki de son derece doğru bir varsayım üzerinde yoğunlaşabilmek için gerekli sorgulama yapılmadığı için –ki buna da terör ezberi denilmelidir- ne Dağlıca baskınının, ne Bayraktepe baskınının ne de Diyarbakır’daki bombalı saldırıların nedeni bellidir.

    Müteveffa başbakanlardan Bülent Ecevit’in, Öcalan’ın yakalanması üzerine söylediği, “niçin teslim ettiklerini bir türlü anlayamıyorum” sözleri de bu belirsizliğin bir diğer kanıtıdır.

    Kısacası, PKK niçin var? sorusunun cevabı olarak onlarca alternatif cevap vardır, ama “A sınıfı açıklamaya” esas tek cevap yoktur.

    Terör adını verdiğimiz çağımız savaş türü karşısındaki başarı düzeyimizin düşüklüğünün nedenine bir de böyle bakınız.

    9 Ekim 2008

     

     

     

  • Belediye başkanlarımıza açık mektup!

    Saygıdeğer Başkanım,

    Zaman zaman sizlere yazmış olduğum mektuplara karşı gösterdiğiniz duyarlığa şükranlarımı sunarken, bir konudaki düşüncemi sizlere iletmek istiyorum. Bu konu, yıllardır tüm belediyelerimizde süren çağdışı bir uygulama olan, “başıboş hayvanların itlafı” sorunudur.

    Başıboş hayvanların kuduz ve diğer hastalıklar açısından bir risk grubu oluşturduğu doğrudur. Ancak, bu grubun yarattığı riskten bin kat daha fazlasını yaratan ve içiçe yaşamaya alıştığımız, hijyen kurallarına uymayan yiyecek üretimi ve satışı, kanserojen olduğu bilinen kimyasallarla karıştırılan yiyeceklerin serbestçe satılabilmesi gibi etkenler, hergün ve sessizce onlarca kişiyi hasta etmekte, öldürmektedir. Kuduz vakalarının sayısı ise bununla karşılaştırılamayacak kadar azdır.

    Hal böyle iken, doğanın o harika yaratıklarını öldürmek, acaba “canlıya saygı” kavramıyla bağdaşır mı?

    Birlikte yaşamak zorunda olduğumuz, ayrılmaz parçamız olduğunu idrak etmek durumunda olduğumuz hayvanları öldürerek riski ortadan kaldırmak isteyenler, daha büyük riskleri azaltmak için onlara neden olanları da öldürmeyi düşünmekte midirler?

    Çocuklarımızın ve hayvanlara karşı duyarlı olanlarımızın gözleri önünde hayvanları öldürmekten çekinmeyenlerden, bir insan olarak utanıyorum.

    Bu olayın, bugüne kadar sizin dikkatinizi çekmediğinden kesinlikle eminim. Aksi halde buna kesin olarak karşı çıkıp önleyeceğinizi biliyorum.

    Bildiğiniz gibi, sokak hayvanlarının başıboş ve hızla çoğalmalarına karşı üç tür önlem bulunmaktadır:

    1. Başıboş kedi ve köpeklerin kısırlaştırılmaları,
    2. Onların kolayca beslenmelerine ve dolayısıyla sayılarının artmasına, başka canlıların da (fare vb) üremelerine ortam hazırlayan çöplük ve benzeri nedenlerin ortadan kaldırılması,
    3. Özellikle çocuk sahibi ailelerin en az birer hayvan edinmelerinin özendirilmesi.

    Medeni ülkelerde hayvan itlafı metodu uzun yıllardır terkedilmiş, onun yerine bu yöntemler benimsenmiştir.

    Sayın başkanım,

    Sizin, bir kampanyanın önderliğini yapacağınıza, “kısırlaştırma” ve “hayvan edindirme” konusunda ilk adımları atacağınıza inanıyorum.

    Mektubumu okumaya ayırdığınız zaman için size teşekkür ediyorum ve sizin ağzınızdan şunları duymak istediğimi belirtmek istiyorum: “Hayvanlar bizim dostlarımızdır. Biz dostlarımızı öldüremeyiz!”

    Selam ve sevgilerimle,

    Tınaz Titiz

    24 Mayıs 2000

     

  • Müşteri kral(mı)dır?

    Şu yazımı [1], tamamen sanayide uygulanagelen toplam kalite bağlamında, yani salt teknik çerçevede 2001 yılında yazmıştım.

    Kalite ihtiyaca uygunluktur” ve “müşteri kraldır” ilkelerinin, toplam kalite akımının iki belirleyici köşe taşı olduğunu yazdıktan sonra, bunun doğru ama tam doğru olmadığını belirtmiş ve yazı sonunu şöyle bağlamıştım: ” Kalite, -çeşitli seçenekler konusunda özgür seçim hakkına sahip, seçenekler konusunda bilgilendirilmiş ve de seçeneklerden biri yönünde koşullanmamış olmak kaydıyla- ihtiyaca uygunluktur“.

    Bu cümleyi şöyle de okuyabilirsiniz:

    Müşteri eğer:

    1.     Çeşitli seçenekler mevcut ise ve

    2.     Bunlar arasında özgür seçim imkanına sahip ise ve

    3.     Bu seçenekler hakkında bilgi sahibi ise ve de

    4.     seçeneklerden biri yönünde koşullanmamış ise

    kraldır.”

    Buradaki kral, kuşkusuz bir deyimdir ve “kayıtsız ve şartsız ihtiyacına uyana karar verme hakkına sahiptir” anlamındadır. Bir diğer deyimle, “müşteri, yukarıda açıklanan 3 koşul yerine geldiğinde kayıtsız ve şartsız egemendir“.

    Son aylarda giderek keskinleşen biçimde toplumu ikiye ayırma eğilimi ortaya çıktı. Kargaşa dönemlerinde ince düşünmeye yer yoktur. “Ya benden yanasın ya da karşısın” tutumları genellikle öyle zamanlarda ortaya çıkar. Örneğin savaş sırasında karşılaşan iki asker sadece birbirinin üniformasına bakar. Ölçüt basit ve tektir: üniforma benimkinden mi değil mi? Değilse tetik çekilir, süngü saplanır.

    Bunu yapanlar emir almış sıradan askerlerdir; komutanları ise -ki zaten sadece o nedenle komutandırlar- daha ince düşünürler ve siyahla beyaz arasındaki çeşitli tonları ayırdederler. Asker davranışı ne kadar doğalsa komutan davranışı da o kadar beklendiktir.

    Toplumdaki kanaat önderlerinin tutumlarının da siyah-beyaz arasındaki gri tonları farkedebilir olması beklenir. Ama görünen odur ki toplumumuzu demokratlar ve darbeciler olarak ikiye ayırmakta bir sakınca görmemektedirler.

    Halkın kendini yönetmesi” ilkesi -belki çok keskin ideolojik kampların mensupları hariç- herhalde itiraz edilebilecek bir yaşam biçimi değildir. İster çoğu insanın kökünü bilmediği demokrasi sözcüğüyle söylensin isterse açık anlamıyla ifade edilsin, çoğunluğun demokrasiden yana olduğu pekala söylenebilir.

    Bir anlamda halk bir müşteridir ve ihtiyacını kendi belirleyip seçmek ister. “Ben buna yetkin değilim, benim yerime başkaları ihtiyacımı belirlesin ve o ihtiyacı giderecek insanları seçsin” diyebilecek -ki herhalde darbe yanlısı bu demektir- kişi bulunur mu bilinmez.

    O halde, toplumun çoğunluğu, kendi ihtiyacını kendi seçmekten yana tavır sahibi ise demokrat sayılmak gerekir. Ama bu noktada dikkat edilmesi gereken kritik nokta, bu demokrat çoğunluğun, yukardaki 4 altın koşula uyduğundan kuşku duyulmamasıdır.

    Bir diğer deyişle, egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir denilirken o koşulların varlığının su götürmez düzeyde var olduğu kabulünden hareket edildiği varsayılmaktadır.

    Eğer birileri çıkar da, bu altın koşullardan bir veya birkaçının yerine gelmediğini, egemenlik söyleminin kayıtsız ve şartsız olmadığını ileri sürerse, onları darbe yanlıları safına koymak, sadece gerçek darbe yanlılarını daha kalabalık -ve pek kalabalık- göstermekten başka bir işe yaramaz. Yani bir anlamda bu tutum bir çeşit darbe destekçiliği anlamına gelir.

    Egemenliğin kayıtsız ve şartsız milletin olduğu söylemi bir vizyondur ve o vizyona erişmek yolunda, o 4 koşulu yerine getirebilmek için insanları ikiye bölmeye değil çaba harcamaya ihtiyaç vardır.

    28 Mart 2008