-
Mar 29 2025 Zarar Vermeyen Dünya Vatandaşı (ZVDV) – I
Göç sorunu hemen hemen tüm ülkeleri sardı. Özellikle iki yönüyle, ülke yönetimlerini sınırlarına duvarlar örmeye; uçaklara doldurup başka topraklara -bir mal gibi boşaltmaya- kadar götüren ilkel önlemler alınıyor:
- Genellikle fakir (ve özgür olmayan) toplumlardan daha zengin (ve özgür) toplumlara doğru göçler, zenginlik ve istihdam kaynaklarının paylaşılmasına karşı olanlarca istenmiyor.
- Göçmenlerin bir bölümü, kimi yadırgatıcı alışkanlıklarını (cinsiyet eşitsizliği, dini hoşgörüsüzlük, şiddet gibi) gittikleri ülkede devam ettirerek uyum süreçlerini reddetmeleri nedeniyle toplumsal hoşnutsuzluk yaratıyorlar.
Madalyonun öbür yüzünde ise, kimi zengin toplumların bu zenginliklerinin kaynaklarındaki, sınırlarına bugün göçmen olarak dayanmış bulunan insanların sömürülmeleri olgusu var. Bu o denli belirgin bir gerçeklik ki, “olanlar geçmişte kaldı” ile geçiştirilebilecek gibi değil. Hattâ günümüz A.B.D. Başkanı’nın Ukrayna devlet başkanından nadir mineralleri alenen talep etmesi, bağımsız Kanada’yı topraklarına katmayı teklif (ve tehdit) etmesi gibi örnekler halen sürüyor.
Bütün bu tablo yeni bir dünya düzeni arayışlarının iki kesimini oluşturuyor: Sömürgen alışkanlıklarını devlet olmanın verdiği güçle tahkim etmiş “statükoyu korumaya direnenler” ile sömürü düzeninin sembolü durumuna gelmiş sınırları ortadan kaldırmaya çalışan göçmenler. (Tabii ki her kaostan kendine pay çıkarmak isteyenler gibi göç olgusunu da bir sömürü aracı haline getirip kullanmak isteyenler de mevcut).
Bu kaos ortamında, “Zarar vermeyen[1] ve zararı önlemek için çaba harcayan dünya vatandaşları“ndan oluşan bir toplum tasarımlamak gibi bir amaç yolunda şöyle bir soru sorulsa:
Zarar vermeme ilkesini ise şöyle tanımlasak: “Zarar vermemek, insan ve insan dışı varlıkların oluşturduğu bütünün sürdürülebilirliği ve yenilenebilirliği açısından bakıldığında, gereksiz entropi artışına yol açan tüm eylemlerden kaçınmak ve söz konusu bütüne yönelik herhangi bir zararı önlemeye çalışmak anlamına gelir. Bu yaklaşımda, yarar sağlamak kavramı, zarardan bağımsız biçimde ele alınamaz. Yarar, ancak zarar vermemek veya var olan zararı azaltmak şeklinde gerçekleşebilir.”
Bu tanıma göre ZVDV unvanı verilecek bir kişinin, hiçbir vize süzgecine takılmadan (H1B vizesi gibi özel bir vizeyle) istediği ülkeye girebilmesi, orada istediği kadar kalabilmesi, dilediği işi yapabilmesi, hatta emekli ise yeterli bir gelirle desteklenmesi için somut, denetlenebilir az sayıda nitelik ve koşul neler olabilir?
Bu soruya -YZ uygulamalarından da yardımlar alarak- şöyle cevaplar verilebilir:
Zarar Vermeyen Dünya Vatandaşı (ZVDV) unvanının bu kadar geniş bir özgürlük ve ayrıcalıkla ilişkilendirilmesi için, nesnel ve evrensel ölçülebilir kriterler gereklidir. Aşağıda, bu unvanın “küresel serbest dolaşım ve yaşam hakkı” sağlaması için minimum sayıda, denetlenebilir somut koşul öneriliyor:
Temel Nitelikler ve Koşullar
- Negatif Karbon Ayakizi
- Kriter: Bireyin yıllık karbon ayak izi, bilimsel olarak hesaplanmış küresel ortalama kişisel sürdürülebilir limitin (ör. 2 ton CO₂/yıl) altında olmalı ve telafi mekanizmalarıyla (ağaç dikme, karbon yakalama teknolojilerine finansal destek) nötrlenmeli.
- Denetim: Uluslararası sertifikalı kuruluşlarca (Gold Standard, IPCC metodolojisi[2]) onaylanmış veriler.
- Net Katma Değer[3] Üretimi: Bu katkı 3 alt başlıkta değerlendiriliyor:
- Kriter 1: Sürekli öğrenebilirlik (Yaşam Boyu Öğrenme[4]). Özellikle de YZ’nın üssel hızdaki gelişimine ayak uydurabilecek şekilde Dijital Okuryazarlık[5] kast ediliyor.
- Denetim: Dijital Okuryazarlık kavramının tanımındaki dört ayrı ölçekten herhangi birisi kullanılarak denetlenebilir.
- Kriter 2: Bilim-Teknoloji-Kültür-Sanat alanlarındaki çalışmalarıyla ürettiği mal ve/ya hizmet ürünleri açısından net değer üreticisi3 olması.
- Denetim: DZVZ satüsü verilenler öz-değerlendirme[6] yoluyla kendilerini denetler ve bu denetimde yapabildikleri ölçüde objektif olacaklarını ve aksi varit olduğunda DZVZ statüsünü kaybetmeyi taahhüt etmiş sayılırlar. Bu amaçla rastgele gözlemler yapmak ve değerlendirmek üzere DZVZ Topluluğu kendi içinde bir sistem kurar.
- Kriter 3: Fiili çalışma yaşını (70 varsayılıyor) aşmış kişilerde, birikimlerini -bilgelik birikimleri denilebilir- paylaşmaları beklenir.
- Denetim: Öz-değerlendirme.
- Kriter 1: Sürekli öğrenebilirlik (Yaşam Boyu Öğrenme[4]). Özellikle de YZ’nın üssel hızdaki gelişimine ayak uydurabilecek şekilde Dijital Okuryazarlık[5] kast ediliyor.
- Net-Pozitif Ekoloji Katkısı
- Kriter: Birey, yaşadığı/ziyaret ettiği ekosistemde biyoçeşitliliği artırıcı (ör. yerel tohum bankaları, yaban hayatı koruma) veya kirliliği azaltıcı (plastik toplama, su arıtma projeleri) somut projeler yürütmeli.
- Denetim: Yerel STK’lar veya BM Çevre Programı (UNEP) tarafından doğrulanmış faaliyet raporları.
- Şiddetsiz Varlık
- Kriter:
- Hiçbir şiddet suçu (fiziksel, psikolojik, ekonomik sömürü) kaydı olmamalı.
- Pasif değil aktif barışçıllık: Çatışma bölgelerinde arabuluculuk, insani yardım gibi kayıtlı faaliyetler.
- Denetim: Başlangıçta İnterpol ve yerel adli kayıtlar + en az iki uluslararası STK referansı; üyeliğe kabul sonrası öz-değerlendirme.
- Kriter:
- Ekonomik Şeffaflık ve Adil Katılım
- Kriter:
- Gelirinin en az %10’unu zarar önleyici projelere (iklim adaleti, açlıkla mücadele) aktarmış olmalı.
- Hiçbir vergi cennetiyle bağlantısı olmamalı; tüm finansal hareketleri şeffaf (ör. açık blockchain kaydı).
- Denetim: Uluslararası vergi veritabanları (CRS) ve bağımsız denetçiler.
- Kriter:
- Küresel Dayanışma Taahhüdü
- Kriter:
- Yılda en az 1.000 saat ZVDV topluluğunun küresel projelerinde (iklim grevleri, eğitim kampları) gönüllü çalışma.
- Dil engeli aşma: En az 2 dilde (biri yerel olmayan) temel iletişim becerisi.
- Denetim: Topluluk platformlarında kayıtlı faaliyet logları.
- Kriter:
Ödül ve Ayrıcalıkların Koşulları
- Vizesiz Geçiş: ZVDV pasaportu, ülkelerin “zarar vermeyen bireylere kapılarını açma” anlaşmasına dayanır.
- Çalışma İzni: İşveren, ZVDV etik kurallarına uygun bir iş teklif etmek zorunda (örneğin, fosil yakıt şirketleri hariç).
- Emekli Desteği: Küresel ZVDV Fonu tarafından asgari gelir sağlanır (kaynak: topluluk üyelerinin %10’luk katkıları ve karbon vergileri).
Eleştiriye Açık Nokta (lar)
- ZVDV modeli devasa -henüz küçük bir bölümü harekete geçmiş- göç olgusu karşısında çözüm olur mu?
Çözüm: Eğer halen varlığını bildiğimiz 2 milyon ve tahmin ettiğimiz 8.7 milyon tür içindeki biri (1) olarak varlığımızı devam ettirebilecek isek -ki ettirememe ihtimalimiz de var[7] ve son 12 bin yılda, yılda ortalama 1000 ila 10 bin türün yok olduğu düşünülmektedir[8]– bu ancak tüm canlı ve cansız türler bütününün haklarına zarar vermeme kuralına uyulabilmesine bağlıdır.
Verdiğimiz her zararın Tazmin Yasası[9] uyarınca “bütün”ün tüm türlerine tazmin ettirildiği ise pazarlığa kapalı bir olgudur.
Kısacası insan türü olarak bekamız Zarar Vermeme ile eş anlamlıdır. Bu anlayışı ne hızda gerçekleştirme iradesini harekete geçirebileceğimiz ise tamamen teknik bir ayrıntıdır.
- “Kim denetleyecek?”
Çözüm: DAO (Decentralised Autonomous Organisation- Merkeziyetsiz Otonom Organizasyon) yapısı; tüm ZVDV’ler birbirini denetler, blockchain kayıtlarıyla şeffaflık.
- ZYDV ilkelerine uyan insan sayısı nasıl artırılacak?
Çözüm: Bu ancak çocukluk evresinden başlanarak uygulanabilecek bir eğitimle sağlanabilir. Burada açıklanan sıkı standartlara ancak erişkinlik çağında rastlayan ancak az sayıda insan ZVDV statüsü alabilir. O halde bütüncül bir eğitim kılavuzuna ihtiyaç vardır.
Böyle bir kılavuzun ana hatları için bakınız[10].
Bu sistem, “zarar vermemenin küresel vatandaşlık hakkı doğurduğu” bir dünyanın prototipidir.
29 Mart 2025
[1] Zarar vermeme konusu https://tinaztitiz.com/bir-ortak-ahlak-kurali-zarar-verme-onerisi-uzerine-2/ adresli makalede açıklanmaktadır.
[2] IPCC: Intergovernmental Panel on Climate Change. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), iklim değişikliğiyle ilgili bilimsel, teknik ve sosyo-ekonomik bilgileri değerlendiren ve karar vericilere yol gösteren bir kuruluştur. IPCC metodolojisi, sera gazı emisyonlarının hesaplanması, iklim değişikliği senaryolarının oluşturulması ve karbon azaltma stratejilerinin geliştirilmesini içerir.
[3] Net Katma Değer: Kişinin yaşam sürecinde ürettiği Brüt Katma Değer’den (Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Gross_value_added) doğrudan veya dolaylı tükettiği değerler çıktıktan sonra geriye kalan değerin ölçüsüdür. Kimi insanlar bir yandan değer üretirken, sebep olduğu zararlar nedeniyle net değer tüketicisi olabilirler.
[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/Ya%C5%9Fam_boyu_%C3%B6%C4%9Frenme
[5] https://kavrammutfagi.com/kavram/dijital-okuryazarlik
[6] Öz-değerlendirme, böylesi bir sistem için zayıf halka sayılabilir. Ancak, -şimdilik- nadir sayılabilecek kişiler için bu yöntem yadırganmayabilir. Bir örnek öz-değerlendirme formu için bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/Sorun_Cozme_Kabiliyeti/3.5.2_yasam_alani_360derecetesti.xls
[7] Önümüzdeki altı yüzyıl boyunca %30’luk bir risk öngörülmüştür. Oxford Üniversitesi’nden Nick Bostrom, yakın vadede yok olma olasılığının %25’ten az olduğunu varsaymanın yanlış yönlendirici olabileceğini savunmaktadır. Bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0nsan_neslinin_t%C3%BCkenmesi
[8] Bkz. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1167246
[9] Tazmin Yasası: “Bildiğimiz ve henüz varlığından haberdar olmadığımız tüm canlı ve cansızlar bir bağlantılı bütün olarak, o bütüne uyum göster(e)meyenleri içinden atıp yenilerini üreterek yeni dengeler oluşturur. Bu süreçte, bütünün herhangi bir öğesinin görmezden gelinebilecek her hakkı, o varlıkla etkileşim halindeki diğerlerince yeni bir denge kurulana kadar diğer varlıklardan orantısız da olabilecek ölçülerde tazmin edilir.”
[10] Yaşam Kılavuzu için Bkz. https://bit.ly/43qPucx
-
Şub 11 2025 Uzun Lifli Akıl Üretimi-2
Bundan evvelki (Geri dönüşümlü kâğıtlar, lif kısalması ve kullanım yerleri!) başlıklı yazıda1, birkaç kere geri dönüşüme uğrayarak selüloz lifleri iyice kısalmış kağıtlara benzer “kısa lifli (KL) düşünce ürünleri” üzerinde durulmuştu.
Bu defa ise uzun lifli (UL) düşünceler ve onları üreten UL akıllar (Yetkin Akıl da denilebilir) üzerinde düşünmek istiyorum.
KL düşüncenin belirleyici özellikleri için kısa sürede üretim, kısa sürede uygulama ve kısa sürede etki gösterme denilebilir. Bir örnek vermek gerekirse “alkollü sürücülerin yol açtığı kazalar” sorunu ele alınabilir. Bu soruna çare arayanların genellikle akıllarına “sıkı denetim”, “ağır cezalandırma” ve “halkın bilinçlendirilmesi” önlemleri gelir. Gerçekten de sadece bu tür nispeten basit önlemlerle kazaların önemli ölçüde azalabildiği görülmüştür2.
Diğer yandan, UL düşüncenin karakteristikleri:
- Sıradışılık da denilebilecek genel kabûl görmüş paradigmanın dışındalık geliyor. Biri çok yakın diğeri ise birkaç on yıl öncesinden iki örnek verilebilir: Birkaç hafta öncesine kullanıma giren DeepSeek YZ uygulaması sadece üretim maliyeti ile değil, ambargolu işlemcileri daha az kullanarak, daha ileri makine öğrenmesi ve açık kaynak kodu ile sergilediği ahlâki tutumla cari paradigmanın dışına çıktı. Birkaç on yıl öncesinden örnek ise, ABD İstihbarat Topluluğu’nun (IC) dev kadro ve bütçesine3 meydan okuyan Good Judgement Program4 – İyi Tahmin Programı adlı girişimdir ve o da yürürlükteki istihbarat paradigması dışındadır.
- KL akılların bireysel ya da uzlaşı temelli (demokratik) oluşunun aksine, UL akıllar büyük oranda, farklı kültürden, farklı akıl daraltıcılı5 insanlardan oluşan küme aklı6 ile YZ modellerinin bir araya gelerek Hibrit Akıllar7 oluşturmasına dayanıyor; ayrıca uzlaşıdan çok, “daha iyinin seçimine” (bir çeşit Likit Demokrasi8) dayanıyor.
- Bu iki özelliğin kaçınılmaz bir sonucu olarak da orta-uzun vadede üretilebilme, uygulanabilme ve etkileri duruma bağlı olarak kısa ve uzun arasında bir vadede görülebilme gibi özellikler ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda, gündelik yaşam içinde üretilen KL düşüncelerin niçin -bağımlılığa yol açacak kadar- çok; UL düşüncelerin de niçin seyrek olduğunu açıklıyor.
UL ya da Yetkin Akıl üretimine somut örnekler
Bu tür sıradışı akıl üretimi için, çok geniş bir veri kümesinden, her akıl düzeyindeki kişi(ler)in tek tek ya da gruplar halinde çıkarabilecekleri sonuçları hayal etmek iyi bir zihinsel egzersiz olabilir. Örneğin 100 çocuğa ilişkin her tür veriyi içeren dev bir veri kümesinden basitten başlayarak çıkarılabilecek sonuçlar irdelenmiştir9. Veri kümesini “aritmetik ortalama”dan başlayıp “sistem dinamikleri modeli”ne kadar artan güçteki tekniklerle inceleyerek, tek kişilerin akıllarına gelmeyebilecek ve/ya kapasitelerinin dışına çıkabilecek sonuçlar elde edilebilir. Hattâ daha da ileri basamaklara çıkılıp YZ uygulamalarından; hayvan dostlarımızın hayatta kalmak için geliştirdikleri savunma tekniklerinden öğrenilebilecek tekniklerden de yararlanılabilir. Bütün bu basamakların tanımladığı akıl UL ya da Yetkin Akıl’dır.
UL aklın daha bir ortalama karmaşıklık sayılabilecek “kadına şiddet” sorununa uygulanmasında, sahip olunabilecek sorun çözme araçlarının gücü “hiç ya da yok” düzeyinden başladığında sonuç da “şiddete katlanma” ile başlayacaktır. Daha etkili araçlar kullanılarak, şiddet gösteren eşin terapiye razı olup şiddetin barışçıl biçimde sonlanacağı noktaya kadar ilerlenebilecektir10.
Toplumsal düzeydeki sorunların çözümünde UL
Bu tür sorunların anlaşılması da çözüm ipuçları da üretimi de neredeyse kategorik olarak UL akılların oluşturulmasına bağlı. Son yıllarda Çin’in gösterdiği hızlı gelişme içinde UL aklın ne ölçüde yer aldığına ilişkin bir sorgulama11 içinde bu ilişki görülebiliyor.
Kısa ve uzun lifli akıl konusundaki ilk yazının son paragrafı ile benzer mesajla kapatmak gerekirse denilebilecek olan şudur: Gündelik yaşamın sonsuz çeşitlilikteki sorunları için geliştirdiğimiz KL akıllar, karmaşıklık düzeyi yüksek sorunlar karşısında işe yaramazlar. Yaramak bir yana, ısrarla -ve toplu olarak- uygulamaya çalıştıkça da hem vakit kaybettiriyor (o süre içinde sorun değişip daha çetrefil hale geliyor), hem özgüven aşındırıyor, hem de etkili araç üretimi için en gerekli malzeme olan dayanışmayı (hangi KL akıl aracının kullanılması gerektiği konusundaki anlaşmazlıklar nedeniyle) aşındırıyor.
Bu kendini bitirme süreci nasıl durdurulup UL sürecine geçilebilir?
Bilmiyorum.
11 Şubat 2025
[1] Bkz. https://tinaztitiz.com/geri-donusumlu-kagitlar-lif-kisalmasi-ve-kullanim-yerleri/
[2] MADD (Mothers Against Drunk Drivers – Sarhoş Sürücülere karşı Anneler) adlı örgüt (https://bitl.to/3vXh) bu tür yöntemlerle can kaybını %40 oranında azalttığını belirtiyor.
[3] Intelligence Community, ~100,000 kişilik kadrosu, ~50 milyar dolar yıllık bütçesine meydan okuyan iki analist, cari paradigmanın dışında küçük bir ekiple Good Judgement Project adlı yaklaşımla -aynen DeepSeek’te olduğu gibi- IC ile yarışabilir sonuçlar elde etti (Bkz. Süper Tahmin. https://bitl.to/3va0)
[4] Bkz. https://goodjudgment.com/
[5] Bkz. Akıl Daraltıcılar, https://bit.ly/3A4bv0C
[6] İnsan kümesi aklı deyimi, arı kolonilerinin (swarm) yeni koloni yeri belirlerken veya karınca ya da termitlerin dayanışmalı çalışmaları sırasında harekete geçirebilecekleri küme aklına benzetilerek üretilmiştir. Bkz. https://youtu.be/LHgVR0lzFJc?si=c6go6GRY48D5H0we
[7] Buna HHSI (Hibrit Human Swarm Intelligence – İnsan Kümesi temelli Hibrit Akıl) adını verdik.
[8] Likit Demokrasi için bkz. https://tinaztitiz.com/ortak-kullanim-trajedisi-ve-likit-demokrasi/
[9] Bkz. https://bit.ly/3C4KtuS
[10] Bkz. Adım Adım Yetkin Akıl Üretimi örneği, https://gogl.to/3JXJ
[11] Bkz. https://gogl.to/3Lsi
-
Şub 23 2023 Yapılar Birdenbire Yıkılmaz!
Önce bir düzeltme!
Yazının başlığındaki genellemeyi düzeltip başına -açıkça yazılması yasak olan- (eğer..ise) koşullarından birkaçını ekleyeyim: “Eğer: a. Bir yapı ilk anda bile ayakta duramayacak kadar yanlış tasarımlanmamış ve b. Yapımında kullanılan malzeme nitelik ve nicelik olarak kötü ve eksik kullanılmamış ve c. İlk andan itibaren yıkım işaretlerini görmesi gerekenler kör olmamış iseler, Yapılar Birdenbire Yıkılmaz”.
Bir de açıklama: “Yapı” terimi ile yalnızca binalar değil, kurum organizasyonları, devlet yapılanmaları ve bu kümeye girebilecek her şey kast ediliyor. Bununla beraber gözde kolay canlandırma için binalar özelinde okunabilir.
Deprem değil bina öldürür!
“Deprem Öldürmez Bina Öldürür” yurdumuz insanınca icat edilmiş, ama diğer keşif ve icatlar gibi yaşam kolaylaştırmaya hizmet etmek bir yana onların ölümlerine yol açan bir icattır. Patentinin kime ait olduğu bilinmese de halk arasında ilk andan (1999 Gölcük depremi tahmin ediliyor) itibaren büyük beğeni toplamış ve yararlı kavramları dil dağarcığına sokmakta son derece dirençli olan halkımızın tüm kesimlerince birdenbire kabul görmüş; bununla da kalmamış devlet politikalarımızın şekillenip, “tüm dayanıksız binaların yıkılıp yeniden yapılması” gibi çok zengin ulusların bile düşünemedikleri bir modelin hemencik benimsenmesine yol açmıştır. Ancak, yöntem 24 yıl gibi kısa bir süre denenip işe yaramadığı görülünce “yıkıp yeniden yapılması zorunlu olanlar dışındakilerin güçlendirilmeleri” gibi bir akıl yoluna, çok yüksek bir fatura ödeyerek razı olunmuş görünüyor.
Birdenbire yıkılanlar..
Zaman zaman çeşitli yerlerde durduk yerde ya daküçük bir etki (yol tamiratı, doğal gaz vs boru döşeme, temel kazısı gibi) nedeniyle çöken binalar oluyor. Bunlar, yukardaki (eğer…ise) koşulunun kapsama alanı içindekiler.
Bir de 6 Şubat Pazarcık merkezli deprem veya hemen ardından gelen artçıları sırasında yıkılan / devrilen1 binalar var; sanki kontrollu yıkım gibi birkaç saniye içinde bir moloz yığınına dönüşüyorlar.
Bu bir göz yanılsamasıdır!
Bu birkaç saniye içinde göçtüğü sanılan binalar mesela temellerine ilk kazma vurulduğu andan itibaren bir kamerayla hiç aralık vermeden izlense ve kaydedilseydi, herhalde en az birkaç yıl veya birkaç onyıllık bir video kaydı ortaya çıkardı. Şimdi, sabırlı birilerinin çıkıp bu videoyu kare kare izlediğini düşününüz. O ilk andan itibaren acaba neler görürdü?
Hazır mısınız?
(Büyütmek: https://bit.ly/3jVZoi3) Neler görüleceğinin bir zihin haritasında özetini yandaki haritada görebilirsiniz. Açıkça görüldüğü gibi binalar, daha temeli bile atılmadan adım adım çökmeye başlamıştır2.
Daha arama kurtarma çalışmaları devam ederken, o binaları yapan müteahhitlerin peşine düşmekten başka bir şey düşünemeyen insanlarımıza duyurulur.
23 Şubat 2023
Tınaz Titiz
(Not: Ben bu kadar kalabalık işle uğraşamam diyenler, bütün o kalabalık nedenlere yol açan başlangıçtaki birkaç kök nedene, ona da vakti olmayanlar sadece birisine yönelik çaba harcayabilir; daha meşgul durumda olanlar saati söyleyebilirler :-))
(1) 2001 tarihli bir devrilen bina yazısı: https://tinaztitiz.com/bina-saglam-ama-zemin-yumusak/
(2) Bu konuda daha genişçe açıklamalar YouTube (https://www.youtube.com/watch?v=bKAO6hUTIrU), LinkedIn (https://www.linkedin.com/video/event/urn:li:ugcPost:7033350536884011009/) ve Facebook (https://www.facebook.com/events/1325586901342366) mecralarındaki video kaydında bulunmaktadır.
-
Kas 10 2022 Atatürk’ü anmak..
Atatürk’ün anılacağı her yıldönümü vesilesiyle aklıma tekrar tekrar gelen bir soruyu okurlarımla paylaşmak istiyorum: Sık sık Atatürk’ün düşünme stiline referansta bulunuluyor; bu toplu söylem bende şu soruyu uyardı: Atatürk nasıl düşünürdü?
Atatürkün kısa ama yoğun yaşamında olağanüstü denilebilecek başarılarına objektif gözle bakılırsa, bu başarıların bileşenleri olarak şunlar görülebilir:- daha çok bilgi (tarih ve sosyoloji bilgisi başta),
- daha çok risk alabilecek cesaret,
- aldığı bir karara yapışmaksızın hatalı / işlevsel olmadığında süratli geri dönebilme (esneklik),
- yüksek ikna yeteneği,
- fiziksel dayanıklılık,
- yüksek enerji (çalışkanlık),
- gerektiğinde kişiliğini hiçe sayabilecek (Reşit Galip örneği) ahlâk,
- akıl daraltıcılarını askıya alabilme,
- çok sayıda evren tasavvurunun mümkün olabileceğinin farkındalığı içinde dogmalara kapalılık VE
- zihinsel olarak da (Düşünme Kabiliyeti) açısından:
- Ağzından çıkan ve/ya aklından geçen her bir sözcüğün:
- kökeninin ve anlamının tam farkında olarak:
- kopuksuz,
- nedensel (rasyonel),
- amaca hizmet açısından elenip (kritik) az sayıda sonuca indirgenmiş,
- hızlı,
- parçadan bütüne-bütünden parçaya kolay geçebilen,
- çoklu zeka (multiple intelligence) bileşenlerinin birden fazlasının gelişkinliği,
- yüksek odaklanabilme yeteneği,
- imkansızı mümkün varsayan yaratıcı (lateral) düşünebilme yeteneği,
- akıl ve sezgiyi eşit ve etkileşimli kullanabilme becerisi.
- Ağzından çıkan ve/ya aklından geçen her bir sözcüğün:
Bu bileşenler birbirinden oldukça bağımsız, çok boyutlu bir kişilik oluşturuyor. Bu düşüncelerle bir kısa yazı yazmış ve birkaç tanıdığım ADD’ye iletmiştim (Lütfen tıklayınız https://bit.ly/2YfjLvb).
Şu kolayca anlaşılabilir ki, Atatürk’ün salt düşünebilme becerileri değil, onu da içeren ama onunla sınırlı olmayan diğer kişilik özellikleriyle birlikte müstesna bir “düşünce ve eylem bütünlüğü” ortaya çıkıyor.Bu bileşenlerin her biri tek tek değerlidir; çocuk ve gençlerimize örnek gösterilmeye değer. Ama bunlar sıkıca paketlenip toplum önüne sürülüp, üstüne de birkaç kelimelik bir etiket yapıştırıldığında, çoğu insanın tereddütsüz benimseyebileceği, ama yaşamının hiçbir alanına olumlu etki sağlamayabilecek bir kutuplaştırma aracı haline gelmez mi ve de gelmedi mi?
Atatürk’ten yana ve karşı olanların ne kadarı sevdikleri ve sevmedikleri Atatürk’ün bu kişilik profilinin farkındadır?
10 Kasım’ların geçiştirilecek bir ritüel olmaktan çıkarılıp, O’nu salt övgü ve salt yergi ötesinde “düşünmek” acaba “Atatürk gibi düşünmek” olmaz mı?Bileşenlerini ortaya koymadan konfor alanlarında istirahat sağlayan toplu övgü ve yergiler yerine, O’nun gibi düşünüp hareket edebilmenin az sayıda maksimini (mesela, “sokaktaki insan bilim konusunda 10 şey bilse iyi olur (tıklayınız)” gibisinden) ortaya koymak ve o yolda çaba harcamak O’nu anmanın daha iyi bir yolu olmaz mı?
10 Kasım 2022 -
Ara 30 2018 Akla yerleşen her kavram sonrakiler için birer süzgeç olur!
Özellikle küçük yaştaki çocuklar, ama genelde genç denilebilecek yaşlara kadar hemen herkeste gözlediğim bir olgu hakkında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Küçücük çocukların belirli bir ideoloji yolunda nasıl koşullandıklarını, hatta giderek o yolda ölmeye ve de öldürmeye nasıl hazır hale geldiklerini; o fırsatı(!) yakalayana kadar da içlerindekileri nasıl birer nefretle “karşı cephe”ye yönelttiklerine şahit olmuşsunuzdur.
Bu nasıl olabiliyor?
Dünyaya gelirken “içine doğdukları ortamlara zarar vermemek” güdüsünü de beraber getiren insan (ve diğer) türler, nasıl olup da bu hale gelebiliyorlar? Bu geçiştirilebilecek, “efendim nasıl eğitir, koşullandırırsanız öyle olur” gibisinden beylik kalıplarla karşı tezleri susturmaya veya düşünsel çaba harcamaktan kurtulmaya dönük bir soru olamaz. Bu zehirli sürecin nasıl işlediği tam anlaşılamadığı sürece herhangi bir toplum ya da kişi varlığını koruyup sürdürebilme (beka diye de okuyabilirsiniz) misyonunu güvende sayamaz.
Davranışsal psikoloji -çoğu B.F.Skinner’ın hayvan deneylerine dayalı- çok sayıda bulgu ortaya koymuş olsa da çoğu, çevrel koşulların uygun bileşimlerinin bu tür davranışları ortaya çıkardığı şeklinde kısmi bir genelleme şeklindedir; ama esas cevap bulunması gereken, daha da temelde “kendinden sonrasını şekillendiren bir şey”in olup olmadığıdır.
O şey “süzgeç kavram” olabilir mi?
Yaşam boyu çeşitli sorulara cevaplar ararız. Eğer soruların önünü kesecek bir “toplu cevap” (ideolojik, siyasi ya da sorgulamaya kapalı bir dini yorum[1]) ile karşılaştırılmayacak kadar şanslı isek, bulabildiğimiz cevaplarla sınırlı, ama giderek genişlemeye açık bir evren tasavvuru[2] oluştururuz. Bilim de dini imân da ancak öyle bir genişleme süreci yoluyla ortaya çıkabilir.
Bebeklikten başlayarak -çoğu beslenme ve güvenlikle ilgili- sorular ebeveyn tarafından doğrudan fiilen cevaplanırken, daha sonraları okul ve sosyal çevre yoluyla her soru için alternatifli cevaplar ile karşılaşılır; bunlardan önceden (bebeklikte) cevaplanmış olanlarla çatışmayan ve de daha çok soruya cevap veren birileri seçilir ve her bir seçilen cevap aynen bir süzgeç gibi, artık yeni sorulara cevap adaylarını süzer, gerisini “yanlış” olarak niteler.
Bu süreçteki süzgeç kavramlardan birisi kuşku[3] kavramı olup, yaşam boyu yeni sorular sorabilmenin ve “anlama” denilebilecek mutluluğun önünü açar. Kuşkusuzluk ise yaşamı daraltan “sorusuzluk” denilebilecek ölüm türünün eşdeğeri olup toplu cevaplarca oluşturulan bir yan üründür.
Süzgeç kavram konusundaki iki kural önerim: (1) Her süzgeç kendisinden önce oluşmuş süzgeç(ler)in geçirebildiği kavramlar yoluyla oluşabilir, (2) Kendinden önce oluşmuş bir süzgece aykırı kavramlar kişide ya kafa karışıklığına ya da çok nadiren o yeni kavramın yolu üzerindeki eski süzgecin terkedilmesine yol açar.
İster seküler ister dinsel olsun bebeklik ve çocukluk çağlarında karşılaştırılan kavramlar bu nedenle çok belirleyicidir. Toplu cevaplar, soruların önünü kesen tüm doğrular her zaman için hem bireyler hem toplumlar için birer risktir. Toplum sorunlarıyla başa çıkmak isteyenler, toplumu toplu cevaplardan koruyacak rotalar çizebilmek için bu kavramı bir “tohum fikri”[4] olarak kullanılabilirler.
30 Aralık 2018
[1] “Sorgulamaya kapalı dini yorum için” bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7356
[2] Bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7922 (parag. 19)
[3] Burada bilimsel kuşku (skepticism) kastedilmekte olup, ucu paranoya’ya kadar dayanan kuşku (suspicion) kastedilmiyor.
[4] Bkz. https://goo.gl/Uz6WCo
-
Ağu 14 2018 Yanlış varsayım nelere mal oluyor?
Kimi uğraşı alanlarının görevlilerinin görev, yetki ve sorumlulukları hakkındaki varsayım hatalarımız -her zaman olmasa da- genellikle katlanılabilir sonuçlara yol açar. Örneğin, bir taksi şoförünün para bozma gibi bir sorumluluğu olduğunu bilmeyen bir kişi, dükkân dükkân gezip para bozdurmaya çalışabilir. Ya da doktorun hastayı mutlaka iyileştirmesi gerektiği varsayımına sahip bir hasta yakını, iyileşmeyen hasta nedeniyle doktoru hastanelik edebilir.
10 Ağustos döviz krizi bende, bir başka alandaki varsayımlarımız bağlamında epey (yani çok) yaygın bir yanılgının var olduğu kuşkusu yarattı. Bu varsayım, “Allah / Tanrı’ya atfedilen bağışlayıcı (gaffar) sıfatının, yaşam pratiği içinde nasıl işlediği” ile ilgilidir.
Acaba, bu sıfat şunlardan hangisi anlamına gelmektedir?
- Tüm uyarılara rağmen yanlışlarını düzeltmeyen bir kulunun her defasında uğradığı kaza belayı bağışlaması, geçmişi silmesi,
- Eyleme girişmeden önce peşinen bağışlanmayı dileyip sonrasında yine yanlış eylemini sürdürmesi halinde de aynı şekilde bağışlanacağı,
- Birkaç yanlışından sonra ders alıp eylemini düzelten bir kişinin geçmiş günahlarının yarattığı zararların silineceği,
- Geçmiş yanlışların yol açtığı zararların birikimli olarak kalıp etkilerinin süreceği, ancak düzelmeden sonraki eylem değerlendirmelerinde bir kin güdülmeyip eski zararların dikkate alınmadan değerlendirme olacağı.
Allah / Tanrı hakkında ancak kavramsal planda tasavvurlarımız var.Bu nedenle daha somut bir örnek iyi olabilir: Bir sıcak cisim (ütü, soba vbg.) kendi ile ilgili kurallara (örn. “sıcak iken dokunmamak”) uyduğumuz sürece sizi cezalandırmayacak, kurala karşı geldiğiniz her defasında ise cezayı kesecektir. Aslında burada cezalandırma eylemini hiçbir iradesi olmayan sıcak cisim değil, kurala uymama iradesi sahibi kişi bizzat uygulamaktadır. Üstelik, her cezalandırma bir diğerinden tamamen bağımsız, yani adil olsa da cezaların etkileri açısından bir birikimlilik söz konusudur (eğer hep aynı yer yanıyor ise giderek bir yaranın oluşması). Yani bir “toptan af” söz konusu olmayıp, sadece her defaki yargılamanın “tam adil” olacağı garantisi vardır ve gerisi bütünüyle irade sahibi kişiye aittir.
Evren Tasavvuru
Sıcak cisim konusundaki bu “eylem-karşılık süreci”nde -akıl sahipleri açısından- hiçbir karışıklık söz konusu değilken, sıra Allah’ın taraf olduğu eylemlere gelindiğinde ne hikmetse inanılmaz bir akıl dışılık ortaya çıkıyor. Kanımca bu akıl dışılığın başlıca nedeni, tabu haline geldiği / getirildiği için gündem dışı kalmış bir kavram ile ilgilidir: Evren tasavvuru!
Evren tasavvuru[1] içinde tüm sorularımız –cevaplanmış, cevaplanmamış, arzu olarak kalmış, inanca dönüşmüş vd.- ve o bağlamda Tanrı kavramı da bulunuyor, daha doğrusu çoğu kişi için bulunuyor “idi”. Kültürümüzde Allah ile ilgili soru sorulması ya günah ya da “bilgiç bir tavırla” gereksiz-yersiz sayıla geldiği için şu soru’nun karşılığı yoktur: Allah’ın ‘zati (O’na özgü)’ ve ‘sübuti (kanıtlı)’ sıfatlarının zihnimizde şekillenmesine imkân olmadığına göre, insanların haklı olarak, bu sıfatlara kendilerinin işlerine gelebilecek yolda anlam vermeleri kaçınılmaz değil midir?
Bu durumda, yukarıda 4 seçenek halindeki “bağışlayıcılık” sıfatının yaşam pratiği içindeki karşılığının bu dörtten herhangi birisi olmasını önleyen ne vardır?
Tanrı böyle tanımlandığı ve yorumlanması konusunda din bilginlerine (CAH gibi) başvurmaktan başka çare bırakılmadığı sürece, doların TL karşısındaki değerinin yükselmemesi için salavat zinciri kurma’nın birçok insan nezdinde çok geçerli bir çare olacağı kaçınılmaz değil midir?
Allah’ın yaşam içinde nasıl şekillendiğini A. Einstein şöyle anlatıyor[2]: “Ben, Dünya’nın yasalara dayalı uyumunda kendini açığa vuran Spinoza’nın Tanrı’sına inanıyorum, insanlığın işlerini yapan ve kaderi belirleyen bir Tanrı’ya değil”. Dikkat edilirse bu tanım bir yandan Allah kavramının olağanüstü netlikte yerli yerine koyulabilmesini sağlarken, bir yandan da zati ve sübuti sıfatlarına bir aykırılık göstermemektedir.
Bugüne kadar milyonlarca çocuk ve erişkinin zihinlerinde “pazarlık edilen”, “rüşvet vaat edilen”, gerektiğinde “hesap sorulan” sıradanlaştırılmış bir Tanrı yaratmak yerine, “her alandaki kusursuz yasalarda şaşmaz bir adaletle kendini açığa vuran ve bu sistemin anlaşılabilmesi için insanı da akılla donatan bir Allah” anlamlandırmasının yapılması için A.Einstein’lere ihtiyaç duyuyor olmamız günah sayılamaz, ama Müslüman Dünyası için ayıptır.
Evren tasavvuru kavramının dağarcıklara girmesi ve sorgulama denilen akıl aracı ile zenginleştirilmesini bugüne kadar yapamamış olmanın cezalarını çektik ve bundan böyle de çekeceğiz. Geçmişe dönük af söz konusu olamaz. Bu nedenle, Allah’ı göreve çağırarak dolar kurunu düşürmeyi düşünmekten vazgeçip, eldeki değerli sorun çözme aracını (akıl) kullanmaktan başkaca çözüm yoktur. Bu kesinlikle aklın putlaştırılması değil, Tanrı’nın kurduğu sistemde tüm canlılara -bu arada biraz da insanlara- verdiği kendini anlama aracıdır.
14 Ağustos 2018
[1] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-23E, parag.13.
[2] Albert Einstein’ın, New York’ta Rabbi’ Herbert S. Golstein’ın sorusunu yanıtladığı sözleri, 24 Nisan 1929
-
Tem 30 2018 “Düşünme becerileri” ve eğitimi
Düşünme becerileri konusunun bir süredir kamuoyu gündemine gelmesi ve “nerede bir sorun varsa hemen onun okul müfredatına konulması” gibi bir alışkanlığımız nedenleriyle kendi çapımda bir önlem almak amacıyla bu yazıyı yazmayı düşündüm.
Giderek daha sık biçimde, “sorunlarımızın başlıca nedeni düşünme becerisi düşük insanlarımızdır” yargısını dile getirenler çoğaldıkça, bu konuyu biraz didiklemek ihtiyacı duydum.
Önce bu cümledeki birkaç terim ve onlarla ilişkili olabilecekler hakkında tanımlama girişimi:
- Beyin: Bütün omurgalı hayvanlarda ve omurgasızların çoğunda, sinir sisteminin merkezi olarak görev yapan bir organ[1].
- Bellek: Beyin organının bilgileri depolayabilme kabiliyeti.
- Veri (data), enformasyon ve bilgi (knowledge):
- Veri: Mevcut olasılıkları yarıya indiren miktarı 1 birim (bit) sayılan enformasyon parçası.
- Enformasyon: Bir bağlam ile ilişkilendirilerek anlam kazanmış veriler.
- Bilgi: Bir sonuç üretmeye yönelik enformasyon.
- Akıl, zihin: Bilinç, algılama, düşünme, yargılama, belleme ve konuşma da dahil olmak üzere bir grup bilişsel yetiye verilen ad[2]. Bellekteki bilgiler arasında tutarlı neden-sonuç ilişkileri kurulmuşluğuna “akletme” (birbirine bağlama) adı verilmektedir[3].
- Muhakeme (yargılama, akıl yürütme, akletme): Bellekteki “bilgiler” arasında bağlantı zincirleri kurarak anlamlı bir sonuca ulaşma süreci[4].
- Zekâ: Çeşitli yollarla anlama, öz farkındalık (kendinin farkında oluş), öğrenme, duygusal biliş, mantık, akıl yürütme (yargılama, muhakeme), planlama, yaratıcılık ve problem çözme kapasitesini içeren bir zihinsel yeti. Daha genel olarak, enformasyonu algılayıp içselleştirerek onu bilgi olarak saklayabilme ve bu bilgiyi durumlara uyarlayarak kullanabilme yeteneği olarak tanımlanabilir[5].
- Entelekt: İnsan aklı (zihni) ile ilgili çalışmalarda kullanılan bir terim olup, neyin doğru veya gerçek olduğunu ve sorunların nasıl çözülecekleri hakkında aklın doğru çıkarımlara varabilme kabiliyetini ifade etmek için kullanılmaktadır[6]. Gerçekte entelekt, zekânın (Intelligence) bir dalı olarak kullanılmaktadır.
Bütün bu tanımlar arasında bazıları arasında net sınırlar varken (örn. beyin ve zekâ gibi), diğer bazıları arasında ise kesişimler bulunduğuna (örn. entelekt ve zekâ gibi) dikkat edilmelidir.
Düşünme’nin amacı ne? Yersiz bir soru gibi görünse de bu amacı -her ne ise- en başa yazıp yol boyunca başvuruya açık tutmak iyi olur. Şöyle bir amaç önerisinde bulunayım: Kişinin kendi “akıl”ında oluşan ve/ya oluşturulan sorulara, “tutarlı” cevaplar bulabilmek için girişilen “zihin”sel süreç. Bu özet amaca biraz daha yakın plan bakılırsa şöyle bir çerçeve ortaya çıkıyor:
- Sorular nereden çıkıyor da düşünmeye yol açıyor? Aslında sorular “var” ve aynı zamanda da “yok”lar. Eğer sorarsanız varlar, sormazsanız yoklar. Onları yaratan ve bizim sorup sormayacağımıza bakmaksızın var eden ise “yaşam” dediğimiz olgunun kendisi.
- Yaşam ile ilgili sorular, doğum ile başlıyor (öncesini bilemem belki önce de soruyoruzdur). Temel ihtiyaçlar (beslenme gibi) soruları tetikliyor. Meme vakti gelince ağlamaya başlayan bebek aslında henüz konuşmayı sökmediği için ağlayarak -ki o da bir iletişim yolu- soru soruyor: “Ne zaman emzireceksin?”
- Yaşam karmaşıklaştıkça ve kendini ifade becerisi kazandıkça sorular da çeşitleniyor. Sorulabilecek soruların çeşitliliği bir yandan yaşam ihtiyaçlarına, bir yandan da o sorulara verilecek cevaplara bağlı olarak artıp azalabiliyor.
- Bu çeşitlenme farklılıkları, soran ve sormayan kişilikleri ilmek ilmek örüyor. Sorduğu sorulara tatmin edici cevap alan ya da alamasa dahi merak uyaracak karşılıklar alabilen çocuklar ömürleri boyunca bilgi peşinde koşan mücadeleci kişilikleri; diğerleri ise aldığı ya da almadığı cevaplarca örgülenen en az zarar göreceği pozisyonlarda sessizce bekleyip, kendisine verilene kanaat eden kişilikleri oluşturuyor.
- Bu süreçte anne-baba-çevre üçlüsü kişiliklerin temellerinin atılmasında en büyük rolü oynuyor. Sormayan anne-babalar ve normal olarak tercih ettikleri sormayan çevrelerin verdikleri cevaplar genellikle kapalı uçlu (nedeni kendisi) olacağı için giderek sorularına dogmalar yoluyla cevap bulup rahatlamış kişiler bu cevapların mutlaklığına inanmaya başlıyorlar. Toplumdaki -herhangi bir öğretiye- fanatik olarak bağlı kişiler muhtemelen böyle bir süreç sonunda ortaya çıkıyor.
- Dahası, bu sürecin çeşitli yararlar sağlayabilecek bir maden olduğunu keşfeden uyanık kişiler, o öğretileri deforme ve istismar ederek hem o kişileri hem de öğretileri yozlaştırıyor. (İslam dininin toplumumuzda uğradığı saldırılara böyle bakıldığında çok şey anlaşılabilir).
- Evren tasavvurları’na ilk adımlar: Sorularının önü kesilmemiş kişilerin, ilk çocukluk çağlarından başlayarak evren ile ilgili sorular sormaya başlayarak, giderek gelişen (zaman zaman bütünüyle yenilenen) birer “evren tasavvuru” oluşturmaya başlamaları kaçınılmazdır.
- Bu bireysel tasavvurların yararlarından birisi kişiyi sürekli bilgi arayışına itmesi, bir diğeri “bilmiyorum” cevabını utanılacak bir mazeret değil, gelişmelerinin ardındaki itici güç olarak kullanmaları, “bilmiyorum ama merak ediyorum ve öğrenemeye çalışıyorum” diyebilmeleridir.
- Bu bireysel yararın dışında bir de toplumsal yarar beklenmelidir: “Bilmeyen, merak eden ve sürekli öğrenmek isteyen” bireylerin öğrenme kaynaklarından birisi de kendileri gibi “bilmeyen ama merak eden” kişiler olacağına göre, bu öğrenişim (bu sözcüğü ben icat ettim 🙂 ) süreçleri toplumda ortak kavramların oluşmasına yol açabilecektir.
- Öyle görünüyor ki, “bilmiyorum ama merak ediyorum ve öğrenemeye çalışıyorum” çok verimli bir zihinsel dönüşüm tohumudur.
- Merak, kendinin nedeni olmaya başlayınca. Bu tür kişilerin yaşamın her alanının gelişiminde de önemli roller oynamaları kaçınılmazdır. Bilim ve sanat bu alanların başında geliyor.
- Ama en önemli etki beklenmesi gereken alan din alanıdır. Çünkü geleneksel anlayış, dinde -özellikle de iman bağlamında- soru sormanın, kuşku duymanın kabul edilemezliği üzerine oturmuştur. Bu ise otomatik olarak “iman’ın “sorgulanamaz son nokta” olması anlamına geliyor.
- İmansızlık, dindarlığın herhangi bir aşamasında kabul edilebilir bir sıfat olamayacağına göre, din ile ilk karşılaşma anında derhal iman edilmiş olduğunun ikrarı gerekmektedir. Bu, evren tasavvuru sınırlarının kapanması, -içten ya da dıştan gelsin- imanı zedelemesi olası her soruya karşı “yaratılış” kalıbına sığınılmasını, nedenini bilmese de merak etmese de bu kalıpla savunmaya çekilmesi sonucunu yaratmaktadır.
- Allah’ın sonsuz hikmetlerini temel almış bir dine karşı bundan daha büyük bir saygısızlık olabilir mi? Halbuki, sürekli kuşku ve merak içindeki bir kişi, içinde bulunduğu belirsizliği giderebilmek için o hikmetlerin daha derindeki katmanlarını anlamaya, bilmeye çalışacaktır. Nitekim İslam’a altın çağını yaşatan dönemin hâkim Mutezile anlayışının[7] “tahkiki iman” ilkesi, “sonsuza kadar bilgi peşinde koşmak ve bunu akıl yardımıyla yapmak” üzerine kuruludur.
- Düşünme’nin olmazsa olmaz dörtlüsü!
- Kavram dağarcığının geliştirilmesi: Her öğrenilen yeni kavram düşünebileceklerimizin sınırını bir miktar genişletir. Ayrıca gerek öğrenilen yeni kavramların gerekse mevcut olanların iyi tanımlanmış olması da şarttır. Zihindeki bilgilerin taranması, yeni anahtarlara göre sıralanması vbg işlemler kuşkusuz evvelce kurulmamış yeni snaptik bağlantılar kurulmasına yol açabilir ki bunlar yeni bilgiler demektir. Ama, tüm soruları kapsayan küme olan evren tasavvuru’nun genişlemesine yol açan ana etken, öğrenilmiş yeni bilgilerdir. Yeni bilgiler belleğe girdikçe ve mevcutlarla bağlantıları kuruldukça (yani akletme) evren tasavvurumuz da genişleyecektir. Genişlemiş evren tasavvuru altında, düşünme yoluyla cevapları aranan sorulara cevap bulunması bir önceki duruma göre daha kolaylaşacaktır. Yeni bilgilerin edinilmesi ise birkaç yolla mümkündür. Geleneksel okuma, tartışma, gözlem, sezgi bunlardan birisidir. Bir diğeri ise “akılların birleştirilmesi”dir[8]. Bu durumda aklı oluşturan tüm öğeler bir diğeri ile yardımlaşma içine girmektedir.
- Bilgilerden, beklentilerden etkilenmemek: Her düşünme bir veya birkaç soru’nun cevaplanmaya çalışılması süreçleri olduğuna göre cevaplar bilgi ve beklentilerimizden de etkilenecektir. Buna göre mevcut bilgi ve beklentilerimiz -ki arzularımız, beğenilerimiz, nefretlerimiz, inançlarımız vb.- ne denli askıya alınabilirse sorular da o denli doğru cevaplanabilecektir. Askıya alabilmenin anahtarı ise bildiğimize inandıklarımızın ne kadar çok ön koşulu olduğunun hatırlanmasıdır[9].
- Nedensellik ve sıralamak: Düşündüğümüz, yani bir veya birkaç soruya sırasıyla cevap aradığımız süreçte, neden-sonuç bağlantılarını koparmadan (nedensellik) ilerlemek “gerek koşul”; bulunacak nedenlerin sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralanması ise (eleştirel) “yeter koşul”dur. Gerek bilgi eksiği gerekse askıya alamamak nedenleriyle kopan bağlantılar yerine konulabilecek “zihinsel virüsler[10]” ve/ya referansı kuşkulu bağ elementleri düşünme sürecinin bütünüyle bozulmasına yol açabilecektir.
- Evren tasavvurunu kısmen veya tamamen değiştirmeye razı olmak: Birbiriyle tutarlı hale gelmiş, tutarsızlıkları tahminler, virüsler, çarpıtmalar ya da öznel inançlarla giderilmeye çalışılmış çeşitli bilgilerden oluşan bir evren tasavvuru örgüsünü değiştirmek -özellikle de zaman geçtikçe- güçtür ve doğru cevabı saptırmaya çalışan bir mıknatıs gibi etki yapar. Bu etkiden uzak kalmaya çalışmak gerekir.
Şimdi bir soru!
Düşünme becerilerini oluşturan bu elementlerdeki olası yetmezlikler dikkate alındığında, bu yetersizlikler acaba nasıl giderilebilir? Ya da okul müfredatlarına böylesi bir ders konularak sorun çözülebilir mi?
Bu sorunun yanıtının okul müfredatına eklenecek ayrı bir ders olmadığı, kısacık “eğitim” sözcüğü içine tıkıştırılan yüzlerce istendik bilgi-beceri-tutum-davranış’ın okul kurumuna ihale edilerek kazandırılamayacağı bellidir.
Çözüm, “eğitim paydaşları”nın[11] tümünün birinci derecede sorumlu oldukları gerçeğinde yatıyor. Bir Afrika atasözü de bunu doğruluyor: “Bir çocuk yetiştirmek için bütün bir köy gerekir”.
İkinci soru!
Gerek günümüz toplumları arasındaki acımasız rekabet düzeni içinde varlığını sürdürebilmek (beka), gerekse varlıklar bütününü gözeten daha iyi çözümler bulup onları uygulayabilecek konumda olabilmek için, sorularının -dolayısıyla da merakının- önü kesilmiş, her şeyin açıklaması olarak ezbere belletilen[12] değişmez doğrulara tutunarak yaşamak isteyen bir toplumun; evren tasavvurlarını sürekli geliştirmeye çalışan, imanını sabit bir noktaya değil sürekli kuşku, merak ve öğrenmeye odaklamış toplumlar karşısında beka şansı var mıdır?
Lütfen şu videoyu (https://goo.gl/zu2tjg) izleyiniz ve dev sekoya ağacının liflerinin hangi maddeden yapıldığını merak edip, bunun hangi ihtiyacımızı karşılayabileceğini soran ve nano-lifleri oluşturan maddenin nanocyristalline selüloz olduğunu ortaya çıkaran bir kişi ile bu soruları sormayıp sadece bunların yaratıcının hikmeti olduğunu söylemekle yetinen diğer bir kişi arasındaki farkı açıklamaya çalışınız.
O halde!
Sadece düşünme becerileri yetmezliği bağlamında bile bu kısa sorgulamadan çıkarılabilecek çok sonuç var. Seksen milyona yaklaşan nüfusumuzun bir anda silkinip bütün gerçekleri idrak etmesi gibi bir temenni peşinde koşmadan, doğrularını askıya alabilen, mazeret üretmeden gereklerini yerine getirmeye -gerçekten- razı örneğin 10 kişinin bir ağ oluşturması; ardından da uygun tohum fikirleri[13] üretip uygun topraklara (ortamlara) ekmeleri dahi iyi bir başlangıç sayılabilir.
30 Temmuz 2018
[1] Bkz. http://bit.ly/2uYTq3j
[2] Bkz. http://bit.ly/2K4TEdN
[3] Özakıncı, C., “Dil ve Din”, <Sah.107, Arapça “akıl” sözcüğünün kökeni>, Otopsi Yayınları, 2007
[4] Bkz. http://bit.ly/2K6rkHR
[5] Bkz. http://bit.ly/2LQRwLP
[6] Bkz. http://bit.ly/2LQRu6F
[7] Bkz. Aydoğan.S., “İslamın Altın Çağının Ardındaki Sır”, http://bit.ly/2GYqNXD
[8] Bkz. http://bit.ly/2xyPr0I
[9] Bkz. https://goo.gl/2necnY
[10] Bkz. Zihinsel virüsler, http://wp.me/p2t6mi-1Wz
[11] Bkz. Eğitim Paydaşları, http://bit.ly/2ClNyWr
[12]Anlam kayması denilen olgu nedeniyle mi yoksa bilinçli mi yapıldığı belli olmayan, dilimizde (bellemek) olarak karşılığı bulunan ve sorgulamamak ile bir ilgisi bulunmayan kavramın yerine sorgulamaya kapalı olan (ezber)in nasıl geçtiğidir. Bu farkı vurgulamak için ezbere bellemek terimi kullanılmıştır.
[13] Bkz. “Bir Dönüştürücü: Davranış Tohumlama”, http://bit.ly/2FumYIw
-
Tem 16 2018 Kuşkusuzluk bir hastalıktır
Önce bir anekdot: Yıllardan beri seyahatler sırasında Sapanca gölü kıyısındaki BERCESTE® tesislerinde mola verirken bir defasında bu tescilli sözcüğün ne anlama geldiğini merak ederdim. Farsça kökenli sandığım bu kelimeyi sözlükte buldum[1] ve bir geçişimde garsonlardan birisine de sordum. Verdiği cevap “bereket, cesaret ve temizlik” sözcüklerinin ilk hecelerinin birleşmesi olduğu idi. “Nereden biliyorsun? diye sorunca “arkadaş söyledi”; “arkadaş nereden biliyormuş, emin misin?” deyince de son noktayı koydu: “abi tabii eminim, kitaptan okumuş”.
Çılgınlık için “aklın açıklayamadıkları için sonuçta vardığı bir tür açıklama” gibi bir tanımlama duymuştum; uzman tanımı da böyle midir bilmem ama bana oldukça makul görünüyor. Hatta, başka açıklayamadıklarım için de yol gösterici olabilecek.
Muhtemelen benim gibi başkalarının da açıklayamadıkları olgulardan birisi, “insanların birilerinin peşine takılıp -hipnotize olmuşçasına- söylenenleri -hem de yıllarca- yapması”dır.
Bu olguya konu olanlar tek grup olmasa gerek; çocuk yaştakiler, asgari yaşam becerilerine öncülük edebilecek akli melekelere sahip olmayanlar, tutkuları akıllarının çok ötesine uzanıp olası çıkar beklentileri için her şeyi yapabilecekler vb. bunlardan birkaçıdır ve sergiledikleri akıl dışılıklar bir dereceye kadar anlaşılabilirdir.
Esas anlaşılması gereken, okumuş yazmış, toplum içinde saygın konumlara erişmiş, hatta mesleği veya kariyeri kuşkulanma temeli üzerine oturan (örn. FETÖ’nün peşine takılan kurmay subaylar, Adnancı hekimler gibi) kişilerin durumudur.
Bu durumun iyi anlaşılması önemli midir?
Evet önemlidir, hem de çok. Eğer bu anlaşılamaz ise, o bilinmeyen nedenle enfekte olmuş zihinlere sahip, ticari, dini, askeri, siyasi ve/ya akademik saygınlık yoluyla ya da gözlerden uzak kaldığı için, saygın görünüşü altında çevresindekilere rol model olmayı sürdüren, sosyal ağlar yoluyla analizlerini, tahminlerini, öğretilerini binlere ulaştıran kişilerin üremesine uygun ortam sürecektir.
Bir tahmin!
Ben bu enfeksiyonun başlıca nedenlerinin:
(1) Kuşku ve şüphe sözcüklerinin çağrıştırdığı olumsuz anlamlar nedeniyle, varlığını kimsenin kendisine yakıştırmayışı,
(2) Bu birincinin tam aksine, inanmak sözcüğünün çağrıştırdığı, hatta zorladığı olumlu anlamlar nedeniyle, yokluğunu kimsenin kendine yakıştırmayışı,
(3) Gerek kuşku gerek inanmak kavramlarının her ikisinin de derinlemesine sorgulama gerektirmesi, bunun ise egemen kültürümüz açısından zahmetli ve de ayıp[2]
olduğunu ileri sürüyor ve özellikle de otomatik saygınlığa sahip kişilerce dile getirilen hikmetlerden kuşkulanmayan, onlara inanan ve böylece oluşan rahatlık ortamında, neyin ne ve niçin olup olmadığından kuşkulanarak merak edip çaba harcamak yerine “arkadaş söyledi”, “kitap yazıyormuş” gibi rahatını sürdürecek yolları tercih ettiğini düşünüyorum.
Bir konudaki kuşkularını gidermek ya da bir inancın temelini anlamak yolunda çaba harcayanlara yönelik “takdir görüntüsü altında aşağılama” örneklerinden en bilineni, “senin bu söylediklerini acaba kaç kişi anlıyordur” türü istirahat yöntemidir.
Bir “hoca”nın peşine takılanların hepsi aptal olamaz!
Bu ve benzer toplumlarda bir kültürel kod haline geldiği anlaşılan “kuşkusuzluk”, ikinci bir kod olan “tembellik” ile birleşmiş ve ölümcül bileşimi oluşturmuştur. Çeşitli “hoca”ların peşlerine takılanların, kişisel çıkarları söz konusu olduğunda bir tilki kadar kurnaz olabildiklerini deneyimlemeyen yoktur. O halde kamuoyunda söylenegeldiği gibi bu kişiler “aldatılıp kötü yola düşmüş” filan değillerdir. Tam aksine toplum çoğunluğu onlar gibidir, sadece herkes toplumun gözüne batacak kadar seçme değildir.
Toplumumuzun büyük çoğunluğunun zihinlerinde bir kuşku odağı oluşmamıştır. Her insan sorularına cevap arar ve arkadaş söylemi, kitap, hoca dedi ki, dinimizin emri vb. yoluyla buldukları içinden seçtikleriyle bir evren tasavvuru oluşturur; bunu tüm yaşamı boyunca sürdürür ve giderek oluşan tasavvura uygun düşen (ona aykırı düşmeyen) cevapları eklemler. Burada anahtar faktör “tembellik”tir. Yaşamının herhangi bir anına kadar ördüğü evren tasavvurunu silip yeni bir gözlemi çevresinde yeniden işe girişmeye razı olmak yerine, zihindeki kuşku lobunu “selektif inaktivite” konumuna getirir.
Müteahhitten alacağı yarım metrekare için tüm beyin hücrelerini günlerce harekete geçirmeye üşenmezken, onlarca yıldır doğru bellediklerini gözden geçirmek için “seçici eylemsizlik” konumunu yeğler.
Kuşku lobu harekete geçirilebilir mi?
Her gün Atatürk’ün çıkıp gelerek sorunlarımızı çözeceğini düşünen insanımız, O’nun başlayıp bitiremediği zihinsel dönüşümü -ki tam bir bilimsel kuşku inşaı idi- pekala devam ettirebilir. Bunun için, gerek “kuşku”yu gerekse “inanç”ı bugünkü yerlerinden doğru konumlara oturtmak gerekiyor. Bilim de Din de böylece doğru konumlanabilir[3] ve kuşkusuzluk bataklığında üreyen sineklerden kurtulabiliriz.
16 Temmuz 2018
[1] Berceste: (1) Sağlam ve latif, (2) Seçme, (3) Zahmetsizce hatıra geliveren, fakat yüksek bir mana taşıyan mısra.
[2] Diyanet İşleri Başkanlığı web sitesinde 2014 yılında mevcut olan ve bugüne kadar yeri 4ncü defa değiştirilen “tahkiki iman” (https://goo.gl/61Rc93, Sah 71-72) kavramından duyulan rahatsızlık ilginç bir örnektir.
[3] “Din ve Bilim Kurumlarının Toplumumuzda Yanlış Konumlanmışlğı”, http://bit.ly/2IayAlS
-
Haz 18 2018 İslam Bu Donmuşluğu Aşabilecek mi ya da Nasıl?
NPQ dergisin 2004 sonbahar sayısında “İslam ve Bilimsel Köktencilik” (Islam and Scientific Fundamentalism) başlıklı bir makale[1] yayımlanmıştı. Makale, İslam’ın Altın Çağı[2] olarak bilinen 8nci ila 13ncü yy’lar arasındaki döneme yol açan İslam yorumunun en temel belirleyici özelliği olarak şu savı ileri sürmekteydi: “Din ve seküler felsefe arasındaki ayrışmayı bilginin kaynak ve edinim yöntemleri belirlediğinden ve İslami bilginin kaynaklarından birisi olan inanç da bilgisel (kognitif) bir içeriğe sahip olduğundan ötürü söz konusu ayrışma ortadan kalkar”.
Bu ifadede dikkat çekici olan bir paradigmadır. İslam’ın temel kavramlarından birisi olan “iman”ın, akla ait bir özelliğine yapılan vurgu, İslam Dünyasının içine düştüğü perişan durumu açıklayabilecek; üstelik o çukurdan çıkmasına yol gösterebilecek bir ipucunu da barındırıyor: İman ve akıl etkileşimi!
Bu etkileşimi sağlayan bağlaç ise, bilimin temel ilkelerinin birisi olan “yanlışlanabilirlik” ve onun öncülü “kuşku”dur; kısacası iman (bir anlamda kuşkusuzluk) ve kuşku birbiriyle etkileşim halindedir.
Birbirine zıt iki şey ancak bir şekilde bir araya gelebilir: Kuşkusuzluk (iman) ve bilimsel kuşku (akıl) bir spiral biçimde sonsuza kadar birbirlerini tetiklerler ise[3]!
İlk bakışta çelişki gibi görünebilecek bu döngüyü İslam’ın temeli olarak ilan eden Kuran referansı ise çeşitli vesilelerle 75 yerde geçen “akıl, akletme, akıl işletme” terimleridir[4].
Yan yana gelmesi günümüzde düşünülemeyen kuşku ve iman kavramları, kuşku temelli iman (tahkiki iman) şeklinde 500 yıl boyunca bir medeniyete yol açmış; sonrasında ise tekrar ayrışıp, akıl ve imanı donuk, kopuk, soyut kavramlar haline getirmiştir. Şimdilerde ise, tahkiki iman, DİB resmî sitesinde zaman zaman yer değiştirip gözlerden saklanarak, Müslümanların imanları korunmaya(!) çalışılmaktadır[5].
Köklere dönüş!
Mevcut “kuşku ve iman bir araya gelmezliği” paradigması sonunda doğan sorgulamama, itaat, biat, donmuşluk ve herkesin kendi ezberi içinde kutuplaşması, İslam’a altın çağ yaşatmış olan “kuşku ve iman etkileşiminin akıl yoluyla sağlanması” paradigmasına dönebildiği takdirde bugünkü durumdan çıkılıp sorgulama, hareket, gelişme ve barışıklık için bir imkân doğabilir.
Bu yapılabilir mi, nasıl?
Bugünün ortalama insanı büyük bir bilgi bombardımanı altında olduğu için, birisinin “kral çıplak” demesi hemen hiçbir etki yapmayabilir. Daha açıkçası artık o denli kalabalık ve o denli söylem yağmuru altındayız ve üstüne üstlük koşullanma[6] o denli derin bir hastalık haline geldi ki artık toplumu bir kül olarak ele almak mümkün görünmüyor.
Buna göre yeni bir “ikna felsefesine” ihtiyaç var. Tohum uygulamaları[7] belki aranan yollardan “birisi” olabilir. “Kuşku ve imanın, akıl aracılığı ile öğrenme peşindeki sonsuz döngüsü” şeklinde tanımlanan paradigma toplum tarafından çeşitli şekillerde yorumlanıp mutasyonlar üretilmesine izin verilmeli; bunlardan yaşayabilenler toplumu dönüştürebilmelidir.
Bu sürecin başarılı olması halinde gerek toplumumuz gerekse benzer durumdaki toplumlar için yeni bir güneş doğabilir; ama eğer doğmaz ise bu da akla aykırı bir sonuç sayılmamalıdır.
18 Haziran 2018
[1] Bkz. http://www.digitalnpq.org/archive/2004_fall/27_anees.html
[2] Bkz. Serhat Aydoğan, “Hıristiyan ve İslam Toplumlarında Gelişim üzerine mezheplerin etkisi perspektifinde ‘İslam’ın Altın Çağı’nın ardındaki ‘sır’ın incelenmesi”, http://bit.ly/2GYqNXD
[3] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-22O, (Kuşku ve inanç yanyana, olmaz öyle şey ya da olur mu acaba?)
[4] Bkz. http://bit.ly/2tiWe9B
[5] 2014 yılında DİB resmi web sitesinde http://www.diyanet.gov.tr/dijitalyayin/ilmihal_cilt_1.pdf Sah 71-72 adresinde iken, http://www.diyanet.gov.tr/UserFiles/DiniBilgiler/Akaid.pdf adresine, oradan da http://bit.ly/2fq8PSmadresine nakledilmiş. Haziran 18 2018 itibariyle yeri belli değildir. DİB’nın Iman’ı tahkik ’ten ayırma konusundaki bu çabası birçok sorunun kaynağını açıklar niteliktedir.
[6] Bkz. https://tinaztitiz.com/4962/kosullanmama-hakki/
[7] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp ve http://bit.ly/2FumYIw
-
May 03 2018 İstanbul’daki piyano akortçuları, Fermi’nin sınav soruları ve sorun çözme!
Başlıktaki üç benzemez ifadenin açıklanmasından önce bir kitap tanıtımı: Philip E. Tetlock ve Dan Gardner’in birlikte yazdıkları “Süper Tahminleme: Öngörü Sanat ve Bilimi”[1].
Böyle bir kitap adı ilk bakışta pek az kimseyi ilgilendirir gibi görünebilir. Ama biraz düşününce, tahmin yapmanın, doğru tahmin yapmanın, hele hele süper tahmin denilebilecek kadar güç tahminleri yapabilmenin ilgilendirmediği hemen hiç kimse olmadığını kolayca çıkarabiliriz.
Kim olursak olalım yaşamlarımızın her karesini dolduran tek ortak şey “sorun çözmek” denilebilir. Ev kadını, futbol takımı teknik direktörü, filanca kuruluşun CEO’su ya da bir politikacı, herkes her an kendi çapında bir sorunu çözmeye çalışıyor.
Bu çabaların yine hemen hepsi, bazı varsayımlara onlar da tahminlere dayanıyor. Ev kadınının yemek pişirirkenki varsayımı pişirdiği yemeğin onu yiyecek olanların hoşlarına gideceği; bir önce hafta harika bir gol asisti yapan futbolcuyu ilk 11de sahaya süren direktörün varsayımı bu hafta da aynı performansı göstereceği varsayımı; emekliye ikramiye vaat eden politikacının varsayımı ise emeklilerin kendi partisine oy vereceği varsayımları yani tahminleridir.
Bu kısa akıl yürütmeden çıkarılabilecek sonuç, sorun çözmek ile tahmin yapmak arasındaki sıkı bağlantıdır. Karl Popper’in ünlü “Tüm yaşam sorun çözmektir” sözünü biraz çevirip “Tüm yaşam tahmin yapmaktır” dense yeridir (hatta galiba biraz daha doğrudur).
Biraz daha ileri gidelim!
Tahminlerin sadece sorun çözme aracı değil, o sorunların ortaya çıkmasının da en önemli sebeplerinden birisi olduğu söylenebilir. Lütfen şahsen çeşitli zamanlarda ya da tam şu anda çözmeye uğraştığınız sorunların nedenlerini bir düşününüz. İçinde mutlaka en az bir yanlış tahmin vardır.
Dünyanın başına iş açmış dertlere bakıldığında, mesela Irakta 1 milyona yakın insanın öldüğü özgürleştirme(!) savaşının nedeni “Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu” yanlış tahmini (ya da o tahminin bahane olarak kullanımı) değil miydi?
Kısacası, nerede bir hatalı tahmin varsa ardından mutlaka en az bir sorun ortaya çıkar. Tahminler ve sorun çözme arasındaki yakın akrabalık buradan çıkıyor.
Fermi’nin sınav soruları!
Enrico Fermi (İtalyan asıllı Amerikalı fizikçi) ders verdiği Maryland Üniversitesi mühendislik fakültesindeki bir sınavda sorduğu “bir dönem boyunca üniversite öğrencilerinin tüketmiş oldukları toplam pizzanın alanının tahmini” sorusu daha sonraları mühendislik müfredatına girmişti[2].
Fermi’nin sorularından birisi de “Chicago kentindeki piyano akortçularının sayısı” idi ve hemen çoğu kimsenin “ne bileyim ben!” diyebileceği belirsizlikte bir sorudur. Ama bu problemi, tahmini -nispeten- daha kolay sorulara[3] bölerek gerçeğe epey yakın bir tahmin yapabilmiş
Bunlar kimin işine yarar?
Net yanıt, “herkesin işine yarar” olsa da, “en çok kimin işine yarar?” şeklinde tekrar sorulursa, doğru yapılmamış bir tahmin sonunda doğabilecek zarar en çok neredeyse orası ile ilgili insanların işine yarar denilebilir.
Buna göre “akşam yemeğine ne pişirsem?” konusunda tahmin yapan bir kişinin yanılması ile “şirketimize kimi seçsek sorun stokumuzu en az zararla azaltır?” konusunda yanılacak şirket hissedarlarının uğrayacağı zarar tabii ki aynı değildir. Birincisinin karşılaşabileceği durum, “eline sağlık ama ben tokum, almayayım” iken, ikinci durumda “iflas masasına ne zaman başvursak” şeklinde olabilir.
İstihbarat servisleri, politik tahminciler, ekonomik analiz yapanlar ve bütün bu kanallardan gelen bilgileri kullanarak ülke ya da şirket yönetenler, doğru tahmin konusunda birincil müşterilerdir.
Burada işareti gereken en kritik nokta ise, “doğru tahmin” deyimindeki “doğru” nitelemesidir.
Tahminin doğrusu nasıl olur?
Tahminlemenin iki bileşeni istatistik ve sezgi olarak biliniyor. İstatistik yoluyla en doğru (yani en az yanlışla) tahmin yapabilmek, eldeki sorun’un daha elemanter sorulara bölünmesine, böylece birden fazla soru’nun aynı soru içinde bulunmayışına bağlı.
İstanbul’da kaç piyano akortçusu bulunduğu, içinde en az 6 grup soru bulunduğuna hatta bunların da içinde de başka alt sorular bulunabileceğine göre doğru bir soru değildir. Ama alt sorular, istatistik tahmine daha uygundurlar.
İkinci bileşen sezgi olup, yakın zamana kadar varlığı bile kuşkuluyken bugün deneysel yolla gösterilebilmiştir[4].
İstatistik tahminin doğruluğu nasıl ki dar alana sıkıştırılmış sorular koşuluna bağlı ise, sezgisel tahminin doğruluğu da bir diğer koşula bağlıdır: Sezgilerin dayandığı bilgi tabanının zenginliğine.
Bu ikinci koşul, sıkça karşılaştığımız derinden etkilendiğimiz kutuplaşma sorununu da anlamaya yol açıyor: Az bilgi ve kesin inanç sahibi olundukça düşüncelerinde gayet samimi olan birçok insan, tahminlerinin doğruluğundan o denli emin hale geliyorlar ki, benzer tahminlere dayalı tasavvurlara sahip olmayanları “öteki” olarak etiketliyor.
Buna göre doğru tahmin, olabildiğince elemanter cevapları olabilecek yalın sorulara ayırmak ve zengin bir bilgi tabanından beslenen sezgileri de hesaba katmak yoluyla yapılabilir.
Aksine, hoşa gidenlerin, doğru sandıklarımızın, en kötüsü de işimize gelenlerin paketlenip başkalarını ikna amacıyla kullanımı tahmin değil falcılıktır.
Sorun Çözme Kabiliyeti (veya kapasitesi) düşük olduğu için sürekli artan ve altında ezilmekte olduğumuz sorun stokunu küçültme yolunda güçlü araçlardan birisi de hem sanat hem bilim sayılabilecek olan tahminleme aracıdır. Bu aracı doğru kullanmaya yönelmek, stoku küçültmek için sağlam adımlardan birisi sayılmalıdır.
3 Mayıs 2018
[1] Tetelock, E.D and Gardner, D., Superforecasting: The Art and Science of Prediction, 2015, NewYork
[2] Vefa Lisesi matematik öğretmenlerinden rahmetli İhsan Irk’ın (salla İhsan) geometri sınavında -her öğrenciye ayrı sorduğu- sorulardan bana düşen soru benzer nitelikteydi: “Bir masa satın almak isteyen kişi, birbirine yakın fiyatlı iki masadan 3 ayaklı olanı mı 4 ayaklı olanı seçmelidir ve niçin?” Belki o da imkan bulsaydı bir başka Fermi olabilirdi. Bu vesileyle nur içinde yatsın.
[3] Sorduğu sorular: (1) Kentin nüfusu nedir? (2) İnsanların yüzde kaçında piyano olabilir? (3) Başka piyano bulunduran kurumlar kaç tane olabilir? (4) Bir piyano ne kadar zamanda bir akort edilir? (5) Bir akordun süresi ne kadar olabilir? (6) Bir akortçu ortalama ne kadar çalışır? Sorularına verilen olsa olsa türü tahminlere göre bulduğu 62.5 akortçu’nun gerçeğe ne kadar uyduğunu sarı telefon sayfalarından kontrol etmiş ve 63 rakamına ulaşmış. (Fakat çoğu ismin mükerrer olduğunu, dolayısıyla tahminin gerçekten farklı olduğunu da not etmiş). Bu satırlar dipnot1’deki kitaptan alınmıştır.
[4] Avustralya New South Wales Üniversitesi’nden Ass.Prof. Joel Pearson ve 20 öğrencisinin yaptığı bir deney için bkz. http://bit.ly/2H3cRvT.