• “Küme Zekası” (swarm intelligence)

    Bir canlı hayvan küme’sinin, belirli bir iç veya dış liderden komut almaksızın, ama yine de bir uyum içinde hareket edebilmesine genelde bu isim veriliyor. Aslında robot biliminde kullanım için geliştirilen bu kavramın en iyi örnekleri hayvanlar aleminde görüldüğü için de açıklaması hep hayvan toplulukları yoluyla yapılıyor[1]. Kuşlar, balıklar ve karıncalar bu örnekler içinde en iyileri.

    Bu zeka türü aslında –bazı alanlarda- insanlar tarafından da kullanılıyor. Bir basketbol oyununda toplu hücum eden takımın oyuncuları bir kümedir ve hızlı hücum sırasında karşılarındaki savunmanın aldığı pozisyonlara göre ani kararlarla top kullanımının şeklini değiştirmektedirler. Bu esnada bir iç veya dış lider ne yapılacağını söylememekte, oyuncular –uzun süre birlikte oynamanın yarattığı bir kolektif zeka ile- olabilecekleri tahmin edip küme içinde uygun yerlere doğru ani hareketler yapmaktadırlar.

    Diğer yandan, bu zeka toplumsal yaşam alanlarında da kullanılmaktadır. Örneğin bir spor klübüne, bir siyasi partiye ya da bir ideolojiye sempati duyan gruplar herhangi bir liderden talimat almadan belirli bir eylemin içinde yer almakta, o eylemi destekleyecek yolda bireysel kararlar alabilmektedir.

    Bunun aksi de olabiliyor. Aynı toplumsal yaşam alanlarında, bu defa o alanların liderlerinden talimat alan kitleler birbirleriyle uyumlu –hatta diğerinden çok daha uyumlu- eylemler üretebilmektedir.

    Birinci tür kolektif eylemde lider, kitledeki bireylerdir. Her birey kendi özgür alanına müdahale ettirmeden kümenin ana amacı doğrultusunda gereken hareketlere karar verip uygulamaktadır.

    İkinci tür kolektif eylemde ise kişiler özgürlüklerinden vazgeçmekte, sadece talimatları uygulamaktadırlar.

    Hayvan kümelerinde her iki tip kolektif eyleme de rastlanmaktadır. Kırlangıçlar, yaban kazları, leylekler, balık sürüleri birinci türe örnektirler. Küme zekası tam olarak bunlar için kullanılabilir. Hayvanları dürten etki, ya genetik kodlarındaki talimatlar ya da sürünün diğer bireyleriyle uyum içinde olma konusundaki sezgileridir. Milyonlarca hayvandan oluşabilen kümenin her bir üyesi yakın çevresiyle uyum içinde olmaya ve içinde bulunduğu ortamın sürükleyiciliğine kendini bırakmış, kümenin yanlış bir iş yapmayacağına güvenmektedir.

    Bununla beraber bazı uçucu hayvanların biyolojik saatlerindeki bir genetik hata nedeniyle henüz uçamayacak durumda oldukları bir dönemde toplu olarak göç hareketine başladıkları ve yürümek zorunda kaldıkları hata peryodu boyunca vahşi hayvanlara hedef  oldukları da biliniyor. Yani kümenin asla yanlış karar vermeyeceği garanti edilebilir bir olgu da değildir.

    İkinci tür kolektif eylemler ise sirklerde gruplar halinde gösteri yapan hayvanlarda söz konusudur. Bu durumdaki kolektif eylem ya korkuya (dayak, acı çektirme vb yollarla) ya rüşvete (çok sevdiği bir yiyecekle ödüllendirme gibi) ya da çok sayıda tekrar yoluyla koşullandırmaya dayalıdır. (Okullarımızda uygulanan tekrar yöntemi B.F. Skinner adlı bir araştırmacının hayvanlar üzerinde yaptığı çok sayıdaki koşullandırma deneylerine dayanmaktadır.)

    Görüldüğü gibi iki tür eylem arasında dış görünüş benzerlikleri varsa da temel dürtüler tamamen farklıdır. Birinci türdekiler bireysel özgürlüklerinden vazgeçmeden bir uyum sergilemekte, ikinciler ise bunu korku ya da rüşvet karşılığında yapmaktadırlar ve bireysel özgürlük söz konusu değildir. https://goo.gl/Qox3k3

    Küme zekası baskeboldan başka bir işe de yarar mı?

    Evet yarar, hem de çok. Bireysel özgürlüğüne, zihinsel bekaretine[2] düşkün insanların bir araya gelip bir liderden talimat almalarını beklemek gerçekçi değildir. O insanlar lidere saygı duyabilirler, ama yapılması gerekenlerin başkalarınca dikte edilmesinden hoşlanmazlar. General Patton’un bir sözü şöyle: “İnsanlara ne yapacağını söyleyin, nasıl yapılacağını kendilerine bırakın!”

    Burada “ne yapılacağı” ile kastedilen “vizyon”dur. Özgürlüğüne ve zihinsel bekaretine düşkün insanlar mutlaka birer vizyoner olmak zorunda değillerdir. Vizyoner nitelikli liderlerin ortaya koyacağı düşünceler bu insanların akıllarına yattığı (yani değer yargılarıyla bağdaştığı) takdirde o yönde hareket ederler; ama her biri kendi özgür iradesine göre seçtiği yoldan yürümek kaydıyla.

    Bu durumda bir dış göz tek tek bireylere bakarsa –asker deyimiyle- başıbozuk gibi görünebilirler. Ama tümüne bakıldığı zaman bir “Brownian motion” içinde bir vizyon doğrultusunda hareket ettikleri anlaşılır. Hatta bu türlü bir “Gevşek Bağlantılı Birliktelik”, talimat ile idare edilene nazaran daha da etkilidir. Çünkü gevşek bağlantılı birlikteliğin dış etkilerle bozulması çok güç iken, diğeri yine talimat yoluyla işlevsiz kılınabilir.

    Peki bu süreç kendiliğinden oluşur mu?

    Ne yazık ki hayır. Bireysel özgürlüklerine düşkün insanların Gevşek Bağlantılı Birliktelik oluşturmaları süreci otomatik olamaz. En azından üç koşul var gibi görünüyor:

    1. “Ne yapılacağını” (vizyon) ortaya koyabilecek lider(ler),
    2. “Ne yapılacağı”nı, bireysel “nasıl yapılabilecek”lere çevirebilmek için gereken her tür çabayı (zihinsel, parasal, zamansal, bedensel vd) harcamaya istekli özgürlükçü insanların varlığı,
    3. Bu insanların, kendini lider olarak lanse eden kişilerce ortaya atılabilecek vizyonlar içinde en işe yarayanları, en parlak olanlar içinden ayırabilecek sezgilere sahip olmaları.

    J.F.Kennedy’nin şu ünlü sözü özellikle son madde için bir açıklama niteliğindedir: “Her başkana yüzlerce parlak görünüşlü öneri getirilir. İyi başkan, bunlar içinden işe yarayanları seçebilendir.”

    Anahtar soru!

    Yukarıda sıralanan üç özelliğe (biri veya birkaçına) sahip kişiler nasıl bulunacaktır?

    Rastlantılar –eğer şanslı iseniz- bu tür kişileri karşınıza çıkarabilir. Tek yapmanız gereken, karşınıza çıkabilecek o kişilerin, sürekli şikayet eden, eleştiren, ne olup bittiğini anlamaya çalışmadan boyuna ezberlerini benimsetmeye çalışan ama bir şey yapmaya, vermeye niyeti olmayan, böylece kurnazlık ederek hem gizlenen hem de kendini tatmin eden kalabalıklar arasında gözden kaçmamasına dikkat etmektir.

    Temmuz 28, 2009

     

    [1] Daha genişçe bilgi için bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Swarm_intelligence

    [2] http://wp.me/p2t6mi-P5

  • İnanç Nedir?

    Bir şeyin ne olduğunu anlamak için kısa yol onu tanımlamaya çalışmak ise de bu her zaman kolay olmayabilir. Özellikle de zaman içinde farklı anlamlar yüklene yüklene –hatta anlam yüklenmeksizin- iyice buğulu hale gelmişse. Demokrasi, egemenlik, eğitim, laiklik bunlardan sadece birkaçı.

    Hele bu sis içindeki kavram dini içerikli olduğu için sorgulanamazlık (ezber) zırhı ile de korunmuşsa, her isteyenin istediği anlama çekebileceği bir joker kavram ortaya çıkıyor. “İnanç” böylesi çok yönlü bir sözcük.

    –       Tüm siyasal islamcı örgütler her ne yapıyorlarsa inançları gereğince yapıyorlar,

    –       Başlarını örtenler, burkaya bürünenler, açanlar ya da hiç giyinmeyenlerin de gerekçesi yine inançları,

    –       Hak-hukuk gözetenin de yiyenin de gerekçesi inanç. Liste uzatılabilir.

    Eğer bir şey bu denli farklı tutum ve eylemlere, hiçbir açıklamaya ihtiyaç duyulmaksızın  referans olabiliyorsa bu,  o şeyin tanımlanması gerektiğinin bir kanıtı sayılabilir. Ama bu denli likit hale gelmiş bir kavramı doğrudan tanımlamaya çalışmak yerine, ancak birkaç kenar çizgisini çizmeye çalışıp olabildiğince dar bir alana sıkıştırmakla işe girişilebilir.

    Çerçeve Çizgisi 1. 

    İnanç özneldir. Her kişi için tanımı, farklı olabilir. Her kişinin kendi özelindeki evren tasavvuru içinde “cevabının öyle olduğundan” emin olduğu sorular bulunduğu, hatta evren tasavvuru çerçevesinin bu soruların yanıtlarıyla sınırlı olduğu söylenebilir.

    Serbest bırakılan cismin niçin yere doğru hareket ettiği, yeni çağın başlangıcının hangi olay olduğu, Batı ülkelerinin niçin geliştiği, ölen bir kimsenin daha sonra ne olacağı, yapılan –iyi ya da kötü- bir eylemin karşılığının ne olduğu ve binlerce soru.

    Çerçeve Çizgisi 2. 

    Evren tasavvurunu oluşturan soruların cevaplandırılması için iki yoldan birisi, aracı, gözlemlere dayalı akıl yürütme olan müspet bilim yolu; diğeri ise daha önceki bilgi, gözlem, akıl yürütmelerinin de eşliğindeki sezgilere dayalı inanç yolu.

    Müspet bilimin tanımlayabildiği evren tasavvurunun sınırları sabit olmayıp giderek genişlemektedir. Ama bunun nereye kadar varacağı, vardığı yerin gerçeğin ne kadarını kapsadığı, hatta gerçek diye bir şeyin olup olmadığına bilimin verebildiği alçakgönüllü yanıt “bilmiyorum”dan ibarettir. Sınırları dışındaki tüm olasılıklar için verebildiği cevap budur. Hatta, sınırları içinde bulunup da bilindiği varsayılanların mutlak doğru olup olmadığı konusundaki cevabı da aynıdır.

    Serbest bırakılan cismin (bir gezegen üzerinde) yere doğru hareket etmesinin nedeninin adına “yer çekimi” denilen ve fakat ne olduğu bilinmeyen bir etki olduğu, düne kadar bilimin cevabı idi. Bugün, sınır biraz genişlemiş ve her cismin, çevresindeki uzayı –kütlesiyle orantılı biçimde- büktüğü, bu nedenle de bırakılan cimleri yokuş aşağı iten bir kuvvetin (yerçekimi) oluştuğu noktasına gelmiştir. Ama bu defa da bilim, cisimlerin çevresindeki uzayı niçin büktüğüne “bilmiyorum” cevabını veriyor.

    İnanç yolu ile verilen cevaplar çok çeşitli olabilir. Tüm cisimlerin kaynağının tek (ve Allah) olduğu ve bu nedenle tüm cisimlerin kendi kaynaklarına dönme eğilimi içinde oldukları gibi bir cevap olabileceği gibi, “bilmiyorum ve merak ediyorum” ya da “bilmiyorum ve Allah’ın işlerine karışmayı doğru bulmuyorum” da olabilir.

    Çerçeve Çizgisi 3. 

    Sezgilerimizin doğası tam olarak bilinmiyor. Çeşitli seperator tavırlar[1] aracılığı ile, kendimizi, parçası olduğumuz evrenden –çeşitli sızdırmazlık derecelerinde- yalıtmadığımız takdirde, oluşan duru zihin ortamı’na bazı sızıntılar olabilir.

    Bu sızıntıların gerçekliğin bir parçası mı yoksa kuruntudan mı ibaret olduğunu gösterebilecek araç “gözlem ve akla dayalı” bilim yoludur. Akıl ve sezginin bu şekilde bir döngü içinde birbirini besleyip denetlemesi halinde[2] evren tasavvurlarına ek bir girdi gelebilir.

    Bu yapılmayıp, akla geliverenler denetimsiz kullanılarak inşa edilen evren tasavvurlarına ancak hezeyan denilebilir. Bu tür hezeyanlar kişi sayısı kadar çok olabileceği için, hemen her konudaki kargaşaların kaynağını oluştururlar. İslam da dahil hemen tüm dinlerde görülen bu parçalanma (tıkla1, tıkla2) ancak o dinlere ait öğretilerin temel ilkelerine dönüş yoluyla önlenebilir.

    Çerçeve Çizgisi 4. 

    Zaman içinde inanç kavramı’nın dokunulmazlık (sorgulanamazlık) kazanması, her tür keyfiliğe, hatta eğriliğe kılıf olarak kullanılabilmesine yol açmıştır. Bu şekildeki (yani sorgulamaya kapalı) inançların siyaset, ticaret ve sosyal alanlarda istismarı yoluyla çeşitli eğri amaçların gerçekleştirilebilmesi için son derece kullanışlı bir alet ortaya çıkmıştır.

    Buradan çıkarılabilecek bir sonuç, inançların birer keyfilik örtme aracı olmadığı, belirli akli süreçlerin sonunda ortaya çıkmış olabilecekleridir.

    Bu çizgilerin arasında kalan alan yine de özneldir, ama keyfi değildir. Herkesin, kendi kapasitesi uyarınca çaba harcayarak yürütmesi gereken süreçlerin sonunda oluşturacağı evren tasavvurları içinde neyi nasıl açıkladığı ve hangi nedenle “sorularının cevaplarının öyle olduğuna” inandığını açıklayabilmelidir.

    O halde, cevaplamak istediği soruları olmayanın inancı olabilir mi?

    4 Nisan 2016

    [1]Bkz. “dir aşısı” ve “övünme aşısı”, https://tinaztitiz.com/?p=7440

    [2] “Akıl ve Sezgi Sarmalı”, https://tinaztitiz.com/?p=3812

  •  Ne yapılmamalı?

    Bu konuda hazırlanmış bir sunuma tıklayıp indirerek başlarsak diyeceğimi daha kolay anlatabilirim.

    İkinci olarak, birbirine benzemez kimyasal türlerin (atom, molekül, iyon vb.) bir araya gelerek kimyasal bileşimleri oluşturmasında rol oynayan kimyasal birleşme eğilimi (afinite) denilen bir elektronik özelliği’ne değinmek istiyorum. Bu özellik (afinite, çekicilik) her kimyasal tür için farklı imiş (bazı maddelerin, örneğin oksijenin bazı metallerle birleşmeye karşı ne kadar istekli olduğunu pratikten de biliyoruz).

    Maddeler Dünyası’nın fiziksel kimya ve kimyasal fizik alanından, -benzetme yoluyla- sorunlar Dünyası’nın kimyasına geçelim. Gerçekten orada da maddeler kimyasının önemli kuralları geçerli. Ama mesela maddeler kimyasının “bir şey yoktan var olmaz, var olan bir şey de yok olmaz; ancak yer ve şekil değiştirir” yasası, “sorun kimyası”nda geçerli değil. Sorun kimyası süreçlerini düzenleyen yasalar :-), maddeler  kimyasından farklı olarak şunları diyor:

    Kural 1– Sorunlar yoktan var edilebilir, var olan sorunlar ise yok edilemez, umulmayan yer ve zamanda ortaya çıkar. Bu süreç akılsız bir karar sonunda başlar ve bitmez.

    Kural 2– Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir. Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi yeni sorunların üremesine yol açar.

    Kural 3– Bir sorun çözülmediği sürece doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir. (Büyütmek için resme tıklayınız)sorunagaci

    (1995’te ilk üçünü önerdikten 3 yıl sonra bu yaklaşımın doğru olduğunu, ama bir dördüncü kanunun ilave edilmesi gerektiği ortaya çıktı).

    Kural 4– Sorunların, aralarında bileşikler yaptığı bir ortam içinde, başka bir ortamda uygulanıp iyi sonuç vermiş çözümler hedeflenen sorunu çözemez ve hatta yeni sorunların üremesine yol açabilir.

    Şimdi bir adım daha atıp, kendimize yönelteceğimiz bir soruyu cevaplamaya çalışalım. Soru şu: Sadece birkaç sorun içeren bir ortam, yukardakilerden 3ncüsü uyarınca giderek yeni sorunlar üretmeye başlasa, oluşan her yeni ortam içindeki kimyasal elementlerden bazıları, diğer sorunlara karşı farklı afiniteler içinde daha hızlı yayılmaya, daha çok kimyasal tür içinde yer almaya başlayacaklardır.

    Acaba bu olgu –bütün şaka deyimler bir kenara- sorunların çözümünde yeni ve etkili şu yaklaşımı işaret eder mi: Neredeyse sonsuz çeşitlilikteki sorunlarımız dünyasında, diğer sorunlara karşı en yüksek afinitesi olan(lar)ı tespit edip, onları çözmeye öncelik versek, hem sorunlar dünyamızda önemli bir ferahlama olur, hem de sorun çözümü için ayırdığımız kaynakları çok daha verimli kullanırız. O halde ilke, sorun çözümüne balıklama dalmadan önce, yüksek afiniteli olan elementleri tanılamak olmalı.

    İyi de her sorun’un afinitesi alnında mı yazıyor?

    Yazmıyor, ama sorunlara alıcı gözle, sorun kimyası’nın 4 kuralı uyarınca bakan çoğu kişi bu tür “birleşme isteği yüksek” sorun elementlerini teşhis edebilir, yeter ki yaygın şu iki hastalığa karşı aşı yaptırmış olsun:

    (1)    dir aşısı: (dir) hastalığı, diğer tıbbi hastalıkların aksine hiçbir rahatsızlık verici semptom göstermez, deyim yerindeyse konfor içinde öldürür. Aşı yaptıranlar, her dir’li ifadenin –zor da olsa- en az bir ön koşulu olduğunu görmeye başlar ve dir’in rahatlatıcı atmosferinden ayrılmanın sıkıntılarını yaşamaya başlarlar.

    Zaman zaman akıllarına “geliveren”, gazeteden, TV’den okuyup dinledikleri parçaları birleştirerek, karşılarındakileri şaşırtacak “dir zincirleri” oluştururlar. İçki masalarının vazgeçilmez mezelerinden olan bu zincirler, ayılınca kopar.

    Dir aşısı iki elementten oluşur: Yanlışlanabilirlik ve “en güvendiği dir’lerin bile koşullu olduğu” gerçeği.

    Aşı olanların, daima göz önündeki bir yere, Niels Bohr’un şu sözünü[1] yazmaları önerilir: “Her cümleme saklı bir soru olarak bakmalısınız”.

    (2)    Övünme aşısı: Kendiyle, çoluğu çocuğu, akrabaları, tanıdıklarıyla övünen; hepsini tüketince karşısındakileri aşağılayarak kendini yüceltmeye çalışan bir kişi o denli meşguldür ki, yukarda önerilen “sorunlara alıcı gözle bakma”ya ya da bakanları dinlemeye ayırabilecek zamanı yoktur.

    Bulutsuz ve ışık kirliliğinin olmadığı bir gece gökyüzüne bakmak ya da “micro cosmos” filmindeki scarabaeidae (bok böceği) –samanyolu galaksisini kullanarak yönünü belirliyormuş- adlı böceğin akıl ve çabasını görmek tam korumasa da işe yarar bir aşıdır.

    Şimdi lütfen çevrenizdeki sorun olarak gördüklerinize bir bakınız. Sorunları oluşturan elementlerin afiniteleri bağlamında neler yapılması gerektiği daha net görünecektir.

    1 Mart 2016

    [1]“you are to regard my every sentence as a question in disguise”, Herzog, W.R., “Prophet and Teacher”, pp xi, 2005

  • Çapraz Kozlar Sistemi

    21 yıl önceden bir yazı: ÇAPRAZ KOZLAR SİSTEMİ

    Bu yazının aslı, 1987 yılında, o dönemin başbakanı Turgut Özal’a yazılmış bir not idi. Daha sonraki yıllarda, bilişim hakkında yazılar yazan Çağdaş Monitor adlı bir tabloid gazetede (bugünkü BT Haber) yayımlanmıştı.

    Bilişim sektöründen bir tepki gelmeyince de 2003 yılında Yıldız Teknik Üniversitesine ait TEKMER’de bir yazılım projesi olarak ele alınmış ve ALEGAR (Alternatif Etki Güzergahları Arama) adıyla gerçekleştirilmişti (tıkla). Aşağıda, 1995’te yayımlanan gazete haberini, “niçin çok şehit veriyoruz?” sorusunun cevaplarından birisi olarak sunuyorum:

    Bir küresel köy haline gelen Dünyamızda, sınırlı kaynaklardan yararlanma önceliği elde edebilmek artık giderek bir bilgi savaşı haline gelmeye başladı. Eskiden, iki güçlü ve akıllı liderini dövüştürerek kendilerini savaş yapmış sayan insanoğlu bu akıllıca yöntemi nedendir bilinmez terketmiş, önce ordularla sonra da topyekün imkanlarıyla savaşma gibi bir çıılgınlığın içine düşmüştür.

    Bugün bu çılgınlık evresi de aşılmış, artık toplumlar gerek bir bütün, gerekse o toplumları oluşturan bireyler ya da kesimler olarak, tüm imkanları, kabiliyetleri ve fırsatlarıyla “savaşmakta”dırlar. Bu yeni savaşın adı “küresel rekabet”tir.

    Bu yeni savaş yönteminde güçlü ordular, stratejik silahlar kuşkusuz ki hala önem taşımaktadır. Ama, yakın geçmişte yaşanan Körfez Savaşı’nın da gösterdiği gibi yıllar boyu petrol gelirini silahlanmaya, ülkesini bir savaşa hazırlamaya harcamış olan bir ülke dahi, yalnız askeri yolla başarı kazanamamaktadır.

    Küresel rekabet düzeninde, ortalama olarak daha az uyuyan bir toplum çok uyuyandan; daha hızlı yürüyebilenler yavaş yürüyenlerden; yabancı dili daha iyi bilen diplomatlara sahip olanlar sahip olmayanlardan ya da daha iyi bilgisayar programı yazabilenler yazamayanlardan daima daha önde bulunmaktadır. Daha önde bulunmanın ödülü refah ve mutluluk, geride kalmanın bedeli ise işsizlik, gelir yetmezliği, sorunlarını çözememe gibi hastalıklardır.

    Bu ve benzeri yarışlarla dolu küresel rekabet ortamının değişmez motifi, çeşitli toplumlar arasındaki doğrudan ya da dolaylı “çatışma”lardır. Türkiye’nin görünürde hiçbir konuda çatışmadığı bir ülke, çatışma içinde olduğu bir ülkeyle ilişki içindeyse, o da çatışmanın taraflarından birisi demektir.

    Bir çatışmada tarafların her birinin elde etmek istediği, çatıştığı rakibine karşı varsa doğrudan üstünlüklerini kullanarak, bu yok ya da yetmiyorsa rakibinin güçsüz yanlarını kullanarak, bu da yetmiyorsa kendisi ve rakibinin dolaylı ilişkilerini değerlendirerek üstün duruma gelebilmektir.

    Bir toplumun, kendisi ve rakiplerinin dolaylı ilişkilerini belirli “amaç fonksiyon”larını gerçekleştirmek üzere her an kullanabilir durumda bulunması, ordulardan daha kesin bir caydırıcılık sağlayabilecek bir araçtır.

    Bilgi toplumunun güçlü silahı denilebilecek bu yöntemin işlerliği başlıca iki koşula bağlıdır: İstihbarat ve bu yolla edinilen bilgileri değerlendirebileceği bir algoritma!

    “Bilgi toplumunda istihbarat”, ayrı işlenmesi gereken bir konudur. İstihbarat yoluyla edinilecek doğrudan ve dolaylı üstünlük, zafiyet ve ilişki bilgilerinin bir “algoritma” ile işlenip birer eylem önerisi haline getirilmesi ise, bilişim sektörünü ilgilendiren ilginç bir konudur.

    Böyle bir sisteme “çapraz kozlar sistemi” denilebilr ve çok boyutlu bir “ilişkiler matrisi” nin işlenip, çok taraflı çatışmalar uzayımızda en yararlı -ya da en az zararlı- eylem biçimlerinin neler olabileceği hakkında sağlam öneriler sağlanabilir.

    Dışişleri örgütümüz, çeşitli bölge ya da ülkelere göre, bir miktar da konulara göre “masalar” biçiminde örgütlenmiştir. Ama bütün bu “masa”lardaki bilgilerin eşzamanlı değerlendirilebileceği bir çapraz kozlar sistemi yoktur. Bu işlevi deneyimli diplomatlar yapmaya çalışır. Ama deneyimli diplomatların, bir bilgi destek sistemine sahip olmaksızın tüm ilişkileri bilip değerlendirebilmelerine imkan yoktur.

    Gümrük Birliğine girme süreci içindeki ülkemizin bugün her zamankinden daha fazla böyle bir bilgi destek sistemi’ ne ihtiyacı vardır.

    Bu ihtiyaç bilişim sektörümüz için bir iş imkanı, toplumumuz içinse yaşamsal öneme sahip bir hayatta kalabilme aracıdır.

    Pazar, 6 Ağustos 1995

  • “Emperyalizm”in başlıca kök-nedeni: Ezber geleneği!

    İnternet’ten gelen ve bir akademisyenin yazdığı belirtilen “A.B.D.nin Karanlık Tarihi” başlıklı bir yazı, kuzey Amerika topraklarının ele geçirilişinden başlayıp Suriye, IŞİD meselesine kadarki geçmişte A.B.D.nin oynadığı çoğu zalimce rolleri popüler bir dille anlatıyor.

    Benzer yazı, anlatı, kitap, internet mesajları vb. birikimleri zihnimde bir araya getirince ilginç bir nokta dikkatimi çekti. Bunların neredeyse tamamında anlatılanlar –bir bölümü dayanaksız, duygusal, kişilerin kendilerinden menkul olsa da- çoğu toplumsal sorunların kaynağı olarak “emperyalizm”i gösteriyor.

    Birikimleri gözden geçirince ikinci dikkatimi çeken ise, her sorunun getirilip emperyalizm’e, çözümlerinin de emperyalizm ile mücadele’ye dayandırılması ve katiyetle bir adım daha ileri gidilmeyip bu meşum olgunun sorgulanmaz (ezber[1]) oluşu, zihnimde emperyalizm = Tanrı eşitliğinin oluşmasına sürükledi.

    Madem ki kavram olarak Tanrı da kendinin nedeni ve sonucudur, öncülü yoktur, bu kadar insan ağızbirliği etmişçesine emperyalizmi nihai suçlu gösterdiğine göre, onun da tanrısal bir niteliği var demektir.

    Emperyalizm, üstünde yatılacak yastık olamaz!

    Bir zamanlar bir meslek ağabeyim, yaptığımız hataları geçiştirmek için özür dileme enstrümanını keşfettiğimizi görünce, “özür, üstünde yatılacak bir yastık değildir; önce, tekrarlamamayı güvence altına alacaksınız sonra da bir cila olarak özür dileyebilirsiniz” demişti. Emperyalizm de her melanetin ihale edileceği, sonra da yapılanların yapılmaya devam edilip sonuçlarının yine aynı yere fatura edileceği bir yastık olamaz. Eğer bu bir uyanıklık değilse –ki çoğu kimsenin bu amaçla kullandığını düşünüyorum- mutlaka bir aymazlık boyutu vardır.

    Aslında biraz düşünülürse, tamamen soyut bir kavramı suçlu ilan edip savaş açmanın, bedava kahramanlık için çok da uygun bir araç olduğu görülecektir.

    Önce adlandırmayı doğru yapalım: Sömürü!

    Emperyalizme fatura edilen ne varsa “sömürü” kavramıyla açıklanabilir. Sömürü ise son derece somuttur ve “değer transferi” denilen olgunun ta kendisidir.

    –     Maslow ihtiyaçlar piramidinin her basamağındaki kişiler, bir üst ihtiyaç basamağına tırmanmak ister. Ender haller haricinde bu eğilim insan türünün ortak bir özelliğidir denilebilir.

    –     Herhangi bir –somut ya da soyut- ihtiyacın giderilmesi, mutlaka bir enerji harcamayı gerektirir. Çünkü her şey:

    1. Ya doğrudan bir enerji (güneş),
    2. Ya güneş yoluyla doğrudan üretilenler (bitki, odun, kömür, petrol, gaz, madenler),
    3. Ya bu ilk ikisi kullanılarak elde edilmiş daha karmaşık bileşik ürünler (bina, alet, makine),
    4. Ya da bunların tümü kullanılarak üretilmiş daha karmaşık ürünler (bilgi, beceri, ar-ge)

    dir[2]. Bunların tümüne bir ad vermek gerekirse en uygun isim “değer”dir[3].

    –     Maslow’un her ihtiyaç basamağı, bir alt basamaktakinden daha fazla enerji (ve/ya türevine) ihtiyaç gösterir. Örneğin, üzeri ağaç dallarıyla kaplı bir barınak sahibi insanlar, üstü akmayan –mesela kamış paketlerinden yapılmış- çatıya sahip barınağı nispeten daha kolay elde ederken, vahşi hayvanlara karşı daha korunaklı taş duvarlı bir ev yapmak daha fazla enerji gerektirir.

    –     Toplumlar, yukarda sıralanan 4 kategorideki enerji (ve türevleri) kaynaklarına bütünüyle sahip değillerdir. Çünkü, sahip oldukları enerji ve türevleri arttıkça, o toplumdaki insanlar da daha üst ihtiyaç basamaklarına tırmanmak istemekte, kendilerini yönetenlerin üzerinde başa çıkılamaz bir baskı kurmaktadırlar.

    –     Bu baskıların kaçınılmaz iki sonucundan birisi, bir toplumu oluşturan çeşitli kesimler arasında, söz konusu enerji ve türevlerinin birbirilerinden transferi çatışmalarıdır. Sınıf çatışmalarının, toplum içi sömürülerin başlıca nedeni budur.

    Diğer sonuç ise, ihtiyaç duyulan enerji ve türevlerinin, başka toplumlardan ya barışçıl yollarla (ticaret gibi) ya daha az barışçıl yollarla (sömürü yoluyla) ya da zorla (işgaller, savaşlar yoluyla) transfer edilmesidir[4].

    –     Bir toplum ortalama olarak ihtiyaçlar piramidinde ne kadar yukarılara tırmanmış ise (kalkınmış, gelişmiş) ise, daha üstlere tırmanmak için toplumdaki arzu o kadar fazla, bu ek tırmanışa karşılık gelen enerji ve dolayısıyla da transfer etmek ihtiyacında olacağı enerji ve türevi o kadar büyük olacaktır. Bu ise, barışçıl-az barışçıl-saldırgan araçların tümünün birden sonuna kadar kullanılması demektir. Nitekim bugün fiilen olan da budur.

    –     Buradaki kritik kavram, her iki halde de geçerli olan yöntemin “değer transferi” olduğudur. İnsanlığın ilk çağlarından bugüne kadar çatışmaların büyük çoğunluğunun nedeni “değer transferi” olgusudur.

    –     Bu mekanizmayı anlamaya çalışmak yerine, emperyalizm, kapitalizm gibi “değer transferi” yöntemlerinden ya da bu yöntemleri kullanan X, Y, Z gibi ülkelerden yakınmak, ilkel kabilelerin gök gürültüsüne karşı keçi kurban etmeleri kadar etkilidir. Yapılması gereken “sorgulamak yoluyla anlamak” ve “gereğini yapmak”tır.

    İkinci adım: Sömürmek için sömürülecek birileri lazım!

    Böylece açıklanan “sömürü” olgusu kendi kendinin sebebi (Tanrı gibi) değildir; tam aksine bir neden dolayısıyla ortaya çıkar ve sonrasında da o neden ile birlikte sürekli olarak birbirlerini üretirler (yumurta ve tavuk arasındaki döngüsellik gibi).

    “O neden” sorun çözme kabiliyeti yetersizliğidir!

    Her bakımdan birbirine eşit güçte iki kişi arasında sömürü olamaz; aralarında potansiyel farkı yoktur. Aynen aynı yükseklikteki iki havuzdan birbirlerine su akımı olamayacağı gibi.

    Bu potansiyel eşitliği bozabilecek herhangi bir neden (akıl, bilgi, kurnazlık, acımasızlık, biat, ahlaksızlık, ezber, yaratıcılık vb farkı) dolayısıyla taraflardan birisinin, karşılaştığı sorunları çözmedeki yetersizliği derhal bir “sömürüye açık alan” yaratır. Sömürüye açık alan bir iştah açıcı gibidir ve o ana kadar sorunsuz –hatta dost- birlikte yaşayan iki kişiden göreceli olarak daha yüksek sorun çözebilirliğe sahip olanın sömürme iştahını tahrik eder; teknik olarak, arada bir potansiyel farkı oluşur.

    Bir kural olarak bir kişi ya da bir toplumun çözemediği her sorun, çevresindekiler için birer sömürüye açık alandır. Bu alan, düşük potansiyelli olanın sömürülmesine yol açarken, yüksek potansiyelli olanlar arasında da bir paylaşım kavgasına yol açar. Sevr’e giden yol boyunca bunu bizim kadar somut yaşayan toplum galiba yoktur.

    Bu süreç kin, nefret, beddua, öbür dünyada hesaplaşma vs ile ilgisi olmayan, yer çekimi, rüzgar oluşumu gibi doğal bir olgudur. Tek çaresi ise önce ne olduğunu, niye olduğunu sorgulamak, sonra da yol açan nedenlere karşı araç geliştirmektir.

    O da ne: Ezber sorgulamayı imkansız kılıyor!

    Ezber, sosyal laboratuvarlarda üretilmiş bir virüs ya da kendiliğinden ortaya çıkmış bir mutant olabilir, bunun bir önemi yok; çünkü sonuç değişmiyor. Değişmiyor ve okul dahil tüm kurumların dokuları içine yerleşiyor ve sadece kendisine belletilenleri, söylenenleri yapıp, sonra da ortaya çıkan sonuçlardan yakınıp küfür, kahır, nefret, göğüs yumruklama, övünme, öbür dünyaya havale gibi işe yaramaz –ama enerji tükettirerek doğru işler yapmayı imkansızlaştıran- yollardan medet uman bir zavallılar topluluğu haline getiriyor.

    Evet emperyalizm, ezber’in ta kendisidir!

    Ezber, toplumumuzun sorgulama (dolayısıyla anlama, anlamayı önemseme) yetisini yok eden bir hastalıktır ve sürekli olarak sorun çözebilirlik potansiyelini azaltıp, sömürüye açık alan yaratmaktadır.

    İnanmayanlar, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki bildirgeyi 5 yıl içinde niçin sadece 621 kişinin imzaladığına, her ay siteyi ziyaret eden 50,000e yakın kişinin niçin bu konuya aldırmadığına bakıp şaşabilirler.

    18 Temmuz 2015

     

    [1] Farsça “kalpten” (ez: kalp, yürek, göğüs , ber: -den eki), by heart (İng), par coeur (Fr), Sorgulanmazlık, sorgulanamazlık (Tür)

    [2] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1vI, http://bit.ly/1taV5J3

    [3] Bkz. http://bit.ly/1xa9iuL

    [4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Dd

  • Mavi – Beyaz Yaka ayrımında yeni dönem..

    Alimler ve Medreseler Birliği web sitesinde (http://bit.ly/1F0rlHQ) duyurulduğuna göre, Van ilimizde 11 alime bayan diplomalarını almışlar. Sitede bu olayın niçin önemli olduğu, alim ve alimeler yoluyla ne gibi toplumsal yararlar sağlanacağı anlatılıyor. Ne diyeyim vatana millete hayırlı olsun.

    Aynı tarihli bir gazete haberinde ise, ping-pong oynayan robotun, Dünya 1 numarası karşısında 20 oyunun 9’unu alarak nasıl zorladığı video kanıtlı (http://bit.ly/1zOfWL2) duyuruluyor. Bu iki haberi peş peşe okuyunca aklıma ister istemez şunlar geldi..

    Açık mavi – kirli beyaz!

    Yakın geçmişe kadar mavi renk bedensel yönü ağırlıklı zihinsel yönü hafif işlerin simgesiydi. Beyaz ise tam aksi. Henüz içinde bulunduğumuz çağa net bir isim konulmadı ise de “bilgi çağı” gibi bir niteleme yerleşiyor gibi.

    Bu çağın simgeleri ise, bilgileri giderek daha hızlı işleyen “işlemciler” ile daha çok bilgiyi daha küçük hacimlerde –atomik düzeyde-depolayabilen “bellekler”.

    Bu iki öğenin otomatik bileşimi ise yapay zeka yazılımlarının giderek gelişmesi ve onun da bir türevi olan robotlar. Masa tenisi oynayan robot videosu bu gelişim sürecinin an itibariyle en ileri aşaması gibi. Geleneksel mavi yaka – beyaz yaka skalasındaki yeri açısından teknolojinin bu son durumuna karşılık gelen iki renk var: Açık mavi ve kirli beyaz.

    İster halı süpürme, ister masa tenisi, isterse apandisit ameliyatı, hangi işi yaparsa yapsın, robot teknolojisinin birkaç öğesinden birisi o işlere ait modelleme (algoritma tasarımı), diğeri de oluşturulan modelleri uygulanabilir kılabilecek yazılım (programlama).

    Bu süreçteki algoritma tasarımıkirli beyaz” renge, programlama (kodlama) ise “açık mavi” renge karşılık geliyor. Bu süreçteki iki işin ortak yanı ise, düşünme zincirinde iğne ucu kadar bile boşluğa yer vermeyen, her şeyi ama her şeyi sorgulayıp kuşku eleğinden geçirebilen düşünme biçimidir.

    Bu yeni düşünme içiminde alim ve alimelere yer yoktur; ama, nedensel (rasyonel) ve eleştirel (kritik) düşünmeyi konu alan kitaplar yazıp, nedensel düşünmenin “bir sonuca yol açan tüm nedenleri bir ağaç formunda ortaya koymak”; kritik düşünmenin ise, bu “çok sayıdaki nedeni, sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralamak” olduğunu anlatamayan bilgin ve bilginelere de yer yoktur.

    Masa tenisi videosu birçok yönden göz açıcıdır. Hatta, modelleme ve kodlama işleri gün gelip bizzat robotlarca yapılmaya başlanacak, bu yeni yaka renklilere de ihtiyaç azalacaktır. Bu şu demektir: Geri kalan posalar (yani bu işlere yaramayan, herhangi bir değer üretemeyenler) temizlenecektir.

    Nasıl mı, şöyle:

    Bu acılı süreç alim ve alimelerce başlatılacak; kendisine sorgulamadan belletilenlerden başka şeyler düşünmesi imkansız hale getirilenler –laik sandığımız okullarda ezber profesörü haline gelmiş çocuklardan büyüyenler de dahil-, birbirlerini kıtır kıtır keseceklerdir. Herkes bildiği yolda devam etsin, yanlış olmuş ve olacak bir şey yoktur.

    7 Mayıs 2015

  • Mesafe tanımadan birlikte sorun çözmek..

    İnternet üzerinden Beyin Fırtınası (e-BF diyelim) yoluyla, birbirinden uzak yüzlerce insan bir konudaki fikirlerini belirtebilir.

    Şirketler, yerel yönetimler, devlet kurumları, merkezi yönetimler, siyasi partiler, kısacası her kurum, bu yolla “çeşitli sorunların çözümü” konusunda yurttaşların fikirlerine başvurabilir.

    Bu eğilim Dünya’da bir çığ gibi yayılıyor.

    Şu adrese tıklayarak bu yoldaki bir egzersize katılabilirsiniz.

    Bu egzersizin sonuçlarına göre, çeşitli sorunlarımız konusunda e-BF’ler düzenlenmesi öngörülüyor. Tek ihtiyaç olan bir bilgisayar ve bir internet bağlantısı.

    Çok mu uçuk geldi?

    Yarınlarda bir norm olabilir.. 🙂

    17 Şubat 2015

  • Akıllı telefonlar aptal insan üretmek için de kullanılabilir..

    Bir gazete haberi (http://bit.ly/1ujcLYo), “kalemli silgili öğrencilik devrinin bittiğini, öğrencilerin ceplerinden çıkaracakları akıllı telefonlarla en zorlu matematik sorularını saniyeler içinde çözebileceklerini” müjdeliyor.

    Ben bunun, vergiler nedeniyle azalan telefon satışlarına yeni bir ivme vermek amacıyla yayımlanmış bir reklam-haber olduğunu sanmıyorum. Geçmişte bu yoldaki gelişmeleri (https://tinaztitiz.com/?p=3769) yakından izleyen bir kişi olarak, milletimize hizmet aşkıyla yanıp tutuşan kesime dahil bir gazete elemanının, yeni bir hizmeti duyurma çabası olarak değerlendiriyorum.

    Bu konuya niçin bu denli ilgi duyduğumu ise merak edebilenler olabileceği düşüncesiyle bir açıklama da yapmak istiyorum: Herkesin bir hobisi olabildiği gibi bende de neredeyse takıntı derecesinde bir merak var: Ne zaman boş vaktim olsa, adına gelişmiş denilen toplumların, daha az gelişmiş olanları, daldaki karganın tilkinin dolduruşuna gelip de peynirini kaptırması misali kandırmak için ne gibi icatlar çıkardığını izlerim.

    Daha az akıllı, pardon daha az gelişmiş toplumları sömürmenin en güvenli yolunun, o toplumun insanlarının akıl-fikir düzeyini azaltmaktan, ama bunu da tam aksi izlenim yaratıp kendi kendisiyle giderek daha çok gurur duymalarını sağlayacak bir şekilde yapmaktan geçtiğini keşfettiklerinden uzun süredir şüpheleniyor ama bir türlü kesin kanıtlara erişemiyordum.

    Bu akıllı telefon denilen aletin tam da bu amaca hizmet için birebir olduğunu işte bu gazete haberiyle öğrenmiş oldum. Haberi üreten gazeteciye, onun ekonomi sayfasında yazılmasına onay veren ekonomi editörüne ve sırasıyla tüm yetkililerine bu vesileyle en derinden teşekkür ederim.

    Şimdi bu haberi okuyan, bozguncu karakterde en azından birkaç matematik öğretmeninin (yani hocasının) çıkıp, “böyle rezalet olmaz; matematik soruları, karmaşık gerçek yaşam sorunlarını anlamak için birer modeldir; bu problemler yoluyla insanlar rasyonel ve kritik düşünme becerisi edinirler; sonra da önlerine çıkan bireysel, kurumsal ya da toplumsal ölçekli sorunları doğru anlayıp, doğru vizyonlar geliştirirler; bu soruların cevaplarını otomatik olarak bir makineden almayı adet edinirseniz, mesela Suriye sorununu, mesela Ermeni iddiaları konusunu da akıllı telefonun cevaplandırmasını beklersiniz. Böylelikle, sadece önüne konulan doğru cevapları sorgulama (https://bit.ly/VXCVbt) becerisi kazanmamış, her alanda sömürülebilecek kıvamda salaklar yetiştirmiş olursunuz” diyeceklerdir.

    Siz lütfen bunlara aldırış etmeyin ve lütfen akıllı telefonlarınızın gösterdiği yoldan ayrılmayın; pek yakında doğru cevapların ne olduğunu bizzat yaşayarak göreceksiniz.

    2 Kasım 2014 Pazar

  • Süleymanoğlu – Pavarotti – Löw –Del Bosque – Lucesku – Yaşargil

    Değerli okurlar, zaman zaman, bu yazının konusuna uygun örnekler öğrendikçe yazıyı güncelliyorum. Sonuncusu yeni olmayabilir ama ben yeni öğrendim; onu da en sona ekledim:

    2014 Dünya Futbol Şampiyonası’nda Almanya’yı zafere götüren Joachim Löw, Adanaspor ve Fenerbahçe’de başarısız bulunup kovulmuştu.

    Bundan önce de Yeniköy Kasabı lakaplı Vicente Del Bosque Beşiktaş klübünden futbolu yeterince bilmediği gerekçesiyle kovulmuştu. (Bu futbol bilmeme gerekçesine doğrusu ben de katılıyorum. Özellikle Barcelona’yı her seyrettikten sonra bunların oynadıkları oyunun “futboldan başka bir şey” olduğunu düşünmüşümdür. Bu nedenle, bizim bildiğimiz anlamda futbolu bilmemek nedeniyle kovulan Löw, Del Bosque ve Lucesku’nun uyumsuzlukları anlaşılabilir bir şeydir.

    Aşağıda, 1990 yılında bu bağlamda yazdığım yazıyı 2014 itibariyle güncelledim. Dünya çapında değerleri dışladıkça, kısmetse 10 yıllık aralarla yazıyı güncelleyeceğim.

    <<Dünya halter şampiyonu Naim Süleymanoğlu, devam etmekte olduğu Gazi Üniversitesinde halter dersinden (bir başka dersten değil) sınıfta kalmış. Bir gazete haberi!

    Bir başka gazete haberi: Bundan 30 yıl kadar önce, ünlü tenor Pavarotti, misafir sanatçı olarak geldiği Türkiye’de, “yetersiz” bulunarak geri gönderilmiş.

    Bu ikisi de gazete haberi olup, çıkaracağım sonuçlar, haberlerin doğru olduğu varsayımına dayalıdır.

    Üçüncüsü ise gazete haberi değil. Yüzlerce kişinin (belki daha da fazla olabilir) ortak gözlem ve yargısı.

    1989 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Hintli orkestra şefi Zubin Mehta, yönettiği İtalyan senfoni orkestrasına çaldırdığı Türk Milli marşı ile, tüm salonu hayretler içinde bırakmış ve İstiklal Marşımızın bu denli etkili  de icra edilebileceğini göstermişti.

    Bu, birbirinden bağımsız görünümlü üç olay bir araya getirilebilir mi?

    Getirilmese iyi olur. Çünkü eğer birlikte yorumlanırsa can sıkıcı sonuçlar çıkar.

    İlk iki olaya konu olan ve mükemmelliğini Dünya’ya kanıtlamış  bulunan iki kişiye “yetersiz” damgası vurulabiliyorsa bunun olası açıklaması, bu değerlendirmeleri yapan kişi ya da kurumların evrensel ölçülerden  ve dolayısıyla mükemmellikten uzak olduğudur.

    Son örnek, Dünyaca ünlü beyin cerrahımız Gazi Yaşargil ile ilgili. Bir nöroşirürji cerrahı dostumdan geldiği gibi aşağıya alıyorum:

    Her ameliyatına Dunyanın dört bir yanından gelen 10 kisi (ameliyathane her ameliyata ancak bu kadar misafir nöroşirürjiyen kabul edebiliyordu ve bunun icin aylar önceden, kişisel değil, hastanenin başvurması gerekiyordu) TV ekranlarından izliyordu.

    Benim hastanem (Rotterdam Erasmus Universitesi) asistanlığımın üçüncü yılında bu 4 haftalik eğitime gönderdi. Yaşargil Hocayı izledikten sonra resmen aşağılık kompleksine kapıldım ve “benim böyle olmam mümkün değil, kendime baska ihtisas düşüneyim” dedim. Beni ABD’nin en ünlü  nöroşirürjiyenleri teselli ettiler ve kendilerinin de aynı duygu icinde olduklarını söylediler.

    Zurich Üniversite Hastanesinin en büyük geliri, Yasargil hoca’nın kliniğine gelen yabancı hastalardan sağlandı uzun yıllar boyunca.

    Yaş 65’e gelince yasa gereğince Yaşargil Hoca emekli oldu. Turkiye özlemi ile Türkiye’ye döndü.

    Ne oldu biliyor musunuz? YÖK Yaşargil Hocayı Turkiyede ihtisası olmadığı  için asistanlara uygulanan sınava sokmaya kalktı! Sınav heyeti icinde  benim AUTF’den de “hocalarımdan” vardı! Şu komplekse bakın!

    Bir yanda Dünya’nın saygı duyduğu, bir bilim adamına ASRIN Nöroşirürjiyeni unvanını oy çokluğu degil, oy birliği ile veriyor ve bizim “akademisyenlerimiz” bu yüce insanı “ihtisas” sınavına sokuyor!

    İnanır mısınız bu sınav yapıldı!

    Son olay 2016 yılında gençlerimizle ilgili. İyileşmeyen yaralar için yeni bir metot geliştiren liseli gençlerin projeleri TÜBİTAK tarafından yetersiz bulunarak reddedildi. Çocuklar ve öğretmenleri bundan yılmayıp uluslararası bir yarışmaya katıldılar ve birincilik ödülünü kazandılar.

    Bu takdirde tabii ki Pavarotti yetersiz, Süleymanoğlu da tembel olarak ölçülendirilecektir.

    Bütün bu olaylar farklı gibi görünmesine rağmen, varılabilecek sonuçlar açısından benzer niteliktedir. Başkalarını “yetersiz” olarak değerlendirenlerin kendilerinin yeterliğinin bir sınavıdır.

    Her bir olaya da konu olan kişi ve kurumlar, bu düşündürücü olayları kendi açılarından açıklamak için gerekçeler bulabilirler, bulmuşlardır bile.

    Ancak, onların neler söyleyecekleri önemli değildir.

    Onlar ve onlar gibiler birer “ümitsiz vaka”dırlar ve üzerlerinde vakit kaybetmeye değmez.

    Vakit harcanması gereken sorun, bu dehşet verici tablodan kendimizi nasıl kurtaracağımızdır. Bunun hiç de kolay olmadığı, biraz düşününce görülecektir.

    Kime anlatabilir, kimi inandırabilirsiniz ki herkesin saygı ile adını andığı bir kısım kurum ve kişi, geri kalmışlığımızın bizzat yakıtıdırlar.

    Kim inanır ki Türkiye’nin kurtuluşu, bu tür çağdışı kişi ve kurumların gerçek yüzlerinin herkesin görebileceği şekilde ortaya çıkmasındadır. Birbirinden otuzar yıl ara ile üstelik de birbirinden çok farklı alanlarda meydana gelmiş olaylar, bu açığa çıkma için katiyen yeterli değildir.

    Keşke mümkün olabilse de ünlü fizikçiler, ressamlar, devlet adamları, Türkiye’de sık sık  sınanıp yetersiz bulunup reddedilseler ve insanlarımız, “bu işte bir iş var. Yetersiz olanlar var, ama hangileri?” sorularını sormaya başlasınlar.

    “Katil Cümle” şeklinde nitelenen bazı cümleler var. Bunlardan birisi de “bizim şartlarımız farklıdır” şablonudur.

    Gerçekten inanıyorum ki bizim şartlarımız farklıdır. Ve o şartlar, Süleymanoğlu’nu da Pavarotti’yi de, Del Bosque’yi de, Löw’ü de ve Gazi Yaşargil’i de içinde barındıramaz. Nitekim yıllardır birçok Süleymanoğlu ve Pavarotti barınamadı.

    Çünkü o şartları yaratanlar, böyle mükemmelliklerden çok uzakta olan kişi ve kurumlardır ve o şartları büyük ölçüde  kendileri yaratmışlardır.

    Evet, bu işte bir iş var.

    Süleymanoğlu ve Pavarotti ve de Yaşargil bizim şartlarımıza uymuyorlar.

    Ama onları bu şekilde değerlendirenler de çağa uymuyorlar.

    Ya Süleymanoğlu ve Pavarotti’yi (ve onlar gibileri) içimizde barındıracağız ya da ötekileri.

    İkisine birden imkan yok.

    Milletimizin gözünü daha çok açacak olayların, daha sık olması dileğiyle.

    M.Tınaz Titiz (1990 Ocak)>>

    15 Temmuz 2014

    14 Temmuz 2016

  • En büyük günah ne olabilir?

    Ateistlerin, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı ileri süregeldikleri en önemli tez şudur: “Madem ki üstün bir güç her şeyi yaratıyor, o halde benim O’nun iradesi dışında bir şey düşünüp yapabilmem imkansız olmalıdır. Değilse, O’nun gücünün üzerinde bir başka saik vardır ki, bu da O’nun varlığının imkansızlığı demek olur. O halde ben her ne yapıyorsam O istediği için yapıyorum ve sorumlu tutulamam

    Buna karşı ileri sürülen tez ise şöyle özetlenebilir: “Üstün güç, gücünün sınırsızlığı tanımı dolayısıyla, kendisinin –bağımsız davranabilme- özelliğini yarattıklarına da vermiş; buna karşılık doğruları ayırdedebilecekleri düşünebilme yetisiyle de donatarak, tutarlı bir sistem kurmuştur. O halde, doğru ya da eğri davranışlarınızın hesabını vermekten O’na karşı sorumlusunuz

    Bu tezler arasında seçim yapmak insanların bireysel kararlarına bağlıdır ve her biri birer inanç olduğu için de doğruluklarını tartışmak yersizdir. Ayrıca, teistleri, ateistleri ve agnostikleri “doğru” yaşamaya sevkeden dinler, bilim ya da özgün öğretiler (Budizm gibi) gibi çeşitli yol göstericiler mevcuttur.

    Bu yol göstericilerin hepsinde, doğruları eğrilerden ayırdedebilmek için emredilen sorun çözme aracı “düşünmek”tir.

    Örneğin, İslami yol göstericinin kitabı Kuran’ıın tam 79 ayetinde düşünmek öğütlenmiş ya da emredilmiştir. İncilde de 75 ayetde akıl ve düşünme öğütlenmiştir. Budizm düşünmeye özel bir yer vermiş, kritik düşünmeye[1] de özel vurgu yapmıştır.

    Agnostisizm ya da bilimi yol gösterici kabul edenler için düşünmek neredeyse en üst düzeydeki sorun çözme aracıdır.

    Bütün bunlardan basit ve güvenilir bir yargıya varılabilir: Hangi tür inanca sahip olursanız olunuz, sizin eğrileri doğrulardan ayırdetmenizi sağlayabilecek en önemli araç “düşünmek º aklı işletmek” olduğuna göre, bu yeteneği dumura uğratmak veya belirli bir amaç doğrultusunda koşullandırarak sadece o amaca hizmet eder hale getirmek en büyük günah sayılabilir.

    Şimdi, ister siyasal, ister dini, ister ticari bir ideoloji yönünde insanları eğitmeyi amaçlayan, icra eden, destekleyen ya da ses çıkarmayarak ortam oluşturmanın günah olup olmadığını, bunun cezasının hangi inanç sisteminde ne olacağını “düşünmek” gerekmez mi?

    Ezber’in (sorgulanamazlık) ne büyük bir dini günah, ne büyük bir insanlık suçu olduğunu kabullenenler için acaba bir görev doğuyor mu?

    6 Temmuz 13 Cumartesi



    [1] Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme genelde birbiri yerine kullanılabiliyor. Halbuki; rasyonel düşünme, neden-sonuç bağlantılarını kesintisiz ve yanlışlanabilir adımlar halinde düşünmek; kritik (Yunanca- iyiyi kötüyü ayırmak, kalburdan geçirmek, ayırt etmek) düşünme ise, bir sonuca yol açan çeşitli nedenleri ağırlıklandırılarak düşünmek olup, bu iki bileşen ancak “birlikte” kullanıldıklarında “doğru” olarak nitelenebilir düşünme ortaya çıkıyor.

    Bu birliktelik sağlanmadığında, herhangi bir sonuca yol açan ve kritik düşünme bileşenine göre az önemli olan –kişinin duyguları doğrultusunda- herhangi bir nedenin, sonucu belirleyen esas neden olduğu savunulabilir ki bu durumda nedensel düşünce tamamen işlevini kaybetmektedir. Rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerin tanımlarının dahi önemsenmemiş oluşu, sorun çözme kabiliyetinin önemli bir gereği olan doğru düşünebilme aracından yoksun kalındığını gösteriyor.